4 Mart 2021 Perşembe

Biden ve Türkiye BÖLÜM 1

Biden ve Türkiye BÖLÜM 1 



Joe  Biden ve Türkiye, Prof.Dr.Sait Yılmaz, KIBRIS, ECEVİT, Yunan ve Ermeni lobisi,


Prof.Dr.Sait Yılmaz 
27 Aralık 2020 


Giriş.. 

Joe Biden, 20 Ocak‟ta ABD başkanlık görevini devralmayı beklerken, ABD dış politikası tıpkı Türkiye ile ilişkilerinde olduğu gibi gerçek bir yol ayırımında. Biden, 
Türkiye‟ye karşı hangi politikayı izlerse izlesin hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. ABD, büyük güç mücadelesi dönemine giriyor ama askeri bir çatışma dönemine henüz girmek istemiyor. 

Temel amacı, Rusya ve Çin etkisi ile mücadele ederken, kendi gündemini uygulamak ve eski güçlü konumuna dönmek. Trump, başkanlığı döneminde Amerikan Savunma Bakanlığı, Dışişleri ve istihbaratını dikkate almadı, ABD‟nin ittifaklarını zayıflattı, düşmanlarının önünü açtı ve Amerikan değerlerini hiçe saydı. Şimdi bu hataları gidermek Biden‟ın ana görevi oldu. 
Joe Biden, ülke içinde pandemi, ekonomik çöküş, ırkçı kutuplaşma yanında Amerikan demokrasisi ve birliğinin sorgulandığı bir dönemde başkan oluyor. ABD için dış politikada şu anda en önemli zorluklar; Çin, Rusya, Kuzey Kore, İran yaptırımları ve iklim konusu. Bu beşliden sonra altıncı olarak Türkiye geliyor. Çünkü Türkiye bu beşlinden ikisine doğrudan etki ediyor; Rusya ve İran. Diğer bir etkisi ise sekiz ya da dokuzuncu sırada olan terörizmle mücadele alanında. Kariyerini Türkiye düşmanlıkları üzerine yapmış, Yunan ve Ermeni lobisine yakın ve Kürt sempatizanı Biden‟ın Türkiye ile ilgili pek dostane olmayan niyetleri var. Bu makalede, önce Biden‟ın jeopolitik oyun planını sonra ABD-Türkiye ilişkilerinin yakın geleceğini inceleyeceğiz. 

Biden ve Küresel Jeopolitik.. 

2014 yılında Rusya‟nın Ukrayna müdahalesi ile Soğuk Savaş Sonrası dönemin de sona erdiğini ve büyük güç çekişmelerine yani jeopolitiğe geri döndüğümüzü söylemiştik. Nitekim o dönemde NATO, Rusya‟yı tekrar düşman listesine koydu ve ittifakın uzun zamandır atıl kalan çarkları Rusya için dönmeye başladı. Bunun sonuçlarını Doğu Avrupa‟da halen devam eden NATO alt yapı çalışmaları ve tatbikatları ile izliyoruz. Geçen dönemde NATO, siber güvenlik ve uzay gibi konuları da eylem planına dâhil etse de jeopolitik alanda ikinci düşman ülke olarak Çin‟i belirlendi. Hatta Çin, Rusya‟nın önüne geçiyor ve NATO, temel olarak Çin karşıtı bir örgüt olmaya dönüşüyor. Özetle, NATO‟da çalışanlar mutlu, aradıkları düşmanı buldular ve bu uzun vadeli bir iş. Ama ittifakta çarklar iyi çalışmıyor, önemli kabiliyet ve motivasyon eksikliği var. Bu konuya daha sonra döneceğiz. 

ABD‟nin etrafındaki aktörlerin durumu şu şekilde kategorize edilebilir; 

- Cüretkâr ve diğer ülkelerden nefret eden Çin ve Rusya gibi rakip büyük güçler, 
- NATO gibi kafası karışmış, belirsizlikler ve zorluklar içinde ittifaklar, 
- Sürekli artan bir şekilde kırılganlık eğilimindeki uluslararası toplum, 
- Etkili bir barış ve güvenlik mekanizması olmaktan çok uzak ve sadece uluslararası tartışmalara platform olan Birleşmiş Milletler. 

Çin tehlikesi, çok ciddi olduğu kadar çok da karmaşık. Çin, halen satın alma gücünde ABD‟yi geçti, askeri harcamaları ABD‟den daha hızlı artıyor, yeni ileri teknolojiye liderlik ediyor ve dünya genelinde siyasi ve ekonomik ilişkilerini geliştiriyor. Amerikalılar bu gelişmeler karşısında iki sorunun cevabını arıyor; 

(1) ABD, Soğuk Savaş‟ın başından beri elinde tuttuğu küresel hegemonya konumunu yeni dönemde hangi ölçüde sürdürebilir? 
(2) Çin‟in gerçek emeli nedir; dünya lideri olmak ve Amerika‟nın yerini almak mı? 
ABD, Asya-Pasifik‟te askeri kabiliyetlerini geliştirmeyi ve ülkesinin üretim kapasitesi ve know-how‟unu koruma ihtiyacı duyuyor. Çin ile rekabet şimdilik yeni bir soğuk savaş olsa da sıcak çatışmaya dönüşme potansiyeli de var. 

ABD, Çin‟e karşı şimdilerde şu kozları kullanıyor; Çin Komünist Partisi‟nin (ÇKP) otoriter bir rejim kurduğu, Doğu Türkistan‟da Uygurlara karşı soykırım yaptığı ve Çin‟den gelen virüs. Bunlar doğru olsa da hikâyenin sadece bir kısmı. ÇKP aynı zamanda entelektüel ve bireysel özgürlüklere müsaade eden bir pazar ekonomisi kurmuş durumda. Çin, İran gibi ideolojik militan bir devlet değil, diğer ülkelere ideoloji ihraç etmiyor. Hong-Kong‟daki protestolar Çin‟in otoriter baskısı kadar İngiltere‟nin kontrolündeki dönemden kalma bazı tarihsel konulardan kaynaklanı yor. Güney Çin Denizi‟ndeki Çin askeri faaliyetlerini endişe ile karşılayan ABD, Deniz Hukuk Sözleşmesi‟ni kendisi de onaylamadığı için gerçekçi değil. 

Rusya farklı kategoride bir rakip, ABD ile aynı ligde değil. Putin, ABD‟ye meydanı bırakmakta isteksiz. Az ya da çok dünyayı veya en azından kendi yakın çevresini yönetmek istiyor. Her ne kadar ABD baskısına boyun eğmeyeceği görüntüsü verse de ABD ve NATO ile sürekli karşı karşıya gelmek istemiyor. Bu yüzden, ABD yaptırımları altında iken bile silahların kontrolü ve iklim değişikliği gibi başka alanlarda işbirliği için kapıları açık tutuyor. 

ABD için Rusya‟yı düşman listesinden çıkararak, Çin‟e öncelik vermek ciddi bir seçenek gibi dursa da, ekonomik olarak zayıf ama nükleer gücü olan, askeri müdahaleleri seven bir ülke olarak Ruslar, her zaman tetikte olunması gereken bir ülke. Hâlihazırda Ruslardan gelen üç tehlike var; 

(1) ABD ve Rus askerlerinin karşı karşıya olduğu Suriye ve etrafındaki denizlerde sıcak çatışma olasılığının daha büyük bir çatışmayı tetikleme riski. 
(2) Rus elitinin Batı‟ya karşı sert güç kullanma eğilimi. 
(3) Çin ve Rusya ittifakı; bu yakınlaşma şimdilik taktik olarak görülüyor. İki ülke de aslında ABD ile işbirliğini ona karşı bir ittifaka tercih eder. Ancak, ABD‟ye olan 
güvensizlikleri bu iki ülkeyi ittifaka zorluyor. 

Bütün bunlar, ABD‟yi yeni tür bir ittifak ve müttefik anlayışına zorluyor. Uluslararası olaylar ve aktörleri siyah ve beyaz olarak görmek, NATO gibi küresel ittifak şebekelerine bel bağlamak yerine; ABD bundan sonra kendine konjonktürel vasıtaları tercih edecektir. 

Biden’ın Muhtemel oyun kitabı.. 

Biden, realist bir oyuncu olmak istiyor; güç artırmak ve güç dengelerine oynamak1. Bu anlayışla Çin‟in de kendisi gibi düşündüğünü varsayıyor. ABD yeni dönemde, Asya‟ya hükmettiği yolla Batı yarımküreye de hükmetmek; Çin‟den İran Körfezi‟ne büyük bir deniz yolu inşa etmek ve büyük bir güç projeksiyonu geliştirmek peşinde olacak. 

Biden, ABD‟nin Avrupa ve Asya‟daki müttefiklerine Trump sonrasında onları destekleyeceği sözünü verdi. Ancak, Çin ve Rusya‟nın artan bir şekilde saldırgan bir rakip olduğu dünyada bunu yapabilir mi ya da bu ABD‟nin mutlak çıkarlarına uygun olur mu? Sorulması gereken diğer önemli bir soru; Amerika‟nın çıkarları nelerdir ve ABD dış politikasının amacı nedir? 

Biden yönetimi, Trump sonrasında Amerika‟nın hegemonik liderliğini yenilemek ve “uluslararası liberal düzen” adını verdikleri kendi kurgularını dayatmayı hedefliyor lar. Bunu da savaşa gerek olmadan yani barış ortamı içinde uygulayacakları yöntemlerle sağlamak istiyorlar. Korktukları konular; nükleer silah kullanma riskinin artması, ABD politikalarına karşı artan direnç ve yapılacak müdahalelerin eskisi gibi cezasız kalmama ya da pahalıya mal olma olasılığının yüksek olması. 
Amerikan politika yapıcıları hala eski analitik kavramlarla düşünüyorlar; demokrasi, liberal uluslararası düzen, ittifaklar, saldırgan, dezenformasyon. Ancak, bunlar artık yaşanan uluslararası gelişmeleri açıklamakta ya da NATO ile diyaloga yön vermekte yetmiyor. NATO hala ABD dış politikasının vazgeçilmez bir vasıtası olarak görülüyor. Şu sorunun cevabı aranıyor 2; 

- Ortak çıkarların gerçek olmadığı yerde ittifaklar sanal mıdır? 
- NATO‟nun genişlemesi ABD-Rusya ilişkilerini zehirlemeye devam edecek mi? 
- Rusya‟nın komşularına güvenlik sağlamanın mutlak faydası nedir? 
- Rusya‟yı sürekli provoke etmenin bedeli bir nükleer çatışma olabilir mi? 
- Çin ve Rusya‟yı kendi yolundan gitmekten alıkoyacak bir kurgu var mı? 

Yeni başkan Joe Biden, ABD‟nin dünya liderliği için yeterli kabiliyete tamamen sahip olduğunu düşünüyor. Onu destekleyenler ABD liderliğine dünyanın büyük bir bölümünde ihtiyaç olduğu ve buyur edileceği varsayımında bulunuyor. Gerçekçi olanlar ise ABD gücünün sınırlı olduğunu, bunu zorlamanın çok büyük risklere girmek olacağını itiraf ediyor. 
 Çözüm olarak Çin ile dişe diş bir rekabete girmemek ve Rus sınırlarından uzak durmak ciddi bir alternatif olarak düşünülüyor. Bu aynı zamanda, ABD‟nin kurucusu George Washington‟un da politikası idi; daimi ittifaklardan uzak durmak, Avrupa‟nın işlerine müdahil olmamak. 
 ABD, küresel bir hegemon olmak yerine Rusya gibi bölgesel bir hegemon olmayı da tercih edebilir. 20. Yüzyılda Nazi Almanyası, emperyal Japonya ve Sovyetler Birliği buna örnek verilebilir. Bölgesel bir hegemon olarak ABD, başka bir ülkenin küresel bir hegemon olmasına karşı koyma stratejisi izleyerek, daha akıllı ama daha az masraflı bir seçeneği tercih edebilir. 

Amerika dünya polisliği yerine başka bir liderlik modeli de seçebilir. Bu yönde, hala ABD‟nin demokrasi yayma misyonu ilk akla gelen oyun; yani kasabanın tek oyunu olmaya devam ediyor. Bu amaçla, NED, USAID ve dış yardımlar yeni projeler içinde devreye girecek. Radio Free Europe ve Voice of America için yeni düzenlemeler yapılacak. 
John Mearsheimer gibi bunun karşısında olanlar ise ABD‟nin artık tek kutuplu değil, çok kutuplu bir dünyada yaşadığını ve Çin gibi bir aktör ile baş ederken demokrasi yayma yerine, büyük güç politikalarına odaklanılması gerektiğini savunuyor. Zaten demokrasi yayma projelerinden ortaya çıkan resim de hiç iyi değil. „Demokrasi‟ iddiası olmayacağına göre başka ülkelerin iç işlerine müdahale etmek için ABD‟nin yeni bir hikâye bulması lazım. 
2021 yılına İran ile yapılacak nükleer pazarlıklar damga vuracak. İran, yapılan anlaşma gereği olan ABD‟nin yükümlülüklerini yerine getirmediğini düşünüyor. İran ile ilgili görüşmelere İsrail de müdahil olmak isteyecek. Ancak, ABD‟nin uzun vadeli önceliği Çin olacak. 
 Amerikalı planlamacıların bir kısmı Rusya ile geçici bir anlaşma yaparak, tüm kaynakların Çin ile mücadeleye ayrılması hesabını yapıyorlar. Böylece kazanılan zamanda ABD‟nin içini düzenleme imkânı da olacak. Ancak, Rusya‟nın Doğu Avrupa‟da yarattığı huzursuzluk ve işgaller nasıl çözülecek? Rusya ile Suriye, Libya ve Doğu Akdeniz‟de yaşanan gerilimler nasıl aşılacak? Bu bölümde işin içinde Fransa ve İtalya da var. 

Biden, NATO ve Avrupa..
 
 Türkiye‟nin Ortadoğu‟da Suriye ve Irak‟da devam eden askeri aktivizmi daha sonra Libya ve Doğu Akdeniz‟e yayıldı. Son birkaç aydır ise Dağlık Karabağ savaşına Türkiye‟nin askeri katkısı konuşuluyor. NATO son dönemde Doğu Akdeniz‟de Türkiye ve Yunanistan için çatışmayı önleme mekanizması kurmuş gözükse de askeri gerilim yüksek. Batılılara göre Ankara‟nın 2020 yılı karnesinde şunlar yazılı 3; 
 - Libya‟daki sivil savaşa silah, drone ve Suriyeli paralı asker göndererek müdahale etmek ve güç dengesini Tripoli hükümeti lehine çevirmeye çalışmak, 
 - BM tarafından Libya‟ya silah ambargosunu denetleme görev tanımı yapılmış Avrupa Birliği misyonuna ait Fransız ve Alman gemilerinin Doğu Akdeniz‟de Türk kargo gemilerini denetlemesine mani olmak, 
 - Dağlık Karabağ‟ın ele geçirilmesinde Azerbaycan‟a yardım ve teşvik etmek, 
 - Suriye‟nin kuzeyinde Suriye Silahlı Kuvvetleri ile mücadele eden Kürt (YPG) güçleri ile çatışmak, 
 - Göçmenleri Yunan sınırına taşıyarak onlara Avrupa‟ya gitmeleri için baskı yapmak, 
 - Yunanistan ve Kıbrıs‟a ait münhasır ekonomik bölgelere silahlı gemilerle desteklenen araştırma gemisi göndermek, 
 - ABD ve NATO‟nun ikazlarına rağmen Rus hava savunma sistemlerini almak ve test etmek, 
 - Suriye‟deki YPG/PKK “terör örgütü” olarak kabul edilmediği için NATO‟nun 
Polonya ve Baltık ülkelerine yönelik savunma planlarını bloke etmek, 
 - Paris‟teki Hz. Muhammed‟e yönelik karikatür krizi sonrası Müslüman dünyasını Fransız mallarını boykota çağırmak. 
 
Biden dönemi üçüncü bir Obama dönemi olmayacak. Çünkü iki Obama döneminde Amerika‟nın lider olduğu tek kutuplu bir dünya vardı ve ortam her türlü Amerikan 
aptallığını kaldırıyordu. Biden, keskin bir şekilde Çin‟e odaklanacak ve bundan Rusya ile ilişkiler de etkilenecek. Rusya, Çin‟den bir tehlike hissetmedikçe ABD ile bu ülkeye karşı işbirliği yapmayacaktır. Ancak, NATO; Rusya‟ya doğru yaklaştıkça Çin‟i tercih edecektir. ABD politikaları Çin ve Rusya‟yı normal olmayan bir ittifaka itiyor. Çin, diplomasi mahareti ile Rusya‟yı en iyi arkadaş yaparken, ABD‟siz de ekonomide başarılı olamaz. 

 ABD muhtemelen Ortadoğu‟da yeni bir strateji uygulayacak ve bu küresel stratejinin yani Çin ve Rusya gibi büyük güçlere yönelik stratejinin bölgesel seviyede uygulamasını içerecek. Sadece Ortadoğu‟da terörle mücadele değil, bölge ülkelerinin Çin ve Rusya‟ya yakınlığı da sınanacak. Çin, Rusya, İran, Irak ve Suriye‟yi hedef tahtasına koyan ABD için Türkiye, anahtar bir konumda olacak. 
Türkiye, Çin‟in İpek ve Yol Projesi ile Rusya‟nın güneye inme stratejisinin önünde önemli bir engel olabilir. Ancak, ekonomik zorluklar içindeki Ankara, bu aralar Çin‟den yatırım ve finansal yardım almak peşinde. Türkiye‟deki dış doğrudan yatırımların %1‟i Çin‟e ait ve 61.499 yabancı şirketin sadece 960‟ı Çin şirketidir 4. Üstelik Türkiye de Çin‟in İpek ve Yol Projesi‟nin kendi çıkarına olduğunu düşünüyor. Huawei‟nin 5G teknolojisi konusunda Washington‟a kulak asmıyor. Çin‟in Uygur Türklerine yaptığı baskılar karşısında genellikle sessiz kalıyor. 

 NATO, Çin‟e karşı bir ittifak olarak yeniden doğarken durumu hiç de iyi değil. NATO, Afganistan‟dan beri “alan dışı” harekât yapmıyor, yapamıyor. Sebep ülkelerin eksikleri ve gönülsüzlükleri. İtalyanlar, 2009‟da Afganistan‟dan Taliban ile anlaşarak çekilmişlerdi. 2011 yılındaki Libya operasyonuna ise 28 NATO ülkesinden 8‟i katılmıştı. 

Şimdi bu NATO, oyun alanına bir fil yani Çin‟i alır mı? Stoltenberg‟in gerekçesi diplomatik; “Çin bizimle aynı değerleri paylaşmıyor.” Ama Avrupa ülkelerinin Çin ile mücadele etmek için motivasyonları yok. Askeri vasıtalar da önemli eksikler var, ülkelerin desteği az ve kamuoyları ekonomi ve pandemi ile meşgul. 
 Türkiye, ABD‟den sonra NATO içinde en büyük orduya sahip; İngiltere ve Fransa‟dan daha fazla asker, tank, topçu ve savaş uçağı var. Sayıca daha büyük deniz kuvvetlerine sahip. 

Türk ordusu, 100‟den fazla askeri amaçlı havaalanı ile dünyada en büyük dokuzuncu ordu 5. 
 Türkiye‟nin kaybedilmesi öncelikle NATO çerçevesinde Türkiye‟nin etrafında devam eden askeri ve istihbarat işbirliğini sekteye uğratacak, başta İncirlik olmak üzere Türkiye‟deki bazı Amerikan askeri varlığı Yunanistan‟a taşınacak. 


***

Türk Toplumsal Belleğinde 6-7 Eylül Olayları BÖLÜM 4

Türk Toplumsal Belleğinde 6-7 Eylül Olayları BÖLÜM 4


Toplumsal Bellek, 6-7 Eylül Olayları, Duygu Onay Çöker, Güz Sancısı,yüzleşme, Cumhuriyet Gazetesi, Kızıl Maske Düştü,İstanbul Ekspres Gazetesi,
Hürriyet Gazetesi,

     6-7 Eylül olayları da yazar tarafından bu çerçevede ele alınmaktadır. 
Türkiye’nin sancısını ifade eden bu film yazara göre tarihi normalleşmenin işaretidir. Yazısının üçüncü ve son bölümünde ise, Uluengin’e göre Türklerin tarihleri ile hesaplaşma, barışma, normalleşme işleminde ellerini çabuk tutması gerekmektedir: 




Atik olalım ki eski yanlışı tekrarlamayalım... Güz Sancısı filmiyle kara sayfası az biraz aralanan 6-7 Eylül 1955 dehşetine ek olarak bütün bir resmi tarihin sancılarını da sorgulamaya başlayalım ki bu sorgulamayla birlikte ulus devletimizi artık son sürat normalleştirelim. 29 
Soner Yalçın da “Vizyondaki bir film nedeniyle yakın tarihimizin karanlık ve utanç verici olayını anımsadık: 6-7 Eylül 1955. Olayın vahametini bilmeyenimiz yok. Nasıl olduğunu da biliyoruz.”30 ifadesi ile olaylara bakış açısını ortaya koymaktadır. Hürriyet Gazetesinin üç yazarı da olaylara aynı çerçeveden yaklaşmakta ve dönem filmlerinin tarihle yüzleşme açısından öneminin altını çizmektedirler. 
Ertuğrul Özkök de Tomris Giritlioğlu’nun Güz Sancısı filmi için aynı düşünceleri paylaşmaktadır: 
... film çok Çarpıcı bir sahne ile başlıyor. Ellerinde kırmızı boya kutuları taşıyan bir çapulu güruhu, gece yarısı bazı evlerin kapılarına haç işareti koyuyor. ... Meğer bizim sicilimiz de o kadar temiz değilmiş, bizim mazimizde de bu pespayelik varmış.... İnşallah 20-30 yıl sonra bugünlere ait benzer bir filmi yapmak zorunda kalmayız. Allah Türkiye’yi bu rezillikten korusun.31 


Yazar ayrıca 6-7 Eylül alçaklığının Türk Halkının tamamına yüklenemeyeceğini, bir avuç çapulcunun koskoca bir toplumun alın yazısına damga vurabildiğini, onların rezilliğinin koskoca bir toplumun alnına kara leke gibi yapıştığını ifade etmektedir. 
Ayşe Arman, köşesinde Güz Sancısı filmini izledikten sonra Apoyevmatini Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Mihail Vasiliadis ile röportaj yapmıştır. Vasiliadis, Arman’ın “Film sayesinde Türklerin tarihleriyle yüzleştikleri sonucunu çıkartabilir, kendilerini eleştiriyorlar diyebilir miyiz?” şeklindeki sorusuna, böyle bir filmin yapılmasının aslında çok iyi olduğunu ancak eleştiri yapanın Türk halkı değil, sadece yönetme nin kendisi olduğu yanıtını vermektedir.32 
Filmin Yunanistan’da da gösterileceğini belirten başka bir haberde, oyunculardan Beren Saat’in “Güz Sancısı Türkiye’nin tarihiyle yüzleştiği bir film” dediği vurgulanmaktadır. 33 
Beren Saat bir başka röportajında da olayların bir gün tarih müfredatına gireceğini ve yapılan hataların kabullenileceğini belirtmektedir: 

“...evet, hata yaptık denilecek. Bundan sonraki nesiller de bu olaylarla, hatalarımızla yüzleşip, öğrenecek”34. 

Hürriyet gazetesinin filme ilişkin haber metinlerinin sansasyona dayalı olduğu gözlenmektedir. Köşe yazarları ise olayları “kara leke” olarak adlandırmakta ve filmin olası bir yüzleşme için gerekliliğine dikkat çekmektedirler. Gazetenin yazarlarından özellikle Hadi Uluengin’in üç ayrı bölüm halinde kaleme aldığı yazısında muzaffer ideolojinin yıkılmaması için sorgulanmaması kuralının artık bırakılması gerekliliğini vurgulamaktadır. Yazar gayrı resmi tarihin kitaplar ve filmler sayesinde öğrenilmesinin gerekliliğini dile getirmektedir. 

Radikal Gazetesi 

Radikal gazetesinde filme ilişkin toplam 13 haber yayımlandığı gözlemlenmiş ve bunlar analiz edilmiştir. İlk haber film için düzenlenen basın toplantısına ilişkindir. Filmin hazırlık aşamasını konu eden bu haber, yönetmene sorulan “Tomris Hanım, 6-7 Eylül’de ne olmuştu?” sorusuna vurgu yapmakta ve manşete taşımaktadır.35 
Radikal gazetesi genç neslin olaylar konusundaki bilgisizliğine dikkat çekerek, Hürriyet gazetesinin aksine, olaylara ve filme bambaşka bir noktadan baktığını ortaya koymaktadır. Filmin gerekliliği ve olayların bilinmesinin ve hatırlanmasının önemi, haberin alt metni olarak okunabilmektedir. 

Aynı haberde gazete film için; “Kentin altını üstüne getiren, Beyoğlu çevresindeki azınlıklara ait dükkanların yağmalandığı .... milliyetçi saldırıları anlatan...” ifadelerini kullanmaktadır. 

Bir başka haberde, 6-7 Eylül olayları “Türk siyasi tarihinin en yüz kızartıcı sayfalarından” ifadesi ile yer almaktadır. 

Filmin aşk teması etrafında kurgulandığının belirtildiği haberde, Türk aydınının seyirci kalışı da eleştirel bir dille ortaya konmaktadır. Bu haberde film “bir özür filmi” olarak nitelendirilmektedir. “Atatürk’ün Selanik’teki evinin bombalandığı haberi ile galeyana gelen insanlık müsveddesi toplulukların neden olduğu 6-7 Eylül olaylarında .... yağmalandı.” ifadeleri kullanılmaktadır. 
Görüldüğü gibi her açıdan oldukça eleştirel olan ve filmi bir özür filmi olarak niteleyen bir bakış açısı sergilenmektedir.36 
Bir başka haberde de 6-7 Eylül olaylarının bu ülkenin hesaplaşmaktan korktuğu konulardan biri olduğu, Giritlioğlu’nun bu konuyu gündeme getirmesinin önemi anlatılmaktadır.37 
Devletin değil ama toplumun kendi tarihsel ve sosyal sorunlarının üstüne gittiği, tüm farklılıklarına rağmen birlikte yaşamanın yollarını aradığı, toplumun artık seyirci kalmak istemediği belirtilmektedir. Filmin de bu değişim sancısına eklenmiş önemli bir katkı olduğunun altı çizilmektedir. 

Radikal’de ayrıca Varlık Vergisinde olduğu gibi 6-7 Eylül olaylarının da devletin hesaplayıp kitaplayıp yürürlüğe koyduğu toplumsal ve ekonomik dönüşüm politikası olduğunun altı çizilmektedir.38 
Ancak filme bir eleştiri getirilerek bu durumun filme yansıtılmadığı belirtilmektedir. Başka bir haberde ise filmin belli başlı problemleri konu edilmekte ancak 6-7 Eylül olayları “yakın tarihimizden vahim olaylar” olarak nitelendirilmektedir.39 
Bu son iki haberde de film sanatsal açılardan eleştiriye tabi tutulmakta ancak filmin misyonunun önemine değinilmektedir. 

Ayşe Kadıoğlu 6-7 Eylül olaylarını Cumhuriyet tarihinin utanç verici olayları olarak nitelendirmekte, filmi demokratikleşmeye cesaretlendiren önemli bir katı olarak gördüğünü belirtmektedir.40 
Kadıoğlu, Yeni Şafak gazetesinde Ali Murat Güven’in yönettiği sayfada çıkan Güz Sancısı filmine ait haberi eleştirmektedir. Yeni Şafak Gazetesinde çıkan haberde, filmde milliyetçi muhafazakar çizgideki Türklerin kötü insanlar olarak temsil edilmesi, birkaç bin gözü dönmüş insanla sınırlı olan sevimsiz bir olayın abartılması eleştirilmektedir. 
Sanatçıların böyle olayları hatırlatmaya değil, unutturmaya yardımcı olmaları gerektiği iddiası bulunmaktadır. Kadıoğlu bu iddiayı reddetmektedir. Yazara göre bu vahim iddia, yüzleşmeleri tamamen bir kenara itmekte, sorgulamayı ve düşünmeyi yok saymakta, resmi olmayan tarihi bilmemeyi şart koşmakta ve olayların gelecekte de yaşanması riskini taşımaktadır. 
Güz Sancısı filminin hazırlıkları sırasında yapılan çalışmaların konu edildiği bir başka haberde de olayların geçtiği günler için 1955’in iki kara günü ifadesi kullanmaktadır: 
Başta Rumlar olmak üzere, memleketin gayrimüslim nüfusuna tarihlerinin belki de en ağır darbesini indiren, türlü kirli hesapların neticesi olan, o meşum iki günde 6-7 Eylül’de neler olup bittiğini belki tamamen çözmek için değil de en azından anlamaya ve bir daha unutmamaya çalışmak için birebir Güz Sancısı. Filmin izleyene en basit ifadesi ile utanç hissi veren talan sahneleri yağmayı en şiddetli yaşamış Beyoğlu’nda geçiyor.41 

Radikal gazetesinin milliyetçi bir tavır gütmeden haber yapmaya çalıştığı gözlenmektedir. Gazetenin köşe yazarları da filmin sanatsal açıdan eleştiriye maruz tutulabileceğini ancak üstlendiği misyonun yadsınmaması gerektiğini vurgulamaktadırlar. 

Zaman Gazetesi 

Zaman gazetesinde filme ilişkin haberlerin, diğer gazetelere oranla çok daha düşük yoğunluklu olduğu ve yorum katılmadan, röportajlar üzerinden yapılmaya çalışıldığı gözlemlenmektedir. Genellikle, “1955 yılında geçen ve 6-7 Eylül olaylarını konu alan Güz Sancısı” ifadesinde olduğu gibi filme ve olaylara ilişkin yargı içermeyen tanımlamalar kullanılmıştır.42 

Ancak köşe yazarları açısından durum farklıdır. Nihal Bengisu Karaca, ışık tutulması gereken, fakat ısrarla karanlıkta bırakılmış hadiseler olarak nitelediği olayların anlatıldığı Güz Sancısı filminin sanatsal olarak eleştirilmesi konusunda: 
“Hadiseye ilişkin fotoğrafın ortaya çıkmasına bile ancak çeyrek yüzyıl sonra izin verildiği üzücü bir olayı anlatmanın, gündeme getirmenin, o araç sinema olacaksa bile iyisi kötüsü olmaz. Zira ortada erdemli olduğu tartışılmaz bir iş, borçluluk duygusu ile hareket eden diğerkam bir duruş vardır. Eleştirmen bile olsan el önce vicdana gider, on puanın ilk beşini hiç çekinmeden verirsin. Bu böyle bir film.”43 
ifadesini kullanmaktadır. 

“Kurşunkalem”44 adlı köşe yazısında ise, filmden alınacak pek çok mesaj olduğu, bu ülkede nerede kötülük varsa, orada derin devletin olduğunun da bu mesajların başında yer aldığı belirtilmektedir. 
Mümtaz’er Türköne, olayları kitlesel çirkinlik olarak nitelendirmektedir. 

Türköne, dünden bugüne ışık tuttuğunu söylediği film için, derin devlet denilen, provokasyon yapan devlet cihazının ne kadar beceriksiz olduğunun da ortaya çıktığını belirtmektedir. Olayları planlı bir provokasyon olarak nitelendirirken sonunun da tam bir fiyasko olduğunu vurgulamaktadır. Türköne’ye göre organizasyonu yapanlar her şeyi ellerine yüzlerine bulaştırarak, güya hizmet ettikleri devleti hem kendi vatandaşlarına hem de dünyaya karşı rezil etmişlerdir. 
Türköne, farklılıkları birlikte yaşamak için birçok nedenimiz olduğunu, beceriksizler yüzünden astarı yüzünden pahalıya gelen faturalar ödenmek zorunda kalındığını belirtmektedir.45 

Başka bir haberde de Güz Sancısı filminde aynı toplum içerisinde farklı kültür ve inançlara sahip kişilerin hayatlarını parçalayan bir dönemin, giderek çürüyen bir kentin anlatıldığı belirtilmektedir.46 
Zaman gazetesinin haber metinlerinin oldukça yoruma kapalı olduğu, yalnızca filme dair teknik bilgilerin verildiği haberler yapıldığı gözlemlenmektedir. Bununla birlikte köşe yazarlarının filmin önemine değinerek devleti eleştirdikleri ortaya çıkmaktadır. Filme gelen eleştirilerin haksızlığına dikkat çeken Zaman gazetesi köşe yazarları, filmin bir yüzleşme filmi olarak ele alınması, toplumsal vicdan için 
önem taşıyan bir yapıtın öncelikle misyonu üzerinden değerlendirilmesi, ardından filmin sanatsal eleştiri konusu yapılması konusunda hemfikirdirler. 

“Güz Sancısı” Filmine İlişkin Temsiller 

Olayların Niteleniş Biçimi Gazetelerin Filme Bakış Açısı Köşe Yazarlarının Olaylara Bakış Açısı Haberlerin Olaylara Bakış Açısı Hürriyet Gazetesi Tahrik Gerekli (Olayların Tekrar Yaşanmaması İçin) Tarihte Kara Leke Dramatik Radikal Gazetesi Milliyetçi Saldırılar Gerekli Eleştirel (Sanatsal Açıdan Eleştilmiş) Türk Tarihinin En Yüz Kızartıcı Sayfalarından Biri Vahim Zaman Gazetesi Yorumsuz (Röportajlar Üzerinden) Gerekli Derin Devletin İcraatı Yorumsuz 

Sonuç
 
Bu çalışmada Michael Schudson’un kuramından hareketle, belleğin yapısı gereği gerçekle birebir örtüşmesinin beklenemeyeceği, içkin karmaşasının göz önünde bulundurulması gerekliliği temel alınmıştır. Kültürel belleğin bir takım çarpıtma mekanizmalarına maruz kalabildiği ortaya konmaya çalışılmıştır. Bu amaçla öncelikle üç ayrı gazete analiz edilmiş ve 6-7 Eylül olaylarının temsil ediliş biçimleri incelenmiştir. 
Schudson’un dört çarpıtma mekanizmasının da analiz edilen gazetelerde etkili olarak kullanıldığı sonucuna varılmıştır. Bu bağlamda özellikle iki mekanizmanın işleyişinin önemli olduğu gözlemlenmiştir. 
Bunlardan ilki araçsallaştırmadır. Dönem için tehlike arz ettiği düşünülen “kızıl düşman”, “komünist” olarak nitelenenler direkt olayla ilişkilendirilmiş ve suçlu ilan edilmiştir. Diğer mekanizma ise uzlaşımsallaştırmadır. Her üç gazete de incelenen haberlerde “yağmacı ve çapulcuların, elleri bayraklı asil Türk gençlerinin temiz duygularından yararlandıkları” temsilinin üzerinde uzlaşım sağlandığı gözlemlenmiştir. 

Çalışmanın ikinci bölümünde 6-7 Eylül olaylarını konu alan “Güz Sancısı” filminin seçilen üç gazetedeki temsilleri incelenmiştir. Filmin bir yüzleşme filmi olarak ele alınmasının mümkün olup olmadığı ve yüzleşmenin olanaklılığı ortaya konmaya çalışılmıştır. Seçilen gazetelerde yer alan filme ilişkin haber ve köşe yazılarında olayların kara birer leke olarak kabul edildiği ortaya konmuştur. Filmin sanatsal 
açıdan aldığı eleştirilerin haksız olduğunun dile getirildiği pek çok köşe yazısında, filmin bir yüzleşme filmi olarak kabul edilip, hakkının teslim edilmesi gerektiği yönünde fikir birliğine varıldığı saptanmıştır. 
İlk bölümde yapılan çalışmada seçilen gazetelerde çarpıtma mekanizmaları kullanılarak, gerçekliğin kurgulandığı gözlemlenebilmektedir. 
İkinci bölümde ise filmin misyonunun başarıya ulaştığı ve yüzleşmenin olanaklılığı köşe yazılarının analizinden ortaya çıkmaktadır. 
Bu bağlamda ilk dönemde kurgulanan gerçekliğin ikinci dönemde çözümlene bildiğini, aradan geçen zaman içerisinde gazete yorumlarının ve haberlerinin 6-7 Eylül olaylarının vahametini kavrayabildiğini, bir özür filmi olarak nitelenebilecek Güz Sancısı’nı taşıdığı misyonun değerini ortaya koyabildiğini söylemek mümkün görünmektedir. Filmin sanatsal açıdan eleştirisine olumlu bakılmakta ancak toplumsal bir yüzleşmeyi beraberinde getirebilme olasılığı düşünüldüğünde filmin varlığının bu eleştirileri aşması gerektiği üzerinde uzlaşılmaktadır. 

Film seçilen tüm gazetelerin yazarları tarafından gerekli ve önemli bulunmuş, hatırlattıklarının değeri vurgulanmış ve tarihin kara lekesi olarak kabul edilen 6-7 Eylül olaylarının tekrarlanmaması için bu filmin izlenmesi gerektiği vurgulanmıştır. Ayrıca çalışmanın ikinci bölümünde gazete taramalarından ortaya çıkan sonuçlar arasında, bu filmin varlığıyla geç de olsa, sancılı bir dönemin başladığına olan inanç da bulunmaktadır. Empoze edilen resmi tarih yanında, seyirci kalmayan, bilgi birikimi, vicdanı ve aklını kullanma kararını vermiş olan bir kitle bulunduğuna duyulan vurgu da yine ikinci bölümde ortaya çıkan sonuçlardandır. 

Gazete haberlerine ve köşe yazarlarının yorumlarına göre, resmiyetle uyumlu kolektif hafıza yerine, özür filmi izleyen ve yorumlayan bir kitle söz konusudur. 

Yüzleşmenin olanaklılığı ve gerçekleştirilebileceğine olan inanç seçilen gazetelerin ve köşe yazarlarının ortak düşüncesi olarak belirmektedir. 

Son Notlar 

1 Bu araştırma 2012 yılında tamamlanmıştır. 
2 Michael Schudson, “Kolektif Bellekte Çarpıtma Dinamikleri”ni incelediği makalesinde, bireysel bellek diye bir şeyin olmadığını, belleğin toplumsal 
olduğunu vurgular. 
Buna göre, bireysellikten ziyade, kural, kanun ve standart kayıtlar söz konusudur. Bu kültürel uygulamalar aracılığı ile de insanlar geçmişe borçlu olduklarını 
onaylayarak manevi bir devamlılık sağlarlar. Bunlar genellikle farkında olunmayan depolanmış bilgilerdir. 
3 İstanbul Ekspres, 07.09.1955, s.1. 
4 6 Eylül günü saat 14.00 itibariyle örfi idare ilan edilmiş, ertesi gün kaldırılmıştır. 
5 İstanbul Ekspres, 07.09.1955, s.1. 
6 İstanbul Ekspres, 07.09.1955, s.2. 
7 İstanbul Ekspres, 09.09.1955, s.1. 
8 İstanbul Ekspres, 09.09.1955, s.1. 
9 İstanbul Ekspres, 09.09.1955, s.3. 
10 İstanbul Ekspres, 10.09.1955, s.1. 
11 İstanbul Ekspres, 11.09.1955, s.1. 
12 İstanbul Ekspres, 11.09.1955, s.1. 
13 İstanbul Ekspres, 14.09.1955, s.1. 
14 Cumhuriyet, 07.09.1955, s.1. 
15 Cumhuriyet, 08.09.1955, s.1. 
16 Cumhuriyet, 09.09.1955, s.1. 
17 Cumhuriyet, 10.09.1955, s.1. 
18 Cumhuriyet, 13.09.1955, s.1. 
19 Hürriyet, 08.09.1955, s.1. 
20 Hürriyet, 09.09.1955, s.5. 
21 Hürriyet, 10.09.1955, s.2. 
22 Hürriyet, 01.09.1955, s.2. 
23 Hürriyet, 12.09.1955, s.3. 
Hürriyet, 13.09.1955, s.1. 
Hürriyet, 31.07.2008. 
Hürriyet, 20.02.2009. 
Hürriyet, 27.01.2009. 
Hürriyet, 28.01.2009. 
Hürriyet, 29.01.2009. 
Hürriyet, 08.02.2009. 
Hürriyet, 24.01.2009. 
Hürriyet, 08.02.2009. 
Hürriyet, 03.05.2009. 
Hürriyet, 14.08.2008. 
Radikal, 01.08.2009. 
Radikal, 23.01.2009. 
Radikal, 24.01.2009. 
Radikal, 27.01.2009. 
Radikal, 29.01.2009. 
Radikal, 01.02.2009. 
Radikal, 02.02.2009. 
Zaman, 22.01.2009. 
Zaman, 23.01.2009. 
Zaman, 24.01.2009. 
Zaman, 25.01.2009. 
Zaman, 03.10.2009. 

Kaynakça 

ASSMANN, Jan, Kültürel Bellek, Eski Yüksek Kültürlerde Yazı, Hatırlama ve Politik Kimlik, Çev. Ayşe Tekin, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2000. 
CONNERTON, Paul, Toplumlar Nasıl Anımsar?, Çev. Alaeddin Şenel, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 1999. 
GÜVEN, Dilek, “Cumhuriyet Dönemi Azınlık Politikaları Bağlamında 6-7 Eylül Olayları”, Çev. Bahar Şahin, İstanbul, 2005. 
SCHUDSON, Michael, “Kolektif Bellekte Çarpıtma Mekanizmaları”, Çev. Begüm Kovulmaz, Bellek: Öncesiz, Sonrasız, Cogito, Yapı Kredi Yayınları, 
179-199. Bahar, 2007. 
TRAVERSO, Enzo, Geçmişi Kullanma Klavuzu, Tarih, Bellek, Politika, Çev. Işık Ergüden, Versus Yayınları, İstanbul, 2009. 

Gazeteler 

İstanbul Ekspres 6 Eylül 1955 -15 Eylül 1955 
Hürriyet 6 Eylül 1955 -15 Eylül 1955 
31 Temmuz 2008 – 04 Ocak 2010 
Cumhuriyet 6 Eylül 1955 -15 Eylül 1955 
Radikal 14 Ağustos 2008 -2 Şubat 2009 
Zaman 1 Ağustos 2008 -3 Ekim 2009. 

***

Türk Toplumsal Belleğinde 6-7 Eylül Olayları BÖLÜM 3

Türk Toplumsal Belleğinde 6-7 Eylül Olayları BÖLÜM 3


Toplumsal Bellek, 6-7 Eylül Olayları, Duygu Onay Çöker, Güz Sancısı,yüzleşme, Cumhuriyet Gazetesi, Kızıl Maske Düştü,İstanbul Ekspres Gazetesi,
Hürriyet Gazetesi,

İstanbul Ekspres, Cumhuriyet ve Hürriyet Gazetelerinin Olaylara Dair Ortak Kategorileştirme ve Temsil Biçimleri Türk Gençleri Ötekiler Elleri Bayraklı ve Atatürk Posterli Çapulcu, tahripçi, tahrikçi ve emirlere riayet etmeyen Vatanperver milliyetçi gençler Hükümet yanlısı olan dost azınlıklar, olay çıkartmak için bekleyen kötü niyetli azınlık vatandaşlar Aniden heyecana kapılabilen Fırsattan istifade eden İstanbul Ekspres gazetesi 7 Eylül 1955 tarihlinde olaylardan sonra yayımla nan sayısında Hürriyet ve Cumhuriyet gazetelerinden farklı olarak ilk günden olayların sorumlularını ‘komünistler’ olarak belirlemiştir. Yine aynı gazete, diğer iki gazetede yer almayan ‘aşk salonu’ olarak nitelenen yerlerde çalışan kadınları suçlama eğilimi göstermiştir. Her üç gazete de yakalananları dört grupta toplama eğilimi göstermiştir: 

“ Tahrikçi, Çapulcu, tahripçi ve emirlere riayet etmeyen”. 

Cumhuriyet gazetesi, olayları daha çok Megalo İdeacıların üzerinden kurgulama eğilimine gitmiştir. Gazeteye göre olayların çıkmasında kızılların rolü büyüktür ancak Rumlar da onlara yardım etmişlerdir. Seçilen her üç gazete de vatanperver, Atatürk posterleri ve Türk bayrakları taşıyan gençleri bir anlık heyecana kapılmaları nedeniyle mazur görmekte, zaten olayların komünistler tarafından çıkartıldığını, asil Türklerin böyle kızıllara ve çapulcu takımına uymadığını vurgulamaktadırlar. 

Çarpıtma Mekanizmaları 

6-7 Eylül olaylarının basına yansımasının Michael Schudson’un kolektif bellekteki çarpıtma mekanizmaları ekseninde incelenmeye çalışıldığı bu araştırmada, taranan her üç gazetenin olaylarla ilgili haberlerinde de aynı sonuçlara rastlanmıştır. Öncelikle haberlerde olayların ayrıntılarına girilmediği gözlemlenmektedir. 
Özellikle yağma ve zarar verme eylemleri bir uzaklaştırma ve geçmiş olarak kabul etme ilişkisi içerisinde metinleştirilmiştir ki bu durum Schudson’un “Uzaklaştırma” olarak nitelediği ilk çarpıtma mekanizmasına denk düşmektedir. Bu mekanizma gereğince kurgulanan olaylardan geriye sadece anma törenleri ile hatırlanacak anılar kalması mümkün olmamaktadır (Schudson, 182). Ne azınlıklara ne de zarar 
gören herhangi birine dair bir söylem bulunmamaktadır. Azınlıklarla röportajlar yapılmıştır ancak bunlar sadece hükümetin yardım yapacağını açıklamasından sonra, yardımlar bağlamında sınırlı olarak gerçekleştirilmiştir. Bu durumda da basına sadece azınlıkların Türk Hükümetine duydukları şükran ve dile getirdikleri teşekkür yansımaktadır. 

İkinci çarpıtma mekanizması olan “Araçsallaştırma” ise güncel ve stratejik çıkarlara hizmet edecek şekilde olayların tahrif edilmesidir. 

Bu olay, dönem için oldukça önemli olan Kıbrıs meselesinin Türkiye lehine çevrilmesinde, Türk halkının gördüğü maddi ve manevi zarar söz konusu edilerek araçsallaştırılmaya çalışılmıştır. Söz konusu araçsallaştırma tek yönlü de değildir. “Mabetler de yıkıldığına göre, suçlular komünistlerdir” söylemi ile sol görüşlüleri olaylardan sorumlu tutarak kızıl düşman ilan etmek, araçsallaştırma örneklerinden bir diğeridir. Sadece İstanbul Ekspres’de bulunan “aşk salonlarında çalışan kadınlar” olarak ifade edilen kadınların bu olaylardan suçlu tutularak tutuklaması da bu kategoride ele alınmalıdır. Dönemin tehlike teşkil ettiği düşünülen kesimleri olaylardan sorumlu tutulmuş ve tutuklanmıştır. 

Bir diğer çarpıtma mekanizması olan “Öyküleme”, geçmişi ilginçleştirerek kültürel biçimde sarmalamaktır. Buna göre, “Türk Bayraklı ve Atatürk posterli vatansever gençler” başroldeki kahramanlara dönüşmüş, gerçekleştirilen eylemler nedeniyle üzgün de olsalar, milli bir asaletle olayı halledememiş de olsalar sonuçta suçlu olanların onlar olmadığı defalarca vurgulanmıştır. Öyküleme, Schudson tarafından sadece geçmişte olmuş bir olayı yeniden anlatmak olarak ele alınmaz. 
Aynı zamanda süsleme ve abartma sanatıdır da (190). 
İşte basın da, seçilen gazeteler üzerinden de incelendiği şekilde, bu süsleme ve abartıyı gerçekleştirmektedir. 

Son çarpıtma mekanizması olan “uzlaşımsallaştırma ve bilişselleştirme”, daha açık bir ifade ile geçmişin bilinebilir hale getirilmesi açısından da oldukça ilginç sonuçlar ortaya çıkmıştır. Basına yansıyan haberlerin aslında meydana geldiği gibi değil, hatırlanmasının isteneceği şekilde ve tam da aynı noktalara önem verilerek kurgulandığı gözlenmiştir. Buna göre, kamuya ait bir alanda meydana gelen olaylar kaydedilirken, aktif biçimde elden geçirilmiş ve fikir birliği içerisinde olayları gerçekleştirenlerin kimler olduğu kurgulanmıştır. Çünkü haber metinlerinde hep aynı ifadeler bulunduğu ve kategorilere ayırma aynı şekilde yapıldığı tespit edilmektedir. Özellikle üç gazetenin de suçluları komünistler olarak belirlemesi ve çapulcu, tahripçi, tahrikçi ve emirlere riayet etmeyen olarak ayırması, Türk gençlerini de asil, elleri bayraklı ve Atatürk posterli temsil etmesi uzlaştırma örneklerinden bir tanesi olarak bu kategoride ele alınabilir. 
Sözü edilen dört çarpıtma mekanizmasının da 6-7 Eylül olaylarının temsili sırasında incelenen üç ayrı gazetede uygulanmış olduğu sonucuna varılabilmek tedir. İkinci bölümde çarpıtma mekanizmalarına tabi tutulmuş bulunan bu olaylarla yüzleşmenin olanaklılığının sınanması amaçlanmaktadır. 


 https://www.youtube.com/watch?v=8xEh7naaCGo

Yüzleşme 

Bu bölümde 6-7 Eylül olaylarını konu alan ve Tomris Giritlioğlu’nun yönettiği ‘Güz Sancısı’ adlı filmin, seçilen gazetelerde yer alan yorumları incelenerek yüzleşmenin olanaklılığı sorgulanmaya çalışılacaktır. 

İncelenecek gazeteler, Hürriyet Radikal ve Zaman gazeteleridir. Filme ilişkin nadiren haber yapıldığından, yapılan haberler de genellikle oyuncular ve onların ilgi çekici demeçleri üzerinden gerçekleştirildiğinden, filmin hazırlıklarının konu edilmeye başlandığı 09.12.2001 tarihinden çalışmanın başladığı Aralık 2010 tarihine kadar olan süreç tümüyle inceleme konusu yapılmıştır. 


https://www.youtube.com/watch?v=1WSvyqC54eI

Hürriyet Gazetesi 

Hürriyet’te filme ilişkin olan toplam 24 haber ve köşe yazısı taranmıştır. Gazetede filme ilişkin ilk haber, Varlık Vergisinin konu edildiği “Salkım Hanımın Taneleri” filminin ardından gerçekleştirilecek yeni bir proje olan “Güz Sancısı”nın çalışmalarının başladığını bildiren haberdir. 

“Bir Hesaplaşma Daha” başlıklı haberde 6-7 Eylül olayları “dramatik” olarak ifade edilmektedir. Olayların kökeninde toplumdaki ekonomik dengesizlik ve siyasal sorunların olduğu belirten gazete Yunanistan’daki Enosis sorununun ve Kıbrıs meselesinin Türkiye’deki azınlıklara karşı bir önyargı oluşturduğunu ifade etmektedir. Haber, ‘toplumda infial yarattı’ şeklinde nitelediği olayların “İstanbul’a dışarıdan geldiği öne sürülen bazı yoksul kitlelerce çığırından çıkartıldığından” söz etmektedir. “Güz Sancısı’nın Çekimleri Başlıyor”25 başlıklı başka bir haberde ise, “Filmde tarihe 6-7 Eylül olayları olarak geçen ve 1955 yılında ‘Atatürk’ün evine bomba atıldı’ yalanıyla kışkırtılanlar tarafından İstanbul’da bulunan azınlıkların ev, işyeri ve ibadethanelerinin yağmalanması anlatılacak.” ifadesi bulunmaktadır. 

Bu haberde açıkça Ata’nın evine bomba atılması olayının yalan olduğunu kabullenilmektedir. 
Doğan Hızlan, film üzerine kaleme aldığı “6-7 Eylül’ü Gördüm”26 adlı yazısında filmin o geceyi yaşayanlara fecaati bir kez daha anımsatacak, görmeyen, yaşamayan genç kuşağın da böyle bir gecenin sonuçlarını görerek bir daha olmaması için neler yapılması gerektiği konusunda derin derin düşündürecek bir film olacağını ifade etmektedir. İstanbul’da o dönemde dostluk içerisinde yaşayan halktan söz eden Hızlan, Ata’nın evinin bombalandığı haberinin yarattığı sonuçları “tahrik” olarak değerlendirmekte ve kendi anılarından yola çıkmaktadır. 

Devletin insanlığı, demokrasiyi, özgürlüğü zaman zaman unuttuğunu, muhalifi cezalandırdığını anlatırken, Güz Sancısı’nın yansıttığı dehşeti söz konusu etmektedir. Filmde, bir yandan Rum kadınının duyarlığının, ince aşkının, diğer yandan derin devlet ahtapotunun kollarının herkesi nasıl sardığının konu edildiğini belirtmektedir. Bu dönemleri yeniden tartışmaya açan Yılmaz Karakoyunlu’nun romanının ve Tomris Giritlioğlu’nun filminin öneminin altını bir kez daha çizmektedir. Güz Sancısı’nın tarihin bir yanlışını nasıl ortaya koyduğunu, 
yarım yüzyılı aşkın sürede ne kadar yol kat edildiğini belirtmektedir. 

Hürriyet gazetesinin özellikle köşe yazarları filmin önemine dikkat çekmekte ve tarihle yüzleşme için gerekliliğini dile getirmektedirler. 
Bu yazarlardan bir diğeri de Hadi Uluengin’dir. 
Hadi Uluengin 6-7 Eylül olaylarını “lanetli bir sayfa” olarak nitelendirmektedir. Uluengin yazısında ulus devletlerin ötekileştirerek var olduklarını, böylece dışlama, ötekini hedef alma ve mezalim olaylarına bulaştıklarını ifade etmekte ve tarihin kara sayfalarına geçmiş örnekler vermektedir. Üç bölüm halinde hazırladığı yazısının ilk bölümünü bitirirken, “Hiç şüphesiz, Güz Sancısı filmlerini yaparak ve seyrederek korkmadan ve inkar etmeden kendi ‘tarih sancılarımızı’ sorgulamalı yız.” 27 ifadesi bu düşünceleri en açık şekliyle yansıtmaktadır. Yazısının ikinci bölümünde28 de muzaffer ideoloji ve resmi tarihten söz etmekte ve resmiyetle uyumlu bir kolektif hafızanın nasıl yerleşiklik kazandığını anlatırken, sorgulama girişimlerine karşı kitlelerin nasıl tepki gösterdiklerini konu etmektedir. Uluengin’e göre, gayrı resmi tarihi bilmeyen kalabalığın saldırganlığı söz konusudur. Sorgulamak, bilgi birikimi, ahlak donanımı ve vicdan namusu gerektirmektedir. Tarihle barışma azmi hem erkan hem de avamla bozuşma riskini taşımaktadır. 

***

Türk Toplumsal Belleğinde 6-7 Eylül Olayları BÖLÜM 2

Türk Toplumsal Belleğinde 6-7 Eylül Olayları BÖLÜM 2


Toplumsal Bellek, 6-7 Eylül Olayları, Duygu Onay Çöker, Güz Sancısı,yüzleşme, Cumhuriyet Gazetesi, Kızıl Maske Düştü,İstanbul Ekspres Gazetesi,



Cumhuriyet Gazetesi 

Cumhuriyet gazetesi, 6 Eylül günü olaylar başlamadan önce çıkan sayıda Kıbrıs Meselesine değinmekte ve “Atina İşi Azıttı” başlığını kullanarak, şaşkına dönmüş Yunan gazetelerinin bile ne yazacaklarını bilemediğini, dostluğun bozulduğunu vurgulamaktadır. Olaylar, “Selanik’de Atatürk’ün Evine Bomba Atılması Yurtta İnfial Yarattı” başlığı ile duyurulmaktadır14. Atatürk’ün evine yapılan saldırı sonucu, milletçe ayaklanma gerçekleştirildiği, heyecana gelen bazı gençlerin ellerinde “Kıbrıs Türktür” yazan pankartlarla yürüdükleri, buna diğer vatandaşlar da katılınca ortaya bu olayların çıktığı ifade edilmektedir. 

Gazeteye göre Yunanistan’daki Megalo İdeacılar durup dururken hem memleketimizin hem Yunanistan’ın hem de Kıbrıs’ın başına bela açmışlardır. Bunun ceremesini de Türkiye yaşanan olaylarla çekmektedir. “Bu taşkınlıklar bizi zayıflatır” başlığı ile yayımlanan aynı haberde: 
“Evvelki günün hadiseleri başlangıçta gençliğin çok asilhane bir milli tezahürü idi. Türk’e has vaka ve necabet içinde olup bitecekti. 

Acaba tahrik edici gizli kuvvetler meşum ellerini bizim halk kalabalıklarının ortasına kadar uzatmak fırsatını mı buldular?”15 ifadeleri kullanılmaktadır. 
Metnin tümünde, olaylara Yunanistan’ın Megalo İdeasını savunan bir gurubun neden olduğu ve tahrik edici gizli kuvvetlerce organize edildiği anlatılmaktadır. İşte bu noktada aslında çok asil olacak milli bir tezahür ve vaka yerine durumun kötüye gitmesinin nedeni Megalo İdeacılar olarak gösterilmektedir. Aslında Megalo İdeayı savunan gurup olmasaydı olayların milli bir necabet içinde asil bir Türk davranışı ile halledileceği belirtilmektedir. Gazete yer alan “Demokrat memleketler in hepsinde bu nümayişler olmaktadır”, “Yağma edici zümreler sadece Rum mallarını değil, Türklerinkini de mahvetmiştir”, “Bir avuç çapulcu yağmacı, Türk devlet ve milletinin başına altından kalkılması güç bir dert açmıştır” ifadeleri, olayları bir yandan haklılaştırırken diğer yandan da asıl zarar görenlerin Türkler 
olduğunu vurgulamaktadır. Habere göre milli menfaatlerimize zarar verebilecek olan bu olaylar bir yandan da Türk kuvvetini artıracaktır. 

Tahrip edilen Rum evlerinden birinde el bombası bulunmuştur. Bu durum evin tahrip edilmiş olmasını da haklılaştırmaktadır. 
Ayrıca, olayların ardından rıhtımdan ayrılmak zorunda kalan Yunan motorlarının tayfalarının tekrar limana yanaşırken “Pis Türkler” anlamına gelen “Dirty Turks” diye bağırdıkları belirtilmektedir. 
Olayları gerçekleştirenlerin komünistler olduğunun iddiası ortaya atılmakta, bununla birlikte Rumların da olaylara karıştığı ve yağmacılık yaptığı şu ifadelerle kabul edilmektedir: “Yağmacılığın ve tahrikçiliğin, merkezi Beyrut’ta bulunan kızıl bir teşkilat tarafından hazırlandığı tahmin ediliyor. 
İhbarlar üzerine dün yağmacıların evlerinde aramalar yapıldı ve birçok çalınan eşya ele geçirildi.”16 
“Kızıl Şebekeyi” çökertmek için faaliyete geçen polis, iki Rum vatandaşın evinde 30 bin lira değerinde yağma eşyası bulmuştur.17 
Başbakanın nutku, meselenin Türk eseri olmadığını herkese ispat etmenin çok önemli olduğunu belirtmekte ve haber söylemlerinin temel kabullerini özetlemektedir. Başbakan olaylardan ötürü öncelikle Türk Halkına geçmiş olsun dilekleri iletmekte ve maddi ve manevi açıdan en fazla zarar görenin Türk halkı olduğunu vurgulamaktadır.18 

15 Eylül tarihinden itibaren olaylara ilişkin haberler yoğunluğunu yitirmektedir. Cumhuriyet gazetesinde İstanbul Ekspres’de de olduğu gibi, kızıl düşman netleştirilmekte, yağmaya katılan Rumlar vurgusu bulunmaktadır. Burada “aşk salonlarında çalışan kadın suçlular”a yapılan bir vurgu yoktur. Ancak kesin bir şekilde, bir anlık heyecana kapılan vatansever Türk gençlerinin, aslında milli bir asaletle halledebilecekleri bu meselenin, kızıl düşmanın kurgusu ve organizasyonu ile bu hale geldiğini belirtmektedir. Türk gençlerinden söz edilen haber metinlerin de sürekli olarak ellerinde bayrakların ve Atatürk posterlerinin olduğu vurgulanmakta ve vatanseverlikleri hatırlatılmaktadır. 

Hürriyet Gazetesi, 


Hürriyet gazetesi de 6 Eylül 1955 tarihinde çıkan baskısında Kıbrıs olaylarını manşete taşımıştır. Olaylar 7 Eylül günü yayımlanan gazetede, ilk sayfadan, duyarlı vatandaşların yürüyüşü olarak duyurulmaktadır. Atatürk’ün evine atılan bombanın ardından duyarlı vatandaşlar Taksim Meydanında toplanmıştır, coşkun insan seli, ellerinde bayraklarla yürüyüşe geçmiştir. Protesto etmek isteyenler evlerine bayrak asmış, her yer kırmızı beyaza boyanmıştır. Ancak eczane sahibi bir Rum, bayrak asmayı reddetmiştir. Olaylar da zaten bunun üzerine çıkmış ve tahrip hareketleri başlamıştır. 
Gazetenin beşinci sayfasında, bu haber ayrıntılandırılırken, Atatürk’ün evine atılan bomba nedeniyle küçük büyük, genç yaşlı, şehirli köylü herkese bir kırbaç tesiri yaptığını, İzmir’de heyecan içinde fuarın yapıldığı alana doluşan halk kitlesinin asılı Yunan bayrağını parçalayarak yerine Türk bayrakları astıkları belirtilmektedir. Olayların büyümesi ve fuardaki diğer Yunan bayraklarının parçalanması üzerine olaylara ordunun müdahale ettiği belirtilmektedir. 

Diğer gazetelere göre olayları daha detaylı veren Hürriyet gazetesinde ayrıca olayların yoğunluk kazandığı yerlerde gerektiği zamanlarda emniyet güçlerinin eksikliğinin hissedildiği belirtilmekte ve bayrak asılmayan ev ve işyerlerinin zarar gördüğü, 26 kilisede yangın çıkartıldığı doğrulanmaktadır. Olayları çıkartanlar için sadece “nümayişçiler” ifadesi kullanılmaktadır.19 

Çıkartılan yangınların ve gerçekleştirilen tahribatın kimler tarafından niçin gerçekleştirildiğine dair bir temsil henüz verilmemekle birlikte, sadece 
olayların çapulcular tarafından kötü maksatlarla istismar edildiği belirtilmektedir. 
Hürriyet gazetesi tarafından olayların “Komünist”lere yüklenmesi 9 Eylül tarihli baskının manşetinde gerçekleştirilmektedir. Olayları körükleyen otuzdan fazla komünistin yakalandığı haberini veren gazete “kızıllar” ifadesi ile tüm suçu komünistlere yüklenmektedir. Fuarda dolaşırken “yaşasın komünizm” diye bağıran “kızıl uşaklarının” hemen tutuklandığını duyurmaktadır. 20 Olayların Türk düşmanları tarafından çıkartıldığı, asil ve asıl milliyetçi gençliğin çapulcu olmadığı, Türk Milletine yıkılmak istenen bozguncu faaliyeti kabul etmedikleri 
vurgusu bulunmaktadır 21. 

Gazete, olaylara ilişkin haberlerde yoğunluklu olarak komünist vurgusu yapmaya devam etmektedir: 
“İşin tahkikat safhaları ilerledikçe ve hakikatler birer birer meydana çıktıkça anlıyoruz ki bir alay çapulcu ve yağmacının arasına karışan ve bu talanı organize ederek vüsat ve şümulünü artıranlar pusuya yatmış olan kızıl komünistler olmuştur.” 22 

Diğer gazetelerde de olduğu gibi olayları çıkartanlar dört gruba ayrılmışlardır: “tahrikçi, çapulcu, tahripçi ve emirlere riayet etmeyenler”. 

Köşe yazarı Samih Tiryakioğlu, olaylara ilgili yazısında İstanbul’u fetheden Fatih’in ilk işinin yağmayı durdurmak olduğunu vurgulayarak, bugün yaşanan olaylarla Türk’ün karakterinin ne kadar ters düştüğüne dikkat çekmektedir. Türk’ün şanının korunmasında hükümetin bu kadar çabuk hareket etmesinin de tek teselli olduğunu belirtmektedir.23 Olaylara dair haberler yoğunluğunu yitirdikçe, bunların yerini yağmanın ardından yapılan hükümet yardımları ve vatandaşların şükranlarını yansıtan haberler almaktadır 24. 
Diğer iki gazetede de olduğu gibi 15 Eylülden itibaren olaylara ilişkin haberlerin sona erdiği saptanmıştır. Yalnızca 17 Eylül tarihli Hürriyet gazetesinde, olaylar sırasında 862 mağazanın tamamen yandığı doğrulanmakta ve yapılan yardımlar vurgulanmaktadır. 
19 Eylül 1955 tarihinde çıkan Hürriyet gazetesi, Eylül ayında çıkan son Hürriyet Gazetesidir. 5 Ekim 1955 tarihine kadar gazete kapatılmıştır. 

Yeniden yayımlanmaya başladığında ise olaylara dair çarpıcı haberlere yer verilmemiştir. 
***

Türk Toplumsal Belleğinde 6-7 Eylül Olayları BÖLÜM 1

Türk Toplumsal Belleğinde 6-7 Eylül Olayları BÖLÜM 1


Toplumsal Bellek, 6-7 Eylül Olayları, Duygu Onay Çöker, Güz Sancısı,yüzleşme, 

Kurgulanmış Gerçekliğin Sorgulanması: 
Duygu Onay Çöker 

Bu çalışmanın ilk amacı, 6-7 Eylül olaylarının basına yansıma sürecinde kolektif belleğe ait çarpıtma mekanizmalarına maruz kalıp kalmadığının, eğer çarpıtma söz konusu ise bunların hangi mekanizmalar olduğunun Michael Schudson’ın “Kollektif Bellekte Çarpıtma Mekanizmaları” teorisi bağlamında incelenmesidir. İkincisi ise, çarpıtma mekanizmaları ekseninde kurgulandığı varsayılan gerçeklikle sanat aracılığı ile yüzleşmenin olanaklılığının Tomris Giritlioğlu’nun “Güz Sancısı” adlı filmi çerçevesinde araştırılmasıdır. 
Beş farklı gazete taraması, çalışmanın ampirik kısmını oluşturmaktadır. 


Kurgulanmış Gerçekliğin Sorgulanması: Türk Toplumsal Belleğinde 6-7 Eylül Olayları Bu çalışmada, 6-7 Eylül 1955 tarihinde İstanbul’da yaşayan azınlıklara yönelik olarak gerçekleştirilen ağır tahrip ve yağma hareketinin Türk basınına yansırken kolektif belleğe ait hangi çarpıtma mekanizmalarına maruz kaldığı, toplumsal belleğin inşasında basının nasıl bir yöntem izlediği ve olayların üzerinden geçen 571 yılın ardından yüzleşmenin olanaklılığı sorgulanmaktadır. Çalışma iki bölümden oluşmaktadır. 

İlk bölümünde, seçilen gazetelerin olayları hangi açıdan okudukları, haberleri nasıl kurguladıkları ve hangi çarpıtma mekanizmalarını kullandıkları araştırılmaktadır. Azınlıkların, sözü geçen gazeteler için ne anlam ifade ettiği, daha önce yaşanan olayları nasıl çarpıtarak 6-7 Eylül açısından araçsallaştırdıkları, kültürel bir bütünlük içinde öyküledikleri ve kolektif olarak nasıl inşa ederek uzlaşımsallaştırdıkları sorgulanmaktadır. 

Ardından çarpıtma mekanizmalarıyla kurulan toplumsal belleğin, olaylarla yüzleşmesinin olanaklılığı sorgulanmaktadır Bu amaçla, Türkiye’nin geçmişiyle hesaplaşmasında önemli bir adım olarak kabul edilen ve Tomris Giritlioğlu’nun yönettiği “Güz Sancısı” adlı filmin seçilen üç gazetedeki yorumları incelenmektedir. Belleğin toplumsallığı ve etkileşimli olarak anımsaması, tekrarlar ve yeniden gözden geçirmelerle işlemesi, seçiciliği ve bir şeyi hatırlarken ötekini unutmak zorunda olması mekanizmaları üzerinden, kolektif belleğin yüzleşmeyi nasıl gerçekleştirdiği sorgulanmaktadır. 

Basının 6-7 Eylül olaylarını yansıtırken kullandığı çarpıtma mekanizmaları Michael Schudson’un kuramı çerçevesinde açımlanmaktadır. 

Haber metinlerinde olayların meydana gelişi ve sorumluları, olaylara yönelik tepkiler, olayların arka planlarına yönelik tepkiler, olayların sonuçları incelenmektedir. Bu bağlamda da Schudson’un kuramından hareketle, haber metinleri araçsallaştırma, uzlaşımsallaştırma, öyküleme ve uzaklaştırma çerçevesinde ele alınmaktadır. 

Bu çalışmanın temel varsayımları şöyle sıralanabilir: “Seçilen üç gazetenin dönemin hükümetinin düşüncelerini yansıtması ve bunun dışına çıkamaması”, “Gazete yorumlarından ve haberlerinden basının azınlıklarla ilgili fikirlerinin olumsuz olduğunun anlaşılması”, “Toplumu muhafazakar-milliyetçi bir bakışla harekete geçirme amacı güdülmesi”, “Halkı sağ duyuya teşvik eden haberler yapılmaması”, 
Güz Sancısı filminin bir özür filmi olarak nitelendirilmesi”, “Filmin gerekliliğinin ve öneminin kabullenilmesi”, “Filmin tarihsel bir sorgulama ve resmi tarihe karşı yeni bir gerçeklik olarak ortaya konması”. 

Kolektif Bellekte Kurgulanan Gerçeklik 

“Toplumsal bellek medyada nasıl kurgulanmakta, eğer çarpıtılıyor ise hangi çarpıtma mekanizmalarına maruz kalmaktadır?” Bu sorunun kolektif bellek bağlamında ele alınarak, 6-7 Eylül olaylarının aynı dönemin gazeteleri tarafından nasıl bir kurgu ile halka yansıtıldığının anlaşılabilmesi için Jan Assman’ın kültürel bellek tanımından yola çıkmak yararlı görünmektedir. Assman’a göre belleğin neyi içerdiğini, nasıl ve ne kadar süre ile muhafaza ettiğini bireyin kapasitesi ve yöneliminden ziyade dış koşullar, yani toplumsal ve kültürel çerçevenin 
koşulları, belirler (2001: 24). Bu bağlamda bireysel belleğin bile belirli ölçütler dahilinde gerçeğe uygunluğunun hesaplanabilmesi oldukça zor görünürken, bir de kolektif belleğin yargılanması söz konusu olduğunda, daha karmaşık durumlarla karşılaşılmaktadır. 

Bunun sebebi, bireysel belleğin haznesinin kişinin kendisi olması, kolektif bellek için ise böyle bir durumun olmamasından kaynaklanır.2 
Kültürel bellek, kalıplar halinde yerleşmiş olduğundan, verilmiş olarak kabul edilir. Üstelik Michael Schudson’a göre kişiye özel bir anı dahi bulundursa, kültürel olma niteliğini yitirmez (180). 
Kişi kolektif belleğin içine doğmaktadır. Zamanla ritüelleri öğrendikçe, anıt ve kitaplardan, kültüre ait kalıplardan verili bellek biçimlerini edindikçe, kendi anılarını da onların içine katmaktadır. Ancak, kendi anılarını katma sürecinde bellek işlevini birey ötesi dil aracı ile yerine getireceğinden, kolektif olma niteliğini yitirmemektedir. Belleğin bireysel mülkiyeti yine kendisine ait olsa da toplumla paylaşacağı için kolektif bellek olarak nitelendirilecektir. 
“Belleğin çarpıtılma mekanizmaları” ifadesi, gerçekle tamamen örtüşen bir belleğin olabileceği varsayımını beraberinde getirmektedir. 
Ancak ne kişisel belleğin, ne de kolektif belleğin gerçekle örtüştüğünü doğrulayan bir mekanizma bulunmamaktadır. Schudson’a göre, belleğin yapısından kaynaklanan seçicilik özelliği nedeni ile çarpıtma söz konusu olmaktadır (181). Bir görme biçimi aynı zamanda bir görmeme biçimi olduğundan, bellek de salt bir kaydetme yöntemi olmadığından, hatırlama ve unutma art arda birbirini tamamlayarak belleği oluşturacaktır. Bu da kendine içkin karmaşası ile birlikte toplumsal, psikolojik ve tarihi etkilerini beraberinde getiren bir süreçtir. 
Bu bağlamda da 6-7 Eylül olaylarının farklı hikayeler olarak okunabildiği ortaya çıkmaktadır. Örneğin, olaylar Türk Milliyetçiliğinin inşası açısından bir ulus kurma ve homojenleşme projesi süreci olarak okunduğunda farklı bir hikaye, azınlıklara karşı gerçekleştirilen eylemler ve onların ülkeyi terk etmeleri olarak okunduğunda ise başka bir hikaye belirmektedir. 

Schudson “Kolektif Bellekte Çarpıtma Mekanizmaları” adlı çalışmasında dört önemli çarpıtma mekanizmasından söz etmektedir . 
Bunlardan ilki “uzaklaştırma”dır. Bu mekanizma, geçmişin geri çekilmesi anlamına gelmektedir. Olaylar ve anılar silikleşmekte, duygusal yoğunluk kaybı yaşanmakta dır. Bu çalışmada incelenen haberlerde, öncelikle uzaklaştırma yapılıp yapılmadığı araştırılmaya çalışılacaktır. 
Ardından ikinci bir çarpıtma mekanizması olan “araçsallaştırma” sınanacaktır. Araçsallaştırma mekanizmasının amacı, geçmişin nasıl kullanıldığını, hangi amaçlar bağlamında çarpıtıldığını, hangi çıkarlara hizmet ettiğini ortaya koymaktır. Üçüncü mekanizma “öyküleme”dir. Yaşanmış durumun ilginçleştirilmesi ve daha dikkat çekici kılınması anlamına gelmektedir. Son mekanizma ise “bilişselleştirme 
ve uzlaşımsallaştırma”dır. Geçmiş bilinebilir hale getirilirken, anıları öğretilmiş hali ile tekrarlamak ve bunun üzerinde uzlaşmak amaçlanmaktadır. 
Bu çalışmada, sözü edilen çarpıtma mekanizmalarının 6-7 Eylül olaylarına nasıl uygulandığı sorgulanmaya çalışılmaktadır. 

Basının “Gerçek”i 

Bu kısımda üç ayrı gazetenin (İstanbul Ekspres, Hürriyet ve Cumhuriyet), 6-7 Eylül 1955 tarihinde gerçekleştirilen olaylarla ilgili olarak yayımlandıkları haberler incelenmektedir. Sözü edilen gazetelerin, 6 Eylül-15 Ekim 1955 tarihli sayıları taranmış, 15 Eylül 1955 tarihinden itibaren her üç gazetede de olaylara ilişkin haberlerin sona erdiği görülmüştür. İstanbul Ekspres gazetesinin seçilmesinin nedeni, olayların başlamasında kilit işlev üstlenmiş olması ve 6 Eylül günü ikinci baskı yaparak haberi ilk kez duyurmuş olmasıdır. İstanbul Ekspres’de belirtilen tarihler arasında 40 haber yayımlandığı saptanmıştır. Hürriyet ve Cumhuriyet gazeteleri ise perspektifleri ve hedef kitleleri dikkate alınarak seçilmiştir. İki gazetede olaylara ilişkin olarak toplam 64 haber taranmıştır. Her üç gazetenin de 6 Eylül 1955 tarihli baskılarında, olaylar başlamadan önce, geniş ölçüde Kıbrıs meselesine ilişkin haberler yer almaktadır. 

İstanbul Ekspres Gazetesi 

6-7 Eylül olayları, 6 Eylül 1955 günü ikinci baskısını yapan İstanbul Ekspres’de “Atamızın Evi Bomba ile Hasara Uğradı” manşeti ile duyurulmuştur. Ertesi gün ise “Hükümet Tebliği: Komünist Terkibine Maruz Kaldık” ifadesi ile sorumluları komünistler olarak belirlemiştir 3. 
Örfi İdarenin kaldırıldığı bildirilmekte, askeri birliklerin aldığı tedbir sayesinde İstanbul’un sükûnete kavuştuğu vurgulanmaktadır 4. 
Bu ilk sayfa tamamen olaylara ayrılmış, olaylar diğer haberlere de alt katman olarak yansımıştır. “Güçlükle Kurtuldu” başlıklı haberde, “bazı çılgın kimselerin Kıbrıs’ın komünistlerin olacağını söylemeleri ya da Yunanistan lehinde yaptıkları konuşmalar” 5 nedeni ile halk tarafından linç edilmek istendikleri belirtilmekte ve bu istek haklılaştırılmaktadır. Olayları çıkartan ve linç, yağma hareketlerini 
gerçekleştiren grupların fotoğraflarının altına, “Gençlik yukarıda görüldüğü gibi ellerinde bayraklar, Atatürk’ün portreleri, büstleri olduğu halde, her an biraz daha kalabalıklaşan mitinglere doğru gitmişlerdir.” ifadesi kullanılmaktadır. Olayları çıkartan “gençlik” haklı gösterilmeye çalışılmakta, ellerindeki posterler ve büstler özellikle vurgulanmaktadır. Ayrıca, sayfada Yunan Konsolosunun motorla İzmir’i terk ettiği haberi “Kaçmaya Muvaffak Oldular” başlığı ile verilmiştir. Burada, konsolosun kaçmasının gerekliliği, kızgın kalabalığın elinden ancak kaçarak kurtulacağı ve kaçmayı başardığı vurgusu dikkat çekilmektedir. 

Olayın acı boyutu “Yunan Hava Yolları başta olmak üzere bir tek Rum mağazası kalmamıştır. Karaköy’den Şişli’ye kadar bütün büyük küçük Rumlara ait dükkanların hepsi tahrip edilmişti”6 başlıklı haberde de ortaya çıkmaktadır. Gazete, o akşam İstiklal Caddesinde bulunan Amerikalı bir turist gurubun “Türk Milletine dokunulamaz, bunu bu akşam öğrendik. Var olsun Türk Milleti” ifadesini kullandığını belirterek, bu ifadeyi büyük harflerle vurgulamakta ancak olayın bağlamının tam olarak yansıtmamaktadır. Haberde büyük bir çelişki göze 
çarpmaktadır. Azınlıkların mülklerine zarar verilmesinin nedeninin Atatürk’ün evine yapılan saldırıdan kaynaklandığı, haber metnin alt katmanından okunabilmektedir. Böylelikle, olayların Türkler tarafından gerçekleştirildiği kabullenilmiş olmaktadır. Eğer gezmeye çıkmış bir grup turist “Türk Milletine dokunulamaz, bunu öğrendik” diyorsa, ortada Türklerin almış olduğu bir intikam ya da güç gösterisi olması 
gerekmektedir. Daha ilk günden olayları Türklerin çıkarmadığını belirtilerek önce komünistleri daha sonra pek çok farklı gurubu suçlama eğilimine giden gazete burada kendisi ile çelişmektedir. 
“Kızıl Maske Düştü” 7 manşetiyle verilen bir başka haber komünizm tehlikesinden ve olayların kilit noktasında komünistlerin olduğundan hareket etmektedir. Vatandaşların milli hislerinden istifade eden 33 komünistin yakalanarak askeri makamlara teslim edildiği bildirilmektedir. 
Gazete ayrıca hükümetin olaylar için tazminat ödeyeceğini duyurmaktadır. Vatandaşların gözünden olayı yansıtma iddiasında olan gazete “Kızıl tahrikçilerin milli hislerimizin galeyana gelmesinden nasıl faydalandıklarını, tahrip işinde önderlik ederek bu faciaya sebep olduklarını çok iyi öğrendik.”8 ifadesine yer vermektedir. 
Tahrikçiliğin ele başlarının Türkiye’yi dostsuz bırakma gayesini güttükleri başlıklı haberde ise “33 müseccel komünistin tutuklandığı” ve “Kıbrıs Türktür cemiyetinin kapatıldığı” 9 bildirilmektedir. Derneğin emniyette tutulan 97 üyesi olaylarla hiçbir ilgilerinin bulunmadığını belirtmişler, suçun komünistlere ait olduğunu iddia etmişlerdir. Haberin devamında, aynı saatlerde farklı semtlerde başlayan olayların 
tertip olduğunu ifade edilmekte, komünistler tarafından gerçekleştirilmiş olmasının muhtelif olduğu belirtilmektedir. 

Hükümetin zarar görenlere yardım edeceğini duyurmasının, küçük sermayeli esnafa teselli olduğunu belirten bir başka haberde, sahibi Türk, işletmecisi Rum olduğu belirtilen işletmelerin çalışanlarına fikirleri sorulmaktadır. Rum işletmeciler in yapılan yardım için müteşekkir olduklarını, özellikle hükümetin bu olayda hiç bir suçu olmadığına inandıklarının altı çizilmektedir. Azınlıkların perspektifinden, olaylara dair bundan başka herhangi bir yorum bulunmamaktadır. 
Gazete, askeri mahkemelerin kurulmuş olduğunu, tahrikçilerin yargı önüne çıkarıldıkları bildirmektedir. Habere göre, olaydan sonra yağma ve tahrikçilik yapan 150 kadın yakalanmıştır. Bunlar arasında “aşk salonu” sahibi olan iki kadın da bulunmaktadır.10 

Gazetenin aynı baskısında yakalanmış bulunan komünistlerin olayların tam olarak ortaya çıkartılması için gereken bilgileri vermedikleri ve halen Harbiye’de tutuldukları belirtilmektedir. 
Alınan tedbirlerin ne kadar hızla işlerliğe girdiği, hemen hemen tüm dükkanların onarılmaya başlandığı ve normal satışlarını başladığı, Amerika’nın alınan tedbirleri ve duruma hakimiyeti övmesi de olaylara ilişkin haberler arasındadır.11 Gazete yakalanmış bulunan üç bin kişiyi şu şekilde sınıflandırmıştır: “tahrikçi, çapulcu, tahripçi ve emirlere riayet etmeyen”.12 
“Dünya suçluları tanıyacaktır” başlığı taşıyan 13 Eylül tarihli gazetede Menderes ve Köprülü’nün demeçleri manşetten verilmektedir. 
Buna göre, Menderes, olayları çıkartanları düşman ilan etmiş, Köprülü de mabetler zarar gördüğü için olayları çıkartanların komünistler olduğunun ispatlandığını belirtmiştir. Gazete, halkı yağmacıları ihbar etmeye davet etmektedir. “Vatandaş, komünistleri, uydurma haber verenleri, tahrikçileri, kışkırtıcılığı, yağmacıları, derhal karakollara ihbar et.”13 

Olayların başlamasında ve devam eden günlerde duyurulmasında oldukça önemli bir rol oynayan İstanbul Ekspres gazetesi, olayların “ Komünistler”, “aşk evlerinde çalışan kadınlar”, “çapulcu ya da çingeneler” tarafından çıkartıldığı üzerinde ısrarla durmaktadır. Azınlıkların bakış açısından herhangi bir habere yer verilmemiş, onlarla gerçekleştirilen röportajlarda da sadece, zararlarını karşılayan hükümete olan şükranları dile getirilmiştir. Ayrıca, seçilen diğer gazetelerde de olduğu gibi İstanbul Ekspres’de de “gençler” ve “Türk Gençler”i ifadelerinin sıklıkla vurgulandığı, Türk Gençlerinin ellerinde bayraklar ve Atatürk posterleri ile yürüdüğü, bir anlık kızgınlıkla infial yarattıkları, ancak olayların gerçekleştiricisi olmadıkları ısrarla vurgulanmış ve alt metinlerden haklılıklarının okunabildiği 
gözlemlenmiştir. 

***

Türkiye-Japonya Dostluğu; Trajik-Romantizm

Türkiye-Japonya Dostluğu; Trajik-Romantizm 



Prof.Dr.Sait Yılmaz 
11 Ocak 2019 


Tarih 18 Mart 1985.. 

İran-Irak Savaşı devam etmektedir. ABD’nin desteğini arkasına alan Saddam, pilot ve yedek parça yokluğundan havalanamayan İran Hava Kuvvetleri’nin zafiyetinden istifade etmek için hava saldırılarına başlayacağını ve İran üzerinde uçan sivil uçakları da vuracağını açıklamıştır. 

Saddam, 48 saat süre verir ve İran’da yaşayan tüm yabancıların ülkeyi terk etmesi çağrısında bulunur. İran’daki misafir ülke vatandaşları can havli ile kendi ülkelerinden gelen uçaklarla ülkeyi terk eder. Ama Japonya uçak gönderemez ve uçaklarda yer bulamayan 215 Japon Tahran’da mahsur kalır. 

Durum Japonlar için son derece umutsuz bir halde iken; Ankara, Türkler ve Japonlar için ayrı ayrı olmak üzere iki uçak gönderir. Ancak, Japonlar tek uçağa sığmayınca, Türk yolcular önceliği verir ve iki uçak ta Japonları Ankara’ya taşır. Tabii, arkasından Tahran’daki Türkler de tahliye edilir. 

Buraya kadar durumu izleyen Japon Hükümeti ve halkı, Türkiye’nin bu ani yardımına bir anlam veremez ve Ankara’ya teşekkür ettikten sonra bu jestin nedenini sorar. 
Çok ilginç bir cevap alır; Türkiye, 1890’da Oshima Adası açıklarında batan Ertuğrul Fırkateyni’ne Japon hükümeti ve halkının yardımını unutmamıştır. Bu durum, Japon halkını çok etkiler. Bu noktadan sonra iki ülkenin trajik-romantik dostluğu daha da artacaktır. 
 Ertuğrul Fırkateyni’nin gönderiliş amacı Osmanlı Devleti ile Japonya arasındaki 
ilişkileri daha da kuvvetlendirmek ve Japon İmparatoru'nun yeğeni Prens Komatsu’nıun 1887 yılında İstanbul'a yaptığı ziyareti iadeydi. 
Dönüş yolunda fırtınaya yakalanarak Pasifik Okyanusu’na gömülen gemide, firkateyn komutanı Tuğamiral Osman Paşa da dâhil olmak üzere 527 (609 kişiden 13’ü kazadan önce koleradan vefat etmişti) denizcimiz şehit olmuş, sadece 69 kişi sağ kurtulabilmişti. 
 Japon makamları ve yakın adadaki köylüler, faciadan sonra kurtulanların sağlıklarına kavuşmaları ve en iyi şekilde barınmaları için olağanüstü bir ilgi göstermişti. Japon Hükümeti, kazazede personelimizi ve şehitlerin olay yerinden toplanabilen eşyalarını iki gemi ile İstanbul'a gönderir. 
 Türk Japon ilişkilerinde dostluğu perçinleyen üçüncü trajik olay, 17 Ağustos 
1999’ daki Marmara depremi ile yaşanır. Japonlar, deprem bölgesine yardım gönderen ilk ülke olmakla kalmaz, Deprem kurtarma çalışmalarının sonuna kadar da kalırlar yani son ayrılan ülke olurlar. 

Japonlar, Marmara depreminde ilk ve en fazla yardımı sağlayan ülke de olmuştur. 
Askeri gemilerle Adapazarı’na 1000 konutluk prefabrik ev temin ederler. Japon kaptan, “İran’da 215 Japon vatandaşının kurtarılmasından sonra sıra bizde der” ve toplanan yardımları İstanbul’a kadar getirir. 

Japon halkı bağış kampanyası başlatmıştır. Japonlar depremde anne ve babalarını 
kaybeden çocuklara Türk-Japon Vakfı aracılığı ile verilmek üzere 2 milyon dolar civarında burs sağlar. O dönemde müttefikimiz ABD yönetimi sadece işe yaramaz birkaç bin çadır önerir ve Birinci Ordu Komutanlığı reddeder. 
    Türk-Japon İlişkilerinde kader ağlarını örmeye devam etmektedir. Bu sefer, 11 Mart 2011 tarihinde Japonya’nın doğusunda 9.1 şiddetinde büyük bir deprem meydana gelmiştir. 
    Türkiye derhal Bursa Akut kurtarma ekibini gönderir ve Japonya’ya yardım ekibi gönderen ilk ülke olur. 
    Tsunami nedeni ile bölgedeki nükleer santralin de zarar görmesi üzerine, radyasyon korkusu ile diğer ülkelerin kurtarma ekipleri aniden Japonya’dan kaçarlar. Ancak, Türk kurtarma ekibi kişisel korunma kıyafetleri ile felaket bölgesinde sonuna kadar kalır ve son ayrılan ekip olur. 

Türk-Japon ilişkilerinde son 30 yılda trajik olmayan güzel gelişmeler de yaşandı. 
Bunların çoğu Japonya’nın Türkiye’deki büyük alt-yapı projelerine verdiği destek (uzun dönemli kredi) ile ilgilidir. Bunlar arasında, Boğaz Köprüsü ve Marmaray Projesi başta gelmektedir. 

Coğrafya ülkelerinin kaderini belirler. Bundan kastedilen genellikle ülkelerin 
komşuları veya yakın coğrafyasıdır. Türkiye ve Japonya ise dünyanın iki ucundaki ülkelerin dostluğuna örnek teşkil ediyorlar. 
Dünyada yaklaşık 7.5 milyar insan yaşamakta ve bunun sadece 882 milyonluk kısmı deprem bölgesinde yaşamaktadır. Deprem ülkeleri içinde başı Japonya ve Türkiye çekmektedir. Bu ortak tehdit, Japonya ve Türkiye’yi kurumsal olarak da bir araya getirdi. 
Zaten yukarıda anlattıklarımızın genel çerçevesini Japon Yardım Kuruluşu JICA’nın 
Esenyurt Üniversitesi’nin düzenlediği Doğal Afet Semineri’nde verdiği bilgilerden öğrendik. 
Japon Anayasası’nda “Ancak dünyadaki diğer insanlar refah içinde ülkenin güvenlik içinde olacağı” yazılı. Bu yüzden her gereken her yerde fakirlikle mücadele ediyor, projeleri destekliyor. Örneğin İstanbul’un Anadolu yakasında içme suyunu projesini destekliyor, Türkiye’deki 3.5 milyon Suriyeli göçmen için maddi yardım yapıyor. 
Japonya, Kültürel olarak da hümanist ve insanlığa dost bir ülke. 
Bu kültürü bir örnek ile açıklayalım. Şu anda dünyada teknolojik olarak en öne çıkan proje; Robotlar ve Yapay zekânın birleştirilmesi çalışmaları. 
Peki, ülkeler bunu hangi amaçlar ile kullanmak istiyor; 

- Amerikalılar, yeni bir tür Savaşçı ve Silah olarak geleceğin savaşlarında, kullanmak istiyor; 
- Almanlar, Robot işçi olarak geleceğin (Karanlık) fabrikalarında, kullanmak istiyor; 
- Japonlar ise yaşlılara ilaç versin diye huzur ve bakım evlerinde. kullanmak istiyor; 
    Türkiye ve Japonya, Uluslararası dostluk bakımından iki örnek ülkeyi temsil ediyor. 

   Umarız bu dostluk dünyaya örnek olur ve artık daha çok insanlığa birlikte hizmet etmek için geliştirilen ortak projelerle devam eder. 


***

1 Mart 2021 Pazartesi

PKK ile Mücadele ve Kürt Sorunu Nasıl Gelişecek?


PKK ile Mücadele ve Kürt Sorunu Nasıl Gelişecek?
   
16 Ekim 2016
Yıldız Yazıcıoğlu
ANKARA 




   Türkiye’de terör örgütü PKK ile “en son terörist etkisiz hale getirilinceye kadar” mücadelenin Kürt sorununun çözümünde nasıl kalıcı barış ve huzur sağlayacağı konusu akıllardaki en önemli soru olarak görünüyor.
Türkiye’de Kürt sorunu çerçevesinde terör örgütü PKK ile yaşanan tabloya özetle bakıldığında; İmralı Adası’nda tutuklu örgüt lideri Abdullah Öcalan ile müzakere süreci geçen yıl 7 Haziran Genel Seçimleri öncesinde sonlandırılmıştı. “Çözüm Süreci” olarak adlandırılan müzakere trafiğinde, geçen yıl 28 Şubat’ta “Dolmabahçe Mutabakatı” kamuoyuna, o dönemki Başbakan Yardımcısı Yalçın Akdoğan, İçişleri Bakanı Efkan Ala ile AKP Grup Başkanvekili Mahir Ünal ve HDP’nin İmralı Heyeti mensupları Sırrı Süreyya Önder, Pervin Buldan ile İdris Baluken’in fotoğraf karesinde yer aldığı görüntüyle açıklanmıştı. Ancak Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın tepki gösterdiği 10 maddelik mutabakat hayata geçirilmemiş ve genel seçimler ardından 22 Temmuz’da PKK’nın 2 polis memurunu öldürmesiyle “Çözüm Süreci”nin tamamiyle sona erdiği kabul edilmişti. Sonraki dönemde Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde asker-polis ile PKK arasında yoğun çatışmalar yaşanırken, PKK’nın Ankara gibi Türkiye’nin batısındaki terör eylemleri dikkat çekti.

Son haftalarda da PKK’nın terör saldırıları ve çatışmalarda asker-sivil ölümlerinde ciddi artış yaşandı. Bugün de Hakkari-Van karayolunda mayın patlaması sonucu 1 asker hayatını kaybetti.

Genelkurmay Başkanlığı da, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin (TSK) terörle mücadelesine ilişkin yapılan iki yazılı açıklama ile bilançoyu kamuoyuyla paylaştı. Genelkurmay’ın 15 Ekim tarihli açıklamasında; son 1 hafta içerisindeki çatışmalarda 12 asker ile 66 PKK’lının öldüğü ve 9 Ekim’deki Hakkari’de Durak Askeri Karakolu’na yapılan saldırıda 16 asker-sivil vatandaşın hayatını kaybettiği anımsatıldı. Genelkurmay’ın 10 Ekim tarihli açıklamasında, 29 Ağustos’tan itibaren 88 asker ile 417 PKK’lının öldüğü duyuruldu. Açıklamadaki en dikkat çekici ifade ise, “Operasyonlar, bundan sonra da en son terörist etkisiz hale getirilinceye kadar aynı azim ve kararlılıkla devam ettirilecektir” şeklinde oldu.

Askeri-polis sahasındaki gelişmelerin yanı sıra Kürt siyasi hareketi temsilcisi HDP ile DBP’nin de terörle mücadele kapsamında hukuken ve fiilen hedef alındığı açıkça ilan edildi. 20 Mayıs’ta Meclis’te milletvekilleri dokunulmazlıkları kaldırılması ardından son günlerde HDP’li milletvekillerine yönelik mahkemelerden tutuklama yönünde ilk kararlar gelmeye başladı. HDP’nin yanı sıra Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde yerel yönetimlerde etkili ve “özerklik” talep eden DBP mensupları da soruşturma altında ya da tutuklu.

“En son terörist” ile sorun çözülecek mi?

Türkiye’nin terörle mücadelede stratejik yaklaşımı olarak gözlemlenen “en son terörist etkisiz hale getirilinceye kadar operasyonları devam ettirme” tavrının, Kürt sorununun çözümünü ve geleceğini nasıl etkileyeceği merak konusu. Türkiye’de PKK ile mücadelede nereye varılacağı sorusu, ülkede siyasette, akademide ve kamuoyunda görüş ayrılığa yaratmış görünüyor.
Amerika’nın Sesi’nin sorular yönelttiği, her ikisi de TSK’dan emekli, savunma alanında uzman Doç.Dr. Sait Yılmaz ve Dr. Metin Gürcan, terörle mücadeleyle gelinecek noktaya ilişkin farklı görüşleri sahip.
Doç.Dr. Yılmaz’a göre, Türkiye’nin terörle mücadele stratejisi ile PKK’yı yok etmesi ve Ortadoğu coğrafyasında ulus-merkezi devletleri güçlendirme politikası izlenmesi halinde çözüme ulaşılması mümkün.
PKK’nın ve “siyasi uzantısı” HDP gibi yapılarca “bağımsız Kürdistan hayali” ve Türkiye’nin bölünmesinin amaçlandığını vurgulayan Yılmaz, “İstediklerini masa başında alabilmek için bütün sansasyonel eylemleri yapmaya çalışıyor. Kent merkezlerine saldırılar ya da intihar bombacıları eylemleri planlanıyor. Ancak hiçbir terör örgütü bu yollarla başarıya ulaşmamıştır. TSK da terörle mücadele başarılıdır” görüşünü dile getiriyor.

Yılmaz, “Mevcudiyeti 5 ila 6 bin. Terör örgütüne bugüne değin 50 bin ila 60 bin zayiat verdirildiğine göre bu terör örgütü en az 14-15 kez yok edilmiş ama bütün mesele burada şudur; terör örgütüne bataklık teşkil eden Irak’ın kuzeyindeki yapının, ki bugün Suriye’nin kuzeyinde de oluşmuştur, bu yapının devam etmesi, örgütün yeni elamanlar temin ederek bu stratejiyi sürdürmesidir. Türkiye için asıl önemlisi, terör örgütünün bu desteği nereden aldığı sorusudur. Hangi ülkelerden destek almaktadır. Türkiye, eğer kukla ile uğraşmak yerine kuklacılarla uğraşmadığı takdirde 1984’ten beri devam eden bu terörle mücadele sürecinin devam edeceği açıktır” dedi.

Dr. Metin Gürcan’a göre, TSK’nın dolayısıyla askeri başarı söz konusu olsa da tek başına terörle mücadelede yeterli değil. Gürcan, “Terör ve terörle mücadele çatışması sahada kazanacağınız askeri zafer, bir siyasi-sosyal zafere tekamül etmeli. Türkiye, ‘son terörist yok edilinceye değin mücadele’ yani tasfiye stratejisi kararlılığıyla karşımızda. Sahadaki askeri zaferi, Türkiye’yi sürdürülebilir bir barış ortamına taşımakta geçiş olarak kullanmak gerekiyor. Şu anda bu geçiş boş kalıyor gibi görünüyor. Sahada askeri zafer olabilir ama bunun uzun vadede, sürdürülebilir bir barış ve istikrar ortamına dönüştürülmesi önemli. Siz 100 metrede ipi göğüsleyebilirsiniz ama bunu maraton koşusu kabul etmek gerekir. Burada nasıl bir yöntem izlenmeli sorusu geliyor. Ama askeri güç yaklaşımı bunun cevabını veremez, siyasete bakmak gerekli” diye konuştu.
PKK ile mücadeleye 7 Haziran öncesi ağırlık verildiğini anımsatan Sait Yılmaz, “O döneme değin terör örgütü ile hükümetin bu konuyu görüşmeler yoluyla çözmek düşüncesi vardı. Ancak terör örgütü, bu dönemi iç savaş hazırlığıyla geçirmiş, büyük şehirlere patlayıcı yerleştirmiş ve Ortadoğu’daki kaos ortamından da yararlanarak hükümetten almaya çalıştığı tavizleri almak için şiddet yoluna başvurdu. O dönemden beri Türk Silahlı Kuvvetleri gerçekten, terör örgütüne karşı, kahramanca bir mücadele veriyor ve bu mücadelede çok başarılı. Terör örgütü, IŞİD’ten kopyaladığı yöntemle çatışmayı intihar saldırılarıyla kentlere de taşıyor” sözleriyle durumu özetledi.
Türkiye’nin “en son terörist” yaklaşımında sadece PKK’nın silahlı mensupları değil PKK’yı tümüyle tasfiye stratejisi yattığını kaydeden Metin Gürcan da, “Bunu siyasi karar alıcılarının açıklamalarında ve sahada görüyoruz. FETÖ ile mücadele kapsamındaki olağanüstü hal dönemi ile oluşturulan hukuki alt yapı kullanılıyor.PKK’yı tüm bileşenleriyle tasfiye hedefleniyor. Ekonomik, yerel yönetim başta olmak üzere siyasi ve kültürel alanlarda tasfiye stratejisine geçildi. Buna karşın PKK, bir coğrafyaya sıkışmamak için çatışmayı taşeron örgütleri TAK (Kürdistan Özgürlük Şahinleri) gibi örgütlerle Türkiye’nin batısına taşımaya çalışıyor” şeklinde durumu anlattı.
Durum böyle iken “Türkiye içerisinde PKK’ya karşı askeri mücadeleyle sonuca ulaşılması mümkün mü?” sorusu üzerine Yılmaz ve Gürcan’ın her ikisi de Ortadoğu coğrafyasını işaret etti.

Yılmaz ulus-devlet yapısını işaret etti

Yılmaz, eğer Batı’nın Ortadoğu’ya yaklaşımı değişmişse terör örgütlerine varlıklarını sürdürme zemini yaratılacağı ancak yine de TSK’nın geçmişte olduğu gibi PKK’yı bitireceği görüşünde. Gürcan ise, ABD – Rusya ilişkisi bağlamında PKK’nın var oluşunu bölgesel ölçekte sürdüreceği yaklaşımında.
Doç.Dr. Sait Yılmaz, bölgede terör varlığına son verilmesi için çözümü ulus-devlet yapısında gördüğünü özetle şöyle aktardı:
“Ortadoğu’da önemli bir aşamaya gelindi ki IŞİD’in yok edilmesi ve bunun yok edilmesi esnasında Batılı müttefiklerimizin Türkiye ile dayanışma içerisinde olmasıdır. Irak’taki terör örgütü ve Suriye’deki uzantısı YPG güçlerinin bu denklemden çıkarılmadığı sürece bölgede istikrar kurulamayacaktır. Yani terör örgütleri kullanılarak Ortadoğu’da denklemler kurulmaya çalışıldıkça bu terör örgütleri de var olmaya çalışacaktır. Batılı müttefiklerimiz de terör örgütlerini destekleme stratejinden vazgeçerek bu bölgede özellikle ulus-devlet yapılarının korunmasını sağlamalı. Irak’ta ve Suriye’de tek devlet olursa bu bölge bataklık olmaz. IŞİD gibi terör örgütlerini yok etmenin tek yolu, güçlü merkezi hükümetler olması. Burada federatif yapılar kurulması için Ortadoğu coğrafyası kültürel olgunluğa, demokrasi anlayışına sahip değil keşke böyle olsa.”

Gürcan ABD’nin stratejisini adres gösterdi

Dr. Metin Gürcan, Türkiye’deki çatışmaları Suriye ve Irak’taki gelişmelerle değerlendirmek gerektiğini vurguladı. Gürcan, bölgedeki gelişmeleri ise ABD ve Rusya ilişkileri çerçevesinde şöyle değerlendirdi:
“ABD ve Rusya, iki fil önemli. Türkiye bu iki fil ile aynı odada bulunuyor. IŞİD sonrasında Suriye ve Irak coğrafyasında, ABD ile Rusya arasında Afganistan’da olduğu gibi yerel aktörler üzerinden bir silahlı çatışmaya doğru gidiyor. ABD’nin de amacı Rusya’yı bu bölgede ekonomik açıdan yormak ve çöküşe götürmek gibi görünüyor. 1979-1980’deki Afganistan örneğini çok anlamlı buluyorum. ABD, bu coğrafyada IŞİD’in tam zıddını yaratmak istiyor. Birincisi, devlet dışı bir aktör olacak. İkincisi, IŞİD’in ve benzerleri aksine cihadçı değil seküler ve solcu bir ideolojik bir aktör olacak. Üçüncüsü de devlet arası yani sınırlara bağlı kalmaksızın hareket edebilecek bir aktör olacak. Bu nedenle PKK ve üretmiş olduğu habitat, IŞİD’in karşıtı görünüyor. Rusya ile olan kapışmada ABD’nin Suriye ve Irak’ta ekonomik olarak bu ülkede çöküntü yaratmayı amaçlıyor. Çin ile uzak Asya’da büyük kapışmaya hazırlanabilmek üzere Rusya’yı bu bölgede yormak istiyor. Tabiri caizse Rusya’yı hamamda terletmek istiyor. Bölgeyi de hamam gibi kodluyor. Bu ekonomik çöküşü başlatmak için askeri olarak yenilgiye uğratmak gibi görünüyor ve bunu Halep’te göreceğiz. PKK ve askeri varlığına, IŞİD ile mücadelede ve Rusya ile mücadelede ABD’nin çok ihtiyacı varmış gibi görünüyor. Dolayısıyla da çıkar odaklı ve çok kısa süreli bir ilişki gibi görünmüyor.”
Gürcan, ABD’de Kasım ayında gerçekleşecek Başkanlık seçimleri sonucunda Hillary Clinton’un başkan seçilme olasılığını da anımsattı. Clinton’un bölge dinamikleri konusunda yakın çalışma arkadaşlarına dikkat edilmesi gerektiğini kaydeden Gürcan, bu bakımdan Clinton’un ABD’nin mevcut politikasını sürdüreceğini ifade etti.

PKK’yı Türkiye içinde sonlandırmak mümkün mü?

Bölgesel gelişmeler kenara bırakıldığında, Ankara, “en son terörist etkisiz hale getirilinceye kadar operasyonları devam ettirme” stratejisi ile Türkiye içerisinde PKK örgütünü sona erdirebilecek mi? HDP gibi Kürt sorununun siyasi temsilcisi yapıların hedef alınması, PKK’yı sona erdirmeye katkı sağlayacak mı? Bu soruları yönelttiğimiz savunma stratejisi uzmanlarından Sait Yılmaz Ankara’nın sonuç alabileceği görüşüne yakın iken; Metin Gürcan ise tabloyu karamsarlıkla değerlendirdi.
“Terör örgütü amacına ulaşamayacaktır” diyen Sait Yılmaz, PKK’nın en büyük zararı Güneydoğu Anadolu bölgesine ve bölge evlatlarına verdiği düşüncesinde. PKK’nın 1984’ten bugüne asıl hedefini “Türkiye’nin bölünmesi” olarak görmek gerektiğini kaydeden Yılmaz, PKK’nın uzantısı konumundaki HDP gibi yapılarla da bu hedefe hizmet edildiğini dile getirdi. PKK’nın bölgedeki Kürtleri temsil etmediğini ve sadece kendi hedefine ulaşmak için çalıştığını belirten Yılmaz, PKK’nın tüm kadrosu ve tüm siyasi uzantılarını yok etme stratejisiyle bölge halkına da huzur getirileceği görüşünü aktardı.
Ankara’nın stratejisini, “PKK’yı tüm bileşenleriyle tasfiye” olarak özetleyen Metin Gürcan ise, PKK’nın sonlandırılmasıyla ilgili sorumuz için, “Türkiye’nin en büyük havuz problemi” dedi. Ankara’nın stratejisinde mutlaka siyasi-sosyal hamleler gerektiğini işaret eden Gürcan, HDP-DBP’ye yönelik operasyonla Kürt gençleri tarafından PKK’ya ilgide artış olup olmayacağı sorusuyla birlikte özetle şunları kaydetti:
“Siyasi alanda ve yerel yönetimler yanı sıra kültürel ve ekonomik alanda sempati düzeyindeki tüm yapıları, illegaliteye doğru itiyorsunuz. Acaba sempatizan kitlesi, PKK’nın arzuladığı gibi terörist, militan konumuna gelir mi? Bu bugünlerde Türkiye’nin en büyük havuz problemi. PKK, kültürel ve siyasal uyanmış Kürt tipini öneriyor. Bu tipi siz PKK sorunu bitirdikten sonra bu bitirilecek mi? Bölgesel gelişmeleri de dikkate almak gerekiyor. PKK olaya bölgesel düzeyde bakıyor. PKK için asıl cephe Suriye’nin kuzeyi, Rojava gibi duruyor, Türkiye içerisinde yürüttükleri çatışma ikinci cephe gibi görünüyor. Buradaki askeri zafer, sizi barış-huzur ortamına taşır mı? Türkiye’nin PKK ile mücadelesi bölgeselleşmiş durumda gittikçe küreselleşmekte. Türkiye yanı sıra Suriye’de, İran ve Irak’ta PKK’nın önerdiği Kürt tipi dışında siz yeni bir Kürt tipi önerebilir musunuz?”
Bu noktada Ankara’nın siyasi-sosyal hamlelerini henüz göremediklerini kaydeden Gürcan, siyaseten somut öneriler gerektiğini ifade etti.
***