Müyesser YILDIZ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Müyesser YILDIZ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

25 Aralık 2018 Salı

BU İFADE AKP Yİ DE DEVLETİ DE SALLAR ..



BU İFADE AKP Yİ DE DEVLETİ DE SALLAR ..


16 Ekim 2017 Milli Düşünce Merkezi BASINDAN SEÇMELER, Manşet, 


MÜYESSER YILDIZ, 

15 Temmuz darbe teşebbüsünden sonra hemen hemen tüm devlet kurumlarında “FETÖ” operasyonu yapıldı.

Bunlardan birisi de Maliye Bakanlığı’ydı. Geçen yılki operasyonda 60 dolayında çalışan gözaltına alındı, bir kısmı tutuklandı, bir kısmı bırakıldı.

İşin ilginç yanı bu soruşturmada toplu değil, tek kişilik iddianamaler hazırlanması yoluna gidildi.

İşte bu iddianamelerin birisinde bırakın Maliye Bakanlığı’nı, doğrudan AKP’yi, devleti ve ekonomi dünyasını sarsacak öyle bir “itirafçı” ifadesine yer verildi ki, “Türkiye AKP’li belediyeleri değil, bu iddiaları konuşacak” dense yeridir.

Çünkü iddialar yenilir yutulur, isimler de inanılır gibi değil…

Çünkü alenen bir eski Cumhurbaşkanının, AKP’li bir milletvekilinin, daha önemlisi halen görevde olan iki bakanın ve de onlarca bürokratın “FETÖ’cü” olduğu öne sürülüyor…

F.K. isimli itirafçının, APS ile İstanbul’dan Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’na gönderdiği dilekçe, ifade veya “itirafname”deki iddiaları aktarmadan önce bildirdiği telefon numarasının kullanılmayan bir numara olduğuna dikkat çekelim.

-FETÖ’yü “Koruyup-Kollayan” Cumhurbaşkanı-

“Muhterem Başsavcım” hitabıyla başlayan ifadesinin girişinde F.K., “Ömrümün mühüm bir kısmını bugün memleketimizin başına kara bulut gibi çöken fitne FETÖ terör örgütüne vakfettim. Ergenekon kumpasında büyük şüphelere gark oldum. 17-25 Aralık kumpasından sonra ise bütünüyle bunlarla yolumu ayırdım. Aşağıda adlarını verdiğim başta Sayın Abdullah Gül olmak üzere bu çeteye mensup insanlara çok yakın vaziyette bulundum. Dilekçemi muhterem Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’dan cesaret alarak yazmaya karar verdim. Aşağıdaki detayların tamamı hakikattır. Bizlerden bu vatan hainlerini size bildirmek, sizlerden de icabına bakmak vazifesini beklemektir. Derin hürmetlerimle” diyor ve ilk sırada Abdullah Gül hakkında şu iddialarda bulunuyor:

“Sn. Gül, gerek Başbakanlığı ve gerekse Cumhurbaşkanlığı sırasında FETÖ’cülerin koruyucu ve kollayıcısı olarak görev yaptı. Maliye, Milli Eğitim, Adalet, Sağlık ve Hazine Sn. Gül’e bağlı olarak çalıştı. Sn. Erdoğan’ın emirleri, bizzat Sn. Gül’ün bilgi ve talimatları doğrultusunda bu bakanlık bürokratları tarafından dinlenmedi. Hatta Sn. Erdoğan’ın Maliye ve Hazine’ye gönderilen işadamlarına üst düzey FETÖ’cü bürokratlar tarafından, ‘Bize yanlış kişiden geliyorsunuz. Bize Çankaya’dan gelmelisiniz’ mesajları verildi. Sözkonusu bakanlıklarda Sn. Gül’ün bilgisi ve koruması dahilinde FETÖ’cü kadrolaşma bizzat bakanlar ve müsteşarlar tarafından organize edilmiştir.”

-“Pensilvanya’ya Göbeğinden Bağlı” ve Erdoğan’ı “Kandıran” Milletvekili-

İtirafçının hedefindeki ikinci isim, AKP Milletvekili, eski Dışişleri ve Ekonomi Bakanı Ali Babacan. Babacan ve bürokratları hakkında da şunları söylüyor:

“Sn. Babacan, Sn. Gül’ün asla emrinden çıkmayan, onun prensi ve Pensilvanya’ya göbeğinden ve beyninden bağlı bir genç adamdır. Uzun bakanlığı döneminde özellikle ABD’nin (FETÖ’nün) etkisiyle tüm dünya finans çevrelerinde güven unsuru olarak sunulmuştur. Bu durum adeta ona hükümet içinde dokunulmazlık zırhı yaratmıştır. Bu zırh kendisine bağlı birimlerde FETÖ’cü örgütlenmeyi alabildiğine yapması imkânı vermiştir. Sn. Ahmet Necdet Sezer’in FETÖ’cü olması nedeniyle TCMB’nın başına atamak istemediği Sn. Başçı’nın (Erdem Başçı) kararnamesini defalarca Köşk’e göndermiştir. Sn. Sezer bu kararnamelere kararlılıkla direnmiş ve Başçı’nın TCMB Başkanlığını engellemiş ve Sn. Durmuş Yılmaz temiz, dini bütün Müslüman bir tecrübeli merkez bankalı olarak Başkan olmuştur. Bunu içine hiç sindiremeyen Sn. Babacan, Sn. Başbakan Erdoğan’ı kandırarak, Sn. Yılmaz’ın süresinin dolmasından sonra FETÖ’nün talimatını ifa etmiş ve FETÖ müridi Sn. Başçı’yı TCMB Başkanı olarak atamayı başarmıştır. Böylelikle TCMB’da FETÖ’cü kadrolaşma başlamıştır. Sn. Başçı döneminde TCMB’da yapılan tüm üst düzey atamalar Pensilvanya talimatlıdır. Sn. Babacan’ın Hazine’deki FETÖ’cü örgütlenme işlemlerini, Hazine Müsteşarı yaptığı İbrahim Halil Çanakçı birinci elden yürütmüş ve Pensilvanya’nın emrinden hiç çıkmamış ve bu sayede on yıla yakın Hazine Müsteşarı kalmış, sonrasında da Pensilvanya ve ABD desteği ile IMF İcra Direktörlüğüne atanmıştır. Orada da FETÖ örgütü adına icraata devam etmektedir. Sn. Babacan’a bizzat FETÖ tarafından adı verilerek TMSF Başkanı yapılan Ahmet Ertürk, TMSF içinde terör örgütü yararına büyük işlere imza atmış, kanuni süresini tamamladıktan sonra FETÖ mensubu Sn. Gül’ün himayesine geçerek, Cumhurbaşkanı Danışmanı olmuştur.”

-“En Büyük Vatan Haini”-

Evet, bu iddialar yıllarca kamuoyunda konuşulan ve Erdoğan’ın belirlediği “17/25 Aralık miladı” öncesine ait konular. Ancak devam var. İtirafçı F.K. sonraki Hazine Müsteşarlarının, Personel Daire Başkanı, Hazine Hukuk Müşaviri vs.’nin neler yaptığını, Hazine Kontrolörleri Başkanı’nın Bank Asya’yı nasıl koruyup, kolladığını da anlatıyor. Dahası halen görevde olan Darphane ve Damga Matbaası Genel Müdürü hakkında, 1 TL’nin üzerinden Atatürk’ü çıkarıp, Türkçe Olimpiyatları logosunu koyduğu için “en büyük vatan haini” ifadesini kullanıyor. Yine halen Ticaret Üniversitesi Rektörlüğü görevini yürüten AKP’li eski Bakan Nazım Ekren’in, “FETÖ teşkilatında mühim bir pozisyona sahip” olduğunu bildiriyor.

-“İmamlık Düzeyinde Kıymet ve Kıdemi” Olan Bakan-

F.K’nın ifadesinin asıl önemli kısmına gelirsek; Başbakan Yardımcısı Mehmet Şimşek ve Maliye Bakanı Naci Ağbal’ın da isimleri geçiyor.

İşte Şimşek hakkındaki o iddialar:

“Uluslararası güçlerin FETÖ’cü propaganda ile T.C.’nin en saygın ve önemli bakanlığı olan Maliye’ye bakan yapılan Mehmet Şimşek, FETÖ’nün çok önemli adamlarından biridir. İmamlık düzeyinde kıymet ve kıdemi vardır. İngiltere ile FETÖ örgütü arasındaki en önemli bağlantılardan biridir. Ayrıca FETÖ’nün Kürt cenahına yönelik aracılarından biridir. Kürdistan’da önemli vazifelere hazırlanmıştır.”

-“Maliye Bakanı FETÖ’cü Değil Ama”-

Mevcut Maliye Bakanı Naci Ağbal’a gelince;

F.K., Maliye ve diğer ekonomi birimlerindeki örgütlenmenin, “Gül’ün desteklediği ve belirlediği FETÖ’cü Kayseri ekibi” dediği bürokratlar, “Adnan Ertürk, Mehmet Kilci, Metin Kilci ve Hacı Abdullah Kaya” tarafından yerine getirildiğini öne sürdükten sonra şöyle devam ediyor:

“Maliye Bakanlığında çok kuvvetli olan bu Kayseri ekibi, gelecek kaygısı ve çıkarcı yaklaşımı sebebiyle Sn. Naci Ağbal tarafından da desteklenmiş ve desteklenmeye de devam edilmektedir. (Örneğin Hacı Abdullah Kaya bizzat Ağbal’ca Müsteşar, Adnan Ertürk ise Gelir İdaresi Başkanı yapılmıştır. Sivaslı FETÖ’cü Hüseyin Karakum da bizzat Sn. Ağbal’ın koruması altında Vergi Denetim Kurumu Başkanı olarak çok önemli FETÖ talimatlı işlere imza atmaktadır. Sn. Maliye Bakanı Naci Ağbal, FETÖ’cü olmadığı halde ikbal kaygısı, yükseliş hırsı sebepleriyle FETÖ ve FETÖ’cülerle işbirliği yapmış ve onların işini kolaylaştırmak suretiyle kendi kariyer planlamasını garantilemiştir. Bu zirvenin bedelini FETÖ’ye kat be kat ödemiştir. Maliye Bakanlığının bütün birimlerini onlara bırakmış, Milli Emlak’tan büyük çıkarlar temin edilmiş, VDK aracılığıyla Adnan Ertürk ve Hüseyin Karakum gibi FETÖ imamlarınca rakipler ve FETÖ muhalifleri acımasız incelemelere, yönetici ve memurlar korkunç kendi hazırlattıkları senaryo iftira dilekçelerine dayanarak haksız ve hukuksuz soruşturmalara maruz bırakılmıştır. Bunların döneminde alınan müfettişlerin en az yüzde 80’ni FETÖ mensubudur.”

-Sabancı’ların Desteği İddiası-

F.K.’nın ifadesinde sadece siyasiler ve bürokratlar yok. İş dünyasından iki isme de şu suçlamalar yöneltiliyor:

“Ülkenin Maliye, Hazine, Kalkınma ve ekonomisinin tamamen FETÖ’nün eline geçmesine, çeşitli çıkar işbirlikleri sebebiyle Sn. Güler Sabancı ve Ali Sabancı da açıktan destek vermişlerdir. Bu ikili değişik zamanlarda FETÖ’yü ABD’de ziyaret etmiş ve kendisine cömert maddi desteklerde bulunmuşlardır.”

İfadesini, “Kendileri bizzat FEÖ’cü olan bu ekip tarafından Maliye Bakanlığı’nda Sn. Cumhurbaşkanımızın istediği FETÖ ayıklaması yapılabilir mi?.. Bu şahısların bu dünyada da öbür dünyada da yatacak yerleri yoktur” sözleriyle bitiren F.K., “Ekonomideki FETÖ’cülerin bir kısmı” diyerek, büyük bölümü halen görevde olan 33 bürokratın ismini de sıralıyor.

Doğru mudur, iftira mıdır bilinmez, ama iddialar kadar dilekçede kullanılan “saygın” dil, daha önemlisi bu kadar siyasinin adının geçtiği bir ifadenin iddianameye konulabilmiş olması çok dikkat çekici değil mi?

Savcıların bir dikkatsizliği midir, yoksa “sıra siyasiler” ve “iş dünyasında” mesajı mı?

http://www.millidusunce.com/bu-ifade-akpyi-de-devleti-de-sallar/

***

2 Kasım 2018 Cuma

Operasyonların amacı Dolmabahçeyi PKK ya Kabul ettirmek

Operasyonların amacı Dolmabahçeyi PKK ya Kabul ettirmek


MHP Genel Başkan Yardımcısı Özdağ'dan Odatv'ye Çarpıcı Açıklamalar: 
Operasyonların amacı Dolmabahçe'yi PKK'ya kabul ettirmek.,


14.01.2016 

MHP Genel Başkan Yardımcısı ve Gaziantep Milletvekili Prof. Dr. Ümit Özdağ, iktidarın terörle mücadele ve dış politikasını ağır bir dille eleştirirken, “Devleti ayağa düşürdüler. Ortadoğu politikası, ilkokul bilgisi ve lise heyecanlı ile sürdürülen, her türlü gerçekçi milli menfaat tanımlamasından noksan olan bir politikadır. Dış politikada satranç değil, tavla oynuyorlar” dedi.

Gündemdeki sıcak gelişmeleri Odatv'ye değerlendiren Prof. Özdağ, bölgemizde çizilmek istenen yeni haritaları da anlattı. İşte Prof. Özdağ'ın değerlendirmeleri:

Müyesser Yıldız: Meclis'ten bölücü terör örgütüyle müzakere yasası dahi çıktı. Dolmabahçe mutabakatı imzalandı. Bunların öncesinde Oslo pazarlıkları yapıldı. Ne oldu da PKK 7 Haziran'dan sonra yeniden katliamlara, şehirlere yerleşip, halka zulme başladı? Ortada bir anlaşmazlık mı var? Varsa nedir? Ya da halkı, “özerklik” başta olmak üzere, “Yeter ki analar ağlamasın” diye yeni bir şeylere ikna “Operasyonu” mu yürütülüyor?

Özdağ: AKP Hükümeti ile Öcalan arasında İmralı’da yapılan müzakereler sonrasında bir anlaşmaya varıldı. Böylece meşhur Dolmabahçe toplantısı yapıldı ve Öcalan’ın yazmış olduğu metin, AKP ve HDP’li politikacıların katılımıyla açıklandı. Öcalan tarafından yazılan bildiride çok genel ifadeler kullanılıyordu. Üzerinde uzlaşma sağlanan husus, Erdoğan’a başkanlık karşılığında PKK’ya özerk bölge ve Öcalan’a özgürlük, PKK’ya af idi. Ama kısa bir süre içinde Kandil’in anlaşmayı kabul etmediği ortaya çıktı. Kandil, Öcalan’ın bir an önce serbest kalmak için alttan aldığını, fazla taviz verdiğini düşünüyordu. Oysa Kandil’e göre, Ortadoğu’daki bölgesel denklemler PKK’nın lehine Türkiye’nin aleyhine gelişmekteydi. Öcalan’ın AKP’den aldığı özerklikten daha fazlasını, örneğin konfederal içerikli bir federasyonu PKK savaşarak alabilirdi. Bunun için PKK’nın TSK’yı yenmesine gerek yoktu. Zaten yenemeyeceğini biliyordu, ancak AKP’nin iradesini kırabilirdi. Bundan dolayı Selahattin Demirtaş 17 Mart 2015’de Erdoğan’a “Seni başkan yaptırmayacağız” diye seslenerek, Dolmabahçe açıklamasını bozdu. Temmuz başında Yalçın Akdoğan'ın, “Açılım, Demirtaş seni başkan yaptırmayacağız dediği için bitti” demesi de bu tespiti doğrulamaktadır. Erdoğan, 21 Mart’a kadar bekledi ve açıklamanın anlamını anlamaya çalıştı. Anlaşmanın bozulduğunu açıklayınca, “Dolmabahçe mutabakatından benim haberim yoktu” dedi. Oysa Bülent Arınç, “Nasıl yoktu, birlikte konuştuk bunları” diyerek, gerçeği ortaya koydu. Her neyse, 7 Haziran seçimlerine böylece AKP ile HDP arasında büyük bir gerilim ile gidildi. HDP de bu gerilimi, Erdoğan’dan nefret eden liberal Türk oylarını arkasına almak için kullandı. Seçimlerden sonra PKK ertelediği şehir ayaklanması stratejisini uygulamaya başladı. Ancak 7 Haziran-1 Kasım arasında AKP Hükümeti PKK’ya karşı askeri operasyondan çok, halka psikolojik operasyon yaptı. Yani Cizre başta olmak üzere sokağa çıkma ilân edilerek yapılan polis özel harekât eksenli operasyonların amacı, sonuç almak değil, halkın gözünü boyamaktı.

Soru : İktidarın terör ve bölücülükle mücadelesini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Özdağ : 1 Kasım seçimlerinden sonra TSK’nın katkısı ile şehir merkezlerinde halen devam eden operasyonlar yapılmaya başlandı. AKP şimdi devam eden operasyonlarlaPKK’ya, Öcalan'la yapılan ve Dolmabahçe’de ilân edilen şartları kabul ettirmeye çalışıyor. Bundan dolayı AKP’li milletvekilleri, HDP’yi Öcalan’ı İmralı’ya gömmekle suçluyor. Diğer bir ifadeyle AKP’li milletvekilleri, Öcalan’ı sahiplenirken, HDP’yi Öcalan’ı unutmakla suçluyor. PKK ise kısa bir süre önce Diyarbakır’da DTK toplantısında Öcalan ile AKP arasında yapılan pazarlığı kabul etmeyeceğini, 14 maddelik kendi şartlarını açıklayarak cevapladı.

Soru : Pek çok insan bölgeyle ilgili olarak, “Artık herşey bitti. Geriye dönüş olmaz” düşüncesinde. Gerçekten herşey bitti mi, yoksa gidişatı geriye çevirme imkânı var mı? Varsa yapılması gerekenler nelerdir?

Özdağ :Biten hiçbir şey yok. Türkiye Cumhuriyeti’ni 80-90 senelik yapay devletler olan Yugoslavya, Irak veya Suriye ile karşılaştırmak mümkün değildir. Türkiye Cumhuriyeti’nin gerisinde 1000 senelik bir siyasal, kültürel, ekonomik, sosyolojik bütünlük vardır. Türkiye Cumhuriyeti bu birikimin üzerine kurulmuş ve 19. Yüzyılda kurulmaya başlanan milli devlet formatını yeni bir aşamaya ulaştırmıştır. Türkiye Cumhuriyeti, PKK’nın 1978’den bu yana yaptığı tüm kapsamlı ideolojik, politik ve psikolojik yıkıcı çalışmalara rağmen sağlam toplumsal temelini muhafaza etmektedir. Çünkü öncelikle bütün yıpranmışlığına rağmen ortak değerler etrafından toplanmış, millet olmuş, hâlâ varlığını sürdürmektedir ve devlet fikrine toplumsal bir değer verilmektedir.Bugün yaşadığımız sorunların kökeninde, AKP’nin devleti ayağa düşürmesi vardır.

Soru : Erdoğan ve iktidarın “yeni anayasa ve başkanlık sistemi” ısrarıyla, bölücü terörle mücadele arasında ne gibi bir bağ var?

Özdağ : Daha önce ifade ettiğim gibi, AKP ile Öcalan arasındaki pazarlığın kapandığı yer, başkanlık karşılığı özerkliktir. Muhtemelen burada Büyük Şehir Yasası üzerinden hareket edilmek isteniyor. Öncelikli olarak valilerin de seçimle gelmesi ilkesi benimsenecek ve böylece merkezi idare ile il arasındaki bağ koparılacak. Ayrıca belediyelere yetki devri ifadesi arkasına sığınılarak, bölgenin siyasal özerkleştirilmesi yoluna gidilecek. Planlanan bu.

Soru : İsrail Başbakanı Netanyahu geçen yıl Irak'ın kuzeyinde bağımsız bir Kürdistan devletinin kuruluşunu desteklediklerini açıklamıştı. Yine geçenlerde Barzani'nin sözcüsü Ankara'nın da “Kürdistan'ı desteklediğini” öne sürdü ve herhangi bir yalanlama gelmedi. Dahası Türkiye-İsrail ilişkilerinin normalleştirilmesi konuşulmaya başlandı ve Erdoğan, “İsrail'e muhtacız” dedi. Irak'ın kuzeyinde bağımsız bir “Kürdistan” en çok hangi ülkelerin işine gelir? Türkiye'ye etkileri nasıl olur?

Özdağ : Sadece Irak’ın kuzeyinde bağımsız bir Kürdistan yaşayamaz. Hatta sadece Irak’ın kuzeyinde bağımsız bir Kürdistan’ı Barzani ile kurarlarsa, Talabani’nin KYB’si İran’ın teşviki ile ayrılır ve ikinci bağımsız Kürdistan’ı ilân eder veya Irak ile birleştiğini açıklar. Üstelik KDP ve KYB ortak hareket etse dahi, sadece Kuzey Irak’ta bir bağımsız devlet yaşamaz. Kısa bir süre sonra Kerkük’ü de kaybeder. Irak Ordusu değil, IŞİD bile az daha Erbil’e giriyordu. Bağımsız Kürdistan ancak Suriye’nin kuzeyinden Akdeniz’e açılım sağlanırsa olur. Bunun için PKK, sadece Afrin’den aşağıya inip, Bayır-Bucak üzerinden değil, Hatay üzerinden Akdeniz’e ulaşma stratejisinin uygulanmasını dahi düşünüyor olabilir. Barzani’nin de Hatay/Dörtyol’u Akdeniz’e açılan kapısı olarak tasarladığı biliniyor. Konunun İsrail boyutuna geçersek, İsrail bağımsız Kürdistan’ı en çok isteyen ülkedir. Ancak, Türkiye-İsrail ilişkilerindeki son gelişmelerin Barzani faktöründen bağımsız olduğunu düşünüyorum.

PEŞMERGE SİLAHI YARIN TÜRKİYE'YE DÖNECEK

Soru : “Büyük Kürdistan” projesi ete-kemiğe büründürüldüğü halde Türkiye-Barzani yakınlığının sebebi nedir? Türkiye Barzani'ye güvenebilir mi, güvenmeli mi?

Özdağ : AKP, KDP ile PKK’yı birbirine karşı kullanabileceğine inanıyor. Barzani ise Araplara karşı ABD ve İsrail’in dışında Türkiye gibi bir müttefike ihtiyaç duyuyor. Ancak Türkiye, Barzani’ye tabii ki güvenemez. Barzani’nin stratejik amacı, Türkiye’nin bölünmesi. AKP ile ittifakı da stratejik değil, taktik ittifak.

Soru : Haftalardır Sur İlçesi'ni bölücü teröristlerden temizleyemeyen Türkiye'nin Musul'a asker göndermesini, IŞİD'le mücadele için peşmergeleri eğitmesini ve Musul kurtarılıncaya kadar orada kalınacağını söylemesini nasıl değerlendiriyorsunuz? Yarın o peşmerge silahlarının Türkiye'ye çevrilmeyeceğinin garantisi var mı? Musul IŞİD'den kurtarıldıktan sonra kontrol kimde olacak? Barzani'de mi, Irak merkezi yönetiminde mi?

Özdağ : AKP’nin Ortadoğu politikası, ilkokul bilgisi ve lise heyecanlı ile sürdürülen, her türlü gerçekçi milli menfaat tanımlamasından noksan olan bir politikadır.Bir yandan Katar’a 3000 Türk askerinin yollanacağı bir üs kurarken, öte yandan Süleyman Şah Türbesini koruyamayacağını açıklayan bir politikadır bu. Musul’a asker yollamak milli menfaatimiz ise yollarsınız, ancak Obama’nın telefonu ile geri çekmezsiniz. AKP’nin, “Yarın peşmerge silahı bize çevirir” diye bir düşüncesi yok. Böyle düşünmüyor. Geleceği düşünse, Rus uçağını vurduktan sonra “Rusya ne yapar, ben ne yaparım?” diye düşünmesi lâzım. AKP dış politikada satranç değil, tavla oynuyor. Onun için peşmergeler yarın silahlarını bize çevirebilirler değil, çevirecekler. AKP, “bizi kandırdılar” diyecektir. Barzani, Musul’u işgâl etmek isteyecektir.

-12 Yıl Türkmen Katliamını Seyrettiler- 

Soru : Türkiye, Suriye'deki Türkmenler için Rus uçağını düşürdüğü açıklarken, Rus füze sistemleri bugün uçaklarımızın sınırda uçmasına, operasyonlara katılmasına izin vermiyor. Öte yandan PYD-PKK “kırmızı çizgi” denilen Fırat'ın batısına geçiyor. Sizce Irak'ın kuzeyi, Güneydoğu ve Suriye'de eşzamanlı bir plan mı devreye sokuldu? Öyleyse bu planın sahipleri kim ve burada Ankara'ya biçilen rol ne?

Özdağ : AKP’nin, Bayır Türkmenlerini savunmak için Rus uçağının düşürüldüğü iddiasının hiçbir ciddiyeti yoktur. AKP Hükümetleri, Mart 2003’den başlayan Irak savaşından bugüne değin geçen 12 yıllık süre içinde büyük bir çoğunluğunu Irak ve Suriye Türkmenlerinin oluşturduğu Ortadoğu Türklüğünün tasfiye edilmesi karşısında hiçbir ciddi bir tepki vermemiştir.

AKP hükümetleri, 2005’den bu yana “Ortadoğu’da bütün taraflara eşit mesafede olmak ilkesi” adını verdikleri bir politika ile Türkmenleri destekleyen Türk dış politikasını terk etmiştir. Böylece, Irak’ta Şiiler İran, KDP, KYB ve ABD tarafından desteklenirken, sahipsiz kalan Türkmenler Irak siyasetinden tasfiye edilmiştir. AKP Hükümetleri, Irak’ta Kerkük, Telafer, Tuz, Tuzhurmatı, Beşir gibi Türkmen kentlerinin peşmergeler tarafından işgâl edilmesi, Türkmenlerin ezilmesi, katledilmesine sessiz kalmıştır. Bütün bu işgâl, baskı, tasfiye, suikastlerde başrolü oynayan Barzani ve partisi KDP, AKP Hükümetlerinin Ortadoğu siyasetinde vazgeçemediği tek müttefiki olmuştur.

Irak’ta Türkmenlerin yaşamış olduğu katliam ve mağduriyetler, AKP Hükümetleri tarafından sessizce izlenmiş ve adeta onaylanmıştır. Türkiye’nin milli stratejik değer olarak gördüğü Kerkük’ün Türkmen kimliğinin Barzani ve Talabani ikilisi tarafından alçakça yok edilme çalışmaları, AKP Hükümetleri tarafından kabul edilmiştir. Türkmen siyasetçilerin KDP ve KYB’nin istihbarat servisi görünümlü katil çeteleri tarafından suikastler ile infaz edilmelerine ses çıkarılmamıştır. Telafer’in ABD ve peşmerge güçleri tarafından bir çok saldırı sonrasında yerle bir edilmesine de ses çıkarılmamıştır. Bu saldırıları büyük bir zorlukla aşan Telafer’in, son olarak IŞİD çeteleri tarafından imha edilmesi girişimi karşısında da AKP Hükümetleri sessiz kalmıştır.

AKP Hükümetleri 2011 sonrasında izlediği öngörüsüz politikalar neticesinde, Suriye’nin parçalanmasına, bu komşu ülkenin Afganistanlaşmasına giden sürecin önünü açmıştır. Esad rejimin zayıflaması ile Suriye’nin büyük bölümü IŞİD adlı terör örgütünün eline geçerken, PKK/PYD adlı terör örgütü de Suriye sınırımızda Lübnan büyüklüğüne ulaşan bir bölgeyi kontrol altına almıştır. Suriye’nin kuzeyinden Türkmenler tasfiye edilirken, Ortadoğu’da sınırımızın hemen yanında yeni ve ikinci bir Kandil oluşmuştur. PKK ve PYD’nin Suriye’nin kuzeyinde gerçekleştirdiği etnik temizlik karşısında sessiz kalmışlardır.

AKP hükümetleri Esad’ı devirmek amacıyla, cihatçı selefi örgütlerine Suudi Arabistan ve Katar’la birlikte her türlü askeri ve mali yardımı yaparken, Türkmen örgütlerine karşı hep uzak ve temkinli davranmıştır. AKP Hükümetleri, Türkmenlere insani yardım ve zaman zaman hafif silah vermenin ötesine geçmemiştir. Yıllardır varlıklarını sürdüren Bayır bölgesi Türkmen gruplarına da selefi cihatçılara yapılan askeri ve mali desteğin yüzde 1'i bile yapılmamıştır. Türkmenlere yapılan destek hafif silahlarla (makinalı tüfek, roketatar ve cephane) sınırlı kalmıştır.

Özetle, Rus uçağının vurulmasının nedeni Bayır Türkmenlerine yapılan saldırıları engellemek değildir. AKP Hükümeti, Rus uçağının düşürülmesinden sonra ikinci ve üçüncü adımları düşünmemiştir. Özellikle, Rusların Türkmenlere yönelik yapacağı saldırıların engellenmesi için hangi adımların atılacağı konusu tamamen havada bırakılmıştır. Esasen, Rus uçağının düşürülmesinden sonra Rusya ve Suriye’nin bölgeye yaptığı saldırılar daha da şiddetlenmiştir. Rus uçakları sadece Bayır bölgesini değil, Türkiye sınırındaki Azez bölgesi ile Türkiye arasındaki ticaret yollarını da ağır bombardımana tabii tutmaya başlamıştır. Rus hava savunma sistemleri güçlendirilmiş ve Türk Hava Kuvvetleri Suriye hava sahasına giremez olmuştur. 

Öte yandan Rusların eli rahatlamıştır. Artık Türkiye tamamen oyunun dışına atılmıştır. Rus-Suriye askeri harekatının asıl amacı, Bayır bölgesinin ele geçirilmesinden sonra Batıdan yapılacak bir hücum ile İdlib’in işgalidir. Suriye Ordusu ve Rus müttefiklerinin, Halep’in doğusunda ele geçirmeyi hedefledikleri, El Bab’ın da düşmesi durumunda Halep'in tekrar Şam’ın kontrolüne gireceği ortadadır. Kusura bakmayın burayı biraz ayrıntılı bir şekilde anlattım, ancak durumun anlaşılması için bu hususlar önem taşıyor. Irak-Suriye iç savaşı şimdi AKP’nin yanlış politikaları neticesinde Türkiye’ye sıçramaya başladı. Yani ben buna bir planın devreye sokulmasından çok, AKP’nin izlediği yanlış Suriye politikasının sonuçları ortaya çıkmaya başladı diyorum.

IRAK 3'E, SURİYE 4'E BÖLÜNÜYOR

Soru : Rus uçağını düşürmemizin üzerinden 1.5 ay geçti. Sonuçları, etkileri ve yansımaları artarak devam ediyor. Bu olaya ilişkin bilgileriniz veya tahminleriniz nelerdir?

Özdağ: Rus uçağının düşürülmesi konusunda AKP Hükümeti’nin nasıl bir değerlendirma yaptığı kamuoyu nezdinde açık değil. Bir “Rus uçağı olduğunu bilseydik vurmazdık” diyorlar, sonra “hava sahamızı ihlal edeni tabii ki vururuz” açıklaması yapıyorlar. “Rus uçağını cemaatçi bir pilot düşürdü” diyen yandaş yazar bile çıktı. Oysa Rus uçağının düşürülmesinden iki gün önce Davutoğlu başkanlığında Köşk’te yapılan toplantıda Rus uçaklarının Türk hava sahasını ihlali konusu konuşuluyor. Bence, bir daha ihlal eder ise vurma konusunda karar burada alındı. Ancak askerlerin hükümetin önüne, “Rus uçağını vururuz, fakat ertesi gün ve ondan sonraki gün şu değişik senaryolar gelişebilir” şeklinde değişik olasılıkları koyduğunu düşünüyorum. Rus uçağının düşürülmesi konusunda Türkiye hiç şüphesiz devletler hukuku açısından haklıdır. Ancak AKP Hükümeti’nin ertesi günü ve sonrasını düşünmediği anlaşılmaktadır. Türkiye, Rus uçağını düşürdükten sonra Suriye’de tamamen etkisiz hale geldi. Rusya ise bu olayı, Suriye’ye iyice yerleşmek ve etkinliğini artırmak için fırsat olarak kullandı. Rusya belki bu adımları zaten, atacaktı ancak hem Batı’dan itiraz gelecekti, hem zaman alacaktı. Oysa Batı, kızgın bir Rusya’yı daha fazla kızdırmak istemediği için uçağın düşürülmesinden sonraki günlerde Moskova’ya hiç itiraz etmedi. Rusya’nın amacı, Esad’a 2011’de sahip olduğu genişlikte bir ülke vermek değil. Moskova, bir iç savaşın hava kuvvetleri ile kazanılamayacağını biliyor. İran ve Hizbullah’ın kara gücü ile de Esad’ın bütün Suriye’ye hakim olamayacağı ortaya çıktı. Bu durumda Moskova, Esad için Batı Suriye’de Halep’ten başlayıp, Hama, Humus, Lazkiye ve Şam’ı içine alan bölgeyi yeni bir devlet olarak oluşturmak isteyebilir. Aslında sadece Suriye değil, yaşanan iç savaş bir Irak-Suriye iç savaşı olduğu için, ortaya çıkacak harita iki ülkeyi de kapsayacak sanırım. Irak Şii, Sünni ve Kürt olarak üçe bölünürken, Suriye de Nusayri, Kürt ve Sünni olarak üçe bölünecek. Belki küçük bir Dürzi bölgesi de olabilir. İki ülkedeki Sünni bölgelerinin birleşmesi ile ortaya böyle bir harita çıkabilir.

Yani IŞİD yok edilmeyecek, ancak IŞİD’e sınır çizilecek. Burada en büyük sorun, PKK’nın Akdeniz’e ulaşıp ulaşamayacağıdır. Aşılmaya başlansa da PKK’nın Akdeniz’e ulaşmasının önünde Cerablus-Azez arasında Türkiye engeli, Hatay’ın güneyinde Bayır-Bucak’ta ise hem Türkmen, hem Esad engeli var. Bunları aşmak bugünün sorunu olmayabilir. “Kürt koridoru” bu aşamada Akdeniz’e çıkmadan Irak-Suriye sınırından Hatay’a kadar uzanan bölge arasında kalabilir. Zaten bu aşamadan önce Suriye de Irak gibi, federal devlet görünümlü konfederal yapıya dönüşecektir. Sonra gelecekte gerçekleşecek bir jeopolitik deprem ile parçalanacaktır.

Soru : İktidarın, gerek bölücü terörle mücadele, gerekse dış politikadaki başarısızlıkların sebebi hakkında ne düşünüyorsunuz; “Acemilik, aldanma” mı, başka şeyler mi?

Özdağ : Bu noktada terörle mücadele ve dış politikayı ayırmak gerekir. AKP’nin kurucu zihniyeti, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu zihniyeti olan milli ve üniter devlet yapısı ile sorunu olan bir zihniyettir. Bu zihniyet, PKK’nın milli ve üniter devlet karşıtı anlayışı ile yakınlık içindedir. AKP iktidara geldikten sonra PKK terörü ile mücadele durdurulmuş, terörle mücadele yerine, terörle müzakere stratejisi benimsenmiştir.Terör alanında başarısızlığın nedeni, müzakere alanında yanlış yapması değil, terörle müzakerenin yanlış olmasıdır.

Dış politika alanında da AKP’nin başarısızlığının nedeni yanılma veya aldatılma değil, çıkış noktasıdır. Bu çıkış noktası, AKP’nin gerçekçilikten uzak olmasıdır. Gerçekçi dış politika, milli menfaat tanımlamasını doğru yapan ve bu menfaat tanımlamasından sonra Türkiye’nin imkân ve kabiliyetlerini doğru değerlendiren bir temele oturmalıdır.

AKP ise milli menfaatin yerine, parti menfaati tanımlaması yapmıştır.Parti menfaati, milli menfaatinin önünde görüldüğü için Annan Planı'na “evet” denilmiştir. 16 Ege adasının Yunan ordusu tarafından işgal edilmesine, AB süreci zarar görmesin diye ses çıkarmayan AKP iktidarıdır. Aynen PKK’nın kentlere yerleşmesine, “açılım süreci zarar görmesin” diyerek ses çıkarmadığı gibi, Ege'de Türk adalarının işgâl edilmesine tepki göstermemişlerdir. Şimdi yine AB’den müzakere başlığı almak için KKTC’nin tasfiye edilmesine razı görünmektedirler.

Türkiye bugün bu politikanın sıkıntılarını çekmektedir. Esad’ı devirmek için Suriye iç savaşında cihatçı selefileri, El Nusra ve IŞİD’i destekleyen AKP, Ankara Gar’ı önünde 103 insanı öldüren, İstanbul’da Sultanahmet Meydanı'nda 10 kişiyi parçalayan bombalamaların da sorumlusudur. AKP iktidarı, Suriye iç savaşını Türkiye’ye taşımıştır. 

Ancak sadece bunlar değildir AKP’nin dış politikada akıldışı tutumunu gösteren. 100 milyarlarca dış borcu olan ve en fazla faizi vererek borç bulan bir ülke durumuna düşürülen Türkiye, 2015’de dünyada en fazla insani yardım yapan ülkedir. Türkiye 2016’da da 5 milyar Dolar insani dış yardım yapacak. Bunun gerçekçi olduğunu söylemek mümkün değildir. Bu kadar borçlu olan ve yüksek faizle borç bulan bir ülkenin, kendi vatandaşlarının ekmeğinden keserek iyilik yapma hakkı yoktur. Üstelik bu yapılarak, Türkiye kendisi dış yardım alabilen ülkeler arasından çıkarılmaktadır.

Türkiye dünyanın en fazla mültecisinin bulunduğu ülkedir. Ülkesini terk eden 5 milyon Suriyeli’nin yüzde 50’si, yani 2.5 milyonu buradadır. Ayrıca 200 bin Iraklı mülteci Türkiye'de yaşıyor. AB ile imzalanan Geri Dönüş Anlaşması'yla 3 milyar Avro karşılığında 530 bin mülteciyi de geri almayı kabul ettiler. Mültecilere birkaç sene içinde harcanan para 8 milyar Doları buldu. Daha ne kadar harcanacağını da kimse bilmiyor. Daha vahimi, Türkiye’nin demografik yapısı bozulmaktadır. AKP bu politikaları bilinçli bir şekilde uygulamaktadır. Çıkış noktası yanlış olunca, varış noktasının doğru olması mümkün değildir.

Müyesser Yıldız

https://odatv.com/operasyonlarin-amaci-dolmabahceyi-pkkya-kabul-ettirmek-1401161200.html

***

18 Şubat 2018 Pazar

28 ŞUBAT 1997 – 28 ŞUBAT 2012 = TÜRKİYE: CEPHE ÜLKE

28 ŞUBAT 1997 – 28 ŞUBAT 2012 = TÜRKİYE: CEPHE ÜLKE



Müyesser Yıldız
28 Şubat “kutlamaları”nda ağzı olan konuştu, fırsattan istifade TSK bir kez daha evrile-çevrile dövüldü. O süreçte ABD’nin etki ve katkısı ise itinayla gözlerden ırak tutuldu. Önce bu konuyu netleştirelim. Kaynaklarım da çok sağlam.
Birinci kaynak Şamil Tayyar (AKP Milletvekili) Kürt Ergenekonu adlı kitabında şunları yazdı:
“Daha hükümetin 3.ayında post modern darbe senaryosu olgunlaştırılmaya çalışıldı. ABD de bölgesel çıkarlarına aykırı gördüğü refah yol hükümetinin idam fermanını imzaladı. ABD Dışişleri, 30 Ekim 1996’da Ankara Büyükelçiliği’ne gönderdiği belgede, hükümeti devirmeye yönelik girişimlere kapıyı araladı. Belge, Wikileaks yayınları gibi Ankara’dan Washington’a gönderilen ve dedikodulara dayalı ham istihbarat notu değil, Washington’da karara dönüştürülmüş ulusal güvenlik belgesiydi. Belgede dönemin ABD Dışişleri Bakanı Warren Cristopher’in imzası var. Ankara’nın yanı sıra bilgi olarak Atina, Beyrut, Moskova, Sofya elçilikleri ile Cenevre, Nato ve BM Amerikan misyonlarına ulaştırılmış.”
Peki, o belgede neler yazıyormuş? Tayyar’dan okumaya devam edelim:
  • Türk Hükümeti’nin milli eğilimlerinden ve Başbakan Erbakan’ın ideolojisinden ilham alarak dış politikanın batıdan ayırılıp Arap ve Müslüman dünyasına doğru yeniden yönlendirilmesinden dolayı derin endişe içerisindedir. Kanaatimizce Türkiye’nin İran, Irak, Libya, Nijerya ve Sudan ile bağlarını kuvvetlendirmek konusundaki mevcut tutumu bizim milli menfaatlerimize aykırıdır, düşmancadır.
  • Türkiye, Birleşik Devletler’in anahtar stratejik ortağı olarak kalmak mecburiyetindedir ve onun bu pozisyonunu gerçekleştirip sürdürmedeki başarımız, bizim milli menfaatlerimizi doğrudan etkileyecektir.
Devamda can alıcı ‘final’ cümle geliyor: “Türk askeriyesi, bu sonucu elde etmeye doğru daha büyük çaba sarf etmesi için harekete geçmeye zorlanmalıdır. Bu konudaki aksiyon planlarınızı ve yorumlarınızı bekliyorum.”!..
İkinci kaynağımız ABD’den. Daha Refah Partisi’nde iken ve sonrasında AKP’nin kuruluşundan beri sadece Gül ve Erdoğan değil, 28 Şubatın mimarı, Yahudi cesaret ödüllü bir diğer isim olan Çevik Bir’le de çok yakın biri… ABD derin devletinin think-tank’i CFR’in beyni, “Türkiye’nin dönüşümü” projesini baş mimarı, eski Büyükelçi Morton Abramowitz’den söz ediyorum. 28Şubat’ı bir de ondan dinleyelim mi?
“Washington, İslamcıların önderliğindeki bir hükümetten hoşnut olduğu şeklinde anlaşılabilecek herhangi bir şey yapmaktan kaçındı; ancak böyle bir hükümetle çalışılamayacağını da söylemek istemedi. Her şeye rağmen bu hükümet usulüne uygun olarak iktidara gelmişti ve ABD hükümetinin Ankara ile birlikte yürütülmesi gereken pek çok işi vardı. Kuzeyden Keşif Gücü gibi siyasal anlaşma zemini olan pek çok önemli meselede Başbakan Erbakan ile birlikte çalıştı. Ancak aynı zamanda RP’nin AB hükümeti ile münasebetlerinden siyasal fayda elde etmesini asgariye indirmek için uğraştı. Yine ilişkileri mümkün mertebe koalisyonun diğer partisinin lideri, aynı zamanda Başbakan Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı Tansu Çiller ile yürütmeye çalıştı.”
Peki, ABD’nin bu yaklaşımı neye yaradı? Abramowitz’e göre, “TSK’nın nihayetinde 1997’de RP’yi sıkıştırıp , (yumuşak darbe) olarak adlandırılan bir girişim sonucunda iktidardan uzaklaştırmasını cesaretlendirdi, ya da en azından bu yöndeki hevesini kırmadı.”!…
Acaba ABD, RP’nin kapatılmasını nasıl karşılamıştı? Tecrübeli diplomat onu da şöyle anlatıyor:
“Amerikan hükümeti olanlar hakkında fazla bir yorum yapmadı; bu kararı protesto etseler de aslında rahatlamış olan diğer batılı ülkeler gibi, ABD hükümeti de kesinlikle rahatladı. Amerikan hükümet sözcüleri, anlaşılması zor nitelikte açıklamalar geliştirdiler. Bu açıklamalar, demokratik prensipleri savunmakla birlikte Türkiye açısından en azından kısa dönemde hiç bir pratik anlam taşımayacak nitelikte tasarlanmıştı.”
Abramowitz, “Amerikan tavırlarından hiçbiri erdemli olmayabilir; ancak dinamik bir İslamcı siyasal hareketi siyaset yapıcılar için gerçek bir ikilem teşkil eder.” itirafında bulunmayı da ihmal etmiyor.
TÜRKİYE’NİN MİMARLARI
Abramowitz’in “siyaset yapıcıları” dediği Türkiye’yi dönüştürenler kimlerdi ve ne istiyorlardı?
Kıbrıs’tan (daha 2000’de Rauf Denktaş’ın görevden ayrılmasının şart olduğunu söylediler) Irak’ a, Barzani Kürdistan’a ve PKK’ya siyasal çözüme, Yunanistan’dan Ermenistan’a ve Libya’dan Suriye-İran’a bugün dayatılan ne varsa işte onların gerçekleşmesini istiyorlardı. Abramowitz’in diplomatik ifadesiyle 90’ların sonunda vaziyet şöyleydi:
“ABD ve Türkiye daha karmaşık bir ilişkiye doğru gitmektedir. Bu ilişki genellikle işbirliği temelinde gelişir; Ancak kimi eski ve yeni anlaşmazlık konuları mevcuttur. Pek çok şey Türkiye’nin iç gelişmelerine ve AB adaylığı sürecinin nasıl ilerleyeceğine bağlıdır. Belirsizlikler daha önemlidir, çünkü Türkiye önümüzdeki 10 yılda büyük ölçüde değişebilir ve bu ülke yeni dünyada pek çok bölge ile önemli boyutlarda ilişkilere sahiptir. Açıkçası, Amerikalı yöneticiler Türkiye üzerine daha fazla yoğunlaşmak, belli konularda titizlikle Amerikan çıkarlarını gerçekleştirmeye çalışmak ve ara sıra ortaya çıkan farklı yaklaşımların üstesinden gelmek için çözümler üretmek zorunda kalacaklardır.”
Türkiye üzerinde yoğunlaşan ABD’lilere gelince; yine Abramowitz’den öğrenelim:
“Irak’ın Kuveyt’i işgalinden sonra, Türkiye politikasının yöneticileri Başkan Bush ve Dışişleri Bakanı James A. Baker olmuştur. Uluslararası güvenlik işlerinden sorumlu Savunma Bakan Yardımcısı Richard Perle (Karanlıklar Prensi), 1980’li yıllarda politikanın belirlenmesi ve uygulanmasında önemli rol oynamıştır. Clinton yönetiminde Avrupa işlerinden sorumlu Dışişleri Bakan Yardımcısı Richard Holbrooke ve yerine geçen aynı zamanda eski Türkiye Büyükelçisi (1994-1997) Mark Grossman önemli politik kararların alınmasında süreci başlatan ve alınan kararları uygulayan kişiler olmuşlardır.”
Şu özet tespitlerden sonra siz birilerinin 28 Şubat süreciyle gerçekten yüzleşebileceğine ihtimal veriyor musunuz? Böyle bir şey en hafif ifadesiyle , “aslını inkâr” olmaz mı?
Bu yüzden kimse heveslenmesin, iş semeri dövmekten öteye gitmez, gidemez!
CEPHE ÜLKE OLMAMIZA 1996’DA KARAR VERİLDİ
Hoolbroke, Grossman dedik. Bunlara CIA’cı Alan Makovsky’i ekleyip hemen onun ağzından bu üçlünün Türkiye için ne planladığını aktaralım:
“Hoolbroke, 1996’nın başlarında Bakan Yardımcılığı görevini bırakmıştı. Daha sonra tüm bunların plana uygun olarak gerçekleştiğini ileri sürdü. Biz (Grossman ve Hoolbroke) yeni görevimize başladıktan kısa bir süre sonra oturduk ve soğuk savaş sonrası dönemde Türkiye’nin bizim için ne anlam ifade ettiğini tartıştık. White House ve Pentagon tarafından tamamen desteklenen yeni bir konsept geliştirdik. Buna göre, Türkiye batı için yeni cephe ülkeydi ve bu anlamda soğuk savaş döneminde Almanya’nın aldığı rolü alıyordu.”
Bu planları daha 1999’da yazan kimdi biliyor musunuz? ‘Yeni Türkiye’nin baş aktristlerinden Yasemin Çongar. (The State of Turkish- American Dialogue, Private View 3, no. 7)
Evet Bakan Yardımcısı Hoolbroke, Türkiye’yi sürekli “Cephe Ülke” olarak takdim ediyor, Mart 1995’te Kongre’de bir komitenin önünde Türkiye’nin önemini: “Avrasya Kıtası’nda ABD için önemli olan hemen her konunun kavşağında duruyor.” cümlesiyle özetliyordu.
HOOLBROKE- ERDOĞAN İLİŞKİSİ
Hoolbroke ‘un işi AKP iktidarında da devam eder. Başbakan Erdoğan Aralık 2006’da ABD’ye gittiğinde onunla özel bir görüşme yapar. Sonra Hoolbroke Şubat 2007’de Erdoğan’ın davetlisi olarak Türkiye’ye gelir, yine baş başa görüşürler. Hoolbroke buradan Erbil’e geçip Barzani’yle buluşacaktır. Gitmeden Erdoğan’la görüşmeleri hakkında şunları anlatır:
“Kürdistan’da bir bağımsız oluşum 1991’den beri var. Bir tür Tayvan’dır. Yani kendi parası, ordusu, bayrağı, okulları var; ama uluslararası tanınma yok. Gelişip huzur içinde yaşaması içinse Türkiye’ye ihtiyacı bulunuyor.”
Tayvan Modeli”nin konuşulduğu ortaya çıkınca Türkiye’de kıyamet kopar. Bunun üzerine Hoolbroke kendi açıklamasını yalanlar. Ama 12 Şubat 2007’de Washington Post’da şu makalesi yayınlanır. Lütfen “MİT Savaşı” başta olmak üzere bugünkü gelişmeleri düşünerek dikkatlice okuyun:
“Tarihteki olaylara rağmen Türkiye ve Irak Kürdistanı’nın birbirlerine ihtiyacı var. Kürdistan, Türkiye ile güneydeki kargaşa arasında bir tampon görevi görebilir, Türkiye ise her ne kadar teknik anlamda Irak’ın bir parçası olsa da, artık işlevsiz bir Bağdat yönetiminden etkin biçimde ayrılmış Kürdistan’ın koruyucusu rolünü üstlenebilir. Ayrıca Kuzey Irak, Türkiye’ye muazzam bir ekonomik fırsat da sunuyor. Tarihin akışını değiştirmeyi ancak vizyon sahibi liderler becerebilir. Charles De Gaulle ve Konrad Adenauer bunu Fransa ve Almanya’da yaptı, Nelson Mandela’ysa Güney Afrika’da. Irak’taki kriz nedeniyle Türkler ve Kürtlerin ortak çıkarlarını düşünmeleri gerekiyor. Her iki tarafın da etkileyici liderleriyle daha yeni yaptığım görüşmelerin ardından, bu kişilerin sadece bir krizle değil aynı zamanda bir fırsatla karşı karşıya olduklarını anladığını söyleyebilirim.”
SİLAH DEPOSU TÜRKİYE
Başbakan Erdoğan içeriyi 3×4 eğitim sistemi ve TÜSİAD kavgasıyla uğraştırırken bakın neler oldu:
– Fransa’da “İnkâr Yasası” Anayasa Konseyi’ne götürüldüğü gün “Ver Suriye- İran’ı, al İnkâr Yasası’nı mı?” demiştim. Suriye’nin dostları Tunus’ta toplandı. eşbaşkanlığı Türkiye ve Fransa paylaştı. Daha ortada fol yok yumurta yokken aylarca önce Fransa Humus’tan itibaren insani koridor kurulmasını istemişti. Humus karıştı, o koridor gündeme geldi…
Bu arada Fransa Anayasa Konseyi o yasayı iptal etti?!..
“Cephe ülke” Türkiye’ye hoş geldiniz!..
  • Filistin Devlet Başkanı Mahmut Abbas Türkiye’ye geldi; Gül, Erdoğan ve TBMM Başkanı Çiçek’le görüştü. İsrail’in İran’a saldırı hazırlığı yaptığının konuşulduğu, keza Barzani’nin “Kürdistan”ın uluslararası tanınması çalışmalarını yoğunlaştırdığı bir döneme denk geldi bu ziyaret. Bugün ne konuşulduğunu bilmiyorum; ama 2008’deki bazı gelişmeleri çok net hatırlıyorum. Mesela Ekim 2008’de BM’nin, Bazani yönetimi ile “Stratejik Ortaklık Anlaşması” imzalayacağı, bu anlaşma ile BM’nin “Kürdistan’a destek ve yardımda bulunacağı” açıklanır. Yani “uluslararası tanıma” faaliyetleri başlar. Sonra Mahmut Abbas, Barzani’ye resmi bir ziyarette bulunur. Barzani: “Abbas’ın ziyareti tarihi bir ziyarettir. İlk defa bir Arap ülkesinin lideri Kürdistan bölgesini ziyaret ediyor.” der. Bu da “Arap liderlerin, Kürtlerin bağımsızlığına engel olmayacağı” mesajı olarak algılanır. Acaba Mahmut Abbas o “mesajı” bir de Türkiye’ye mi getirdi?
  • Cumhurbaşkanı Gül’ün İngiltere, özellikle de Jack Strow’la çok yakın ilişkisi var. Öyle yakın ki Gül Başbakan, Strow Dışişleri Bakanı iken AB’ye gönderdiğimiz yazı veya raporlar en önce onun kontrolünden geçiyordu. Yakınlıkları halen devam ediyor; ki Strow’un artık resmi bir görevi olmadığı halde geçenlerde yine özel bir görüşme yaptılar. Gül’ün İngiliz Reuters Ajansı’na verdiği demeç aynı güne denk geldi. Daha bir ay önce Esad’a “Çek git, sonun Kaddafi gibi olacak.” mesajı veren Gül, bu defa Yemen Modeli çözümü öneriyordu.
  • Suriyeli muhaliflerin Fransa’da yaşayan liderlerinden Burhan Galyun, emperyalistlerin kendilerine vereceği silahların adresinin Türkiye olmasını planladıklarını açıkladı.
 Batı’nın “Cephe ülke”si Türkiye’ye hoş geldiniz!..
 Silivri’den kucak dolusu sevgiler,
 Müyesser Yıldız
3 Mart 2012
http://millidusunce.com/28-ubat-1997-28-ubat-2012-tuerkye-cephe-uelke/

29 Mart 2017 Çarşamba

Darbeden 1 Gün Önce Akar ve Fidan Neredeydi?.. 6 Sır Saat Daha!..



Darbeden 1 Gün Önce Akar ve Fidan Neredeydi?.. 
6 Sır Saat Daha!..


 Salı, Şubat 28, 2017

Müyesser YILDIZ,




15 Temmuz darbesinin yaşandığı gün MİT Müsteşarı Hakan Fidan'ın Genelkurmay Karargâhı'na gitmesinden, darbecilerin harekete geçtiği saate kadar olan 6 saatlik süreçte yaşananlar gizemini korurken, darbeden bir gün önce Akar ve Fidan arasında 6 saatlik bir sır buluşma daha gerçekleştiği ortaya çıktı. 

Öncelikle; Yaklaşık 1.5 ay kadar önce bu iddiayı duyduğumda inanamadım. Bu bilginin CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu'na da ulaştırıldığı, ancak “açıklamaya cesaret edemediği”  öne sürülünce iyice şaşırdım, ama iddianın peşini bırakmadım. 

Sordum, soruşturdum. Ulaştığım bilgileri paylaşmadan önce geçen hafta Ankara 14. Ağır Ceza Mahkemesi'nde görülmesine başlanan şehit Ömer Halisdemir davasından bir bölüm aktarmam gerekiyor. 

 - Keskin Nişancıdan Keskin Sorular -

Duruşmanın ikinci günü olan 22 Şubat Çarşamba günü sanıklardan keskin nişancı Piyade Üstçavuş Mehmet Bilge savunma yaptı. Darbe gecesi Diyarbakır'dan Semih Terzi'yle birlikte gelen Özel Kuvvetler Timi'nde yer alan Bilgi savunmasına, “Bir takım soru işaretleri var, aklıma yatmayan bir sürü şey var”  diye  başlayarak, Özel Kuvvetler Komutanlığı'nda yaşananlara dair ilginç değerlendirmelerde bulundu. 

Mahkeme Başkanı İsmail Ademoğlu'nun, “Üslubun farklı. Biz gazete kupürleri ile yargılama yapmıyoruz, iddianame ile yapıyoruz. Bu çerçevede savunma yapmanız sizin için daha iyi olur”  uyarısına, “Bazı şeylerden şüphelendiğimi söylüyorum”  karşılığını veren Bilge, Cumhurbaşkanı ve Başbakanın ulaşamadığı MİT Müsteşarına Özel Kuvvetler Komutanı Zekai Aksakallı'nın ulaşmasını, MİT Müsteşarı'nın Aksakallı'ya zırhlı araç göndermesini gündeme getirdi. 
Bunun üzerine de Başkan Ademoğlu, “Zaten bu kişileri zaman içinde tanık olarak dinleyeceğiz. Bunlar zaten gündeme gelecek. Şu anda salonda olmayanlar hakkında konuşmak ne kadar doğru?”  dedi. 
Ama Bilge devam edip, hiçbir kanıt sunulmadan müebbetle yargılandığını, hain ilân edildiğini, kendisine bu muamelenin yapılacağını bilse o gün darbe yapmak isteyecek biri olacağını  söyleyince Başkan Ademioğlu ile aralarında şu diyaloglar yaşandı:

Başkan : Ne yapmak isterdin?

Bilge : Darbeci olmak isterdim. Neden? Dışarıda rütbe alanlar, bir yerlere gelenler benim  nazarımda emekliliği gelmiş, ekonomik kullanım ömrünü doldurmuş insanlardır.  Kıymetli insanlar darbeci muamelesi görüyor, bizim emeğimizle, çabamızla  yıldızına yıldız katanlar dışarıda kahraman. Şu an darbeyle mücadele edenler darbeci muamelesi görüyor, evde oturan  adamlar rütbe almış ne hikmetse.
Başkan : Tepemize bombalar yağmış, ne yani bunları yok, yaşanmamış mı sayalım? Burada yargılandığınızı biliyorsunuz değil mi? Bir türlü kendinize gelemediniz. 

- Medya Bu İddiaları 1 Cümleyle Geçiştirdi -  

Bilge yine durmadı, şunları anlattı: 

“14 Temmuz'da Özel Kuvvetler Komutanlığı'nda bir kurs kapanış töreni yapıldı. Normalde Cuma günü yapılması lâzım, Perşembe yapıldı. Niye Perşembe? Bunun bir nedeni var mı, Özel Kuvvetler'e sorulsun. Katılımcılar kim; Genelkurmay Başkanı ve MİT Müsteşarı. Paraşüt atlayışları yapılacaktı, ama hava şartları bahane edilerek, iptal edildi. Bildiğimiz kadarıyla o gün Ankara'da hava gayet iyiydi. Meteorolojiden o günkü hava durumunun da sorulmasını istiyorum. Tören saat 17.30'da bitiyor. Adamlar başına bir şey gelmesinden korktuğu için söyleyemiyor, belki de inkâr ederler; Törenden sonra Genelkurmay Başkanı ve MİT Müsteşarı havuzlu bahçede sohbete koyuluyor. Duyduğum, bildiğim kadarıyla anlatıyorum; Zekai Paşa bile yanlarına yaklaştırılmıyor. Bu sohbet saat 23.00'e kadar sürüyor. Önce MİT Müsteşarı'nın çıkması gerekirken, Genelkurmay Başkanı çıkıyor. MİT Müsteşarı orada askeri bir yöneticiyle kalıyor.” 
Mahkeme Başkanı Ademoğlu, Bilge'yi şu sözlerle bir kez daha uyardı: 
“Bak, kimden duyduğunu söylemediğin gibi, kimin inkâr edeceğini de bilmiyorsun. Oradan duydum, buradan duydum şeklinde savunma olmaz. Burası mahkeme net bir şeyler söyle. İma ettiğin varsa, açıkça söyle. Burası mahkeme. 20 dakikadır savunmana gelemedin. Tekrar uyarıyorum, kendi savunmana dön.” 
Piyade Üstçavuş Mehmet Bilge'nin 14 Temmuz'a dair bu sözleri sadece Anadolu Ajansı'nın geçtiği şu bir cümleyle bazı medya organlarında yer aldı:   
“Darbe girişimi öncesi, Özel Kuvvetler Komutanlığındaki kurs kapanış töreninin teamüllere göre Cuma günü yapılması gerekirken, Perşembe gününe alındığını ileri süren Bilge, törenden sonra MİT Müsteşarı ile Genelkurmay  Başkanının baş başa gece saatlerine kadar görüştüğünü duyduğunu iddia etti.”
Mahkemenin yanısıra diğer sanıklar, sanık yakınları bile -hatta Avukatı da- Bilge'nin iddialarını, “Yaşadıklarını kaldıramadı, psikolojisi bozuk”  diye yorumlayıp, üzerinde durmadı.   

 - Herkesin Bildiği Sırrın Detayları -

Peki Üstçavuş Bilge'nin anlattığı bu olay, tamamen hezeyan veya dedikodu muydu?

Hayır. 

Öncelikle 14 Temmuz'da Genelkurmay Başkanı Akar'la birlikte Özel Kuvvetler Komutanlığı'ndaki törene giden, 15 Temmuz'dan sonra da gözaltına alınıp, 20 gün sonra tahliye edilen bir askerin verdiği ifadede bu ilginç buluşmanın bilgisinin yer aldığını tespit ettim. 
İkincisi; Bizzat bazı savcılardan duydum. Ayrıca bazı devlet yetkililerinin de bu ifadeden haberdar olduğunu öğrendim.
Üçüncüsü; O gün törende yar alan bir yetkiliye doğrulattım. 

İşte bu tespitlerden sonra çıkan sonuç: 

Özel Kuvvetler Komutanlığı'ndaki ihtisas kursu diploma töreninin 15 Temmuz Cuma günü yapılması planlanmış, ki tüm törenlerin Cuma yapılması teamülmüş. 
Lâkin törene birkaç gün kala önce Perşembe'ye alındığı, sonra 18 Temmuz'a ertelendiği bildirilmiş.  Nihayetinde Perşembe'de karar kılınmış. 
Tören saat 15.00'te başlamış. Özel Kuvvetler Komutanlığı'nı bilenlerin iddiasıyla, “Özel Kuvvetler Komutanı bile değiştiğinde devir-teslim törenine Genelkurmay İkinci Başkanı katılırken”, kurs törenine Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hulusi Akar gelmiş. 
Vatan Gazetesi Ankara Temsilcisi Murat Çelik'in geçenlerde yazdığına göre, “Yedikleri içtikleri ayrı gitmediğinden”  midir, bu kursa katkılarından mıdır bilinmez törene MİT Müsteşarı Hakan Fidan da katılmış. 
Tören saat 18.00'de sona ermiş, ardından kokteyl verilmiş. 
          
Kokteylden sonra diğer konuklar ÖKK'ndan ayrılırken, Genelkurmay Başkanı Hulusi Akar ve MİT Müsteşarı Hakan Fidan, “Bizi yalnız bırakın” diyerek, bahçeye geçmiş. 
Bahçedeki bu başbaşa sohbet de tam 00.30'a kadar devam etmiş. 

15 Temmuz yaşanmasa, belki üzerinde bile durulmayacak bir buluşma...

Lâkin darbenin iki sır isminin, 15 Temmuz'dan bir gün önce yine 6 saat başbaşa görüşmesi, ayrıca adeta herkesin bildiği bu sırrın 7 ay geçtiği halde hiç gündeme getirilmemesi ve konuşulmaması başlıbaşına ilginç değil mi?

Müyesser YILDIZ,
27 Şubat 2017 


https://haberguncel.blogspot.com.tr/2017/02/darbeden-1-gun-once-akar-ve-fidan-neredeydi.html


21 Nisan 2015 Salı

Komutanın İsyanı: “ Devlet Bir Yamyam Gibi Kendi Evlâtlarını Yedi ”



Komutanın İsyanı: “ Devlet Bir Yamyam Gibi Kendi Evlâtlarını Yedi ”



Komutanın İsyanı: “Devlet Bir Yamyam Gibi Kendi Evlâtlarını Yedi”


Dişini sıksa belki birkaç yıl sonra Deniz Kuvvetleri Komutanı olacaktı. Ancak Yargıtay’ın Balyoz kararlarını onamasına tepki için 2 gün sonra istifasını verip, sine-i millete döndü.  

İktidar ve TSK başta olmak üzere ne kimse ona, “Niye istifa ettin?”  diye sordu, ne de o bugüne kadar bir açıklama yaptı. Sadece 8 Mart’ta Ankara’daki Sessiz Çığlık eyleminde yaptığı konuşmadaki şu sözleriyle tarihe önemli bir not düştü: 

“Ne askerler vardır üzerinde üniforma yoktur, ne üniformalar vardır içinde asker yoktur.”

Deniz Kuvvetleri Komutanlığı Kurmay Başkanıyken istifa eden emekli Koramiral Atilla Kezek’ten söz ediyorum. İlk kez konuştu ve “kumpas”  sürecinin önemli adreslerine çok ince mesajlar gönderdi.  

“Devlet bir yamyam gibi, canlı canlı kendi evlatlarını yedi”  benzetmesini yapan Kezek, “Allah TSK’yı içteki düşmanlardan korusun. O kendini ve ülkemizi dıştaki düşmanlardan zaten korur” dedi. 

İşte 1976 yılında teğmen olarak katıldığı Cumhuriyet Donanmasının birçok gemisinde komutanlık yapan 37 yıllık bir denizcinin ağzından, “Bu günlere neden ve nasıl gelindiğinin”  hikâyesi:

                -Balyoz Kararlarında “Pazarlık” mı Yapıldı?-

Soru : Bu “kumpas”  sürecine sadece Deniz Kuvvetleri’nden tepki geldi. Dikkat çekici istifalar oldu. Siz de onlardan birisiniz, neden istifa ettiniz?

Kezek : İstifamın birkaç nedeni var. Birincisi; Balyoz diye birşey yok, hiç olmadı. Birileri tarafından imâl edildi. İmâl edilirken yapılmış olan yüzlerce maddi hataya rağmen, hukuk  bunları hiç dikkate almadı. Mahkeme, silah arkadaşlarımızı hukuksuz bir şekilde mahkûm etti. 9 Ekim 2013 tarihinde de Yargıtay önemli bir bölümünün (237 kişi) cezalarını onadı. Yani devlet bir yamyam gibi canlı canlı kendi evlatlarını yedi. Suçsuz olduklarına adım gibi emin olduğum silah arkadaşlarımın uğramış olduğu hukuk katliamına kişisel tepki gösterdim. Onların çıkartmış olduğu üniformayı bundan sonra taşıyamayacağımı hissettim. Bu kişisel bir karardı. Saygı duyulmasını bekledim ve istifam saygı ile karşılandı ki, TSK’nın üst kademelerinden kimse istifamın nedenini bile sormadı.  

İkinci neden; 1986-89 yılları arasında görev yaptığım Deniz Harp Okulu’nda yetiştirdiğim, çoğu kurmay subay olarak Yarbay, Albay rütbelerine gelmiş, ülke savunması için kritik görevlerde bulunan öğrencilerimin önemli bir bölümünün Balyoz davasında hüküm giymesiydi. Onlara asker olmanın, silah arkadaşlığının erdemlerini öğreten komutanları olarak mevcut durumda göreve devam edemezdim. Yerim onların yanı olmalıydı. Her şeyden vazgeçebilirdim, ama silah arkadaşlarımdan asla.

İstifamın üçüncü nedeni ise faturanın ağırlıklı olarak Deniz Kuvvetlerine kesilmiş olmasıdır. Şunu tekrar ifade etmek istiyorum, ‘Balyoz’ diye birşey yoktur. Bu davaya bulaştırılan Karacı, Denizci, Havacı, Jandarma ve Sahil Güvenlik personeli, tüm silah arkadaşlarım suçsuzdur ve ‘kumpas’ın kurbanıdır. Bundan hiç şüphem yok. Ancak hiçbir Denizci’nin katılmadığı 1. Ordu Semineri’nden başka somut hiçbir bahane sunulamayan Balyoz davasında Cumhuriyet Donanmasının savaş gücünü oluşturan yüksek teknoloji ürünü güdümlü mermili fırkateyn, hücumbot ve denizaltıların kurmay yarbay ve kurmay albay komutanları, kurmay albay komodorları, amiral rütbelerindeki görev grup komutanları, filo komutanlarıyla üs, boğaz, bölge komutanları ve seçkin personelimizi yetiştiren askeri okul komutanları tutuklanmıştır. 

Ben sonunda adaletin tecelli edeceğini beklerken, 9 Ekim 2013 tarihinde 237 silah arkadaşımın cezası onandı. Bu 237 kişinin yüzde 57’si yani 134’ü yıllardır çok iyi tanıdığım, Cumhuriyet Donanmasının çok iyi yetişmiş yüksek karakterli, Atatürkçü komutanlardır. Yargıtay kararları ile muvazzaf yani görevde bulunan tüm Kara Kuvvetleri personeli beraat ederken (ki bu arkadaşlarımın da hepsinin ‘kumpas’ mağduru ve analarının ak sütü gibi tertemiz olduğunu adım gibi biliyorum) Denizci ve Havacı arkadaşlarımın hemen hemen tamamının cezalarının onanması bende değişik hisler uyandırdı. Bu his sanki bir pazarlık varmış hissidir. Ancak ben yine de yargının asla kimseyle pazarlık yapmayacağına ve Silahlı Kuvvetlerimizini de personeli arasında ayırım yapmayacağına inanıyorum. Fakat bu pazarlık hissinden kendimi kurtaramadım. Çünkü bu durum TSK için en büyük tehlikedir. Ümid ederim ki, ben yanlış hislere kapılmışımdır. Ne diyelim ki!.. Allah Silahlı Kuvvetlerimizi içteki düşmanlardan korusun. O zaten kendini ve ülkemizi dış düşmanlardan korur. 

                       -Hedef TSK’yken Ses Çıkmadı-

Soru : Bu gidişattan TSK’nın da sorumlu olduğu söyleniyor. Sizce nerede yanlış yapıldı?

Kezek : 2004-2005 yıllarından itibaren internet üzerinden elektronik posta yoluyla ve imzasız ihbar mektuplarıyla TSK personeline ve ailelerine yönelik karalama ve itibarsızlaştırma kampanyası başladı. Bu ihbarlar, birçok davayı başlatarak bu günlere gelmesine neden oldu. Başbakan Danışmanı’nın ‘kumpas’ olarak ifade ettiği bugünkü davaların başlamasına neden olan elektronik postalardan bir tanesinin bile kaynağı o zaman tespit edilse, ‘kumpas’ın doğru olduğu daha o zaman anlaşılabilirdi. Maalesef halen gereği yapılmadı.

Son günlerde internet sitelerinde kişilerin mahremiyetine ve ülke güvenliğine yönelik olduğu ifade edilen yayınlar çıkması nedeniyle yasaklar ve kapatma tedbirleri uygulanıyor. Ancak bu saldırılar yıllarca TSK’da görevli birçok üst düzey personelin kendilerine, ailelelerine ve çocuklarına da yapılmıştı. Ama hiç kimse onların haklarına sahip çıkmadı. İnternet yoluyla yapılan saldırılar yeni değil. Bugün hedef siyaset ve siyasetçiler olduğu için kıyamet kopartılıyor. 

Bir doğrunun yanına 10 yalan ilave edilerek hazırlanan ihbar mektupları ve elektronik postalar TSK personelinin psikolojisi üzerinde büyük tahribat yaptı. Ayrıca bunların bir kısmının kurumunun tarafından dikkate alınarak soruşturma açılma safhasına getirilmesi ise üstün astına, astın üstüne/komutanına olan güven duygularına ve personelin moral motivasyonuna çok zarar verdi. Bu zararın büyüklüğünü Yüce Türk Milleti’ne zaman gösterecektir. Umarım ülkemizin birlik ve bütünlüğüne yönelik ağır bir fatura ile karşılaşmayız. 

                   -Denizde Rotamızı Değiştirmek İsteyenler Var-

Soru : Sözde darbe davaları en büyük darbeyi Deniz Kuvvetleri’ne vurdu. Neden burası hedef yapıldı?  

Kezek : Evet geçmişteki davalara bir bakalım; Poyrazköy, Kafes, İstanbul Casusluk, Amirallere Suikast davaları sadece Deniz Kuvvetleri personelini hedef alan davalar. Balyoz davası tüm TSK’yı ilgilendirmekle birlikte sonuçta Deniz Kuvvetlerimizin en büyük hasarı aldığı dava. İzmir Casusluk diye bilinen davalarda da TSK’nın her kuvvetinden ve Deniz kuvvetlerimizden çok sayıda personel var. Özet olarak bildiğimiz tüm davalarda Deniz Kuvveleri personeli yerini almış durumda. Neden Deniz Kuvvetleri; Bunun birkaç sebebi var.  

Birincisi Deniz Kuvvetlerimiz 1970’li yıllardan itibaren tüm enerjisini eğitimli insan gücüne sahip olmaya harcadı. 2000’li yıllarda da milli gemi, milli sonar, milli torpido ve daha birçok milli proje ile doğru yolda olduğunu tüm dünyaya kanıtladı. Milenyumun başlarından itibaren Deniz Kuvvetlerimizin yeni rotası, emperyalizmin pazarlarına uğramadan milli sanayiinin limanlarına gidiyordu. Bu durum herhalde birilerini rahatsız etti. Peşpeşe gelen  davalarla, bu millileşme ve teknolojik bağımsızlık değiştirilmeye çalışıldı. Bu taarruz oldukça etkili oldu. Bir taraftan Deniz Kuvvetlerinin toplam amiral sayısının yarısı olan 25 amiral tutuklanırken, kurmay albayların da kritik görevlerde bulunanlarından yüzde 80’i ya bir davaya bulaştırıldı ya da tutuklandı. Diğer taraftan aynı davalarla son yıllarda Deniz Kuvvetlerimizin milli projelerini gerçekleştirmiş değerli mühendislerimiz tutuklanınca olayın farkına varıp, sıranın kendilerine geleceğinden çekinen birçok yetişmiş mühendisimiz de istifa ederek, hedef olmaktan kendilerini kurtardı. Bu şekilde Deniz Kuvvetlerimizin geleceğe yönelik projelerine darbe vurulmaya çalışıldı. Bunların etkilerini gelecekte göreceğiz. Ümit ederim tahribat büyük olmaz. 

Soru : Denizde rotamızı değiştirmek isteyenler kimler?

Kezek : Deniz Kuvvetleri, vizyonu büyük olan bir ülkenin dış politikasının en önemli enstrümanıdır. Üç tarafı denizlerle çevrili Türkiye’nin 7 ülke ile karadan sınırı var. Denizi kıyısı olan tüm dünya ülkeleriyle ise denizden sınırımız var. Bu durum Deniz Kuvvetlerimize anavatanımızı uzaktan savunma imkanı sağlar. Yani ülkemiz için tehdidi daha başlangıçta, sınırılarımıza gelmeden kaynağında vurabilir. Deniz ticaretimiz ile deniz alâkâ ve menfaatlerimizi dünyanın tüm denizlerinde koruyabiliriz. Buna en iyi örnek ABD’dir. Vatandaşları anavatanlarında rahat rahat uyurken Pasifik Okyanusu, Atlas Okyanusu, Atlantik, Akdeniz, Basra Körfezi, Hint Okyanusu’ndaki ABD Deniz Kuvvetleri savunmayı uzaktan yapmakla kalmayıp, ulusal çıkarlarını dünyanın dört bir tarafından korumaya muktedirdir. Bugün dünyanın gelişmiş ülkeleri benzer imkanlara sahip olup bu imkan ve kaabiliyetlerini daha da geliştirmek üzere gayret ve para harcamaktadırlar. 

Denizciler ufkun ötesine bakar. Biz gördüğümüz yerle ilgilenmeyiz, ufkun ötesiyle ilgileniriz. Peki 650 bin kişilik TSK’da onda bir oranına bile ulaşamayan insan gücü ve 10 orgenerale karşılık 1 oramirali bulunan Deniz Kuvvetlerimizin esas hedef olmasının esas sebebi ne mi olabilir?

Acaba; Emperyalizmin Karadeniz iştahını kesmesi mi? Doğu Akdeniz’deki ulusal çıkarlarımızı koruması nedeniyle 2009 AB İlerleme Raporunda ismehn şikayet konusu olması mı? Kendi torpidosu, sonarı, gemisini kendi mühendisleri ve milli sanayi imkanlarıyla yapması mı? Osmanlı’dan 500 yıl sonra Hint Okyanusu, Kızıldeniz ve Arap  devriminde Türk Bayrağını göstererek, ulusal çıkarlarımızı ve deniz ticaretimizi koruması mı? Yoksa 2040’lı yıllarda çok önemli bir deniz kuvveti haline geleceğini öngören George Friedman’ın ‘Gelecek 100 Yıl’ isimli kitabı mı bilemiyorum. Moda deyimiyle takdir Yüce Türk Milleti’nindir. 

Soru: Deniz Kuvvetleri’ne vurulan darbenin bilançosunu çıkardınız mı?

Kezek : Elbette. Tabloya baktığımızda savaşacak adamlarımızın seçildiğini, bunların önceden özel olarak belirlendiğini görüyorsunuz. Bu davalarda aslında 3 bin 500 civarında personelin adı geçiyordu, 1857’si denizciydi. Deniz Kuvvetleri TSK’nın 10’da 1’i olan bir kuvvet, ama davalarda yüzde 50’si bu kuvvetten çıkıyor. Hedefin ne olduğu bu matematikten de anlaşılıyor. 
                                      
Soru : Üniformanız üzerinizdeyken çok kez Silivri’ye duruşmaları izlemeye gittiniz. Üniformayı çıkardıktan sonra da hapisteki arkadaşlarınızı ve ailelerini hiç yalnız bırakmadınız, ziyaret ettiniz. Onlara ne söylemek istersiniz?

Kezek : ‘Kumpas’ mağduru silah arkadaşlarıma şöyle sesleniyorum; Sizler Mustafa Kemal’in askerlerisiniz. Üniformalarımızdan ayrıldık diye üzülmeyin. Mustafa Kemal de üniformasını çıkarmıştı. Unutmayın ki, Ne askerler vardır üzerinde üniforma yoktur. Ne üniformalar vardır içinde asker yoktur.

Soru : Denizciler ufkun ötesine bakar dediniz. Ufkun ötesinde ne görüyorsunuz? 

Kezek : Tekrar ifade etmek istiyorum; Allah Silahlı Kuvvetlerimizi içteki düşmanlardan korusun. O zaten kendini ve ülkemizi dış düşmanlardan korur. 

Söylenecek tek şey var; Amin... Amin... Amin...

Silivri, Hasdal, Hadımköy, Maltepe, Sincan, Mamak ve Şirinyer’e kucak dolusu sevgiler
Müyesser YILDIZ
29 Mart 2014 

http://www.cemresetay.com/2014/03/komutann-isyan-devlet-bir-yamyam-gibi.html

.