Hürriyet gazetesi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Hürriyet gazetesi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

4 Mart 2021 Perşembe

Türk Toplumsal Belleğinde 6-7 Eylül Olayları BÖLÜM 4

Türk Toplumsal Belleğinde 6-7 Eylül Olayları BÖLÜM 4


Toplumsal Bellek, 6-7 Eylül Olayları, Duygu Onay Çöker, Güz Sancısı,yüzleşme, Cumhuriyet Gazetesi, Kızıl Maske Düştü,İstanbul Ekspres Gazetesi,
Hürriyet Gazetesi,

     6-7 Eylül olayları da yazar tarafından bu çerçevede ele alınmaktadır. 
Türkiye’nin sancısını ifade eden bu film yazara göre tarihi normalleşmenin işaretidir. Yazısının üçüncü ve son bölümünde ise, Uluengin’e göre Türklerin tarihleri ile hesaplaşma, barışma, normalleşme işleminde ellerini çabuk tutması gerekmektedir: 




Atik olalım ki eski yanlışı tekrarlamayalım... Güz Sancısı filmiyle kara sayfası az biraz aralanan 6-7 Eylül 1955 dehşetine ek olarak bütün bir resmi tarihin sancılarını da sorgulamaya başlayalım ki bu sorgulamayla birlikte ulus devletimizi artık son sürat normalleştirelim. 29 
Soner Yalçın da “Vizyondaki bir film nedeniyle yakın tarihimizin karanlık ve utanç verici olayını anımsadık: 6-7 Eylül 1955. Olayın vahametini bilmeyenimiz yok. Nasıl olduğunu da biliyoruz.”30 ifadesi ile olaylara bakış açısını ortaya koymaktadır. Hürriyet Gazetesinin üç yazarı da olaylara aynı çerçeveden yaklaşmakta ve dönem filmlerinin tarihle yüzleşme açısından öneminin altını çizmektedirler. 
Ertuğrul Özkök de Tomris Giritlioğlu’nun Güz Sancısı filmi için aynı düşünceleri paylaşmaktadır: 
... film çok Çarpıcı bir sahne ile başlıyor. Ellerinde kırmızı boya kutuları taşıyan bir çapulu güruhu, gece yarısı bazı evlerin kapılarına haç işareti koyuyor. ... Meğer bizim sicilimiz de o kadar temiz değilmiş, bizim mazimizde de bu pespayelik varmış.... İnşallah 20-30 yıl sonra bugünlere ait benzer bir filmi yapmak zorunda kalmayız. Allah Türkiye’yi bu rezillikten korusun.31 


Yazar ayrıca 6-7 Eylül alçaklığının Türk Halkının tamamına yüklenemeyeceğini, bir avuç çapulcunun koskoca bir toplumun alın yazısına damga vurabildiğini, onların rezilliğinin koskoca bir toplumun alnına kara leke gibi yapıştığını ifade etmektedir. 
Ayşe Arman, köşesinde Güz Sancısı filmini izledikten sonra Apoyevmatini Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Mihail Vasiliadis ile röportaj yapmıştır. Vasiliadis, Arman’ın “Film sayesinde Türklerin tarihleriyle yüzleştikleri sonucunu çıkartabilir, kendilerini eleştiriyorlar diyebilir miyiz?” şeklindeki sorusuna, böyle bir filmin yapılmasının aslında çok iyi olduğunu ancak eleştiri yapanın Türk halkı değil, sadece yönetme nin kendisi olduğu yanıtını vermektedir.32 
Filmin Yunanistan’da da gösterileceğini belirten başka bir haberde, oyunculardan Beren Saat’in “Güz Sancısı Türkiye’nin tarihiyle yüzleştiği bir film” dediği vurgulanmaktadır. 33 
Beren Saat bir başka röportajında da olayların bir gün tarih müfredatına gireceğini ve yapılan hataların kabullenileceğini belirtmektedir: 

“...evet, hata yaptık denilecek. Bundan sonraki nesiller de bu olaylarla, hatalarımızla yüzleşip, öğrenecek”34. 

Hürriyet gazetesinin filme ilişkin haber metinlerinin sansasyona dayalı olduğu gözlenmektedir. Köşe yazarları ise olayları “kara leke” olarak adlandırmakta ve filmin olası bir yüzleşme için gerekliliğine dikkat çekmektedirler. Gazetenin yazarlarından özellikle Hadi Uluengin’in üç ayrı bölüm halinde kaleme aldığı yazısında muzaffer ideolojinin yıkılmaması için sorgulanmaması kuralının artık bırakılması gerekliliğini vurgulamaktadır. Yazar gayrı resmi tarihin kitaplar ve filmler sayesinde öğrenilmesinin gerekliliğini dile getirmektedir. 

Radikal Gazetesi 

Radikal gazetesinde filme ilişkin toplam 13 haber yayımlandığı gözlemlenmiş ve bunlar analiz edilmiştir. İlk haber film için düzenlenen basın toplantısına ilişkindir. Filmin hazırlık aşamasını konu eden bu haber, yönetmene sorulan “Tomris Hanım, 6-7 Eylül’de ne olmuştu?” sorusuna vurgu yapmakta ve manşete taşımaktadır.35 
Radikal gazetesi genç neslin olaylar konusundaki bilgisizliğine dikkat çekerek, Hürriyet gazetesinin aksine, olaylara ve filme bambaşka bir noktadan baktığını ortaya koymaktadır. Filmin gerekliliği ve olayların bilinmesinin ve hatırlanmasının önemi, haberin alt metni olarak okunabilmektedir. 

Aynı haberde gazete film için; “Kentin altını üstüne getiren, Beyoğlu çevresindeki azınlıklara ait dükkanların yağmalandığı .... milliyetçi saldırıları anlatan...” ifadelerini kullanmaktadır. 

Bir başka haberde, 6-7 Eylül olayları “Türk siyasi tarihinin en yüz kızartıcı sayfalarından” ifadesi ile yer almaktadır. 

Filmin aşk teması etrafında kurgulandığının belirtildiği haberde, Türk aydınının seyirci kalışı da eleştirel bir dille ortaya konmaktadır. Bu haberde film “bir özür filmi” olarak nitelendirilmektedir. “Atatürk’ün Selanik’teki evinin bombalandığı haberi ile galeyana gelen insanlık müsveddesi toplulukların neden olduğu 6-7 Eylül olaylarında .... yağmalandı.” ifadeleri kullanılmaktadır. 
Görüldüğü gibi her açıdan oldukça eleştirel olan ve filmi bir özür filmi olarak niteleyen bir bakış açısı sergilenmektedir.36 
Bir başka haberde de 6-7 Eylül olaylarının bu ülkenin hesaplaşmaktan korktuğu konulardan biri olduğu, Giritlioğlu’nun bu konuyu gündeme getirmesinin önemi anlatılmaktadır.37 
Devletin değil ama toplumun kendi tarihsel ve sosyal sorunlarının üstüne gittiği, tüm farklılıklarına rağmen birlikte yaşamanın yollarını aradığı, toplumun artık seyirci kalmak istemediği belirtilmektedir. Filmin de bu değişim sancısına eklenmiş önemli bir katkı olduğunun altı çizilmektedir. 

Radikal’de ayrıca Varlık Vergisinde olduğu gibi 6-7 Eylül olaylarının da devletin hesaplayıp kitaplayıp yürürlüğe koyduğu toplumsal ve ekonomik dönüşüm politikası olduğunun altı çizilmektedir.38 
Ancak filme bir eleştiri getirilerek bu durumun filme yansıtılmadığı belirtilmektedir. Başka bir haberde ise filmin belli başlı problemleri konu edilmekte ancak 6-7 Eylül olayları “yakın tarihimizden vahim olaylar” olarak nitelendirilmektedir.39 
Bu son iki haberde de film sanatsal açılardan eleştiriye tabi tutulmakta ancak filmin misyonunun önemine değinilmektedir. 

Ayşe Kadıoğlu 6-7 Eylül olaylarını Cumhuriyet tarihinin utanç verici olayları olarak nitelendirmekte, filmi demokratikleşmeye cesaretlendiren önemli bir katı olarak gördüğünü belirtmektedir.40 
Kadıoğlu, Yeni Şafak gazetesinde Ali Murat Güven’in yönettiği sayfada çıkan Güz Sancısı filmine ait haberi eleştirmektedir. Yeni Şafak Gazetesinde çıkan haberde, filmde milliyetçi muhafazakar çizgideki Türklerin kötü insanlar olarak temsil edilmesi, birkaç bin gözü dönmüş insanla sınırlı olan sevimsiz bir olayın abartılması eleştirilmektedir. 
Sanatçıların böyle olayları hatırlatmaya değil, unutturmaya yardımcı olmaları gerektiği iddiası bulunmaktadır. Kadıoğlu bu iddiayı reddetmektedir. Yazara göre bu vahim iddia, yüzleşmeleri tamamen bir kenara itmekte, sorgulamayı ve düşünmeyi yok saymakta, resmi olmayan tarihi bilmemeyi şart koşmakta ve olayların gelecekte de yaşanması riskini taşımaktadır. 
Güz Sancısı filminin hazırlıkları sırasında yapılan çalışmaların konu edildiği bir başka haberde de olayların geçtiği günler için 1955’in iki kara günü ifadesi kullanmaktadır: 
Başta Rumlar olmak üzere, memleketin gayrimüslim nüfusuna tarihlerinin belki de en ağır darbesini indiren, türlü kirli hesapların neticesi olan, o meşum iki günde 6-7 Eylül’de neler olup bittiğini belki tamamen çözmek için değil de en azından anlamaya ve bir daha unutmamaya çalışmak için birebir Güz Sancısı. Filmin izleyene en basit ifadesi ile utanç hissi veren talan sahneleri yağmayı en şiddetli yaşamış Beyoğlu’nda geçiyor.41 

Radikal gazetesinin milliyetçi bir tavır gütmeden haber yapmaya çalıştığı gözlenmektedir. Gazetenin köşe yazarları da filmin sanatsal açıdan eleştiriye maruz tutulabileceğini ancak üstlendiği misyonun yadsınmaması gerektiğini vurgulamaktadırlar. 

Zaman Gazetesi 

Zaman gazetesinde filme ilişkin haberlerin, diğer gazetelere oranla çok daha düşük yoğunluklu olduğu ve yorum katılmadan, röportajlar üzerinden yapılmaya çalışıldığı gözlemlenmektedir. Genellikle, “1955 yılında geçen ve 6-7 Eylül olaylarını konu alan Güz Sancısı” ifadesinde olduğu gibi filme ve olaylara ilişkin yargı içermeyen tanımlamalar kullanılmıştır.42 

Ancak köşe yazarları açısından durum farklıdır. Nihal Bengisu Karaca, ışık tutulması gereken, fakat ısrarla karanlıkta bırakılmış hadiseler olarak nitelediği olayların anlatıldığı Güz Sancısı filminin sanatsal olarak eleştirilmesi konusunda: 
“Hadiseye ilişkin fotoğrafın ortaya çıkmasına bile ancak çeyrek yüzyıl sonra izin verildiği üzücü bir olayı anlatmanın, gündeme getirmenin, o araç sinema olacaksa bile iyisi kötüsü olmaz. Zira ortada erdemli olduğu tartışılmaz bir iş, borçluluk duygusu ile hareket eden diğerkam bir duruş vardır. Eleştirmen bile olsan el önce vicdana gider, on puanın ilk beşini hiç çekinmeden verirsin. Bu böyle bir film.”43 
ifadesini kullanmaktadır. 

“Kurşunkalem”44 adlı köşe yazısında ise, filmden alınacak pek çok mesaj olduğu, bu ülkede nerede kötülük varsa, orada derin devletin olduğunun da bu mesajların başında yer aldığı belirtilmektedir. 
Mümtaz’er Türköne, olayları kitlesel çirkinlik olarak nitelendirmektedir. 

Türköne, dünden bugüne ışık tuttuğunu söylediği film için, derin devlet denilen, provokasyon yapan devlet cihazının ne kadar beceriksiz olduğunun da ortaya çıktığını belirtmektedir. Olayları planlı bir provokasyon olarak nitelendirirken sonunun da tam bir fiyasko olduğunu vurgulamaktadır. Türköne’ye göre organizasyonu yapanlar her şeyi ellerine yüzlerine bulaştırarak, güya hizmet ettikleri devleti hem kendi vatandaşlarına hem de dünyaya karşı rezil etmişlerdir. 
Türköne, farklılıkları birlikte yaşamak için birçok nedenimiz olduğunu, beceriksizler yüzünden astarı yüzünden pahalıya gelen faturalar ödenmek zorunda kalındığını belirtmektedir.45 

Başka bir haberde de Güz Sancısı filminde aynı toplum içerisinde farklı kültür ve inançlara sahip kişilerin hayatlarını parçalayan bir dönemin, giderek çürüyen bir kentin anlatıldığı belirtilmektedir.46 
Zaman gazetesinin haber metinlerinin oldukça yoruma kapalı olduğu, yalnızca filme dair teknik bilgilerin verildiği haberler yapıldığı gözlemlenmektedir. Bununla birlikte köşe yazarlarının filmin önemine değinerek devleti eleştirdikleri ortaya çıkmaktadır. Filme gelen eleştirilerin haksızlığına dikkat çeken Zaman gazetesi köşe yazarları, filmin bir yüzleşme filmi olarak ele alınması, toplumsal vicdan için 
önem taşıyan bir yapıtın öncelikle misyonu üzerinden değerlendirilmesi, ardından filmin sanatsal eleştiri konusu yapılması konusunda hemfikirdirler. 

“Güz Sancısı” Filmine İlişkin Temsiller 

Olayların Niteleniş Biçimi Gazetelerin Filme Bakış Açısı Köşe Yazarlarının Olaylara Bakış Açısı Haberlerin Olaylara Bakış Açısı Hürriyet Gazetesi Tahrik Gerekli (Olayların Tekrar Yaşanmaması İçin) Tarihte Kara Leke Dramatik Radikal Gazetesi Milliyetçi Saldırılar Gerekli Eleştirel (Sanatsal Açıdan Eleştilmiş) Türk Tarihinin En Yüz Kızartıcı Sayfalarından Biri Vahim Zaman Gazetesi Yorumsuz (Röportajlar Üzerinden) Gerekli Derin Devletin İcraatı Yorumsuz 

Sonuç
 
Bu çalışmada Michael Schudson’un kuramından hareketle, belleğin yapısı gereği gerçekle birebir örtüşmesinin beklenemeyeceği, içkin karmaşasının göz önünde bulundurulması gerekliliği temel alınmıştır. Kültürel belleğin bir takım çarpıtma mekanizmalarına maruz kalabildiği ortaya konmaya çalışılmıştır. Bu amaçla öncelikle üç ayrı gazete analiz edilmiş ve 6-7 Eylül olaylarının temsil ediliş biçimleri incelenmiştir. 
Schudson’un dört çarpıtma mekanizmasının da analiz edilen gazetelerde etkili olarak kullanıldığı sonucuna varılmıştır. Bu bağlamda özellikle iki mekanizmanın işleyişinin önemli olduğu gözlemlenmiştir. 
Bunlardan ilki araçsallaştırmadır. Dönem için tehlike arz ettiği düşünülen “kızıl düşman”, “komünist” olarak nitelenenler direkt olayla ilişkilendirilmiş ve suçlu ilan edilmiştir. Diğer mekanizma ise uzlaşımsallaştırmadır. Her üç gazete de incelenen haberlerde “yağmacı ve çapulcuların, elleri bayraklı asil Türk gençlerinin temiz duygularından yararlandıkları” temsilinin üzerinde uzlaşım sağlandığı gözlemlenmiştir. 

Çalışmanın ikinci bölümünde 6-7 Eylül olaylarını konu alan “Güz Sancısı” filminin seçilen üç gazetedeki temsilleri incelenmiştir. Filmin bir yüzleşme filmi olarak ele alınmasının mümkün olup olmadığı ve yüzleşmenin olanaklılığı ortaya konmaya çalışılmıştır. Seçilen gazetelerde yer alan filme ilişkin haber ve köşe yazılarında olayların kara birer leke olarak kabul edildiği ortaya konmuştur. Filmin sanatsal 
açıdan aldığı eleştirilerin haksız olduğunun dile getirildiği pek çok köşe yazısında, filmin bir yüzleşme filmi olarak kabul edilip, hakkının teslim edilmesi gerektiği yönünde fikir birliğine varıldığı saptanmıştır. 
İlk bölümde yapılan çalışmada seçilen gazetelerde çarpıtma mekanizmaları kullanılarak, gerçekliğin kurgulandığı gözlemlenebilmektedir. 
İkinci bölümde ise filmin misyonunun başarıya ulaştığı ve yüzleşmenin olanaklılığı köşe yazılarının analizinden ortaya çıkmaktadır. 
Bu bağlamda ilk dönemde kurgulanan gerçekliğin ikinci dönemde çözümlene bildiğini, aradan geçen zaman içerisinde gazete yorumlarının ve haberlerinin 6-7 Eylül olaylarının vahametini kavrayabildiğini, bir özür filmi olarak nitelenebilecek Güz Sancısı’nı taşıdığı misyonun değerini ortaya koyabildiğini söylemek mümkün görünmektedir. Filmin sanatsal açıdan eleştirisine olumlu bakılmakta ancak toplumsal bir yüzleşmeyi beraberinde getirebilme olasılığı düşünüldüğünde filmin varlığının bu eleştirileri aşması gerektiği üzerinde uzlaşılmaktadır. 

Film seçilen tüm gazetelerin yazarları tarafından gerekli ve önemli bulunmuş, hatırlattıklarının değeri vurgulanmış ve tarihin kara lekesi olarak kabul edilen 6-7 Eylül olaylarının tekrarlanmaması için bu filmin izlenmesi gerektiği vurgulanmıştır. Ayrıca çalışmanın ikinci bölümünde gazete taramalarından ortaya çıkan sonuçlar arasında, bu filmin varlığıyla geç de olsa, sancılı bir dönemin başladığına olan inanç da bulunmaktadır. Empoze edilen resmi tarih yanında, seyirci kalmayan, bilgi birikimi, vicdanı ve aklını kullanma kararını vermiş olan bir kitle bulunduğuna duyulan vurgu da yine ikinci bölümde ortaya çıkan sonuçlardandır. 

Gazete haberlerine ve köşe yazarlarının yorumlarına göre, resmiyetle uyumlu kolektif hafıza yerine, özür filmi izleyen ve yorumlayan bir kitle söz konusudur. 

Yüzleşmenin olanaklılığı ve gerçekleştirilebileceğine olan inanç seçilen gazetelerin ve köşe yazarlarının ortak düşüncesi olarak belirmektedir. 

Son Notlar 

1 Bu araştırma 2012 yılında tamamlanmıştır. 
2 Michael Schudson, “Kolektif Bellekte Çarpıtma Dinamikleri”ni incelediği makalesinde, bireysel bellek diye bir şeyin olmadığını, belleğin toplumsal 
olduğunu vurgular. 
Buna göre, bireysellikten ziyade, kural, kanun ve standart kayıtlar söz konusudur. Bu kültürel uygulamalar aracılığı ile de insanlar geçmişe borçlu olduklarını 
onaylayarak manevi bir devamlılık sağlarlar. Bunlar genellikle farkında olunmayan depolanmış bilgilerdir. 
3 İstanbul Ekspres, 07.09.1955, s.1. 
4 6 Eylül günü saat 14.00 itibariyle örfi idare ilan edilmiş, ertesi gün kaldırılmıştır. 
5 İstanbul Ekspres, 07.09.1955, s.1. 
6 İstanbul Ekspres, 07.09.1955, s.2. 
7 İstanbul Ekspres, 09.09.1955, s.1. 
8 İstanbul Ekspres, 09.09.1955, s.1. 
9 İstanbul Ekspres, 09.09.1955, s.3. 
10 İstanbul Ekspres, 10.09.1955, s.1. 
11 İstanbul Ekspres, 11.09.1955, s.1. 
12 İstanbul Ekspres, 11.09.1955, s.1. 
13 İstanbul Ekspres, 14.09.1955, s.1. 
14 Cumhuriyet, 07.09.1955, s.1. 
15 Cumhuriyet, 08.09.1955, s.1. 
16 Cumhuriyet, 09.09.1955, s.1. 
17 Cumhuriyet, 10.09.1955, s.1. 
18 Cumhuriyet, 13.09.1955, s.1. 
19 Hürriyet, 08.09.1955, s.1. 
20 Hürriyet, 09.09.1955, s.5. 
21 Hürriyet, 10.09.1955, s.2. 
22 Hürriyet, 01.09.1955, s.2. 
23 Hürriyet, 12.09.1955, s.3. 
Hürriyet, 13.09.1955, s.1. 
Hürriyet, 31.07.2008. 
Hürriyet, 20.02.2009. 
Hürriyet, 27.01.2009. 
Hürriyet, 28.01.2009. 
Hürriyet, 29.01.2009. 
Hürriyet, 08.02.2009. 
Hürriyet, 24.01.2009. 
Hürriyet, 08.02.2009. 
Hürriyet, 03.05.2009. 
Hürriyet, 14.08.2008. 
Radikal, 01.08.2009. 
Radikal, 23.01.2009. 
Radikal, 24.01.2009. 
Radikal, 27.01.2009. 
Radikal, 29.01.2009. 
Radikal, 01.02.2009. 
Radikal, 02.02.2009. 
Zaman, 22.01.2009. 
Zaman, 23.01.2009. 
Zaman, 24.01.2009. 
Zaman, 25.01.2009. 
Zaman, 03.10.2009. 

Kaynakça 

ASSMANN, Jan, Kültürel Bellek, Eski Yüksek Kültürlerde Yazı, Hatırlama ve Politik Kimlik, Çev. Ayşe Tekin, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2000. 
CONNERTON, Paul, Toplumlar Nasıl Anımsar?, Çev. Alaeddin Şenel, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 1999. 
GÜVEN, Dilek, “Cumhuriyet Dönemi Azınlık Politikaları Bağlamında 6-7 Eylül Olayları”, Çev. Bahar Şahin, İstanbul, 2005. 
SCHUDSON, Michael, “Kolektif Bellekte Çarpıtma Mekanizmaları”, Çev. Begüm Kovulmaz, Bellek: Öncesiz, Sonrasız, Cogito, Yapı Kredi Yayınları, 
179-199. Bahar, 2007. 
TRAVERSO, Enzo, Geçmişi Kullanma Klavuzu, Tarih, Bellek, Politika, Çev. Işık Ergüden, Versus Yayınları, İstanbul, 2009. 

Gazeteler 

İstanbul Ekspres 6 Eylül 1955 -15 Eylül 1955 
Hürriyet 6 Eylül 1955 -15 Eylül 1955 
31 Temmuz 2008 – 04 Ocak 2010 
Cumhuriyet 6 Eylül 1955 -15 Eylül 1955 
Radikal 14 Ağustos 2008 -2 Şubat 2009 
Zaman 1 Ağustos 2008 -3 Ekim 2009. 

***

Türk Toplumsal Belleğinde 6-7 Eylül Olayları BÖLÜM 3

Türk Toplumsal Belleğinde 6-7 Eylül Olayları BÖLÜM 3


Toplumsal Bellek, 6-7 Eylül Olayları, Duygu Onay Çöker, Güz Sancısı,yüzleşme, Cumhuriyet Gazetesi, Kızıl Maske Düştü,İstanbul Ekspres Gazetesi,
Hürriyet Gazetesi,

İstanbul Ekspres, Cumhuriyet ve Hürriyet Gazetelerinin Olaylara Dair Ortak Kategorileştirme ve Temsil Biçimleri Türk Gençleri Ötekiler Elleri Bayraklı ve Atatürk Posterli Çapulcu, tahripçi, tahrikçi ve emirlere riayet etmeyen Vatanperver milliyetçi gençler Hükümet yanlısı olan dost azınlıklar, olay çıkartmak için bekleyen kötü niyetli azınlık vatandaşlar Aniden heyecana kapılabilen Fırsattan istifade eden İstanbul Ekspres gazetesi 7 Eylül 1955 tarihlinde olaylardan sonra yayımla nan sayısında Hürriyet ve Cumhuriyet gazetelerinden farklı olarak ilk günden olayların sorumlularını ‘komünistler’ olarak belirlemiştir. Yine aynı gazete, diğer iki gazetede yer almayan ‘aşk salonu’ olarak nitelenen yerlerde çalışan kadınları suçlama eğilimi göstermiştir. Her üç gazete de yakalananları dört grupta toplama eğilimi göstermiştir: 

“ Tahrikçi, Çapulcu, tahripçi ve emirlere riayet etmeyen”. 

Cumhuriyet gazetesi, olayları daha çok Megalo İdeacıların üzerinden kurgulama eğilimine gitmiştir. Gazeteye göre olayların çıkmasında kızılların rolü büyüktür ancak Rumlar da onlara yardım etmişlerdir. Seçilen her üç gazete de vatanperver, Atatürk posterleri ve Türk bayrakları taşıyan gençleri bir anlık heyecana kapılmaları nedeniyle mazur görmekte, zaten olayların komünistler tarafından çıkartıldığını, asil Türklerin böyle kızıllara ve çapulcu takımına uymadığını vurgulamaktadırlar. 

Çarpıtma Mekanizmaları 

6-7 Eylül olaylarının basına yansımasının Michael Schudson’un kolektif bellekteki çarpıtma mekanizmaları ekseninde incelenmeye çalışıldığı bu araştırmada, taranan her üç gazetenin olaylarla ilgili haberlerinde de aynı sonuçlara rastlanmıştır. Öncelikle haberlerde olayların ayrıntılarına girilmediği gözlemlenmektedir. 
Özellikle yağma ve zarar verme eylemleri bir uzaklaştırma ve geçmiş olarak kabul etme ilişkisi içerisinde metinleştirilmiştir ki bu durum Schudson’un “Uzaklaştırma” olarak nitelediği ilk çarpıtma mekanizmasına denk düşmektedir. Bu mekanizma gereğince kurgulanan olaylardan geriye sadece anma törenleri ile hatırlanacak anılar kalması mümkün olmamaktadır (Schudson, 182). Ne azınlıklara ne de zarar 
gören herhangi birine dair bir söylem bulunmamaktadır. Azınlıklarla röportajlar yapılmıştır ancak bunlar sadece hükümetin yardım yapacağını açıklamasından sonra, yardımlar bağlamında sınırlı olarak gerçekleştirilmiştir. Bu durumda da basına sadece azınlıkların Türk Hükümetine duydukları şükran ve dile getirdikleri teşekkür yansımaktadır. 

İkinci çarpıtma mekanizması olan “Araçsallaştırma” ise güncel ve stratejik çıkarlara hizmet edecek şekilde olayların tahrif edilmesidir. 

Bu olay, dönem için oldukça önemli olan Kıbrıs meselesinin Türkiye lehine çevrilmesinde, Türk halkının gördüğü maddi ve manevi zarar söz konusu edilerek araçsallaştırılmaya çalışılmıştır. Söz konusu araçsallaştırma tek yönlü de değildir. “Mabetler de yıkıldığına göre, suçlular komünistlerdir” söylemi ile sol görüşlüleri olaylardan sorumlu tutarak kızıl düşman ilan etmek, araçsallaştırma örneklerinden bir diğeridir. Sadece İstanbul Ekspres’de bulunan “aşk salonlarında çalışan kadınlar” olarak ifade edilen kadınların bu olaylardan suçlu tutularak tutuklaması da bu kategoride ele alınmalıdır. Dönemin tehlike teşkil ettiği düşünülen kesimleri olaylardan sorumlu tutulmuş ve tutuklanmıştır. 

Bir diğer çarpıtma mekanizması olan “Öyküleme”, geçmişi ilginçleştirerek kültürel biçimde sarmalamaktır. Buna göre, “Türk Bayraklı ve Atatürk posterli vatansever gençler” başroldeki kahramanlara dönüşmüş, gerçekleştirilen eylemler nedeniyle üzgün de olsalar, milli bir asaletle olayı halledememiş de olsalar sonuçta suçlu olanların onlar olmadığı defalarca vurgulanmıştır. Öyküleme, Schudson tarafından sadece geçmişte olmuş bir olayı yeniden anlatmak olarak ele alınmaz. 
Aynı zamanda süsleme ve abartma sanatıdır da (190). 
İşte basın da, seçilen gazeteler üzerinden de incelendiği şekilde, bu süsleme ve abartıyı gerçekleştirmektedir. 

Son çarpıtma mekanizması olan “uzlaşımsallaştırma ve bilişselleştirme”, daha açık bir ifade ile geçmişin bilinebilir hale getirilmesi açısından da oldukça ilginç sonuçlar ortaya çıkmıştır. Basına yansıyan haberlerin aslında meydana geldiği gibi değil, hatırlanmasının isteneceği şekilde ve tam da aynı noktalara önem verilerek kurgulandığı gözlenmiştir. Buna göre, kamuya ait bir alanda meydana gelen olaylar kaydedilirken, aktif biçimde elden geçirilmiş ve fikir birliği içerisinde olayları gerçekleştirenlerin kimler olduğu kurgulanmıştır. Çünkü haber metinlerinde hep aynı ifadeler bulunduğu ve kategorilere ayırma aynı şekilde yapıldığı tespit edilmektedir. Özellikle üç gazetenin de suçluları komünistler olarak belirlemesi ve çapulcu, tahripçi, tahrikçi ve emirlere riayet etmeyen olarak ayırması, Türk gençlerini de asil, elleri bayraklı ve Atatürk posterli temsil etmesi uzlaştırma örneklerinden bir tanesi olarak bu kategoride ele alınabilir. 
Sözü edilen dört çarpıtma mekanizmasının da 6-7 Eylül olaylarının temsili sırasında incelenen üç ayrı gazetede uygulanmış olduğu sonucuna varılabilmek tedir. İkinci bölümde çarpıtma mekanizmalarına tabi tutulmuş bulunan bu olaylarla yüzleşmenin olanaklılığının sınanması amaçlanmaktadır. 


 https://www.youtube.com/watch?v=8xEh7naaCGo

Yüzleşme 

Bu bölümde 6-7 Eylül olaylarını konu alan ve Tomris Giritlioğlu’nun yönettiği ‘Güz Sancısı’ adlı filmin, seçilen gazetelerde yer alan yorumları incelenerek yüzleşmenin olanaklılığı sorgulanmaya çalışılacaktır. 

İncelenecek gazeteler, Hürriyet Radikal ve Zaman gazeteleridir. Filme ilişkin nadiren haber yapıldığından, yapılan haberler de genellikle oyuncular ve onların ilgi çekici demeçleri üzerinden gerçekleştirildiğinden, filmin hazırlıklarının konu edilmeye başlandığı 09.12.2001 tarihinden çalışmanın başladığı Aralık 2010 tarihine kadar olan süreç tümüyle inceleme konusu yapılmıştır. 


https://www.youtube.com/watch?v=1WSvyqC54eI

Hürriyet Gazetesi 

Hürriyet’te filme ilişkin olan toplam 24 haber ve köşe yazısı taranmıştır. Gazetede filme ilişkin ilk haber, Varlık Vergisinin konu edildiği “Salkım Hanımın Taneleri” filminin ardından gerçekleştirilecek yeni bir proje olan “Güz Sancısı”nın çalışmalarının başladığını bildiren haberdir. 

“Bir Hesaplaşma Daha” başlıklı haberde 6-7 Eylül olayları “dramatik” olarak ifade edilmektedir. Olayların kökeninde toplumdaki ekonomik dengesizlik ve siyasal sorunların olduğu belirten gazete Yunanistan’daki Enosis sorununun ve Kıbrıs meselesinin Türkiye’deki azınlıklara karşı bir önyargı oluşturduğunu ifade etmektedir. Haber, ‘toplumda infial yarattı’ şeklinde nitelediği olayların “İstanbul’a dışarıdan geldiği öne sürülen bazı yoksul kitlelerce çığırından çıkartıldığından” söz etmektedir. “Güz Sancısı’nın Çekimleri Başlıyor”25 başlıklı başka bir haberde ise, “Filmde tarihe 6-7 Eylül olayları olarak geçen ve 1955 yılında ‘Atatürk’ün evine bomba atıldı’ yalanıyla kışkırtılanlar tarafından İstanbul’da bulunan azınlıkların ev, işyeri ve ibadethanelerinin yağmalanması anlatılacak.” ifadesi bulunmaktadır. 

Bu haberde açıkça Ata’nın evine bomba atılması olayının yalan olduğunu kabullenilmektedir. 
Doğan Hızlan, film üzerine kaleme aldığı “6-7 Eylül’ü Gördüm”26 adlı yazısında filmin o geceyi yaşayanlara fecaati bir kez daha anımsatacak, görmeyen, yaşamayan genç kuşağın da böyle bir gecenin sonuçlarını görerek bir daha olmaması için neler yapılması gerektiği konusunda derin derin düşündürecek bir film olacağını ifade etmektedir. İstanbul’da o dönemde dostluk içerisinde yaşayan halktan söz eden Hızlan, Ata’nın evinin bombalandığı haberinin yarattığı sonuçları “tahrik” olarak değerlendirmekte ve kendi anılarından yola çıkmaktadır. 

Devletin insanlığı, demokrasiyi, özgürlüğü zaman zaman unuttuğunu, muhalifi cezalandırdığını anlatırken, Güz Sancısı’nın yansıttığı dehşeti söz konusu etmektedir. Filmde, bir yandan Rum kadınının duyarlığının, ince aşkının, diğer yandan derin devlet ahtapotunun kollarının herkesi nasıl sardığının konu edildiğini belirtmektedir. Bu dönemleri yeniden tartışmaya açan Yılmaz Karakoyunlu’nun romanının ve Tomris Giritlioğlu’nun filminin öneminin altını bir kez daha çizmektedir. Güz Sancısı’nın tarihin bir yanlışını nasıl ortaya koyduğunu, 
yarım yüzyılı aşkın sürede ne kadar yol kat edildiğini belirtmektedir. 

Hürriyet gazetesinin özellikle köşe yazarları filmin önemine dikkat çekmekte ve tarihle yüzleşme için gerekliliğini dile getirmektedirler. 
Bu yazarlardan bir diğeri de Hadi Uluengin’dir. 
Hadi Uluengin 6-7 Eylül olaylarını “lanetli bir sayfa” olarak nitelendirmektedir. Uluengin yazısında ulus devletlerin ötekileştirerek var olduklarını, böylece dışlama, ötekini hedef alma ve mezalim olaylarına bulaştıklarını ifade etmekte ve tarihin kara sayfalarına geçmiş örnekler vermektedir. Üç bölüm halinde hazırladığı yazısının ilk bölümünü bitirirken, “Hiç şüphesiz, Güz Sancısı filmlerini yaparak ve seyrederek korkmadan ve inkar etmeden kendi ‘tarih sancılarımızı’ sorgulamalı yız.” 27 ifadesi bu düşünceleri en açık şekliyle yansıtmaktadır. Yazısının ikinci bölümünde28 de muzaffer ideoloji ve resmi tarihten söz etmekte ve resmiyetle uyumlu bir kolektif hafızanın nasıl yerleşiklik kazandığını anlatırken, sorgulama girişimlerine karşı kitlelerin nasıl tepki gösterdiklerini konu etmektedir. Uluengin’e göre, gayrı resmi tarihi bilmeyen kalabalığın saldırganlığı söz konusudur. Sorgulamak, bilgi birikimi, ahlak donanımı ve vicdan namusu gerektirmektedir. Tarihle barışma azmi hem erkan hem de avamla bozuşma riskini taşımaktadır. 

***

Türk Toplumsal Belleğinde 6-7 Eylül Olayları BÖLÜM 1

Türk Toplumsal Belleğinde 6-7 Eylül Olayları BÖLÜM 1


Toplumsal Bellek, 6-7 Eylül Olayları, Duygu Onay Çöker, Güz Sancısı,yüzleşme, 

Kurgulanmış Gerçekliğin Sorgulanması: 
Duygu Onay Çöker 

Bu çalışmanın ilk amacı, 6-7 Eylül olaylarının basına yansıma sürecinde kolektif belleğe ait çarpıtma mekanizmalarına maruz kalıp kalmadığının, eğer çarpıtma söz konusu ise bunların hangi mekanizmalar olduğunun Michael Schudson’ın “Kollektif Bellekte Çarpıtma Mekanizmaları” teorisi bağlamında incelenmesidir. İkincisi ise, çarpıtma mekanizmaları ekseninde kurgulandığı varsayılan gerçeklikle sanat aracılığı ile yüzleşmenin olanaklılığının Tomris Giritlioğlu’nun “Güz Sancısı” adlı filmi çerçevesinde araştırılmasıdır. 
Beş farklı gazete taraması, çalışmanın ampirik kısmını oluşturmaktadır. 


Kurgulanmış Gerçekliğin Sorgulanması: Türk Toplumsal Belleğinde 6-7 Eylül Olayları Bu çalışmada, 6-7 Eylül 1955 tarihinde İstanbul’da yaşayan azınlıklara yönelik olarak gerçekleştirilen ağır tahrip ve yağma hareketinin Türk basınına yansırken kolektif belleğe ait hangi çarpıtma mekanizmalarına maruz kaldığı, toplumsal belleğin inşasında basının nasıl bir yöntem izlediği ve olayların üzerinden geçen 571 yılın ardından yüzleşmenin olanaklılığı sorgulanmaktadır. Çalışma iki bölümden oluşmaktadır. 

İlk bölümünde, seçilen gazetelerin olayları hangi açıdan okudukları, haberleri nasıl kurguladıkları ve hangi çarpıtma mekanizmalarını kullandıkları araştırılmaktadır. Azınlıkların, sözü geçen gazeteler için ne anlam ifade ettiği, daha önce yaşanan olayları nasıl çarpıtarak 6-7 Eylül açısından araçsallaştırdıkları, kültürel bir bütünlük içinde öyküledikleri ve kolektif olarak nasıl inşa ederek uzlaşımsallaştırdıkları sorgulanmaktadır. 

Ardından çarpıtma mekanizmalarıyla kurulan toplumsal belleğin, olaylarla yüzleşmesinin olanaklılığı sorgulanmaktadır Bu amaçla, Türkiye’nin geçmişiyle hesaplaşmasında önemli bir adım olarak kabul edilen ve Tomris Giritlioğlu’nun yönettiği “Güz Sancısı” adlı filmin seçilen üç gazetedeki yorumları incelenmektedir. Belleğin toplumsallığı ve etkileşimli olarak anımsaması, tekrarlar ve yeniden gözden geçirmelerle işlemesi, seçiciliği ve bir şeyi hatırlarken ötekini unutmak zorunda olması mekanizmaları üzerinden, kolektif belleğin yüzleşmeyi nasıl gerçekleştirdiği sorgulanmaktadır. 

Basının 6-7 Eylül olaylarını yansıtırken kullandığı çarpıtma mekanizmaları Michael Schudson’un kuramı çerçevesinde açımlanmaktadır. 

Haber metinlerinde olayların meydana gelişi ve sorumluları, olaylara yönelik tepkiler, olayların arka planlarına yönelik tepkiler, olayların sonuçları incelenmektedir. Bu bağlamda da Schudson’un kuramından hareketle, haber metinleri araçsallaştırma, uzlaşımsallaştırma, öyküleme ve uzaklaştırma çerçevesinde ele alınmaktadır. 

Bu çalışmanın temel varsayımları şöyle sıralanabilir: “Seçilen üç gazetenin dönemin hükümetinin düşüncelerini yansıtması ve bunun dışına çıkamaması”, “Gazete yorumlarından ve haberlerinden basının azınlıklarla ilgili fikirlerinin olumsuz olduğunun anlaşılması”, “Toplumu muhafazakar-milliyetçi bir bakışla harekete geçirme amacı güdülmesi”, “Halkı sağ duyuya teşvik eden haberler yapılmaması”, 
Güz Sancısı filminin bir özür filmi olarak nitelendirilmesi”, “Filmin gerekliliğinin ve öneminin kabullenilmesi”, “Filmin tarihsel bir sorgulama ve resmi tarihe karşı yeni bir gerçeklik olarak ortaya konması”. 

Kolektif Bellekte Kurgulanan Gerçeklik 

“Toplumsal bellek medyada nasıl kurgulanmakta, eğer çarpıtılıyor ise hangi çarpıtma mekanizmalarına maruz kalmaktadır?” Bu sorunun kolektif bellek bağlamında ele alınarak, 6-7 Eylül olaylarının aynı dönemin gazeteleri tarafından nasıl bir kurgu ile halka yansıtıldığının anlaşılabilmesi için Jan Assman’ın kültürel bellek tanımından yola çıkmak yararlı görünmektedir. Assman’a göre belleğin neyi içerdiğini, nasıl ve ne kadar süre ile muhafaza ettiğini bireyin kapasitesi ve yöneliminden ziyade dış koşullar, yani toplumsal ve kültürel çerçevenin 
koşulları, belirler (2001: 24). Bu bağlamda bireysel belleğin bile belirli ölçütler dahilinde gerçeğe uygunluğunun hesaplanabilmesi oldukça zor görünürken, bir de kolektif belleğin yargılanması söz konusu olduğunda, daha karmaşık durumlarla karşılaşılmaktadır. 

Bunun sebebi, bireysel belleğin haznesinin kişinin kendisi olması, kolektif bellek için ise böyle bir durumun olmamasından kaynaklanır.2 
Kültürel bellek, kalıplar halinde yerleşmiş olduğundan, verilmiş olarak kabul edilir. Üstelik Michael Schudson’a göre kişiye özel bir anı dahi bulundursa, kültürel olma niteliğini yitirmez (180). 
Kişi kolektif belleğin içine doğmaktadır. Zamanla ritüelleri öğrendikçe, anıt ve kitaplardan, kültüre ait kalıplardan verili bellek biçimlerini edindikçe, kendi anılarını da onların içine katmaktadır. Ancak, kendi anılarını katma sürecinde bellek işlevini birey ötesi dil aracı ile yerine getireceğinden, kolektif olma niteliğini yitirmemektedir. Belleğin bireysel mülkiyeti yine kendisine ait olsa da toplumla paylaşacağı için kolektif bellek olarak nitelendirilecektir. 
“Belleğin çarpıtılma mekanizmaları” ifadesi, gerçekle tamamen örtüşen bir belleğin olabileceği varsayımını beraberinde getirmektedir. 
Ancak ne kişisel belleğin, ne de kolektif belleğin gerçekle örtüştüğünü doğrulayan bir mekanizma bulunmamaktadır. Schudson’a göre, belleğin yapısından kaynaklanan seçicilik özelliği nedeni ile çarpıtma söz konusu olmaktadır (181). Bir görme biçimi aynı zamanda bir görmeme biçimi olduğundan, bellek de salt bir kaydetme yöntemi olmadığından, hatırlama ve unutma art arda birbirini tamamlayarak belleği oluşturacaktır. Bu da kendine içkin karmaşası ile birlikte toplumsal, psikolojik ve tarihi etkilerini beraberinde getiren bir süreçtir. 
Bu bağlamda da 6-7 Eylül olaylarının farklı hikayeler olarak okunabildiği ortaya çıkmaktadır. Örneğin, olaylar Türk Milliyetçiliğinin inşası açısından bir ulus kurma ve homojenleşme projesi süreci olarak okunduğunda farklı bir hikaye, azınlıklara karşı gerçekleştirilen eylemler ve onların ülkeyi terk etmeleri olarak okunduğunda ise başka bir hikaye belirmektedir. 

Schudson “Kolektif Bellekte Çarpıtma Mekanizmaları” adlı çalışmasında dört önemli çarpıtma mekanizmasından söz etmektedir . 
Bunlardan ilki “uzaklaştırma”dır. Bu mekanizma, geçmişin geri çekilmesi anlamına gelmektedir. Olaylar ve anılar silikleşmekte, duygusal yoğunluk kaybı yaşanmakta dır. Bu çalışmada incelenen haberlerde, öncelikle uzaklaştırma yapılıp yapılmadığı araştırılmaya çalışılacaktır. 
Ardından ikinci bir çarpıtma mekanizması olan “araçsallaştırma” sınanacaktır. Araçsallaştırma mekanizmasının amacı, geçmişin nasıl kullanıldığını, hangi amaçlar bağlamında çarpıtıldığını, hangi çıkarlara hizmet ettiğini ortaya koymaktır. Üçüncü mekanizma “öyküleme”dir. Yaşanmış durumun ilginçleştirilmesi ve daha dikkat çekici kılınması anlamına gelmektedir. Son mekanizma ise “bilişselleştirme 
ve uzlaşımsallaştırma”dır. Geçmiş bilinebilir hale getirilirken, anıları öğretilmiş hali ile tekrarlamak ve bunun üzerinde uzlaşmak amaçlanmaktadır. 
Bu çalışmada, sözü edilen çarpıtma mekanizmalarının 6-7 Eylül olaylarına nasıl uygulandığı sorgulanmaya çalışılmaktadır. 

Basının “Gerçek”i 

Bu kısımda üç ayrı gazetenin (İstanbul Ekspres, Hürriyet ve Cumhuriyet), 6-7 Eylül 1955 tarihinde gerçekleştirilen olaylarla ilgili olarak yayımlandıkları haberler incelenmektedir. Sözü edilen gazetelerin, 6 Eylül-15 Ekim 1955 tarihli sayıları taranmış, 15 Eylül 1955 tarihinden itibaren her üç gazetede de olaylara ilişkin haberlerin sona erdiği görülmüştür. İstanbul Ekspres gazetesinin seçilmesinin nedeni, olayların başlamasında kilit işlev üstlenmiş olması ve 6 Eylül günü ikinci baskı yaparak haberi ilk kez duyurmuş olmasıdır. İstanbul Ekspres’de belirtilen tarihler arasında 40 haber yayımlandığı saptanmıştır. Hürriyet ve Cumhuriyet gazeteleri ise perspektifleri ve hedef kitleleri dikkate alınarak seçilmiştir. İki gazetede olaylara ilişkin olarak toplam 64 haber taranmıştır. Her üç gazetenin de 6 Eylül 1955 tarihli baskılarında, olaylar başlamadan önce, geniş ölçüde Kıbrıs meselesine ilişkin haberler yer almaktadır. 

İstanbul Ekspres Gazetesi 

6-7 Eylül olayları, 6 Eylül 1955 günü ikinci baskısını yapan İstanbul Ekspres’de “Atamızın Evi Bomba ile Hasara Uğradı” manşeti ile duyurulmuştur. Ertesi gün ise “Hükümet Tebliği: Komünist Terkibine Maruz Kaldık” ifadesi ile sorumluları komünistler olarak belirlemiştir 3. 
Örfi İdarenin kaldırıldığı bildirilmekte, askeri birliklerin aldığı tedbir sayesinde İstanbul’un sükûnete kavuştuğu vurgulanmaktadır 4. 
Bu ilk sayfa tamamen olaylara ayrılmış, olaylar diğer haberlere de alt katman olarak yansımıştır. “Güçlükle Kurtuldu” başlıklı haberde, “bazı çılgın kimselerin Kıbrıs’ın komünistlerin olacağını söylemeleri ya da Yunanistan lehinde yaptıkları konuşmalar” 5 nedeni ile halk tarafından linç edilmek istendikleri belirtilmekte ve bu istek haklılaştırılmaktadır. Olayları çıkartan ve linç, yağma hareketlerini 
gerçekleştiren grupların fotoğraflarının altına, “Gençlik yukarıda görüldüğü gibi ellerinde bayraklar, Atatürk’ün portreleri, büstleri olduğu halde, her an biraz daha kalabalıklaşan mitinglere doğru gitmişlerdir.” ifadesi kullanılmaktadır. Olayları çıkartan “gençlik” haklı gösterilmeye çalışılmakta, ellerindeki posterler ve büstler özellikle vurgulanmaktadır. Ayrıca, sayfada Yunan Konsolosunun motorla İzmir’i terk ettiği haberi “Kaçmaya Muvaffak Oldular” başlığı ile verilmiştir. Burada, konsolosun kaçmasının gerekliliği, kızgın kalabalığın elinden ancak kaçarak kurtulacağı ve kaçmayı başardığı vurgusu dikkat çekilmektedir. 

Olayın acı boyutu “Yunan Hava Yolları başta olmak üzere bir tek Rum mağazası kalmamıştır. Karaköy’den Şişli’ye kadar bütün büyük küçük Rumlara ait dükkanların hepsi tahrip edilmişti”6 başlıklı haberde de ortaya çıkmaktadır. Gazete, o akşam İstiklal Caddesinde bulunan Amerikalı bir turist gurubun “Türk Milletine dokunulamaz, bunu bu akşam öğrendik. Var olsun Türk Milleti” ifadesini kullandığını belirterek, bu ifadeyi büyük harflerle vurgulamakta ancak olayın bağlamının tam olarak yansıtmamaktadır. Haberde büyük bir çelişki göze 
çarpmaktadır. Azınlıkların mülklerine zarar verilmesinin nedeninin Atatürk’ün evine yapılan saldırıdan kaynaklandığı, haber metnin alt katmanından okunabilmektedir. Böylelikle, olayların Türkler tarafından gerçekleştirildiği kabullenilmiş olmaktadır. Eğer gezmeye çıkmış bir grup turist “Türk Milletine dokunulamaz, bunu öğrendik” diyorsa, ortada Türklerin almış olduğu bir intikam ya da güç gösterisi olması 
gerekmektedir. Daha ilk günden olayları Türklerin çıkarmadığını belirtilerek önce komünistleri daha sonra pek çok farklı gurubu suçlama eğilimine giden gazete burada kendisi ile çelişmektedir. 
“Kızıl Maske Düştü” 7 manşetiyle verilen bir başka haber komünizm tehlikesinden ve olayların kilit noktasında komünistlerin olduğundan hareket etmektedir. Vatandaşların milli hislerinden istifade eden 33 komünistin yakalanarak askeri makamlara teslim edildiği bildirilmektedir. 
Gazete ayrıca hükümetin olaylar için tazminat ödeyeceğini duyurmaktadır. Vatandaşların gözünden olayı yansıtma iddiasında olan gazete “Kızıl tahrikçilerin milli hislerimizin galeyana gelmesinden nasıl faydalandıklarını, tahrip işinde önderlik ederek bu faciaya sebep olduklarını çok iyi öğrendik.”8 ifadesine yer vermektedir. 
Tahrikçiliğin ele başlarının Türkiye’yi dostsuz bırakma gayesini güttükleri başlıklı haberde ise “33 müseccel komünistin tutuklandığı” ve “Kıbrıs Türktür cemiyetinin kapatıldığı” 9 bildirilmektedir. Derneğin emniyette tutulan 97 üyesi olaylarla hiçbir ilgilerinin bulunmadığını belirtmişler, suçun komünistlere ait olduğunu iddia etmişlerdir. Haberin devamında, aynı saatlerde farklı semtlerde başlayan olayların 
tertip olduğunu ifade edilmekte, komünistler tarafından gerçekleştirilmiş olmasının muhtelif olduğu belirtilmektedir. 

Hükümetin zarar görenlere yardım edeceğini duyurmasının, küçük sermayeli esnafa teselli olduğunu belirten bir başka haberde, sahibi Türk, işletmecisi Rum olduğu belirtilen işletmelerin çalışanlarına fikirleri sorulmaktadır. Rum işletmeciler in yapılan yardım için müteşekkir olduklarını, özellikle hükümetin bu olayda hiç bir suçu olmadığına inandıklarının altı çizilmektedir. Azınlıkların perspektifinden, olaylara dair bundan başka herhangi bir yorum bulunmamaktadır. 
Gazete, askeri mahkemelerin kurulmuş olduğunu, tahrikçilerin yargı önüne çıkarıldıkları bildirmektedir. Habere göre, olaydan sonra yağma ve tahrikçilik yapan 150 kadın yakalanmıştır. Bunlar arasında “aşk salonu” sahibi olan iki kadın da bulunmaktadır.10 

Gazetenin aynı baskısında yakalanmış bulunan komünistlerin olayların tam olarak ortaya çıkartılması için gereken bilgileri vermedikleri ve halen Harbiye’de tutuldukları belirtilmektedir. 
Alınan tedbirlerin ne kadar hızla işlerliğe girdiği, hemen hemen tüm dükkanların onarılmaya başlandığı ve normal satışlarını başladığı, Amerika’nın alınan tedbirleri ve duruma hakimiyeti övmesi de olaylara ilişkin haberler arasındadır.11 Gazete yakalanmış bulunan üç bin kişiyi şu şekilde sınıflandırmıştır: “tahrikçi, çapulcu, tahripçi ve emirlere riayet etmeyen”.12 
“Dünya suçluları tanıyacaktır” başlığı taşıyan 13 Eylül tarihli gazetede Menderes ve Köprülü’nün demeçleri manşetten verilmektedir. 
Buna göre, Menderes, olayları çıkartanları düşman ilan etmiş, Köprülü de mabetler zarar gördüğü için olayları çıkartanların komünistler olduğunun ispatlandığını belirtmiştir. Gazete, halkı yağmacıları ihbar etmeye davet etmektedir. “Vatandaş, komünistleri, uydurma haber verenleri, tahrikçileri, kışkırtıcılığı, yağmacıları, derhal karakollara ihbar et.”13 

Olayların başlamasında ve devam eden günlerde duyurulmasında oldukça önemli bir rol oynayan İstanbul Ekspres gazetesi, olayların “ Komünistler”, “aşk evlerinde çalışan kadınlar”, “çapulcu ya da çingeneler” tarafından çıkartıldığı üzerinde ısrarla durmaktadır. Azınlıkların bakış açısından herhangi bir habere yer verilmemiş, onlarla gerçekleştirilen röportajlarda da sadece, zararlarını karşılayan hükümete olan şükranları dile getirilmiştir. Ayrıca, seçilen diğer gazetelerde de olduğu gibi İstanbul Ekspres’de de “gençler” ve “Türk Gençler”i ifadelerinin sıklıkla vurgulandığı, Türk Gençlerinin ellerinde bayraklar ve Atatürk posterleri ile yürüdüğü, bir anlık kızgınlıkla infial yarattıkları, ancak olayların gerçekleştiricisi olmadıkları ısrarla vurgulanmış ve alt metinlerden haklılıklarının okunabildiği 
gözlemlenmiştir. 

***

21 Eylül 2015 Pazartesi

TÜRK SİYASİ TARİHİNİN 2 Cİ ASKERİ DARBESİ 12 EYLÜL VE ÖNCESİ BÖLÜM 17





TÜRK SİYASİ TARİHİNİN 2 Cİ ASKERİ DARBESİ 
12 EYLÜL VE ÖNCESİ   
BÖLÜM 17



FERİT MELEN HÜKÜMETİ DÖNEMİ


1972 yılı Mayıs ayında Türkiye’de önemli gelişmeler yaşanmıştır. CHP’de yapılan 21. Olağan Kurultay sonucunda Bülent Ecevit Genel Başkan seçilmiş ve bu durum karşısında İsmet İnönü istifa etmiştir. Aynı günlerde Deniz Gezmiş ve arkadaşları idam edilmiştir. Bu sırada yeni bir hükümet kurulması için girişimler başlamıştır. Hükümeti kurma görevi Suat Hayri Ürgüplü’ye verilmiş ancak Cumhurbaşkanı Sunay yeni kurulan hükümete onay vermemiştir. Kulislerde buna gerekçe olarak Ürgüplü’nün listesinde sakıncalı isimlerin olması ve Sunay’ın uyarılarına rağmen bu isimlerin olduğu listenin köşke çıkarılması öne çıkarılmıştır. Ayrıca yeni kabinede yer alması öngörülen isimlerden 14’ü ilk kez bakanlık yapacak isimler olmuştur.531
Bu gerçekleşmeyince Sunay hükümet kurma görevini Van Senatörü Ferit Melen’e vermiştir. Melen’e AP,CHP, MGP destek vereceklerini bildirmişler ve sonuçta 8 AP, 5 CHP, 1 MGP’li bakanın yer aldığı liste yeni hükümet olarak güvenoyu almıştır. Kabinenin tamamı eskiden bakanlık yapmış isimlerden oluşmuştur ve bu isimlerin altısı maliye kökenlidir. Bu durum ise bu hükümet döneminde ekonomiye önem verileceğinin göstergesidir.
Hükümet programında öncelik tanınan belirli konular şunlardır: Huzur ve asayiş, seçim, reformlar ve III. Beş Yıllık Kalkınma Planı. Hükümetin ana hedefinin milletin varlığını, bütünlüğünü, birlik ve beraberliğini yok etmek; insan haklarına dayalı Türkiye Cumhuriyeti’ni yıkarak ülkeyi bir zulüm ve esaret düzenine sürüklemek isteyen her türlü yıkıcı faaliyete ve anarşik eylemlere karşı kararlı ve azimli bir mücadele yapmak olduğu belirtilmiştir.532
Bunun gibi siyasi durumlar sonucunda Melen Hükümeti de sorunların çözümünde yetersiz kalmıştır. Çünkü sıkıyönetim sürmektedir. Kısmen değiştirilen Anayasa, diğer değişikliklerle ancak bir anlam ifade edecektir. Reformlardan söz edilmiş ama hiçbirinin yürürlüğe girmesi o an için mümkün görünmemiştir. İşçi sınıfı geçici bir sessizlik içinde olmuştur. Üniversiteler muhaliflerden arındırılmaya başlamıştır. Aydınların uygulamalara tepkisi büyük olmuştur. Bununla birlikte anarşik olaylar gözle görülür bir biçimde azalmış ama buna karşılık reform tasarılarından hiç biri kesin bir çözüme bağlanamamıştır.533
Bu Melen dönemi yaklaşık 11 ay sürmüştür. Döneme damgasını vuran üç gelişmeden bahsedilebilir. Bunlar: Eminönü Vapurunun batırılması şeklinde gelişen yeni bir terör olayı; Bomba Davası ve Ziverbey’deki Zihnipaşa Köşkündeki işkenceli sorgulamalar hadisesi ve Gürler’in cumhurbaşkanlığı adaylığının ilk günleri olarak sıralanabilir. Bu seçimden sonra Melen Hükümeti istifa etmiştir.534

EMİNÖNÜ ARABA VAPURUNUN BATIRILMASI OLAYI

531 Milliyet, 14.5.1972, s.1.
532 CSTD, C:4, B:62, 30.5.1972, s.550-563.
533 Ahmad, “Demokrasi Sürecinde…”, s.379-381.
534 Cumhuriyet, 8.4.1973, s.1.


Haziran 1972’de bakım ve onarım görmek üzere Haliç Tersanesinde havuza alınan Eminönü araba vapurunun havuz kapağı saatli bir bomba ile yerinden sökülerek ani şekilde havuza su dolmaya başlamış ve vapur da böylece batmıştır. Vapurun batırılmasının faillerinin aynı zamanda Kültür Sarayının ve Marmara gemisinin yakılması olaylarına karışanlarla aynı kişiler oldukları iddia edilmiş;535 iddialara muhatap olanların hepsi Bomba Davasında yargılanmışlardır.

ZİVERBEY KÖŞKÜ SORGULAMALARI VE BOMBA DAVASI

1971–1973 yılları arasında kamuoyunda büyük bir ilgiyle takip edilen duruşmalar silsilesi cereyan etmiştir. Basında Bomba Davası olarak adlandırılan muhakemelerde, birçok ünlü sima TCK 146/1’de tanımlanan suçlamalarla ve idamla tecziye talebiyle yargılanmışlardır. Ziverbey Köşkündeki sorgulamalar ve itiraflar üzerinde hâlâ tartışmalar devam etmektedir. Devletin resmi boyutunun dışında bir de bilinmeyen, gizli ve derin bir boyutu olduğu bu olay ertesinde tartışılmaya başlanmıştır. Derin devlet kavramı ve Türkiye’deki derin devlet hakkında Demirel’in ilginç bir tezi vardır:
Şimdi, bu gladyodan bahsediliyor, derin devletten bahsediliyor, “Derin devlet var mı yok mu?” Derin devlet var. Derin devlet askeriye. Türkiye’de bir tane devlet var aslında. Bunun derini de, düzü de bir tane. Bu derin devletlerden bahsediyorsunuz, bahsediyorsunuz. Nerede bu mübarek ya? Yok, böyle bir şey. Yani “Birisi bunlara karışıyor, ediyor.” falan diyorsanız, eğer ikinci bir devlet arıyorsanız o, askeriye işte.536
Bülend Ulusu ise derin devlet konusunda, bunca yıllık askeri ve siyasi tecrübesine rağmen, ısrarla ayrıntılı bilgi vermekten kaçınmaktadır:
Derin devlet konusunda doğrusunu isterseniz ben herhangi bir bilgi sahibi olmadım. Yani bir teşkilat olsun da Türkiye’yi şöyle sıkıntılı duruma soksun, tahrik etsin vesaire. Benim şöyle hatırladığım: Kontrgerilla ismini halk verdi ona. Bir örgüt böyle silahlı kuvvetler içinde Amerikalıların şeyiyle NATO içinde böyle bir teşkilat yapıldı ama bu teşkilat bu kötü hareketler için değil, daha başka hareketler için yapıldı. Hatırımda kalan. O bakımdan derin devlet diye böyle bir şey ifade edemeyeceğim benim edindiğim intiba olarak.537
İtirafların işkence altında alındığı yönündeki maznunların iddiaları sürmektedir. Dışarıya yazdığı mektuplarda, akrostiş yöntemini kullanarak kendisine işkence altında ifade imzalattırıldığını anlatan İlhan Selçuk da, tıpkı Talat Turhan’ın yorumladığı gibi bu hâdiselerin, ordu içinde oluşmuş, biri Sunay-Tağmaç-Türün, diğeri ise Gürler-Batur-Kayacan işbirliğine dayanan iki klik arasındaki mücadelenin ürünü olduğu görüşündedir.538 Demirel ise Ziverbey Köşkü sorgulamaları hakkında şunları söylemektedir:
535 Türkiye Gerçekleri ve Terörizm (Beyaz Kitap), s.97.
536 9’ncu Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in 07.06.2012 Tarihli Dinleme Tutanağı, TBMM Tutanak Hizmetleri Başkanlığı [Saat: 14.45–18.55].
537 Bülend Ulusu’nun 14.06.2012 Tarihli Dinleme Tutanağı, TBMM Tutanak Hizmetleri Başkanlığı [Saat: 11.00–12.45].
538 İlhan Selçuk, Ziverbey Köşkü, İstanbul: Çağdaş Yayınları, 1987, s.6.

Malum hikâyeler. Doğan Avcıoğlu’nun mecmuasından esinlenerek ordunun içerisinde, bilhassa Batur’un etrafındaki subayları da içine alan bir şey teşekkül etmiş. Onu Hasan Cemal çok güzel yazdı. Onlar o grup. Ziverbey hadisesi falan, onlar çok utanılacak şeyler. Ben yokum yalnız orada. Ben yokum. Ben Güniz Sokak’ta, yani burada oturuyorum. Nihat Bey Başbakanlık yapıyor. Ondan sonra, Nihat Bey’den sonra, Ferit Bey de yaptı ya bir müddet.539
Sanıklar, daha sonraki yazı ve beyanlarında, sorgulamalarını yapanların birbirlerine rütbeleriyle hitap edenlerden oluştuğunu; kendilerine sıkça kontrgerillanın gizli karargâhında olduklarını, istedikleri doğrultuda ifade vermedikleri takdirde öldürüleceklerini hatırlattıklarını anlatmaktadırlar. Devletin elinin bile uzanamayacağı kadar güçlü bir teşkilat olduklarını belirten sorgucuların kontrgerilla örgütünün varlığını doğrulayacak ölçüde kendilerine güvenen bir pervasızlık içinde olduklarının da altını çizmektedirler.540 Kontrgerilla konusunda görüşü sorulan Demirel, böyle bir şeyin olmadığının ısrarla altını çizerek şu açıklamalarda bulunmaktadır:
Şimdi, kontrgerillaya gelince: Kontrgerilla konusu çok tartışıldı Türkiye’de. 70’li yılları hatırlıyorum, rahmetli Ecevit, biz hükûmetken çıkar çıkar “kontrgerilla” derdi, ben de hükümete güvenlik mensuplarını çağırırdım, yani Emniyet Genel Müdürünü, MİT Müsteşarını, Genelkurmay Başkanını teker teker çağırdım. “Muhalefet ‘kontrgerilla’ diyor, bu nedir kardeşim?”, “Yok efendim böyle bir şey.” Şimdi, devletin yüksek memurları “Yok efendim böyle bir şey” diyorsa ya yok hakikaten ya yalan söylüyor. Benim bunu ayırt etme imkânım yok ki ama ne oldu sonradan? Sonradan 78’de Sayın Ecevit, rahmetli, bizim elimizden hükümeti aldı milletvekillerinin bir kısmını aktarmak suretiyle, Güneş Motel hadisesi,541 hükümeti aldı. Hükümetin üçüncü günü ben kendisine bir mektup yazdım “Hadi bakalım, bu kontrgerillayı bul çünkü dört sene her gün omzumdaydın ‘kontrgerilla’ diye, ben de bulamadım kimseyi, hadi sen bul kontrgerillayı kardeşim.” Bir süre sonra, rahmetli Hasan Işık geldi, Savunma Bakanıydı, Hasan Işık dürüst bir adamdı, bizim büyükelçiliğimizi falan yaptı, çok dürüst bir adamdı. O dedi ki: “Bu işi karıştırmayın, yok böyle bir şey.”, “Hasan sen temin ediyor musun bunu?”, “Evet.” Siyaseten “yok” diyorsanız yok kardeşim. Ondan sonra, ben, kendi başıma Cumhurbaşkanı olarak veya Başbakan olarak ne kontrgerilla kampı arayabilirdim ne şunu yapabilirdim ne bunu yapabilirdim. Bana derlerdi ki: “Kardeşim, biz sana söyledik ya işte yok yani bunlar.” Yok, olduğu hâlde var idiyse, onlar ortaya çıkarsa “yok” diyen adamlar sorumludur. Bunları yazdım ben, benim kâğıtlarımın içinde vardır. Ben size bir şey söyleyeyim: Bizim idaremizde, benim başında bulunduğum idarede Cumhurbaşkanlığı veya Başbakanlık veya herhangi bir şey, umumi müdürlük, devletin her kademesinde bulundum, meşruiyete dayanmayan hiçbir şey yoktur, her şey meşru ve meşru kökenden yetki almayan hiçbir hareket de yoktur. Her şey açık, herkesin önünde ve her şeyi açık, düzgün yaptık. Bütün bunlara rağmen, yanlış olan şeyler yok mudur?

539 9’ncu Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in 07.06.2012 Tarihli Dinleme Tutanağı, TBMM Tutanak Hizmetleri Başkanlığı [Saat: 14.45–18.55].
540 Geniş bilgi için bkz. Talat Turhan, Kontrgerilla Cumhuriyeti, İstanbul: Tümzamanlar Yayıncılık, 1994.
541 Güneş Motel Olayı olarak Türk siyasi tarihine geçen hadise: Ecevit liderliğindeki CHP’nin hükümet kurma çalışmalarında, AP’den kopartılan 10 bağımsız milletvekili, CGP lideri Turhan Feyzioğlu ile Salih Yıldız ve DP’den Faruk Sükân’ın, kurulacak CHP hükümetine güvenoyu vermeleri karşılığında bakan yapılmalarının hikâyesidir. Bkz. Cüneyt Arcayürek, Demokrasinin Sonbaharı 1977–1978 (Cüneyt Arcayürek Açıklıyor–7), Ankara: Bilgi Yayınevi, 1985, s.304.


Vardır ama söylediğim gibi, gizlisi, saklısı hiç yoktur, hiçbir şeyin gizlisi saklısı yoktur. Kasıt olan bir şey de yoktur, ülke menfaatlerini haleldar edecek bir şey yoktur. Eğer ülke menfaatlerine dokunacak herhangi bir şey olmuşsa kazaradır, tesadüfendir.542
Talat Turhan, Demirel gibi düşünenlere karşı tepkilidir ve şu cümleleri sarf etmektedir:
Neyse, uzatmayalım, birincisi: Ayaklanmaları bastırma harekâtı. Orada Cumhurbaşkanına bile görev veriliyor. 1986 yılında Nokta dergisine demeç verdim. “Yalan söylüyorsunuz, ‘Kontrgerilla yoktur.’ diyor herkes, siyasisi, askeri, paşası ‘Yoktur.’ diyor, ya var işte Amerikan talimnamesi.” Ama yöntem bu, teorik değil o, yöntem. Burada Cumhurbaşkanına görev yüklüyor. Bunu da yazdım, yayımlandı, bugüne kadar hiç kimseden ses seda çıkmadı. Kaç Cumhurbaşkanı değişti o günden bu yana. Şu anda anayasa yapılıyor. Anayasa Komisyonu böyle bir talimnamenin Cumhurbaşkanına görev verdiğinden haberdar, olmaz böyle bir şey. Biz yazıyoruz ki buradan faydalansınlar… Şimdi, birinci kitap: ST 31-15. Amerika’dan aynen tercüme edilmiş. Bulduğum ikinci kitap: Ayaklanmaları Bastırma Harekâtı. Genelkurmay tercüme etmiş, dağıtmış. Orada da bir sahtekârlık var, David Galula diyor ismine, hayır David Galula değil. Aslını getirdim Amerika’dan, CIA denetiminde Harvard Üniversitesi basmış kitabı, başında Kissinger var. Bir darbenin manifestosu, “Darbeden evvel nasıl anarşi yapacaksınız? Darbeden sonra ne yapacaksınız? Kimi ne yapacaksınız? Kime ne yapacaksınız?” orada belli. Hatta öldürüleceklerin sırası da var.Şimdi, efendim, birinci kitap bu. İkinci kitap, Ayaklanma Bastırma Harekâtı… Orada darbenin öncesinde, sonrasında ne yapılacak yazılı. Hatta “Adam öldürmeye başladığınız vakit polisten başlayın.” diyor. “Polisten başlayın.” diyor çünkü “Büyük adamı zaten halk sevmez.” diyor. Şimdi, mesela TİKKO, TİKKO’yla beraber içeride yattım.“Niye bekçiyi öldürüyorsun, garibanı?” diyorum, diyor ki: “Yahu, bu düzenden en az yararlanan bu, düzene en fazla çomar köpekliği yapan bu. Bu ölecek ki iş olsun.” Bu da bir mantık tabii, felsefe. Ama işin arkasına bakarsanız, bir de azmettirme var. Yani şimdi, Özel Harp Dairesinin Başkanı Cihat Akyol diyor ki: “Sahte operasyon yapın, başkasına mal edin.” O zaman, yapılan eylemin hangisi sahte, hangisi doğru; nereden bileceğiz? Hangisini devlet yaptı, hangisini anarşist yaptı? Bilemeyiz. Dolayısıyla, bu ortamdan arınmak lazım. Şimdi… Üçüncü kitap: FM 31-16 Counter Guerilla Operation, şu, İngilizce. Şimdi, burada öyle bir örgütlenme içinde sanıyor ki bizde askerler var. Hayır, asker yok. Savcı da var, polis de var, hâkim de var, iş adamı da var, medya patronu da var, yani ne kadar katakulli varsa onların hepsi var. Dolayısıyla, bunların hepsini komuta eden bir derin devlet var. İşte, bu masonik bir devlet.543
Kültür Sarayı’nın yakılması, Marmara yolcu gemisi ve Eminönü araba vapurlarının batırılması, inşa halindeki Boğaziçi Köprüsünün havaya uçurulması planı, çeşitli soygun eylemleriyle yasadışı gizli örgüte malî takviyenin hedeflendiğine ilişkin savcılık iddianamesiyle yargılananlar arasında, birçok önemli isim göze çarpmaktadır. Soyguncuların anayasal düzeni değiştirmek için örgütlenen ve eski darbecilerden destek alan bir eğilime sahip oldukları iddiaları 12 Mart dönemi basınında sıkça görülüyordu. Bu ithamlara muhatap olanlardan biri de, eski MBK üyesi ve tabiî senatör Mucip Ataklı’ydı.544 Cuntacılık yaparak anayasal rejimi tağyir ve tebdil etme teşebbüsüyle yargılanan önde gelen isimler şunlardı; Doğan Avcıoğlu, İlhami Soysal,İlhan Selçuk, Fakih Özfakih, Talat Turhan, Rafet Kaplangı, Hasan Yalçınkaya, Ersin Ertekin ve Cemal Madanoğlu.

542 9’ncu Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in 07.06.2012 Tarihli Dinleme Tutanağı, TBMM Tutanak Hizmetleri Başkanlığı [Saat: 14.45–18.55].
543 Talat Turhan’ın 26.06.2012 Tarihli Dinleme Tutanağı, TBMM Tutanak Hizmetleri Başkanlığı [Saat: 17.37–19.00].
544 “Senatör Mucip Ataklı banka soyguncularını saklamadığını açıkladı”, Hürriyet, 13 Şubat 1971.


Bilgisine başvurulanlardan Talat Turhan’a 9 Mart ve 12 Mart’ın önde gelen isimleri hakkında görüşleri sorulmuş ve gayet açık cevaplar alınmıştır:
Faruk Gürler’i hiç tanımadım, aynı örgüt üyesi olarak yargılandım. Muhsin Batur çok kıvrak hareket etti, ona da bir açık mektup yazdım, yirmi bir gün sonra kalp krizi geçirdi, kitaplarımda var. Celal Eyiceoğlu, altı tane kotrası olan bir mutlu amiraldi, öldü. Kitaplarımda yazıyorum, vaktiniz var mı? Celal Eyiceoğlu Tokyo’ya Büyükelçi gönderildi. Giderken talimatı Sabancı’dan aldı Atlı Köşk’ten. Aldığı komisyon karşılığında –bunları tabii ben söylüyorum ama… Sabancı Grubuyla Japon ilişkisi başladı. Gittikten üç ay sonra 300 bin Toyota lastiği girdi, sonra devam etti. Kemal Karacan, mert, dürüst bir adamdır, babayiğit bir adamdır ama babayiğitlik yetmiyor, emekli olduktan sonra bir evde, bir kokteylde kitaplarında Türkiye'nin tehlike alanı olarak yazıyorum Selahattin Beyazıt çünkü İngiliz ayağını temsil ediyor Bilderbergci ve 30’uncu derece mason, İskoç locasında kraliyet davetlisidir. O diyor ki: “Ya, Paşam emekli olduk bir arabamız bile yok.” Diyor ki: “Paşam ne demek?” Ertesi gün bir araba gidiyor. Yani insanları bir yerden yakalamak mümkün. Turgut Sunalp, açıkça demeçleri var, ben de kitaplarıma alıyorum. “Ben NATO subayıyım, 40 kişi gitti NATO kurulurken.” diyor. “Amerikalıları çok severim, içli dışlıyımdır, onların içerisinde arkadaşlarım vardır.” diyor. Dolayısıyla, o sistemin adamı, korundu Demokrat Parti döneminde. Neden korundu? Çünkü Mükerrem,545 galiba Sağlık Bakanının akrabasıydı, hısmıydı, korundu, yurt dışında geçirdi hayatını. Celil Gürkan, benim tanıdığım en namuslu, şerefli adam, en dürüst adam. O kendi kuşağının yetenekli adamı; iki lisan bilir, kafası çok çalışır. O dönemde öne çıktı ve maalesef harcandı. Vedii Bilget de amiraldir, çok dürüsttür, hiç ödün vermemiştir, ödün vermeden ölmüş gitmiştir. Aydın Kirişoğlu, Hava Kuvvetlerinin beyniydi. O, 12 Martın sola evrilmesinde başat rol oynayacak kabiliyette bir adamdı, süratle gönderdiler. Galiba bir kansere yakalattırdılar, öldürdüler. Ömer Çokgör, o dönemde tuğgeneraldi Hava Kuvvetlerinde ve de Hava Kuvvetlerine sormadan 12 Mart gecesinde Hava Kuvvetlerine alarm veren kişidir ama emekli olduktan sonra bir hafta sonra Cevdet Sunay’ın karşısına çıkmış, tazallümi hâlde bulunmuştur eski tabirle. İşte ben şu kadar para alacağım da, karımın kuaför parası şu kadar da makyaj parası bu kadar da falan filan... İş istemiştir. Memduh Ünlütürk, affedersiniz ben öyle tabir ediyorum birisinin kıçına yapışanların hemoroitidir, Faik Türün’ün. O sayede tümgeneral rütbesine kadar gelmiştir. Binlerce kişiye, on binlerce aydına, yurtsever gence işkence edilmesine fiilen nezaret etmiştir. İlyas Albayrak, Hava Kuvvetlerinde bir albay, işte orada o günün hevesatı içinde olayın içinde gözükmüştür ama işte bir içeri aldılar beş-altı gün, ondan sonra işi bitti. Ondan sonra Fakih Özfakih, 3 Mart günü evinde yapmış olduğu bir toplantıda bu işlerin tersine dönmesine katkı vermiştir. Numan Esin, genç bir 27 Mayısçı, daha sonra yurt dışına gitti, Madrid’e gitti galiba. Geldi, ticaret hayatına atıldı, bir ara MHP’de çalıştı. Ondan sonra bu 12 Mart’ta bizim grubun içinde gözüktü. Ondan sonra da iş hayatına atıldı. Yani aynı örgütten yatıyoruz, o benim bir üst örgüt üyesi, benden bir sene sonra geldi, altı ay evvel çıktı. Doğan Avcıoğlu kendisini kanıtlamış, eserler bırakmış, eserleri yankı bırakmış bir yazardır ama o zamanki düzen onu tehlikeli gördüğü için içeri aldı, sorguladı ama Doğan Avcıoğlu’nun ihtirası da vardı iktidar için. O dönemde, yani “Orduda bir kıpırdama var, ben de fikir üreterek böyle bir paralellik içinde acaba orada bir şey olabilir miyim?” diye düşünmüş olabilir. 

545 Mükerrem Sarol.

İlhan Selçuk, o da eser bırakmış, kendini kanıtlamış, benim gibi her devirde içeri girmiş bir kişidir. İlhami Soysal, işte biraz evvel de söyledim “Cemal Tural546 aleyhinde yazı yazıyor.” diye dövüldü, içeriye atıldı ve her dönemde de içeri atılan bir kişidir. Şimdi, efendim, bir kere darbeyi ve kontrgerillayı bilebilmek için bu mekanizmayı bilmek lazım.547

Madanoğlu önderliğindeki cuntayı ihbar eden şahıs ise, dönemin İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi asistanlarından Mahir Kaynak’tır. O günden bugüne ismi hep bir tereddütle anılan Mahir Kaynak’ın deşifre edilmesi, adı geçen şahsın hayatını karartmıştır. Kaynak, teşkilât tarafından açığa çıkarılmasından sonra sol çevrelerce kışkırtıcı ajanlığın simgesi haline getirilirken; sağda, isminden övgüyle söz ediliyordu. Mahir Kaynak, sol açısından kışkırtıcı ajanken, sağa göre milli ajandı 548 Kaynak, cuntaya sızmayı başarmış en mahrem toplantılara alınacak kadar güven tesis etmiştir. Kaynak, toplantılara ilişkin konuşmaları banda alıyor; rapor halinde üstlerine sunmaktadır. Adı geçenlerin üzerlerine atılı suçun unsurlarının tamamlanması namına Kaynak, delil niteliğindeki bu dokümanların geçerlilik kazanması için bizzat MİT tarafından deşifre edilip, mahkemede dinletildi. Kendi ajanını deşifre ederek son kozunu oynayan MİT’in bu hamlesi netice vermedi. Ses bantlarını delil kabul etmeyen mahkeme sanıkları tahliye etmiştir.

Hasan Celal Güzel, darbelerle ilgili istihbaratın olmasının tek başına bir anlam ifade etmediğini iddia etmektedir:
Şimdi, bir defa, 12 Mart böyle. 12 Mart işin içindeydi, MİT tamamen içindeydi, Mahir Hoca vardı, Doçentti o zaman, biliyorsunuz tam içlerine girmişti, günlük rapor veriyordu MİT’çiler. Ben sonradan, Gülhane’de son günlerinde konuştum, çok pırıl pırıl bir zekâsı var, doksan iki yaşında vefat etti rahmetli Fuat Doğu Paşa. Fuat Doğu Paşa, 12 Eylülde Madrid Büyükelçiliğindeydi, bir ara alındı gene bu meselelerden dolayı, mevcut MİT teşkilatını da esas kuran kadrolaştıran odur ve bana söylediği ben Madrid’den hususi Demirel’e 12 Eylülü haber vermek için geldim çünkü beni aradılar, Elçilikten arkadaşlarımı buldular “Bunlar gene çalışıyor dediler.” demiştir. Ama 12 Martın zaten Süleyman Bey’in söylediği gibi, itirazı hiç olamaz, belli bir şeydi, zaten verilmiştir. Demirel ne yapacak ki verse de yani?549
Ortamı gererek huzursuzluk çıkarma yönünde devletin istihbarat teşkilatının CIA ile işbirliği yaparak şiddeti sokağa taşıdığı iddiaları sürekli gündeme getirilir olmuştur. Bu doğrultuda çalışan bir CIA-MİT işbirliğinin bulunup bulunmadığı noktasında görüşü sorulan Demirel, şu cevabı vermektedir:
Şimdi, CIA ve MİT meselesi: Bu istihbarat teşekkülleri dünyanın her tarafında bunlar zor işlerdir istihbarat işi. Acaba MİT, CIA’den para almış mı? Başbakan olarak veya Cumhurbaşkanı olarak benim böyle bir şeyden haberim yoktur. Haberimiz olmayabilir mi? Olması lazım ama olmayabilir de çünkü yalnız, bizim devletin değil birçok devletlerin sırları altın saat gibi hiç arızasız işlediğini kim söylüyor? Bizim devletin de birçok arızaları var,

546 Tutanak metninde Cemal Turan olarak geçiyor; biz düzelttik.
547 Talat Turhan’ın 26.06.2012 Tarihli Dinleme Tutanağı, TBMM Tutanak Hizmetleri Başkanlığı [Saat: 17.37–19.00].
548 Necdet Sevinç, Yazarını Kurşunlatan Yazılar, İstanbul: Dede Korkut Yayınları, 1978, s.59.
549 Hasan Celal Güzel’in 13.06.2012 Tarihli Dinleme Tutanağı, TBMM Tutanak Hizmetleri Başkanlığı [Saat: 11.00–14.08].

söyledim. Daha iyi yönetim lazım Türkiye’ye diyorum ben. Bu siyasi kadrolar için demiyorum bunu. Siyasi kadroların meselesi başka ama idari kadrolara geldiğiniz yerde daha iyi yönetim lazım.550
1974 affı çıktığında Bomba davasından yargılanan sanıkların muhakemeleri devam ediyordu. Sanıklar af kapsamına sokularak tahliye oldular. Bu gelişme karşısında affı kabul etmeyen Talat Turhan, yargılamanın beraat ya da mahkûmiyetle bitmesi talebinde bulunmuş; ancak isteği reddedilmiştir. Şunları anlatmaktadır Turhan: Tutuklanmamın gerekçesi, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Faruk Gürler, Hava Kuvvetleri Kumandanı Orgeneral Muhsin Batur, Deniz Kuvvetleri Komutanı Kemal Karacan Marksist, Leninist bir cunta kurmuşlar, ben de bu cuntanın üyesiyim. Mahkemenin sonucunda dedim ki: “Af kanunu çıkıyor, af kanununu kabul etmiyorum ve lehimde olan hiçbir hükmü de kabul etmiyorum.” Ona rağmen, “Affı kabul etmeye mecbursun.” dediler. 54 metre bir koğuş, ranzaları çıkın, 35 kişi kalıyor, masayı da çıkın; adam başı 1 metrekare düşmüyor ve yedi yüz gün ayağımız toprağa değmedi, güneş görmedik.551
Turhan, davayı incelediği çalışmasında, 146/1’den yargılanırken birdenbire 170/1, yani çete kurmakla ilgili maddeye dayandırılan iddianameyle, suçun tanımının değiştirilmesini, işin ucunun daha yüksek komuta kademesine sirayet etmesinin önlenmesi için yapıldığı iddiasındadır.552 Aynı davada yargılanan Numan Esin ise, mahkemede aleyhlerinde ileri sürülen iddiaları komik ve saçma bulmakta ve şu ifadeleri beyan etmektedir:
Bomba davasından yargılandım ben. Ne bomba davası biliyor musun? Boğaz Köprüsü’nü uçuracakmışız biz. Boğaz Köprüsü’nü uçuracakmışız… Ne kadar isabet… Ya Boğaz Köprüsü’nün bir an evvel açılmasını isteyen… Çünkü benim bir arabam iki defa sefer yapıyor, yedisinde dönüşünde iki gün kaybediyor, dört gün kaybediyor ayda…12 Mart oldu, 12 Mart’tan sonra bizi içeriye aldılar, ondan sonra da “Gel bakalım Boğaz Köprüsü’nü uçuracakmışsın sen, bunlarla ilgili toplantı yapmışsın.” bilmem ne filan, çoluk çocukla… Yok, canım, öyle uydurma şey olur mu? “Boğaz Köprüsü’nü imha edecek…” Ben ondan sonra işkence gördüm on dört gün, çıktım, mahkemeye gittiğim gün ilk şeyimde çıkarıverdim ayaklarımı “Gelin, burada işkencenin izlerini üzerimde görün mahkeme heyeti.” Şakası var mı bunun? Herif gelmiş bizi işkenceden geçirmiş. Biz kontrgerillayı kendi yaşamımızla öğrendik. Ben ondan sonra çıktım o cezaevinden on ay yattıktan sonra, doğru dürüst param yok, işim ortada kaldı ama her şeye rağmen tuttum Vatan gazetesini aldım 75’te, 76’da servise soktum ve darbelere karşı Vatan gazetesini çıkardım, darbelere karşı. Siz benim kitabımı okuduysanız, burada 92’de, 91’de vesaire filan Numan Esin her zaman Türkiye’de darbelerin karşısında yer almıştır. 91’den sonrakilere de atıfta bulundum. Burada kıyamet kadar not var.553


KONTRGERİLLA ÖRGÜTÜ TARTIŞMALARI


550 9’ncu Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in 07.06.2012 Tarihli Dinleme Tutanağı, TBMM Tutanak Hizmetleri Başkanlığı [Saat: 14.45–18.55].
551 Talat Turhan’ın 26.06.2012 Tarihli Dinleme Tutanağı, TBMM Tutanak Hizmetleri Başkanlığı [Saat: 17.37–19.00].
552 Talat Turhan, Bomba Davası (Savunma–2), İstanbul: Yazarın Kendi Yayını, 1986, s.381 vd.
553 Numan Esin’in 26.06.2012 Tarihli Dinleme Tutanağı, TBMM Tutanak Hizmetleri Başkanlığı [Saat: 14.07–16.13].

Ertuğrul Kürkçü, devlet yönetiminde bulunmuş siyasilerin aksine, Türkiye’de faaliyet gösteren bir kontrgerilla yapılanmasının mevcut bulunduğunu; faaliyetlerini yetmişli yıllardan itibaren hızlandırmasına rağmen, kuruluş hikâyesinin 25 Mayıs 1964’te Türkçeye çevrilerek yayınlanan (Field Manuel) Sahra Talimatnamesiyle somutlaştığını iddia etmektedir. Kürkçü, şunları ifade etmektedir:
Daha ortada hiçbir şey yokken, 25 Mayıs 1964’te Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Ali Keskiner’in imzasıyla kontrgerilla talimnamesi yayınlanıyor, ST 31–15. Bu ST 31–15 çok enteresan, çünkü bu kendisini şöyle de ifade ediyor: Psikolojik hazırlık bölümünde, özel harp eğitiminin amacının, tek eri, kendi memleketinin vatandaşlarına karşı savaşmaya hazırlamak oldu. Şimdi, bu tabii, devletin, soğuk savaş iklimi içerisinde Türkiye’deki bütün sosyal muhalefet dinamiklerini, sınır komşusu olduğu ve ona karşı NATO’nun güneydoğu kanadını oluşturduğu Amerika Birleşik Devletleri merkezli dünya bloğunun içinden okudu ve her şeyi komünizmin bir parçası olarak gördü. Rejimin normal kabul ettiğinin dışında kalan her şey komünizmdi. Dolayısıyla, bir “ezme”, “daha doğmadan öldürme” siyaseti son derece sert bir biçimde uygulandı. Milliyetçi gençlik grupları bu bakımdan mobilize edildi, edilmeye çalışıldı.554
Hasan Celal Güzel ise kimi kirli işleri yapan kışkırtıcı ajanların korunup kollandıklarını; kendisinin görevde olduğu yıllarda önüne gelen kimi evrak üzerinde yaptığı incelemelerden öğrendiğini belirterek, bu hususta şunları söylemektedir:
Şimdi, orada, gerçekten benim de müşahedem odur ki, buna kaniyim ki bunun devlet tarafından düzenlenmesinden başka hiçbir ihtimali yoktur. Devlet kimdir? Derin devlet hikâyeleri anlatacak değilim, bol bol dinliyoruz, hepimizin de karnı tok. Ama açıkça söyleyeyim: Devletin emrindeki birtakım istihbarat birimleri ve güvenlikle ilgili birimler böyle bir provokasyona müsaittiler, çok kolaylıkla yapabilirlerdi. Zaten 27 Mayıstan itibaren Türkiye’de darbeler hep provakatif ortamlar oluşturularak yapılmıştır. Daha evvel kıyma makinelerinden tutunuz da, 27 Mayısta gençlerin öldürülmesi hikâyesinden, ondan sonra 12 Eylüle gelince işte bu mesele son derece enteresandır… Çünkü kendisine birtakım, o zaman darbe kalıntısı, 12 Eylül kalıntısı kişiler “Bu bir devlet meselesidir, bazı kişiler hukuka aykırı davranmışlar ama devlete hizmet etmişlerdir.” demişlerdi ve bu görüşlerine karşı çıktım Turgut Bey’in ve bunların bazı tayinleriyle ilgili kararnameleri Bakan olarak imzalamadım ve bana da kırıldı fakat sonunda ortalık durulduktan sonra, “İyi ki öyle yapmışız.” dedi. Yani birtakım kimseleri hem bu işlere kattılar hem de onları korumak için çeşitli devlet görevlerine tayin ettiler, kimini yurt dışına gönderdiler… Tabii, tabii, çatışmalarda rol oynayan, bu işleri yapan, mesela Necdet Üruğ Paşa bu işleri çok iyi biliyor. Necdet Üruğ Paşa Genelkurmay Başkanlığı da yapmıştı, daha evvel de bu konularda dahli olmuştu ve mesela, İstanbul Emniyetinin bu konudaki çalışmalarını Turgut Bey’e söylemiş, Turgut Bey de, o konuda sorumlu olan kimselere sahip çıkabilmek için belirli yerlere tayin edilmesini getirdi önüme. Ben de itiraz ettim “İsterseniz ben istifa edeyim.” dedim. Bunun üzerine, kaldı kararname, hâlâ devletin arşivlerindedir, üzerine de yazmışımdır “Şundan dolayı imzalamıyorum.” diye. 555

554 Ertuğrul Kürkçü’nün 31.10.2012 Tarihli Dinleme Tutanağı, TBMM Tutanak Hizmetleri Başkanlığı [Saat: 10.30–12.06].
555 Hasan Celal Güzel’in 13.06.2012 Tarihli Dinleme Tutanağı, TBMM Tutanak Hizmetleri Başkanlığı [Saat: 11.00–14.08].

Mete Tunçay ise, o dönemde meydana gelen kimi cinayetlerin derin şüpheler uyandırdığını; hedef alınan isimlerin belirgin siyasi duruşlarıyla temayüz etmeyişlerini öne sürerek vurgulamaktadır. Tunçay:
Bu 12 Mart Muhtırasıyla yapılan iş ve o dönemde bu faili meçhuller başladı, birtakım insanların bilinmedik şekillerde öldürülmesi ve orada çok garip şeyler oluyordu. Mesela, ilk öldürülenlerden biri –inşallah tarihte yanılmıyorumdur- Bedrettin Cömertti. Bedrettin Cömert bir sanat tarihçisi doçentiydi. Yani onun bir cinayete kurban gitmesi ve böyle kişisel falan değil, siyasi bir cinayete kurban gitmesi… “Ya, Bedrettin’i vururlarsa ona gelene kadar daha kimler öldürülebilir?” havasını veriyordu. Hani, “en aşırı” diye tanınan biri vurulsa kamuoyunda büyük bir rahatsızlık olmayacaktı ama böyle ılımlı sayılabilecek bir insanın bile öldürülmesi daha büyük bir korkutma duygusu yaratıyordu… Cavit Orhan Tütengil. Cavit Orhan Hoca’nın nesi vardı ki yani kimi… Ona gelene kadar hiç kimsenin hayatı güvende değil diye düşünülecekti… Tabii daha sonra düşünmeye başladık, “Acaba bunlar bir askerî müdahaleye zemin hazırlamak için yapılan şeyler mi?” Bu, hiçbir zaman tam ortaya çıkmadı, herhâlde çıkacağı da yok.556
Numan Esin de kontrgerillanın varlığına kanaat getirenlerden; kendi ifadeleriyle:
Onlar başlamıştır. İşte bazı subayları komanda kursundan falan geçirmek suretiyle. Bunların hepsini İtalya’da da yaptılar işte. Gladio diyorlar ya onlar. Ha onları bizde de yaptılar. Ben bunların gücünü 12 Martta bizzat yaşayarak öğrendim557 demektedir.
Talat Turhan’ın açıklaması ise şöyledir:
Birincisi: ST 31–15 Gayrinizamî Kuvvetlere Karşı Harekât. Şimdi, o talimnameye baktığınız vakit, varsa o talimname hiçbir ülkede -bütün NATO ülkelerinde geçerli- ne demokrasi vardır ne demokratik hukuk devleti vardır ne insan haysiyet ve onuru vardır. Talimname bunu böyle yazıyor, Amerikan talimnamesi. Şu örgüt şeması, resmî talimname, resmî belge. Ne yaparmış bu? Adam öldürme, bombalama, silahlı soygunculuk, işkence, kötürüm hâle getirmek, adam kaçırma, misilleme, kundakçılık, sabotaj, propaganda, zorbalık, şantaj. Şimdi, devletin, 1965 yılında yürürlüğe konulmuş olan devletin resmî talimnamesinde “Bir örgüt bunları yapar.” diyor. Bu örgütün başkanlığını yapmış olan adam, Sabri Yirmibeşoğlu, yazmış olduğu bir makalede “Bizim örgüt bunları yapar.” diyor. Kaldı ki biliyorsunuz, 6–7 Eylül olaylarında bu örgütün parmağı olduğu ortaya çıktı, hatta kendileri ifade ettiler.558


DEVLET GÜVENLİK MAHKEMELERİ’NİN KURULMASI,


12 Mart sonrası en büyük değişikliklerden birisi Devlet Güvenlik Mahkemelerinin (DGM) kurulmasıdır. Anayasa 15 Mart 1973 tarihinde kesinleşen 1699 Sayılı Yasa ile değiştirilmiştir ve yeniden geçici maddeler eklenmiştir. Buna göre Anayasa’nın 136. Maddesi’ne ek olarak:
556 Prof. Dr. Mete Tunçay’ın 11.10.2012 Tarihli Dinleme Tutanağı, TBMM Tutanak Hizmetleri Başkanlığı [Saat: 11.42–13.00].
557 Numan Esin’in 26.06.2012 Tarihli Dinleme Tutanağı, TBMM Tutanak Hizmetleri Başkanlığı [Saat: 14.07–16.13].
558 Talat Turhan’ın 26.06.2012 Tarihli Dinleme Tutanağı, TBMM Tutanak Hizmetleri Başkanlığı [Saat: 17.37–19.00].

“Devletin ülkesi ve milletiyle bütünlüğü, hür demokratik düzen ve nitelikleri Anayasada belirtilen Cumhuriyet aleyhine işlenen ve doğrudan doğruya devlet güvenliğini ilgilendiren suçlara bakmakla görevli Devlet Güvenlik Mahkemeleri kurulur. Ancak, sıkıyönetim ve savaş haline ilişkin hükümler saklıdır. Devlet Güvenlik Mahkemesinde bir başkan, dört asıl ve iki yedek üye ile bir savcı ve yeteri kadar savcı yardımcısı bulunur… Devlet Güvenlik Mahkemesi başkanlığı, üyeliği, yedek üyeliği, savcılığı ve savcı yardımcılığı atamalarında Bakanlar Kurulunca her boş yer için bir misli aday gösterilir. Bu adaylar arasından Devlet Güvenlik Mahkemesi hakimlerinin atanması Yüksek Hakimler Kurulunca, savcı ve yardımcılarının atanmaları Yüksek Savcılar Kurulunca, askeri hakimlerden üye, yedek üye ve savcı yardımcılarının atanmaları ise özel yasaların da gösterdiği usule göre yapılır… Devlet Güvenlik Mahkemeleri kararlarının temyiz mercii Yargıtayda yalnız bu mahkemelerin kararlarına bakmak üzere kurulacak daire veya daireler; Genel Kurul ise, Yargıtay Ceza Daireleri Genel Kuruludur” fıkraları eklenmiştir.559
Yeni hükümlerle DGM’nin bağlı bulundukları esaslar açıklanmıştır. Bu esaslara uygun olarak DGM’nin teşkilatı, işleyişi, görev ve yetkileri ile yargılama usullerinin düzenlenmesi yasaya bırakılmıştır.560 1973 yılında bir taraftan cumhurbaşkanlığı seçimi ile ilgili tartışmalar sürerken, bir yandan 12 Mart sonrası devam eden Anayasa değişikliklerine bir yenisi daha eklenmiştir.
Meclis’te yapılan görüşmelerin sonrasında Haziran 1973'te DGM Yasası çıkarılmıştır. DGM ile ilgili olarak AP Başkanı Demirel:
"Son yıllarda memleketimizde suç ve suçluluk kavramlarının ortaya çıktığını ve dolayısıyla suçların takip ve muhakemelerinde yeni usuller aranması ve bulunmasının zorunlu hale geldiğini işaret belirtip doğrudan doğruya devlet güvenliğini ilgilendiren suçların kovuşturma ve yargılanmasında gerek ceza müessiriyetini arttırmak için, süratli yargılamak için ve gerek hususiyet arz eden bu suçların ihtisaslaşmış mahkemelerde görülmesini mümkün kılmak için bu mahkemelerin gerekli bulunduğu açıktır" şeklinde açıklamada bulunarak devletin devamlılığı için bu mahkemelerin zorunlu olduğunu savunmuştur.561
Bu değişiklik, Kontenjan Senatörü Özer Derbil ve 32 senatör tarafından iptal edilmesi için Anayasa Mahkemesine taşınmıştır. Gerekçe olarak Anayasa’ya aykırılık ve olağanüstü yetkilerle donatılacağı öngörülen DGM’nin başkan ve üyelerinin yürütme organı tarafından, yani devletin değişken olması gereken bir kuruluşu tarafından atanmasının, yürütme organının özellikle siyasi girişimleri atayacağı yargıçlarla önleyip, istediği kanala sokabilmesine olanak hazırlamak gibi bir tehlikeyi taşıması gösterilmektedir. 15 Nisan 1975’te Anayasa Mahkemesinde yapılan görüşmelerde Anayasa’ya aykırılık tespit edilememiş ve yasa iptal edilmemiştir.562
Ancak daha sonra Diyarbakır Devlet Güvenlik Mahkemesinin açtığı dava üzerine DGM Yasası’nın 1. ve 6. maddeleri üzerinde Cumhuriyet Senatosunda görüşme açılmaksızın oylamaya gidilmesinin İçtüzüğe ve aynı zamanda Anayasa'ya aykırı olduğuna ve sözü geçen kuralın bu nedenle biçim yönünden iptaline, 6 Mayıs 1975’te Anayasa Mahkemesince karar verilmiş ve yeni bir yasa çıkarılması için Meclise bir yıllık süre tanınmıştır.563 Bu süre içinde, CHP'nin engellemesiyle yeni yasa çıkarılamayınca, 10 Ekim 1976'da konu bir süreliğine kapanmıştır.564

559 CSTD, C:10, B: 39, 1.3.1973, s.112.
560 Tikveş, a.g.m., s.53-54.
561 Cumhuriyet,27.9.1973, s.1
562Anayasa Mahkemesi Kararı, Resmi Gazete, 26.2.1976, No:15511.

II. CHP Azınlık Hükümeti kurduğunda artan şiddet olayları sonucunda konu yeniden gündeme gelmiştir. Hükümet programına yöneltilen eleştirilerden biri de DGM’lerle ilgili olmuştur. AP’li Mustafa Deliveli hükümet programı görüşmelerinde DGM’yi Anayasal düzenin, Cumhuriyet’in, ülke ve millet bütünlüğünün korunmasında en önemli kurum olarak tanımlamış ve programda olmamasını eleştirmiştir.565 Buna karşılık Bülent Ecevit, hükümet olarak gerçekçi önlemler üzerinde durduklarını, 1975'in sonlarına kadar Türkiye'de DGM’lerin çalıştığını ancak o dönemde Türkiye'de anarşinin, şiddet eylemlerinin, saldırıların en az son yıllardaki kadar kol gezdiğine değinmiş, Anayasa Mahkemesinin DGM Yasası’nı iptalinden sonra AP’nin elinde olanak varken DGM’leri açmayıp kendilerine yüklenmelerini anlamsız bulduğunu belirtmiştir.566
Ecevit’in istifasıyla birlikte kurulan VI. Demirel Hükümeti programına DGM’lerin kurulması maddesi eklenmiştir. Demirel Senatoda hükümet programı görüşülürken DGM’lerin kurulmasının devletin “demokratik otoritesinin” sağlanması için bir zorunluluk olduğundan söz etmiştir:
“DGM Anayasa’nın bir maddesinden geliyor, bu madde 136. maddedir. 136. maddede aynen şöyle der : ‘Devletin ülkesi ve milletiyle bütünlüğü, hür demokratik düzen ve nitelikleri Anayasada belirtilen Cumhuriyet aleyhine işlenen ve doğrudan doğruya devlet güvenliğini ilgilendiren suçlama bakmakla görevli DGM kurulur.’ Türkiye'de bu çeşit suçlar mı yok? Bu çeşit suçlar yoksa neden şikayet ediyoruz. Bu çeşit suçlar diz boyu. DGM’yi kurmadığınız takdirde, Sıkıyönetim Mahkemelerini kurmak mecburiyetinde kaldınız. DGM’nin aslında Danıştaydan, Yargıtaydan, hatta bu Meclislerden, Hükümetten hiç farkı yoktur. Niye? Anayasa demiş ki, Danıştay kurulur. Anayasa demiş ki, Hükümet kurulur. Anayasa demiş ki, Meclisler kurulur. Bunun şartı şurtu yok ve bu arzuya tabi değil ve bir kademe daha ileri gidiyorum ve diyorum ki, bu Anayasayı biz üstün yasa saymazsak Türkiye'nin içinden çıkamayız. Bana göre devlete demokratik otorite kazandırma bu Meclisten başlar.”567
En sonunda 15 Temmuz 1980’de MGK toplantısından DGM’lerin bir an önce kurulması kararı çıkmıştır.568 Bu kararı izleyen bir haftalık süreçte Eski Başbakan Nihat Erim ve DİSK başkanı Kemal Türker suikasta kurban gitmişlerdir. Bunun üzerine Başbakan Demirel parti liderlerine çağrıda bulunmuş ve özel gündemli bir toplantı yapılmıştır.569 Daha sonra bir araya gelen Ecevit ile Demirel yine DGM konusunu konuşmuşlar ancak CHP’nin anayasada yargı organlarının dengesinin bozulacağı endişesi bu değişikliğin tıkanmasına yol açmıştır. CHP buna karşılık DGM ile ilgili Uzmanlık veya İhtisas Mahkemelerinin kurulması önerisini AP’ye sunmuştur. Ancak Demirel’in önce Anayasa değişikliğini istemesi bu öneriyi tıkamıştır.570

563 Anayasa Mahkemesi Kararı, Resmi Gazete, 11.10.1975, No:15380.
564 Milliyet, 11.10.1976.
565 CSTD, C:34, B: 17, 14.1.1978, s.647.
566 CSTD, C:34, B: 17, 14.1.1978, s.690.
567 CSTD, C:44, B: 8, 23.11.1979, s.198.
568 Cumhuriyet, 16.7.1980, s.1.
569 Cumhuriyet, 22.7.1980, s.1.
570 Cumhuriyet, 26.7.1980, s.1.

Bundan sonra gerçekleşecek 12 Eylül askeri müdahalesi ile bu süreç bitmiş, 9 Eylül 1982’de DGM’lerin yeniden kurulmasına karar verilmiştir.
Sonuç olarak TBMM’de DGM’lerin kurulmasına karşı CHP’nin sert bir muhalefet yürüttüğü görülmektedir. AP ise bu kurumun kurulması noktasında ısrarlı bir tutum sergilemiştir. MBG genel olarak CHP’nin yanında yer alsa da bu konuda AP’yi desteklemiştir. Bu asker kökenli bu grubun şiddetin önlenmesi için gerektiğinde sert önlemler alınmasını istediğinin bir göstergesidir.

NAİM TALU HÜKÜMETİ DÖNEMİ


7 Nisan 1973’te Ferit Melen hükümeti istifa ettiğinde, Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk, eski Merkez Bankası Başkanı, eski Maliye Bakanı ve büyük iş dünyasının temsilcisi olarak bilinen Naim Talu’yu hükümeti kurmak üzere görevlendirmiştir. Hükümeti kuran Talu’nun kurduğu kabineye bakıldığında, 13 AP’li; 4 CHP’li ve 7 de partisiz bakanlardan oluşuğu görülmektedir.571 1973 seçimlerine altı ay vardı lakin yeni hükümetin programında da reformların gerçekleştirileceği yazılıydı. Talu hükümetinin bir seçim hükümeti olduğu herkesin malumuydu. Talu hükümetinin kurulması öncesinde siyaset, bu kez yeni cumhurbaşkanının kim olacağı etrafında çalkalanıyordu.

FARUK GÜRLER’İN CUMHURBAŞKANLIĞI ADAYLIĞI,

1973 yılındaki siyasi gelişmeler, Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’ın görev süresinin sona ermesi nedeniyle yeni cumhurbaşkanının kim olacağı sorusuna düğümleniyordu. Ordunun belli kesimlerinde hâkim olan düşünce: Atatürk ve İnönü dönemlerinden sonra Bayar’ın cumhurbaşkanlığını gören ülkenin, sivil bir cumhurbaşkanıyla yapamayacağı yönündeydi. Bayar gibi sivil kanattan gelen bir cumhurbaşkanından sonra bu makama kesinlikle asker bir şahsın gelmesi gerektiği düşüncesi aslında kerhen de olsa kimi sivil kesimlerde de mevcuttu. Sorun asker olup olmamasında değil hangi askerin cumhurbaşkanı olması gerektiğinde çetrefilleşiyordu. Bir darbe lideri olarak bu makama gelen Cemal Gürsel’in, sıhhî problemlerine rağmen bu yüce makamdaki dengeleri gözeten yönetimi, halefi Cevdet Sunay’ın askeri ve sivil kesimler arasında imkânları elverdiği ölçüde oynamaya çalıştığı uzlaştırıcı rol, ordu nazarında bu makama asker, tercihen emekli bir Genelkurmay Başkanı istemesinin gerekçelerini oluşturmaktadır. Sırasıyla Gürsel ve Sunay’ın bu makama gelmeleri neredeyse Genelkurmay Başkanlığının, cumhurbaşkanlığı öncesi son makam olduğunu gelenek haline getirecekti. İşte sivillerin önemli bir kesiminin tahammül edemedikleri de budur. Demirel, Gürler’in adaylık süreci hakkında şu yorumu yapmaktadır:
Şimdi, 1973’e geldik, 73’te Cumhurbaşkanı seçilecek, Sunay’ın dönemi doldu. Faruk Gürler çıktı ortaya “Ben olacağım.” dedi. Faruk Gürler soyundu ve Meclise gitti, Senatoya gitti. Ben, Sunay’a dedim ki: “Bunu soyma, bunu soyarsan bizim başımıza iş çıkarırsın. Biz bunu Cumhurbaşkanı yapmayız. Neden yapmayız. Bunu Cumhurbaşkanı yaptığımız takdirde bundan sonraki Cumhurbaşkanları ancak Genelkurmay başkanları olur. 

571 Ahmad, Demokrasi Sürecinde Türkiye (1945–1980), çev. Ahmet Fethi, s.359.

Bu gider, bunun müddeti dolduğu zaman kimse Genelkurmay başkanı o olur, o gider o gelir. O zaman ne olur? Cumhurbaşkanlığı ordunun, Meclis milletin olur. Bu olmaz, demokrasi paylaşılamaz. Bunu yapma.” Dayanamadı onun tazyikine, yaptı. “Pekâlâ, sen yaptın mı? Bunu yaptım. Ben de bunu Mecliste hallederim.” Biz, Meclise gittik. Gürler daha önce gruplar arasında çalışmış, çeşitli milletvekillerini burada toplamış, her birisine de birer bir şeyler de söylemiş, birtakım partilerden adam ayartmış, benim partiden de ayartmış ama ben onları biliyorum kimleri ayarttığını. Biz gittik, oturduk Meclise, bizim adayımız Tekin Paşa’ydı. Birinci oylamada Tekin Paşa 292 oy aldı, Gürsel 175 oy. Ondan sonrakinde zaten tutmazdı dikiş. Bizim parti 20 zayiat verdi. Sonra biz de o 20 kişide hıncımızı bırakmadık, seçim geliyordu, onları seçmedik şeye. Yani artık bu partiyi dinlemiyorsan, onun şeyi de bir başka yere gidersin. Sonra geldiler “Bizim kusurumuz ne?”, “Sizin kusurunuz sadakat eksikliği.” ve biz yeni baştan Fahri Korutürk’le çalışmaya başladık. Fahri Korutürk o gün için, o gün için gene, en münasip kişiydi “o gün için” diyordum, “en iyi Cumhurbaşkanıydı demiyorum.572
Nitekim Gürler’in Genelkurmayın başına getirilmesi bile teamüller dışında gerçekleşmiştir. Şöyle ki; Tağmaç’ın görev süresi yaş haddinden 7 Eylül 1972’de doluyordu. Eğer Tağmaç o tarihe kadar beklerse, Gürler’in 30 Ağustos’ta Kara Kuvvetleri Komutanlığındaki görev süresi dolacağından emekli olacak, Genelkurmay Başkanlığı’na Semih Sancar gelecekti. Tağmaç’ın 15 Ağustos’ta istifasını vererek Gürler’in önünü açacağı haberleri dolaşmaya başlayınca Tağmaç bunu yalanlamış, ancak baskılar karşısında dayanamayarak buna razı olmuştur. Tağmaç’ın bu kadar çabuk pes etmesi ilginç ancak Talat Turhan’ın Tağmaç hakkındaki kanaati daha da ilginçtir:
Bakın, yani Memduh Tağmaç’la beraber çalıştım, IQ’ su en düşük adamdır. Geldi Türkiye’yi idare etti. Nereden biliyorsun? Tekâmül kısmında 14 numara aldı atıştan, topçular, en temel atış. …den 40 aldı. Öğretim kurulu kararıyla çıktı, adam geldi, Genelkurmay Başkanı oldu Amerikancı olduğu için, oradan darbe başkanı oldu adam yahu. Şimdi, bu adamlarla nereye götürürüz biz ülkeyi?573
Şimdi sıra atama kararnamesinin imzalanmasından geçiyordu. İşte tam bu noktada Batur devreye girdi. Bakanlar Kurulu çalışma halindeyken bir taraftan alçaktan jetler uçurulurken, bir taraftan da gönderilen tehdit mektuplarıyla “Gürler’i Genelkurmay’a getirmezseniz yok olduğunuzu bilin” mesajı verildi. Tağmaç bu baskılar karşısında 19 Ağustos’ta istifa ediyor; yerine önce vekâleten, sonra ise asaleten Gürler atanıyordu.
Ferruh Bozbeyli, Demokratik Parti adayı olarak katıldığı seçimlerde, Tekin Arıburun’dan eksilen 45 oyun, Gürler baskısına karşı olan direnci zayıflatıp zayıflatmadığı şeklindeki bir soruya şu cevabı vermiştir:
Adalet Partisi Sayın Tekin Arıburnu’nu aday gösterdiği zaman bizim arkadaşlar dediler ki: “Biz seni aday göstermek mecburiyetindeyiz çünkü kime rey verdiğimiz belli olacak, Adalet Partisinin adayına da vermeyeceğiz, Halk Partisinin adayına da vermeyeceğiz. Ama böyle kalırsak, ‘Verdi’ derlerse, propagandaları büyük partilerin üstün oluyor, küçük partilerin az oluyor. 

572 9’ncu Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in 07.06.2012 Tarihli Dinleme Tutanağı, TBMM Tutanak Hizmetleri Başkanlığı [Saat: 14.45–18.55].
573 Talat Turhan’ın 26.06.2012 Tarihli Dinleme Tutanağı, TBMM Tutanak Hizmetleri Başkanlığı [Saat: 17.37–19.00].


Büyük partilerin propagandaları, gazetelerde de taraftarları çok oluyor.” Ve ben kabul ettim. Şunun için kabul ettim: Biz de Cemal Gürsel’i seçmeyecektik. Ragıp Gümüşpala rahmetliye “Seni aday gösterelim. Hiç olmazsa sana verdiğimiz belli olsun.” dedik. “Hayır, kabul etmem. Ben Cemal Gürsel’in yanında söz verdim, bütün parti başkanlarını topladılar ve bizden söz aldılar ‘Cemal Gürsel’den başka kimse aday olmayacak.’ diye.574 Onun için ben aday olmam.” dedi. Ben de Gümüşpala’nın durumuna düşmemek için “Ben aday olmam” diye ısrar etmeyi anlamsız buldum, kabul ettim. Biliyordum ki seçilmeyeceğim. Ama dedim ki: Sizden tam rey isterim. Hakikaten biz 45 kişiydik, 45–45–45 ve aldım. Ha, bundan dolayı Adalet Partililer bu şeyi kullandılar. Dediler ki, haklısınız: “Partiyi böldü” dediler benim için. Neresinden böldümse? Ortasından mı böldüm, kenarından mı böldüm bilmiyorum. “Böldü.” dediler filan. Ondan sonraki seçimde 2 Mart’tan sonra da 149 mebusa düştüler.575 Kendileri düştü. Ama bizim arkadaşlarımızın da yani bir parti olarak yeni bir hizmeti ortaya koymak yerine bir reaksiyon grubu oldukları da ortaya çıktı, hepsi de geri gittiler.576
Rasim Cinisli’ye de cumhurbaşkanlığı seçimleri esnasındaki siyasi tavırlarının gerekçesi sorulmuş ve şu cevap alınmıştır:
Efendim, biz Reisicumhur seçimi başlamadan önce, iki ay önce Adalet Partisine hitaben, biz o zaman Demokratik Partiliyiz, sebebi de şu: Gürsel’in Reisicumhur olduğu seçimde 100 kadar oy Gürsel’e verilmemiştir. İhtilal dalgası geçtikten sonra herkes “Ben de vermedim.” demeye başlamıştır, yiğitlik taslamaya başlamıştır. Biz, Demokratik Parti olarak bu türlü rivayetlere meydan vermemek için Adalet Partisine hitaben: “Adayınız kimse söyleyiniz, destekleyeceğiz.” dedik. Seçimin yapıldığı gün saat ona kadar aday yok. Grup toplantısı yapılıyor, Adalet Partisi grubu yapılıyor aday yok. Üçte Meclis toplanıyor, iki İstanbul milletvekilinin önergesiyle Tekin Paşa aday gösteriliyor. Yani herkesten gizli. O zaman o güne kadar biz düşünüyoruz, diyoruz ki: Biz şimdi… Gürsel Paşa da apoletleriyle Anayasa Mahkemesini teftiş ediyor, kurumları teftiş ediyor ve hatta “Reisicumhur Gürsel Paşa’ya kayıtsız şartsız oy verilecek.” dedi. Bunun üzerine, Bozbeyli bir basın toplantısı yaptı: “Biz kayıtsız şartsız oy vermeyeceğiz, gerekirse cesetlerimize basarak girerler Meclise.” ve o suretle demokrasiyi ve vatandaş hakkını biz koruyacağız iddiasını ortaya koydu. Biz düşündük “Peki, ne yapabiliriz?” Arkadaşlar bir gün akşam beşten sabah altıya kadar, dediler ki: “Arkadaşlar, aramızdan birisini aday gösterelim. ‘Kimi gösterelim?’ Ömer Lütfi Hocaoğlu, Trabzon Senatörü. ‘Tamam.’”dedik, sonra Saadettin Bey, rahmetli, dedi ki: “Arkadaşlar, biz siyaset yapıyoruz, devlet ciddi bir iştir. Biz gerçekten iktidar olur isek kimi aday göstereceğiz, birinci adayı mı göstereceğiz, Ömer Lütfi Hocaoğlu’nu?” dedik ki: “Birinci adamımızı göstereceğiz.” O hâlde, Ferruh Bey’e dönüldü, dedik ki: “Birinci adam sensin, aday olacak isim de sensin.” Allah için, Ferruh Bey dedi ki: “Ben seçilmeyeceğimi bile bile aday olurum ama sizden bir isteğim var.


574 Buna rağmen bazı AP’lilerin Ord. Prof. Dr. Ali Fuad Başgil’i cumhurbaşkanlığı adaylığına ikna ettiği; lakin Sıtkı Ulay’ın MBK’nin havacı üyelerinden Haydar Tunçkanat’la Başgil’i, adaylığını geri çekmekle Etlik’e gömülmek arasında tercih yapmaya zorladıkları iddia edilmektedir. Başgil’in bu tehdit üzerine bırakın adaylıktan, senatörlükten bile istifa ederek İsviçre’ye gittiği biliniyor. Bkz. Örsan Öymen, Bir İhtilâl Daha Var 1908–1980, İstanbul: Milliyet Yayınları, 1987, s.342; Sıtkı Ulay, Giderayak, İstanbul: Ad Yayınları A.Ş. 1996. Sıtkı Ulay, Harbiye Silâh Başına! (27 Mayıs 1960) (General Sıtkı Ulay’ın Anıları), İstanbul: Ar Matbaası, 1968, s.231.
575 Ayrıca bkz. Ferruh Bozbeyli, Birinci Cemre “Siyasi Hikâyeler”, İstanbul: Selçuklu Yayınları, 1977, s.122.
576 Ferruh Bozbeyli’nin 31.10.2012 Tarihli Dinleme Tutanağı, TBMM Tutanak Hizmetleri Başkanlığı [Saat: 14.03–15.26].

Sonuna kadar, oylamaların sonuna kadar, kırk yedi oyumuz varsa kırk yedi oyun Ferruh Bozbeyli adına verilmesini isterim.” Kabul ettik ve Ferruh Bey’in adaylığı böyle gerçekleşti. Oylama başladı, Faruk Paşa… O zaman, yine Sabit Osman Avcı’nın kitabında var, Adalet Partisinin 127 mi, 150’ye kadar milletvekilinden yazılı taahhüt almışlar. Hatta o ev toplantıları, Sunalp’ın evindeki yapılan toplantılara parti başkanlarını çağırmışlar idi ve o çağırılmalar sırasında, Süleyman Bey’in de o meşhur “Dün dündür, bugün bugündür.” sözü çıkmıştır. Gazeteciler sordular: “Siz de gittiniz mi?”, “Hayır, ben milletten başka kimseye hesap vermem.” dedi, ertesi gün Semih Paşaya sordular: “Süleyman Bey böyle diyor, geldi mi gelmedi mi?” Semih Paşa da “Geldi.” dedi. Tekrar gazeteciler Süleyman Bey’e döndüler, dediler ki: “Semih Paşa gittiğini söylüyor, sen ‘Gitmedim.’ diyorsun, bu nasıl iştir?”, “Dün dündür, bugün bugündür." dedi. Arkadaşlar, bugününden ötürü kimseyi suçlamak istemem ama tekrar edeyim: Siyaset adamının, hele liderlerin yapmadıklarından da sorumlu olduklarını düşünürüm. Bizim seçimlerimizde kırk yedi oyumuzu Ferruh Bozbeyli üzerinde kullandık. Son seçim enteresandır arkadaşlar. Muhsin Batur’la Faruk Gürler’in arası açılıp da Muhsin Batur Meclise haber gönderdi “İstediğinizi seçebilirsiniz.” dediği an Faruk Paşanın oyları arttı, Tekin Paşanın oyları azaldı. İşte, Saatçi bunu söylüyor, ben bunu bilmiyordum. Saatçi diyor ki: “Biz Tekin Paşaya oy vermemeye kararlıydık.” Zaten grupta karar alınmamış. Saatçi’nin mert bir arkadaş olduğunu bilirim, tanırım, kendisini de bilirim ama o söz doğru değil çünkü kendi aralarında böyle bir kavil olsaydı o kadar oyu Gürler Paşa’nın alması mümkün değildi ve de tek başına Senato Başkanı Tekin Paşanın seçilmesi mümkün. En son seçimde de ikisi birden çekilmiştir. Hâlbuki Faruk Gürler’in çekilmiş olması Tekin Paşa’nın seçilmesini gerektirirdi. Biz ertesi günü de tekrar ifade ettik “Tekin Paşa adaylığını koysun oy vereceğiz.” dedik, koyulmadı, ikisi birden çekildiler. Bu da Süleyman Bey’in -yorumlar kendilerine aittir- tavrının bir başka ifadesidir.577
Gürler olayında ilk kez yaşanan sivil direniş, gelecekteki bir hadiseye de referans olmuştur. 12 Eylül’den sivil rejime geçildikten sonra, Necdet Üruğ’un erken emekliliğini isteyerek Necdet Öztorun’un bu makama gelmesinin önünü açmaya çalışması hadisesi de bu tip bir amacın ilk merhalesiydi. Bu hamleye karşı Özal’ın ise Evren’le işbirliği yaparak Öztorun yerine Necip Torumtay’ı Genelkurmay Başkanlığına atayarak; ordu içinde Cumhurbaşkanlığına ilişkin asker şahıslardan oluşan Genelkurmay Başkanlığı ile Cumhurbaşkanlığı arasında kurulmaya çalışılan halef-selef ilişkisine mani olmaya çalışmıştır.578
1961 Anayasasına göre cumhurbaşkanı seçilmenin şartları belliydi. 95’inci maddeye göre adaylar senato ya da meclis üyesi olmak zorundaydılar; yüksek öğrenim görmüş olmaları, 40 yaşını bitirmiş olmaları gerekiyordu. Gerek sırada Org. Kemal Atalay varken Kara Kuvvetleri Komutanlığına atanması gerekse ordunun içindeki ilk kaynamayla, günü gelmeden cebren emekli edilen Memduh Tağmaç’ın579 yerine Genelkurmay Başkanlığına getirilmesi, cumhurbaşkanı olmak isteyen Faruk Gürler’in ordu tarafından, önceleri itirazsız olarak kabul edileceğini düşündürmüştür.
Askeri bir rejimde cumhurbaşkanı olmakla, görece sivil bir rejimde bu makama gelmek arasındaki farkı çok iyi bilen Gürler’in, 12 Mart öncesi ihtilâl planları yapılırken kendisine  devlet başkanlığı makamı teklif edildiğinde bu makamı küçümsercesine, Genelkurmay Başkanlığını istemesi ilginçtir.

577 Rasim Cinisli’nin 11.10.2012 Tarihli Dinleme Tutanağı, TBMM Tutanak Hizmetleri Başkanlığı [Saat: 18.02–19.05].
578 Erbil Tuşalp, Ben Tarihim Bay Başkan, Ankara: Bilgi Yayınevi, 1989, s.59 vd.
579 Demirel, 12 Mart’ın İçyüzü (Nasıl Geldi, Nasıl Geçti?), ss.191–194.


Bu hususu kanıtlarcasına Gürler’in, devrim (!) sonrasında kendisinin Devlet Başkanlığına getirileceği teklifi karşısında Gürkan’a söylediği şu sözler, anayasal kaidelere rağmen Türk siyasi sisteminde gücün kimde olduğunu çok güzel özetlemektedir. “Celil Paşa! Ben General Necip olmak istemem! Siz bana Genelkurmay Başkanlığını, Arslanlı Kapı’yı veriyor musunuz? Onu söyleyin! Ne yapacağım ben otoritesiz, yetkisiz devlet başkanlığını?”.580
Bazı kaynaklarda, Gürler’in cumhurbaşkanlığı konusunda teşvik gördüğü anlatılmaktadır. Bu teşvikçilerin en önde gelenlerinin arasında Turgut Sunalp ve onu mevcut yerinden etmek isteyen bazı parlamenterlerin olduğu iddia edilmektedir. İkincileri suçlayan Batur, Gürler’in bir kısım parlâmenterler tarafından oyuna getirildiğini iddia etmektedir. Söylediğine göre, kendisine oy vereceklerin listelerini getiren bu şahıslar Gürler’i heveslendirmişlerdir. Batur, yaklaşık 130 küsur kişilik isim listesinin bir tertip olduğunu buna kanmaması gerektiğini Gürler’e ifade etmesine rağmen Gürler’in bu oyuna geldiğini belirterek, sonradan desteğini çektiği, jetleri uçurmadığı suçlaması karşısında, kaçan Genelkurmay Başkanlığının bunda rol oynamadığını, bu makama gelemeyeceğini bildiği için böyle bir beklenti içinde asla olmadığını belirtiyor.581
Sonuçta her şey belli bir plan eşliğinde yürütüldü. Altı aylık Genelkurmay Başkanı Gürler önce bu görevinden istifa ederek emekliliğini istedi; ardından Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay tarafından kontenjan senatörü yapılarak seçilme şartlarından eksik olan yerine getirildi. Gürler, adaylığının kamuoyu nezdinde kabul edilebilirliğinin sağlanması için basınla da temasa geçiyor ve şu cümleyi sarf ediyordu: “Devlet başkanı seçimi önemli bir aşama, bize yardımcı olun”.582
TBMM’nin dinleyici localarına çeşitli rütbelerden subaylar dolduruldu. Meclis koridorlarında ellerinde silâhlarıyla dolaşan subaylarca milletvekilleri kimi zaman tehdit boyutunda takibe alındılar. İki büyük partinin liderleri olan Ecevit ve Demirel böylesi bir dayatmaya karşı çıktılar.583 Demirel’in ifadeleriyle: 1973 Cumhurbaşkanlığı seçimi hadisesi Türkiye’deki bu karmakarışık siyasetin en başarılı işlerinden biridir, Parlamentonun yaptığı işlerden biridir.584 İlk tur oylamalarda en yüksek oyu almasına rağmen bir türlü üçte ikilik oy oranına ulaşamayan Gürler, ilerleyen turlarda oy kaybetmeye başlayınca adaylıktan çekildi. “Dimyat’a pirince giderken, evdeki bulgurdan olmak” özdeyişinin çok iyi açıkladığı bu hadise Gürler’in Çankaya’yı umarken, Arslanlı Kapı’yı da kaybetmesiyle neticelenmiş; biraz da bu olayın etkisiyle de olsa gerek Gürler, 2 yıl sonra vefat etmiştir. 585
Gürler’in cumhurbaşkanı seçilememesi olayında sivil direnç kadar, ordu içindeki bölünmenin de etkisi olduğu iddia edilmektedir. Buradaki en büyük neden Batur faktörüdür. Muhsin Batur, havacı olduğu için uçuş kıdemleriyle birlikte erken terfilerle diğerlerinden yaşına  göre erken orgeneral olduğundan yüksek komuta kademesindeki en genç fakat en kıdemli orgeneraldi. 

580 Celil Gürkan, 12 Mart’a Beş Kala, İstanbul: Tekin Yayınevi, 1986, ss.225–226.
581 Ilıcak, 12 Mart Cuntaları (Demokrasinin Sırtındaki Hançer), s.142.
582 Mustafa Ekmekçi, “Bir Başkanlık Seçimi” (Yazı Dizisi), Cumhuriyet, 17 Mart 1980.
583 Ilıcak, 12 Mart Cuntaları (Demokrasinin Sırtındaki Hançer), s.142.
584 9’ncu Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in 07.06.2012 Tarihli Dinleme Tutanağı, TBMM Tutanak Hizmetleri Başkanlığı [Saat: 14.45–18.55].
585 Mehmet Ali Birand, Can Dündar ve Bülent Çaplı, 12 Mart (İhtilâlin Pençesindeki Demokrasi), Ankara: İmge Kitabevi, 1994, s.248.

Hava Kuvvetleri Komutanlığına kadar yükselmiştir. Üstelik muhtıra imzacısı arkadaşlarının hepsi emekli olmuş, kendisi ise hâlâ muvazzaftır ve henüz elli iki yaşındadır. Yeni gelen komutanlar ise Kara Kuvvetleri Komutanı Semih Sancar ile Deniz Kuvvetleri Komutanı Kemal Kayacan’dı. Dolayısıyla hâlihazırdaki en kıdemli kuvvet komutanı orgeneral olarak kendisi bulunuyordu. Gürler’den boşalan yere gelmesi gerekiyordu. Yasal bir engel olmamasına rağmen ordudaki geleneklere göre Genelkurmay Başkanları karacılardan çıkıyordu. İddiaya göre: Batur böylesi bir geleneğin anlamlı olmadığı kanısındaydı ancak süreç, bilindiği gibi işledi ve yeni Genelkurmay Başkanı Semih Sancar oldu. İşte bu aşamada Batur’un duyduğu kızgınlık, Memduh Tağmaç’ın Genelkurmay Başkanlığından günü dolmadan emekli edilmesi esnasında Ankara semalarında alçaktan uçurulan jetlerin bu kez üslerinde bekletilmesi sonucunu yaratmıştır. Bu bilinçli atalet, Gürler’in cumhurbaşkanlığı hususunda, ordunun o kadar da ısrarcı olmadığı kanısını yaratınca sivil mukavemeti güçlendirmiştir.
Diğer taraftan, bir başka boyutuyla ordu içinde belli bir klikleşme olduğu iddialarını inandırıcı kılacak yorumlar yapılmaktaydı. Buna göre ordunun üst düzeyinde, Gürler-Batur-Kayacan üçlüsüyle Sunay-Tağmaç-Türün üçlüsü arasında bir mücadeleye sahne olmaktaydı. Özellikle E. Kur. Yb. Talat Turhan tarafından gündeme getirilen bu iddiaya göre: kontrgerillanın Ziverbey’deki Zihnipaşa Köşkündeki işkenceli sorgulamalardaki ana gaye, sorgulananlara Gürler aleyhinde ifade verdirebilmektir. Yapılanların Sunay-Tağmaç-Türün üçlüsünün siyasi hasımlarını bertaraf etmek, intikam alma amaçlı olduğunu belirten Turhan, askeri savcılar Nevzat Çizmeci ve Süleyman Takkeci’nin bu iş için bizzat görevlendirildiklerini iddia etmektedir.586 Dönemin 1. Ordu ve Sıkıyönetim Komutanı Org. Faik Türün’ün amacının: Gürler’in önünü kesmek üzere Sunay ve Tağmaç’ın elini güçlendirmek olduğu iddia edilmektedir. Buna göre, sorgulamalarda, ifadesi alınanlardan Gürler aleyhine ifadeler alınmaya çalışılmıştır.


CUMHURBAŞKANLIĞI SEÇİMİNE İLİŞKİN KRİZİ AŞMA ÇABALARI,


Cumhurbaşkanlığı seçimlerine az bir süre kala Faruk Gürler’in cumhurbaşkanı seçilmesine yönelik olarak üst düzey komutanların koordine ettiği çalışmalarda siyasi parti liderlerine çengel atılmış ve bu çerçevede Yüksek Komuta Konseyi başkanı ve üyeleri Org. Muhsin Batur’un evinde CHP lideri Bülent Ecevit’le 4.5 saat görüşmüştür. Cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesinde “bir telkine muhatap olmamak” gerekçesiyle Demirel’in görüşmeye yanaşmaması üzerine Yüksek Komuta Konseyi tarafından Adalet Partisi Genel Başkanı Demirel’i hedef alan 21 Şubat bildirisi yayınlanmıştır.
Yüksek Komuta Konseyi’nin 21 Şubat 1973 tarihli bildirisinde “sorumsuz veya sorumluluğunu idrak edemeyen bazı politikacılarla sapık ideoloji ve çıkar çevrelerinin memleketin yüksek menfaatlerini hiçe sayarak ve silahlı kuvvetlerin vakur bir anlayış içerisinde bulunmasından cür’et alarak son aylarda gittikçe temposunu arttıran yersiz beyan ve yorumlarda bulunmaları esefle müşahede olunmaktadır” denildikten sonra “silahlı kuvvetlere ve 12 Mart muhtırasında doğrudan doğruya veya dolaylı olarak yöneltilen küçük düşürücü ve kışkırtıcı
sataşma ve beyanların son bulması”, “muhtıranın gereği olarak yurtta huzur ve istikrarın sağlanması ve devamı”, “reformların gerektiği şekilde ve biran önce tahakkuk ettirilmesi” ve “Siyasi Partiler ve Seçim Kanunlarının milli iradeyi adil bir şekilde tam olarak yansıtacak bir temsile ve dürüst bir seçime imkan verecek bir hale getirilmesi” çağrılarında bulunulmuştur. 

586 Talat Turhan, Bomba Davası (Savunma–1), İstanbul: Yazarın Kendi Yayını, 1986, s.143.

Bildiride içinde bulunulan bunalım ve olağanüstü durumdan çıkış için siyasi parti grupları ile de temaslarda bulunulduğu ancak davet olunan bütün parti ve grup liderlerinin görüşmelere “büyük bir içtenlikle” katılmalarına rağmen Adalet Partisi Genel Başkanı Süleyman Demirel’in “kendisine özgü bazı sebeplerle” davete icabet etmekten kaçınması da eleştirilmiştir.

Demirel, bildirinin ardından hesap vereceği tek merciin millet olduğunu söyleyerek tepkisini dile getirmiştir. Cumhurbaşkanı Sunay ile görüşmesinde de “... Anayasa diyemeyecek miyiz? Millet, demokrasi laflarını ağzımıza alamayacak mıyız? ‘Milletten başkasına hesap vermem’ dedim. Bunda ne var” demiştir.
Cumhuriyet gazetesi bildiriyi 22 Şubat günü “Ordu 12 Mart Muhtırasının Sorumluluğunun İdraki İçinde - Yüksek Komuta Heyeti Görüşlerin Açıkladı” manşetiyle vermiştir. Gazete bu manşetin yanında Demirel’in “Beni İlgilendiren Hiçbir Şey Yoktur Tebliğin İçerisinde” açıklamasına yer vermiştir. 23 Şubat günkü Cumhuriyet’te Milli Birlik Grubu ve işverenlerin komuta konseyinin görüşünü desteklediğini haber yaptı. Nadir Nadi 23 Şubat tarihli başyazısında Yüksek Komuta heyetinin “iyi niyetli çabası” olarak tanımladığı bildirinin Türk Silahlı Kuvvetlerinin “12 Mart muhtırasına karşı yürütülmek istenen doğrudan doğruya ya da dolaylı sataşmalardan rahatsızlık duymakta” olduğunun ifadesidir. Altan Öymen 23 Şubat tarihli yazısında Ecevit’in Komutanların talebini kabul edip kendileriyle görüşmeye gittiğini oysa Demirel’in “Cumhurbaşkanlığı seçimlerinden önce bir telkine muhatap olmak istemiyormuş” ifadesiyle bu davete hayır demesini eleştirmiştir. Öymen komutanların davetinde bir anormallik görmemiş ve Demirel’in sözleriyle ilgili görüşlerini “sanki millete hesap verme durumunda olmak, bu devletin çeşitli sorumluluk mevkilerindeki kimselerle görüşmeyi yasaklıyormuş gibi... ‘Ben millete hesap veririm’ dedin mi arkadan bu mantığın bağlantısı olarak ‘Öyleyse başka kimseyle görüşmem’ diyebileceksin.” şekline ifade etmiştir. Öymen, Demirel’in Adalet Partisi’nin Cumhurbaşkanı adayını açıklamamasını da şiddetle eleştirmiştir.587
Milliyet gazetesi 22 Şubat 1973 tarihli sayısında bildiriyi “Komutanlar Kışkırtıcı Hareketlerin Bitmesini İstedi” manşetiyle vermiştir. Manşetin yanında da Demirel’in “AP Yalnız Millete Hesap Verir” açıklamasına yer verilmiştir. Abdi İpekçi aynı günkü başyazısında partiler ile Silahlı Kuvvetler arasındaki zıtlaşmanın tehlikelerine dikkat çekerek bunun için bir neden olmadığını, çünkü partiler gibi silahlı kuvvetlerin temsilcilerinin de her fırsatta demokratik rejime inançlarını tekrarladıklarını ve amaçlarının “bu rejimi korumak ve güçlendirmek” olduğunu belirtmiştir. Zıtlaşmadan kasıt Demirel’in komutanların davetine katılmamış olmasıdır. İpekçi yazısında koşulların olağanüstülük taşımadığı bir ülkede parlamenter düzene kumandanlar tarafından yapılacak herhangi bir müdahalenin hoş görülemeyeceğini de belirtmiştir.588 23 Şubat’taki başyazısında İpekçi partilerle kumanda heyeti arasındaki diyalogun önemine dikkat çekerek her iki grup arasında “samimi bir hava içerisinde” görüşmeler yapıldığını, ancak Demirel’in bu görüşmelere katılmayı reddettiği ifade etmiştir. AP liderinin “kendine özgü nedenlerle” komutanların toplantısına katılmamasının tartışılabileceğini belirttikten sonra Sunay’ı Cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesi arabuluculuk yapmaya davet etmiştir.589 

587 Cumhuriyet, 23.2.1973.
588 Milliyet, 22.2.1973.
589 Milliyet, 23.2.1973.

İpekçi 24 Şubat tarihli yazısında da zıtlaşmaya dikkat çekmiştir. Abdi İpekçi 28 Şubat tarihli yazısında Demirel’in aksine Ecevit’in yaklaşımının ve komutanlarla görüşmesinin daha sağlıklı olduğunu belirtmiş ve “devletin yönetiminde yetkili ya da etkili kişi (ve) kuruluşlarla bunalımların çözümlenmesini amaçlayan ve bunu Anayasaya uygun biçimde başarmayı öngören ‘müşaverlerde’ bulunmak zararlı değil, yararlıdır” demiştir. Ecevit’in komutanlarla yaptığı “görüşmelerden edindiği izlenim üzerine” Yazar Demirel ile görüşmek istemesinin Demirel tarafından reddedilmiş olmasını da “Demirel’in yaptığı ikinci hata” olarak tanımlamıştır.590

22 Şubat 1973 günkü Tercüman gazetesi bildiriyi “Yüksek Komuta: Yersiz Yorumlara Son Verilsin” manşetiyle vermiş ve diğer gazetelerde olduğu gibi hemen yanında Demirel’in “AP’nin Hesap Vereceği Tek Merci Millettir” açıklamasını koymuştur.591 Kabaklı 23 Şubat tarihli yazısında bildiriyi “12 Mart muhtırasının yürürlükte olduğunu yeniden hatırlatmaya lüzum gören bir teşebbüs” ve “Muhtıra II” olarak adlandırmıştır. Kabaklı bildirinin “Liderlerle görüşme sırasında şahıs, zümre, parti ve hükümet icraatı bahse konu edilmemiştir” açıklamasını ön plana çıkartarak bunun belli bir siyasi parti liderine karşı olmadığını, asıl muhatabın “ihtilal maskotluğuna özenmiş bazı maskaralar” olduğunu belirtmiştir.592

Hürriyet gazetesi 22 Şubat 1973 günü bildiriyi manşetten “Yüksek Komuta Heyeti Tebliğ Yayınladı-Demirel’e Görüşmelere Katılmadığı İçin Çatıldı” başlığıyla vermiş ve hemen yanına Demirel’in “Hesap Vereceğimiz Tek Merci Millettir” açıklamasını koymuştur. Haberin devamında bildirinin içeriği hakkında bilgi verilmiştir.593 23 Şubat tarihli gazetenin ilk sayfasında Hürriyet imzasıyla çıkan yazıda üslubun sert olduğu belirtildikten sonra açıklamanın içeriğinin ve gerekçelerinin anlaşılabileceği, ancak açıklamaya neden böylesine “sert bir hava” verildiğinin anlaşılmadığı belirtilmiştir. Yazıda ayrıca bildirinin Cumhurbaşkanlığı seçimi üzerine yapılan spekülasyonlarla başlayan tedirginliği arttırdığı ve bildirinin tedirginlikler yüzünden yapacağı tahribatın asıl ulaşılması gereken demokrasi ve özgürlük amacına ve özellikle kamu yararına ters düşeceği ifade edilmiştir.594
Cumhurbaşkanı kim olacak suali cevapsız kalmaya devam ederken, bulunan ilk formül: Cevdet Sunay’ın görev süresinin yapılacak bir anayasa değişikliğiyle iki yıl uzatılması olmuştur. Bu formüle en kesin itiraz İnönü’den geldi; Paşa: “Sunay seçilecekti de, ne olacaktı? Daha önce yaptıklarını yenileyecekti” şeklinde çıkış yaptı. Demirel de, 12 Mart’ta cumhurbaşkanının muhtıracılarla olan mesaisini hâlâ içine sindirememişti ve bu teklife ayak diredi. “Sunay’ın görev süresinin uzatılmasına karşı çıkarken Demirel’in yapmak istediği, Gürler’in Cumhurbaşkanlığı na da karşı çıkışının Ordu üst kademelerinde duyulmasını sağlamaktı”.595 Öneri mecliste de senatoda da kabul görmedi. Bu kez CHP tarafından yeni bir öneri getirildi: Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin iki yıl ertelenmesi. Bu da aslında ilk önerinin isim değişikliğiyle  tekrarıydı. Son formül, bir isim üzerinde anlaşılmasıydı Dönemin Anayasa Mahkemesi Başkanı Muhittin Taylan üzerinde iki parti de anlaştı. 

590 Milliyet, 24.2.1973.
591 Tercüman, 22.2.1973.
592 Tercüman, 23.2.1973.
593 Hürriyet, 22.2.1973.
594 Hürriyet, 23.2.1973.
595 Cüneyt Arcayürek, Çankaya’ya Giden Yol 1971–1973 (Cüneyt Arcayürek Açıklıyor–6), Ankara: Bilgi Yayınevi, 1985, s.395.


Tek bir formalite geriye kalıyordu: Taylan’ın Sunay tarafından kontenjan senatörü yapılması. Görev süresinin uzatılmasına karşı çıkılmasının burukluğunu yaşayan Sunay, bu isteği reddetti. Böylece iyiden iyiye kendisini cumhurbaşkanlığına hazırlayan Muhittin Taylan açısından cumhurbaşkanlığı adaylığının ilk aşaması bile gerçekleşememiştir596
Sonunda ismi daha önce, Ürgüplü kabinesinin güvenoyu alamayarak düşmesi olayından sonraki başbakan arayışlarında da gündeme gelen, askeri ataşelik tecrübesi de olan eski Deniz Kuvvetleri Komutanlarından E. Ora. Fahri Sabit Korutürk üzerinde uzlaşılmıştır. Zaten hâlihazırda senatör olan Korutürk, Türkiye Cumhuriyeti’nin 7’nci Cumhurbaşkanı olarak andını içip göreve başlamıştır.597


SİYASİ PARTİLERDEKİ GELİŞMELER VE 1973 SEÇİMLERİ,

12 Mart rejiminin parlamentoyu açık tutma siyasetinin iki istisnası vardır. Parlamento açık tutulacaktır lakin ülkenin bölünmez bütünlüğü ve laik rejimini tehdit ettiği iddia edilen iki parti kapatılacaktır. Bu iki partiden biri beklendiği gibi TİP’dir. Anayasa Mahkemesi, TİP’in kapatılma gerekçesinin temelini Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesinde Kürtlerin yaşadığı ve bu insanların kimliklerinin tanınması gerektiği yönündeki 4. Büyük Kongreye sunulan rapora dayandırmıştı. Kapatılma kararının ardından TİP’in önde gelen yöneticileri genel başkanı başta olmak üzere tutuklandılar.598

ADALET PARTİSİ,

AP’deki ilk çatlamalar ise 1969 yılının başına rastlıyordu. Sözgelimi, Demirel’i partiyi ikiye bölmekle suçlayan Ethem Kılıçoğlu ile Cevat Önder, ihraç istemiyle Yüksek Haysiyet Divanına veriliyorlardı.599
İçinden güçlü bir kesimin ayrıldığı AP ise, bu bölünmeden arınarak değil, güç kaybederek çıkmıştı. 18 Aralık 1970’de partileşen AP içindeki muhalefetin, eski DP’nin hakiki mümessili olduğu doğrultusundaki iddiası ise 12 Mart duvarına çarpmıştır. DP Genel Başkanı Ferruh Bozbeyli de 12 Mart’ın kitlelere kendilerini sıcağı sıcağına tanıtacakları bir dönemde gelmesinin, partilerinin gelişip, serpilmesini önlediği görüşündedir.600 Bozbeyli, partilerinin sonraki seçimlerde siyasi hayattan silinmesini ise şöyle açıklamaktadır:

596 Mehmed Kemal, 12 Mart, Öfkeli Generaller ve İşkence, İstanbul: Soyut Yayınları, 1974, s.188 vd.
597 “Başbakan Adayı Olarak Erim, Korutürk ve Üner’in Adları Geçiyor”, Cumhuriyet, 15 Mayıs 1972.
598 Doğu Perinçek, Anayasa ve Partiler Rejimi (Türkiye’de Siyasi Partilerin İç Düzeni ve Yasaklanması), İstanbul: Kaynak Yayınları, 1985, , ss.342–343.
599 “Önder ve Kılıçoğlu, Savunmalarını Yazılı Olarak Verdiler: Demirel, AP’yi ikiye ayırmıştır”, Cumhuriyet, 27 Ocak 1970.
600 Ferruh Bozbeyli, Alaca Siyaset (Siyasi Hikâyeler), İstanbul: Babıâli Kültür Yayıncılığı, 2000, s.105.

İşte, gerek Süleyman Demirel gerek Sayın Ecevit çok haklı, çok yerinde bir propaganda buldular, çok yerinde, dediler ki halka: “Sayın vatandaşlarım, siz bizden hizmet bekliyorsanız bizim reyimizi bölmeyin. Bakın, bizim reyimizi bölerseniz koalisyonlar ortaya çıkıyor. Koalisyonlar da şimdiye kadar hiç hizmet yapamadık. Onun için, bizim reyimizi lütfen bölmeyin.” Bu çok makul, çok akıllıca bir propagandaydı. Bunu hem Ecevit yaptı hem Demirel yaptı. Yapınca, Ecevit’ten bölünmüş gibi görünen, Güven Partisi 3 mebusa düştü, Adalet Partisinden bölünmüş gibi olan biz 1 mebusa düştük, Selamet Partisi de 48’den 15’e düştü yani gerekçe çok doğruydu, ikna edici bir gerekçeydi. Sonucu ondan oldu.601
Öte yandan, MNP’nin ve ardından MSP’nin kuruluşu da AP’nin oy kitlesinden önemli bir miktarı alıp götürmüştür. Türk sağı olabildiğince bölünmüş durumdadır; solda TİP kapatılmış, TBP ise CHP’ye alternatif olabilecek güçte değildi. Oysa AP ve genel olarak sağ, MSP, MHP, DP, CP, MGP gibi altı partinin mücadele alanı haline gelmiştir. AP içindeki parçalanma; sağın iki etkin partisi olan MSP ve MHP’nin önceleri AP içinde temsil edilen eğilimlerin sözcülüğünü ele alması; Ecevit rüzgârını arkasına alan CHP’nin yükselişe geçmesine sebep olmaktadır. Ecevit’in halk kitlelerine verdiği ana mesaj: parlamentonun milletten on yıl geri olduğuydu. 12 Mart’ta açıkça anayasanın Türk halkı için lüks olduğunu söyleyenlere nazire yaparcasına sarf edilen bu cümle çok büyük yankı bulmuştur. 602

CUMHURİYET HALK PARTİSİ,

Asıl büyük gelişme ise CHP’deki lider değişimiydi. 12 Mart’ın ardından genel sekreterlikten istifa eden Ecevit’in parti içi iktidar mücadelesi sürüyordu.603 İnönü tüm gücünü harcamasına rağmen yapılacak olağanüstü kurultay divanının feshini talep etmemesinin kabul görmemesi üzerine önce genel başkanlıktan istifa etmiştir. Bir müddet sonra partisinden de istifa ederek, eski cumhurbaşkanlarının senatoya üye olma hakkını kullanarak aktif siyasetten bir anlamda çekilmiştir. Oysa Ecevit, kendisine karşı yöneltilen genel başkanlık ihtirası suçlamalarına karşı 8 Şubat 1972’de CHP Meclis Grubunda yaptığı konuşmada şu ilginç cümleleri sarf etmişti: “Benim Genel Başkanım Sayın İnönü’dür. Bana ne kadar ağır ithamlarda bulunursa bulunsun, İnönü’nün karşısında ne kendimi ne de bir başkasını, Cumhuriyet Halk Partisinin Genel Başkanı olarak hayal bile edemem”. 604 Buna rağmen üç ay sonra, 14 Mayıs 1972’de, Ecevit CHP’nin yeni Genel Başkanıdır.605

1973 seçimleri, Türk siyasetinde taşları yerinden oynatan bir seçimdi. CHP, genel başkanlık koltuğuna İnönü yerine Bülent Ecevit’i getirmiştir.Altmışlı yıllar, CHP’nin ideolojik dönüşüm yaşadığı yıllardır. Bu süreç, büyük bir toplumsal hareketliliğin yaşandığı, şehirlere gelen yeni nüfusun varoşlara yerleşerek yeni tip toplumsallaşma özellikleri gösterdiği yılları kapsıyordu. Şehirlere gelen yeni kitle açısından, kır hayatıyla karşılaştırıldığında, şehir hayatı  müreffeh bir döneme geçiş anlamına geliyordu.606 

601 Ferruh Bozbeyli’nin 31.10.2012 Tarihli Dinleme Tutanağı, TBMM Tutanak Hizmetleri Başkanlığı [Saat: 14.03–15.26].
602 Melih Cevdet Anday, “Hakaret”, Cumhuriyet, 22 Kasım 1974, Mehmet Öksüz, Faşizme Karşı Her Yönüyle Ecevit (Çağdaş Bir Lider, Çağdışı Bir Parlamento), Ankara: Nisan Yayınları, 1974, ss.74–75 (içinde).
603 Ecevit’in istifasıyla boşalan CHP Genel Sekreterliğine Şeref Bakşık getiriliyordu, bkz. Hürriyet, 24 Mart 1971.
604 Bülent Ecevit, Perdeyi Kaldırıyorum, Ankara: Ajans-Türk Matbaacılık Sanayi, 1972 (?), s.31.
605 “Ecevit 826 oyla Genel Başkan seçildi”, Cumhuriyet, 15 Mayıs 1972.
606 “Türk Toplumunda Yapısal Değişme”, Mübeccel Kıray, Toplumsal Yapı Toplumsal Değişme, içinde İstanbul: Bağlam Yayınları, 1999, ss.327–341.

Genel olarak bu yeni kitlenin, Demokrat Partinin Anadolu aksanıyla telaffuzundan mülhem Demirkırat ismiyle efsaneleştirdiği hatırasına ve partinin varislerine karşı duyduğu sempati, artarak devam etmektedir. Ülkenin 1965–1969 yılları arasında kalkınmada kaydettiği ivme, bu kesimlerin toplumsal pastadan aldıkları payı da nispeten arttırmıştı. Altmışlı yıllarda partinin yeni ideolojik istikametine ismini veren ortanın solu, hareketinin tüm çekiciliğine rağmen bir türlü CHP oylarına yansımayışı karşısında partinin ideologlarından biri olan Ecevit, bir taraftan ortanın solunun manasını açıklamakta, diğer taraftan da üst üste AP karşısında uğranılan seçim hezimetleri karşısında yılmaya meyilli partililere moral aşılamaya çalışmaktadır. AP oylarının oransal büyüklüğüne rağmen, tıpkı DP gibi erimeye yüz tuttuğu savını ileri sürmektedir.607
Aslında, parti genel sekreterliğinden 12 Mart Muhtırasının, ortanın solu hareketine, dolayısıyla kendisine karşı yapıldığı iddiasıyla istifa eden Ecevit ise Merkez Yönetim Kuruluyla birlikte istifa gerekçesini açıklarken şunları söylüyordu: “Hükümete katılmama kararı alınabilseydi bazı şeyler kurtarılabilirdi. Sayın Genel Başkan böyle düşünmüyor. Ona rağmen onunla karşı karşıya partiyi yönetemem. Ortanın solu hareketinin ve benim demokrasi kuralları içinde yenilmeyeceğimiz anlaşılmıştır. Demokratik kurallar dışına çıkılarak yenilgimiz sağlanmıştır”.608 Komutanların müdahalesini Yunanistan modeline benzeten Ecevit: “Hareket, hükümetten daha çok, Ortanın Solu’na karşı” diyordu.
Ecevit’in bu açıklamasına karşı İnönü: bu gerekçeyi inandırıcı bulmayarak ortanın solu politikasını Ecevit yokken ilân ettiğini, Ecevit’in bu politikayı kendisine mal etmesini ve muhtıranın asıl bu politikaya verilmesini abartılı bir yorum olarak gördüğünü söylemektedir.609 Seçmen nezdinde, İnönü gibi bir lideri deviren, muhtıracılara Demirel’in gösterdiği tavrın aksine adeta kafa tutan bir Ecevit vardır.
1973 seçimleri öncesinde, CHP, en büyük rakibi olan AP’ye göre, daha dingin ve derli toplu duruyordu. AP’dekinin aksine kendisinde yaşanan ayrılıklar partiyi eski görüntüsünden arındırmış; daha da güçlendirmiştir. Bu kesimlerin ayrılığı CHP’nin halkın partisi olduğu yönündeki iddiasına inandırıcılık katmaktadır.

MİLLİ SELAMET PARTİSİ,

Kapatılan diğer parti Necmettin Erbakan’ın Milli Nizam Partisiydi;610 partinin kapatılma gerekçesi ise lâikliğe aykırı faaliyet yürütmesine dayandırılıyordu. Süleyman Arif Emre, partinin kapatılmasına ilişkin olarak şu tespitte bulunmaktadır:
İsrail’in lehinedir çünkü böyle bir Hükümetin Türkiye’de bulunması, İsrail’in, komünist Rusya’ya karşı önüne set çeken bir Seddi Çin görevini yapar ama Erbakan her konuşmasında: “Siyonizm nedir, masonlar nasıl Siyonistlerin yan kuruluşudur, nasıl… Ve diğer kuvvetler de  onların yan kuruluşudur?” hep bu konuyu işliyor. 

607 Bülent Ecevit, Ortanın Solu, İstanbul: Tekin Yayınevi, 1974 (1968), s.85.608 Milliyet, 22 Mart 1971.
609 “Ecevit Mübalâğa Etti”, Milliyet, 22 Mart 1971.
610 “Lâikliğe aykırı tutumu nedeniyle MNP kapatıldı”, Akşam, 22 Mayıs 1971.


Hoca’nın bu konuyu bilhassa ön plana almış olmasının sebebi de Demirel’in gerçek fikrî yapısını ortaya koymak ama onlar –Siyonist liderler- kızmış, gücenmişler “şayet bu propagandadan vazgeçmez iseniz partinizi kapattıracağız.” Biz de tabii, vazgeçmedik, birkaç hafta sonra parti kapatıldı, 12 Mart askeri müdahalesinden bir hafta önce, kapatma davası açıldı daha doğrusu. Evet, Siyonistler öyle söylemişti. O zaman ki Başsavcı Hikmet Gündüz, bizim tespitimize göre o da masondu, hemen bir kapatma davası açtı.611
Kimilerine göre söz konusu partinin kapatılma kararı doğru ancak kapsamı dar tutulmuştu. Laikliğe aykırı davranışlar içinde bulunan tek parti sanki MNP miydi?612 MNP’nin kapatılmasına rağmen TİP’in aksine hiçbir yöneticisi hakkında ceza davası açılmamıştır. Parti lideri Erbakan İsviçre’ye gitmiş; 1973’e gelinirken Erbakan’ın Türkiye’ye yeni bir parti kurmak üzere bizzat iki orgeneral, Muhsin Batur ve Turgut Sunalp, tarafından davet edildiği iddia edilmektedir. Hatta sırf bu lütuftan ötürü 1980 yılının tıkanan Cumhurbaşkanlığı seçiminde, kimilerince Milli Selamet Partili’lilerin Batur’a oy vermeleri de buna bağlanmaktadır. Burada hedeflenenin 1965 ve 1969 seçimlerinde AP’de toplanan mukaddesatçı oyların açıkta kalıp yeniden bu partiye dönmesini engellemek olduğu söylenmektedir. Hedeflenenin: Kurulacak yeni bir İslâmcı parti eliyle AP oylarındaki bölünmenin devamını sağlamak olduğu ifade edilmektedir.613 Süleyman Arif Emre, bu doğrultuda kendisine yöneltilen soruya şu cevabı vermiştir:
Hayır, tamamen bizi şey etmek için uydurulmuş bir propagandadır bizim siyasi rakiplerimiz tarafından. (Erbakan) İsviçre’deydi. 110 kilo, şişmanlamıştı. Millî Nizam kapandı diye kalp spazmı geçirdi. İsviçre’de şişmanlığı şey eden rehabilitasyon merkezi varmış, oraya gönderdiler. Hoca döndüğü zaman 80 kiloydu. Hatta tanımadık biz de… 614

DIĞER PARTILERIN DURUMU

1971 yılına gelindiğinde geçmişin önemli partileri olan YTP, MP büyük ölçüde varlıklarının sonuna yaklaşmışlardır. İşte bu süreçte GP bu partilerle birleşerek daha büyük bir oy tabanına seslenme gereği hissetmiştir. GP bu birleşmeyi “Milliyetçi Cephe” adıyla anmıştır. GP, Milliyetçi Cephe’nin olabilmesi için 17 Ocak 1971 tarihinde olağanüstü kongresini toplantıya çağırmıştır. GP Olağanüstü Büyük Kongresi’nin verdiği yetkiye dayanılarak ve Milliyetçi Cephe kuruluşunun gerçekleşmiş olması sebebiyle GP’nin bundan böyle “Milli Güven Partisi” (MGP) adı altında çalışmalarına devam etmesi oy birliği ile kararlaştırılmıştır.615
3-4 Mart 1973’te düzenlenen MGP kongresinde CP ile birleşme kararı alınmıştır. Birleşmeye MGP’den 16 milletvekili, 11 senatör CP’den 11 milletvekili 4 senatör, Bağımsız  Halkçılar Grubu’ndan 17 milletvekili ve 5 senatör katılmıştır.616 

611 Süleyman Arif Emre’nin 26.06.2012 Tarihli Dinleme Tutanağı, TBMM Tutanak Hizmetleri Başkanlığı [Saat: 12.00–?].
612 Nadir Nadi, “Bir Parti Kapatıldı”, Cumhuriyet, 23 Mayıs 1971.
613 Soner Yalçın, Hangi Erbakan, Ankara: Başak Yayınları, 1994, ss.140–141.
614 Süleyman Arif Emre’nin 26.06.2012 Tarihli Dinleme Tutanağı, TBMM Tutanak Hizmetleri Başkanlığı [Saat: 12.00–?].
615 Milliyet, 30.1.1971, s.1.
616 Cumhuriyet, 5.3.1973, s.1.

Bu kurultaydan sonra partinin ismi de Cumhuriyetçi Güven Partisi (CGP) olarak değiştirilmiştir.

1971 Muhtırası’nın önemli bir sonucu da iki partinin kapatılmasıdır.1970’de kurulan MNP bir yıldan biraz fazla yaşayabilmiş; 5 Mart 1971’de ‘lâikliğe aykırı çalışmalar yürüttüğü’ gerekçesi ile Anayasa Mahkemesi tarafından kendisine dava açılan MNP, 20 Mayıs 1971’de ‘lâik devlet MNP yöneticileri hakkında herhangi bir ceza davası açılmamıştır.617 MNP kapatılınca Erbakan İsviçre’ye gitmiş ve bir süre orada kalmıştır.
TİP ise Anayasa Mahkemesince "devletin ülkesi ve milletiyle bölünmezliği ilkesine karşıt davrandığı" gerekçesiyle temelli kapatılmıştır. Ayrıca partinin zaten tutuklu bulunan önderi Behice Boran ve yönetim kadroları Ankara 3 Numaralı Sıkıyönetim Mahkemesi’nce komünistlik propagandası ve bölücülük yaptıkları gerekçesiyle altı yıl ile on beş yıl arasında değişen hapis cezalarına çarptırılmışlardır. Davanın duruşmasına 19 Ağustos 1971'de başlanmış, hükümler 26 Nisan 1973'te kesinleşmiştir.618
1970’li yıllarda iki partili sistem sona ererken, bu dönem küçük partilerin altın çağlarını yaşadıkları ve siyasetin kaderini ellerinde tuttukları bir dönem olmuştur. Toplumun hızla kamplara bölündüğü ve sokak çatışmalarının yükseldiği 70’lerin ikinci yarısında MHP daha operasyonel bir karaktere bürünmüş ve özellikle mezhep farklılıklarının yoğun yaşandığı illerde oylarını belirgin bir biçimde ve kısa sürede artırmıştır. Komünizmle mücadelede kendisini devletin yanında konumlayan Türkeş, bu dönemde gençlik teşkilatıyla sokağı kontrol altında tutmaya çalışmıştır. 1970’lerin sonlarına doğru dönemde ülkücüler sokağa inmiş ve kendilerini devletle özdeşleştirerek, komünizme karşı mücadelenin ön saflarında yer almaya başlamışlardır. Bu tutum, Milliyetçi Hareketin her geçen gün toplumcu milliyetçilikten uzaklaşmasına ve devletçi bir karaktere bürünmesine neden olmuştur. Hareket özeleştirisini ancak 1980 darbesi sonrası yapabilmiş ve daha rafine bir hüviyet kazanmıştır.

18 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEK,

..