27 MAYIS'TAN 12 MART 'A NADİR NADİ, YAZILARI, BÖLÜM 7
PLANDAN DA TAVİZ VERİLİRSE..
Son günlerde tertiplediği radyo konuşmaları ve basın toplantıları ile Sayın Başbakan, hürriyet içinde planlı kalkınma düşüncesini yurt düzeyine geniş ölçüde yaymaya gayret ediyor. Bu gayretleri takdirle karşılarız. Demokratik bir ortamda iş gören hükûmetler, güttükleri politikayı elbette daha başlangıçta vatandaşa beğendirmek isteyeceklerdir. Onların doğal haklarından biridir bu. Hele bizim gibi kısa zamanda çok mesafe almak durumunda bulunan ve giriştiği hamle başarısızlığa uğrarsa büyük krizlerle karşılaşacak, belki de hürriyet rejimine uzun bir süre veda etmek zorunda kalacak olan bir memleket hesabına Sayın İnönü'nün harcadığı titiz gayretleri hiç yadırgamadığımızı söylemeliyiz. Daha önce de birkaç kez açıkladık, ekonomik kalkınmamızı bir an önce gerçekleştirmek amacını güden bütün çalışmaları, biz desteklemeye hazırız. Birtakım dogmalar, ön yargılar, ya da duygusal eğilimlerin etkisi altında her yapılana otomatik olarak dudak bükmeyi doğru bulmuyoruz.
Yalnız her fırsatta tekrarlamaktan bıkmadığımız bir noktaya burada bir daha dokunalım: Türkiye'nin bugünkü koşulları altında olumlu işler başarmak isteyen bir hükûmet, davranışlarını seçim kaygılarına göre ayarlamak huyundan mutlaka vazgeçmelidir. Onyedi yıllık demokrasi denemesi bu yolun bir çıkmaz olduğunu bize açıkça göstermiş olmak gerekir. Seçim kaygısını bir yana atacağız ve memleket ekonomisinin kalkınması için neler yapmak zorunda olduğumuzu kararlaştıracağız. Bunu kararlaştırırken de iki hususa özellikle dikkat edeceğiz: Bilimsel gerçekler neyi emrediyorsa ona boyun eğmek ve yurttaşlardan isteyeceğimiz fedakârlıkta eşitlik prensibini zedelememek.
Oysa Sayın İnönü'nün gayretlerine paralel olarak hükûmet çalışmalarında yukarıki hususlara önem verildiğini pek göremiyoruz. Seçim kaygısının her şeye rağmen bir korkunç hayalet gibi karma iktidarı her kanadı ile sardığını inkâr edebilir miyiz? Üç yıl sonra karşılaşacakları fırtınayı atlatmanın telaşı içinde, sorumlu politikacılarımız davranışlarını daha şimdiden planın başarısını değil de seçmenin oyunu sağlamak amacına göre ayarlamışa benziyorlar. Maliye Bakanı Sayın Melen'in açıkladığı Gelir Vergisi Kanunu ile ilgili son tasarı bu konuda bütün iyimser duyguları sarsacak kadar ağır tepkilere yol açmıştır. Dar gelirli vatandaşları durumunda hiçbir ferahlatıcı tedbire başvurulmaksızın tarım sektörünün fiilen vergi dışı bırakılmasını, yatırımları teşvik parolası altında da yüksek gelirlerden indirim yoluna gidilmesini başka türlü yorumlamaya imkân var mıdır?
Bu durum gösteriyor ki, iktidarın kuruluş tarzı ne olursa olsun, statükocular oraya her zaman hâkimdirler ve istediklerini hükûmete dikte etmek yeteneğini eskisi gibi ellerinde tutmaktadırlar.
Bizce Sayın İnönü'nün anlamadığı nokta şudur: C.H.P. 'nin önümüzdeki seçimlerde çoğunluk sağlayabilmesi, ancak ''Hürriyet içinde Planlı Kalkınma'' hamlesinin gözle görülür, elle tutulur sonuçlar vermeye başlaması ile mümkün olabilecektir. Bunun dışında hiçbir taviz politikası bu partiyi seçmene şirin göstermeye yetmeyecektir. Oysa planın muhtemel başarısı da her şeyden önce plancıların hazırladıkları esaslara bağlı kalmak, planı yürütecek olan gelir kaynakları üzerinde tehlikeli değişikliklere başvurmamak suretiyle gerçekleşebilecektir.
Şunu da unutmayalım ki, içine girmeye çalıştığımız planlı kalkınma hareketi titiz bir dikkatle uygulansa bile, bunun yüzde yüz başarı ile yürüyeceğine dair elimizde herhangi bir teminat yoktur. Bin türlü faktöre dayanan, bunlardan bir tanesi unutulduğu veya aksadığı takdirde başımıza büyük güçlükler çıkarmasını bekleyeceğimiz bir sistemi, politik kaygılarla daha başlangıçta kendimiz zedelersek, yarın elbette sadece hayal kırıklığına uğrarız.
23.9.1962
HASTALIK VE BELİRTİLERİ
Bir memlekette ekonomik denge bozulursa bunun belirtilerini fasulye çuvalları üzerine iliştirilen etiketlere bakarak izlemeliyiz. Ekonomik çöküntünün en şaşmaz göstergelerini toplum hayatının çeşitli alanlarıyla ilgili istatistik rakamlarında aramak gerekir. Bir yerde hırsızlık, cinayet, soygunculuk vakaları artıyor mu? Kadınlara, kızlara karşı işlenen saldırı suçları tehlikeli bir hal mi almıştır? Kötü yola sapan kadın ve kızların sayısında yükselme mi vardır? Verem gibi kaynağını sefaletten alan hastalıklar çoğalmakta mıdır? Aile geçimsizlikleri, boşanmalar, intiharlar eskiye kıyasla daha mı fazladır. İstatistik rakamları, bu soruların çoğunu doğruluyorsa artık bu olayları grup grup ele alıp her birine tıp, hukuk, polis, ya da jandarma tedbirleriyle çareler aramak manasız bir şey olur.
Sayın İçişleri Bakanı Doğudaki eşkıyaları bastırmak için oralara vagonlar dolusu kuvvet gönderebilir, Sayın Sağlık Bakanı belli sosyal hastalıklara karşı amansız bir savaş açabilir. Sayın Adalet Bakanı ırz düşmanları hakkında Meclisten idam kanunları çıkartabilir. Bu tedbirlerden az çok fayda da beklenebilir, fakat yurdun ekonomik dengesini düzeltmek uğruna gerekli reform hareketlerine başvurulmazsa öteki bütün tedbirler yarım kalmaya mahkûmdur.
İkinci Dünya Savaşından sonra Almanya'da, Fransa'da, İtalya'da ve daha birçok tahribe uğramış memleketlerde görülen sosyal aksaklıklar ancak savaşın bozulduğu ekonomik denge yeniden kurulmakla düzeltilebilmiştir.
Biz gerçi İkinci Dünya Savaşının dışında kaldıksa da bizim ekonomik davamız harp sonrası Batı Avrupa milletlerinin karşılaştığı ve çözdüğü ekonomik problemlerden çok daha çetin, çok daha köklüdür. Az gelişmiş bir millet olarak biz öteden beri düşük bir hayat düzeyinde yaşamaktayız. Nüfus artışının baskısı ile bu düşük standart yıldan yıla daha da düşmektedir. Dün bir ekmekle iki vatandaş karnını doyurabiliyor idi ise bugün aynı ekmeği üç vatandaş bölüşmektedir. Yarın dört vatandaş bu ekmekle (kifaf-ı nefs) etmek zorunda kalacaktır. Üretim gücümüzü kısa zamanda ve hızla yükseltemediğimiz takdirde, ıstırap içinde kıvranan büyük halk kitlesi artık dayanamaz hale gelecek ve toplum bünyesinde büyük patlamalar olacaktır.
Bugün yürürlükte bulunan toprak rejimi, tarım, endüstri, ticaret ve vergi sistemleriyle üretim gücümüzü kısa zamanda arttırmanın imkânsızlığı meydandadır. Millî gelirin dağılışındaki adaletsizliği yıllık istatistik rakamları gözümüze sokarcasına ortaya koymaktadır. Bu gidişle, bir gün mukadder görünen büyük patlamaları önlemek için, henüz vakit varken, topraktan başlayarak bir an önce esaslı reform hareketlerine başvurmamız şarttır. Toplum bünyesini zedelemeden, devrim sayılacak sert ve kesin değişikliklere girişmeden bu işi başarmak mümkündür.
Bunu kim yapacak? Elbette Büyük Millet Meclisi ve elbette orada millet adına görev yüklenen sayın milletvekillerimiz değil mi? Ama gelin görün ki bu saygıdeğer adamlar ve onların meydana getirdiği siyasal partiler gerçek memleket davalarını arka plana atmışlar, Tanrının günü boğaz boğaza kavga etmektedirler. Biz Atatürk devrimlerini çağımız şartlarına göre ilerletmenin yolunu bulalım diye çırpınırken bir kısım milletvekilleri ve senatörler Atatürk devrimlerinin kökünü kazıyıp milleti gericiliğin karanlık kucağında yeniden uyuşturmanın tertiplerini araştırmaktadırlar.
Akılları sıra bunlar ekonomik denge bozukluğunu böylece bir Tanrı buyruğu gibi halka yutturabileceklerini umuyorlar. Oysa aldanıyorlar. Tuttukları yolun çıkar yol olmadığını tabiat kanunları onlara bir gün mutlaka ispat edecektir. Millete çok pahalıya mal olabileek durumlara düşmeden, henüz iş işten geçmediği bir sırada, bu saygıdeğer adamları uyarmaya çalışanlar, ne yazık ki, onlardan sadece küfürle karışık homurtulu cevaplar almaktadırlar.
4.10.1962
BİTMEMİŞ SENFONİ
Bir devrim sonrası şartları içinde kurulan bir iktidar, o devrimin nedenlerini dikkate almaksızın, sanki işler eski düzen üzere pekâlâ yürütülebilirmiş gibi bir yol tutarsa, toplum bünyesi bu halden rahatsızlık duyar. Daha açık bir deyimle, devrimin yıktığı zihniyete toplum bünyesinde yeniden serpilip gelişme imkânları sağlanırsa o devrim yarım kalmış, hedefine varamamış sayılır. Bu takdirde devrimden yana kuvvetlerle devrime karşı kuvvetler arasında bir gün feci bir şekilde patlak vermesi mukadder bir çatışma, yarı gizli yarı açık br şekilde sürüp gider.
Önceki akşam Ankara'da geçen üzücü olaylar, 15 Ekim seçimlerinden bu yana belirtilerine sık sık rastladığımız sosyal rahatsızlığın gittikçe ağırlaştığını en görmek gözlere bile sokacak kadar önemlidir. Bu olayları doğuran nedenler ortadan kaldırılmadığı takdirde yarın şu ya da bu yöne doğru gelişebilecek çok daha tehlikeli olaylarla karşılaşacağımızdan hiç şüphe edilmemelidir.
27 Mayısı geride bıraktığımız son iki buçuk yıl boyunca biz burada bir noktaya ısrarla dokunduğumuzu hatırlıyoruz: Bu devrim, birtakım insanları değil, bir zihniyeti yıkmak amacı ile göze alınmış ve başarılmıştı. Bu itibarla, hürriyet ve demokrasi parolası altında düşük yönetim temsilcilerine yurdumuzda söz hakkı tanımak onlara Anayasanın mahkûm ettiği bir devri açıkça ve hasretle anma imkânını sağlamak, hürriyeti ve demokrasiyi bir yana bırakınız, ilk önce devrim psikolojisini anlamamak ve sosyoloji kanunlarını hiçe saymak demek olurdu. Böyle bir davranış, eskilerin deyimi ile düpedüz (tablet-ı eşya)ya aykırı idi.
1923'te saltanatı, 1924'te halifeliği yıkan Türk devrimcilerinin, aradan bir iki yıl geçer geçmez padişahlık ve halifelik temsilcilerine yurdumuzda söz hakkı tanıdıklarını farz ediniz. 27 Mayıstan sonra yavaş yavaş gelişen politik durum, nihayet bugün bizi işte böyle acayip bir ortama sürüklemiş gibidir. İkinci Dünya Savaşı sona erdiği gün Fransa'da Petain'in, İtalya'da Mussolini'nin, Almanya'da Hitler'in yüz binlerce, milyonlarca taraflısı vardı. Her üç memleket de anayasalarını değiştirerek devrimiz şartlarına uygun tamamıyla hür ve demokratik rejimler kurdular. Fakat ne yaptılar? ''Yurdumuza hürriyet getirdik'' gerekçesine dayanarak yıkılan zihniyetlerin temsilcilerine yeniden palazlanıp teşkilatlanma hakkı tanıdılar mı? Böyle yapsalar, o memleketlerde İkinci Dünya Savaşından sonra gördüğümüz huzur, refah ve ilerleme ortamı gerçekleşebilir mi idi? Ve böyle yapmadıkları için bu memleketin hürriyet düşmanı olduğunu iddia eden bir kişi çıktı mı?
Ne yazık ki, başta Sayın İnönü, bizim soyut demokrasi kahramanları milletçe onaylanan yürürlükteki anayasamızın mahkûm ettiği bir devre karşı özlem duyulmasını, bu özlemin halk önünde açıkça ifade edilmesini, hatta o devri geri getirmek amacı ile teşkilât kurulmasını hoş görürler.
Bir devrimden sonra bir karşı devrim tehlikesini inkâr edecek değiliz. Bu da eşyanın tabiatından doğma, fizik diyebileceğimiz bir tepkidir. Fakat devrimi temsil eden, devrimden aldıkları güçle işbaşına gelen bilinçli iktidarların başlıca görevi, karşı devrim dediğimiz yenilmiş kuvvetleri sindirmek, onları gayrimeşruluğun karanlık duvarları arasında zararlı zihniyetleriyle ve kötü özlemleriyle başbaşa bırakmaktır.
İşbaşındaki sorumlular bu esas görevlerini kavramakta daha fazla gecikirlerse memlekete yazık olacaktır.
12.10.1962
ROMANTİK BİR ÇAĞRI
Dünkü gazetelerde okuduğumuz C.H.P. bildirisi şüphesiz bütün iyi niyetli yurttaşların duygularını yansıtacak değerdedir. Fakat çağımız gerçeklerinden ziyade romantik kaynaklara dayanır bir edası var bu bildirinin.
- Atatürk ilkelerine sarılalım. Zira yurdumuzu istikrara, huzura, refaha kavuşturacak tek tılsım budur. siyasal partiler bu temel üzerinde birleşsinler. Böylece, mes'ut Türkiye'nin mimarları olmak şerefini paylaşalım!
Bir dilek, bir özlem olarak kulağa ne hoş geliyor bu sözler! Çok partili hayata geçtiğimiz on yedi yıldır sizi bu düşüncenin karşıtını açıkça savunan bir kimseye rastladınız mı aramızda? Çünkü topraklarımızda yaşayan sağduyulu insanlar ve onların yanısıra devrim Türkiyesinin yetiştirdiği zinde kuşaklar Atatürkçülüğe gerçekten bağlıdırlar. Bu böyle bilindiği için, gizli ya da açık niyeti ne olursa olsun, her politikacı daha söze başlarken Atatürk'ün adına sığınmayı âdet edinmiştir. Biliyoruz, C.H.P. Atatürkçü. Sanki D.P. Atatürkçü değil mi idi? Devrim ilkelerinin birer kurbanlık koyun gibi boğazlanmasını gülümseyerek karşıdan seyrederken D.P.'li oy avcıları üstelik C.H.P.'yi Atatürke hiyanet etmiş olmakla suçlamaz mı idi?
- Paralardan, pullardan resmini kaldırdınız. Yıllar geçti, rahmetliye bir mezar bile yaptırmadınız!
Diye haykıranlar hep bu devrim ilkelerini yobazlara peşkeş çeken profesyonel politikacılar değil mi idi? Bugün ortalığa bir göz atınız; Sağcılar Atatürkçü, Solcular Atatürkçü, A.P.'liler Atatürkçü, Y.T.P.'liler, C.K.M.P.'liler, M.P.'liler Atatürkçü, herkes Atatürkçü. ben eminim ki Atatürk'ün sağlığında, devrim ilkeleri demir gibi ayakta durur ve genç kuşakları eğitirken yurdumuzda bu denli Atatürkçü bulmak güçtü. O zamanlar hiç değilse eskiden Atatürk'le şu ya da bu konuda fikir ayrılığına düştüğü için bir kenara çekilmiş beş on kişi vardı. Bugünkü uydurma Atatürkçülerin yanında bir kısmı hâlâ hayatta bulunan bu sayın kişilerin gerçek birer Atatürkçü olduklarına dair ben kalıbımı basarım.
Demek istediğim şu ki, öyle romantik bildiriler yayınlamak, partileri devrim ilkeleri yanında birleşmeye çağırmakla yurdumuzun hep özlediğiniz huzura kavuşturulmasına pek imkân yoktur. Devrimler çağrı ile değil eylemle yaşar ve sürekli uygulamayla, sürekli eğitimle gelişir, serpilir, gürbüzleşir.
C.H.P. bildirisinde önerilen düşünceyi bu gazete onyedi yıldır savunmakta, yurdumuzda ileri bir hürriyet düzeninin ancak Atatürk ilkeleri ayakta tutulmak şartı ile gerçekleşebileceğini yazıp durmaktır. Ama nihayet bu bir gazetedir, bir iktidar değildir. Yazmaktan ve ilgilileri uyarmaya çalışmaktan gayri elinden bir şey gelmez.
Devrim ilkeleri kayıtsız şartsız yürütülmek zorundadır. Ancak bu yapılabildiği takdirdedir ki yurt sorunlarını halk çıkarı açısından ele almak ve onları akıl yoluyla çözmeye elverişli bir ortam yaratmak mümkün olabilecektir. Böyle bir ortama kavuşulduğu zaman işçi ne istiyor, çiftçi ne istiyor, rahatça konuşulabilir, devletçiliğin ve özel sektörün sınırları üzerinde verimli tartışma kapıları açılabilir. Siyasal partilerimiz de, batıda olduğu gibi, akla dayanan birer politikanın temsilcisi haline yükselebilirler.
Şimdiki yolun sonu hayal kırıklığıdır. Bildirilerle ve romantik çağrılarla durum bir süre idare edilse de, sonuç önlenemez.
18-10-1962
AF ÇIKTI, AF İSTERİZ!
Daha haftası olmadı ''Sevgili Paşamız, Sayın Başbakanımız'' diyerek C.H.P. liderinin dizleri dibinde birlik ve kardeşlik bildirileri yayımlayan kimi politikacılar, şimdiden eski taktiklerini ele aldılar. Yurdun huzura kavuşması için genel af lazımmış. Bu uğurda var güçleriyle çalışacaklarmış. Henüz Kayseri Cezaevinin kapıları aralanmadığı bir sırada bu konu üzerine çektikleri nutuklarla işte bir yandan çalışmaya koyuldular bile.
Şimdiye değin çok yazdık, bunun böyle olacağı belli idi. Geçen yıl ''ilk önce huzur, sonra af'' prensibini savunan Sayın İnönü arada karşı tarafa verdiği tavizle şimdiki ortalama yolu tutacak yerde Meclise toptan bir af tasarısı getirebilse idi, durum yine başka türlü gelişmeyecekti. Bugün parlamentomuzda söz sahibi olan bir kısım politikacıları dinliyoruz. Bunların gerçek isteği düşük devri ihyâ etmek ve 27 Mayıstan öç almak olduğunu içimizde anlamayan kaldı mı? Kademeli ya da genel olsun, hiçbir af kanununun bunları doyurmayacağını hep biliyoruz. Öyle olduğu halde başta Sayın İnönü, kendilerini bir ''rejimi kurtarma'' kompleksine kaptıran kimi sorumlular, hiçbir meselemizi çözemeyecek olan belki son derece ince fakat o nispette yararsız birtakım politika ustalıklarıyla vakit kazanma çabası içinde görünüyorlar.
Bu taktiği karşı taraf da çok iyi biliyor ve en az ikdtidar sorumluları kadar onu ustaca kullanıyor. Ufukta bir tehlike işareti belirdi mi hepsi İsmet Paşanın eteğinde, varsa İnönü, yoksa İnönü. Memleketi demokrasiya kavuşturan da o, demokrasiyi memlekette yaşatan da o. Paşa, rejimin en büyük teminatıdır. Af mı? Paşa nasıl uygun görürse öyle çıksın. İsterse hiç çıkmasın, şimdilik geri bırakılsın. Rejim uğruna bütün partilerin (beşi birlik) ve bütün bağımsızlıkların katlanmayacağı fedakârlık yoktur. Ama ortalık biraz yatışmaya görsün, İnönü'yü desteklemek üzere havaya kalkan parmakların daha gölgesi silinmeden, bakıyorsunuz aynı adamlar ağız değiştirmişler, sanki hiçbir şey olmamış gibi yine eski türküyü okuyorlar.
Kim olursa olsun, biz vatandaşların cezaevinde çile doldurmasını zevkle seyredecek insanlardan değiliz. Demir parmaklıklı kapıların ardında tek bir tutuklu kalmadığını öğrenmek bizi ancak sevindirir. Yurdu huzura kavuşturacağına binde bir ihtimal versek, geçmişi unutarak bu uğurda bir kampanya açmayı ve sonuna kadar savaşmayı görev bilirdik.
Ne var ki bir yıldır politika hayatımızın zembereği haline getirilen bu af tartışmalarıyla hiçbir memleket derdine çare bulunamayacağına inanıyoruz. Ne ekonomik kalkınmamızın, ne demokratik düzenin, ne de yurt huzurunun af konusu ile bir ilişiği vardır. Tersine, bu konu üzerinde duruldukça davalarımızın çözümü uzamakta, bizim için paha biçilmez değer taşıması gereken günler birbiri ardına kaybolup gitmektedir.
Kendi kendimizi aldatmayalım: Ne için yapılmış olursa olsun, şu 27 Mayıs devrimi herhalde statükocuların zaferi uğruna göze alınmıştır. Politikacılarımızın bu noktaya dikkatle eğilmeleri gerekir. Hem de hiç vakit geçirmeksizin, bir an önce derhal.
25.11.1962
PLAN VE POLİTİKA ÜSTÜNE
Planlı devlet yönetimi yeni bir kavramsa da devlet yönetimi deyimi ta ilk çağlara kadar dayanır. Eski Yunanca ve Lâtincede politika sözcüğü hem yönetim, hem de (devlet=kent) anlamına gelir. O zamanın devletleri site sınırını pek aşmadığı için polis sözcüğü her iki kavramı birden anlatmaya yetiyordu ve o zamanki kentlerin, bugün hayranlıkla kalıntılarını seyrettiğimiz, kendilerine özgü bir planları vardı. Demek oluyor ki şehir kuruluşu ve belki de şehir hayatı ölçüleri içinde plan fikri büyük medeniyetlere yabancı değildi. Osmanlıcada medeniyet (uygarlık) ve medine (şehir-kent) sözcükleri de aynı kökten gelmez mi?
Bu kısa girişten maksadım, planlı şehir yönetiminden habersiz yaşayan ülkelerde planlı devlet yönetimine sıçramanın pek güç olacağını ilgililere duyurmaktır. Ortaçağ karanlığında kilise yobazlarının baskısı ile bin yıllık bir uykuya dalan Avrupa, Renaissance'la beraber hayata gözlerini açtığı zaman ilk iş olarak şehir-kent kuruluşunu akıl yolu ile düzenlemeye koyulmuştur. güçlü krallar ve prensler bilginlere, sanatçılara imkân sağlamışlar, büyüklü küçüklü merkezlerin serpilip gelişmesine yol açmışlardır. Paris'te Louvre sarayının orta kapısından Champe-Elysees'ye doğru baktığınız zaman önünüzde Carrousel takını, daha ötede concorde dikilitaşını, Marly atlarını, Etoile zafer takını düz bir çizgi üzerine dizilmişçesine birbiri ardı sıra görürsünüz. Bu eserler sanki bir kafadan çıkmış, tek bir plana uyularak bir hizaya oturtulmuş gibidir. Oysa yalnız Louvre sarayının tamamlanması XIII. Louis'ye kadar birkaç kuşak sürmüştür. Carrousel meydanını XIV. Louis, Concorde meydanını XV. Louis, Etolle anıtını I. Napoleon yaptırmıştır. Bu anıtın etrafındaki büyük caddeler III. Napoleon zamanında ünlü şehirci Haussman tarafından 1860 yıllarında açılmıştır. Görülüyor ki, Paris'in bir parçasını bugünkü güzel ve ahenkli haline getirmek için aşağı yukarı dörtyüz yıl boyunca bilginin ve sanatın egemenliği altında sürekli gayretler harcanmış, devlet yönetimi çok kez müstakbel hükümdarlar elinde bulunduğu halde keyfî davranışlardan kaçınılmıştır. Durum, hemen bütün Avrupa kentlerinde aynıdır.
İkinci Dünya Savaşından sonra Alman şehirleri yarı yarıya, kimi yerde daha fazla yıkılmıştı. Bunlardan Münch'e ilk gidişimde dehşet içinde kalmıştım.
- Burasını ne zaman, nasıl onaracaklar?
diye düşünüyordum. Münich'e ikinci uğrayışımda harabeler ortasında bir sergi gördüm. Şehrin ileride alacağı biçimi ana çizgileri ile belirten bir plandı bu. Henüz işgal altındaki bölgede, türlü imkânsızlıklara rağmen Almanlar paçaları sıvamışlar, iğne ile kuyu kazarcasına çalışıyorlardı.
Bugün savaş yıkıntılarının yüzde sekseni onarılmıştır. Tarihsel özelliği olduğu gibi korunmakla beraber Münich eskisine kıyasla daha elverişli, daha konforlu, daha modern bir kent olmuştur. Nüfusu yılda ortalama otuz bin kadar artan şehirde henüz ev sıkıntısı çekiliyor, fakat bir tek gecekondu yok. Susuz, elektriksiz, hele kanalizasyonsuz bir yerde insanların barınabileceği düşüncesini Alman kafası almıyor. Fazla nüfusa eski kışlalarda, hatta eski cezaevlerinde yer gösteriyorlar. Pek sıkışırlarsa uygun yerlere belediye geçici barakalar konduruyor. Fakat fertlerin kendi başlarına gecekondu yapmalarına katiyen göz yumulmuyor. Yıllık nüfus artışı göz önüne alınarak Münich dolaylarında yüz bin nüfuslu dokuz ekleme şehir (Almanlar bunlara Satelit şehir diyorlar) projesi yapılmış ve nâzım planda yerini almıştır. Bu şehirlerden ilkinin bitmek üzere olduğunu gördüm. Münich'in karakterini bozmamak ve ileride bir taş yığını haline gelmesini önlemek amacıyla bilim ve sanat elele vermiş ve son derece çekici bir plan hazırlamıştır. Yüzer bin nüfuslu Satelit şehirler geniş yollarla merkeze bağlanacak bu şehirler arasında, çoğu bizim Gülhane parkının birkaç misli büyüklüğünde parklar, yeşil sahalar, spor ve eğlence yerleri bulunacaktır. Satelit şehirlerin kuruluş temposu Münich'deki nüfusun artış temposuna göre ayarlandığı için Bavyera başkenti, bu plan sayesinde, aşağı yukarı yüz yıl süre ile rahata kavuşmuş demektir.
Evet, polis, politika, kent, devlet, yönetim, medine, medeniyet, bütün bu sözcükler arasında yakın bir akrabalık bulunduğunu biliyoruz. Bilmediğimiz, çağdaş uygarlık düzeyine ulaşmaya gayret ederken (planlı devlet yönetimi) davasını (planlı kent yönetimi) davasından hiçbir şekilde ayıramayacağımız gerçeğidir.
- Türkiye planla kalkınacak ya, varsın Bursa, İstanbul, Ankara gibi kentler şimdilik kendi hallerine kalsın!
diyemeyiz. Davayı bu açıdan ele almak olaylara ters yönden bakmak, davranışımızı birtakım akıl dışı ilkelere uydurmaya kalkmak anlamına gelir. Türkiye'yi planla kalkındırmak istiyorsak, daha önce hiç değilse aynı zamanda, Türk kentlerini de planla geliştirmek zorunda olduğumuzu unutmayalım. Şehirlerimiz ve kasabalarımız Ortaçağda horul horul uyuyup dururken, biz devlet olarak sanki onların toplamından başka bir şeymişiz gibi, hangi planı uygular, nasıl kendimize gelebiliriz?
4.12.1962
BENZEMEK DEĞİL, ANLAMAK
Türk Devrim Ocaklarının Çatalca'da düzenlediği açılış toplantısında bir konuşma yapan şair Behçet Kemal Çağlar, hepimizi üzen bugünkü fikirsiz, ülküsüz, karman çorman halimizden söz ederken:
- Biz demiş, Atatürk ayarında bir lider bulamamanın sıkıntısını çekiyoruz!
Arkadaşımız konuşmasında gerçekten bu anlama gelebilecek bir cümle kullandı mı? Doğrusu ben inanmakta duraksıyorum. Başımız her dara gelişte Atatürk ölçüsünde bir lider bulamayacağımızı buna ihtiyacımız da olmadığını Sayın Çağlar en az benim kadar bilir kanısındayım. Bununla beraber, şairin sözleri kimi gazetelere yanlış geçmiş olsa da, yurdumuz davalarına eğri açılardan bakan aydınlarımız aramızda hiç de azımsanamaz bir çoğunluk teşkil ediyor. Eğri açılardan ele alındığı zaman da, çözülmek şöyle dursun, davalarımızın gittikçe umut kırıcı bir hal aldığını işte görüp duruyoruz.
Her başımız sıkıştıkça Atatürk ayarında birini bulabilse idik Atatürk'ün değeri kalır mı idi? Çağımızı, hatta kendi tarihimizi bir yana bırakalım, Avrupa milletleri tarihinde Atatürk'le yan yana konabilecek kaç büyük adam bulabiliriz? Böylesine bir yaratıcı önder yetiştiren, ya da bir talih eseri olarak ona kavuşan milletlerin birinci görevi, adam öldükten sonra, onun yaptıklarına dört elle sarılmak, başlananı tamamlamaya çalışmak değil midir? Toplumu yeni bir hayat düzenine doğru iten her cesaretli devrim hamlesinden sonra karşılaşılması mukadder karşıt gericilik hareketlerine karşı devrimci kadrolar tedbirli davranmazsa ''Atatürk ayarında yeni bir lider'' aramakla hangi davamızı çözebileceğizdir?
Evet, elimizde fener, Atatürk'ün gölgesini bile bulmaya kalkışmak artık bir hayaldir. Fakat Atatürk'ü anlamak, onun eserini yaşatmak ve geliştirmek mümkündür. Hatta yalnız mümkün değil, onun kurduğu Cumhuriyet Türkiye'sinde ondan sonra iktidara geçen sorumlular için bir ödevdir. Ne yazık ki bütün kişiliklerini Atatürk'e borçlu olan devlet yöneticileri bu ödevin bile önemini kavrayamamışlardır.
Behçet Kemal'in Çatalca'da kullandığı cümleyi tersine çevirirsek bugünkü hazin durumumuzun nedenlerini belki daha iyi kavrayabiliriz. Biz, 1960 yılına kadar iktidar koltuğuna yükselen başlıca liderlerin kendilerini birer Atatürkçü sanmış olmalarının cezasını çekiyoruz.
''Demokrasiyi bu memlekete biz getirdik'' iddiası da, ''her mahallede yedi milyoner yetiştirdik'' övgüsü de hep bu Atatürk kompleksinin inkâr edilemez çocukça belirtilerden ibarettir. Adamlar Atatürk'ü kavramamışlar, onun çizdiği yoldan saparlarsa ayakları altında toprağın kayacağını sezememişler, üstelik buyurma yeteneğini ele geçirir geçirmez kendilerini Atatürk'e eşit büyüklükte görmeye başlamışlardır. Dalkavukluğu ve en yukarıdakilere hoş görünmeyi meslek edinen politikacı aydınlar da bugünkü acıklı durumun meydana gelmesinde büyük rol oynamışlardır.
Atatürk ayarında yeni bir lider aramak sevdasından vazgeçelim. İçine yuvarlandığımız şu bataklıktan kurtulmak istiyorsak, Atatürk'ün bize vaktiyle gösterdiği ışıklı yolu elbirliği ile tekrar bulmaya çalışalım.
9.12.1962
ÇIKMAZ SOKAK
İçinde bulunduğumuz şartlar değişmediği takdirde gelecek seçimleri C.H.P.'nin kazanma ihtimali yok denecek kadar azdır. Bütün tarafsız gözleyiciler bu hususta fikir birliği halindedirler. Şartların Halk Partisi lehine değişmesi ise ancak ve ancak ekonomik durumun önümüzdeki iki üç yıl içinde hissedilir derecede düzelmesi ile mümkün olabilecektir. Bu da yürürülkteki plânın başarılı sonuçlar vermesine, hiç değilse durumun gittikçe düzeleceğine dair halkta bir umut belirmesine bağlıdır.
Şimdiki halde bütün bunlar bir hayali andırıyor. Nasrettin Hoca'nın meşhur hikâyesi: Kapımızın önüne çalı çırpı dikeceğiz. Koyunlar geçerken yünleri takılacak, biz toplayıp eğireceğiz, yumak haline getirdikten sonra iplikleri satacak ve borcumuzu ödeyeceğiz....
Planı hazırlamakla görevli başlıca uzmanlar, iç finansman konusunda sonradan politik nedenlere dayanılarak yapılan değişiklikleri bilim verlerine uygun bulmadıkları için umutlarını kesmişler ve görevlerinden çekilmişlerdir. Yabancı danışman Hollandalı ekonomi profesörü Tinbergen'in de bunlara hak verdiği ve sessiz, sedasız uzaklaştığı söyleniyor. Türkiye'ye Yardım Kulübü üyeleri, beş yıllık plânını ilk kesimi için gerekli 280 milyon dolar hakkında bir karara varmak üzere şu birkaç gün içinde toplanacaklar. İstediğimiz dış yardımı ''şimdilik veriyoruz, gelecek yıl tekrar görüşürüz'' kaydı ile onaylamaları beklenebilir. Fakat, bildiriş şeklinden de anlaşılacağı gibi bu daha ziyade politik bir karar olacaktır. Bize sorarsanız, planı iyi uygulayamazsak bile, Batılı dostlarımızın Türkiye'yi yüzüstü kendi haline bırakmaları biraz güçtür. Gelecek yıl da, üç aşağı beş yukarı bir şeyler verebilirler.
Ama bütün bunlar kalkınma ve istikrar davamızı çözmeye elbette yaramayacaktır. Türkiye'nin kurtuluşu Atatürkçü, halkçı ve Batılı bir yönetimin bu topraklar üzerinde yerleşmesine ve vatandaşın güvenini kazanarak uzunca bir süre gönül rahatlığı ile çalışabilmesine bağlıdır. 27 Mayıs'tan sonra o kadar umut bağladığımız CHP ne yazık ki bu güne dek dişe dokunur bir başarıya ulaşamamış, hatta eskisine kıyasla daha da zayıflamıştır. Partinin genel başkanı bir ülkünün, bir doktrinin savunucusu olarak ortaya atılıp belli ilkeler etrafında halk oyunu birleştirmekten ziyade ''ya o, ya ben'' diyerek küçük ve kişisel politika oyunlarıyla mânevi otoritesini kendi eliyle törpülemiş, CHP'nin de öteki partiler gibi bir çıkarcılar topluluğu halinde soysuzlaşmasına kapı hazırlamıştır.
Açık rejim dediğimiz bugünkü Türkiye'yi eski tek parti devrinden ayırt eden vasfın ne olduğunu, şöyle bir araştırırsak ne görebiliriz. o zaman Millî Şefin etrafında zorla kenetlenmiş, yukarıdan gelen buyruklara körü körüne uyan, yukarıya kavuk sallamakla görevli yekpâre bir siyasal kitle vardı. Bugün ise her kafadan bir ses çıkıyor ve güya memlekette beş parti var. Aslına bakarsanız bugünkü durum, o tek partinin hiziplere bölünmüş olmasından ibarettir. Hizipler arasındaki çatışma da her şeyden önce özel çıkarlara, özel ihtiraslara dayanır görünmektedir. Politika arenamızda büyük köylü kitlesinin sesini bile duyamazsınız. Çalışanları, alnının teri ile hayatını kazananları orada temsil eden bir parti yoktur. Eski devirde bunların kaderi şefin vasiliğine bırakılmıştı. Bugün artık şeflik tarihe karıştı, diyoruz. Diyoruz ama, siyasî ortamda söz sahibi olan parti ve hizip liderleri şimdi halka değil, halkın vasileri bilinen birtakım şeyhlere, ağalara ve benzerlerine şirin görünmek zorunda kalıyorlar. Biz de bunu açık rejim ve demokrasi sanıyoruz. Bu çıkmazdan bakalım nasıl kurtulacağız?
21.12.1962
YANLIŞ YOLA BAŞTAN SAPILDI
İncir çekirdeğini doldurmaz meselelerin büyük gürültülerle ortaya atıldığı CHP kurultayı bir hizip öbür hizbi yenmekle sona erdi. Genel başkan tuttuğu sürece, onun kanatları altına sığınaların bu çarpışmadan başarı ile çıkacakları zaten belli idi. Altı yüz kırk imzalı af önergesine rağmen bin altı yüz delegeden bin şu kadarının yine Paşaya oy vermesi bizde siyasî inançlar barometresinin ne güvenilmez, ne oynak bir şey olduğunu bir daha gözler önüne sürüyor. Paşa kazanınca elbette Paşanın tuttuğu ekip de kazanacaktı. Nitekim öyle oldu. Bununla beraber yorgan gitmekle kavganın bittiğini sanmamalıdır. Çünkü yorgan geçici bir süre için gitmiştir ve onu karşı tarafa kaptıranlar şimdiden revanç maçının hazırlıklarına koyulmuşlaradır. Gelecek çarpışmanın heyecanı içinde çırpınanlar bugün mü olur, yarın mı olur, karşılarında kimleri bulacaklarını da pek bilememektedirler. Bakarsınız, Sayın Genel Başkanın tuttuğu ekip de hiç beklenmedik bir anda ikiye bölünüverir; o zaman ortaya yepyeni kombinezonlar çıkar. Bunlar arasında nasıl bir tertip kurulacağını, Paşanın da hangi tarafı tutacağını şimdiden kestirmeye imkân yoktur. Genel olarak sayın İnönü belli fikir ve ilkelerden ziyade birtakım psikolojik faktörlere göre tutumunu ayarlamaktadır.
Bu yargıya varırken CHP Sayın Genel Başkanının, fikirsiz ve prensipsiz bir devlet adamı olduğunu söylemek istemiyoruz. Ana davalar konusuna yarım saatlik bir zaman ayıramamış ve üç gün üç gece kişisel kavgalar arasında geçmiş olmasına rağmen, son kurultay konuşmaları bize CHP'nin ''fikriyat''ı hakkında az çok bir fikir verdi. Bunu şöylece özetleyebiliriz:
1- CHP Atatürk ilkelerine bağlıdır.
2- Bu ilkeler demokratik rejim şartları içinde adım adım gerçekleştirilecektir.
Evet, gerek kongrede kürsüye çıkan, gerek gazetelerde millete seslenen yetkililerin sözlerinden anladığımıza göre CHP'ye bugün hâkim olan ana fikir budur. Yalnız ne var ki, ilk bakışta Atatürk'ün büyük eserine bir bağlılık anlamı taşır görünen bu fikir, aslında o esere yan çizildiğini belirten bir deviyasyonun ifadesidir. CHP sözcüleri, yalnız kendi partilerinin değil, rejimimizin de kurucusu olan Büyük Atatürk'ü iyi anlamış ve benimsemiş olsalardı bugün değil daha 1946'da şu ana fikre yürekten sarılırlardı. Atatürk ilkelerine bağlıyız. O ilkeleri dimdik ayakta tutmak suretiyle demokrasiyi yurdumuzda gerçekleştireceğiz.
Ne yazık ki bunu yapamadılar. 1946'da yapamadılar, 1950'de, 1960'da, 1961'de bile yapamadılar. Hâlâ yapamıyorlar. Bir medeniyet düzeninden bir başka medeniyet düzenine geçme çabası içinde çırpınan yurdumuzun büyük davasını da bu yüzden gittikçe güçleştiriyorlar. Ekonomik ve kültürel gerilik şartlarından henüz kurtulamamış, akıl dışı inançların hâlâ ağır bastığı bir ortamda devrim ilkelerine her gün tekme atılmasını hoş karşılıyor, bunu bir demokrasi gereği sayıyorlar. Devrimleri koruyucu kanunlar yürürlükte olduğu halde, kalabalığa şirin görünmek amacı ile onları uygulamaktan sakınıyorlar. Ve bu taktiği kullanarak yarıştıkları gerici partileri bir gün yeneceklerini umuyorlar. 1946'da, 1950'de, 1957'de, nihayet 1961'de geçirdikleri acı tecrübelerden hâlâ ders alamadılar. Bu gidişle alacağa da hiç benzemiyorlar. Acaba CHP sayın yöneticilerine nasıl anlatmalı ki bu memlekette demokrasiyi yerleştirmenin baş şartı, ilkin devrim ilkelerini uygulamaktır. Siz, yapmanız gerekenin tam tersini yapıyorsunuz. Partinize de, paşanıza da, memlekete de yazık ediyorsunuz.
30.12.1962
VER BAKALIM
Rahmetli Reşide Bayar, kendisini tanıyanlar üzerinde derin saygı duyguları uyandıran ağırbaşlı, olgun, alçakgönüllü, iyi kalpli bir Türk kadını idi. Ailesine ve milletine olan bağlılığı, ölümden gayri iç bir gücün koparamayacağı derecede sağlamdı. Eski deyimi ile hanımefendiliğin bütün üstün vasıflarını Reşide Bayar'ın kişiliğinde bulmak mümkündü. Ani ölümü, yakınlarını, sevenlerini, hatta yakınlarının dostlarını elbette üzecekti. Bir insan olarak bu üzüntü önünde saygı ile eğilmek görevimizdir.
Ancak, rahmetli Reşide Bayar için tertiplenen cenaze töreninin saygı değer bir Türk kadınına duyulmasını olağan bulacağımız ilgi sınırlarını aştığını ve ihtilâl yolu ile tasfiye edilmiş bir devre özlem duyanların politik bir gösterisi haline getirilmek istendiğini görmemezlik edemeyiz. Zira, rahmetlinin özel kişiliği yanında bir de Celâl Bayar'ın eşi olmak gibi ayrıca bir kişiliği vardı ve cenaze törenine memleket ölçüsünde haşmetli bir manzara vermeye çalışanlar bu hazin olayı asıl bu yanından politik hesaplarla sömürmek amacını gütmüşlerdir. Celâl Bayar'ın bugünkü sıfatı 27 Mayıs İhtilâli tarafından devrilen eski iktidar baş sorumlularından biri olmasıdır. Bugün içinde yaşadığımız rejim, hukuken 27 Mayıs'ın meşruluğu üzerine kurulmuştur. Bu meşruluğu inkâr etmek yürürlükteki anasaya karşı gelmekle birdir. Milli Birlik Komitesi zamanında çıkarılan 38 sayılı kanun, 27 Mayıs'ı çürütecek her türlü söz, yazı ve davranışları yasak etmiştir. Bu itibarla eski devrin öcünü almak isteyen özlemciler, varlıklarını gösterebilmek için en masum vesileleri bile kaçırmamaya önem vermekte, hükûmet ise taviz üstüne taviz yoluna saparak mana ve ruh itibariyle 27 Mayıs'ın günden güne hırpalanmasına -istemeyerek de olsa yol açmaktadır.
Bunun son misallerinden biri rahmetli Reşide Bayar'ın cenaze töreninde, Başbakan İsmet İnönü'yü temsilen resmî sıfatlı bir devlet memurunun gidip aileye başsağlığı dilemesidir.
Biz insanlık münasebetleri ile rejim ve politika münasebetlerinin birbirinden ayırt edilmezliğine inanmış ilkel yaradılışlı kimselerden değiliz. Bir devlet ve politika adamı, kafası kafasına uymayan, ya da suç işleyip hüküm giymiş bir eski arkadaşının özel hayatında uğradığı felaketlerle ilglenmek, bu yüzden duygulanmak ve duygularını da ona belirtmekle ancak insanlığını, medeniliğini ispat etmiş olur. Vatandaş İsmet İnönü'nün vatandaş Celâl Bayar hakkında özel düşünceleri nelerdir? Bunları yakından bilecek durumda değiliz. Ne var ki yıllarca önce Celal Bayar yine böyle ağır bir felâkete uğrayarak sevgili oğlu Refii'yi kaybettiği zaman, o devrin Cumhurbaşkanı olan İsmet İnönü'nün eski arkadaşına herhangi bir şekilde ilgi gösterdiğini biz hatırlamıyoruz. Hem o sırada Celâl Bayar, meşruluğunu yitirmiş bir iktidarın başı değil, sadece bir eski başbakan bulunuyordu.
Diyelim ki arada geçen yıllar paşayı rikkate getirdi ve bu sefer kendini tutamadı. Bu takdirde yapacağı iş eşini, çocuklarından birini, ya da damadını (özel olarak) Nilüfer Gürsoy'a, hatta Kayseri'de Celâl Bayar'a göndermek ve Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı sıfatı ile değil de vatandaş İnönü sıfatı ile teessürlerini ilgililere bildirmekte. Resmî bir devlet memurunu böylesine özel bir işte görevlendirmekle Başbakan 27 Mayıs'a diş bileyen eski devir özlemcilerine yeni bir taviz daha vermiş, aynı zamanda 38 sayılı kanuna pek uygun sayamayacağımız bir davranışta bulunmuştur.
Zavallı Paşa, henüz şeklini bulamayan şu rejimi, arkası kesilmeyen tavizlerle sonunda bakalım ne hale sokacaksın?
***