TÜRKİYE CUMHURİYETİ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
TÜRKİYE CUMHURİYETİ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

23 Mart 2017 Perşembe

TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NİN ORTA DOĞU POLİTİKASI BÖLÜM 4


  TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NİN ORTA DOĞU POLİTİKASI BÖLÜM 4






2000-2010 Yılları

11 Eylül 2001’de El-Kaide’nin ABD’ye karşı yönelttiği terör saldırısı Orta Doğu’nun daha sonraki yıllardaki kaderini de etkileyecekti. 11 Eylül saldırısından 
sonra El Kaide’nin konuşlanmış olduğu Afganistan’a karşı BM Güvenlik Konseyi’ nin onayı ile ve ABD’nin liderliğinde uluslararası bir askeri operasyona girişilmesi kaçınılmazdı. Ne var ki Ocak 2001’de Başkanlığı devralan George W. Bush’un etrafındaki “yeni muhafazakârlar” olarak adlandırılan müşavirler, ideolojik bir yaklaşımla asıl hedef olarak Irak üzerinde yoğunlaşmışlardı. Baba Bush’un bütün Arap ülkelerinin desteği ile girişilen Birinci Körfez Savaşı’nın sonunda hangi rasyonel nedenlerle Saddam Hüseyin’i tasfiye için Bağdat’a gitmeyi reddettiğini unutmak işlerine geliyordu. Birdenbire Irak’ın kimyasal ve nükleer silahlara sahip olduğu ve radikal terörizmi desteklediği yolunda yapay istihbarat raporları ortaya çıktı. O kadar ki, Başkan Bush körü körüne destekleyen İngiltere Başbakanı Tony Blair, Irak’ın 45 dakikada kimyasal bir saldırı tertip edebileceğini bile iddia edebildi. Irak’a karşı savaş açmanın Orta Doğu’daki dengeleri altüst edeceği ve o zamana kadar radikal terörizme kapıyı kapatmış olan Irak’ın El-Kaide teröristlerinin bir üssü haline gelebileceği tamamen göz ardı edildi.

Kasım 2002’de iktidara gelen AKP çok çetin dış politika sorunları ile karşılaştı. Kıbrıs konusu bunların en önemlilerinden biriydi. AKP kendisini AB üyeliği ile çok yakından ilişkili Annan Planı konusunda siyasi platformda ve kurumlar arasında kesif bir tartışma içinde buldu ve açık seçik bir tutum tespitinde sıkıntı çekti. Daha da çetrefil diğer sorun Irak’tı. O tarihte artık ABD’nin ne pahasına olursa olsun Irak’a savaş açacağı belli olmuştu. Başkan Bush eskiden beri kader birliği yaptığı müşavirlerinin etkisinden kurtulamamıştı. Bunlar daha 11 Eylül’den çok önce üyesi bulundukları düşünce merkezlerinde “önleyici müdahale” ve “şer mihveri” gibi doktrinler geliştirmişlerdi, 11 Eylül onlara bu radikal fikirlerini adeta dini bir taassupla uygulamaya koymak fırsatını vermişti. Doktrinlerinde Orta Doğu’nun istikrarını güçlendirmek amacı ile Filistin sorununun çözümüne katkıda bulunmak gibi bir kavram mevcut değildi.

ABD politikası akıl rayından çıktığına göre artık her devletin kendi çıkarlarını gözetmesinden başka çare kalmamıştı. Bazıları, örneğin Almanya gibi, savaşa 
karşı çıkmakla beraber ülkelerindeki üslerin kullanılmasına izin veriyorlardı. Yunanistan da üslerini açmıştı. Rusya ve Çin gayet dikkatli ve dengeli bir 
siyaset gütmeye çalışıyorlardı. Merkezi ve Orta Avrupa ülkeleri ise Sovyet hegemonyasından kurtuluşlarını geniş ölçüde ABD’ye borçlu olduklarını 
unutmuyorlar ve ABD’yi destekliyorlardı. İspanya ve İtalya da kamuoylarına rağmen ABD’yi desteklemekteydiler. Arap ülkelerine gelince, Mısır, Suriye 
ve Ürdün savaşın neden olacağı felaketlerin farkındaydılar, fakat savaşın artık önlenemeyeceğini anlamışlardı. Körfez ülkelerinden Bahreyn, Katar ve Kuveyt 
ülkelerini Amerikan askerlerine açmışlardı.

Bu durumda AKP yine barış turları başlattı. Başbakan Mısır, Ürdün ve Suriye’yi ziyaret etti. İstanbul’da bazı toplantılar tertiplendi. Başbakan’ın girişim ve atılımlarının ve Saddam’a ulaştırılan tek taraflı veya çok taraflı mesajların takdir edilecek iyi niyetli bir yaklaşım yansıttıkları kuşkusuzdu. İç politikada Hükümetin barışı kurtarmak için elinden geleni yaptığı izlenimini yaratmaya çalışmak da anlaşılır bir amaçtı.

Savaşa hazırlanan ABD’nin Türkiye’den başlıca iki isteği vardı. Kuzey Irak’tan da yapılması planlanan operasyon için Türkiye’nin limanlarını ve hava üslerini kullanmak ve Türkiye üzerinden Kuzey Irak’a asker gönderebilmek. Hükümet prensip itibarı ile bu talebin kabulüne taraftar olduğu intibaını veriyordu. Nitekim TBMM 6 Şubat 2003’te askeri üs, tesis ve limanlarımızın yenilenmesi amacı ile ABD teknik ve askeri personelinin Türkiye’ye gelmesini onayladı. Bu personel Türkiye’ye gelerek hazırlıklarına ve çalışmalarına başladığı gibi, TBMM’nin kararını Amerikan birliklerinin Türkiye üzerinden Kuzey Irak’a intikaline de yeşil ışık yakılacağının işareti gibi gören ABD askerlerini gemilere bindirmişti. Sonra 1 Mart tezkeresi reddedilince Güney’den operasyona katılmak üzere Kuveyt’e yönlendirildiler.

1 Mart tezkeresi Türkiye ile ABD arasında uzun süren çetin müzakerelerden sonra sağlanan bir mutabakata dayanıyordu. Bu mutabakatın Türkiye’ye sağlayacağı avantajları başlıca üç noktada toplamak mümkündür. Birincisi Arap, Türkmen ve Kürtlerin Irak’ın kurucu unsurları olduklarının belirtilmesiydi. 
İkincisi, sınırın Irak tarafında, PKK terör örgütünün tehdit potansiyelinin yoğunlaştığı 20-25 kilometre genişliğinde bir şerit içinde, PKK ile mücadele 
yetkisine de sahip 30 bin kadar Türk askerinin konuşlandırılması olacaktı. Üçüncüsü ise Iraklı Kürtlere verilecek silahlara ilişkindi. Bu silahların dağıtımında ve operasyonlar bittikten sonra toplatılmasında Türk ve Amerikan askeri makamları birlikte hareket edeceklerdi.

1 Mart tezkeresinin Türkiye’ye çeşitli avantajlar sağlayacağını düşünenler şu savları ileri sürüyorlardı: Tezkere Irak’ın kuzeyinde Kerkük’ün petrol ve gaz 
kaynaklarına da sahip bağımsız veya bağımsızlığa yakın bir Kürt oluşumunu engellemek fırsatını ve o bölgede yuvalanmış PKK gruplarının tasfiyesini 
sağlayabilecekti. Kürtler Amerikalıların vazgeçilemez müttefikleri haline gelemeyeceklerdi. Arap ülkelerinin Türkiye karşısında yer alacakları kaygısı 
da yersizdi. ABD kuvvetleri güneyde Kuveyt üzerinden Irak’a girmişlerdi. Amerikalıların Katar’da büyük bir karargâhları vardı. Arap ülkeleri onları 
eleştirmiyorlardı. Ancak şunu da belirtmek gerekir: Tarihin akışının o zamanki algılamaya mutlaka uyacağını söylemek mümkün değildi. Tezkere kabul 
edilseydi bile ABD ile ciddi ihtilâflar çıkabilirdi. Türkiye düş kırıklığına uğrayabilirdi. Iraklı Kürtlerle silahlı çatışmalara kadar varan sorunlar çıkabilirdi.

2003 yılında bir çelişki daha yaşandı. 1 Mart tezkeresi kaçınılmaz olarak Türkiye ile ABD arasındaki ilişkileri etkilemişti. Özellikle ABD ordusu ve “Yeni Muhafazakârlar” gücenmişlerdi. Temmuz 2003’te Kuzey Irak’ta “çuval olayı” cereyan etti ve ilişkiler daha gerginleşti. 7 Ekim 2003’te ise TBMM, ABD’nin Irak’ı işgalinden sonra BM Güvenlik Konseyi’nin de onayı ile kurulan “Koalisyon” kuvvetlerine katılmak üzere Irak’a önemli miktarda kuvvet gönderilmesini kabul etti. Oysa bu kararın uygulanması Irak’ta ABD müdahalesinden kısa bir süre sonra patlak veren şiddet ve terör olaylarından sonra Mart tezkeresinin uygulanmasından kat kat daha riskli olacak ve Türkiye şehit tabutlarının gelmesi ile iç politikada ağır siyasi bunalımlara sürüklenecekti. 

Neyse ki Araplar ve Kürtlerin muhalefeti yüzünden TBMM’nin aldığı karar uygulanamadı.

Irak Savaşı’nın Orta Doğu’da bir Pandora kutusu açacağı kehanetinde bulunanlar haklı çıktılar. Bush yönetimin inanılmaz basiretsizliği ABD’nin politik gücüne ve inandırıcılığına ağır bir darbe vurdu; bölgedeki dengeleri bozarak, Irak’ı zayıflatarak ve istikrasızlığa sürükleyerek, İran’ı kuvvetlendirerek ve kökten dinci cereyanları körükleyerek aleyhine çevirdi. Bu karmaşa ortamında, Türkiye, yürüttüğü aktif ve genelde yaratıcı ve isabetli politika ile Orta Doğu’daki jeopolitik ve ekonomik mevkiini perçinleştirdi. Ne var ki, bu politikanın zaman zaman tereddütler doğuran, eleştiri çeken yönleri de hiç yok değildi. Örneğin, Irak’ın toprak bütünlüğünü korumak amacı kuşkusuz yerindeydi, fakat bu amaç Kuzey Irak’ta özerkliklerine kavuşmuş olan ve Bağdat’ın zaafı yüzünden gittikçe daha bağımsız bir siyaset gütmek imkânına kavuşan Kuzey Irak Kürtleri ile 2009 yılına kadar gerçekçi bir ilişki kurulmasını engellememeliydi. 

Kuzey Irak’ta Kandil bölgesindeki Kürt teröristlere karşı yürütülmek istenen operasyonlar 2007 yılına kadar ABD ile olduğu kadar Kürt yönetimi ile de sürtüşmelere neden oldu. 2009 yılına kadar Kürt meselesinin çözümü için bir açılım politikası başlatılamaması da tabiatı ile bir zaaf unsuru 
oluşturuyordu.

AKP Hükümeti’nin Orta Doğu ülkeleri ve hatta Afrika ülkeleri ile ikili ilişkileri geliştirmek konusundaki çabaları takdir edilmelidir. BM Milletler Güvenlik 
Konseyinin geçici üyeliğine seçilmek için sarf edilen gayretler başarıya ulaştı, Türkiye en iyimser tahminlerin bile ötesinde destek sağlayabildi. Suudi 
Arabistan ve diğer Körfez ülkeler ile de ilişkiler çok daha yüksek bir seviyeye çıkarıldı, bu ülkelerden Türkiye’nin ekonomik büyümesine özlü katkıda bulunabilecek düzeyde direkt yatırımlar temin edilebildi. Türkiye’nin bütün bölge ülkeleri ile hatta Kuzey Irak ile ticareti rekor düzeylere ulaştı.

Bu politikanın bir özelliği de mikro diplomasinin iyi kullanılmasıdır. Bundan kasıt yalnızca Hükümetler arası ilişkiler ile yetinilmemesi ve bir ülkenin politik yelpazesinde yer alan bütün unsurlar ile diyalog kurulmasıdır; Irak’ta çeşitli Şii ve Sünni gruplarla ve aşiretlerle temas edilmesi gibi. Türkiye aynı yaklaşımı Lübnan’da da sergiledi. 2006 yılındaki İsrail saldırısından sonra Lübnan’daki Birleşmiş Milletler kuvvetine katkıda bulunurken iç politikada uzlaşma sağlanmasında da önemli rol üstlendi.

Türkiye bugün Filistinlilere en fazla politik ve mali yardım sağlayan bir ülkedir. 2008 sonunda Gazze’ye saldıran İsrail’e karşı en şiddetli tepki yine Türkiye’den geldi. İsrail’in orantısız kuvvet kullanması genellikle reaksiyon doğurduysa da diğer Arap ve Müslüman ülkelerinden hemen hemen hiçbiri Türkiye kadar ileri gitmedi. Gazze ablukası konusunda da Türkiye’nin tutumu Gazze ile sınırını açmakta isteksiz davranan Mısır’ın tutumu ile çelişki teşkil etti. Mısır’ın sınırı açmakta ayak sürtmesi Müslüman Kardeşlerin bir uzantısı olarak gördüğü Hamas’a antipatisinden kaynaklanıyordu.

Türkiye ise, Mısır’ın aksine, başından beri Hamas’a elini uzatmıştı. O kadarki, 2006 Şubatında Hamas Gazze’de seçimleri kazanır kazanmaz daha Filistin 
Meclisi bile toplanmadan Hamas’ın sürgündeki lideri Halid Meşal Ankara’ya geldi. O tarihte çok tartışma yaratan bu ziyaretin zamanlamasında belki acele 
edildiyse de, sonradan Hamas gerçeğinin kabulünden başka çare olmadığı birçoklarınca anlaşıldı. Ancak Hamas ile diyalog kanallarını açık tutarak onu 
şiddetten vazgeçirip barışa yönlendirirken yanlış yorumları önlemek açısından Hamas’ın avukatlığı görüntüsünden ve din referanslı söylemlerden kaçınmanın 
önemi göz ardı edilmemelidir. Türkiye’yi bölgede saygın ve cazip kılan hususun halkının Müslüman olmasının yanında, beklide ondan daha önemli demokratik bir ülke olması ve başta AB ve NATO olmak üzere Batı ile kurduğu ve idame ettirdiği yakın ilişkiler olduğu hatırdan çıkarılmamalıdır. 

Türkiye-Suriye ilişkilerinde son yıllarda sürekli gelişmeler kaydedildi. İki ülke çeşitli alanlarda işbirliği öngören 40 küsur anlaşma imzaladılar ve karşılıklı 
olarak vizeyi kaldırdılar. İki ülke arasında bir Stratejik İşbirliği Konseyi kuruldu. Türkiye Netanyahu Hükümetinin iktidara gelmesinden önce İsrail ile Suriye arasında iki devletin talebiyle arabuluculuk girişiminde de bulundu, fakat bu süreç çok kısa sürede kesintiye uğradı. Netanyahu işbaşına geldikten sonra ise Türk-İsrail ilişkilerine gerginlik daha da arttığından Türkiye’nin arabuluculuk misyonu ifa etmesine pek imkân kalmadı. O kadar ki “Monde Diplomatique” dergisinde Ocak 2010’da yayımlanan bir söyleşisinde Beşar Esed, kendisine bu konuda sorulan bir suale cevaben Türkiye’nin İsrail ve Suriye arasındaki arabuluculuk rolüne gelince, “bence asıl Türkiye ve İsrail arasında bir arabuluculuk lâzım” diyordu.

Bir noktayı açıklığa kavuşturmakta yarar var. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu Türkiye’nin arabuluculuk yapmadığını, fakat kolaylaştırıcı bir rol oynadığını belirtti. Bakan haklıdır. Arabuluculuk bu görevi ifa eden kişi veya devletin çok ayrıntılı bir çözüm planı sunmasını gerektirir. Türkiye’nin ise rolü daha çok tarafları bir araya getirmek ve müzakere atmosferi yaratmak şeklinde oluyor. Dışişleri Bakanı bir noktaya daha açıklık getirdi. “Neo Ottomanism” tabirini hiçbir zaman kullanmadığını, bunun bir yakıştırma olduğunu belirtti. Medyanın ve bazı düşünce merkezlerinin kullandığı bu terim gerçekten bazı yanlış anlamalara ve çağrışımlara yol açabilecek nitelikteydi. Bakanın yaptığı düzeltme çok yerinde olmuştur. 

AKP Hükümeti’nin Orta Doğu politikasının yalnızca bölge ülkelerinin hükümet lerince değil, bu ülkelerin kamuoylarınca da takdir edildiği görülmektedir. Arap ülkelerinde basın hiçbir zaman Türkiye hakkındaki haberlere ve yorumlara bugünkü kadar yer vermemiştir.

Türkiye’nin bugün Orta Doğu’daki rolünün ağırlığı ABD ve AB Hükümetlerinin, medyalarının ve düşünce merkezlerinin de dikkatinden kaçmış değildir. 
Türkiye’nin AB üyeliğini destekleyenlerin büyük bir kısmı bu rolü ön plana çıkarıyorlar. Fransa’da da aynı görüşler mevcut. “Club des Vigilants” 
Grubu bir süre önce yayımladığı raporunda Türkiye’nin İran, Irak ve Suriye üzerinde önemli bir nüfuzu olduğunu ve İsrail’in tek Müslüman müttefiki 
olan Türkiye’yi kaybetmeyi göze alamayacağını vurguladı. 

Aynı raporda Fransa’nın Orta Doğu’ya yaklaşımında Türkiye ile karşılıklı güvene dayanan bir diyalog eksikliğinden sıkıntı çektiği, bunun Fransa’nın Türkiye’nin 
AB üyeliği konusundaki çok katı tutumundan kaynaklandığı belirtilmekteydi.

Türkiye’nin Irak Merkezi Hükümeti ile de ilişkileri oldukça yüksek düzeyde. Irak’la da çok sayıda çeşitli işbirliği anlaşmaları imzalandı. Türkiye Irak’ın 
toprak bütünlüğüne en fazla destek veren ülkelerden birisidir. Kuzey’de özerk Kürt bölgesi ile ilişkiler ise çok yakın zamanlara kadar karşılıklı güvensizlik 
üzerinde gerginliğini korudu. Irak Cumhurbaşkanı sıfatıyla Celal Talabani’nin Türkiye’ye 7-8 Mart 2008 tarihinde yaptığı ziyaret ve Büyükelçi düzeyinde 
temsilcilerin Mesud Barzani ile temasları tedricen ilişkilerin normalleşmesine yol açtı. Dışişleri Bakamı Davutoğlu’nun 30-31 Ekim 2009 tarihinde Erbil’e 
yaptığı ziyaret önemli bir dönüm noktası niteliğindeydi. Bu ziyaret sırasında Erbil’de bir Başkonsolosluk açılmasının kararlaştırıldığı açıklandı.

Irak’ta Amerikan kuvvetlerinin 2011 yılında tamamen çekilmesinden sonra ülkeyi nasıl bir akıbetin beklediği konusunda kimse bugünden sağlıklı bir öngörüde 
bulunamıyor. ABD kuvvetlerinin Başkan Bush devrinde 35.000 ek askerle takviye edilmesinin güvenliğe yapacağı katkının abartıldığını süregelen 
terör ve şiddet olayları kanıtlamaktadır. Araplar ile Kürtler arasındaki sorunların kolay kolay çözülemeyeceği bellidir. Dolayısıyla büyük bir ihtimalle, sivil savaş önlenebilse dahi Kuzey Irak bugünkü geniş hareket serbestisini şu veya bu şekilde muhafaza edecektir. Türkiye’nin güvenlik menfaatlerinin Kuzey Irak ile istikrarlı ilişkiler gerektirdiği artık anlaşılmıştır. Aksi takdirde bu bölge üzerinde İran kolaylıkla en nüfuzlu devlet haline gelebilecektir. Irak Kürtleri de asıl bu olasılıktan çekindiklerinden Türkiye’ye gittikçe daha fazla yanaşmak ihtiyacını duyuyorlar. Türkiye’nin Kuzey Irak’a karşı son zamanlardaki açılımını daha da ileri götürmesinde herhalde yarar vardır.

Türkiye’nin İran ile ilişkileri AKP Hükümeti devrinde süratle gelişti. 2008 yılı sonunda İran ile ticaret hacmi 8 milyar dolara varmış ve İran Türkiye’nin en 
büyük 8. ticaret ortağı olmuştur. Türkiye petrol ithalatının %36.4’ü İran’dan yapılmaktadır. Rusya’dan sonra Türkiye’nin en büyük gaz tedarikçi olan İran’a bağımlılık oranı %11 civarındadır. İki ülke arasında Türkmenistan doğal gazının İran üzerinden Türkiye’ye sevk edilmesine, İran doğal gazının 

Türkiye üzerinden Avrupa’ya nakline ve Güney Pars gaz kaynaklarının belirli fazlarının TPAO tarafından işletilmesine imkân tanıyan bir mutabakat muhtırası 
mevcuttur. 

Türkiye’nin İran ile ekonomik ilişkilerine ve enerji alanındaki işbirliğine kuşkusuz kimse itiraz edemez. Ne var ki bir yandan İran’ın nükleer programları 
konusunda BM Güvenlik Konseyi üyelerinin, genellikle Batılı devletlerin, İsrail’in ve Körfez ülkelerinin duyduğu endişelere, diğer yandan İran’da bugünkü 
otokratik yönetime karşı İran halkının önemli bir kısmının gösterdiği tepkiye tamamen kayıtsız kalmanın ne kadar doğru bir tutum olduğu tartışılabilir. 
Ayrıca, ABD’nin İran’a uyguladığı ambargo kapsamının hatırdan çıkarılmaması uygun olur. Türkiye Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’nın İran’ın nükleer programları konusunda şeffaf davranmadığı yolundaki değerlendirmelerine katılmadığından Ajans Guvernörler Kurulu’nda yapılan oylamada İran’ı kınayan Batılı devletlerden ayrılarak çekimser kaldı. Bu tutum, ileride ABD’nin isteği yönünde BM Güvenlik Konseyi’nde bir oylama yapıldığı takdirde Türkiye’nin nasıl hareket edeceği sorusunu beraberinde getirdi. Mesele bundan da ibaret değil. Türkiye İran’ın nükleer güce sahip olmasının kendi güvenliği bakımından yaratacağı potansiyel tehdidi görmezden geldiği intibaını verdiği gibi, İran’ın nükleer programlarının nükleer silah imalini hedeflemediği yolunda yaptığı ve kimsenin inanmadığı beyanlara adeta kefil oluyor. Ayrıca İsrail’in nükleer silah sahibi olmasının İran’ın da aynı yola gitmesini haklı gösterdiğini ima ediyor. İyi de İsrail tâ 1960’ların başında Fransa’nın yardımı ile bu silahlara sahip olmuştu. Nükleer silahların yayılmasının önlenmesi antlaşmasının İran’ın aksine üyesi değildi. Kaldı ki, İsrail’in nükleer gücünün İran’a yönelik olduğu da iddia edilemez. İsrail’in nükleer silahlarından şikâyete haklı olan İran değil, Arap devletleridir. Onların birçoğu da İsrail’den çok İran’dan endişe duymaktadırlar. 

İran’daki teokratik ve otokratik devlet sistemi Ahmedinecad’ın tartışmalı seçimler sonunda tekrar Cumhurbaşkanı seçilmesinden beri sık sık büyük 
kalabalıkları seferber edebilen gösterilerle protesto ediliyor. Elbette İran’ın içişlerine karışmak uygun değildir. Fakat Türkiye’nin daha fazla demokrasi 
isteklerine karşı tamamen lâkayt kaldığı izlenimini vermesi de doğru sayılamaz. İran halkının Türkiye’deki gibi istedikleri Hükümeti seçme hakkı için barışçı yollarda mücadelesine bir şekilde empati gösterilebilir. İran’ın özellikle genç kuşakları ileride Türkiye’nin mücadelelerine tamamen sırt çevirdiği izlenimine kapılmamalıdırlar. 

11 Eylül 2001’i izleyen gelişmeler ışığında Afganistan ve Pakistan da Orta Doğu bölgesi kapsamında ele alınmalıdır. Türkiye geleneksel olarak dostane ilişkiler de bulunduğu bu iki ülkenin ortak sorunları ile de yakinen ilgilidir. Afganistan’da NATO Komutası altında Kabil bölgesinde sayısı 700 ile 1300 arasında değişen bir birlik bulundurduğu gibi ekonomik, sosyal ve kültürel alanda bu ülkeye özlü yardım yapmakta, Afganistan ve Pakistan liderlerini bir araya getirerek aralarındaki sorunların çözümüne katkıda bulunmaya çalışmaktadır. Gerçekten de Afganistan’daki El-Kaide ve Taliban terörüne Pakistan’ın işbirliği sağlanmadan son verilmesi imkânsız olduğu gibi, Afganistan’daki savaşın yansımaları Pakistan için hayati bir tehlike teşkil etmektedir. 

Türkiye’nin İsrail ile ilişkileri son birkaç yıldır sorunludur. Hükümet haklı olarak İsrail’in Filistin halkına karşı baskı politikasına, Gazze’de orantısız kuvvet kullanmasına, kadınlar ve çocuklar arasında öldürülenlerin sayısının çok yüksek olmasına, Gazze’nin insafsızca ablukasına tepki göstermektedir. İsrail Dışişleri Bakan Yardımcısı’nın Türk Büyükelçisi’ne yaptığı kabalığa karşı gösterilen reaksiyon da tamamen yerindedir. Ancak İsrail’e karşı tepkilerde bir ölçü ve üslup sorunu olduğu da inkâr edilemez. Türkiye’nin son on yıldaki Orta Doğu politikasının en önemli başarılarından biri İsrail ile yakınlaşmasını Arap devletleri ile işbirliğinin geliştirilmesi ile bir arada yürütülebilmesi olmuştur. İsrail ile askeri ve savunma sanayi alanındaki işbirliğinin Türkiye için çok yararlı olduğu inkâr edilemez. Nihayet, ABD’de Yahudi lobisinin Türkiye’ye zor devirlerde önemli destek sağladığı unutulmamalıdır. İsrail aleyhtarı retoriğin ve televizyon dizilerinin Yahudi düşmanlığını ve genellikle ırkçılığı körüklediği de bir vakıadır.

Hükümetin İsrail’e karşı tepkilerinde dikkati çeken bir nokta da diğer Arap ülkelerinin hemen hepsinden daha ileri gitmesidir. Oysa Filistin meselesi esasında bir İsrail-Arap ihtilâfıdır. Filistinlilerin bugünkü kaderlerinde Arap devletlerinin sorumluluğu göz ardı edilemez. Türkiye’nin zaman zaman Kral’dan 
fazla Kral taraftarlığı yapması ister istemez yadırganmaktadır. Türkiye bugün İslam Konferansı Örgütüne de Arap ülkelerinden ve diğer Müslüman ülkelerden 
daha fazla önem veriyor. Oysa bu örgüt, yapısı ve kompozisyonu ile uluslararası alanda etkili bir rol oynayamaz.

Türkiye’nin dış politikasının Orta Doğu üzerinde yoğunlaşması Türkiye’nin genel siyasetinde bir eksen kayması olup olmadığı sorusunu gündeme getirdi. 
Aslında Orta Doğu’da Türkiye’nin çok aktif gözüken dış politikasının, bazı üslup sorunları ve aşırı dini hassasiyet ifadelerine rağmen, NATO üyeliği ve AB ile üyelik müzakereleri yürüten bir ülke statüsü ile bağdaşmayan bir yönü yoktur. AB ile müzakerelerdeki durgunlukta AB ülkelerinin sorumluluğu Türkiye’nin sorumluluğundan daha fazladır. Kaldı ki şu anda dünyada en çetin ve çetrefilli sorunlar Orta Doğu bölgesindedir ve bu durumun Türkiye’yi Avrupalı ülkelerden daha fazla ilgilendirmesi şaşırtıcı olmamalıdır. Türkiye’nin Orta Doğupolitikasının, şimdiki aşamada, ABD’nin politikası ile çatışmadığı da belirtilmelidir.

Sonuç

Cumhuriyet’in Orta Doğu politikasına başından beri genellikle sağduyunun, Türkiye’nin temel menfaatleri hakkında akılcı bir algılamanın, temkinin, bölgede 
istikrar arayışının hakim olduğunu söylemek yanlış olmaz. Bunun başlıca istisnası kuşkusuz 1950-60 yılları arasında Orta Doğu’da Arap milliyetçiliğine 
karşı cephe alınması ve buna açıkça karşı gelen tek bir Arap devleti ile ittifak yapılmasına kadar gidilmesidir. Bunun dışında zaman zaman yanlış değer lendirmelerden hareketle bazı hatalar elbette yapılmış, fakat bunların hiçbiri sürekli olumsuzluk yaratacak boyutta olmamıştır. Unutulmaması gereken 
bir nokta da Orta Doğu’nun Soğuk Savaş devrinde olduğu kadar ondan sonra da en derin sarsıntıları geçiren bir bölge olduğudur. Filistin-İsrail ihtilâfı ve onun tetiklediği savaşlar, İran devrimi, İran-Irak savaşı, Birinci ve İkinci Körfez savaşları, Arap ülkeleri arasındaki ihtilâflar ve rekabetler, mezhepler arasındaki çekişmeler ve çatışmalar, enerji kaynaklarına sahip ülkelerle bunlardan yoksun ülkeler arasındaki ekonomik farklılıklar sürekli sarsıntılara ve istikrarsızlıklara çok müsait bir ortam yaratmıştır. Bunlara tabii Türkiye’nin direkt komşuları İran, Irak ve Suriye ile ortaya çıkan sorunları, PKK terör örgütünün komşu ülkelerde konuşlanmasını ve onlardan destek görmesini de eklemek gerekir. 

Bugün Orta Doğu’nun Türk dış politikasında öncelikli bir odak noktası teşkil etmesi doğaldır. Türkiye’nin AB politikasında, Kıbrıs meselesinde, Kafkasya ’da, enerji güvenliği alanında karşılaştığı sorunlar elbette aynı derecede, hatta belki uzun vadeli olarak daha önemlidir. Ne var ki hiçbirinde Orta Doğu’daki şiddet ve tehlike potansiyeli mevcut değildir. ABD sonrası Irak’taki gelişmelerle ilgili öngörüde bulunmak son derece zordur. İran hariç bölge ülkelerinin hemen hemen tamamı ve ABD karşı olsa da Irak’ın parçalanması olasılığı tamamen yok sayılamaz. Türkiye’nin Irak politikasını bütün ihtimalleri göz önünde bulundurarak tasarlaması kaçınılmazdır. Bu bağlamda hem Araplardan hem de İran’dan endişe duyan Kuzey Irak Özerk Kürt bölgesine yönelik siyaset ön plana çıkmaktadır. Kuzey Irak’taki gelişmelerin Kürt meselesi ile etkileşimi de gözden kaçırılmamalıdır.

İran’ın nükleer programından kaynaklanan sorunların barışçı bir şekilde çözümü yolunda Hükümetin sarf ettiği gayretler ancak takdir edilebilir. Fakat bu  yapılır ken İran’ın programlarının barışçı olduğu yolundaki iddialarına kefil olunduğu izlenimi yaratan söylemlerden de kaçınılması gerekir. İran’ın nükleer program larının sadece İsrail’i değil, başta Körfez ülkeleri olmak üzere birçok Arap ülkesini tedirgin ettiği unutulmamalıdır. Belirtilmesi gereken bir husus da Türkiye’nin Orta Doğu politikasının, Ermenistan’a karşı güdülen politika ile birlikte ABD ile ilişkilerimizin artık kilit unsuru haline geldiğidir.

İsrail’in politikasının çeşitli veçhelerine ve özellikle yarattığı oldubittilere ve Gazze’de geçen yıl olduğu gibi orantısız kuvvet kullanmasına karşı tepki ifade 
edilmesinden daha tabii bir şey olamaz. Ancak İsrail ile ilişkilerimizin ikili zeminin ötesindeki önemi gözden kaçırılmamalıdır. Türkiye’de Yahudi düşmanlığının yayılmasının yaratacağı tehlikeler küçümsenmemelidir.

Bütün dış politikamızda olduğu gibi Orta Doğu politikamızda da dini temalardan ve referanslardan kaçınılmasında yarar vardır. Dış politikada duyarlılığa 
daima yer vardır, fakat duygusallığa yoktur.

Sonuç olarak bir ülkenin dış politikasının o ülkenin iç gelişme ve sorunlarından soyutlanması mümkün değildir. Türkiye, teröre son verilmesi, demokrasinin 
güçlendirilmesi, özgürlük alanlarının genişletilmesi, toplumsal şiddet ve ırkçılık eğilimlerinin önlenmesi, kurumlar arasında uyum sağlanması, kamuoyundaki 
kutuplaşmaların bertaraf edilmesi, AB üyelik sürecinde gerekli olan reformların tamamlanması, siyasi partiler arasında asgari bir diyalog ortamının oluşturul ması gibi hayati sorunlarını çözme çabası içindedir. Bir ülkenin iç gelişmelerine ilişkin algılamaların o ülkenin dış politikası hakkındaki değer yargılarına tesir etmemesi düşünülemez. 


***

TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NİN ORTA DOĞU POLİTİKASI BÖLÜM 3


  TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NİN ORTA DOĞU POLİTİKASI BÖLÜM 3





1970-1980 Yılları 

1970’li yılların başlarında Orta Doğu’daki gelişmelerin bir kısmı Türkiye için problemler yaratıyordu. Özellikle Suriye ve Irak’taki Baas rejimleri Sovyetler 
Birliği’ne müzahir politikalara yöneliyorlardı. Türkiye’de silahlı eylemlerde bulunan sol örgütlerin militanları Suriye üzerinden Lübnan’a geçerek Filistin 
kamplarında eğitim gördükten sonra Türkiye’ye dönüyorlardı. Irak ve Suriye ile ilişkiler bozulurken Türkiye ile Mısır’ın politikaları örtüşmeye başlıyordu. 
Nasır’dan sonra başkanlığa gelen Enver Sedat’ın liderliğinde Mısır’ın siyasetinde köklü bir değişiklik beliriyor, Mısır Temmuz 1972’de Sovyet askeri 
tesislerini kapatıyor ve Sovyet teknisyenlerine yol veriyordu. 

6 Ekim 1973’te başlayan Arap-İsrail savaşında Türkiye Arapları destekleme politikasını devam ettirdi. Bir yandan ABD’nin İncirlik üssünü kullanarak 
İsrail’e yardım etmesine izin vermeyeceğini açıklarken, diğer yandan Araplara yardım götüren Sovyet uçaklarının hava sahasından geçmelerine göz yumdu. 
Araplar da bu desteği karşılıksız bırakmadılar ve OPEC üyeleri Türkiye’nin petrol ihracı kısıtlamalarından muaf tutulacağını açıkladılar. Daha önce, 

Ağustos 1973’te, Türkiye ile Irak arasında Kerkük-Yumurtalık boru hattının inşasına ilişkin bir anlaşma akdedildi. Ocak 1977 tamamlanan hattan Türkiye 
petrol ihtiyacının üçte ikisini karşılamaktaydı. Araplarla ilişkilerin geliştirilmesinin askeri alanda da olumlu sonuçları görülüyordu. 1974 Kıbrıs müdahalesinde, 
Libya harekâta katılan uçakların acil benzin ve lastik ihtiyaçlarını karşılamıştı. Türkiye 10 Kasım 1975’te Birleşmiş Milletler Asamblesi’nde “Siyonizm”in “ırkçılık” olduğunu ifade eden tartışmalı karara da olumlu oy verdi. Bu karar daha sonra iptal edilecekti.

Türkiye 1970’li yıllarda Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) ile ilişkileri gelişmeye başladı. Ocak 1975’te FKÖ’yü tanıdı ve daha sonra Ankara’da bir büro açmasına izin verdi. Ne var ki, bu yakınlaşmaya rağmen Türkiye Orta Doğu politikasının temel çizgilerinden uzaklaşmadı. İsrail ile ilişkilerini devam ettirdi. 1977 Camp David mutabakatını takiben Mısır ile İsrail arasında barış antlaşması akdedilince tüm Arap dünyası Mısır ile ilişkilerini askıya aldı. Mısır’ın Arap Ligi üyeliğine de son verildi ve Arap Liginin merkezi Kahire’den Tunus’a nakledildi. Fakat Türkiye barış sürecini destekledi ve Mısır ile ilişkilerini devam ettirdi.

Türkiye ile İran’ın ilişkileri de kuşkusuz Türkiye’nin Orta Doğu politikasının önemli bir öğesidir. Bu ilişkiler her iki ülke tarihlerinin farklı dönemlerinde 
inişli çıkışlı bir seyir gösterdi. Muhammed Rıza Pehlevi döneminde iki ülke genellikle aralarında dostane ilişkiler sürdürdüler, Orta Doğu’daki dramatik 
gelişmelerde benzer yaklaşımlar sergilediler. Ancak iki ülke arasında bir nüfuz rekabeti de daima seziliyordu. İran petrol kaynakları sayesinde gittikçe 
zenginleştikçe Türkiye ile ekonomi ve enerji alanında işbirliğini geliştirmek konusunda isteksizlik gösteriyordu. İki ülke arasındaki tarihi rekabet zaman 
zaman su yüzüne çıkıyordu.

1979 Devrimi, İran’da yerleşen yönetim sistemi ve din/devlet ilişkileri anlayışı Türkiye’nin yönetim sistemi ve laikliğinin anti teziydi. Her iki ülke de 
birbirlerine karşı kuşku ve güvensizlik duymaya başladılar. Türkiye Atatürk karşıtı yayınlardan rahatsızlığını belirtirken, İran da Türkiye’de kendi devrimlerine ve liderlerine yönelik olumsuz propagandalardan şikâyetlerini ortaya koyuyordu. İran’ın devrim ihracı çabaları ikili ilişkilerde ciddi bir sorun 
haline geliyordu. İran Türkiye’yi kendi devrimini ihraç edeceği, Türkiye de İran’ı kendi anayasal düzenini yıkmayı hedef alan bir ülke olarak görüyordu. 

Ancak Türkiye açıkça İran karşıtı bir duruma girmekten imtina etmekteydi. Tahran’daki ABD Büyükelçiliği’nin işgalinin ardından İran’a ambargo koyan 
ABD’yi takip etmemişti.

1980-1990 Yılları

12 Eylül 1980 askeri müdahalesinden sonraki dönemde Türkiye geleneksel dış politika çizgisinden ayrılmadı. Yeni koşullarda Türkiye ile Avrupa Birliği arasındaki ortaklık ilişkilerinin fiilen askıya alınması kaçınılmazdı, fakat Avrupa Konseyi ile ilişkilerin devam etmesi ve bu suretle Batı ile ilişkilerin önemli 
bir unsurunun korunması için büyük çaba harcandı ve bunda başarı sağlandı. NATO içinde de işbirliği aynı yoğunlukta sürdürüldü. Bu devirde Türkiye’nin 
Batı’dan uzaklaşarak Orta Doğu politikasına daha fazla ağırlık vermek yolunu tuttuğuna ilişkin iddialar geçerli değildir. Orta Doğu politikasında da, değişen 
koşulların gerektirdiği ayarlamalar hariç, geleneksel çizgide kalındı.

Değişen koşulların başlıcası kuşkusuz İran-Irak Savaşı idi. 12 Eylül’den on gün sonra başlayan bu savaşta Türkiye tarafsızlıktan başka bir siyaset güdemezdi. 
Ayrıca savaşın durdurulması için İslam Konferansı Örgütünce kurulan arabulucu heyeti içinde yer aldı. İlkönce Dışişleri Bakanı, daha sonra da Başbakan 
bu heyetle birlikte Bağdat ile Tahran arasında sık sık mekik dokudular. Irak ve İran Türkiye’nin tarafsızlığına o kadar güvendiler ki karşılıklı olarak menfaatleri nin korunmasını Bağdat ve Tahran’daki Türkiye Büyükelçiliklerine bıraktılar. Bu devirde ayrıca Körfez ülkeleri ile daha sonra Türkiye’ye ekonomik yararlar sağlayacak ilişkiler de kuruldu. Irak-İran savaşı sırasındaki petrol kıtlığında Türkiye ihtiyaçlarını daha kolayca temin etti. 1981’de Kerkük-Yumurtalık Petrol Boru Hattı’nın kapasitesinin arttırılması için Irak ile anlaşmaya varıldı. Bu boru hattına İran kuvvetlerinin zarar vermemesi için Tahran uyarıldı ve İran bu uyarıya uydu. 

Irak ile ilişkilerde karşılıklı menfaatler çerçevesinde işbirliği bir derecede de olsa mümkün iken, Suriye ile gerilim yaşanıyordu. 12 Eylül sonrasında Türkiye’den çeşitli sol gruplara mensup eylemcilerin ve Kürt ve Ermeni teröristlerin Suriye’de faal olmaları başlıca sorunu teşkil ediyordu. 1981’de iki ülke arasında imzalanan “Suçluların İadesi ve Ceza İşlerinde Karşılıklı Yardım Anlaşması” siyasi mültecileri kapsam dışı bıraktığı için etkili bir şekilde uygulanamıyordu. Siyasi mülteci tarifinin teröristleri içermemesine rağmen fiiliyatta teröristlere de mülteci muamelesi yapılıyordu.

Türkiye’ye yönelik terör eylemleri konusunda Türkiye’nin girişim ve uyarılarına Şam sürekli bu eylemlerle hiçbir ilgisinin bulunmadığı yolunda cevap veriyordu. Türkiye’nin tutumunu sertleşmesi karşısında Suriye 1983 sonunda ASALA ve PKK teröristlerini kendi topraklarından çıkararak İran’a, Kuzey Irak’a ve Lübnan’da Bekaa Vadisi’ne gönderdi. Ne var ki Bekaa Vadisi de fiilen Suriye’nin kontrolündeydi.

PKK terör örgütünün Bekaa ve Irak’a yerleşmesi Türkiye’nin güvenliği için ciddi bir sorun yaratıyordu. Şubat 1983’te Türkiye ile Irak arasında “Sınır Güvenliği ve İşbirliği Anlaşması” imzalandı. Aynı yıl 10 Mayıs’ta Hakkâri Uludere’de PKK teröristlerince üç askerin öldürülmesinin ardından başlatılan operasyonda Türk kuvvetleri Irak topraklarında 5 kilometre kadar ilerledi. Kürdistan Demokrat Partisi (KDP) ve Kürdistan Yurtseverler Birliği (KYB) operasyon sırasında en fazla kendilerinin zarar gördüklerini iddia ettiler ve Irak Hükümetini bu duruma imkân verdiği için itham ettiler.

1983’ten sonra PKK “profesyonel gerilla savaşı” başlatma kararını açıkladı. Ağustos 1984’te Eruh ve Şemdinli saldırılarını takiben Ekim 1984’te Irak ile 
bir ”Güvenlik Protokolü” imzalandı. Bu protokol iki ülkeye diğer ülke toprakların da 5 kilometreye kadar sıcak takip hakkı tanıyordu. Irak-İran savaşı 
bittikten sonra Irak tarafından sona erdirilecek olan bu protokol çerçevesinde 1986 ve 1987’de Kuzey Irak’ta operasyonlara girişilebilmişti. Bu operasyonlara 
karşı en büyük tepki İran ve onun desteklediği KYB ve KDP’den gelmişti.

Türkiye bu yıllarda Kuzey Irak’ta operasyonlar yapmak imkânına sahipti fakat Suriye tam aksine PKK’ya en büyük desteği temin ediyordu. 1987’de, 
Başbakan Özal’ın Şam’ı ziyareti sırasında imzalanan protokolde taraflar kendi toprakları üzerinde karşı tarafa yönelik faaliyetlere izin vermemeyi ve silahlı 
eylemlere katılmış kişileri iade etmeyi kabul ediyorlardı. Fakat Suriye yine de PKK’lıların Suriye’den geçmelerine göz yummayı sürdürdü. 

1988’de Irak-İran savaşının sona ermesi ile Türkiye çok çetrefil bir sorunla karşılaştı. Irak savaş boyunca silahlı direnişte bulunan Kürtleri cezalandırmak 
için harekete geçti. 250.000 kadar Kürt göçe zorlandı. Ağustos’ta Irak kuvvetleri Türk sınırına yakın bölgelerde Kürtlere karşı kimyasal silah kullandılar. 
Kürtler, İran sınırını kapatınca Türkiye sınırına yığıldılar. Başlangıçta Türkiye Irak ile sınırı kapattığını ilan ettiyse de daha sonra sınıra yığılan Kürtlere geçici 
ikamet hakkı verileceğini, fakat mülteci statüsü tanınmayacağını açıkladı. Eylül 1998’de Türkiye’ye 63.000 Iraklı Kürt sığınmıştı.

PKK terör örgütü ile mücadele o yıllarda Türkiye ile Suriye arasında ilişkilerin yeniden gerginleşmesine neden oluyordu. O kadar ki Suriye Başkanı Hafız 
Esed’in kardeşi bölgede bir Kürt devleti kurulmasının gerekli olduğunu, PKK’ya siyasal ve lojistik destek verildiğini açıkça ifadeden kaçınmadı.

Türkiye-İsrail ilişkilerinde de 1980’li yıllarda olumsuzluklar yaşanıyordu. 1978’den beri Batı Şeria’da Yahudi yerleşim merkezleri kurmaya başlayan 
İsrail, Temmuz 1998’de Doğu Kudüs’ü ilhak ettiğini açıklamış ve BM Güvenlik Konseyi bu ilhakın hükümsüz olduğuna karar vermişti. Türkiye ise tepkisini 
bir adım ileri götürdü. Türkiye ve İsrail’in o tarihlerde karşılıklı diplomatik temsil seviyesi Büyükelçilik değil, Maslahatgüzarlıktı. Bu seviye aynı kaldı, 
fakat Maslahatgüzarların derecesi İkinci Kâtipliğe düşürüldü. Askeri ve İstihbarat ilişkileri ise yine bir şekilde devam etti. İstihbarat ilişkileri ASALA’ya 
karşı operasyonları da kapsıyordu. Yine 1980’li yıllarda Filistin ile ilişkiler gelişmekteydi. 15 Kasım 1988’de Filistin devletinin kurulduğu ilan edilince, 
Türkiye aynı gün, birçok Arap devletinden önce, yeni devleti tanıdığını açıkladı.

1980’li yıllarda Türkiye-İran ilişkileri ikircikli bir zemin üzerinde seyrediyordu. Bir yandan ideolojik nedenlerle zaman zaman sorunlar çıkıyordu. Örneğin, 
İran’dan gelen resmi kişiler Anıt Kabri ziyaret etmekten kaçınıyorlar, İran Büyükelçiliği 10 Kasım’da bayrağı yarıya indirmeyi reddediyor, iki taraf 
basını laiklik ve dincilik konusunda polemiğe tutuşuyor, İran Irak Kürtlerinin hamisi gibi hareket ediyordu. Diğer yandan iki ülke arasında ekonomik ve 
ticari ilişkiler gelişiyordu. Ticaret hacmi 1985’te 2 milyar dolara ulaşmıştı.

1990-2000 Yılları

Bu yıllar özellikle Türkiye bakımından Orta Doğu’da iç sorunlar ile dış sorunların yoğun bir etkileşim içine girdiği yıllardır. Özellikle Irak ve Suriye ilişkilerde PKK meselesi en öncelikli mesele haline geldi.

1990 yıllardaki gelişmeleri ilk tetikleyen 2 Ağustos tarihinde Kuveyt’in işgali ile yine Irak oldu. Gerek Orta Doğu petrollerinin gerek İsrail’in güvenliğini 
tehdit eden bu durum karşısında ABD derhal harekete geçti. Soğuk Savaşın bitmesiyle üzerindeki siyasi karar ipoteği kalkmış olan BM Güvenlik Konseyi 
hızla duruma el koydu. Konsey, Kuveyt topraklarını terk etmesini isteyen kararlarına Irak uymayınca yeni bir kararla 15 Ocak 1991’e kadar Bağdat’a 
mühlet tanıdı ve aksi takdirde, “bölgede uluslararası barış ve güvenliğin sağlanması için gerekli her türlü yola başvurulacağı” uyarısında bulundu. Saddam bu karara itaat etmeyince ABD liderliğindeki bir koalisyon tarafından harekat başlatıldı. Koalisyona Arap devletlerinden Bahreyn, Mısır, Fas, Katar, Suudi Arabistan, Suriye ve Birleşik Arap Emirlikleri de katıldı. Batılı devletler arasında Yunanistan da vardı. Filistin liderliği ise aksine Saddam Hüseyin’i tuttu 
ve bu yüzden savaş sonunda uzun süre Arap ülkeleri tarafından boykot edildi.

Birinci Körfez Savaşı sırasında Türkiye aktif olmakla beraber temkinli ve savaşa fiilen katılmayı başından beri öngörmeyen bir politika izledi. Cumhurbaşkanı 
Özal’ın aldığı başlıca tedbir savaşın hemen başında Kerkük-Yumurtalık petrol boru hattının kapatılmasıydı. Özal’ın savaştan önce ve savaş sırasında Başkan George Bush ile en fazla temas eden liderlerden biri oldu. Bunu Başkan Bush ve onun Başkanlığı sırasında Milli Güvenlik Müşavirliğini yapan Brent Scowcroft beraberce yazdıkları “Değişen Dünya” başlıklı kitapta özellikle belirtiyorlar.

Kitapta, Bush, Körfez Krizinin başından beri Özal ile sürekli temas halinde bulunduğunu vurguluyor. Irak’ın Kuveyt’e saldırmasından iki gün sonra telefonla aradığı zaman Özal’ın diplomatik temaslarına hemen başladığını öğreniyor. Özal o tarihte kesin bir durum takınmaktan kaçınan Suudi Arabistan Kralı Fahd ile görüşmüş ve Saddam’a bir ders verilmesi gerektiğini, aksi takdirde Irak diktatörünün Suudi Arabistan’ı da istila edebileceğini izah etmiş. Bu görüşmeyi Bush’a naklederken Özal Saddam’ın Kaddafi’den kat kat daha tehlikeli gördüğünü de belirtmiş. Ayrıca olası bir Irak saldırısına karşı NATO’dan 
hemen Türkiye’nin yardımına geleceğini gösteren bir işaret beklediğini söylüyor. Bush hemen NATO Genel Sekreterini uyarıyor. 10 Kasım’da Bush 
Özal’dan “Çöl Fırtınası Harekatı” çerçevesinde Suudi Arabistan’a bir Türk zırhlı tugayının gönderilmesini telkin ediyor. Özal düşüneceğini söylemekle 
yetiniyor ve sonunda hiçbir kuvvet gönderilmiyor. Buna karşılık, caydırıcı bir güç olarak müttefik uçakların Türkiye’de konuşlandırılmalarını kabul ediyor, 
fakat bunların Türk üslerinden havalanarak savaş görevi yapmalarına karşı çıkıyor.

25 Kasım’da Özal ve Bush AGİK toplantısı vesilesi ile Paris’te buluştuklarında Özal yine doğru bir tahminde bulunuyor ve hava harekatının sonuç 
almaya yeteceğini ve savaşın kısa süreceğini öngörüyor. Irak’a hava saldırılarının başladığı 16 Ocak 1991’den sonra İsrail’in Scud füzeleri ile vurulması üzerine, ABD, Türkiye’nin de aynı akıbete uğrayabileceğinden endişe duyuyor ve NATO müttefiklerine danışıyor. Şansölye Kohl, Bush’u arayarak, 
Almanya’nın Türkiye’ye kuvvet göndermeye ve savaşmaya hazır olduğunu bildiriyor. Bunun üzerine NATO uçakları Türk üslerinde konuşlandırılıyor. 
Bush ayrıca, anılarında, savaş sona erdikten sonra, bir halk ihtilali veya askeri darbe ile Saddam’ın devrileceğini umduklarını, ancak ABD’nin olduğu kadar 
Türkiye’nin ve diğer bölge ülkelerinin Irak’ın parçalanmasını katiyen istemediklerini, Kürtlere self-determinasyon hakkı verilmesinin gerçekçi politika ile bağdaşmadığını vurguluyor.

Daha sonra Birici Körfez Krizi’nde Türkiye’yi büyük ekonomik zararlara uğratmak ve Irak Kürtlerinin önünü açarak PKK terör örgütünün güçlenmesine yol açmakla suçlanan Özal Hükümeti, aslında Türkiye’nin çıkarlarını en iyi şekilde korumuş, İncirlik Üssü’nde müttefik uçakların konuşlanmasına izin vermiş, fakat bunların savaş görevlerine katılmalarını yasaklamış ve yalnızca Kerkük-Yumurtalık petrol boru hattını kapatmakla yetinmişti. Uğranılan ekonomik zararlara ve Irak Kürtlerinin ön plana geçmesine gelince, bunlar Türkiye hangi siyaseti güderse gütsün kaçınılmazdı. Bir sorumlu varsa o da Saddam Hüseyin’di.

Savaş sona erdikten sonra, uzun zamandır baskı altında yaşayan Kuzeydeki Kürtlerle Güney’deki Şiiler ayaklandılar. Bu ayaklanma başta Suudi Arabistan 
olmak üzere Körfez Ülkelerinde ikinci bir Şii Devleti korkusunu yaratarak Saddam’ın iktidarda kalmasını sağlayan önemli bir gelişme oldu. Savaş öncesi 
ve sırasında Saddam’a bir alternatif bulamayan ABD’de de kayıtsız şartsız teslim olan Saddam’ın isyanı ağır silahlarla en acımasız ve kanlı biçimde bastırmasına göz yumma durumunda kaldı. Mart 1991’de isyan hareketinin şiddetle bastırılmasıyla yüz binlerce Iraklı Kürt ve Şii Türkiye ve İran sınırlarındaki 
dağlık bölgelere iltica ettiler. Bunun üzerine Türkiye ve Fransa’nın inisiyatifi ile toplanan BM Güvenlik Konseyi Irak’tan sivil halka karşı yürütülen şiddete derhal son verilmesini talep etti. Bu karar daha sonra Irak’ın kuzeyinde güvenli bölgeler kurulmasına, Irak’a 36. Paralelin kuzeyinde uçuş yasağı getirilmesine, “Huzur Harekatı”na ve “Çekiç Güç”e mesnet teşkil etti. Türkiye bu çerçevede İncirlik Üssü’nün hava operasyonları için kullanılmasına izin verdi.

1991-1999 yılları arasında Kürt liderleri Celal Talabani ve Mesut Barzani ile ilişkiler kuruldu. Türk ordusu özellikle Mesut Barzani kuvvetleri ile işbirliği 
halinde PKK terör örgütüne karşı çok sayıda operasyona girişti. Bunların en önemlileri 1992, 1996 ve 1998 yıllarında yürütüldü. Bazı operasyonlarda 
35.000 kişi ile Irak’a girildi. Barzani ve Talabani kuvvetleri arasındaki çarpışmalardan sonra Türk kuvvetleri ateşkesin uygulanmasında rol aldılar. O 
zaman gönderilen birliklerin bir kısmı hala Irak’ın kuzeyinde konuşlanmış durumdalar. Bu devirde “Ankara Süreci” çerçevesinde ABD ile çok yakın işbirliği 
kuruldu. 1998 yılında ABD’nin Kuzey Irak’ta Kürtleri Saddam’a karşıgüçlendirmek politikasına yönelmesi ile başlatılan ”Washington süreci” ne ise Türkiye ithal edilmedi. 

Orta Doğu politikası bağlamında Necmettin Erbakan’ın Başbakanlık yaptığı 1996-97 dönemine de kısaca göz atmakta yarar vardır. Erbakan’ın politikası, 
özünde, Türkiye’yi Batı’dan uzaklaştırmaya ve İslam ülkeleri ile yakınlaştırmaya dayanıyordu. Erbakan dini referanslarının kendisi için bir koz olduğu 
düşüncesindeydi. Oysa Libya seyahatinde Kaddafi’nin aleni istiskaline uğradı. Mısır Başkanı Müslüman Kardeşlere yakınlığı dolayısı ile ona uzak durdu. 
Suudi Araplar bile ona güvenilir bir lider olarak bakmadılar. Müslüman ülkelerin çoğunun bazı hallerde Batılı ülkelerle Türkiye’den bile daha yoğun 
ilişkiler ve menfaat bağları içinde olduğu hiçbir zaman unutulmamalıdır.

1998’de Abdullah Öcalan’ın Ankara’nın bütün uyarılarına rağmen hala Suriye’de ikamet etmesi ve PKK operasyonlarını oradan yönetmesi iki ülke arasındaki ilişkileri daha da gerginleştiriyordu. 16 Eylül 1998’de Kara Kuvvetleri Komutanı’nın Hatay’da Suriye’nin davranışını sert bir lisanla kınayarak 
“Türkiye beklediği karşılığı görmezse her türlü tedbiri almaya hak kazanacaktır” demesiyle yoğunluğu gittikçe artan ciddi bir kriz ortamına girildi. 

Genelkurmay Başkanı ile Cumhurbaşkanı da Türkiye’nin gerekirse Suriye’ye karşı kuvvet kullanılabileceği mesajını verdiler. Suriye sınırına yakın bölgelere 
kuvvet kaydırıldı. Bir askeri müdahalenin kaçınılmaz olduğunu gören Arap devletlerinin bir kısmı Türkiye’ye itidal tavsiye ederken Mısır Başkanı Mübarek 
ve İran Dışişleri Bakanı Harrazi ihtilâfın çözümü için mekik diplomasisine giriştiler. Türkiye’nin askeri baskısı ve bunun tetiklediği diplomatik baskı 
karşısında Suriye Hükümeti Öcalan’ı sınır dışı etmek mecburiyetinde kaldı. Öcalan Rusya üzerinden gittiği İtalya’da bir süre kalarak siyasi faaliyetlere 
girişmek istedi. Fakat Türkiye’nin ve ABD’nin baskısı ile orada barınamadı. Rusya, Hollanda ve İsviçre de kendisini kabul etmediler. Sonunda Yunanlılar 
bile Öcalan’ı kendi ülkelerinde tutamadılar ve onu Nairobi’ye naklederek oradaki Büyükelçiliklerinde misafir ettiler. Bir yıl önce Nairobi’deki ABD Büyükelçiliği teröristlerce bombalandığı için şehirde çok sayıda Amerikan istihbarat ajanı bulunuyordu. Onların yardımı ile Türkiye’den gelen bir ekip Öcalan’ı teslim aldı.

Öcalan idama mahkum edildiği 29 Haziran 1999’da kısa bir süre sonra PKK eylemcilerine yılsonuna kadar Türkiye’yi terk etmeleri talimatını verdi. 

Eylemcilerin çok büyük kısmı bu talimata uyarak Kuzey Irak’a, Kandil bölgesine gittiler. Türkiye’de yalnızca 400 kadar terörist kalmıştı. Bunlarla başa çıkmak o kadar zor değildi. Genelkurmay Başkanı artık askerin işinin bittiğini ve bundan sonra sorunun çözümünün sivillerin elinde olduğunu zaten belirtmişti. Türkiye’nin eline Kürt meselesini çözümlemek için altın bir fırsat geçmişti. Bu fırsat penceresi neredeyse 2004 yılına kadar sürdü, çünkü terörist eylemler hemen tamamen durmuştu. “Demokratik açılım” o tarihte başlatılsaydı kuşkusuz bugüne nazaran başarı şansı çok daha yüksek olurdu.

1990’lı yıllarda Türkiye ile İsrail arasındaki ilişkilerde büyük gelişme kaydedildi. Orta Doğu barış sürecinin başlaması, Türkiye’nin, Amerika’daki Yahudi 
Lobisinin desteğine önem atfetmeye başlaması, İsrail’in Türkiye ile ilişkilerine Orta Doğu dengeleri açısından değer vermesi bu gelişmeyi destekleyen 
unsurlardı. İki ülke 1991’de diplomatik ilişkilerini ilk defa Büyükelçilik düzeyine çıkardılar. Yüksek düzeyde ziyaretler birbirini izledi. Askeri alanda çok 
kapsamlı bir işbirliğine girişildiği gibi ekonomik ve ticari ilişkilerde de büyük bir ilerleme kaydedildi. 1999’da İsrail’in depremden sonra yaptığı yardımlar 
özellikle Türk kamuoyunda İsrail’in dost bir ülke olarak algılanmasına yol açtı.

Bu devrede Türkiye-İran ilişkileri ise ideolojik nedenlerden ve İran’ın PKK’ya destek verdiği inancından kaynaklanan istikrarsız bir dönemden geçiyordu. 
Özellikle Refah Partisi iktidarda iken İran’ın İslami kesime destek vermesi yüzünden bir hayli gerginlik yaşandı. Ecevit’in Başbakanlığı zamanında da 
krizler eksik olmadı, Hükümetler birbirlerini kınadılar, fakat her defasında bir müddet sonra ilişkiler normale dönebildi.


4. CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,


***

TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NİN ORTA DOĞU POLİTİKASI BÖLÜM 2


  TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NİN ORTA DOĞU POLİTİKASI BÖLÜM 2



1950-1960 Yılları





Savaş sonrası dünyanın özellikle Avrupa’nın siyasi manzarası değişmiş, Avrupa ’da Demir Perde’nin inmesi ile bloklaşma hareketleri başlamıştır. 

dönemde Türkiye hem askeri hem de ekonomik yönden zayıf ve yalnızdır. Savaş sonrası Avrupa’da doğan boşluklardan yararlanan Sovyetler Birliği’nin 
1945 Mart’ında 1925 Türk-Sovyet Tarafsızlık ve Saldırmazlık Anlaşmasını fesh ederek bunun yenilenmesi için Türk Boğazları’nda üs ile Kars ve Ardahan’ı istemesi Türkiye’yi hayati bir güvenlik sorunu ile karşı karşıya bırakmıştır. Bu sorun o sıralarda ve ondan sonraki uzunca bir dönemde Türk dış politikasının ana sorununu teşkil etmiştir.

1950-1960 yılları arasında Türkiye’nin Orta Doğu politikası cüretli ve çok aktif olmakla beraber geleneksel dengeli ve basiretli çizgisinden bir hayli uzaklaşmış tır. Orta Doğu’nun Sovyetler Birliği’ne karşı güvenliğinin sağlanması Türk politikasının başlıca odak noktasını teşkil etmiş, fakat vahim değerlendirme 
hatalarına düşülmüştür.

9 Nisan 1949’da NATO kurulunca Türkiye’nin bu savunma örgütüne katılma amacıyla yaptığı girişimlere İskandinav ülkelerinin yanı sıra İngiltere de 
muhalefet etmekteydi. İngiltere Akdeniz ve Orta Doğu’yu kendi nüfuz alanı görüyor ve bu bölgede kendi liderliği altında Türkiye ile Arap ülkelerinin katılacağı bir savunma düzeni kurmak peşinde koşuyordu. Fakat ABD’nin de desteklemekten kaçındığı bu proje gerçekleşmedi. Bu arada Türkiye de, Yunanistan ile birlikte Eylül 1951’de NATO üyeliğine kabul edildi.

Türkiye NATO’ya katıldıktan ve İngiltere’nin itirazları aşılarak NATO Komutanlıklarına doğrudan bağlandıktan sonra dahi Orta Doğu’da ayrı bir savunma sistemi kurmak çabaları devam etti. Başlangıçta böyle bir sisteme Arap ülkelerinin, özellikle Irak, Suriye, Mısır ve Ürdün’ün de dahil edilmesi öngörülüyordu. 

Fakat Irak hariç diğer ülkelerin hiçbiri böyle bir tertipte yer almak niyetinde değildi. Mısır 1952 Devriminden önce bile projeye karşı olduğunu bildirmişti. Devrimden sonra Mısır’ın tutumunun daha ılımlı olmasını bekleyecek kadar gerçeklere gözlerini kapatanlar olmuştu. Oysa devrimi takiben Mısır’ın başlıca önceliği İngiliz kuvvetlerinin Süveyş Kanalı bölgesinden çekilmesiydi. Bu yıllarda Türkiye ise Arap devletlerine karşı tamamen Batılı ülkeler paralelinde bir politika izlemekteydi. Birleşmiş Milletler’de Cezayir meselesi konusundaki oylamalarda sürekli Fransa’yı destekliyordu. Mısır’da devrimden önce Kahire’ye gönderilen ve eşinin Mısır’daki topraklarının yeni rejim tarafından millileştirilmesine duyduğu tepkiyi gizleyemeyen bir Büyükelçiyi görevinde tutmaktan vazgeçmiyordu. 

1953’te General Eisenhower’in Başkanlığa seçilmesinden sonra ABD Orta Doğu’nun güvenliği konusunda daha aktif bir rol oynamaya başladı. Dışişleri 
Bakanı John Foster Dulles bu maksatla Orta Doğu bölgesinde bir tura çıktı ve Mayıs’ta Ankara’da Başbakan Menderes ile görüştü. Bu görüşmede 
Menderes’in Kral’dan fazla Kral taraftarlığı göstermesi, komünizme karşı şahinliği ile ün salan Dulles’ı bile şaşırtmıştı. Örneğin Menderes Süveyş Kanalı 
bölgesinin hayati bir jeopolitik konumda olduğunu ve bu yüzden İngiliz kuvvetlerinin bu bölgeyi tahliye etmemesi gerektiğini belirtmiş. Ayrıca Fransa’nın Kuzey Afrika’daki konumunun devamının NATO savunması için son derece önemli olduğunu vurgulamış. Orta Doğu’nun savunmasına gelince, Menderes Arap devletlerinin bir ortak savunma sistemine katılmaları konusundaki umudunu artık kaybettiğini, fakat Türkiye’nin, savunma gücü takviye edildiği takdirde bu sistemin belkemiğini oluşturabileceğini ifade etmiş. Dulles ise belkemiğin etrafında et bulunması gerektiğini, Süveyş Kanalı’nın stratejik önemini kabul etmekle beraber, Mısır halkının arzusu hilâfına bu bölge de tutunmaya çalışmanın yerinde olmayacağını savunmuş. 

Yine de, Türkiye ziyaretinin sonunda Dulles Kuzey Zinciri konseptini açıklamak tan geri kalmamıştır.

Kuzey Zincirinin gerçekleştirilmesinde inisiyatifi alan, beklenebileceği gibi, Türkiye oldu. İlk adımda Türkiye ile Pakistan arasında Nisan 1954’te bir 
Dostluk ve İşbirliği Antlaşması imzalandı. Şubat 1955’te ise Türkiye ile Irak Bağdat Paktı’nı imzaladı. Bu antlaşmaya imzasını koyan Başbakan Nuri Sait, 
Mısır’ın lideri Nasır’ın bütün bölgede derin destek gören Arap milliyetçiliği politikasına karşı açıktan cephe almakla büyük bir riske giriyordu. Bu hatasını 
1958’de hayatı ile ödeyecekti. İngiltere Bağdat Paktı’na Nisan 1955’te katıldı. Onu aynı yıl Eylül’de Pakistan, Başbakan Musaddık’ın devrilmesinden hemen sonra da İran takip etti. Mısır’ın ve Yahudi lobilerinin tepkilerinden çekinen ABD ise, Pakt Konseyi’nin ve diğer organlarının toplantılarına katılmakla birlikte üye olmaktan kaçındı.

Bağdat Paktı’nın ömrü uzun olmayacak, bir askeri darbe ile Irak Krallığının devrildiği ve Nuri Sait’in de katledildiği 14 Temmuz 1958’de fiilen sona 
erecekti. Fakat üç yıllık ömrü içinde Pakt yalnızca Arap devletleri ile değil, Sovyetler Birliği ile Türkiye’nin ilişkilerini de olumsuz etkilemekten geri kalmayacaktı. 

Gerçekten de, Sovyetler Birliği, Pakt’ın yarattığı tepkilerden ve 1956 yılında Fransa, İngiltere ve İsrail tarafından Mısır’a karşı girişilen talihsiz 
askeri operasyondan yararlanarak bölgeye gittikçe daha fazla sızıyordu.

Süveyş Kanalı’nın millileştirilmesinin 1956’da tahrik ettiği krizde Türkiye’nin Orta Doğu politikasının çelişkileri iyice su yüzüne çıktı. Savaştan önce bir 
yandan direkt menfaati olmadığı halde Londra’da toplanan Süveyş Şirketi hissedarları toplantısına katılıyor, diğer yandan savaştan sonra bütün Arap ülkeleri ile savaşı kınıyor ve İsrail’deki Elçisini geri çekiyordu. İsrail ile ilişkiler bu tarihten sonra sürekli inişli çıkışlı bir seyir takip edecekti.

Bu devirde Suriye ile ilişkilerde de büyük bir gerginlik yaşanmaktaydı. Suriye 1955’te Sovyetlerden gittikçe artan miktarda silah ve askeri malzeme yardımı 
alıyor ve Türkiye’ye karşı hasmane bir politika izliyordu. ABD de Suriye’ye Sovyet sızmasını ve bunun bölge ülkeleri için oluşturduğu güvenlik tehdidini 
kınıyordu. Ocak 1957’de açıklanan “Eisenhower Doktrini” ile ABD “uluslararası komünizmin dolaylı bir tecavüzü” ne karşı bölge ülkelerini korumayı taahhüt ediyordu. Suriye ise Türkiye’yi sınıra kuvvet yığmakla suçluyordu. Sovyetler Birliği Eylül 1957’de verdiği bir notada Türkiye’yi Suriye’ye saldırma niyeti beslemekle itham etmekteydi. Mısır Suriye’ye iki tabur gönderirken Suriye de ihtilâfı Birleşmiş Milletler Asamblesi’ne taşıyordu. Asamble’de tarafların sundukları iki karşıt karar önerisinin geri çekilmesi ile krizin daha fazla büyümesi önlendi ve Türkiye sınırdaki kuvvetlerinin bir kısmını geri çekti.

Bu krizlerde Türkiye’nin tutumunun ters tepki yarattığı kabul edilmelidir. Türkiye zaten NATO’nun üyesiydi ve güvenliğinin en sağlam teminatı bu ittifaktı. Amerika’yı bölge ihtilâflarına daha fazla çekmeye ve Eisenhower doktrinine aslında ihtiyaç yoktu. O tarihlerde Orta Doğu’da sergilenen lüzumsuz  gayret keşlik Türkiye’nin bölgede ihtilâf halindeki devletler arasında taraf tutmamak yolundaki geleneksel politikası ile bağdaşmamaktaydı. Bu gayret keşlik problemler yaratmaktan geri kalmayacaktı. Irak’ta Temmuz 1958 devrimini takiben Lübnan, Mısır’ın lideri Abdülnasır’ın taraftarları ve hasımları arasındaki mücadele yüzünden bir sivil savaşın eşiğine gelmiş ve Cumhurbaşkanı Chamoun’un talebi üzerine ABD bu ülkeye deniz ve kara kuvvetleri göndermek 
kararını almıştı. İncirlik üssünde toplanan Kara birliklerinin Lübnan’a sevk edilmesi Türk Hükümeti’nin önceden rızası alınmamıştı. Diğer taraftan 
Türkiye ve Pakistan Irak devriminden sonra Bağdat Paktı’nın yaşamını sürdürmesi amacıyla ABD’nin Pakt’a üye olmasında ısrar ettiler. ABD Pakt’a 
katılmayı reddetmekle beraber Pakt’ın geri kalan üyeleri ile ikili anlaşmalar imzalamayı kabul etti. Türkiye ile 5 Mart 1959’da imzalanan anlaşmanın dibacesi “tarafların doğrudan veya dolaylı her türlü tecavüze karşı koymak azmini” vurguluyordu. Bu ibare iç politikada gerginlik yarattı, zira muhalefet 
iktidarın gerekirse kendisini tasfiye için anlaşmaya dayanarak ABD’nin desteğini isteyebileceğinden kuşku duydu. Mart 1959 anlaşması da gerçekte tamamen 
lüzumsuzdu. Türkiye’nin güvenliğine bir katkısı olmadığı gibi birçok Arap ülkesi ile ilişkilerini olumsuz etkiledi.

Irak devriminden sonra Türkiye ile İsrail arasında da bir yakınlaşma teşebbüsü ne girişildi. İsrail Başbakanı Ben Guryon ile Dışişleri Bakanı Golda Meir gizlice Ankara’ya gelerek Başbakan Adnan Menderes ve Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ile görüştüler. İki taraf Karşılıklı diplomatik temsilciliklerini Büyükelçilik seviyesine yükseltmeyi ve aralarındaki siyasi işbirliğini geliştirmeyi kararlaştır dılar. Fakat bu proje gerçekleştirilemedi.

1960-1970 Yılları

1960’lı yıllarda Türkiye’nin Orta Doğu politikasının temel yaklaşımlarında değişiklikler başladı. Türkiye Bağdat Paktı devrindeki gayretkeşliğinden 
uzaklaştı. 27 Mayıs askeri müdahalesinin liderleri tarafından yayınlanan bir bildiride Türkiye’nin bundan böyle ulusal bağımsızlık mücadelelerini ve özellikle 
Cezayirlilerin mücadelesini destekleyeceği açıklandı. Hatta Fransa ile Cezayir arasında arabuluculuk bile bir ara gündeme geldi. Ne var ki, isabetli 
olan bu yeni politikada yol kazaları her zaman önlenemedi. Eylül 1961’de Suriye, 1958’de Mısır’la kurulmuş olan Birleşik Arap Cumhuriyeti’nden ayrılma 
kararını alınca, Türkiye bu kararı derhal tanıdı ve buna tepki gösteren Mısır Türkiye ile diplomatik ilişkilerini kesti.

Irak’ta devrimden sonra iktidarı ele geçiren General Kasım’ın kurduğu yönetim ile de ilişkilerde rahatsızlık mevcuttu. Irak’ta Kürtlere yeni haklar tanınmasının 
Türkiye’ye de olası yansımaları konusunda kaygı duyuluyordu. Nisan 1962’de başlayan Molla Mustafa Barzani ayaklanması da ayrı bir endişe 
kaynağı teşkil etti, fakat bu ayaklanma, Irak savaş uçaklarının iki kere Türk hava sahasını ihlâl etmesinin yarattığı gerginlik dışında Türkiye’yi doğrudan 
etkilemedi.

1965 seçimlerinden sonra iktidara gelen Adalet Partisi Hükümeti Orta Doğu ülkelerine karşı bir açılım politikası güdeceğini programında belirtmişti. Bu 
mesaja ilk olumlu tepki Irak’tan geldi. Ankara’yı ziyaret eden Irak Başbakanı ikili ilişkilerin geliştirilmesini Irak’ın da arzuladığını belirtmekle yetinmeyerek 
Kıbrıs konusunda da Türkiye’ye destek verdiklerini ifade etti. Mısır’la bir ticaret anlaşması imzalandı. Cumhurbaşkanı Tunus’u ziyaret etti. Suudi Arabistan Kralı Türkiye’ye geldi ve ziyareti çok dostane bir hava içinde geçti. Mayıs 1967’de Ankara’da yapılan bir Büyükelçiler toplantısında Orta Doğu politikası bağlamında üç ilkenin altı çizildi: Bütün Arap ülkeleri ile ikili ilişkiler geliştirilecek; Arapların kendi aralarındaki anlaşmazlıklara karışılmayacak ve taraf tutulmayacak; Arapları bölecek paktlara ve bölge anlaşmalarının dışında kalınacak.

1967 yılında Mısır’la yakınlaşma politikası çerçevesinde Dışişleri Bakanı Çağlayangil Mısır’ı ziyaret etti ve Başkan Nasır tarafından kabul edildi. Bu 
görüşmede Nasır Türkiye’nin daha önceki yıkardaki Mısır aleyhtarı politikalarından duyduğu kırgınlığı çok açık bir şekilde dile getirmekten kaçınmadı. 
Hatta bir ara Türkiye’nin Kıbrıs’a olası bir müdahalesine karşı Mısır’da uçaklarının konuşlandırılmasına izin isteyen Yunanistan’a olumlu cevap vermeye 
meylettiğini, fakat son dakikada “Müslümanlığının” kendisini bundan vazgeçirdiğini söyledi.

1967’de Araplarla İsrail arasında yeni bir savaş tehlikesi ufukta belirmişti. Suriye ile İsrail arasındaki sınır çatışmalarına tepki olarak Mısır Başkanı Nasır, 
1956 Savaşı’ndan sonra Sina Yarımadası’na yerleştirilmiş olan Birleşmiş Milletler Kuvvetlerinin çekilmesini talep ediyordu. Bu tutumun İsrail’in Mısır’a 
bir saldırısını tetikleyeceğinde şüphe yoktu. Türk Hükümeti tehlikeyi açıkça gördüğünden Başbakan Demirel Nasır’a ivedi bir mesaj göndererek İsrail ile 
bir savaşın Mısır için neden olacağı çok ağır sonuçlara dikkat çekti. Fakat Nasır kararını değiştirmedi. İsrail sınırına 100,000 asker yığdı ve Tiran Boğazı’nı 
İsrail bandıralı gemilere kapattı. 5 Haziran tarihinde İsrail Mısır’a karşı önleyici bir saldırıya geçti. Mısır’ın bu sefer savaşı kazanacağını vehmiyle Ürdün 
de İsrail’e saldırdı. Savaşa Suriye de katıldı. Yalnızca 6 gün süren savaşın sonunda İsrail Sina Yarımadası’nı, Gazze’yi, Batı Yakasını ve Doğu Kudüs’ü 
ele geçirmişti. Sina Yarımadası hariç, İsrail 6 günlük savaşta işgal ettiği toprakların hepsini bugün de elinde tutmaktadır. 

Savaş Mısır için hüsranla bitince Başbakan Demirel Nasır’a yeni bir mesaj göndererek umutsuzluğa kapılmaması gerektiğini ve Mısır’ın bugün uğradığı 
kayıpları telâfi edeceğine inandığını vurguladı. 22 Haziran’da Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun özel toplantısında da Dışişleri Bakanı Çağlayangil, 
yaptığı konuşmada, Türk Hükümeti’nin kuvvete başvurulması yoluyla toprak kazanılmasını kabul edemeyeceğini söyleyerek Birleşmiş Milletler Genel 
Kurulu’nun İsrail’in 5 Haziran’dan önceki sınırlara çekilmesini isteyen karara Arap ülkeleri ile birlikte oy verdi. Mısır başta olmak üzere Arap ülkelerinin 
Türkiye’nin desteğine teşekkür etmeleri Türkiye’nin artık bölgede çok daha olumlu bir şekilde algılandığını kanıtlıyordu. 

Türkiye’nin 1970’li yıllarda İslam Konferansı Örgütü’ne (İKÖ) katılması da kendisini Müslüman bir ülke kimliğinde görmesinden çok o devirde Orta 
Doğu’da güttüğü “reel-politik” in bir unsuru olarak değerlendirilmelidir. Bu örgütün özellikle Arap üyeleri arasında büyük bir dayanışma olmadığı, aralarında sık sık ihtilâfa düştükleri, hatta birbirleri ile savaştıkları da unutulmamalıdır.

Bir İslam Konferansı fikri 21 Ağustos 1969’da İsrail’in işgalinde bulunan Kudüs’te El Aksa Camisi’nin yanması sonucu doğan tepki nedeniyle gündeme 
gelmişti. Ürdün’ün inisiyatifi, Fas ve Suudi Krallarının desteği ile Rabat’ta toplanan Devlet Başkanları Konferansı’na Türkiye Cumhurbaşkanı da davet 
edilmişti. Konferansa katılma konusu Türkiye’nin laik bir devlet olması nedeniyle bazı tartışmalara yol açtı. Fakat Başbakan Demirel, Rabat’taki toplantının 
dini değil, siyasi bir toplantı olduğunu, bu toplantıya katılmanın laikliğe aykırı olmayacağını açıkladı. Yine de toplantıya devlet başkanı değil, dışişleri bakanı 
düzeyinde iştirak edilmesi kararlaştırıldı. Mart 1970’de Cidde’de toplanan ve örgütlenmeye doğru ilk adımın atıldığı Dışişleri Bakanları Konferansı’nda 
Türkiye Heyeti Sekreterliğe yazılı olarak “konferans kararlarına anayasasının ve dış politikasının ilkeleri ile bağdaştığı ölçüde katılacağını” bildirdi: Zaten 
İKÖ’nün her toplantıda alınan çok sayıdaki siyasi kararların hemen hemen hepsi kağıt üzerinde kalmakta ve uygulanmamaktadır.

İlk başlarda İKÖ hakkında Türkiye’de beliren tereddütler yavaş yavaş dağıldı. O kadar ki konferans Türkiye’nin daveti üzerine 1976’da İstanbul’da toplandı. Konferansa Cumhurbaşkanı Korutürk bir mesaj gönderdi ve Başbakan Demirel bizzat katılarak özellikle Filistin konusunda Türkiye’nin Arap ülkelerinin yanında yer alacağını vurguladı. Aynı toplantıda Türk delegasyonunun girişimiyle kültürel ve bilimsel işbirliği için iki merkezin kurulmasına karar verildi. Bu merkezlerden biri İstanbul’da İslam Tarih, Kültür ve Sanat Araştırma Merkezi, diğeri ise Ankara’da İstatistik, Ekonomi ve Sosyal Araştırmalar ve Eğitim Merkezi olarak faaliyete geçecekti.

3. CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,


***