FATİN RÜŞTÜ ZORLU etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
FATİN RÜŞTÜ ZORLU etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

19 Mart 2017 Pazar

27 MAYIS'TAN 12 MART 'A NADİR NADİ, YAZILARI, BÖLÜM 7


27 MAYIS'TAN 12 MART 'A  NADİR NADİ,  YAZILARI,  BÖLÜM 7



PLANDAN DA TAVİZ VERİLİRSE..

Son günlerde tertiplediği radyo konuşmaları ve basın toplantıları ile Sayın Başbakan, hürriyet içinde planlı kalkınma düşüncesini yurt düzeyine geniş ölçüde yaymaya gayret ediyor. Bu gayretleri takdirle karşılarız. Demokratik bir ortamda iş gören hükûmetler, güttükleri politikayı elbette daha başlangıçta vatandaşa beğendirmek isteyeceklerdir. Onların doğal haklarından biridir bu. Hele bizim gibi kısa zamanda çok mesafe almak durumunda bulunan ve giriştiği hamle başarısızlığa uğrarsa büyük krizlerle karşılaşacak, belki de hürriyet rejimine uzun bir süre veda etmek zorunda kalacak olan bir memleket hesabına Sayın İnönü'nün harcadığı titiz gayretleri hiç yadırgamadığımızı söylemeliyiz. Daha önce de birkaç kez açıkladık, ekonomik kalkınmamızı bir an önce gerçekleştirmek amacını güden bütün çalışmaları, biz desteklemeye hazırız. Birtakım dogmalar, ön yargılar, ya da duygusal eğilimlerin etkisi altında her yapılana otomatik olarak dudak bükmeyi doğru bulmuyoruz.
Yalnız her fırsatta tekrarlamaktan bıkmadığımız bir noktaya burada bir daha dokunalım: Türkiye'nin bugünkü koşulları altında olumlu işler başarmak isteyen bir hükûmet, davranışlarını seçim kaygılarına göre ayarlamak huyundan mutlaka vazgeçmelidir. Onyedi yıllık demokrasi denemesi bu yolun bir çıkmaz olduğunu bize açıkça göstermiş olmak gerekir. Seçim kaygısını bir yana atacağız ve memleket ekonomisinin kalkınması için neler yapmak zorunda olduğumuzu kararlaştıracağız. Bunu kararlaştırırken de iki hususa özellikle dikkat edeceğiz: Bilimsel gerçekler neyi emrediyorsa ona boyun eğmek ve yurttaşlardan isteyeceğimiz fedakârlıkta eşitlik prensibini zedelememek.
Oysa Sayın İnönü'nün gayretlerine paralel olarak hükûmet çalışmalarında yukarıki hususlara önem verildiğini pek göremiyoruz. Seçim kaygısının her şeye rağmen bir korkunç hayalet gibi karma iktidarı her kanadı ile sardığını inkâr edebilir miyiz? Üç yıl sonra karşılaşacakları fırtınayı atlatmanın telaşı içinde, sorumlu politikacılarımız davranışlarını daha şimdiden planın başarısını değil de seçmenin oyunu sağlamak amacına göre ayarlamışa benziyorlar. Maliye Bakanı Sayın Melen'in açıkladığı Gelir Vergisi Kanunu ile ilgili son tasarı bu konuda bütün iyimser duyguları sarsacak kadar ağır tepkilere yol açmıştır. Dar gelirli vatandaşları durumunda hiçbir ferahlatıcı tedbire başvurulmaksızın tarım sektörünün fiilen vergi dışı bırakılmasını, yatırımları teşvik parolası altında da yüksek gelirlerden indirim yoluna gidilmesini başka türlü yorumlamaya imkân var mıdır?
Bu durum gösteriyor ki, iktidarın kuruluş tarzı ne olursa olsun, statükocular oraya her zaman hâkimdirler ve istediklerini hükûmete dikte etmek yeteneğini eskisi gibi ellerinde tutmaktadırlar.
Bizce Sayın İnönü'nün anlamadığı nokta şudur: C.H.P. 'nin önümüzdeki seçimlerde çoğunluk sağlayabilmesi, ancak ''Hürriyet içinde Planlı Kalkınma'' hamlesinin gözle görülür, elle tutulur sonuçlar vermeye başlaması ile mümkün olabilecektir. Bunun dışında hiçbir taviz politikası bu partiyi seçmene şirin göstermeye yetmeyecektir. Oysa planın muhtemel başarısı da her şeyden önce plancıların hazırladıkları esaslara bağlı kalmak, planı yürütecek olan gelir kaynakları üzerinde tehlikeli değişikliklere başvurmamak suretiyle gerçekleşebilecektir.
Şunu da unutmayalım ki, içine girmeye çalıştığımız planlı kalkınma hareketi titiz bir dikkatle uygulansa bile, bunun yüzde yüz başarı ile yürüyeceğine dair elimizde herhangi bir teminat yoktur. Bin türlü faktöre dayanan, bunlardan bir tanesi unutulduğu veya aksadığı takdirde başımıza büyük güçlükler çıkarmasını bekleyeceğimiz bir sistemi, politik kaygılarla daha başlangıçta kendimiz zedelersek, yarın elbette sadece hayal kırıklığına uğrarız.

23.9.1962

HASTALIK VE BELİRTİLERİ

Bir memlekette ekonomik denge bozulursa bunun belirtilerini fasulye çuvalları üzerine iliştirilen etiketlere bakarak izlemeliyiz. Ekonomik çöküntünün en şaşmaz göstergelerini toplum hayatının çeşitli alanlarıyla ilgili istatistik rakamlarında aramak gerekir. Bir yerde hırsızlık, cinayet, soygunculuk vakaları artıyor mu? Kadınlara, kızlara karşı işlenen saldırı suçları tehlikeli bir hal mi almıştır? Kötü yola sapan kadın ve kızların sayısında yükselme mi vardır? Verem gibi kaynağını sefaletten alan hastalıklar çoğalmakta mıdır? Aile geçimsizlikleri, boşanmalar, intiharlar eskiye kıyasla daha mı fazladır. İstatistik rakamları, bu soruların çoğunu doğruluyorsa artık bu olayları grup grup ele alıp her birine tıp, hukuk, polis, ya da jandarma tedbirleriyle çareler aramak manasız bir şey olur.
Sayın İçişleri Bakanı Doğudaki eşkıyaları bastırmak için oralara vagonlar dolusu kuvvet gönderebilir, Sayın Sağlık Bakanı belli sosyal hastalıklara karşı amansız bir savaş açabilir. Sayın Adalet Bakanı ırz düşmanları hakkında Meclisten idam kanunları çıkartabilir. Bu tedbirlerden az çok fayda da beklenebilir, fakat yurdun ekonomik dengesini düzeltmek uğruna gerekli reform hareketlerine başvurulmazsa öteki bütün tedbirler yarım kalmaya mahkûmdur.
İkinci Dünya Savaşından sonra Almanya'da, Fransa'da, İtalya'da ve daha birçok tahribe uğramış memleketlerde görülen sosyal aksaklıklar ancak savaşın bozulduğu ekonomik denge yeniden kurulmakla düzeltilebilmiştir.
Biz gerçi İkinci Dünya Savaşının dışında kaldıksa da bizim ekonomik davamız harp sonrası Batı Avrupa milletlerinin karşılaştığı ve çözdüğü ekonomik problemlerden çok daha çetin, çok daha köklüdür. Az gelişmiş bir millet olarak biz öteden beri düşük bir hayat düzeyinde yaşamaktayız. Nüfus artışının baskısı ile bu düşük standart yıldan yıla daha da düşmektedir. Dün bir ekmekle iki vatandaş karnını doyurabiliyor idi ise bugün aynı ekmeği üç vatandaş bölüşmektedir. Yarın dört vatandaş bu ekmekle (kifaf-ı nefs) etmek zorunda kalacaktır. Üretim gücümüzü kısa zamanda ve hızla yükseltemediğimiz takdirde, ıstırap içinde kıvranan büyük halk kitlesi artık dayanamaz hale gelecek ve toplum bünyesinde büyük patlamalar olacaktır.
Bugün yürürlükte bulunan toprak rejimi, tarım, endüstri, ticaret ve vergi sistemleriyle üretim gücümüzü kısa zamanda arttırmanın imkânsızlığı meydandadır. Millî gelirin dağılışındaki adaletsizliği yıllık istatistik rakamları gözümüze sokarcasına ortaya koymaktadır. Bu gidişle, bir gün mukadder görünen büyük patlamaları önlemek için, henüz vakit varken, topraktan başlayarak bir an önce esaslı reform hareketlerine başvurmamız şarttır. Toplum bünyesini zedelemeden, devrim sayılacak sert ve kesin değişikliklere girişmeden bu işi başarmak mümkündür.
Bunu kim yapacak? Elbette Büyük Millet Meclisi ve elbette orada millet adına görev yüklenen sayın milletvekillerimiz değil mi? Ama gelin görün ki bu saygıdeğer adamlar ve onların meydana getirdiği siyasal partiler gerçek memleket davalarını arka plana atmışlar, Tanrının günü boğaz boğaza kavga etmektedirler. Biz Atatürk devrimlerini çağımız şartlarına göre ilerletmenin yolunu bulalım diye çırpınırken bir kısım milletvekilleri ve senatörler Atatürk devrimlerinin kökünü kazıyıp milleti gericiliğin karanlık kucağında yeniden uyuşturmanın tertiplerini araştırmaktadırlar.
Akılları sıra bunlar ekonomik denge bozukluğunu böylece bir Tanrı buyruğu gibi halka yutturabileceklerini umuyorlar. Oysa aldanıyorlar. Tuttukları yolun çıkar yol olmadığını tabiat kanunları onlara bir gün mutlaka ispat edecektir. Millete çok pahalıya mal olabileek durumlara düşmeden, henüz iş işten geçmediği bir sırada, bu saygıdeğer adamları uyarmaya çalışanlar, ne yazık ki, onlardan sadece küfürle karışık homurtulu cevaplar almaktadırlar.
4.10.1962

BİTMEMİŞ SENFONİ

Bir devrim sonrası şartları içinde kurulan bir iktidar, o devrimin nedenlerini dikkate almaksızın, sanki işler eski düzen üzere pekâlâ yürütülebilirmiş gibi bir yol tutarsa, toplum bünyesi bu halden rahatsızlık duyar. Daha açık bir deyimle, devrimin yıktığı zihniyete toplum bünyesinde yeniden serpilip gelişme imkânları sağlanırsa o devrim yarım kalmış, hedefine varamamış sayılır. Bu takdirde devrimden yana kuvvetlerle devrime karşı kuvvetler arasında bir gün feci bir şekilde patlak vermesi mukadder bir çatışma, yarı gizli yarı açık br şekilde sürüp gider.
Önceki akşam Ankara'da geçen üzücü olaylar, 15 Ekim seçimlerinden bu yana belirtilerine sık sık rastladığımız sosyal rahatsızlığın gittikçe ağırlaştığını en görmek gözlere bile sokacak kadar önemlidir. Bu olayları doğuran nedenler ortadan kaldırılmadığı takdirde yarın şu ya da bu yöne doğru gelişebilecek çok daha tehlikeli olaylarla karşılaşacağımızdan hiç şüphe edilmemelidir.
27 Mayısı geride bıraktığımız son iki buçuk yıl boyunca biz burada bir noktaya ısrarla dokunduğumuzu hatırlıyoruz: Bu devrim, birtakım insanları değil, bir zihniyeti yıkmak amacı ile göze alınmış ve başarılmıştı. Bu itibarla, hürriyet ve demokrasi parolası altında düşük yönetim temsilcilerine yurdumuzda söz hakkı tanımak onlara Anayasanın mahkûm ettiği bir devri açıkça ve hasretle anma imkânını sağlamak, hürriyeti ve demokrasiyi bir yana bırakınız, ilk önce devrim psikolojisini anlamamak ve sosyoloji kanunlarını hiçe saymak demek olurdu. Böyle bir davranış, eskilerin deyimi ile düpedüz (tablet-ı eşya)ya aykırı idi.
1923'te saltanatı, 1924'te halifeliği yıkan Türk devrimcilerinin, aradan bir iki yıl geçer geçmez padişahlık ve halifelik temsilcilerine yurdumuzda söz hakkı tanıdıklarını farz ediniz. 27 Mayıstan sonra yavaş yavaş gelişen politik durum, nihayet bugün bizi işte böyle acayip bir ortama sürüklemiş gibidir. İkinci Dünya Savaşı sona erdiği gün Fransa'da Petain'in, İtalya'da Mussolini'nin, Almanya'da Hitler'in yüz binlerce, milyonlarca taraflısı vardı. Her üç memleket de anayasalarını değiştirerek devrimiz şartlarına uygun tamamıyla hür ve demokratik rejimler kurdular. Fakat ne yaptılar? ''Yurdumuza hürriyet getirdik'' gerekçesine dayanarak yıkılan zihniyetlerin temsilcilerine yeniden palazlanıp teşkilatlanma hakkı tanıdılar mı? Böyle yapsalar, o memleketlerde İkinci Dünya Savaşından sonra gördüğümüz huzur, refah ve ilerleme ortamı gerçekleşebilir mi idi? Ve böyle yapmadıkları için bu memleketin hürriyet düşmanı olduğunu iddia eden bir kişi çıktı mı?
Ne yazık ki, başta Sayın İnönü, bizim soyut demokrasi kahramanları milletçe onaylanan yürürlükteki anayasamızın mahkûm ettiği bir devre karşı özlem duyulmasını, bu özlemin halk önünde açıkça ifade edilmesini, hatta o devri geri getirmek amacı ile teşkilât kurulmasını hoş görürler.
Bir devrimden sonra bir karşı devrim tehlikesini inkâr edecek değiliz. Bu da eşyanın tabiatından doğma, fizik diyebileceğimiz bir tepkidir. Fakat devrimi temsil eden, devrimden aldıkları güçle işbaşına gelen bilinçli iktidarların başlıca görevi, karşı devrim dediğimiz yenilmiş kuvvetleri sindirmek, onları gayrimeşruluğun karanlık duvarları arasında zararlı zihniyetleriyle ve kötü özlemleriyle başbaşa bırakmaktır.
İşbaşındaki sorumlular bu esas görevlerini kavramakta daha fazla gecikirlerse memlekete yazık olacaktır.

12.10.1962

ROMANTİK BİR ÇAĞRI

Dünkü gazetelerde okuduğumuz C.H.P. bildirisi şüphesiz bütün iyi niyetli yurttaşların duygularını yansıtacak değerdedir. Fakat çağımız gerçeklerinden ziyade romantik kaynaklara dayanır bir edası var bu bildirinin.
- Atatürk ilkelerine sarılalım. Zira yurdumuzu istikrara, huzura, refaha kavuşturacak tek tılsım budur. siyasal partiler bu temel üzerinde birleşsinler. Böylece, mes'ut Türkiye'nin mimarları olmak şerefini paylaşalım!
Bir dilek, bir özlem olarak kulağa ne hoş geliyor bu sözler! Çok partili hayata geçtiğimiz on yedi yıldır sizi bu düşüncenin karşıtını açıkça savunan bir kimseye rastladınız mı aramızda? Çünkü topraklarımızda yaşayan sağduyulu insanlar ve onların yanısıra devrim Türkiyesinin yetiştirdiği zinde kuşaklar Atatürkçülüğe gerçekten bağlıdırlar. Bu böyle bilindiği için, gizli ya da açık niyeti ne olursa olsun, her politikacı daha söze başlarken Atatürk'ün adına sığınmayı âdet edinmiştir. Biliyoruz, C.H.P. Atatürkçü. Sanki D.P. Atatürkçü değil mi idi? Devrim ilkelerinin birer kurbanlık koyun gibi boğazlanmasını gülümseyerek karşıdan seyrederken D.P.'li oy avcıları üstelik C.H.P.'yi Atatürke hiyanet etmiş olmakla suçlamaz mı idi?
- Paralardan, pullardan resmini kaldırdınız. Yıllar geçti, rahmetliye bir mezar bile yaptırmadınız!
Diye haykıranlar hep bu devrim ilkelerini yobazlara peşkeş çeken profesyonel politikacılar değil mi idi? Bugün ortalığa bir göz atınız; Sağcılar Atatürkçü, Solcular Atatürkçü, A.P.'liler Atatürkçü, Y.T.P.'liler, C.K.M.P.'liler, M.P.'liler Atatürkçü, herkes Atatürkçü. ben eminim ki Atatürk'ün sağlığında, devrim ilkeleri demir gibi ayakta durur ve genç kuşakları eğitirken yurdumuzda bu denli Atatürkçü bulmak güçtü. O zamanlar hiç değilse eskiden Atatürk'le şu ya da bu konuda fikir ayrılığına düştüğü için bir kenara çekilmiş beş on kişi vardı. Bugünkü uydurma Atatürkçülerin yanında bir kısmı hâlâ hayatta bulunan bu sayın kişilerin gerçek birer Atatürkçü olduklarına dair ben kalıbımı basarım.
Demek istediğim şu ki, öyle romantik bildiriler yayınlamak, partileri devrim ilkeleri yanında birleşmeye çağırmakla yurdumuzun hep özlediğiniz huzura kavuşturulmasına pek imkân yoktur. Devrimler çağrı ile değil eylemle yaşar ve sürekli uygulamayla, sürekli eğitimle gelişir, serpilir, gürbüzleşir.
C.H.P. bildirisinde önerilen düşünceyi bu gazete onyedi yıldır savunmakta, yurdumuzda ileri bir hürriyet düzeninin ancak Atatürk ilkeleri ayakta tutulmak şartı ile gerçekleşebileceğini yazıp durmaktır. Ama nihayet bu bir gazetedir, bir iktidar değildir. Yazmaktan ve ilgilileri uyarmaya çalışmaktan gayri elinden bir şey gelmez.
Devrim ilkeleri kayıtsız şartsız yürütülmek zorundadır. Ancak bu yapılabildiği takdirdedir ki yurt sorunlarını halk çıkarı açısından ele almak ve onları akıl yoluyla çözmeye elverişli bir ortam yaratmak mümkün olabilecektir. Böyle bir ortama kavuşulduğu zaman işçi ne istiyor, çiftçi ne istiyor, rahatça konuşulabilir, devletçiliğin ve özel sektörün sınırları üzerinde verimli tartışma kapıları açılabilir. Siyasal partilerimiz de, batıda olduğu gibi, akla dayanan birer politikanın temsilcisi haline yükselebilirler.
Şimdiki yolun sonu hayal kırıklığıdır. Bildirilerle ve romantik çağrılarla durum bir süre idare edilse de, sonuç önlenemez.

18-10-1962

AF ÇIKTI, AF İSTERİZ!

Daha haftası olmadı ''Sevgili Paşamız, Sayın Başbakanımız'' diyerek C.H.P. liderinin dizleri dibinde birlik ve kardeşlik bildirileri yayımlayan kimi politikacılar, şimdiden eski taktiklerini ele aldılar. Yurdun huzura kavuşması için genel af lazımmış. Bu uğurda var güçleriyle çalışacaklarmış. Henüz Kayseri Cezaevinin kapıları aralanmadığı bir sırada bu konu üzerine çektikleri nutuklarla işte bir yandan çalışmaya koyuldular bile.
Şimdiye değin çok yazdık, bunun böyle olacağı belli idi. Geçen yıl ''ilk önce huzur, sonra af'' prensibini savunan Sayın İnönü arada karşı tarafa verdiği tavizle şimdiki ortalama yolu tutacak yerde Meclise toptan bir af tasarısı getirebilse idi, durum yine başka türlü gelişmeyecekti. Bugün parlamentomuzda söz sahibi olan bir kısım politikacıları dinliyoruz. Bunların gerçek isteği düşük devri ihyâ etmek ve 27 Mayıstan öç almak olduğunu içimizde anlamayan kaldı mı? Kademeli ya da genel olsun, hiçbir af kanununun bunları doyurmayacağını hep biliyoruz. Öyle olduğu halde başta Sayın İnönü, kendilerini bir ''rejimi kurtarma'' kompleksine kaptıran kimi sorumlular, hiçbir meselemizi çözemeyecek olan belki son derece ince fakat o nispette yararsız birtakım politika ustalıklarıyla vakit kazanma çabası içinde görünüyorlar.
Bu taktiği karşı taraf da çok iyi biliyor ve en az ikdtidar sorumluları kadar onu ustaca kullanıyor. Ufukta bir tehlike işareti belirdi mi hepsi İsmet Paşanın eteğinde, varsa İnönü, yoksa İnönü. Memleketi demokrasiya kavuşturan da o, demokrasiyi memlekette yaşatan da o. Paşa, rejimin en büyük teminatıdır. Af mı? Paşa nasıl uygun görürse öyle çıksın. İsterse hiç çıkmasın, şimdilik geri bırakılsın. Rejim uğruna bütün partilerin (beşi birlik) ve bütün bağımsızlıkların katlanmayacağı fedakârlık yoktur. Ama ortalık biraz yatışmaya görsün, İnönü'yü desteklemek üzere havaya kalkan parmakların daha gölgesi silinmeden, bakıyorsunuz aynı adamlar ağız değiştirmişler, sanki hiçbir şey olmamış gibi yine eski türküyü okuyorlar.
Kim olursa olsun, biz vatandaşların cezaevinde çile doldurmasını zevkle seyredecek insanlardan değiliz. Demir parmaklıklı kapıların ardında tek bir tutuklu kalmadığını öğrenmek bizi ancak sevindirir. Yurdu huzura kavuşturacağına binde bir ihtimal versek, geçmişi unutarak bu uğurda bir kampanya açmayı ve sonuna kadar savaşmayı görev bilirdik.
Ne var ki bir yıldır politika hayatımızın zembereği haline getirilen bu af tartışmalarıyla hiçbir memleket derdine çare bulunamayacağına inanıyoruz. Ne ekonomik kalkınmamızın, ne demokratik düzenin, ne de yurt huzurunun af konusu ile bir ilişiği vardır. Tersine, bu konu üzerinde duruldukça davalarımızın çözümü uzamakta, bizim için paha biçilmez değer taşıması gereken günler birbiri ardına kaybolup gitmektedir.
Kendi kendimizi aldatmayalım: Ne için yapılmış olursa olsun, şu 27 Mayıs devrimi herhalde statükocuların zaferi uğruna göze alınmıştır. Politikacılarımızın bu noktaya dikkatle eğilmeleri gerekir. Hem de hiç vakit geçirmeksizin, bir an önce derhal.

25.11.1962

PLAN VE POLİTİKA ÜSTÜNE

Planlı devlet yönetimi yeni bir kavramsa da devlet yönetimi deyimi ta ilk çağlara kadar dayanır. Eski Yunanca ve Lâtincede politika sözcüğü hem yönetim, hem de (devlet=kent) anlamına gelir. O zamanın devletleri site sınırını pek aşmadığı için polis sözcüğü her iki kavramı birden anlatmaya yetiyordu ve o zamanki kentlerin, bugün hayranlıkla kalıntılarını seyrettiğimiz, kendilerine özgü bir planları vardı. Demek oluyor ki şehir kuruluşu ve belki de şehir hayatı ölçüleri içinde plan fikri büyük medeniyetlere yabancı değildi. Osmanlıcada medeniyet (uygarlık) ve medine (şehir-kent) sözcükleri de aynı kökten gelmez mi?
Bu kısa girişten maksadım, planlı şehir yönetiminden habersiz yaşayan ülkelerde planlı devlet yönetimine sıçramanın pek güç olacağını ilgililere duyurmaktır. Ortaçağ karanlığında kilise yobazlarının baskısı ile bin yıllık bir uykuya dalan Avrupa, Renaissance'la beraber hayata gözlerini açtığı zaman ilk iş olarak şehir-kent kuruluşunu akıl yolu ile düzenlemeye koyulmuştur. güçlü krallar ve prensler bilginlere, sanatçılara imkân sağlamışlar, büyüklü küçüklü merkezlerin serpilip gelişmesine yol açmışlardır. Paris'te Louvre sarayının orta kapısından Champe-Elysees'ye doğru baktığınız zaman önünüzde Carrousel takını, daha ötede concorde dikilitaşını, Marly atlarını, Etoile zafer takını düz bir çizgi üzerine dizilmişçesine birbiri ardı sıra görürsünüz. Bu eserler sanki bir kafadan çıkmış, tek bir plana uyularak bir hizaya oturtulmuş gibidir. Oysa yalnız Louvre sarayının tamamlanması XIII. Louis'ye kadar birkaç kuşak sürmüştür. Carrousel meydanını XIV. Louis, Concorde meydanını XV. Louis, Etolle anıtını I. Napoleon yaptırmıştır. Bu anıtın etrafındaki büyük caddeler III. Napoleon zamanında ünlü şehirci Haussman tarafından 1860 yıllarında açılmıştır. Görülüyor ki, Paris'in bir parçasını bugünkü güzel ve ahenkli haline getirmek için aşağı yukarı dörtyüz yıl boyunca bilginin ve sanatın egemenliği altında sürekli gayretler harcanmış, devlet yönetimi çok kez müstakbel hükümdarlar elinde bulunduğu halde keyfî davranışlardan kaçınılmıştır. Durum, hemen bütün Avrupa kentlerinde aynıdır.
İkinci Dünya Savaşından sonra Alman şehirleri yarı yarıya, kimi yerde daha fazla yıkılmıştı. Bunlardan Münch'e ilk gidişimde dehşet içinde kalmıştım.
- Burasını ne zaman, nasıl onaracaklar?
diye düşünüyordum. Münich'e ikinci uğrayışımda harabeler ortasında bir sergi gördüm. Şehrin ileride alacağı biçimi ana çizgileri ile belirten bir plandı bu. Henüz işgal altındaki bölgede, türlü imkânsızlıklara rağmen Almanlar paçaları sıvamışlar, iğne ile kuyu kazarcasına çalışıyorlardı.
Bugün savaş yıkıntılarının yüzde sekseni onarılmıştır. Tarihsel özelliği olduğu gibi korunmakla beraber Münich eskisine kıyasla daha elverişli, daha konforlu, daha modern bir kent olmuştur. Nüfusu yılda ortalama otuz bin kadar artan şehirde henüz ev sıkıntısı çekiliyor, fakat bir tek gecekondu yok. Susuz, elektriksiz, hele kanalizasyonsuz bir yerde insanların barınabileceği düşüncesini Alman kafası almıyor. Fazla nüfusa eski kışlalarda, hatta eski cezaevlerinde yer gösteriyorlar. Pek sıkışırlarsa uygun yerlere belediye geçici barakalar konduruyor. Fakat fertlerin kendi başlarına gecekondu yapmalarına katiyen göz yumulmuyor. Yıllık nüfus artışı göz önüne alınarak Münich dolaylarında yüz bin nüfuslu dokuz ekleme şehir (Almanlar bunlara Satelit şehir diyorlar) projesi yapılmış ve nâzım planda yerini almıştır. Bu şehirlerden ilkinin bitmek üzere olduğunu gördüm. Münich'in karakterini bozmamak ve ileride bir taş yığını haline gelmesini önlemek amacıyla bilim ve sanat elele vermiş ve son derece çekici bir plan hazırlamıştır. Yüzer bin nüfuslu Satelit şehirler geniş yollarla merkeze bağlanacak bu şehirler arasında, çoğu bizim Gülhane parkının birkaç misli büyüklüğünde parklar, yeşil sahalar, spor ve eğlence yerleri bulunacaktır. Satelit şehirlerin kuruluş temposu Münich'deki nüfusun artış temposuna göre ayarlandığı için Bavyera başkenti, bu plan sayesinde, aşağı yukarı yüz yıl süre ile rahata kavuşmuş demektir.
Evet, polis, politika, kent, devlet, yönetim, medine, medeniyet, bütün bu sözcükler arasında yakın bir akrabalık bulunduğunu biliyoruz. Bilmediğimiz, çağdaş uygarlık düzeyine ulaşmaya gayret ederken (planlı devlet yönetimi) davasını (planlı kent yönetimi) davasından hiçbir şekilde ayıramayacağımız gerçeğidir.
- Türkiye planla kalkınacak ya, varsın Bursa, İstanbul, Ankara gibi kentler şimdilik kendi hallerine kalsın!
diyemeyiz. Davayı bu açıdan ele almak olaylara ters yönden bakmak, davranışımızı birtakım akıl dışı ilkelere uydurmaya kalkmak anlamına gelir. Türkiye'yi planla kalkındırmak istiyorsak, daha önce hiç değilse aynı zamanda, Türk kentlerini de planla geliştirmek zorunda olduğumuzu unutmayalım. Şehirlerimiz ve kasabalarımız Ortaçağda horul horul uyuyup dururken, biz devlet olarak sanki onların toplamından başka bir şeymişiz gibi, hangi planı uygular, nasıl kendimize gelebiliriz?

4.12.1962

BENZEMEK DEĞİL, ANLAMAK

Türk Devrim Ocaklarının Çatalca'da düzenlediği açılış toplantısında bir konuşma yapan şair Behçet Kemal Çağlar, hepimizi üzen bugünkü fikirsiz, ülküsüz, karman çorman halimizden söz ederken:
- Biz demiş, Atatürk ayarında bir lider bulamamanın sıkıntısını çekiyoruz!
Arkadaşımız konuşmasında gerçekten bu anlama gelebilecek bir cümle kullandı mı? Doğrusu ben inanmakta duraksıyorum. Başımız her dara gelişte Atatürk ölçüsünde bir lider bulamayacağımızı buna ihtiyacımız da olmadığını Sayın Çağlar en az benim kadar bilir kanısındayım. Bununla beraber, şairin sözleri kimi gazetelere yanlış geçmiş olsa da, yurdumuz davalarına eğri açılardan bakan aydınlarımız aramızda hiç de azımsanamaz bir çoğunluk teşkil ediyor. Eğri açılardan ele alındığı zaman da, çözülmek şöyle dursun, davalarımızın gittikçe umut kırıcı bir hal aldığını işte görüp duruyoruz.
Her başımız sıkıştıkça Atatürk ayarında birini bulabilse idik Atatürk'ün değeri kalır mı idi? Çağımızı, hatta kendi tarihimizi bir yana bırakalım, Avrupa milletleri tarihinde Atatürk'le yan yana konabilecek kaç büyük adam bulabiliriz? Böylesine bir yaratıcı önder yetiştiren, ya da bir talih eseri olarak ona kavuşan milletlerin birinci görevi, adam öldükten sonra, onun yaptıklarına dört elle sarılmak, başlananı tamamlamaya çalışmak değil midir? Toplumu yeni bir hayat düzenine doğru iten her cesaretli devrim hamlesinden sonra karşılaşılması mukadder karşıt gericilik hareketlerine karşı devrimci kadrolar tedbirli davranmazsa ''Atatürk ayarında yeni bir lider'' aramakla hangi davamızı çözebileceğizdir?
Evet, elimizde fener, Atatürk'ün gölgesini bile bulmaya kalkışmak artık bir hayaldir. Fakat Atatürk'ü anlamak, onun eserini yaşatmak ve geliştirmek mümkündür. Hatta yalnız mümkün değil, onun kurduğu Cumhuriyet Türkiye'sinde ondan sonra iktidara geçen sorumlular için bir ödevdir. Ne yazık ki bütün kişiliklerini Atatürk'e borçlu olan devlet yöneticileri bu ödevin bile önemini kavrayamamışlardır.
Behçet Kemal'in Çatalca'da kullandığı cümleyi tersine çevirirsek bugünkü hazin durumumuzun nedenlerini belki daha iyi kavrayabiliriz. Biz, 1960 yılına kadar iktidar koltuğuna yükselen başlıca liderlerin kendilerini birer Atatürkçü sanmış olmalarının cezasını çekiyoruz.
''Demokrasiyi bu memlekete biz getirdik'' iddiası da, ''her mahallede yedi milyoner yetiştirdik'' övgüsü de hep bu Atatürk kompleksinin inkâr edilemez çocukça belirtilerden ibarettir. Adamlar Atatürk'ü kavramamışlar, onun çizdiği yoldan saparlarsa ayakları altında toprağın kayacağını sezememişler, üstelik buyurma yeteneğini ele geçirir geçirmez kendilerini Atatürk'e eşit büyüklükte görmeye başlamışlardır. Dalkavukluğu ve en yukarıdakilere hoş görünmeyi meslek edinen politikacı aydınlar da bugünkü acıklı durumun meydana gelmesinde büyük rol oynamışlardır.
Atatürk ayarında yeni bir lider aramak sevdasından vazgeçelim. İçine yuvarlandığımız şu bataklıktan kurtulmak istiyorsak, Atatürk'ün bize vaktiyle gösterdiği ışıklı yolu elbirliği ile tekrar bulmaya çalışalım.

9.12.1962

ÇIKMAZ SOKAK

İçinde bulunduğumuz şartlar değişmediği takdirde gelecek seçimleri C.H.P.'nin kazanma ihtimali yok denecek kadar azdır. Bütün tarafsız gözleyiciler bu hususta fikir birliği halindedirler. Şartların Halk Partisi lehine değişmesi ise ancak ve ancak ekonomik durumun önümüzdeki iki üç yıl içinde hissedilir derecede düzelmesi ile mümkün olabilecektir. Bu da yürürülkteki plânın başarılı sonuçlar vermesine, hiç değilse durumun gittikçe düzeleceğine dair halkta bir umut belirmesine bağlıdır.
Şimdiki halde bütün bunlar bir hayali andırıyor. Nasrettin Hoca'nın meşhur hikâyesi: Kapımızın önüne çalı çırpı dikeceğiz. Koyunlar geçerken yünleri takılacak, biz toplayıp eğireceğiz, yumak haline getirdikten sonra iplikleri satacak ve borcumuzu ödeyeceğiz....
Planı hazırlamakla görevli başlıca uzmanlar, iç finansman konusunda sonradan politik nedenlere dayanılarak yapılan değişiklikleri bilim verlerine uygun bulmadıkları için umutlarını kesmişler ve görevlerinden çekilmişlerdir. Yabancı danışman Hollandalı ekonomi profesörü Tinbergen'in de bunlara hak verdiği ve sessiz, sedasız uzaklaştığı söyleniyor. Türkiye'ye Yardım Kulübü üyeleri, beş yıllık plânını ilk kesimi için gerekli 280 milyon dolar hakkında bir karara varmak üzere şu birkaç gün içinde toplanacaklar. İstediğimiz dış yardımı ''şimdilik veriyoruz, gelecek yıl tekrar görüşürüz'' kaydı ile onaylamaları beklenebilir. Fakat, bildiriş şeklinden de anlaşılacağı gibi bu daha ziyade politik bir karar olacaktır. Bize sorarsanız, planı iyi uygulayamazsak bile, Batılı dostlarımızın Türkiye'yi yüzüstü kendi haline bırakmaları biraz güçtür. Gelecek yıl da, üç aşağı beş yukarı bir şeyler verebilirler.
Ama bütün bunlar kalkınma ve istikrar davamızı çözmeye elbette yaramayacaktır. Türkiye'nin kurtuluşu Atatürkçü, halkçı ve Batılı bir yönetimin bu topraklar üzerinde yerleşmesine ve vatandaşın güvenini kazanarak uzunca bir süre gönül rahatlığı ile çalışabilmesine bağlıdır. 27 Mayıs'tan sonra o kadar umut bağladığımız CHP ne yazık ki bu güne dek dişe dokunur bir başarıya ulaşamamış, hatta eskisine kıyasla daha da zayıflamıştır. Partinin genel başkanı bir ülkünün, bir doktrinin savunucusu olarak ortaya atılıp belli ilkeler etrafında halk oyunu birleştirmekten ziyade ''ya o, ya ben'' diyerek küçük ve kişisel politika oyunlarıyla mânevi otoritesini kendi eliyle törpülemiş, CHP'nin de öteki partiler gibi bir çıkarcılar topluluğu halinde soysuzlaşmasına kapı hazırlamıştır.
Açık rejim dediğimiz bugünkü Türkiye'yi eski tek parti devrinden ayırt eden vasfın ne olduğunu, şöyle bir araştırırsak ne görebiliriz. o zaman Millî Şefin etrafında zorla kenetlenmiş, yukarıdan gelen buyruklara körü körüne uyan, yukarıya kavuk sallamakla görevli yekpâre bir siyasal kitle vardı. Bugün ise her kafadan bir ses çıkıyor ve güya memlekette beş parti var. Aslına bakarsanız bugünkü durum, o tek partinin hiziplere bölünmüş olmasından ibarettir. Hizipler arasındaki çatışma da her şeyden önce özel çıkarlara, özel ihtiraslara dayanır görünmektedir. Politika arenamızda büyük köylü kitlesinin sesini bile duyamazsınız. Çalışanları, alnının teri ile hayatını kazananları orada temsil eden bir parti yoktur. Eski devirde bunların kaderi şefin vasiliğine bırakılmıştı. Bugün artık şeflik tarihe karıştı, diyoruz. Diyoruz ama, siyasî ortamda söz sahibi olan parti ve hizip liderleri şimdi halka değil, halkın vasileri bilinen birtakım şeyhlere, ağalara ve benzerlerine şirin görünmek zorunda kalıyorlar. Biz de bunu açık rejim ve demokrasi sanıyoruz. Bu çıkmazdan bakalım nasıl kurtulacağız?

21.12.1962

YANLIŞ YOLA BAŞTAN SAPILDI

İncir çekirdeğini doldurmaz meselelerin büyük gürültülerle ortaya atıldığı CHP kurultayı bir hizip öbür hizbi yenmekle sona erdi. Genel başkan tuttuğu sürece, onun kanatları altına sığınaların bu çarpışmadan başarı ile çıkacakları zaten belli idi. Altı yüz kırk imzalı af önergesine rağmen bin altı yüz delegeden bin şu kadarının yine Paşaya oy vermesi bizde siyasî inançlar barometresinin ne güvenilmez, ne oynak bir şey olduğunu bir daha gözler önüne sürüyor. Paşa kazanınca elbette Paşanın tuttuğu ekip de kazanacaktı. Nitekim öyle oldu. Bununla beraber yorgan gitmekle kavganın bittiğini sanmamalıdır. Çünkü yorgan geçici bir süre için gitmiştir ve onu karşı tarafa kaptıranlar şimdiden revanç maçının hazırlıklarına koyulmuşlaradır. Gelecek çarpışmanın heyecanı içinde çırpınanlar bugün mü olur, yarın mı olur, karşılarında kimleri bulacaklarını da pek bilememektedirler. Bakarsınız, Sayın Genel Başkanın tuttuğu ekip de hiç beklenmedik bir anda ikiye bölünüverir; o zaman ortaya yepyeni kombinezonlar çıkar. Bunlar arasında nasıl bir tertip kurulacağını, Paşanın da hangi tarafı tutacağını şimdiden kestirmeye imkân yoktur. Genel olarak sayın İnönü belli fikir ve ilkelerden ziyade birtakım psikolojik faktörlere göre tutumunu ayarlamaktadır.
Bu yargıya varırken CHP Sayın Genel Başkanının, fikirsiz ve prensipsiz bir devlet adamı olduğunu söylemek istemiyoruz. Ana davalar konusuna yarım saatlik bir zaman ayıramamış ve üç gün üç gece kişisel kavgalar arasında geçmiş olmasına rağmen, son kurultay konuşmaları bize CHP'nin ''fikriyat''ı hakkında az çok bir fikir verdi. Bunu şöylece özetleyebiliriz:
1- CHP Atatürk ilkelerine bağlıdır.
2- Bu ilkeler demokratik rejim şartları içinde adım adım gerçekleştirilecektir.
Evet, gerek kongrede kürsüye çıkan, gerek gazetelerde millete seslenen yetkililerin sözlerinden anladığımıza göre CHP'ye bugün hâkim olan ana fikir budur. Yalnız ne var ki, ilk bakışta Atatürk'ün büyük eserine bir bağlılık anlamı taşır görünen bu fikir, aslında o esere yan çizildiğini belirten bir deviyasyonun ifadesidir. CHP sözcüleri, yalnız kendi partilerinin değil, rejimimizin de kurucusu olan Büyük Atatürk'ü iyi anlamış ve benimsemiş olsalardı bugün değil daha 1946'da şu ana fikre yürekten sarılırlardı. Atatürk ilkelerine bağlıyız. O ilkeleri dimdik ayakta tutmak suretiyle demokrasiyi yurdumuzda gerçekleştireceğiz.
Ne yazık ki bunu yapamadılar. 1946'da yapamadılar, 1950'de, 1960'da, 1961'de bile yapamadılar. Hâlâ yapamıyorlar. Bir medeniyet düzeninden bir başka medeniyet düzenine geçme çabası içinde çırpınan yurdumuzun büyük davasını da bu yüzden gittikçe güçleştiriyorlar. Ekonomik ve kültürel gerilik şartlarından henüz kurtulamamış, akıl dışı inançların hâlâ ağır bastığı bir ortamda devrim ilkelerine her gün tekme atılmasını hoş karşılıyor, bunu bir demokrasi gereği sayıyorlar. Devrimleri koruyucu kanunlar yürürlükte olduğu halde, kalabalığa şirin görünmek amacı ile onları uygulamaktan sakınıyorlar. Ve bu taktiği kullanarak yarıştıkları gerici partileri bir gün yeneceklerini umuyorlar. 1946'da, 1950'de, 1957'de, nihayet 1961'de geçirdikleri acı tecrübelerden hâlâ ders alamadılar. Bu gidişle alacağa da hiç benzemiyorlar. Acaba CHP sayın yöneticilerine nasıl anlatmalı ki bu memlekette demokrasiyi yerleştirmenin baş şartı, ilkin devrim ilkelerini uygulamaktır. Siz, yapmanız gerekenin tam tersini yapıyorsunuz. Partinize de, paşanıza da, memlekete de yazık ediyorsunuz.

30.12.1962

VER BAKALIM

Rahmetli Reşide Bayar, kendisini tanıyanlar üzerinde derin saygı duyguları uyandıran ağırbaşlı, olgun, alçakgönüllü, iyi kalpli bir Türk kadını idi. Ailesine ve milletine olan bağlılığı, ölümden gayri iç bir gücün koparamayacağı derecede sağlamdı. Eski deyimi ile hanımefendiliğin bütün üstün vasıflarını Reşide Bayar'ın kişiliğinde bulmak mümkündü. Ani ölümü, yakınlarını, sevenlerini, hatta yakınlarının dostlarını elbette üzecekti. Bir insan olarak bu üzüntü önünde saygı ile eğilmek görevimizdir.
Ancak, rahmetli Reşide Bayar için tertiplenen cenaze töreninin saygı değer bir Türk kadınına duyulmasını olağan bulacağımız ilgi sınırlarını aştığını ve ihtilâl yolu ile tasfiye edilmiş bir devre özlem duyanların politik bir gösterisi haline getirilmek istendiğini görmemezlik edemeyiz. Zira, rahmetlinin özel kişiliği yanında bir de Celâl Bayar'ın eşi olmak gibi ayrıca bir kişiliği vardı ve cenaze törenine memleket ölçüsünde haşmetli bir manzara vermeye çalışanlar bu hazin olayı asıl bu yanından politik hesaplarla sömürmek amacını gütmüşlerdir. Celâl Bayar'ın bugünkü sıfatı 27 Mayıs İhtilâli tarafından devrilen eski iktidar baş sorumlularından biri olmasıdır. Bugün içinde yaşadığımız rejim, hukuken 27 Mayıs'ın meşruluğu üzerine kurulmuştur. Bu meşruluğu inkâr etmek yürürlükteki anasaya karşı gelmekle birdir. Milli Birlik Komitesi zamanında çıkarılan 38 sayılı kanun, 27 Mayıs'ı çürütecek her türlü söz, yazı ve davranışları yasak etmiştir. Bu itibarla eski devrin öcünü almak isteyen özlemciler, varlıklarını gösterebilmek için en masum vesileleri bile kaçırmamaya önem vermekte, hükûmet ise taviz üstüne taviz yoluna saparak mana ve ruh itibariyle 27 Mayıs'ın günden güne hırpalanmasına -istemeyerek de olsa yol açmaktadır.
Bunun son misallerinden biri rahmetli Reşide Bayar'ın cenaze töreninde, Başbakan İsmet İnönü'yü temsilen resmî sıfatlı bir devlet memurunun gidip aileye başsağlığı dilemesidir.
Biz insanlık münasebetleri ile rejim ve politika münasebetlerinin birbirinden ayırt edilmezliğine inanmış ilkel yaradılışlı kimselerden değiliz. Bir devlet ve politika adamı, kafası kafasına uymayan, ya da suç işleyip hüküm giymiş bir eski arkadaşının özel hayatında uğradığı felaketlerle ilglenmek, bu yüzden duygulanmak ve duygularını da ona belirtmekle ancak insanlığını, medeniliğini ispat etmiş olur. Vatandaş İsmet İnönü'nün vatandaş Celâl Bayar hakkında özel düşünceleri nelerdir? Bunları yakından bilecek durumda değiliz. Ne var ki yıllarca önce Celal Bayar yine böyle ağır bir felâkete uğrayarak sevgili oğlu Refii'yi kaybettiği zaman, o devrin Cumhurbaşkanı olan İsmet İnönü'nün eski arkadaşına herhangi bir şekilde ilgi gösterdiğini biz hatırlamıyoruz. Hem o sırada Celâl Bayar, meşruluğunu yitirmiş bir iktidarın başı değil, sadece bir eski başbakan bulunuyordu.

Diyelim ki arada geçen yıllar paşayı rikkate getirdi ve bu sefer kendini tutamadı. Bu takdirde yapacağı iş eşini, çocuklarından birini, ya da damadını (özel olarak) Nilüfer Gürsoy'a, hatta Kayseri'de Celâl Bayar'a göndermek ve Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı sıfatı ile değil de vatandaş İnönü sıfatı ile teessürlerini ilgililere bildirmekte. Resmî bir devlet memurunu böylesine özel bir işte görevlendirmekle Başbakan 27 Mayıs'a diş bileyen eski devir özlemcilerine yeni bir taviz daha vermiş, aynı zamanda 38 sayılı kanuna pek uygun sayamayacağımız bir davranışta bulunmuştur.

Zavallı Paşa, henüz şeklini bulamayan şu rejimi, arkası kesilmeyen tavizlerle sonunda bakalım ne hale sokacaksın?



***

27 MAYIS'TAN 12 MART 'A NADİR NADİ, YAZILARI, BÖLÜM 6



27 MAYIS'TAN 12 MART 'A  NADİR NADİ,  YAZILARI,  BÖLÜM 6


HAZİN BİR YIL DÖNÜMÜ

Demokrasi parolası altında kendimizi kandırıp daha ilk adımda demagoji bataklığına fırlatmasaydık, şimdi bugün milletçe köy enstitülerini yirmi ikinci kuruluş yıldönümünü kutlayacaktık. Eğitim dâvamız çoktan çözülmüş olacaktı. Başlangıçta, bu işin on yılda tamamlanacağı hesaplanmıştı. Aradan iki defa on yıl geçtiğine göre enstitüler kapatılmasa idi, şimdi Türkiye'de okur yazar olmıyanları parmakla gösterecektik. Tarım metodlarımız yenilenecek, üretim gücümüz artacak, ormanlarımız kurtulacaktı. Uygarlık güneşi yurdu bir baştan bir başa aydınlatacak, köy-şehir ayrılığı büyük ölçüde azalacaktı. Mutlu Türkiye hayali iyiden iyiye gerçekleşme yoluna girecekti.
Köy enstitüleri fikri, öyle bir iki adamın kafasında rastgele yer eden bir buluş değildi. Dikkatle araştılırsa, bunun belki Kurtuluş Savaşı günlerine kadar uzanan bir tarihi olduğu görülür. Milletleri geri bırakan sebepler arasında bilgisizliğin payını azımsamıyan ülkücü aydınlarımız konu üzerine yıllar yılı eğilmişler, köylüyü kısa zamanda ışığa kavuşturacak bir öğretmen ordusunun yine kısa zamanda nasıl yetiştirilebileceği problemini çözmeğe çalışmışlardı. O arada bir takım deneyler yapılmış, köy enstitüleri müessesesi böylece adım adım geliştirilmek suretiyle kurulmuştur.
Her şeye rağmen müessesenin kusurlu yanları yok mu idi? Soruya ceffelkalem hayır diyebilmek için insan köy enstitülerine diş biliyen çirkin politikacılar kadar bağnaz (softa) yaradılışlı olmalıdır. Meselenin özü, bu metodla halkımızın kestirme yoldan aydınlığa kavuşup kavuşamayacağında idi. Ve bu noktada kimsenin şüphesi yoktu. Yerli yabancı herkes görüyordu ki, köy enstitülerini kurmakla Türkiye Cumhuriyeti eğitim davasının anahtarını nihayet bulmuştur. Memleketimize konuyu incelemeye gelen bir UNESCO heyeti, bizim buluşumuza hayran olmuş, geri kalmış ülkeleri kalkındırmak hususunda bundan örnek alınabileceğine dair Paris'teki merkeze rapor vermiştir. UNESCO Türkiye Millî Komisyonu Başkanı Sayın General Tevfik Sağlam, bu konu ile ilgili olarak her halde daha geniş bilgiye sahiptir.
Peki, yerli yabancı herkesin gördüğünü çirkin politikacı görmez mi? Elbette görür ve nitekim gördü. Görür görmez de gözleri faltaşı gibi açıldı. Köylü okur yazar olacak. Okur yazar olunca öğrenecek öğrenince aydınlanacak. Aydınlanınca da uyanacak, bu şartlar altında çirkin politikacının uykusu kaçmasın, olur mu?
Aksi gibi tam o sıralarda da çok partili hayata geçiliyor. Artık çıkarını yürütmek için sadece iktidar temsilcilerine bel bağlamak yetmez. İktidar halkın oyu ile kurulacağına göre, ilkin ona hoş görünmek lâzım. Hazır köylü henüz enstitülere ısınmamışken kıralım şu uğursuz okulların ayağını bir kere.
İşte, aydınlığa karşı savaş yurdumuzda böyle başladı. Parti ayrımı gözetmeksizin tüm çirkin politikacılar elele verdiler. Güzelim eseri dört bir yandan kuşatıp yaylım ateşine aldılar. Köy delikanlısının şımardığını, köy ahlâkının bozulduğunu, köye komünizmin sızdığını söylediler. Bu gidişle memleket batacak, dediler. Doğudan Batıya yurdu gürültüye boğdular.
Ne yazık ki bu gürültü arasında çirkin olmıyan politikacılar, aydınlar ve sağduyulu vatandaşlar pek seslerini duyuramadılar. Gericiler sınıfında öylesine birbirlik kurulmuştu ki, bunun dışında kalanlara kulak asan olmadı. Ve biz on yılda eğitim davamızı çözeceğimize matematik bir kesinlikle inanırken, aradan iki defa on yıl geçtiği halde, bugün ellerimiz böğrümüzde ne yapacağımızı düşünüyoruz. Yüz binlerce Türk çocuğu yobaz okullarında çürüyor. Milyonlarcası, öğretmensizlik yüzünden, istese de okuyamıyacak durumda.
İnsan düşünüyor da ''17 Nisan acaba bir rüya mı idi?'' diyesi geliyor.
22.4.1962

BU KAÇINCI?

On beş ekim seçimlerinden sonra kurulan karma hükümetin uzun ömürlü olabileceğine pek inanmamıştım. Hele bu hükümetin yapıcı bir çalışma yolu tutup olumlu işler çıkarabileceğini hiç aklım kesmiyordu. aksini düşünebilmek için 27 Mayıs'ı doğuran nedenlerin 27 Mayıs'ı kovalıyan zaman parçası içinde yok edilebildiğini kabul etmek gerekirdi. Önce referandum, arkasından da seçim kampanyaları bunun yapılamadığını gösterdiğine göre, karma hükümeti yaşatmak uğruna harcanan tüm gayretler, havanda su dövmeğe benzemekten öteyi gidemiyecek gibi idi.
Altı aydır karşılaştığımız bu kaçıncı krizdir, şu dakikada sayısını hatırlıyamıyacağım. İki kanat arasında şimdiye değin patlak veren aksamaları, çok şükür devlet kuşunu yere düşürmekten geçiştirebildik. Belki bu seferki krizi de kanatlar kopmadan atlatabiliriz.
Ama neye yarar? Milletin büyük bir sabırsızlıkla sayısız dertlerine derman aradığı bir ortamda biz her işimizi bir yana bırakır da bütün çabalarımızı sadece karma hükümeti yaşatmak kaygusu üzerine toplarsak yurt hesabına dişe dokunur olumlu bir iş çıkarabilir miyiz?
Tedbirler kanununa oy veren sayın milletvekilleri, bizde çok partili hayatı korumak amacını güttüklerini söylüyorlardı. Oysa, ikide bir koalisyonun kanatlarını koparmaya çalışanlar arasında da hep o sayın milletvekillerinden bir kısmını görüyoruz.
Bir karma hükümeti yaşatmanın güçlüklerini inkâra yer yok. Bu, her şeyden önce karşılıklı fedakârlıklar istiyen bir anlaşmaya dayanmak gerekir. Şu parti bir süre için programının şu maddelerini, bu parti de bu maddelerini uygulamak isteğinden vazgeçerler. Ama bir hükümetin iki kanadını meydana getiren partiler, iktidarda kaldıkları sürece beraber gerekleştirmeğe çalışacakları bir takım maddeler üzerinde de mutlaka anlaşırlar. Kısa, ya da uzun ömürlü olsun, bir koalisyon ancak bu şartlar altında kurulur. Yaşıyabildiği kadar da ancak bu şartlar altında yaşar. 1945-1958 yılları arasında Fransa hep koalisyon hükümetleri ile yönetildi. Bunlardan biri düşüyor, ardından bir yenisi kuruluyordu. On üç yıl boyunca Fransa'da yirmiye yakın hükümet değişimi oldu Fakat aynı süre içinde bu devletin millî geliri yüzde yüzün üstünde bir artış gösterdi. Politika kararsızlığı yüzünden Fransız halkının ekonomik kalkınması büyük ölçüde aksamadı, hatta belki hiç aksamadı. Çünkü daha başlangıçta, komünistler bir yana, bütün siyasal partiler Marshall yardımının nasıl kullanılacağı hususunda bir anlaşmaya varmışlar, Monnet plânını onaylamışlardı.
Biz ise yapmamız gerekenin tam tersini yapıyoruz. Karma iktidarın bir kanadı boyuna ötekini kırmaya çalışıyor. Milletimizin değil sanki partimizin çıkarını sağlamak amacı ile Meclise girmiş gibiyiz. Acele tedbir bekliyen sayısız davalarımızdan henüz bir tekinin Mecliste görüşülüp bir karara bağlandığını görmedik. Altı aydır ön plânda lâfı edilen başlıca konu siyasî af. Siyasî af çıkmadıkça yurdumuz huzura kavuşmazmış! Bu savın ardında yüzde bir, binde bir gerçek payı payı olsa da affa itiraz edecek aramızda bir tek vatandaş bulunmazdı.
Ne yazık ki bizim huzursuzluğumuzun asıl nedeni böylesine basit yüzeylerde seçilemiyecek kadar derin ve çok cephelidir. Öe görünüşte göre bunun giderilmesi uzun sürecek, ağır fedakârlıklara mal olacaktır.

25.4.1962

O DA HAYAL, BU DA

Alman yazarı Erich-Maria Remarque'in (Garp Cephesinde Yeni Bir Şey Yok!) adlı eseri filme alındığı sıralarda ben Viyana Üniversitesi'nde öğrenci idim. Bilindiği gibi Remarque bu eserinde harbe karşıdır; insanların ekip halinde birbirlerini boğazlamalarındaki anlamsız vahşiliği dokunaklı bir üslûpla dile getirilir. Kitap başlıca dillere çevrilir ve bütün dünyada kapış kapış satılırken göze batar hiç bir protestoya yol açmadığı halde, film olarak sinema perdelerinde gösterilmeye başlandığı, zaman, nedense dar kafalı Alman milliyetçilerini sinirlendirdi. O devirde günden güne kuvvetlenip her yerde teşkilât kuran Naziler, filmi programına aldığını duydukları sinema salonlarının önünde gösteri yürüyüşlerine kalktılar, camı çerçeveyi indirmeye yeltendiler. Polisle Naziler arasında oldukça sert çatışmalar oldu. Eserin Viyana'daki ilk gösterilişinde bu çatışmalar sokaktan sokağa kovalamaca halinde soysuzlaştı, şehir trafiği aksadı ve eğer hafızam beni aldatmıyorsa, o zamanki zayıf Avusturya hükümeti filmi yasak etmek zorunda kaldı.
O gösterilere katılan Nazilerin ezici çoğunluğu bıyığı henüz terlemiş delikanlılardı. Bunlar, şüphesiz yapılan telkinlerin etkisi altında ''savaş kötü bir şeydir'' demeyi suç sayıyorlar, gerçekten yurtsever bir insanın, gerektiği zaman, kötülüğünü bile bile harbe atılmaktan yılmayacağını hatırlarına getirmiyorlar, saldırganlık harpleri ile savunma harplerini birbirine karıştırıyorlardı. Nazi hegemonyasını Avrupa'ya yaymak sevdasında olanlar böyle istiyorlardı. Demokratik hürriyetleri tek yanlı kullanarak ortalıkta bir dehşet havası yaratmak, her türlü uyarmalara karşı gençliğin gözlerini bağlamak bunların başlıca kaygısı idi. Çıkarları bunu gerektiriyordu. Hegemonya dâvası uğruna savaş açmayı kafalarına koymuşlardı bir kez. İlkin Avrupa'yı, sonra dünyayı ele geçirmek için milyonlarca kurban vermeye kararlı idiler. İşte, gözü kapalı gösteri yürüyüşlerine sürükledikleri tüysüz delikanlılar da o kurbanlardan bir kısmı idi. Nitekim (Garp Cephesinde Yeni Bir Şey Yok) filminin oynatılmasına karşı direnen gençler, beş on yıl sonra gittiler, hegemonya çılgınlarının komutası altında sapır sapır döküldüler. Harbi kazananlar, savaşın kötü bir şey olduğu düşüncesine karşı gelmeyen ve filmi seyretmekten korkmayan hürriyetçi milletler olmuştu.
Fakir Baykurt'un (Yılanların Öcü) yüzünden evvelki gece Ankara'da tertiplenen olaylar bana yukarıya özetlediğim geçmişi hatırlattı. Yoğunluğu ve amaçları bakımından değilse bile nitelikleri bakımından iki durum arasında yakın bir benzerlik var.
Fakir'in romanı yurdumuz gerçeklerinden bir kısmını dile getiren güçlü bir eserdir. Kitap haline getirilmezden önce Cumhuriyet'te tefrika edilmiş, ilgi ile okunmuştur. Yunus Nadi Armağanı için toplanan ve aralarında Halide Edip Adıvar, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Falih Rıfkı Atay gibi edebî zevkinden kimsenin şüphe edemeyeceği kişiler de bulunan büyük seçiciler kurulu, oybirliğine yakın bir çoğunlukla bu esere birinciliği vermiştir. (Yılanların Öcü) sonradan kitap halinde de basılmış, hiç bir gürültüye yol açmaksızın kitapçı vitrinlerinde satışa konmuştur.
Fakat vakta ki bu eser kitap sayfalarından süzülüp sahneye ve perdeye aktarılmak istenmiş, işte o zaman işin rengi değişmiştir. Bir kısım insanlar yurt gerçeklerinin dile gelip kımıldamasından bizde öteden beri hoşlanmazlar. Hayattaki gerçeği gösterip de aksayan yanlarını düzeltecek bir ortama imkân hazırlamaktansa bunlar perdedeki gölgeleri sansür etmeyi yeğ bulurlar. Çünkü yüzyıllardır sürdüğümüz gerçek hayatın değişmesi, yurdumuzda daha aydın, daha ileri yarınlar hazırlaması işlerine gelmez. Gençlik ve halk bunu göre göre zamanla gayrete getirse bir gün rahatları kaçacağından korkarlar.
Demokrasiyi yalnız kendi çıkarları açısından kullanmak istemeleri, Atatürk ilkelerine diş bilemeleri, köy enstitülerine, halkevlerine düşman kesilmeleri, masum gençleri kışkırtıp sinema taşlatmaları, cam çerçeve kırmaları hep bundandır.
Hitler, büyük Almanya hayali uğruna Alman gençliğine kıymıştı. Bunlar ise, sadece kendi çıkarları uğruna Türk gençliğini Ortaçağa bağlamak hevesindeler. Bunlarınkisi de hayal ama, herhalde daha âdi cinsinden!.
3.5.1961

K.K.K. VE ÖTESİ

İki partinin seçkin üyelerinden kurulu K.K.K. (Koalisyonu Kuvvetlendirme Komisyonu), önceki gün yaptığı toplantıda üç alt komisyona bölünerek çeşitli meseleleri derinliğine incelemeyi uygun bulmuştur. Bular, sırasıyla A.K. (Ahenk Komisyonu), İ.M.M.K. (İktisadî ve Malî Meseleler Komisyonu) ve Y. S.K. (Yaraları Sarma Komisyonu) diye adlandırılmışlardır. Alt komisyonların, meselelere çözüm yolları K. K.K.'ya sunulacak, orada karara bağlanacaktır.
Ancak, koalisyonun bir süre daha parçalanmasını önleyeceğe benzeyen bu formül, beklendiği gibi koalisyonu kuvvetlendirebilecek midir? Bizce asıl dava, bu sorunun ardında saklıdır.
Neden saklamalı? bütün aksaklıklar karma iktidarın bünyesinden doğduğu halde bu iktidarı yaşatmaya gayret eden kimi yazarlar kusuru hep dışarıda aramaya hevesli görünüyorlar. Koalisyon iyi desteklenmiyormuş, bunu bozmakta çıkarı olanlar varmış, tarafsız basının tutumu umut verici değilmiş, falan.. Bu şikâyetlere bakarsanız, karma iktidarın en büyük düşmanları, o iktidarla hiçbir ilişiği bulunmayan muhalif, ya da partisiz çevrelerdir. Oysa, gerçek durum yukarıki iddianın tam tersidir. 15 Ekim seçimlerinden sonra binbir güçlükle koalisyon hükümeti kurulduğu zaman, gerek muhalif partiler, gerek tarafsız basın bu hükümetin rahat çalışabilmesi için elinden geleni yapmış, koalisyon zarar görmesin diye âdeta nefes almaktan çekinmiştir. Güçlerini bir araya getirip bir program üzerinde birleşen iki partinin birbirine ne denli zıt yönleri temsil ettiğini bilenler, yürekleri titreyerek, denge bozucu gayretlerden sakınmışlardır. Ama ne var ki aklın ışığında ele alındığı takdirde çaresizlik içinde başvurulan bu zoraki işbirliğinden olumlu başarılar beklemek biraz hayale benziyordu. Koalisyon hükümetinin başkanı ve koalisyon iktidarının en ateşli taraflısı sayın İnönü bile ilk zamanlar bütün gücü ile dengeyi korumaya çalışıyor, koalisyon yıkılmazsa bunu yeter bir başarı sayacakmış gibi davranıyordu. Koalisyon uğruna koalisyon, her şey uğruna koalisyon sanki vazgeçilmez bir ülkü olmuş, yüreğine girmişti sayın İnönü'nün. Sırf karma hükümeti yaşatmak için karşı tarafa verdiği tavizleri bir düşünsek akıllar durur. Öyle zamanlar olmuştur ki düşük devrin sahiden düşüp düşmediği düşüncesi vatandaşları şüpheye düşürmüştür. Her şeye rağmen sayın İnönü umudunu kesmiyor, sorumunu taşıdığı ve kuruluşunda başrolü oynadığı çok partili soyut demokrasi sisteminin bir gün yurdumuzda yapıcı ve başarılı bir şekilde yürüyeceğine inanıyordu. 22 Şubat'tan sonra onaylanan Tedbirler Kanunu ile bu inancı paylaşmamak suç sayıldı. Fakat ara yerde devrim ilkeleri sahipsiz kalıyor, ekonomik kalkınmamız için gerekli çalışmalar gecikiyor, koalisyon öbür kanadında yer alan kimi politikacılar iktidarda değil de muhalefette imişler gibi baltalayıcı gayretlerine devam ediyorlardı.
Nihayet, sayın İnönü'nün de sabrı tükenmeye yüz tuttu ve K.K.K. (Koalisyonu Kuvvetlendirme Komisyonu)'nun kurulmasına yol açan demeci ile karşı tarafı ciddî olarak durumu müzekereye çağırdı. Alt komisyonların meselelere bulacağı çözümlerden sonra birtakım prensipler üzerinde anlaşılması ihtimali, görünüşe göre kuvvetlidir. Ama kâğıt üzerinde prensip anlaşmalarına varmak, koaliyon hükümetini başarılı bir çalışma yoluna ulaştırabilecek midir?
Elden ne gelir, beklemekten gayri?


6.5.1962

SOSYALİST KURALLAR VE BAŞKALARI

Tanınmış bir İngiliz diplomatı ile konuşuyordum. Bir aralık komünizm tehlikesinden söz açıldı. Tanınmış diplomat kendi memleketi hesabına hiç bir kaygı duymuyor, buna karşılık geri kalmış ülkeler açısından tehlikeyi pek büyük görüyor, buralarda sorum yüklenen devlet adamlarının konu üzerine dikkatle ve ısrarla eğilmeleri gerektiğini söylüyordu. Bunu söylerken takındığı son derece rahat ve telâşsız halini belirtmek istedim. Yarı şaka, kendisine:
- Öyle ya, sizin için mesele yok. İktidarı ele geçirecekleri güne kadar İngiliz komünistlerinin de Kralcı olacaklarından emin görünüyorsunuz!
dedim. Kahkahayı atan tecrübeli diplomat, şaka olsun diye söylediğim sözün ardındaki gerçek payını hemen kavramıştı.
Milletleri birbirinden ayırt eden vasıfları sayarken dil birliği, din birliği, ırk birliği, ülkü birliği, rejim birliği, gibi çok kez realiteye uymayan kavramar üzerinde tartışılıyor. Ernest Renan'dan beri bu böyle. Oysa, milletlerin sosyal gelişim olayını tarih boyunca nasıl başardıkları incelense ve bu açıdan bir sıralamaya girişilse, belki daha bilimsel bir sonuca varmak mümkün olacak, böylece milletlerarası anlaşmazlıkları çözümlemek de imkân sınırları içine alınabilecektir.
İnsan toplumlarının zamanla değiştiği bir gerçekse de bu değişmenin her yerde aynı şekilde olmadığını görüyoruz. Kimi milletler devrim yaparak, yönetici sınıf veya zümreleri zorla başlarından atarak sosyal gelişmelerini sıçrama yolu ile yürütürken, birtakım milletler de aynı şeyi yavaş yavaş, âdeta belirsiz bir akışla ve şüphesiz büyük sarsıntılara uğramaksızın, tereyağından kıl çeker gibi rahat başarmaktadırlar.
İngilizleri ve genel olarak bütün Anglo-Sakson milletlerini bu sonuncular arasında sayabiliriz. Arkada bıraktığımız elli yıl boyunca dünyada âdeta taşı toprağı yerinden oynatan, dağları devirip okyanusları kabartan fırtınalar olmuş, o arada İngiliz İmparatorluğu en güvendiği, varlığı ile en fazla övündüğü sömürgelerinden olmuş, İngiliz kapitalizmi temel direklerini yitirmiş, fakat bütün bunları İngiliz milleti demokrasi ilkelerini zedelemeden atlatmasını bilmiştir. Üç yüz yıl önceki kıyafeti içinde Komün Meclisi oturumlarını açan Speaker'in karşısında İngiltere Bankası'nın, kömür ve demir madenlerinin, demir yollarının kamulaştırılması onaylanmış, yönetim şekli bozulmaksızın toplum bünyesi normal gelişimini devam ettirmiştir. Az farklarla durum öteki Anglo-Sakson memleketlerinde, örneğin İsveç'te, Danimarka'da, Birleşik Amerika ve Kanada'da da aynıdır. Bugün İsveç sosyalizmi, özel teşebbüsü yıkmaksızın, hatta Krallık müessesesinin varlığına dokunmaksızın birçok işler başarmış, sosyal adalet ilkelerini büyük ölçüde yürürlüğe koymuştur. Bir gün gelecek bu milletler, belki devrimci sosyalistlerin bile hayal saydığı bir eşitlik düzeyine varacaklar ve bunu hürriyet kurallarını zedelemeksizin başaracaklardır. Bu memleketlerde bugün kralın bisiklete, bakanların tramvaya binmesi kimseyi hayrete düşürmüyor. Yarın bir prenses bir giyim evinde satıcılık yaparsa neden hayret edilsin? Nasıl krallık müessesesini muhafaza ederek demokrasiye geçtilerse, öylece demokratik kurallara dokunmadan sosyalizme doğru adım adım yürüyor Anglo-Saksonlar.
Öteki milletler ise sosyal gelişimlerini daha ziyade devrim yolundan yürütüyorlar. Bu milletlerin yönetici sınıflarında zaman koşularına uymak için gerekli kıvraklığı ve anlayışı göremiyoruz. Hele geri kalmış toplumlarda insanların her gün daha iyi, daha eşit şartlar altında yaşaması gerektiğini, değişen dünya ortasında bu hayata özlem duymanın ve o yolda direnmenin bir hak olduğunu imtiyazlı kişiler çoğunlukla anlamak istemiyorlar. Bunlar, halk güçsüz ve bilgisizlik içinde kalırsa, kendi üstün durumlarını sürdürebileceklerini sanıyorlar. Yeniliğe ve yeni fikirlere karşı diş bilemeleri, milliyetçilik maskesi altında kalıplaşmış dogmalara sarılmaları hep bundan. Bir dereceye kadar başarı elde etmedikleri de belki söylenemez. Ama ne var ki bu başarı aldatıcı bir hayalden ibarettir ve sonunda asıl zarara uğrayacak yine kendileridir. Evrim, sâkin akan bir suya benzetilirse, devrim şelâleden şelâleye koşan, önüne ne rastlarsa ezip geçen bir nehir sayılır. Okyanusa varmadıkça durulmaz. Devrim, bütün değer yargılarını altüst eder, yeni bir düzene kavuşana kadar toplum çok acı çeker.
Evrimci ve devrimci milletler diye ileri sürdüğüm şu sıralamada eğer bir gerçek payı varsa, bir kısım toplum yöneticilerine zaman zaman kafalarını taştan taşa vurmalarını bir tabiat kanunu saymak galiba doğru olacaktır.

10.5.1962

''SOLCU'' PAŞA

Bir AP'li Senatör, önceki günkü karma grup toplantısında İsmet İnönü'yü tenkid ederken bir aralık kendini tutamamış (zaten bizde hep böyledir) başbakanın politikasını bir yana bırakarak kişiliğini yermeğe kalkışmış. Dünya gazetesinde okuduğuma göre, hırslı Senatör, İsmet İnönü'nün yurdumuzda huzur istemediğini, ortalığı karıştırmak için elinden gelini yaptığını, diktatörlüğe göz diktiğini ve.. ''sol'' eğilimli olduğunu söylemiş.
Yukarıki basmakalıp ithamların saçmalığı meydanda. Bunlardan ötürü İnönü gibi bir adamı savunmaya kalkışmak sadece yersiz bir gayretkeşlik değil, belki gülünç bir davranış da sayılabilir. Yurdu huzura kavuşturmak hususunda hükümtin başarısızlıklarından her gün sızlanıp duruyoruz. O arada hükümet başkanı sıfatı ile İnönü'ye düşen sorum payını da içimizde azımsayan yok. Huzursuzluğu böylece sürdürmekte çıkarı olanlardan bir kısmının paşaya fazlaca sokulabildiklerini de tahmin ediyoruz. Fakat sayın İnönü'nün kasten huzurdan kaçındığını söylemek ve diktatörlüğünü kendi eliyle tasfiye etmiş yetmiş sekizlik bir ihtiyarda bugün yeniden diktatörlük emelleri vehmetmek için insan sahiden ne dediğini bilemeyecek kadar hırslanmış olmalıdır.
Ne ise, ben asıl başka bir noktaya dokunmak istiyorum: Sayın senatör, İnönü'nün kötü eğilimlerini bir bir sıralarken onun ''solcu''luğundan da söz ediyor. Demek solculuk kötü, hatta kanunun suç saydığı bir davranışa belge sayılıyor. Ve bunu biz ''sosyal devlet'' ilkelerine hepimizden fazla bağlı kalması gereken bir sayın senatörün ağzından duyuyoruz. Yurdumuzun bir an önce layık olduğu hayat düzeyine ulaşması uğruna çalışanları lekelemek için kimi çıkarcılar tarafından sıralı sırasız kullanılan ve bir hakaret sözcüğü haline getirilmek istenen bu terim, gerçekle, çağımız koşullarına uygun, iyi ve saygı değer, fakat birbirinden farklı birçok ekonomi politikasına işarettir.
Solculuk nedir? Genel olarak, halkın ve çalışanların sömürülmesini önlemek amacı ile devletin ekonomi hayatına karışmasını isteyenlere solcu diyoruz. Devlet ekonomi hayatına nasıl karışır? Bunun türlü şekilleri ve dereceleri vardır. Özel teşebbüsün başaramayacağı işleri üzerine alır; özel teşebbüsle rekabet halinde yanyana çalışır; özel teşebbüse bırakılması doğru sayılmayan alanları tekel olarak işletir. Hangi işletme kolları devlete geçmeli, hangileri özel kesimde kalmalıdır? Bu sorun da yer ve zaman çerçevesi içinde türlü çözümlere uğramaktadır. Nihayet, devlet özel teşebbüsü toptan lağveder, bütün üretim araçlarını kendi eline alır, mülkiyet hakkını tanımaz, her şeyi kendi yapar, kendi satar. Çalışanlara dilediği ücreti öder, mallara dilediği fiyatı biçer. Solculuğun birinci şekli ile bu sonuncusu arasında dere, tepe, dağ, nehir değil, okyanuslar kadar fark vardır. Halkı kurtarmak, sömürgelere engel olmak parolası altında kimi devletlerin güttüğü toptancılık politikası çok kez devlet kapitalizmine ve bunun sonucu olarak yeni bir emperyalizme yol açmıştır. Faka bizde birtakım insanlar bilerek bilmeyerek bunları hep birbirine karıştırmakta ''solcu'' deyimi altında topladıkları bütün vatandaşları halka sanki kötü kişilermiş gibi tanıtmaya çalışmaktadırlar. Bu da sebepsiz değildir. Şimdiki geri kalmış ekonomi sistemimizin bir hale yola konması kimi çıkarcıları zarara sokacaktır. Bunu istemezler. İstemedikleri için de halkın iyiliği uğruna gayret harcıyan fikir ve politika adamlarını, sırf kendi çıkarlarını kurtarmak amacı ile vatan haini ilân etmekten çekinmezler. Onların gözünde en ılımlı bir solcu belki bir Moskova ajanından daha tehlikelidir. Çünkü bu sonuncular arasında çoğunluk yüzüne maske takmıştır. Milliyetçi geçinir, ırkçı geçinir, dinci ve yobaz geçinir. Az defa solcu geçinir.
İsmet İnönü'nün solculuğuna gelince: C.H.P. öğelerinden halkçılık ve devletçilik ilkelerinin heyecanla yürütüldüğü yıllarda Paşa her halde sol eğilimli bir devlet adamı olmalı idi. Çünkü o sıralarda ilkin Başbakan, sonra da tek partili Cumhurbaşkanı olarak devletin kaderi üzerinde birinci derecede rol oynuyordu. Fakat çok partili soyut demokrasi hayatına geçtiğimizden beri, bir çok inançlarıyle beraber Paşanın solculuğu da uçtu gittiye benziyor. Nerede Toprak Kanunu'nu tek Partili Meclis'e kabul ettirip fakir köylüyü umutlandıran İsmet İnönü, nerede 27 Mayıs devriminin bir kenarından başladığı toprak reformunu, iş başına gelir gelmez durduran ve elli beş ağayı tekrar Doğu'ya gönderen İnönü? Acaba Paşanın diktatörlüğü gibi solculuğu da geçici mi imiş!

1.6.1962

BAŞLIYAN DEĞİL, SÜREN BUHRAN

İsmet İnönü'nün Karma Hükümet Başkanlığı'ndan çekilmesi ile patlak veren buhran, aslında tek başına bir hükümet buhranı değil, fakat yedi aydır sürüp giden müzmin bir rejim buhranının sadece bir safhası, belki de önemsiz bir safhasıdır. Bu önemsiz olayı gözlerinde büyüten, ya da arkadan sökün edecek çok daha önemli olayları hesaplayan sayın koridor politikacılarımız, rejim buhranının şu safhasını da atlatmak uğruna hemen dün gece paçaları sıvamışlar, harıl harıl çalışmaya koyulmuşlardır. Bizdeki yedi aylık koalisyon hayatı, kanatlar arasında bir ''af'' pazarlığı üzerinde soysuzlaştığı ve karşılıklı bir taviz verip taviz koparma yarışına döküldüğü için bu sefer açılan deliği bir kaç gün, hatta bir kaç saatte elbirliği ile tıkamak imkân dışı bir olay sayılmamalıdır. Nitekim ılımlı denilen A.P.'lilerin hemen imza toplamaya başladıkları haber veriliyor. Bunlar Pala Paşayı bir yana itip İnönü'nün gönlünü alır, onu kararından caydırabilirler. Ya da Y.T.P. açıkgözleri C.H.P.'ye yanaşmak suretiyle yeni bir karma hükümet kurulmasına imkân hazırlıyabilirler. Akla pek yatkın gelmiyorsa da C.H.P.'nin muhalefette kalacağı bir başka koalisyon formülü üzerinde de belki anlaşılabilir.
Bunların hiç biri yedi aydır içine saplandığımız müzmin buhranı gidermeye yetmiyecektir. Çünkü bizim buhranın nedeni şu ya da bu politika kombizenonu ile değil, doğrudan doğruya rejimle, rejimin bünyesi ile ilgilidir. Soyut demokrasi sevdasından vazgeçip de Atatürk ilkeleri ışığında Türk demokrasisinin gerekli kıldığı şartları yeniden yaratmadıkça hiçbir zaman buhrandan kurtulamıyacağımıza artık inanmalıyız. Medeniyet ve kültür davalarını hesaba katmaksızın, bir Sofist mantığı ile d üşünürsek demokrasinin yalnız seçim temeline dayandığı tezini savunmak belki mümkün. Bu takdirde ''siz isterseniz memlekete Halifeliği geri getirirsiniz!'' sözü önünde saygı ile eğilmek gerekir. Bu söz önünde saygı ile eğilinece de Atatürk'ü vatan haini ilân etmemek, onun kurduğu Cumhuriyeti ve bütün devrimleri kanun dışı saymamak büyük bir mantıksızlık olmaz mı?
İşte, Atatürk düşmanlarının ve demokrasiyi bir oy meselesinden ibaret sayanların on altı yıldır yürütmeğe çalıştıkları kısmen de başarı ile yürüttükleri politika budur. Biz de on altı yıldır işte bu politikanın tehlikeleri üzerinde duruyoruz. Gerçek hürriyete, gerçek eşitliği ve çağdaş uygarlık düzeyine ancak devrim ilkelerine bağlı kalmak şartiyle kavuşabileceğimizi yaza yaza parmağımız nasır bağladır. Atatürk'ün bi masal olmadığını, yarattığı eser ne kadar tekmelense de onu savunacak zinde kuvvetlerin sonuna kadar seyirci kalamıyacağını söyleye söyleye dilimizde tüy bitti. 27 Mayıs'a rağmen, ne gericilere, ne de soyut demokrasi hayranlarına lâf anlatamadık.
Şimdi, memleketin yetmiş yedibin derdinden bir tekini yedi aydır ele alamıyan bir ''af'' çıkması içiçinde bugüne kadar bocalayan Parlamentomuz ne yapacaktır? Orada yer ve söz sahibi dört parti var. Sürüp giden buhranı önlemek için bunlar nasıl davranacaklardır?
Biz, çıkmazdan kurtulmanın bir tek çaresini görüyoruz: Dört partiye bölünen milletvekilleri kendilerini samimî olarak yoklasınlar. Atatürk'e ve onun devrimlerine yürekten bağlı olanlar bir yana, ötekiler de bir yana olmak üzere bunlar iki blok halinde karşılıklı cephe alsınlar. Hangi tarafı ağır basarsa hükümeti o kursun.
Böylece, ya rejim buhranını gidererek üç buçuk yıllık bir çalışma imkânına kavuşmuş, ya da gelmesinden korkulan olayları çabuklaştırmış oluruz. Umut ve kaygı bulutları arasında yıllar yılı sallanıp duracağımıza halimizin nice olduğunu bir an önce görürüz, daha iyidir.

9.6.1962

GEL DE HAYRAN OLMA!

Yıldırım hızıyle gelişen sosyal olaylar karşısında kurulu toplum düzenleri de ergeç mutlaka değişikliğe uğrar. Belli bir düzenin yürütücüsü olarak davranışlarıyla bu düşünceyi paylaşmayan kimselere iyimserliklerinden ötürü hayranımdır. Yakın zamanlara kadar bunların başında İran Şahı Majeste Heplevi'yi görüyorum. Genç Majeste, kendinden sonra memleketin kaderini eline alacak bir erkek evlât edinmeyi bir aralık iş edinmiş, bu uğurda çok sevdiği eşinden ayrılmak suretiyle katlanılması çok acı fedakârlıklarda bulunmuş, fakat sonunda İran'a bir Valiaht kazandırarak millî görevini başarmıştı. Bu demektir ki dünyanın bugünkü hızlı değişim şartları ortasında Majeste Pehlevi, bundan en az elli yıl sonra da İran'ın yine Şahlık rejimi ile, hem de rahmetli pederinin kanından gelme bir hükümdar başta olmak üzere, idare edileceğine inanmaktadır. İyimserliğin bu türlüsüne hayran olunmaz da ne yapılır?
On yedi yıllık soyut demokrasi denemelerinin büyük bir bir iflâstan sonra bir çıkmaza doğru süreklendiği şu sıralarda yeni bir karma hükümet kurabilmek uğruna harcadığı gayretlere bakarak aynı hayranlığı sayın İnönü'ye karşı da duyorum. On yedi yıl içinde yurdumuzun nüfusu on milyonun üstünde bir artış göstermiş, çözüm bekliyen sosyal ve ekonomik davalarımız yuvarlana yuvarlana çığlar gibi kabarmış, hızla kalkınan batı milletleri arasında Türkiye tehlikeli bir istisna sayılmaya başlanmıştır.
On yedi yıldır davalarımızın ciddî bir şekilde ele alındığını görmedik. Parlamentomuzda en fazla tartışma konusu olan dava hürriyet ve demokrasi davasıdır. 1946'dan 1950'ye kadar bu davayı tartıştık. 1950-1960 yılları arasında yine bu davayı tartıştık. Halk Partisi iktidarda iken Demokrat Parti hürriyetsizlikten sızlanıyordu. Demokratlar iktidara geçince şikâyet bayrağını Halkçılar ele aldılar. Nihayet hiçbir partinin tek başına devlet işlerini yürütemeyeceği bir ortamı kendi elimizle hazırladık. Bir karma hükümet kurduk. Yedi aydır koalisyonu kurtarmaya, düşerse kaldırmaya çalışıyoruz ve koro halinde hep bir ağızdan hürriyet ve demokrasi türküleri söylüyoruz.
Yıldırım hızıyle gelişen yurt ve dünya şartları ortasında on yedi yıl kaybetmenin ne demek olduğunu düşünenlerimiz pek az. On yedi yıl önce geri kalmış bir millet idiysek, bugün daha da gerilediğimiz matematik bir gerçektir. İleri ve yapıcı bir hürriyet rejimine ancak devrimler yolundan ulaşabileceğimizi söyleyenlere karşı koridor politikacıları ''çoğunluk demogajisini ileri sürmekten hâlâ vazgeçmiyorlar. Soyut demokrasi uğruna devrim ilkelerini birer birer feda ederken biz asıl demokrasiden büsbütün uzaklaştığımızı farkedemiyoruz. 15 ekim seçimlerini yerinde izlemek için büyük Batı gazeteleri yurdumuza özel muhabirler göndermişlerdi. Seçimlerin ertesi günü bunlardan biri, France-Soir, okurlarına sonuçlardan önce, en büyük puntolu başlıklarla şu haberi veriyordu: Seçmenlerin yüzde yetmişi okur yazar değil. Hangi partinin kaç milletvekili çıkardığı daha küçük puntolarla daha sonra bildiriliyordu.
Sayın İnönü yeni bir karma hükümet kurabilecek midir? O kuramazsa bu işi kim başarabilir? Partilerarası bir millî koalisyon hükûmeti mümkün müdür? A.P. parçalanırsa oradan ayrılacak mutedillerin desteğiyle İnönü yeni bir kombinezona gidemez mi?
Bu soruların her birine olumlu cevaplar verilebilir: Sayın İnönü şu ya da bu şekilde bir karma hükûmet daha kurabilir. Bu işi bir başkası da belki başarabilir. Kimi partilerin bölünmesi yüzünden bir süre C.H.P.'yi güçlendirecek istikrarlı bir denge havasına kavuşmak da mümkündür.
Fakat bütün bunlar on yedi yıldır içine saplandığımız çıkmazdan bizi kurtarmıya yeter mi? Hızla gelişen sosyal ve ekonomik olaylar karşısında şu soyut demokrasi denemeleriyle yurt davalarını ne dereceye kadar çözebiliriz?
Bu konuda ne düşündüğünü pek söylemiyorsa da, karma hükümet uğruna harcadığı iyimser gayretlere bakarak saynı İnönü'ye hayran olmamak elden gelmiyor doğrusu.

13.6.1962

SÖYLEYEN ÇOK, DİNLEYEN YOK

Sanatta olduğu gibi politikada da tenkid ile icrayı birbirine karıştırmamak gerekir. Bir senfoninin yanlış, bozuk, ruhsuz çalındığını söyleyerek orkestra şefini yeren bir musiki eleştiricisine:
- Öyle ise al eline değneyi de orkestrayı sen yönet bakalım!
Denemez. Çünkü bunlar ayrı ayrı işlerdir. İcracı, bir eseri sanat kurallarına uygun olarak ifade etmeye çalışır; eleştirici ise ''icra'' edilen eseri aynı kurallara göre değerlendirmekten sorumludur. Öğretmenlik ve yaratıcılık da böyledir. Nice edebiyat hocaları vardır ki, iki mısralık bir beyit düzemedikleri halde en ünlü şairleri iyi ve kötü yanlarıyle pekâlâ anlatırlar. Buna karşılık kendi eserini izahtan âciz nice yaratıcılar vardır. Gerçek sanatçı, eleştiriciye kızacak yerde onun uyarmalarına dikkat ederek aksayan yanlarını düzeltmeye, zamanla kendi kendini aşmaya bakar. Sanatta da, politikada da başarının yolu tenkide değer vermek, değersiz olanlarına da tahammül etmektir.
Akis dergisindeki ''Peki, çare?'' başlıklı yazı bana bu gerçekleri hatırlattı. On yedi yıllık demokrasi serüveninin yeni bir çıkmaza saplandığı şu sıralarda, sayın İnönü tarafından harcanan gayretlere bakarak açığa vurduğum kötümser düşünceleri Akis dergisi beğenmiyor:
- Öyle ise bu işler nasıl bir yoluna konabilir? Söyle bakalım! Demeye getirerek âdeta elime şef değneğini uzatıyor ve beni orkestranın başına çağırıyor. Akis'e göre ben on yedi yıl önce demokrasinin karşısında değil, yanında yer almışım, bugüne dek de hep açık rejimi savunmuşum. Şimdi durum karışık gibi olunca ''soyut demokrasi'' deyimi ile işi alaya almam doğru olmazmış! İlkin şunu söyliyeyim! On yedi yıl önce ben demokrasinin ne karşısında, ne de yanında yer almadım. Bütün vatandaşlar gibi bir gün kendimi acayip bir demokrasi vaveylasının ortasında buldum. Buldum da ne yaptım?
- Oh ne iyi oldu, şimdiye kadar istibdat içinde yaşıyorduk, çok şükür kapandı artık o devir!
Diye sevinç çığlıkları mı kopardım? Yoksa, artık herkes istediğini yazabilir düşüncesi ile tek parti devrine veryansın hücuma mı geçtim? Hayır, bunların hiçbirini yapmadım. Tam tersine, sağduyuyu elden bırakmamaya dikkat ederek ilgilileri rejim dâvasını serin kanla incelemeye çağırdım. Değişmeyen inancım şudur: Türkiye'de devrim ilkeleri ile hürriyet ve demokrasi düzenini birbirinden ayırmaya imkân yoktur. Yurdumuz gerçek hukuk devleti şartlarına kavuşturulmak isteniyorsa, bu ancak Atatürk devrimlerini sapsağlam ayakta tutmak, onları zedelenmekten korumak suretiyle mümkün olabilecektir. Bu düşünceyi ilk günden itibaren, ''hürriyet!'' çığlıkları henüz ortalığı gürültüye boğmadığı sıralarda ısrarla savundum. Serbest Fırka denemesini örnek göstererek o günlerin acı hayal kırıklıklarını ortaya koydum. Akis yöneticileri Millî Kitaplıktaki Cumhuriyet kolleksiyonunu karıştırırlarsa 8 Ağustos 1946 tarihli sayıda bu konuya dokunan önemli bir belge bulacaklardır. Devrim ilkeleri ışığında o gün ne demişsem, ondan sonra da aynı şeyleri söyledim, bugün de başka türlü konuşmuyorum. Tuttuğum yolda yalnız da değilim. Falih'inden Çetin'ine kadar bütün Atatürkçü yazarlar, oy kaygusu ile devrim ilkelerini safra gibi atan bir demokrasi balonunun hiçbir zaman yükselip yol alamıyacağını ve bir gün mutlaka buruşarak söneceğini yıllar yılı haykırıp duruyoruz. Bu durum karşısında hâlâ;
- Çaresi ne ? Gelin söyleyin!
Demek, musiki eleştiricisini orkestra idare etmeye zorlamaktan farksız sayılsa gerektir.
Bugün yaşadığımız dramın en acıklı yanı, devlet kaderi üzerinde rol oynayan sorumlu politikacılarımızın Atatürk'ü, devrimleri, hattâ 27 Mayıs'ı iyi anlayamamış olmalarıdır. Türkiye'yi çağdaş uygarlık düzeyine doğru hızla yaklaştıran 15 yılılk mucizesinden sonra, biz on yedi yıldır eski ''Tanzimat'' zihniyetine geri dönmüş, üzücü ve yıpratıcı bir ''idare-i maslahat'' politikası ile günlerimizi gün etmeye çalışıyoruz.
Karma hükümet kurulsa da kurulmasa da bu gidiş iflâsa mahkûmdur. Devrim ilkelerinin pazarlık konusu yapılmasını demekrosi ''icabat''ından sayan bir zihniyet iş başında kaldıkça bu memleket hiçbir zaman gerçek demokrasiye kavuşamıyacaktır.

17.6.1962

TEŞBİHTE HATA OLMAZ

İngiltere'yi tanımayan, İngiliz sosyal disiplinine yabancı kalmış bir adam farzediniz. Bu adam ilk defa Londra'ya gittiği zaman, bir süre, benzerine başka yerlerde rastlamadığı bir baskı havası altında boğulur gibi olabilir. Daha Victoria Garı'na ayak basar basmaz; kuyrukta sıra bekleyen boş taksilerden birine binmek isterse, iki metre boyundaki heybetli polisin demir eliyle yakasına yapıştığını görür. Taksiye binebilmek için garın çıkış kapısına kadar yürümek, orada kendisi de kuyruğa girip sırasını beklemek zorundadır. Bu adam, saat on yediden önce genel yerlerde alkollü içki satılmadığını öğrenerek bu yasağı hürriyet ilkelerine aykırı bulabilir. Hele on yediye beş kala ısmarladığı bir kadeh bir şeyi ancak beş dakika sonra içebileceğini garsondan duyunca İngiltere'yi göze görünmez bir despotun idare ettiği zannına kapılabilir. Aynı adam bir tiyatronun gala gecesinde bulunmak üzere yer ayırtmış olsun. Akşam kıyafeti kuralına aldırış etmeyerek salona girebileceğini umuyorsa yandı demektir. Parasını ödemiş, bileti cebine atmış da olsa, kapıdan döndürülecektir.
İngiliz sosyal düzenine alışmayan bir adam, bunlar gibi düzinelerle yasak arasında ilk günler bunalabilir. Oysa, bir kez o düzenle uyuştuktan sonra İngiliz toplum hayatının bireylere ne denli geniş bir özgürlük sağladığını yakından görmemeye imkân yoktur. İlk bakışta sağduyuya aykırı sayılan kimi yasaklar, çok defa bireyle toplum arasındaki dengenin en sağlam dayanaklarıdır. Bunların politika ile hiçbir ilişkisi yoktur, hiçbir zaman da olmamıştır. Muhafazakârından işçisine ve komünistine kadar bütün İngilizler bu basit kuralları benimsemişler ve gelenekselleştirmişlerdir. Bernard Shaw'ın birer zekâ oyunundan başka bir şey olmayan paradoksal hicivleri bir yana, bunlar üzerinde tartışılmaz, hatta konuşulmaz bile. Özel bankaların kamulaştırılması, ya da veraset vergisinin miras müessesesini ortadan kaldırırcasına ağırlaştırılması gerektiği hakkında nutuklar çeken İşçi Partisi sözcüleri, resmî bir tören yerine giderken, tıpkı Muhafazakâr arkadaşları gibi, gerekli kıyafet ne ise onu giyinirler; ayaklarına tulum ya da sırtlarına pijama geçirmezler.
Bizim açımızdan ele aldığımız zaman, gönül isterdi ki Türkiye'de kurulan bütün siyasal partiler de Atatürk ilkelerini işte böyle, İngilizlerin sosyal geleneklerini benimsedikleri gibi yürekten benimsesinler, onların tartışmasını kendilerine mal etsinler, aralarındaki iktidar savaşını da Batı'da olduğu gibi yalnız fikir ve sınıf ayrıntıları üzerine toplayabilsinler. Demokrasiden beklediğimiz, yurtta sosyal ve ekonomik kalkınmayı en kısa yoldan başaracak, metodları beraberce arayıp bulmak değil midir? Bu ise herşeyden önce elverişli bir ortam ister. Kapalı rejim dedikleri Atatürk devri bu ortamın yaratılma gayretleri içinde geçmiştir ve tarihimizin gerçekte en açık rejimi sayılsa yeridir. Soyut demokrasi şampiyonlarımız çok partili hayatın kapılarını açarken, devrim ilkelerini partilerarası bir tartışma konusu yapmakla, İngiliz geleneklerine yabancı kalmış bir adama Londra'da dilediği gibi yaşayabileceğini vaadeder duruma düşmüşler, yani Türkiye'de kurulması özlenen demokratik ortamı kendi davranışlarıyla, daha başlangıçta mahkûm etmişlerdir. Böylece ''vicdan hürriyeti'' feryatları arasında laiklik ilkesi güme gitmiş, eğitim birliği ortadan kaldırılmış, akıl yolu ile davalarımıza çözüm arama imkânları gittikçe güçleşir bir hal almış; zavallı halk koridor politikacılarının elinde bir oyuncak haline getirilmiştir.
İkinci koalisyon hükûmeti de devrim ilkelerini politikanın üstüne çıkaramayacaksa, biz artık üçüncü bir koalisyonu tecrübeye bile değer bulmayanlarla beraberiz.
23.6.1962

İNSANLAR VE OLAYLAR

Hükûmet kurmaktan vazgeçme kararına sebep olarak sayın İnönü karşı tarafın ''zihniyet''i üzerinde durmuş, bu ''zihniyet''le bağdaşamayacağını, bundan ötürü de koalisyon denemelerini artık bıraktığını ve ''tam çekildiğini'' açığa vurmuştu. Şimdi, bir buçuk gün gibi kısa bir süre içinde sayın İnönü'nün kararnı değiştirmesi kimi çevreleri hayrete düşürüyor.
- Nasıl olur? diyorlar, bağdaşamayacağını daha dün açıkça belirttiği bir zihniyetin temsilcileriyle, umudunu kestiği yeni bir işbirliği denemesine Paşa ne maksatla girişir? Bu davranışın altında bilinmedik bir takım gerçekler olmasın?
Bizim görüşümüze göre, ortada bilinmedik hiçbir şey yoktur. Ortada apaçık duran gerçek, paşanın, olaylara hâkim olacak yerde, tam tersine, olayların baskısı altına girdiği ve bizdeki şu acayip demokrasi rejimi çıkmazdan kurtarmak kaygusu ile, kimi zaruretlere çaresiz boyun eğdiğidir. Yurdumuz hesabına durumun asıl hazin olan tarafı da galiba budur. Çünkü, hangi rejime dayanırsa dayansın, bir hükûmetten beklenen, olaylara hükmedebilmek ve onları yurt çıkarının gerektirdiği yöne çevirebilmek gücünü taşımasıdır. Olup bitenlerin rüzgârı ile bir hazan yaprağı gibi sallanan, kendi yapısı içinde bir fikir birliğinden yoksun, varlığı pamuk ipliğine bağlı, dünkü vaadini bugün yerine getiremeyen, yarın başına ne geleceği bilinmeyn bir hükûmet, devlet işlerini nasıl yürütür, halka nasıl hizmet edebilir?
Yedi aylık bir süre boyunca sayın İnönü yurdumuzda istikrarlı bir çalışma düzeyi yaratılması uğruna gerçekten takdire değer bir çaba gösterdi. Hatta idare-i maslahat politikasında ölçüyü de aşarak karşı tarafa taviz üstüne taviz verdi. Bir ara öyle bir durumla karşılaştık ki, 27 Mayıs öncesi ile 27 Mayıs sonrasını birbirinden ayırt etmekte güçlük çeker olduk. Nihayet, olayların sürüklediği yolun çıkar yol olmadığını sayın İnönü gördü ve birinci koalisyon böylece dağıldı. Üç haftalık gayretlerden sonra, ikinci koalisyon denemesinin de daha başarılı bir sonuç veremeyeceği anlaşılınca, sayın İnönü de artık baş edemediği olayların baskısı altında daha fazla bocalamaya tahammül edemeyerek, uzun bir süreden beri belki ilk defa, enerjik bir kararla hükûmet kurmaktan vazgeçtiğini ilân etti. O, gerçi 17 yıldan beri olaylara gerekli yönü bir türlü verememişti; fakat hiç değilse bundan böyle olayların buyruğu altında sürüklenmekten kurtulacaktı.
Biz ikinci koalisyon çalışmalarının bu denli uzayacağını başlangıçta tahmin etmiyorduk. Büyük Millet Meclisi'nde Atatürkçülüğe, ilerici ve yapıcı gayretlere karşı cephe alan çeşitli gruplar, davranışlarında hiçbir zaman içten olmadıklarından, bunlar kâğıt üzerinde önlerine sürülen her şartı, ileride ilk fırsatta baltalamak kararıyla, pekâlâ kabul edebilirlerdi. Nedense çalışmalar, sabrımızı taşıracak, ismet Paşa'yı hükûmet kurmaktan caydıracak kadar uzadı.
İşte nihayet olayların zoru ile Paşa da yeni koalisyon ortakları da tekrar aynı masa etrafında buluşup görüşmeye başladılar. Bu seferki karma hükûmetin ötekinden daha verimli, daha başarılı bir yol tutabilmesi için parlamentomuzda partilerarası elverişli bir ortam yaratılabileceğini biz pek sanmıyoruz. Bununla beraber, bu uğurda harcanacak olumlu gayretleri yürekten desteklemeye hazırız.

18.7.1962

HELE BİR ŞU SEÇİMLER...

1950 seçimlerine üç dört ay kala, o zamanki Dışişleri Bakanı rahmetli Necmettin Sadak, bir akşam birkaç bakan arkadaşı ile beni Hariciye Köşkü'ne, yemeğe çağırmıştı. Sofrada Nihat Erim, Vedat Dicleli, Cemil Sait Barlas gibi CHP'nin aydın ve ilerici kanadını temsil eden hükûmet üyeleri vardı. Yemek neşeli geçti. Üzücü konulara pek değinmeksizin nefis bir kuru fasulyenin üzerine yaydığımız enfes pilavı, kırmızı Fransız şarapları eşliğinde, bol bol atıştırdık. Yemekten çok iyi anlayan rahmetli üstatla buna benzer sayısız buluşmalarımız olduğu halde, çevrenin sıcaklığından mı nedir, o akşamın tadını bir türlü unutamam. Sofra faslı kapanıp da kahveler içilince ben bir aralık Nihat Erim'le bir köşede sohbete daldım. Aynı kuşaktan olduğumuz için kolay anlaşabiliyorduk. Öteden beri içimi burkan bir kayguyu CHP hükûmetinin Başbakan Yardımcısına damdan düşercesine açtım: Seçim, demokrasi, çok partili hayat, evet, bunlar güzel şeylerdi. Fakat devrimler ne olacaktı? Atatürk'ün temelini attığı medeniyet düzeni bir defa sarsılırsa, demokrasiyi yürütmek için gerekli ortam da daha başlangıçta elimizden kaçmaz mı idi? Seçim tarihi yaklaştıkça partiler arasında gericiliğe bir taviz eğilimi günden güne artıyordu. Vaktinde kontrol altına alınmazsa bu ileride çok tehlikeli gelişmelere yol açabilirdi. Halk Partisi hükûmetinin bu konudaki durgunluğunu anlayamıyordum.
Nihat Erim durumu şöyle izah etti: CHP, her zaman olduğu gibi Atatürk devrimlerine bağlı idi. Gericiliğe taviz vermek söz konusu olamazdı. Ne var ki seçimlere şunun şurasında pek az bir zaman kalmıştı. Şimdiden harekete geçilir de devrim ilkelerine atıp tutanlara karşı sert tedbirler alınırsa bu, Halk Partisi'nin toplayacağı oy sayısını, düşürebilirdi. İlkin seçimler kazanılsındı, ondan sonra devrim ilkelerinin ne büyük bir güçle korunacağını gözlerimizle görecektik.
Nihat Erim böyle konuştu idi o akşam. Bu sözleri ben şüphe ile dinlemiş, fakak böyle bir politikanın yurdumuzdaki demokrasi mücadelesini birkaç yıl içinde çıkmaza sürükleyebileceğini doğrusu iyice tahmin edememiştim. Nihayet karşı tarafın başında da Atatürkçü geçinen, Halk Partisi'nden yetişme yaşlı başlı kimseler vardı. Devrim ilkelerinin soysuzlaşmasına onlar da göz yumamak durumunda idiler. Seçimleri kazanırlarsa onlar da derlenip toplanır, gericilere ''dur!'' diyebilirlerdi.
Yazık ki olaylar böyle gelişmezdi. 1946'dan, hatta daha öncelerden başlayarak bugüne değin Atatürk ilkeleri hep ihmale uğradı. Gerçi kimse çıkıp da ''Arap yazısını geri getirelim, dört kadınla evlenilebileceğine dair Medenî Kanuna madde ekleyelim. Ramazanda oruç yiyenleri hapse atalım. Cuma namazını mecburî kılalım'' diye resmen bir teklifte bulunmuyur. Görünüşe göre hepimiz Atatürkçüyüz. Kaygılarımızı dile getirdiniz mi, sorumluların cevabı hazır:
- Efendim nasıl olur? Bundan sonra artık eski yazıya dönülür mü?
diyorlar. Ama beri yanda bir türlü ilkokula kavuşturamadığımız masum yavruların yüz binlercesi sağdan sola ''elif üstün e''meşk ediyor. Medenî Kanuna göre suç sayılması gereken çok kadınla evlilik müessesesi eskiye kıyasla bugün belki daha da rağbette. Kimse kimsenin ibadetine karışmaz deriz, fakat ramazanda lokantaların otuz gün kapatılması, birçok şehirlerde artık millî geleneklerimiz arasına girmiştir. Meşhur alaturkacı artistlerimiz bu süre içinde (icra-yi lû-biyat) etmeyeceklerine dair gazetelere ilân vererek kendilerine yeni bir reklâm metodu bile bulmuşlardır. Abdest alırken fotoğraf çıkartmak suretiyle aynı metodu bir kısım politikacılarımız da benimsemiş görünüyorlar.
Bu şartlar altında istediğimiz kadar ''Atatürk ilkeleri yürürlüktedir'' diye haykıralım, kimseyi kandıramayız. Kandırsak da ne çıkar? Atatürk ilkeleri dışında gerçekten demokratik bir düzenin kurulmasına imkân var mıdır?

22.7.1962

AÇIK VEYA KAPALI, GERÇEK BU!

Kapalı rejim derken, eğer Sayın İnönü kendi cumhurbaşkanlığı devrini kastediyorsa ona bir şey denemez; fakat Kurtuluş Savaşı'ndan Atatürk'ün ölümüne kadar geçen''çağ değişimi'' diyebileceğimiz ihtilâl ve inkılâp yıllarını kapalı rejimler arasında saymaya hakkımız yoktur. Böyle bir düşünceyi benimsediği takdirde, biz o yılar boyunca ikinci adam olarak memlekete büyük hizmetleri dokunduğunu bildiğimiz İsmet İnönü'yü 1938'den sonra Millî Şef, cumhurbaşkanı, muhalefet lideri sıfatlarını kazadan ve nihayet döne dolaşa koalisyon hükûmeti başkanlığına ulaşan Sayın İnönü'ye karşı savunma zorunda kalırız.
Yurdumuzda bir dikta rejimini özleyen gerçek bir Atatürkçü bulunabileceğini havsala almaz. Çünkü gerçek Atatürkçüler Atatürk devrinin bir dikta idaresi olmadığına emindirler. 1950 seçimleriyle kurulan sözüm ona açık rejim şartları içinde hayretle gördüğümüz, okuduğumuz ve duyduğumuz nüfuz suistimalciliğine, din ve vicdan sömürücülüğüne, hazine soygunculuğuna ve millet malı yağmacılığına Atatürk devrinde göz yumulmamıştır. Atatürk devrinde mahkemelere baskı yapılarak masum adamlar zindana gönderilmemiş, hoşa gitmeyen davranışlarından ötürü ''görülen lüzum üzerine'' gerekçesi ile yargıçlar, yüksek memurlar emekliye ayrılmamıştır.
Atatürk devri bir ihtilâl ve inkılâp devri idi. Bu devre, milletimizi çağdaş uygarlık düzeyine ulaştıracak, akıl yolu ile kendi meselelerini çözümleyecek şartların yaratılması çabaları içinde geçmiş, şartları engelleyen gelenek ve görenekler, bu devrede yıkılmış, ya da sindirilmiştir. Atatürk ilkeleri dediğimiz yasalar ve yasaklar düzeninden hiç biri keyfi bir dikta hevesinden doğmamıştır. Tüm olarak ele alındığı zaman bu ilkeler, çağdaş uygarlığa ayak udurmamızın vazgeçilmez öğeleridir. Vatandaş hürriyetleri de, halk egemenliği de ancak bu ilkeler dimdik ayakta tutulabildiği takdirde gerçekleşebilir. Bugünkü siyasal ortamda Atatürk ilkelerini yaşatma, yürütme, ileriye doğru geliştirme görevi başlıca CHP'nin omuzlarına yüklenmiştir. Bu konuda aciz göstermek, ya da tavizlerde bulunmak tehlikelidir.
Bu itibarla, Sayın İnönü'nün küçük kurultay toplantısında yaptığı konuşmayı biz devrim ilkeleri açısından doğru bulmadığımızı söyleyeceğiz. İçinde bulunduğumuz koalisyon yönetimini yaşatmak imkânlarından söz açan Sayın lider bunu karşılıklı bir uzlaşma, bir hoşgörü zaruretine bağlamış ve kendini örnek diye göstererek arkadaşlarına sabırlı olmalarını tavsiye etmiştir.
Karma hükûmetlerin ancak uzlaşma yolu ile kurulabileceği meydanda bir gerçektir. Bir parti devletçidir, devletçiliğinden bir miktar fedakârlık eder, bir başkası özel teşebbüsçüsüdür, kimi alanlarda devletçiliğe boyun eğer, böylece karma hükûmet kurulabilir. Nitekim Avusturya'da, Belçika'da, Danimarka'da bu sistemin başarı ile yürütüldüğünü görüyoruz. Fakat bir devrimin eseri olan, hayatını doğrudan doğruya o devrime borçlu sayılması gereken bir rejimde temel ilkeler hiç bir şekilde tartışma konusu edilmemek gerekir. Anayasanın mahkûm ettiği bir idarenin özlemi içinde öç alma duygularını gizlemeyenlerle nasıl uzlaşılabilir? Devletin laiklik ilkesini hiçe sayarak yürürlükteki kanunları çiğnemek pahasına öğretim birliğini bozanları hoş görmeye imkân var mıdır? Vicdan sömürücülüğüne açıkça karşı koymanın karma hükûmeti dağıtacağını, ya da gelecek seçimlerde oy kaybına yol açacağını düşünerek elleri böğründe ''ya sabır!'' çekmek olumlu bir politika mıdır?
Biz bu davranışların ne CHP'ye, ne de Türk demokrasisine yararlı olduğu inancındayız. Açık rejim, her şeyden önce kendine hayat veren temel ilkelere kesin olarak sarılmak zorundadır. İçinden pazarlıklı kimselere vakit kazanmak maksadıyla el uzatılırsa, buna -Batılı anlamı ile- uzlaşma değil, olsa olsa idare-i maslahat politikası denir. Tarih boyunca zevahiri kurtarmaktan gayri hiç bir işe yaradığını görmediğimiz bu politikaya bel bağlanamayacağını artık öğrenmeliyiz. Önümüzdeki kısa süre içinde CHP kendini toparlamalı, varlığının kaynağı olan devrim ilkelerine yeniden dört ele sarılmalı, çok partili hayatı ancak bu ilkeleri yaşatarak yürütebileceğimizi ispat etmelidir.
Atatürk: devrinin olduğu gibi geri gelmesi diye bir düşünceye bugün aklı başında hiç bir vatandaş kapılamaz. O devre damgasını vuran kuşak göçmüş, yerini başka kuşaklara ve başka bir devre bırakmıştır. Normal gelişim şartları içinde bize düşen görev, büyük eseri ileriye doğru götürmektir.
Bu davada en büyük sorum şüphesiz CHP'nin omuzlarına yığılı duruyor. Altından kalkamazsa Atatürk'ün kurduğu parti kendi (hikmet-i vücut)ünü yitirmiş olacaktır.

29.7.1962

BİZİ DEĞİL, BARİ ONLARI DİNLESELER

Türkiye olaylarını yakından izleyen ağırbaşlı yabancı gazetelerin bir süredir hakkımızda hiç de iyimser sayılamayacak yorumlara başvurduklarını görüyoruz. Son fıkralarından birinde arkadaşımız İlhan Selçuk bu yorumlara dair kısa örnekler veriyordu. Ayrı memleketlerde yaşayan, ayrı gazetelerde çalışan, belki Türkiye'ye de ayrı açılardan bakan, fakat tarafsızlıklarından şüphe edemeyeceğimiz birtakım yazarlar, aralarında söz birliği etmişçesine, hep şu düşünceyi açığa vuruyorlar: ''Ekonomisini kalkındırabilmek ve günümüz şartlarına ayak uydurabilmek için Türkiye birtakım temelli reform hareketlerine girişmek zorundadır. Oysa, Türk hükûmeti bir türlü karar verip harekete geçememekte, bu yüzden de memleketin içinde çırpındığı güçlükler günden güne ağırlaşma tehlikesi göstermektedir.''
Yabancı basının sözünü ettiği temelli reformlar nelerdir, bunları aramızda bilmeyen yoktur. Millî gelir dağılışındaki adaletsizliği azaltacak, üretim gücümüzü arttıracak, toprağımızın kayıp gitmesini önleyecek, yurdumuzdaki iş gücünü değerlendirecek teknik ve sosyal bütün tedbirler, özlenen reformların çerçevesi içine girmektedir. Şimdiye değin bu hususta sayısız komisyonlar kurulmuş, güzel sözler söylenmiş, parlak raporlar hazırlanmış, meseleler teker teker enine boyuna tartışılmış, fakat bugünkü demokratik ortamın insanı kötürüm edici baskısı altında ileriye doğru henüz bir adım atılamamıştır. Bizim koalisyon iktidarının göze görünür vasfı statükoculuktur. Memleket davalarını çözmekten sorumlu liderler, şimdilik daha ziyade durumu idare ederek vakit kazanmaya önem veriyor gibidirler. Yurdumuzun bugünkü şartları bakımından herhangi olumlu bir reform hareketi, elbette bir azınlığın çıkarını zedeleyecek, hatta bir süre için belki büyük çoğunluğun da çıkarını zedelemiş olacaktır. Reform zaruretine inanmış olsalar bile, bugünkü yöneticilerin çoğu böyle bir ihtimal karşısında cesaretlerini yitirmekte, yerlerinden kımıldayamamaktadırlar.
Aslına bakarsanız bu görünürdeki hareketsizlik birtakım politikacıların toplumu adım adım geriye doğru sürüklemelerine engel olmamaktadır. Yani gerçek anlamı ile bugün Türkiye'nin yerinde saydığını söylemek bile doğru değildir. Görünmez bir kuvvet bizi eteğimizden yakalamış bilinmez bir karanlığa çekmektedir. Bu tehlikeye işaret ettiniz mi, İsmet Paşa demokrasinin kahraman bekçileri derhal şahlanmakta ve dikta rejimi taraflısı diye sizi suçlandırmaktadırlar.
Oysa, ekonomi alanında gerekli reformlara girişemediğimiz için bizi tenkit eden Batılı gazeteler, bundan on yıl önce Atatürk reformlarına sırt çevirdiğimizden ötürü bizi yine tenkit ediyorlardı. Şunu unutmayalım ki, devrim ilkeleri yürürlüğe konduğu zaman bu gazetelerden hiç biri Atatürk'ün demokrasi ilkelerine aykırı davrandığını iddia etmemiş, onu kamu oyuna bir diktatör olarak tanıtmamıştı. Tam tersine, gerçek demokrasinin savunucusu bildiğimiz bütün Batı aydınları Atatürk devrimlerini tarihte benzerine az rastlanır bir uygarlık savaşı olarak yürekten alkışlamışlardı. Biz, yapıcı bir hürriyet düzeninin yurdumuzda yerleşebilmesini ancak devrim ilkelerini ayakta tutan kanunlara sıkı sıkıya bağlılıkta görüyorduk. Öyle davransaydık, bugün özlenen reform hareketlerine başlamakta bu kadar gecikmez, böylesine (idare-i maslahatçı) bir yol tutup sürekli bir bocalama krizine yakalanmazdık. Demokrasiyi yanlış anladığımızı ileri sürerek bize hücum eden statükoculara tavsiye ederiz, hür dünya basınına ara sıra bir göz atsınlar. Demokratik düzenin yurdumuzda işleyebilmesi için Atatürk ilkelerini yaşatmanın, ayrıca bu ilkeleri birtakım iktisadî ve sosyal reformlarla güçlendirmenin şart olduğunu göreceklerdir.
Geri kalmış ülkelerde ''demokrasi yapıyorum'' diye gericiliğe taviz veren iktidarlar bu metodla ne demokrasiyi ne de memleketi bir karış ilerletemeyeceklerini yi bilmelidirler.

2.8.1962

GÜN IŞIĞINDA MUMLA...

Bize cesur devlet adamları lâzım. Gözünü budaktan sakınmayan, yurt gerçeklerini dobra dobra halk önünde açıklamaktan yılmayan, ne pahasına olursa olsun halkı uyarmayı bir namus borcu bilen devlet adamlarına şiddetle ihtiyacımız var.
On yedi yıldır denediğimiz sözüm ona şu açık rejimi, başlangıçta, fikirlerimizi korkusuzca savunabileceğimiz bir ortam yaratmak amacı ile kurmamış mı idik? Demokrasi, fikir hürriyetini herkese mal eden sistemin adıdır, diyorduk. Oysa on yedi yıldır ne görüyoruz? Bir korku, bir aldatmaca, bir kaşkariko deryasının ortasında bocaladığımızı inkâr edemilir miyiz? Kolay tarafından iktidara gelmenin yolu bir çıkarcı azınlığa hoş görünmek formülünde bulunduğu için demokratik sistem daha ilk adımda tersine işler bir çark halini almaya başlamıştır. Bu çıkarcı azınlığın desteği olmaksızın seçim kazanamayacaklarını anlayan partiler, on yedi yıldır baş döndürücü bir taviz yarışından bir türlü yakalarını kurtaramamaktadırlar. İçlerinden en ülkücü bildiğimiz C.H.P.'yi ele alalım. Bu parti adına konuşan liderlerin bugüne değin bir kez olsun toprak reformundan, orman kanunundan, ya da öğretim birliğinden söz açtığını duydunuz mu? Sayısız seçim konuşmaları yapan Sayın İnönü ''İktidarı kazanırsak yüksek tarım gelirlerini vergiye bağlayacağız, ormanları yakılıp yıkılmaktan kurtaracağız, layikliğe aykırı hafız okullarını kapatacağız'' anlamına gelebilecek bir tek nutuk söyledi mi?
Ne yazık ki söylemedi, söyleyemedi. Çıkarcı azınlığın hışmına uğrayıp seçimleri kaybetmek korkusu ile mühürlenen diller sadece karşı tarafı yermek maksadı ile döndürüldü.
- Elma bahçelerinizi Amerikalılara satacaklar! gibilerden aşırı suçlamalara başvuruldu, memleket realitelerine göz yumuldu ve daha ziyade yuvarlak laflar edildi.
Üç beş yazar alemi ellerine alıp ilgilileri ara sıra dürtüklemeye çalışmış, beş on gönüllü halk önünde düşündüğünü açıklamaktan çekinmemiş, bunun ne önemi var? Bu kadarına kapalı rejimlerde de raslamak daima mümkündür. Bize bugün lazım olan, sorum yüklenebilecek bir devlet adamının, sözüne güvenilecek bir parti ledirinin ortaya çıkması ve seçimleri ebediyen kaybetmek pahasına da olsa, Türkiye'mizi kalkındırmak uğruna devlete ve vatandaşlara düşen görevleri korkusuzca, açık açık söylemesi, bıkmadan, usanmadan bunları tekrarlamasıdır.
Toplum hayatında öyle anlar oluyor ki, bir tek cesur devlet adamı, davranışı ile milletin kaderi üzerinde ölçülemeyecek derecede yapıcı bir rol oynayabiliyor. Jefferson'u düşününüz, Clemenceau'yu, Churchill'i düşününüz. Doğru sözlükleri ve cesaretleri sayesinde bu devlet adamı altından kalkılamaz sanılan güçlükleri yenmişler, yalnız seçimleri değil, hayatlarını kaybetmeyi göze almakla vatanlarına olduğu kadar demokrasi ülküsüne de eşsiz hizmetlerde bulunmuşlardır.
Evet, bize cesur devlet adamları lazım. Gözünü budaktan sakınmayan, inandığı davayı her zaman ve her yerde açıkça savunmaktan yılmayan, yurt gerçeklerini yüksek sesle haykırmayı bir namus borcu bilen devlet adamlarına şiddetle ihtiyacımız var.
Kimbilir çektiğimiz sancılar belki de bu ihtiyacın dışa vurmuş belirtilerinden ibarettir.

10.8.1962


7 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,



***