1 Mart Tezkeresi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
1 Mart Tezkeresi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

15 Şubat 2019 Cuma

28 ŞUBAT 1997 SONRASI ABD NİN ASKERİ., EKONOMİK VE SİYASİ MÜDAHALESİ. BÖLÜM 1

28 ŞUBAT 1997 SONRASI ABD NİN ASKERİ., EKONOMİK VE SİYASİ MÜDAHALESİ. BÖLÜM 1




Bir kere daha tekrarlıyalım: 28 Şubat 1997 Muhtırası ile ile başlayan dönem, TÜRK MİLLETİ'ne, TÜRK DEVLETİ'ne, TÜRK ORDUSU'na, ATATÜRK'e ve MÜSLÜMANLAR'a ihanet dönemidir!

Yine şunu kesinlikle ifade etmek isteriz ki, 28 Şubat darbesi asla TÜRK ORDUSU'nun giriştiği bir hareket değildir. TÜRK ORDUSU içine sızmış, ta tepelere yükselmiş olan mason, Yahudi dönmesi, Ermeni ve Rum kökenli hain kişilerin işidir. Başını mason-dönme Orgeneral ÇEVİK BİR'in çektiği, bilhassa Deniz Kuvvetleri'nden monşer tipli mason-dönme amirallerin desteklediği 28 ŞUBAT darbesi, SİLAHLI KUVVETLER içindeki gerçek ATATÜRKÇÜ ve MİLLİYETÇİ TÜRK subayların kendini "BATI ÇALIŞMA GRUBU" diye adlandıran İSRAİL yanlısı ekip tarafından ayıklanması, MİLLÎ SİYASET'e yönelmiş olan DEVLET'in tekrar A.B.D., İSRAİL ve A.B. güdümüne sokulması, TÜRK ORDUSU'nun PEYGAMBER OCAĞI niteliğinden çıkarılması, TÜRK MİLLETİ'nin İSLÂM'dan uzaklaşması için yapılmıştır!

28 Şubat "postmodern" darbesi sözümona irticaya karşı yapılmış, ancak Necmettin Erbakan'dan daha çok dini istismar eden Recep Tayyip Erdoğan'ın iktidara gelmesini sağlamıştır. İşte o Recep Tayyip Erdoğan ve AKP, müslüman görüntüsü altında Hıristiyan Batı'ya, AB ve ABD'ye uşaklık eden, KIBRIS'tan ve GÜNEYDOĞU ANADOLU'dan, TÜRKLÜK'ten, hatta İSLÂM'dan vazgeçen, "darbecileri temizliyorum" derken TÜRK ORDUSU'nu zaafa uğratan bir politikayla Türkiye'yi uçuruma sürüklemiştir.

Mandacı İsmet İnönü'nün 1947'de Missouri gemisiyle gelen Amerikalılar'a kucak açması ile başlayan Hıristiyan Batı'ya temayül, ondan sonra ivme kazanmış, Erdoğan'la zirveye çıkmıştır. Sabetayist Adnan Menderes, 1958 yılında Lübnan'da müslüman ve hıristiyan gruplar çatışırken, Amerikan'ın isteği üzerine hıristiyan gruplara silah ve cephane yardımı yapmıştı. Bu yardımı götürecek olan ekibe hiç bir şey söylenmemiş, ilk uçak Esenboğa havaalanından Başbakan Menderes, Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ve dönemin Genelkurmay Başkanı'nın nezaretinde kalkmıştı. Uçak Beyrut havaalanına inince, bir takım adamlar gelip sandıkları alıyor, uçak ta geri dönüyordu. Tam 148 sefer yapılmış, 148'inci de uçak Beyrut havaalanına inince, silahlı bir grup bizim pilotu esir almış, ne amaçla geldiğini sormuştu. Pilot şaşkın "Müslümanlar'a yardım getirdik," deyince, silahlı grubun lideri tüfeğinin dipçiğini hiç bir şeyden haberi olmayan zavallı pilotun suratına indirmiş, "Müslüman biziz!" demişti!.. Meğer o saate kadar hıristiyanların elinde bulunan havaalanı müslümanların eline geçmiş!.. Meğer bütün yardım hıristiyanlara gidiyormuş!.. Sabetayist Menderes Amerika'ya yaranmak için müslümanları yalnız bırakmakla kalmamış, müslümanları öldürsün diye Haçlılar'a silah ve malzeme sağlamıştı. Bir de bu adamı "evliya" ilan etmeye kalkarlar!.. Allah bilir ama, idamının gerçek sebebi budur.

Mason Süleyman Demirel ise 1990'larda Başbakan iken Ermeni katliamına uğramış, topraklarının % 20'sini kaybetmiş olan müslüman Azerbeycan'ı bırakmış, utanmadan arlanmadan "Komşusu aç yatarken tok uyuyan bizden değildir," hadisini kullanarak hıristiyan Ermenistan'a yiyecek yardımı yapmıştı!.. Hıristiyan Gürcistan ile iyi ilişki kurmuş, Müslüman Acaristan'ın Cumhurbaşkanı'nı kabul bile etmemişti. Hıristiyan NATO'nun emrine, hem de Turgutreis gemisini tahsis edip, Hıristiyan Sırplar'a dört bir yandan silah yağarken, Müslüman Bosna-Hersek'e Adriatik Denizi'nde silah ambargosuna katılmıştı... Onun da yatacak yeri yok!

Hangi birini söyleyelim?.. Ermeni yetimi ana-babadan olma, müslüman geçinen, üstelik tarikat mensubu olan Turgut Özal, Baba Bush'un Haçlı Seferi'ne katılıp, 1991'de Körfez Savaşı sırasında Irak'a girmeye kalkmış, daha sonra Turgut Özal, "Çekiç Güç" diye gavur uçak ve silahlarını yurda davet ederek ikide bir Irak'ın müslüman halkının bombalanmasına yol açmıştır. Hem de yıllarca!... Onun da "anıt" mezarını ziyaret eden yok!

Ama içlerinde en pervasızı Potamyalı Recep Tayyip Erdoğan olmuştur!.. Irak'ta, oğul Bush'un ilan ettiği 2003-2012 arasındaki Haçlı Seferi sırasında, yüzbinlerce müslüman, kadın-erkek, genç-yaşlı, çoluk-çocuk Amerikan liderliğindeki hıristiyan Batı ittifakı tarafından öldürülürken, müslümanlar için tek laf etmemiş, ama hıristiyan Amerikan askerleri için "Kahraman kadın ve erkek Amerikan askerlerinin sağ salim evlerine dönmeleri için dua ediyorum," diyebilmiştir... Mazlumu bırakıp zalimle işbirliği yapan, zayıfı bırakıp güçlünün yanında yer alan TÜRK olamaz!.. Kendisi zaten TÜRK olmadığını defaatle ifade ederken, ne idüğü belirsiz kimliğini "gürcü" kisvesi altına gizlemeye çalışmaktadır... Öte yandan gavurla işbirliği yapıp, müslümanı ezen asla MÜSLÜMAN olamaz! Olsa olsa "müslümanım" diyen MÜNAFIK olur!.. İşte bu münafık Erdoğan, Haçlı ordusu NATO'ya katılıp müslüman Libya'ya saldırdı. Utanmadı, sıkılmadı, yetinmedi, Birleşmiş Milletler'i ve NATO'yu kışkırtıp müslüman Suriye'nin üzerine Haçlı orduları saldırtmak istedi. ALLAH'tan gayrımüslim Rusya ve Çin onun bu sinsi emeline mâni oldu.

Erdoğan ve AKP'de ona uyan diğer münafıkların hesabı ahıretteki İLÂHÎ DİVAN'da görülür mutlaka ama, dünyada da hesap vermeli, Anayasa Mahkemesi'nde değil; DİVÂN-I HARB'de idam talebiyle yargılanmalıdırlar... Çünkü TÜRK MİLLETİ onlara itimat edip başa geçirdiği halde, onlar gavurlara uyup TÜRK DEVLETİ'ne, TÜRK MİLLETİ'ne, TÜRK ORDUSU'na harp ilân etmiş, TÜRK VATANI'nı bölücü işlere kalkışmışlardır. TÜRKİYE CUMHURİYETİ ile harb halindedirler!.. HARB DİVANI'nda yargılanmalıdırlar!.. Marifetlerinin hepsini bir bir, kronolojik olarak anlatıyoruz.

Bu GAYRI TÜRKLER ve MÜNAFIKLAR her partide vardır. PKK'nın temsilcisi BDP'nin ve HDP'nin çoğu Kürt postu altında Ermeni, Yezidi veya Süryani'dir. Meselâ "Parmaksız Kod" adlı Şemdin Sakık, babaannesinin Ermeni olduğunu kendisi açıklamıştır. Öyleyse kardeşi Sırrı Sakık ta Ermeni tohumudur. CHP'deki Yahudi Dönmeleri (Sabetayistler) ve gizli Ermeniler aşırı lâik ve modern geçinirler. AKP'deki Sabetayistler ve gizli Ermeniler ise aşırı dindardırlar, müslümanlığı kimseye bırakmazlar. Manisalı Bülent Arınç bunlardan biridir. Bürokraside, orduda, MİT'te, işadamları arasında, ve tabii medyada yazar-çizer, program sunar takımı arasında da bunlar aynı özellikler ile kendilerini belli ederler. İşadamlarından Bezmenler , medyadan Mehmet Ali Birand ve Apdi İpekçi bilinen örneklerdir. Bunlar kurban kesmeyi vahşet, "TÜRK'üm" demeyi "banâl" bulurlar. Bizden çok Avrupa'ya, Amerika'ya ve İsrail'e yakındırlar. Her fırsatta TÜRKİYE'yi ve TÜRKLER'i kötülemekten adeta zevk alırlar. Meselâ kadın dövme, kadın öldürmeyi yalnız TÜRKİYE'de olan bir vahşet gibi gösterirler. Halbuki ABD'de her gün çok daha fazla kadın dayak yiyor, tecavüze uğruyor ve hiç uğruna öldürülüyor, onlardan hiç bahsetmezler. Bunun Batı standartlarının, Batı hukuk kurallarının, bize de bulaşmış olan Batı zihniyetinin bir sonucu olduğunu dile getirmezler. 100 yıl önce TÜRKİYE'de böyle vak'alar bu kadar yaygın mıydı, niye arttı, hiç düşünmezler.

Velhasılı, MÜSLÜMAN TÜRK-İYE'yi, TÜRKLER'İN YURDU'nu idare edenler, GAYRITÜRKLER ve MÜNAFIKLAR'dır. Başlarında Potamyalı Recep Tayyip Erdoğan vardır.

İşte biz bunun için ATATÜRK diyoruz. Ondan daha çok TÜRKİYE'yi, TÜRKLER'i, İSLAM DÜNYASI'nı ve MAZLUMLAR'ı düşünen biri gelene kadar da ATATÜRK diyeceğiz, ATATÜRKÇÜ olmaya devam edeceğiz. Daima MİLLİYETÇİ, ULUSALCI, DEVLETÇİ, HALKÇI olacağız!

Şimdi bu ERDOĞAN DÖNEMİ'ni yurtiçi ve yurtdışı olaylar ile anlatmaya devam edeceğiz. Ama önce Tayyip Erdoğan'ın "Genişletilmiş Kuzey Afrika ve Ortadoğu Projesi"nin sözde eşbaşkanı olup, TÜRKİYE'yi ve bölgeyi bölmeyi üstlendiği "BOP HARİTASI"nı verelim:

   2 Nisan 2003 TÜRK TARİHİ ve TÜRK MİLLETİ için kara bir gündür. O gün Başbakan Abdullah Gül, ABD Dışişleri Bakanı Powell ile gizli 2 sayfa, 9 maddelilk anlaşmayı imzalamış, TÜRKİYE'yi ABD boyunduruğuna sokmuştur. Bir önceki sayfada uzun uzun anlattık. Sırf bu anlaşma için Gül'ün Divan-ı Harb'de yargılanıp idam edilmesi gerekir.

Yine 2 Nisan'da "ek motorlu taşıtlar" ve "ek emlâk vergisi" alınmasına ilişkin yasa tasarısı, TBMM Genel Kurulu'nda bir madde eklenerek kabul edildi. Aynı gün TMSF, Pamukbank'ı yeniden satışa çıkardı. Gaziantep Havalimanı'nda bekletilen ABD'ye ait askeri araç ve malzemeler İncirlik ve İskenderun'a götürüldü.

   4 Nisan'da Yargıtay 8. Ceza Dairesi, Manisalı gençlere işkence davasında biri baş komiser 10 polisin 60 ile 130 yıl arasında değişen hapis cezalarına çarptırılmalarına ilişkin kararı onadı... Biz işkencecileri savunmayız. Bu polisler gerçekten hayvan gibi davranmışlardı. Ama bu cezayı verenler ya sayı saymasını bilmiyorlar, ya da hiç hapis yatmamışlar!.. Öte yandan "Manisalı Gençler" de süt çıkmış ak kaşık değillerdi. Dev-Lis adı altındaki terör örgütüne mensuptular, liseli gençleri terörize ediyor, eğitimi aksatıyorlardı. Gençlere daha sonra 10-25 bin lira arasında işkence tazminatı ödendi. Polisler ise 5-10 yıl arasında hapis cezası aldı... Aynı gün Yahudi (Dönme) işadamı Halil Bezmen, tahliye edildi. Zaten suçluların tahliye edilmemesi nâdirattandır.

   4 Nisan'da bir başka enteresan olay cereyan etti. İş adamı Rahmi Koç, turp gibi, sağlığı yerinde olmasına rağmen, Koç Holding Yönetim Kurulu Başkanlığı'nı oğlu Mustafa Koç'a devretti. Dünya turuna çıkacağı söylendi. Bayram değil, seyran değil; bu tur da nereden çıktı... demeyin! KURTLAR vADİSİ dizisinde Baron Mehmet Karahanlı, Tapınak Şövalyeleri'nin töreninde yargılanmış ve ölüme mahkûm edilmişti ya, bizim Koç ta Hıristiyan-Yahudi baronlar tarafından yargılandı, ve "1 Mart Tezkeresi'ni geçirememek"le suçlanarak iş dünyasından silindi!..

YABANCI VE TÜRK MASONLARI NEDEN TELAŞLANDI ?

   5 Nisan'da TBMM Başkanı Bülent Arınç'ın, NATO toplantısına gidecek 7 kişilik TBMM heyetini tasarruf gerekçesiyle 4'e indirirken, Başbakan Tayyip Erdoğan'ın siyasî danışmanı Adana milletvekili Ömer Çelik'in ismini çizmesi, AKP'de kriz yarattı... Demek o dönemde Arınç ölçülü davranıyormuş. Erdoğan'dan azar işitti mi, bilinmez.

   6 Nisan'da bankaların "görev zararları"nın tespit usulü hakkında yönetmelik çıktı... Daha önce söylemiştik, bu "görev zararı" aslında "usûlsüz verilen ve geri dönmeyen krediler" demektir. Hısım-akrabaya, dost-tanıdığa, bazen de bankanın sahibinin cebine gitmiştir. Mason Demirel'in has yeğeni Yahya Demirel'de olduğu gibi! ... Aynı gün BDDK kararıyla, Finansbank ve Fiba Bank genel kurullarının "devir"e dâir kararlarının tescil edilmesine onay verilmesi uygun görüldü. Yine aynı gün Aria, Telekomünikasyon Kurumu'nun sözleşme şartlarını yerine getirmediği gerekçesiyle tahkime başvurup Türkiye'den 2,5 milyar dolar tazminat istedi... Demiştik, bu "Uluslararası Tahkim Kurulu" bizim başımıza belâ olacak diye!

"Uluslararası Tahkim Kurulu"

   7 Nisan'da Ankaralı müteahhit Cemil Özgür, ödeyeceği 6 trilyon 11 milyar liralık gelir vergisi ile Türkiye rekortmeni oldu.

   8 Nisan'da öldürücü SARS virüsü, Uzakdoğu ekonomilerini vurmaya başladı. Morgan Stanley, ''Dünyada SARS durgunluğu olabilir'' uyarısı yaptı.

   9 Nisan'da Amerikan askerlerinin Bağdat'a girmesi üzerine, birçok mahallede yağma ve talan başladı. Amerikalılar'ın topladığı bazı Iraklılar, Amerikan askerlerinin yardımıyla dev Saddam heykeli ni yıktı, bir kaç kişi heykelin üzerinde tepindi. Bu arada Saddam'ın yüzbinlerce askeri silahlarıyla birlikte buharlaşıp yok oldu.

  10 Nisan'da Meclis lojmanlarının satışı için de Emek İnşaat ile bir protokol yapıldı. Aynı gün tütün mamulleri ile ilgili fabrikaların kurulması, ve bu mamullerin üretimine, iç ve dış ticareti ve denetlenmesine ilişkin usul ve esaslar ile ilgili olarak yönetmelik çıkarıldı... Hemen öyle sevinmeyin!.. Bunlar bizim tütün fabrikalarımız, bizim tütünümüz için değil; gavurların kuracakları fabrikalar ve dışardan getirecekleri tütünler içindi. Hükûmet sigarada tekeli kaldırıyordu! Müslüman Turgut Özal 1983'de gavur sigarası satışını serbest bırakmıştı, bunlar TÜRK sigarası satışını yasaklıyordu!.. Aynı gün eski Bakan Eyüp Âşık, çıkar amaçlı suç örgütü elebaşı Alaattin Çakıcı ile telefon görüşmeleri yaptığı iddiası üzerine, çete mensubuna yardım etmek suçundan yargılandığı davada, delil yetersizliğinden beraat etti.

  11 Nisan'da ABD askerleri ve onların kuyruğuna takılan peşmergelerin, küçük çatışmaların ardından Musul'a girdiği bildirildi. Bankalarda ve resmi dairelerde yağma başladı. Kürtler tapu ve nüfus dairelerindeki evrakı yakarak bölgenin TÜRKMEN kökenini yok etmeye çalıştılar.

  12 Nisan'da Musul'da haber yapmak üzere hastaneye giden Türk gazetecilere bir grup ateş açtı. Yaralanan Kemal Batur ve Mesut Gengeç adlı gazeteciler Genelkurmay Başkanlığı'na bağlı özel kuvvetler tarafından Türkiye'ye getirildi.

  13 Nisan'da TÜRKİYE'nin baskısıyla peşmergelerin terkettiği Kerkük ve Musul'da kontrolü Amerikan askerleri ele geçirdi. Amerikan Merkez Komutanlığı, Irak'taki petrol bölgelerinin ABD ve müttefiklerinin kontrolü altında olduğunu bildirdi. Bu şu demek: Kuzeydekiler Amerikalılar'ın, güneydekiler İngilizler'in kontrolünde!.. Bağdat'a giren ABD askerlerinin, 400 wattlık hoparlörlerden, ‘‘Iraklı erkekler iktidarsız. Hepsi kadın gibi’’ diye bağırdığı, buna dayanamayanlar ortaya çıkınca da teker teker avladığı iddia edildi. Bu arada Ortadoğu'nun kültür hazineleri olan paha biçilmez eserlerin kimi çalındı, kimi kırıldı, tahrip edildi. İlk gün sadece sırtlayabildiklerini götüren yağmacılar hızla organize oldular. İkinci gün eşyaları otomobille, plakalarını söktükleri kamuya ait kamyonlarla taşımaya başladılar. Kuzey Irak'ta ABD'yi destekleyen Iraklı Kürtlerle, Saddam Hüseyin'e sadık kalan Arap aşiretleri arasında çıkan çatışmalarda 5 arap ile 3 peşmerge öldü. ABD kuvvetleri, Saddam'ın doğum yeri Tikrit'e çok küçük bir direnişle karşılaşarak girdi... Beyaz Saray sözcüsü Ari Fleischer, Suriye'yi "terörist devlet" ilan etti. ABD Dışişleri Bakanı Powell, Suriye'yi "Sıra size'de gelebilir" diye uyarırken, Bush "Bizimle işbirliği yap" çağrısında bulundu. Yapmayan Esad'ın başına ilerde neler gelecek, göreceğiz.

  14 Nisan'da Genelkurmay Başkanlığı, Kuzeyden Keşif Harekâtı ile üs hazırlama faaliyetleri kapsamında TÜRKİYE'de bulunan 1166 ABD askerî personelinin 
Almanya'ya gideceğini bildirdi... Kürdistan Demokratik Partisi (KDP) lideri Mesud Barzanî, Kürdistan Yurtseverler Birliği'ni (KYB) Kerkük'e girerek Kuzey 
Irak kentlerinde yağma ve kaosa neden olmakla suçladı. Şıracı, bozacıyı suçlamış!.. Kendisi Talabanî'den beter yağmacıdır!.. Irak'lı muhalif Kürt, Sünni ve Şii gruplar, ülkenin geleceğini tartışmak üzere tarihî Ur kentindeki Tallil hava üssünde toplandı... Aynı gün insanın genetik şifresi diye bilinen DNA'nın 
keşfinin 50'nci yılında bilim adamları, ‘‘insanın genetik haritasının yüzde 99.999'unu deşifre ettiklerini" açıkladılar.

  16 Nisan'da Kürdistan Demokrat Partisi Lideri Barzanî, Türkiye'nin Irak savaşına katılmamasının kendileri için zaferin yüzde 90'ını oluşturduğunu söyledi. Barzani, ‘‘ABD isteyince Musul'a girdik’’ dedi. ABD Başkanı George Bush, "Şimdi Irak kurtarıldığına göre, BM bu ülkeye uygulanan yaptırımları kaldırmalıdır," dedi. Ne biçim kurtarmaysa??? Hayvanat Bahçesi'ndeki aslanlar ve kaplanlar da işgalden payını aldı, açlığa terkedildi.

ABD'nin, daha önce demokrasi götürme bahanesiyle yaptığı 15 askerî müdahalenin çoğunda başarısız olduğu ortaya çıktı. ABD, II. Dünya Savaşı'ndan bu yana Almanya ve Japonya dışında hiçbir işgalinden başarıyla çıkmadı. Yalnız girdiği ülkelerde hep "yeni anayasa" yaparak o ülkeleri kontrolüne aldı...Aynı gün Millî Savunma Bakanı Gönül, ABD'nin, "Türkiye'den Irak'ın yeniden inşasında görev yapmak üzere, asker verip veremeyeceğini sorduğunu" söyledi. Asker inşaattan ne anlar? Bu, "Ben buraları kontrol etmekte zorlanıyorum, bana asker gönder," demektir. Yine aynı gün 10 ülke, Atina'da AB ile genişleme antlaşmasını imzaladı. 10 aday ülke, (Polonya, Macaristan, Çek Cumhuriyeti, Slovakya, Slovenya, Litvanya, Letonya, Estonya, Malta ve Kıbrıs Rum kesimi) AB üyeliklerini yıl içinde onayladı.

  17 Nisan'da ABD teçhizat, malzeme ve gereçleri ile helikopterlerin yüklendiği ''Cape Vincent'' adlı gemi İskenderun Limanı'ndan ayrıldı.

  18 Nisan'da IMF İcra Direktörleri Kurulu, 4. gözden geçirmeyi sonuçlandırılarak, yaklaşık 701 milyon dolar tutarında yeni kredi dilimin serbest bıraktı. Demek ki, AKP iktidarı da IMF'dein borç almış!.. Irak'ın yeniden inşasıyla ilgili ilk ihaleyi Amerikan Bechtel firması kazandı. Firmanın, Irak'ın enerji, su ve kanalizasyon sistemlerinin onarılmasını öngören ihaleyi 680 milyon dolara aldığı açıklandı. Bechtel'in bazı işleri taşeron firmalara verebileceği ifade edildi.

Bu ihale dalaveresinini nasıl işlediğini açıklayalım: Amerika, sonradan ümüğüne basa basa bedelini Irak'tan alacağı ihaleyi, kendi Bechtel firmasına, bol keseden, 680 milyon dolara verir. Bechtel ihaleyi tümüyle taşaron TÜRK firmasına 50 milyon dolara devreder. Kılını kıpırdatmadan, taş atıp kolu yorulmadan 630 milyon doları içeder!.. Kalan paraya da enerji, su, kanalizasyon sistemlerinin tamiratı mümkün olmadığı için, Irak halkı yıllar sonra bile temiz su, kesintisiz elektriğe hasret kalır!

  19 Nisan'da Peşmergeler, pasaportlarına Türk polisinden çıkış alan yaklaşık 40 Kerkük doğumlu TÜRKMEN'in Habur Sınır Kapısı'ndan Kuzey Irak'a geçişine izin vermedi. Barzanî ve Talabanî aşiretlerine mensup Kürtler, Musul ve Kerkük'ten sonra Bağdat'ta lüks semtlerindeki binalar ile BAAS merkezlerini işgale başladı. Meydanları afişlerle donattı. Tikrit'te Saddam'ın av sahasındaki yüzlerce ceylanı keşfeden Amerikan askerleri, av partileri düzenlemeye başladı. Kumanyadan bıktıklarını bahane edip, ceylanları katleden Amerikan askerleri, çatışma çıktı sanılmasın susturuculu silahlar kullandı. ABD'li "Şahinler kanadının beyni" Richard Perle, TBMM'den geçmeyen tezkere konusunda, ‘‘AKP'den daha çok, CHP'nin ve Kemal Derviş gibi üyelerinin tutumundan büyük bir dehşete düştüğünü’’ söyledi... Sabetayist Kemal Derviş zaten TÜRK'ten çok Amerikalı... E, bir de ABD'nin talimatına uyup Tayyip Erdoğan için Anayasa değişikliği ni kabul eden Deniz Baykal var. Adam sonuca şaşmasın da, ne yapsın??? İngiltere'de İşçi Partili milletvekilleri, ‘‘Yoksa MI6 bizi kitle imha silahları konusunda yanılttı mı?’’ diyerek, savaşı haklı kılabilmek için Başbakan Tony Blair'den kitle imha silahlarının derhal bulunmasını istediler. Bulamazlar ki, çünkü yok!.. Blair de, Bush da domuz gibi bunu biliyorlardı!.. Independent on Sunday gazetesi de, bir açık mektup daha yayınlayarak, Başbakan Tony Blair'e ''Peki, Bay Blair, şimdi söyleyin artık. Nerede bu kitle imha silahları?'' diye sordu.

Aynı gün devrik Irak yönetiminin Maliye Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Hikmet İbrahim el Azzavi, Irak polisi tarafından yakalanarak Bağdat'ta ABD-İngiliz güçlerine teslim edildi. Bu arada belirtelim: Amerikan yönetimi Irak'ta memurların ayda 30 dolar maaş alacağını açıkladı!.. Yi babam, yi, bitiremezsin!

  21 Nisan'da ABD'nin, Irak petrollerini Akdeniz'e taşıyan Kerkük-Yumurtalık petrol boru hattını devre dışı bırakıp, Kerkük-Hayfa (İsrail) hattını kullanabilmek için çalışma yaptığı bildirildi. BOTAŞ, Hükûmet'ten bu konuda önlem almasını istedi. FBI, ABD ordusunun 9 Nisan'da Irak'ta Saddam rejimini devirmesiyle birlikte, Mezopotamya ve İslam uygarlıklıkarı'nın eşsiz eserlerini barındıran müzelerin yağmalanmasının ardından, Irak'a ait ilk kaçakçılık eserinin bir Amerikan havalimanında yakalandığını bildirdi. Bu "yakalama" göstermelik kaldı. Binlerce eser kapanın elinden kolleksiyoncuların vitrinine geçti... Bu arada herkesin merakı, Saddam'ın Cumhuriyet Muhafızları nerede?.. Güçlerini korumak için mi çarpışmadılar, yoksa ihanete mi uğradılar?.. Bağdat'a 35 kilometre mesafedeki Abu Garib Cezaevi'nde toplu mezar bulundu. Elleri arkadan bağlı 935 ceset çıkarıldı. Saddam 30 yılda 935 kişi kişi öldürtmüş. Amerikalılar gelir gelmez binlerce insana suçsuz yere kıydılar. ALLAH'ım, Abu Garib hapishanesi'nde ne işkenceler yaptılar!..

Aynı gün Irak'ta Hz. Hüseyin’i anma törenine katılmak için yola çıkan 7 milyon Şii, ABD aleyhtarı sloganlarla Kerbelâ’ya yürüdü.

  22 Nisan'da TÜRKİYE, mukavele şartları yerine gelmediği için Bulgaristan'dan elektrik ithalatını durdurdu. CHP Lideri Deniz Baykal, AKP'liler için ‘‘Demokrasi diye geldiler, ama demokrasi ile hiç ilgileri yok’’ dedi. TBMM Başkanı Bülent Arınç'ın vereceği, ve türbanlı eşi ile geleceği 23 Nisan resepsiyonuna CHP milletvekilerinin ve kendisinin katılmayacağını açıkladı.


2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.

***

18 Şubat 2018 Pazar

28 ŞUBAT 1997 – 28 ŞUBAT 2012 = TÜRKİYE: CEPHE ÜLKE

28 ŞUBAT 1997 – 28 ŞUBAT 2012 = TÜRKİYE: CEPHE ÜLKE



Müyesser Yıldız
28 Şubat “kutlamaları”nda ağzı olan konuştu, fırsattan istifade TSK bir kez daha evrile-çevrile dövüldü. O süreçte ABD’nin etki ve katkısı ise itinayla gözlerden ırak tutuldu. Önce bu konuyu netleştirelim. Kaynaklarım da çok sağlam.
Birinci kaynak Şamil Tayyar (AKP Milletvekili) Kürt Ergenekonu adlı kitabında şunları yazdı:
“Daha hükümetin 3.ayında post modern darbe senaryosu olgunlaştırılmaya çalışıldı. ABD de bölgesel çıkarlarına aykırı gördüğü refah yol hükümetinin idam fermanını imzaladı. ABD Dışişleri, 30 Ekim 1996’da Ankara Büyükelçiliği’ne gönderdiği belgede, hükümeti devirmeye yönelik girişimlere kapıyı araladı. Belge, Wikileaks yayınları gibi Ankara’dan Washington’a gönderilen ve dedikodulara dayalı ham istihbarat notu değil, Washington’da karara dönüştürülmüş ulusal güvenlik belgesiydi. Belgede dönemin ABD Dışişleri Bakanı Warren Cristopher’in imzası var. Ankara’nın yanı sıra bilgi olarak Atina, Beyrut, Moskova, Sofya elçilikleri ile Cenevre, Nato ve BM Amerikan misyonlarına ulaştırılmış.”
Peki, o belgede neler yazıyormuş? Tayyar’dan okumaya devam edelim:
  • Türk Hükümeti’nin milli eğilimlerinden ve Başbakan Erbakan’ın ideolojisinden ilham alarak dış politikanın batıdan ayırılıp Arap ve Müslüman dünyasına doğru yeniden yönlendirilmesinden dolayı derin endişe içerisindedir. Kanaatimizce Türkiye’nin İran, Irak, Libya, Nijerya ve Sudan ile bağlarını kuvvetlendirmek konusundaki mevcut tutumu bizim milli menfaatlerimize aykırıdır, düşmancadır.
  • Türkiye, Birleşik Devletler’in anahtar stratejik ortağı olarak kalmak mecburiyetindedir ve onun bu pozisyonunu gerçekleştirip sürdürmedeki başarımız, bizim milli menfaatlerimizi doğrudan etkileyecektir.
Devamda can alıcı ‘final’ cümle geliyor: “Türk askeriyesi, bu sonucu elde etmeye doğru daha büyük çaba sarf etmesi için harekete geçmeye zorlanmalıdır. Bu konudaki aksiyon planlarınızı ve yorumlarınızı bekliyorum.”!..
İkinci kaynağımız ABD’den. Daha Refah Partisi’nde iken ve sonrasında AKP’nin kuruluşundan beri sadece Gül ve Erdoğan değil, 28 Şubatın mimarı, Yahudi cesaret ödüllü bir diğer isim olan Çevik Bir’le de çok yakın biri… ABD derin devletinin think-tank’i CFR’in beyni, “Türkiye’nin dönüşümü” projesini baş mimarı, eski Büyükelçi Morton Abramowitz’den söz ediyorum. 28Şubat’ı bir de ondan dinleyelim mi?
“Washington, İslamcıların önderliğindeki bir hükümetten hoşnut olduğu şeklinde anlaşılabilecek herhangi bir şey yapmaktan kaçındı; ancak böyle bir hükümetle çalışılamayacağını da söylemek istemedi. Her şeye rağmen bu hükümet usulüne uygun olarak iktidara gelmişti ve ABD hükümetinin Ankara ile birlikte yürütülmesi gereken pek çok işi vardı. Kuzeyden Keşif Gücü gibi siyasal anlaşma zemini olan pek çok önemli meselede Başbakan Erbakan ile birlikte çalıştı. Ancak aynı zamanda RP’nin AB hükümeti ile münasebetlerinden siyasal fayda elde etmesini asgariye indirmek için uğraştı. Yine ilişkileri mümkün mertebe koalisyonun diğer partisinin lideri, aynı zamanda Başbakan Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı Tansu Çiller ile yürütmeye çalıştı.”
Peki, ABD’nin bu yaklaşımı neye yaradı? Abramowitz’e göre, “TSK’nın nihayetinde 1997’de RP’yi sıkıştırıp , (yumuşak darbe) olarak adlandırılan bir girişim sonucunda iktidardan uzaklaştırmasını cesaretlendirdi, ya da en azından bu yöndeki hevesini kırmadı.”!…
Acaba ABD, RP’nin kapatılmasını nasıl karşılamıştı? Tecrübeli diplomat onu da şöyle anlatıyor:
“Amerikan hükümeti olanlar hakkında fazla bir yorum yapmadı; bu kararı protesto etseler de aslında rahatlamış olan diğer batılı ülkeler gibi, ABD hükümeti de kesinlikle rahatladı. Amerikan hükümet sözcüleri, anlaşılması zor nitelikte açıklamalar geliştirdiler. Bu açıklamalar, demokratik prensipleri savunmakla birlikte Türkiye açısından en azından kısa dönemde hiç bir pratik anlam taşımayacak nitelikte tasarlanmıştı.”
Abramowitz, “Amerikan tavırlarından hiçbiri erdemli olmayabilir; ancak dinamik bir İslamcı siyasal hareketi siyaset yapıcılar için gerçek bir ikilem teşkil eder.” itirafında bulunmayı da ihmal etmiyor.
TÜRKİYE’NİN MİMARLARI
Abramowitz’in “siyaset yapıcıları” dediği Türkiye’yi dönüştürenler kimlerdi ve ne istiyorlardı?
Kıbrıs’tan (daha 2000’de Rauf Denktaş’ın görevden ayrılmasının şart olduğunu söylediler) Irak’ a, Barzani Kürdistan’a ve PKK’ya siyasal çözüme, Yunanistan’dan Ermenistan’a ve Libya’dan Suriye-İran’a bugün dayatılan ne varsa işte onların gerçekleşmesini istiyorlardı. Abramowitz’in diplomatik ifadesiyle 90’ların sonunda vaziyet şöyleydi:
“ABD ve Türkiye daha karmaşık bir ilişkiye doğru gitmektedir. Bu ilişki genellikle işbirliği temelinde gelişir; Ancak kimi eski ve yeni anlaşmazlık konuları mevcuttur. Pek çok şey Türkiye’nin iç gelişmelerine ve AB adaylığı sürecinin nasıl ilerleyeceğine bağlıdır. Belirsizlikler daha önemlidir, çünkü Türkiye önümüzdeki 10 yılda büyük ölçüde değişebilir ve bu ülke yeni dünyada pek çok bölge ile önemli boyutlarda ilişkilere sahiptir. Açıkçası, Amerikalı yöneticiler Türkiye üzerine daha fazla yoğunlaşmak, belli konularda titizlikle Amerikan çıkarlarını gerçekleştirmeye çalışmak ve ara sıra ortaya çıkan farklı yaklaşımların üstesinden gelmek için çözümler üretmek zorunda kalacaklardır.”
Türkiye üzerinde yoğunlaşan ABD’lilere gelince; yine Abramowitz’den öğrenelim:
“Irak’ın Kuveyt’i işgalinden sonra, Türkiye politikasının yöneticileri Başkan Bush ve Dışişleri Bakanı James A. Baker olmuştur. Uluslararası güvenlik işlerinden sorumlu Savunma Bakan Yardımcısı Richard Perle (Karanlıklar Prensi), 1980’li yıllarda politikanın belirlenmesi ve uygulanmasında önemli rol oynamıştır. Clinton yönetiminde Avrupa işlerinden sorumlu Dışişleri Bakan Yardımcısı Richard Holbrooke ve yerine geçen aynı zamanda eski Türkiye Büyükelçisi (1994-1997) Mark Grossman önemli politik kararların alınmasında süreci başlatan ve alınan kararları uygulayan kişiler olmuşlardır.”
Şu özet tespitlerden sonra siz birilerinin 28 Şubat süreciyle gerçekten yüzleşebileceğine ihtimal veriyor musunuz? Böyle bir şey en hafif ifadesiyle , “aslını inkâr” olmaz mı?
Bu yüzden kimse heveslenmesin, iş semeri dövmekten öteye gitmez, gidemez!
CEPHE ÜLKE OLMAMIZA 1996’DA KARAR VERİLDİ
Hoolbroke, Grossman dedik. Bunlara CIA’cı Alan Makovsky’i ekleyip hemen onun ağzından bu üçlünün Türkiye için ne planladığını aktaralım:
“Hoolbroke, 1996’nın başlarında Bakan Yardımcılığı görevini bırakmıştı. Daha sonra tüm bunların plana uygun olarak gerçekleştiğini ileri sürdü. Biz (Grossman ve Hoolbroke) yeni görevimize başladıktan kısa bir süre sonra oturduk ve soğuk savaş sonrası dönemde Türkiye’nin bizim için ne anlam ifade ettiğini tartıştık. White House ve Pentagon tarafından tamamen desteklenen yeni bir konsept geliştirdik. Buna göre, Türkiye batı için yeni cephe ülkeydi ve bu anlamda soğuk savaş döneminde Almanya’nın aldığı rolü alıyordu.”
Bu planları daha 1999’da yazan kimdi biliyor musunuz? ‘Yeni Türkiye’nin baş aktristlerinden Yasemin Çongar. (The State of Turkish- American Dialogue, Private View 3, no. 7)
Evet Bakan Yardımcısı Hoolbroke, Türkiye’yi sürekli “Cephe Ülke” olarak takdim ediyor, Mart 1995’te Kongre’de bir komitenin önünde Türkiye’nin önemini: “Avrasya Kıtası’nda ABD için önemli olan hemen her konunun kavşağında duruyor.” cümlesiyle özetliyordu.
HOOLBROKE- ERDOĞAN İLİŞKİSİ
Hoolbroke ‘un işi AKP iktidarında da devam eder. Başbakan Erdoğan Aralık 2006’da ABD’ye gittiğinde onunla özel bir görüşme yapar. Sonra Hoolbroke Şubat 2007’de Erdoğan’ın davetlisi olarak Türkiye’ye gelir, yine baş başa görüşürler. Hoolbroke buradan Erbil’e geçip Barzani’yle buluşacaktır. Gitmeden Erdoğan’la görüşmeleri hakkında şunları anlatır:
“Kürdistan’da bir bağımsız oluşum 1991’den beri var. Bir tür Tayvan’dır. Yani kendi parası, ordusu, bayrağı, okulları var; ama uluslararası tanınma yok. Gelişip huzur içinde yaşaması içinse Türkiye’ye ihtiyacı bulunuyor.”
Tayvan Modeli”nin konuşulduğu ortaya çıkınca Türkiye’de kıyamet kopar. Bunun üzerine Hoolbroke kendi açıklamasını yalanlar. Ama 12 Şubat 2007’de Washington Post’da şu makalesi yayınlanır. Lütfen “MİT Savaşı” başta olmak üzere bugünkü gelişmeleri düşünerek dikkatlice okuyun:
“Tarihteki olaylara rağmen Türkiye ve Irak Kürdistanı’nın birbirlerine ihtiyacı var. Kürdistan, Türkiye ile güneydeki kargaşa arasında bir tampon görevi görebilir, Türkiye ise her ne kadar teknik anlamda Irak’ın bir parçası olsa da, artık işlevsiz bir Bağdat yönetiminden etkin biçimde ayrılmış Kürdistan’ın koruyucusu rolünü üstlenebilir. Ayrıca Kuzey Irak, Türkiye’ye muazzam bir ekonomik fırsat da sunuyor. Tarihin akışını değiştirmeyi ancak vizyon sahibi liderler becerebilir. Charles De Gaulle ve Konrad Adenauer bunu Fransa ve Almanya’da yaptı, Nelson Mandela’ysa Güney Afrika’da. Irak’taki kriz nedeniyle Türkler ve Kürtlerin ortak çıkarlarını düşünmeleri gerekiyor. Her iki tarafın da etkileyici liderleriyle daha yeni yaptığım görüşmelerin ardından, bu kişilerin sadece bir krizle değil aynı zamanda bir fırsatla karşı karşıya olduklarını anladığını söyleyebilirim.”
SİLAH DEPOSU TÜRKİYE
Başbakan Erdoğan içeriyi 3×4 eğitim sistemi ve TÜSİAD kavgasıyla uğraştırırken bakın neler oldu:
– Fransa’da “İnkâr Yasası” Anayasa Konseyi’ne götürüldüğü gün “Ver Suriye- İran’ı, al İnkâr Yasası’nı mı?” demiştim. Suriye’nin dostları Tunus’ta toplandı. eşbaşkanlığı Türkiye ve Fransa paylaştı. Daha ortada fol yok yumurta yokken aylarca önce Fransa Humus’tan itibaren insani koridor kurulmasını istemişti. Humus karıştı, o koridor gündeme geldi…
Bu arada Fransa Anayasa Konseyi o yasayı iptal etti?!..
“Cephe ülke” Türkiye’ye hoş geldiniz!..
  • Filistin Devlet Başkanı Mahmut Abbas Türkiye’ye geldi; Gül, Erdoğan ve TBMM Başkanı Çiçek’le görüştü. İsrail’in İran’a saldırı hazırlığı yaptığının konuşulduğu, keza Barzani’nin “Kürdistan”ın uluslararası tanınması çalışmalarını yoğunlaştırdığı bir döneme denk geldi bu ziyaret. Bugün ne konuşulduğunu bilmiyorum; ama 2008’deki bazı gelişmeleri çok net hatırlıyorum. Mesela Ekim 2008’de BM’nin, Bazani yönetimi ile “Stratejik Ortaklık Anlaşması” imzalayacağı, bu anlaşma ile BM’nin “Kürdistan’a destek ve yardımda bulunacağı” açıklanır. Yani “uluslararası tanıma” faaliyetleri başlar. Sonra Mahmut Abbas, Barzani’ye resmi bir ziyarette bulunur. Barzani: “Abbas’ın ziyareti tarihi bir ziyarettir. İlk defa bir Arap ülkesinin lideri Kürdistan bölgesini ziyaret ediyor.” der. Bu da “Arap liderlerin, Kürtlerin bağımsızlığına engel olmayacağı” mesajı olarak algılanır. Acaba Mahmut Abbas o “mesajı” bir de Türkiye’ye mi getirdi?
  • Cumhurbaşkanı Gül’ün İngiltere, özellikle de Jack Strow’la çok yakın ilişkisi var. Öyle yakın ki Gül Başbakan, Strow Dışişleri Bakanı iken AB’ye gönderdiğimiz yazı veya raporlar en önce onun kontrolünden geçiyordu. Yakınlıkları halen devam ediyor; ki Strow’un artık resmi bir görevi olmadığı halde geçenlerde yine özel bir görüşme yaptılar. Gül’ün İngiliz Reuters Ajansı’na verdiği demeç aynı güne denk geldi. Daha bir ay önce Esad’a “Çek git, sonun Kaddafi gibi olacak.” mesajı veren Gül, bu defa Yemen Modeli çözümü öneriyordu.
  • Suriyeli muhaliflerin Fransa’da yaşayan liderlerinden Burhan Galyun, emperyalistlerin kendilerine vereceği silahların adresinin Türkiye olmasını planladıklarını açıkladı.
 Batı’nın “Cephe ülke”si Türkiye’ye hoş geldiniz!..
 Silivri’den kucak dolusu sevgiler,
 Müyesser Yıldız
3 Mart 2012
http://millidusunce.com/28-ubat-1997-28-ubat-2012-tuerkye-cephe-uelke/

18 Haziran 2017 Pazar

Türkiye'de Barzanici Hareket (1965-2007), BÖLÜM 3




Türkiye'de Barzanici Hareket (1965-2007), 
BÖLÜM 3 



Güneydoğu'daki ve Irak'ın kuzeyindeki gelişmeleri yakından takip eden ve bizzat gelişmelerin içerisinde bulunan Haşimi'nin bu tespiti üzerinde dikkatle durulması gereken bir husus. Çünkü görülmektedir ki Barzanici akım PKK'nın yeterince söz sahibi olmadığı/olamadığı "dindar Kürtler" arasında kendine yer bulmak çabasındadır. Yine Haşimi'nin tespitine göre Barzanicilik, Türkiye-Irak sınırı boyunca çok hakim durumdadır.. Haşim Haşimi hakkında AKP ile Barzani arasında arabuluculuk yaptığı yönünde iddialar da bulunmaktadır.

1 Mart Tezkeresi sürecinde Barzani'nin TBMM'de 70 civarında kendinde yakın milletvekili olduğunu beyan etmesinden sonra Güneydoğu kökenli milletvekillerinden, birkaç cılız ses dışında herhangi bir itiraz gelmediğine göre Barzanici lobi Türkiye'de bir hayli yol almış demektir. 

AKP'deki Güneydoğu kökenli milletvekillerinin söz sahiplerinden birisi olan İhsan Arslan, Barzani ile ilgili “ Irak'ta en sağlam partnerimizin Barzani olduğuna inanıyorum”; Kerkük ile ilgili olarak da “Bizim birkere Irak'ın içişlerine karışmaya hakkımız yok” diyerek olaylara nasıl baktığını açıkça belirtiyordu.
Oysa aynı milletvekili, Barzani'nin Türkiye'nin iç işlerine müdahale etmesi ya da kendi seçim bölgesi olan Diyarbakırla ilgili beyanlarına en ufak bir tepki vermeyerek safını belli etmektedir.




Özetle; Türkiye'de Barzani yanlısı faaliyetlerde bulunan siyasî parti, dernek ve vakıf gibi oluşumların tamamına yakını Barzani yönetim bölgesindeki
ekonomik ranttan nemalanmaktadırlar. Mesela Barzani yanlısı söylemleri ile ön plâna çıkan Mehdi Zana, Kemal Burkay ile  Şerafettin Elçi'nin oğlu Renas Elçi'nin ve T-KDP'nin bir zamanlar yöneticiliğini yapmış olan Derviş Akgül'ün oğlu Azad Akgül'ün Irak'ta inşaat ve taşımacılık şirketleri mevcuttur.

V.2 DTP-PKK Çizgisinden Barzani'ye Doğru Hareketlilik

Irak'ı işgal eden ABD, plânın diğer parçalarının uygulanmasında kendine en uygun ortak olarak Mesud Barzani'yi görmektedir. Plânın parçası olarak
Irak'a komşu olan bölgelerde yaşamakta olan Kürtler, Barzani önderliğinde bir araya getirilmek istenmekte ve bu amaçla Barzani'nin çekim alanına itilmektedir. 

Türkiye'ye yönelik olarak da PKK üzerinden çeşitli operasyonlar uygulanmakta, PKK'ya karşı oldukça hoşgörülü bir siyaset gütmekte olan Mesud Barzani diğer yandan da Türkiye'de kendine bir siyasî taban oluşturmaktan da geri durmamaktadır.

Irak'ın kuzeyindeki kamplarda ve buralara yakın köylerde barınan PKK'lıların her türlü lojistik desteğini sağlayan Barzani, bu hareketi ile Türkiye'de bulunan PKK'lıların sempatisini toplamaktadır. Sık sık sözde Kürt sorunu ile ilgili beyanlar vermekte ve bu beyanlarında sözde Kürt sorununun siyasî süreçle çözüleceğini, PKK'lılara genel af çıkarılması gerektiğini vurgulayarak bir taşla bir çok kuş vurmanın hesaplarını yapmaktadır. 
Barzani böylelikle hem Irak'ın kuzeyinde kendisine sorun olabilecek silahlı bir güç olan PKK'dan  kurtulacak,hem Türkiye'de bulunan PKK yandaşlarını kendi 
tarafına bu şekilde çok kolayca çekebilecek, hem de PKK içerisinde bulunan yaklaşık 1500 dolayındaki Irak'lı teröristten kurtularak onları kendi saflarında, 
peşmerge olarak değerlendirme imkânına kavuşacaktır.

Nitekim, PKK'nın saflarından kaçmayı başaran örgüt üyeleri Barzani denetimindeki bölgelere geçerek Barzani'nin himayesi altına girmek sureti
ile hem canlarını kurtarmaktadırlar hem de Barzani tarafından maaşa bağlanmaktadırlar. PKK, örgütten kaçanlar hakkında infaz kararı çıkarmış-
tır; ancak PKK'lılar peşmerge olduktan sonra artık dokunulmazlık kazanmaktadır.

Bu çerçevede örgütten firar eden PKK'lıların Irak'a sığınmalarına kolaylık getirmek amacıyla Kürt Bölgesi Parlamentosunca hazırlanan sözde Kürdistan
anayasasında “sığınma hakkı talep edenlerin iade edilmeyeceğine” dair madde konulmuştur. 

<  PKK'lıların her türlü lojistik desteğini sağlayan Barzani, bu hareketi ile Türkiye'de bulunan PKK'lıların sempatisini toplamaktadır. >

Bu madde ile PKK'lılara kolayca sığınma hakkı tanınıp Irak kimliği verilebilecektir. Çünkü bir süre önce güvenlik birimlerince hazırlanıp devletin zirvesine sunulan rapora göre “Barzani yönetiminin bazı PKK'lı teröristlere pasaport vererek ülkemize giriş çıkışlarda bu pasaportları kullanmasına imkân sağladığı” belirtilmektedir. Mesud Barzani kendisinden sığınma hakkı talep eden teröristleri “Türkiye'deki Kürtler üzerinde olumsuz sonuçlar yaratacağı” gerekçesi ile iade etmeyip denetimi altındaki yerleşim merkezlerine yerleştirmektedir. Yerleştirilen teröristler eğitimden geçirildikten sonra I-KDP silahlı güçlerinde aktif olarak görev alabiliyorlar.

I-KDP peşmergelerine katılıp da burada üst düzey görevlere getirilen PKK'lılar da bulunmaktadır.
Peşmerge özel kuvvetler komutanlığını yapan Aziz Veysi, Musul'da bulunan peşmergelerin komutanı Hişyar Söyler adlı teröristler bunlardan bazılarıdır. Irak'ın kuzeyinde A. Öcalan'ın yakalandığı 1999 yılından bugüne kadar PKK'dan kaçan 7 bin civarında terörist bulunuyor bunların 2 bin civarındaki kısmı I-KDP ve IKYB peşmerge güçlerinde görev almış durumdadır.
Bush'un "yeni Irak stratejisi" çerçevesinde Bağdat'a gönderilen peşmerge tugayında 500 civarında PKK'lı bulunduğu iddia edilmektedir.
PKK'da kaçanları bu şekilde himaye eden Barzani bu yolla,onların Türkiye'deki ailelerini de kazanma stratejisi uyguluyor.

V.3 PKK Barzani'nin Artan Etkisinden Korkup Eylemlerini Yeniden Başlattı

Siyasallaşma stratejisi gereği eylemsizlik içerisinde bulunan terör örgütü PKK,Barzani'nin hem militanları hem de Türkiye'deki yandaşları üzerinde
artan etkinliğini fark ederek şiddet eylemlerini yeniden başlatmaya karar verdi. PKK bu hamlesi ile kendini yeniden muhatap olarak dayatmayı hedeflemektedir.
Ama ne var ki terör örgütünün bu hamlesi de Barzanici akımların işine yaradı. Zira bu adım,PKK'nın izlediği şiddet yöntemini eleştirerek Barzani'nin izlediği 
politikanın desteklenmesi gerektiğini ifade eden söz konusu akımlar için bulunmaz bir propaganda malzemesi idi ve oldukça etkili bir şekilde kullanılmıştır. 

Yıllardır PKK nezdinde Apo'yu Genelkurmay'ın ajanı, hain, Kürtleri Türkleş tirmekle, İmralı'dan derin devletin yönlendirmesi ile örgütü yönetmekle suçlayanlar PKK'nın kanlı iç yüzünü tekrar gündeme getirerek kitlelerin dikkatini Barzani'nin üzerinde yoğunlaştırmayı amaçladılar.34  
Bunda da oldukça başarılı oldukları söylenebilir. Bir tarafta Washington, Londra, Roma, Berlin gibi Batı başkentlerinde hüsnü kabul gören, âdeta devlet 
başkanı gibi ağırlanan Mesud Barzani bulunurken; diğer tarafta kanlı bir maziye sahip olan terör örgütü ve onun lideri bulunmaktaydı.35

Barzani yanlıları ekonomik unsurları da çok iyi kullanarak kitlelerin bütün dikkatini Mesud Barzani'nin üzerine çekmeyi başardılar.

Olayın bu duruma gelmesinde,ona bir misyon yükleyen ABD'nin yanı sıra ülkemizin tutarsız politika üreten hatta politika bile üretemez halde
olan yöneticileri ve yürütülmekte olan psikolojik operasyonun en önemli ayağı olan basının rolü de oldukça fazladır.

Yakın bir zaman önce PKK-DTP çizgisindeki Apocu kanat, Barzaniciliğin son zamanlarda ivme kazanması üzerine DTP'yi olağanüstü kongreye
götürdü. Yapılan kongre sonucunda partinin ideolojik kanadını temsil ettiği kabul edilen ve "Apocu kanat" olarak adlandırılan gurup; feodal ağırlıklı,
Barzani ile ilişkileri geliştirme taraftarı kanada yenilerek kısmen tasfiye edildi.

DTP'nin bağımsız adaylarla genel seçimlere girmesi projesi de tasfiye operasyonunun en önemli parçalarından birisi olarak ortaya atılmıştır. Bu
plâna göre DTP'nin önümüzdeki seçimlere bağımsız adaylarla girerek 20 civarında milletvekili çıkarması hedeflenmektedir. Bu şekilde TBMM'de
temsil edilecek DTP'de etkili lider adayları çıkarılarak Öcalan'ın yerine ikame edilecek ve bu yeni lider ile DTP, artık kitlelerin yönünü Irak'ın kuzeyine
yönelterek,buraya monte edilmesi sürecinde başrolü üstlenecektir. Nitekim bir süre önce Öcalan'a yakınlığı ile bilinen Ali Kemal Özcan ve arkadaşları

<  DTP kongresi sonucunda partinin ideolojik kanadını temsil ettiği kabul edilen ve "Apocu kanat" olarak adlandırılan gurup; feodal ağırlıklı,
Barzani ile ilişkileri geliştirme taraftarı kanada yenilerek kısmen tasfiye edildi. >

"Öcalan Barzani devleti için " Küçük İsrail " diyor fakat avukatları bunu dışarıya yansıtmıyorlar, "ABD Apo'nun karşısına Leyla Zana ve PKK tarafından 
öldürülen Hikmet Fidan'ı çıkarmayı plânlıyordu, diyerek ABD nin Barzani'yi ön plâna çıkarmayı hedefleyen plânlarını deşifre ediyorlardı.

Ne yazık ki bu iddialar Türk basını tarafından ısrarla gözden kaçırılıyordu ve öldürülen Hikmet Fidan için çarşaf çarşaf yayınlar yapılıyordu.

ABD'nin son hamlesi ise Güneydoğu'da yakın zamanlarda yapılan baro seçimlerine kadar müdahale ederek Barzani ile işbirliğine yakın olan isimlerin seçilmesini sağlamak oldu. ABD'- nin Adana konsolosu Eric Green bölge turuna çıkarak DTP il başkanları başta olmak üzere sivil toplum örgütleri ile bir takım görüşmelerde bulunmuştur. Bu geziler sırasında Eric Green, sivil toplum örgütleri ve siyasî parti yöneticilerinden Barzani ile ilişkilerini güçlendirilmesi konusunda adımlar atmalarını isteyerek ABD'nin Türkiye'deki Kürtçü kitleleri Barzani'ye monte etme amacında olduğunu  bir kez daha gözler önüne sermiştir.

<  Hemen hemen aynı günlerde bölgenin nabzını tutan CHP milletvekilleri de açıkladıkları raporda ,ABD'nin Doğu ve Güneydoğu Anadolu'da nüfuz arttırmaya çalıştığını ve bu yolda ilerlemeler kaydettiğini ifade etmişlerdir. >

V.4 DTP Diyarbakır İl Başkanının Çıkışı

Güneydoğu'da Barzanicilik hızla nüfuz bulurken,Diyarbakır DTP il başkanı Hilmi Aydoğdu, "Kerkük'e yapılacak saldırıyı Diyarbakır'a yapılmış kabul ederiz" diyerek,vatandaşı olduğu Türkiye Cumhuriyeti'ne ve parçası olduğu Türk milletine baş kaldırarak meydan okudu. Bu söylemin arkasında yatan mesaj şu idi; "Ben Türkiye Cumhuriyeti devletinin egemenliğini tanımıyorum, kafamızda oluşturduğumuz bir Büyük Kürdistan var ve biz de bu devletin parçasıyız, bu devletin sınırları Diyarbakır'dan Kerkük'e kadar uzanmaktadır. Bu yüzden Kerkük'e müdahalenize karşıyız."

Hilmi Aydoğdu'nun açıklamalarını yorumlayan Sırrı Sakık, Pan-Kürdist, ve ırkçı bir yaklaşım sergileyerek " buradaki Kürtlerle oradaki Kürtlerin 
kan bağı ve gen bağı var" diyebilmektedir.

<  ABD'nin Adana konsolosu Eric Green bölge turuna çıkarak DTP il başkanları başta olmak üzere sivil toplum örgütleriile bir takım görüşmelerde bulunmuştur. >

Açıklamaları değerlendiren federasyoncu ve ırkçı politika izleyenlerin başında gelenlerden KADEP genel başkanı Şerafettin Elçi hayalindeki Büyük
Kürdistan'ı ele veriyor. "Kürtleri birleştiren en az 5 bin yıllık tarihi, coğrafî, kültürel, sosyal,kardeşlik bağları var, seksen yıl önce çizilen siyasî sınırlar 
Kürtlerin yürek bağlarını koparama-mıştır." diyerek âdeta Türkiye Cumhuriyeti ile hiçbir bağı olmadığını, sınırları tanımadığını ilân etmekte.

DTP il başkanının söylemlerinin hemen ardından Diyarbakır'daki Nevruz mitinginde konuşma yapan Leyla Zana da Pan-Kürdist söylemler kullanarak
“Kürtlerin üç yoldaşı var;birincisi Celal Talabani, ikincisi Mesud Barzani, üçüncüsü Abdullah Öcalan'dır” dedi. PKK-DTP çizgisindeki ideolojik Öcalancı kanatla arası pek de iyi olmayan Zana bu açıklamalarıyla PKK-DTP çizgisinde Öcalan hegemonyasının iyice erozyona uğrayarak Barzani-Talabani ikilisinin de bir güç haline geldiğini ilân etmiş oluyordu.

Barzani'nin son günlerde, "Türkiye Kerkük'e müdahale ederse biz de Diyarbakır'a müdahale ederiz“ demesinin altında yatan nedenlerin en başında PKK-DTP çizgisindeki bu yeni eğilim gelmektedir. Mesud Barzani bu son açıklamalarıyla birden çok mesaj vermeyi hedeflemiştir. 

Bu mesajlar:

1.Türkiye'de yaşamakta olan Kürtlere; ” Sizin koruyucunuz benim. Türkiye olan mücadelemde sizlere ihtiyacım var, hazır olun."

2.Büyük Kürdistan devletini kurmayı hedefliyorum. Bu devletin kuzeydeki sınırı Diyarbakır'dan başlar güneydeki Kerkük'e kadar uzanır.

3.Türkiye'ye;Irak'a müdahalede bulunursan ben de senin sınırlarını tartışmaya açarım.

4.Irak devletine;Irak'ın kuzeyinde benim sözüm geçer,Kerkük için gerekirse çatışırım.

<  Türkiye Cumhuriyeti açısından Barzani'yi gördüğü bu rüyadan uyandırmak çok zor bir olay değil ama bunu gerçekleştirecek siyasî irade maalesef 
mevcut değildir. >

Yakın zaman kadar Barzani ile görüşmeye can atanların varlığı da bu irade yoksunluğunun en bariz kanıtıdır.


V.5 Kürdistan Belediyeler Birliği, 




Türkiye'nin Güneydoğusu ile Irak'ın kuzeyini birbirine monte edilmesi amacı doğrultusunda alttan alta yürütülen çalışmalardan birisi de sözde Kürdistan
Belediyeler Birliği'nin kurulmasıdır. Bu amaçla önceleri her iki tarafta kendi bölgelerinde örgütlenerek birliğin zeminine uygun alt yapı hazırlama çalışmalarına koyuldu. Bu amaçla peşmergelerce, Irak'ın kuzeyinde en küçük yerleşim merkezlerinde dahi Kürt belediyeleri oluşturuldu. Bu belediyeler
kendi aralarında bir araya gelerek belediye birlikleri oluşturdular. İki tarafın belediyeleri de merkezi Hollanda'da bulunan Uluslararası Yerel Yönetimler
Birliği(IULA) ve merkezi Fransa'da bulunan Dünya Birleşik Kentler Federasyonu (FMCU) nezdinde bulunarak üye olma girişiminde bulunmuşlardır.

Plânın daha sonraki aşamasında “tamamen insanî gerekçeler” öne sürülerek sınır ötesinde belediyelerle “ kardeş belediye ” benzeri adımlarlaUluslar arası Yerel Yönetimler Birliği(IULA)'nin Doğu Akdeniz ve Ortadoğu Bölge Temsilciliği(IULA-EMME) nezdinde Kürdistan Belediyeler Birliği oluşturulmak istenmektedir.

4 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,



.

23 Mart 2017 Perşembe

TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NİN ORTA DOĞU POLİTİKASI BÖLÜM 4


  TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NİN ORTA DOĞU POLİTİKASI BÖLÜM 4






2000-2010 Yılları

11 Eylül 2001’de El-Kaide’nin ABD’ye karşı yönelttiği terör saldırısı Orta Doğu’nun daha sonraki yıllardaki kaderini de etkileyecekti. 11 Eylül saldırısından 
sonra El Kaide’nin konuşlanmış olduğu Afganistan’a karşı BM Güvenlik Konseyi’ nin onayı ile ve ABD’nin liderliğinde uluslararası bir askeri operasyona girişilmesi kaçınılmazdı. Ne var ki Ocak 2001’de Başkanlığı devralan George W. Bush’un etrafındaki “yeni muhafazakârlar” olarak adlandırılan müşavirler, ideolojik bir yaklaşımla asıl hedef olarak Irak üzerinde yoğunlaşmışlardı. Baba Bush’un bütün Arap ülkelerinin desteği ile girişilen Birinci Körfez Savaşı’nın sonunda hangi rasyonel nedenlerle Saddam Hüseyin’i tasfiye için Bağdat’a gitmeyi reddettiğini unutmak işlerine geliyordu. Birdenbire Irak’ın kimyasal ve nükleer silahlara sahip olduğu ve radikal terörizmi desteklediği yolunda yapay istihbarat raporları ortaya çıktı. O kadar ki, Başkan Bush körü körüne destekleyen İngiltere Başbakanı Tony Blair, Irak’ın 45 dakikada kimyasal bir saldırı tertip edebileceğini bile iddia edebildi. Irak’a karşı savaş açmanın Orta Doğu’daki dengeleri altüst edeceği ve o zamana kadar radikal terörizme kapıyı kapatmış olan Irak’ın El-Kaide teröristlerinin bir üssü haline gelebileceği tamamen göz ardı edildi.

Kasım 2002’de iktidara gelen AKP çok çetin dış politika sorunları ile karşılaştı. Kıbrıs konusu bunların en önemlilerinden biriydi. AKP kendisini AB üyeliği ile çok yakından ilişkili Annan Planı konusunda siyasi platformda ve kurumlar arasında kesif bir tartışma içinde buldu ve açık seçik bir tutum tespitinde sıkıntı çekti. Daha da çetrefil diğer sorun Irak’tı. O tarihte artık ABD’nin ne pahasına olursa olsun Irak’a savaş açacağı belli olmuştu. Başkan Bush eskiden beri kader birliği yaptığı müşavirlerinin etkisinden kurtulamamıştı. Bunlar daha 11 Eylül’den çok önce üyesi bulundukları düşünce merkezlerinde “önleyici müdahale” ve “şer mihveri” gibi doktrinler geliştirmişlerdi, 11 Eylül onlara bu radikal fikirlerini adeta dini bir taassupla uygulamaya koymak fırsatını vermişti. Doktrinlerinde Orta Doğu’nun istikrarını güçlendirmek amacı ile Filistin sorununun çözümüne katkıda bulunmak gibi bir kavram mevcut değildi.

ABD politikası akıl rayından çıktığına göre artık her devletin kendi çıkarlarını gözetmesinden başka çare kalmamıştı. Bazıları, örneğin Almanya gibi, savaşa 
karşı çıkmakla beraber ülkelerindeki üslerin kullanılmasına izin veriyorlardı. Yunanistan da üslerini açmıştı. Rusya ve Çin gayet dikkatli ve dengeli bir 
siyaset gütmeye çalışıyorlardı. Merkezi ve Orta Avrupa ülkeleri ise Sovyet hegemonyasından kurtuluşlarını geniş ölçüde ABD’ye borçlu olduklarını 
unutmuyorlar ve ABD’yi destekliyorlardı. İspanya ve İtalya da kamuoylarına rağmen ABD’yi desteklemekteydiler. Arap ülkelerine gelince, Mısır, Suriye 
ve Ürdün savaşın neden olacağı felaketlerin farkındaydılar, fakat savaşın artık önlenemeyeceğini anlamışlardı. Körfez ülkelerinden Bahreyn, Katar ve Kuveyt 
ülkelerini Amerikan askerlerine açmışlardı.

Bu durumda AKP yine barış turları başlattı. Başbakan Mısır, Ürdün ve Suriye’yi ziyaret etti. İstanbul’da bazı toplantılar tertiplendi. Başbakan’ın girişim ve atılımlarının ve Saddam’a ulaştırılan tek taraflı veya çok taraflı mesajların takdir edilecek iyi niyetli bir yaklaşım yansıttıkları kuşkusuzdu. İç politikada Hükümetin barışı kurtarmak için elinden geleni yaptığı izlenimini yaratmaya çalışmak da anlaşılır bir amaçtı.

Savaşa hazırlanan ABD’nin Türkiye’den başlıca iki isteği vardı. Kuzey Irak’tan da yapılması planlanan operasyon için Türkiye’nin limanlarını ve hava üslerini kullanmak ve Türkiye üzerinden Kuzey Irak’a asker gönderebilmek. Hükümet prensip itibarı ile bu talebin kabulüne taraftar olduğu intibaını veriyordu. Nitekim TBMM 6 Şubat 2003’te askeri üs, tesis ve limanlarımızın yenilenmesi amacı ile ABD teknik ve askeri personelinin Türkiye’ye gelmesini onayladı. Bu personel Türkiye’ye gelerek hazırlıklarına ve çalışmalarına başladığı gibi, TBMM’nin kararını Amerikan birliklerinin Türkiye üzerinden Kuzey Irak’a intikaline de yeşil ışık yakılacağının işareti gibi gören ABD askerlerini gemilere bindirmişti. Sonra 1 Mart tezkeresi reddedilince Güney’den operasyona katılmak üzere Kuveyt’e yönlendirildiler.

1 Mart tezkeresi Türkiye ile ABD arasında uzun süren çetin müzakerelerden sonra sağlanan bir mutabakata dayanıyordu. Bu mutabakatın Türkiye’ye sağlayacağı avantajları başlıca üç noktada toplamak mümkündür. Birincisi Arap, Türkmen ve Kürtlerin Irak’ın kurucu unsurları olduklarının belirtilmesiydi. 
İkincisi, sınırın Irak tarafında, PKK terör örgütünün tehdit potansiyelinin yoğunlaştığı 20-25 kilometre genişliğinde bir şerit içinde, PKK ile mücadele 
yetkisine de sahip 30 bin kadar Türk askerinin konuşlandırılması olacaktı. Üçüncüsü ise Iraklı Kürtlere verilecek silahlara ilişkindi. Bu silahların dağıtımında ve operasyonlar bittikten sonra toplatılmasında Türk ve Amerikan askeri makamları birlikte hareket edeceklerdi.

1 Mart tezkeresinin Türkiye’ye çeşitli avantajlar sağlayacağını düşünenler şu savları ileri sürüyorlardı: Tezkere Irak’ın kuzeyinde Kerkük’ün petrol ve gaz 
kaynaklarına da sahip bağımsız veya bağımsızlığa yakın bir Kürt oluşumunu engellemek fırsatını ve o bölgede yuvalanmış PKK gruplarının tasfiyesini 
sağlayabilecekti. Kürtler Amerikalıların vazgeçilemez müttefikleri haline gelemeyeceklerdi. Arap ülkelerinin Türkiye karşısında yer alacakları kaygısı 
da yersizdi. ABD kuvvetleri güneyde Kuveyt üzerinden Irak’a girmişlerdi. Amerikalıların Katar’da büyük bir karargâhları vardı. Arap ülkeleri onları 
eleştirmiyorlardı. Ancak şunu da belirtmek gerekir: Tarihin akışının o zamanki algılamaya mutlaka uyacağını söylemek mümkün değildi. Tezkere kabul 
edilseydi bile ABD ile ciddi ihtilâflar çıkabilirdi. Türkiye düş kırıklığına uğrayabilirdi. Iraklı Kürtlerle silahlı çatışmalara kadar varan sorunlar çıkabilirdi.

2003 yılında bir çelişki daha yaşandı. 1 Mart tezkeresi kaçınılmaz olarak Türkiye ile ABD arasındaki ilişkileri etkilemişti. Özellikle ABD ordusu ve “Yeni Muhafazakârlar” gücenmişlerdi. Temmuz 2003’te Kuzey Irak’ta “çuval olayı” cereyan etti ve ilişkiler daha gerginleşti. 7 Ekim 2003’te ise TBMM, ABD’nin Irak’ı işgalinden sonra BM Güvenlik Konseyi’nin de onayı ile kurulan “Koalisyon” kuvvetlerine katılmak üzere Irak’a önemli miktarda kuvvet gönderilmesini kabul etti. Oysa bu kararın uygulanması Irak’ta ABD müdahalesinden kısa bir süre sonra patlak veren şiddet ve terör olaylarından sonra Mart tezkeresinin uygulanmasından kat kat daha riskli olacak ve Türkiye şehit tabutlarının gelmesi ile iç politikada ağır siyasi bunalımlara sürüklenecekti. 

Neyse ki Araplar ve Kürtlerin muhalefeti yüzünden TBMM’nin aldığı karar uygulanamadı.

Irak Savaşı’nın Orta Doğu’da bir Pandora kutusu açacağı kehanetinde bulunanlar haklı çıktılar. Bush yönetimin inanılmaz basiretsizliği ABD’nin politik gücüne ve inandırıcılığına ağır bir darbe vurdu; bölgedeki dengeleri bozarak, Irak’ı zayıflatarak ve istikrasızlığa sürükleyerek, İran’ı kuvvetlendirerek ve kökten dinci cereyanları körükleyerek aleyhine çevirdi. Bu karmaşa ortamında, Türkiye, yürüttüğü aktif ve genelde yaratıcı ve isabetli politika ile Orta Doğu’daki jeopolitik ve ekonomik mevkiini perçinleştirdi. Ne var ki, bu politikanın zaman zaman tereddütler doğuran, eleştiri çeken yönleri de hiç yok değildi. Örneğin, Irak’ın toprak bütünlüğünü korumak amacı kuşkusuz yerindeydi, fakat bu amaç Kuzey Irak’ta özerkliklerine kavuşmuş olan ve Bağdat’ın zaafı yüzünden gittikçe daha bağımsız bir siyaset gütmek imkânına kavuşan Kuzey Irak Kürtleri ile 2009 yılına kadar gerçekçi bir ilişki kurulmasını engellememeliydi. 

Kuzey Irak’ta Kandil bölgesindeki Kürt teröristlere karşı yürütülmek istenen operasyonlar 2007 yılına kadar ABD ile olduğu kadar Kürt yönetimi ile de sürtüşmelere neden oldu. 2009 yılına kadar Kürt meselesinin çözümü için bir açılım politikası başlatılamaması da tabiatı ile bir zaaf unsuru 
oluşturuyordu.

AKP Hükümeti’nin Orta Doğu ülkeleri ve hatta Afrika ülkeleri ile ikili ilişkileri geliştirmek konusundaki çabaları takdir edilmelidir. BM Milletler Güvenlik 
Konseyinin geçici üyeliğine seçilmek için sarf edilen gayretler başarıya ulaştı, Türkiye en iyimser tahminlerin bile ötesinde destek sağlayabildi. Suudi 
Arabistan ve diğer Körfez ülkeler ile de ilişkiler çok daha yüksek bir seviyeye çıkarıldı, bu ülkelerden Türkiye’nin ekonomik büyümesine özlü katkıda bulunabilecek düzeyde direkt yatırımlar temin edilebildi. Türkiye’nin bütün bölge ülkeleri ile hatta Kuzey Irak ile ticareti rekor düzeylere ulaştı.

Bu politikanın bir özelliği de mikro diplomasinin iyi kullanılmasıdır. Bundan kasıt yalnızca Hükümetler arası ilişkiler ile yetinilmemesi ve bir ülkenin politik yelpazesinde yer alan bütün unsurlar ile diyalog kurulmasıdır; Irak’ta çeşitli Şii ve Sünni gruplarla ve aşiretlerle temas edilmesi gibi. Türkiye aynı yaklaşımı Lübnan’da da sergiledi. 2006 yılındaki İsrail saldırısından sonra Lübnan’daki Birleşmiş Milletler kuvvetine katkıda bulunurken iç politikada uzlaşma sağlanmasında da önemli rol üstlendi.

Türkiye bugün Filistinlilere en fazla politik ve mali yardım sağlayan bir ülkedir. 2008 sonunda Gazze’ye saldıran İsrail’e karşı en şiddetli tepki yine Türkiye’den geldi. İsrail’in orantısız kuvvet kullanması genellikle reaksiyon doğurduysa da diğer Arap ve Müslüman ülkelerinden hemen hemen hiçbiri Türkiye kadar ileri gitmedi. Gazze ablukası konusunda da Türkiye’nin tutumu Gazze ile sınırını açmakta isteksiz davranan Mısır’ın tutumu ile çelişki teşkil etti. Mısır’ın sınırı açmakta ayak sürtmesi Müslüman Kardeşlerin bir uzantısı olarak gördüğü Hamas’a antipatisinden kaynaklanıyordu.

Türkiye ise, Mısır’ın aksine, başından beri Hamas’a elini uzatmıştı. O kadarki, 2006 Şubatında Hamas Gazze’de seçimleri kazanır kazanmaz daha Filistin 
Meclisi bile toplanmadan Hamas’ın sürgündeki lideri Halid Meşal Ankara’ya geldi. O tarihte çok tartışma yaratan bu ziyaretin zamanlamasında belki acele 
edildiyse de, sonradan Hamas gerçeğinin kabulünden başka çare olmadığı birçoklarınca anlaşıldı. Ancak Hamas ile diyalog kanallarını açık tutarak onu 
şiddetten vazgeçirip barışa yönlendirirken yanlış yorumları önlemek açısından Hamas’ın avukatlığı görüntüsünden ve din referanslı söylemlerden kaçınmanın 
önemi göz ardı edilmemelidir. Türkiye’yi bölgede saygın ve cazip kılan hususun halkının Müslüman olmasının yanında, beklide ondan daha önemli demokratik bir ülke olması ve başta AB ve NATO olmak üzere Batı ile kurduğu ve idame ettirdiği yakın ilişkiler olduğu hatırdan çıkarılmamalıdır. 

Türkiye-Suriye ilişkilerinde son yıllarda sürekli gelişmeler kaydedildi. İki ülke çeşitli alanlarda işbirliği öngören 40 küsur anlaşma imzaladılar ve karşılıklı 
olarak vizeyi kaldırdılar. İki ülke arasında bir Stratejik İşbirliği Konseyi kuruldu. Türkiye Netanyahu Hükümetinin iktidara gelmesinden önce İsrail ile Suriye arasında iki devletin talebiyle arabuluculuk girişiminde de bulundu, fakat bu süreç çok kısa sürede kesintiye uğradı. Netanyahu işbaşına geldikten sonra ise Türk-İsrail ilişkilerine gerginlik daha da arttığından Türkiye’nin arabuluculuk misyonu ifa etmesine pek imkân kalmadı. O kadar ki “Monde Diplomatique” dergisinde Ocak 2010’da yayımlanan bir söyleşisinde Beşar Esed, kendisine bu konuda sorulan bir suale cevaben Türkiye’nin İsrail ve Suriye arasındaki arabuluculuk rolüne gelince, “bence asıl Türkiye ve İsrail arasında bir arabuluculuk lâzım” diyordu.

Bir noktayı açıklığa kavuşturmakta yarar var. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu Türkiye’nin arabuluculuk yapmadığını, fakat kolaylaştırıcı bir rol oynadığını belirtti. Bakan haklıdır. Arabuluculuk bu görevi ifa eden kişi veya devletin çok ayrıntılı bir çözüm planı sunmasını gerektirir. Türkiye’nin ise rolü daha çok tarafları bir araya getirmek ve müzakere atmosferi yaratmak şeklinde oluyor. Dışişleri Bakanı bir noktaya daha açıklık getirdi. “Neo Ottomanism” tabirini hiçbir zaman kullanmadığını, bunun bir yakıştırma olduğunu belirtti. Medyanın ve bazı düşünce merkezlerinin kullandığı bu terim gerçekten bazı yanlış anlamalara ve çağrışımlara yol açabilecek nitelikteydi. Bakanın yaptığı düzeltme çok yerinde olmuştur. 

AKP Hükümeti’nin Orta Doğu politikasının yalnızca bölge ülkelerinin hükümet lerince değil, bu ülkelerin kamuoylarınca da takdir edildiği görülmektedir. Arap ülkelerinde basın hiçbir zaman Türkiye hakkındaki haberlere ve yorumlara bugünkü kadar yer vermemiştir.

Türkiye’nin bugün Orta Doğu’daki rolünün ağırlığı ABD ve AB Hükümetlerinin, medyalarının ve düşünce merkezlerinin de dikkatinden kaçmış değildir. 
Türkiye’nin AB üyeliğini destekleyenlerin büyük bir kısmı bu rolü ön plana çıkarıyorlar. Fransa’da da aynı görüşler mevcut. “Club des Vigilants” 
Grubu bir süre önce yayımladığı raporunda Türkiye’nin İran, Irak ve Suriye üzerinde önemli bir nüfuzu olduğunu ve İsrail’in tek Müslüman müttefiki 
olan Türkiye’yi kaybetmeyi göze alamayacağını vurguladı. 

Aynı raporda Fransa’nın Orta Doğu’ya yaklaşımında Türkiye ile karşılıklı güvene dayanan bir diyalog eksikliğinden sıkıntı çektiği, bunun Fransa’nın Türkiye’nin 
AB üyeliği konusundaki çok katı tutumundan kaynaklandığı belirtilmekteydi.

Türkiye’nin Irak Merkezi Hükümeti ile de ilişkileri oldukça yüksek düzeyde. Irak’la da çok sayıda çeşitli işbirliği anlaşmaları imzalandı. Türkiye Irak’ın 
toprak bütünlüğüne en fazla destek veren ülkelerden birisidir. Kuzey’de özerk Kürt bölgesi ile ilişkiler ise çok yakın zamanlara kadar karşılıklı güvensizlik 
üzerinde gerginliğini korudu. Irak Cumhurbaşkanı sıfatıyla Celal Talabani’nin Türkiye’ye 7-8 Mart 2008 tarihinde yaptığı ziyaret ve Büyükelçi düzeyinde 
temsilcilerin Mesud Barzani ile temasları tedricen ilişkilerin normalleşmesine yol açtı. Dışişleri Bakamı Davutoğlu’nun 30-31 Ekim 2009 tarihinde Erbil’e 
yaptığı ziyaret önemli bir dönüm noktası niteliğindeydi. Bu ziyaret sırasında Erbil’de bir Başkonsolosluk açılmasının kararlaştırıldığı açıklandı.

Irak’ta Amerikan kuvvetlerinin 2011 yılında tamamen çekilmesinden sonra ülkeyi nasıl bir akıbetin beklediği konusunda kimse bugünden sağlıklı bir öngörüde 
bulunamıyor. ABD kuvvetlerinin Başkan Bush devrinde 35.000 ek askerle takviye edilmesinin güvenliğe yapacağı katkının abartıldığını süregelen 
terör ve şiddet olayları kanıtlamaktadır. Araplar ile Kürtler arasındaki sorunların kolay kolay çözülemeyeceği bellidir. Dolayısıyla büyük bir ihtimalle, sivil savaş önlenebilse dahi Kuzey Irak bugünkü geniş hareket serbestisini şu veya bu şekilde muhafaza edecektir. Türkiye’nin güvenlik menfaatlerinin Kuzey Irak ile istikrarlı ilişkiler gerektirdiği artık anlaşılmıştır. Aksi takdirde bu bölge üzerinde İran kolaylıkla en nüfuzlu devlet haline gelebilecektir. Irak Kürtleri de asıl bu olasılıktan çekindiklerinden Türkiye’ye gittikçe daha fazla yanaşmak ihtiyacını duyuyorlar. Türkiye’nin Kuzey Irak’a karşı son zamanlardaki açılımını daha da ileri götürmesinde herhalde yarar vardır.

Türkiye’nin İran ile ilişkileri AKP Hükümeti devrinde süratle gelişti. 2008 yılı sonunda İran ile ticaret hacmi 8 milyar dolara varmış ve İran Türkiye’nin en 
büyük 8. ticaret ortağı olmuştur. Türkiye petrol ithalatının %36.4’ü İran’dan yapılmaktadır. Rusya’dan sonra Türkiye’nin en büyük gaz tedarikçi olan İran’a bağımlılık oranı %11 civarındadır. İki ülke arasında Türkmenistan doğal gazının İran üzerinden Türkiye’ye sevk edilmesine, İran doğal gazının 

Türkiye üzerinden Avrupa’ya nakline ve Güney Pars gaz kaynaklarının belirli fazlarının TPAO tarafından işletilmesine imkân tanıyan bir mutabakat muhtırası 
mevcuttur. 

Türkiye’nin İran ile ekonomik ilişkilerine ve enerji alanındaki işbirliğine kuşkusuz kimse itiraz edemez. Ne var ki bir yandan İran’ın nükleer programları 
konusunda BM Güvenlik Konseyi üyelerinin, genellikle Batılı devletlerin, İsrail’in ve Körfez ülkelerinin duyduğu endişelere, diğer yandan İran’da bugünkü 
otokratik yönetime karşı İran halkının önemli bir kısmının gösterdiği tepkiye tamamen kayıtsız kalmanın ne kadar doğru bir tutum olduğu tartışılabilir. 
Ayrıca, ABD’nin İran’a uyguladığı ambargo kapsamının hatırdan çıkarılmaması uygun olur. Türkiye Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’nın İran’ın nükleer programları konusunda şeffaf davranmadığı yolundaki değerlendirmelerine katılmadığından Ajans Guvernörler Kurulu’nda yapılan oylamada İran’ı kınayan Batılı devletlerden ayrılarak çekimser kaldı. Bu tutum, ileride ABD’nin isteği yönünde BM Güvenlik Konseyi’nde bir oylama yapıldığı takdirde Türkiye’nin nasıl hareket edeceği sorusunu beraberinde getirdi. Mesele bundan da ibaret değil. Türkiye İran’ın nükleer güce sahip olmasının kendi güvenliği bakımından yaratacağı potansiyel tehdidi görmezden geldiği intibaını verdiği gibi, İran’ın nükleer programlarının nükleer silah imalini hedeflemediği yolunda yaptığı ve kimsenin inanmadığı beyanlara adeta kefil oluyor. Ayrıca İsrail’in nükleer silah sahibi olmasının İran’ın da aynı yola gitmesini haklı gösterdiğini ima ediyor. İyi de İsrail tâ 1960’ların başında Fransa’nın yardımı ile bu silahlara sahip olmuştu. Nükleer silahların yayılmasının önlenmesi antlaşmasının İran’ın aksine üyesi değildi. Kaldı ki, İsrail’in nükleer gücünün İran’a yönelik olduğu da iddia edilemez. İsrail’in nükleer silahlarından şikâyete haklı olan İran değil, Arap devletleridir. Onların birçoğu da İsrail’den çok İran’dan endişe duymaktadırlar. 

İran’daki teokratik ve otokratik devlet sistemi Ahmedinecad’ın tartışmalı seçimler sonunda tekrar Cumhurbaşkanı seçilmesinden beri sık sık büyük 
kalabalıkları seferber edebilen gösterilerle protesto ediliyor. Elbette İran’ın içişlerine karışmak uygun değildir. Fakat Türkiye’nin daha fazla demokrasi 
isteklerine karşı tamamen lâkayt kaldığı izlenimini vermesi de doğru sayılamaz. İran halkının Türkiye’deki gibi istedikleri Hükümeti seçme hakkı için barışçı yollarda mücadelesine bir şekilde empati gösterilebilir. İran’ın özellikle genç kuşakları ileride Türkiye’nin mücadelelerine tamamen sırt çevirdiği izlenimine kapılmamalıdırlar. 

11 Eylül 2001’i izleyen gelişmeler ışığında Afganistan ve Pakistan da Orta Doğu bölgesi kapsamında ele alınmalıdır. Türkiye geleneksel olarak dostane ilişkiler de bulunduğu bu iki ülkenin ortak sorunları ile de yakinen ilgilidir. Afganistan’da NATO Komutası altında Kabil bölgesinde sayısı 700 ile 1300 arasında değişen bir birlik bulundurduğu gibi ekonomik, sosyal ve kültürel alanda bu ülkeye özlü yardım yapmakta, Afganistan ve Pakistan liderlerini bir araya getirerek aralarındaki sorunların çözümüne katkıda bulunmaya çalışmaktadır. Gerçekten de Afganistan’daki El-Kaide ve Taliban terörüne Pakistan’ın işbirliği sağlanmadan son verilmesi imkânsız olduğu gibi, Afganistan’daki savaşın yansımaları Pakistan için hayati bir tehlike teşkil etmektedir. 

Türkiye’nin İsrail ile ilişkileri son birkaç yıldır sorunludur. Hükümet haklı olarak İsrail’in Filistin halkına karşı baskı politikasına, Gazze’de orantısız kuvvet kullanmasına, kadınlar ve çocuklar arasında öldürülenlerin sayısının çok yüksek olmasına, Gazze’nin insafsızca ablukasına tepki göstermektedir. İsrail Dışişleri Bakan Yardımcısı’nın Türk Büyükelçisi’ne yaptığı kabalığa karşı gösterilen reaksiyon da tamamen yerindedir. Ancak İsrail’e karşı tepkilerde bir ölçü ve üslup sorunu olduğu da inkâr edilemez. Türkiye’nin son on yıldaki Orta Doğu politikasının en önemli başarılarından biri İsrail ile yakınlaşmasını Arap devletleri ile işbirliğinin geliştirilmesi ile bir arada yürütülebilmesi olmuştur. İsrail ile askeri ve savunma sanayi alanındaki işbirliğinin Türkiye için çok yararlı olduğu inkâr edilemez. Nihayet, ABD’de Yahudi lobisinin Türkiye’ye zor devirlerde önemli destek sağladığı unutulmamalıdır. İsrail aleyhtarı retoriğin ve televizyon dizilerinin Yahudi düşmanlığını ve genellikle ırkçılığı körüklediği de bir vakıadır.

Hükümetin İsrail’e karşı tepkilerinde dikkati çeken bir nokta da diğer Arap ülkelerinin hemen hepsinden daha ileri gitmesidir. Oysa Filistin meselesi esasında bir İsrail-Arap ihtilâfıdır. Filistinlilerin bugünkü kaderlerinde Arap devletlerinin sorumluluğu göz ardı edilemez. Türkiye’nin zaman zaman Kral’dan 
fazla Kral taraftarlığı yapması ister istemez yadırganmaktadır. Türkiye bugün İslam Konferansı Örgütüne de Arap ülkelerinden ve diğer Müslüman ülkelerden 
daha fazla önem veriyor. Oysa bu örgüt, yapısı ve kompozisyonu ile uluslararası alanda etkili bir rol oynayamaz.

Türkiye’nin dış politikasının Orta Doğu üzerinde yoğunlaşması Türkiye’nin genel siyasetinde bir eksen kayması olup olmadığı sorusunu gündeme getirdi. 
Aslında Orta Doğu’da Türkiye’nin çok aktif gözüken dış politikasının, bazı üslup sorunları ve aşırı dini hassasiyet ifadelerine rağmen, NATO üyeliği ve AB ile üyelik müzakereleri yürüten bir ülke statüsü ile bağdaşmayan bir yönü yoktur. AB ile müzakerelerdeki durgunlukta AB ülkelerinin sorumluluğu Türkiye’nin sorumluluğundan daha fazladır. Kaldı ki şu anda dünyada en çetin ve çetrefilli sorunlar Orta Doğu bölgesindedir ve bu durumun Türkiye’yi Avrupalı ülkelerden daha fazla ilgilendirmesi şaşırtıcı olmamalıdır. Türkiye’nin Orta Doğupolitikasının, şimdiki aşamada, ABD’nin politikası ile çatışmadığı da belirtilmelidir.

Sonuç

Cumhuriyet’in Orta Doğu politikasına başından beri genellikle sağduyunun, Türkiye’nin temel menfaatleri hakkında akılcı bir algılamanın, temkinin, bölgede 
istikrar arayışının hakim olduğunu söylemek yanlış olmaz. Bunun başlıca istisnası kuşkusuz 1950-60 yılları arasında Orta Doğu’da Arap milliyetçiliğine 
karşı cephe alınması ve buna açıkça karşı gelen tek bir Arap devleti ile ittifak yapılmasına kadar gidilmesidir. Bunun dışında zaman zaman yanlış değer lendirmelerden hareketle bazı hatalar elbette yapılmış, fakat bunların hiçbiri sürekli olumsuzluk yaratacak boyutta olmamıştır. Unutulmaması gereken 
bir nokta da Orta Doğu’nun Soğuk Savaş devrinde olduğu kadar ondan sonra da en derin sarsıntıları geçiren bir bölge olduğudur. Filistin-İsrail ihtilâfı ve onun tetiklediği savaşlar, İran devrimi, İran-Irak savaşı, Birinci ve İkinci Körfez savaşları, Arap ülkeleri arasındaki ihtilâflar ve rekabetler, mezhepler arasındaki çekişmeler ve çatışmalar, enerji kaynaklarına sahip ülkelerle bunlardan yoksun ülkeler arasındaki ekonomik farklılıklar sürekli sarsıntılara ve istikrarsızlıklara çok müsait bir ortam yaratmıştır. Bunlara tabii Türkiye’nin direkt komşuları İran, Irak ve Suriye ile ortaya çıkan sorunları, PKK terör örgütünün komşu ülkelerde konuşlanmasını ve onlardan destek görmesini de eklemek gerekir. 

Bugün Orta Doğu’nun Türk dış politikasında öncelikli bir odak noktası teşkil etmesi doğaldır. Türkiye’nin AB politikasında, Kıbrıs meselesinde, Kafkasya ’da, enerji güvenliği alanında karşılaştığı sorunlar elbette aynı derecede, hatta belki uzun vadeli olarak daha önemlidir. Ne var ki hiçbirinde Orta Doğu’daki şiddet ve tehlike potansiyeli mevcut değildir. ABD sonrası Irak’taki gelişmelerle ilgili öngörüde bulunmak son derece zordur. İran hariç bölge ülkelerinin hemen hemen tamamı ve ABD karşı olsa da Irak’ın parçalanması olasılığı tamamen yok sayılamaz. Türkiye’nin Irak politikasını bütün ihtimalleri göz önünde bulundurarak tasarlaması kaçınılmazdır. Bu bağlamda hem Araplardan hem de İran’dan endişe duyan Kuzey Irak Özerk Kürt bölgesine yönelik siyaset ön plana çıkmaktadır. Kuzey Irak’taki gelişmelerin Kürt meselesi ile etkileşimi de gözden kaçırılmamalıdır.

İran’ın nükleer programından kaynaklanan sorunların barışçı bir şekilde çözümü yolunda Hükümetin sarf ettiği gayretler ancak takdir edilebilir. Fakat bu  yapılır ken İran’ın programlarının barışçı olduğu yolundaki iddialarına kefil olunduğu izlenimi yaratan söylemlerden de kaçınılması gerekir. İran’ın nükleer program larının sadece İsrail’i değil, başta Körfez ülkeleri olmak üzere birçok Arap ülkesini tedirgin ettiği unutulmamalıdır. Belirtilmesi gereken bir husus da Türkiye’nin Orta Doğu politikasının, Ermenistan’a karşı güdülen politika ile birlikte ABD ile ilişkilerimizin artık kilit unsuru haline geldiğidir.

İsrail’in politikasının çeşitli veçhelerine ve özellikle yarattığı oldubittilere ve Gazze’de geçen yıl olduğu gibi orantısız kuvvet kullanmasına karşı tepki ifade 
edilmesinden daha tabii bir şey olamaz. Ancak İsrail ile ilişkilerimizin ikili zeminin ötesindeki önemi gözden kaçırılmamalıdır. Türkiye’de Yahudi düşmanlığının yayılmasının yaratacağı tehlikeler küçümsenmemelidir.

Bütün dış politikamızda olduğu gibi Orta Doğu politikamızda da dini temalardan ve referanslardan kaçınılmasında yarar vardır. Dış politikada duyarlılığa 
daima yer vardır, fakat duygusallığa yoktur.

Sonuç olarak bir ülkenin dış politikasının o ülkenin iç gelişme ve sorunlarından soyutlanması mümkün değildir. Türkiye, teröre son verilmesi, demokrasinin 
güçlendirilmesi, özgürlük alanlarının genişletilmesi, toplumsal şiddet ve ırkçılık eğilimlerinin önlenmesi, kurumlar arasında uyum sağlanması, kamuoyundaki 
kutuplaşmaların bertaraf edilmesi, AB üyelik sürecinde gerekli olan reformların tamamlanması, siyasi partiler arasında asgari bir diyalog ortamının oluşturul ması gibi hayati sorunlarını çözme çabası içindedir. Bir ülkenin iç gelişmelerine ilişkin algılamaların o ülkenin dış politikası hakkındaki değer yargılarına tesir etmemesi düşünülemez. 


***