29 Mart 2021 Pazartesi

ORTA MAHALLEDEKİ KİLİSEYE DAİR BİLGİLER VE İNŞAAT FAALİYETLERİ 1

ORTA MAHALLEDEKİ KİLİSEYE DAİR BİLGİLER VE İNŞAAT FAALİYETLERİ 1 



Prof. Dr. Necmettin AYGÜN, Akçaabat, Orta Mahalle, Rum Kilisesi, İhtilaf Raporu, Osmanlı Arşivi,

Konu: Akçaabat ta Orta Mahalle deki Rum Kilisesinin Adı Hakkındaki İhtilafa Dair Rapor 
İlgi: Kültür Müdürlüğü’nden konu ile ilgili gelen sözlü talebe istinaden 18.09.2020 tarihinde Akçaabat Belediyesi Başkanlığı’na mektup suretiyle sunulan cevabî yazının yeniden tanzimi 
Tarih: 30.12.2020 


ORTA MAHALLEDEKİ  ( GALİNOS MAHALLESİNDEKİ ) KİLİSEYE DAİR BİLGİLER VE İNŞAAT FAALİYETLERİ 1 

Prof. Dr. Necmettin AYGÜN 2 

    Tanzimat (1839) ve Islahat (1856) fermanları ile akabindeki modernleşme faaliyetleri bağlamında kilise ve mekteplerin kayıt altına alınmasına başlanmıştır. Yeni inşa edilecek olanlar ile mevcutlar üzerinde yapılacak tamiratlar da dâhil her türden inşaat faaliyetlerinde padişahın/devletin izni gerekmekteydi 3. Kısacası kilise ve mektep inşaatları devletin iznine bağlanmıştır. 

Bu doğrultuda, aşağıda adları verilen arşiv dosyalarında yer alan kayıtlar, Akçaabat’ın muhtelif mahallelerinde, muhtelif tarihlerde inşa edilmiş olan kiliselere padişah izninin alınarak böylece bunlara resmî hüviyet (ruhsat) kazandırılmak istenmesinin yanında, tamiratlarına dönük talepleri de içermektedir. Bahsi geçen arşiv kayıtlarının başlangıç tarihleri 1912, bitiş tarihleri ise 1913’tür. Konu ile ilgili olarak mahallinden devlet merkezi İstanbul’a gönderilen talepleri içeren belgeler Osmanlı Arşivi’nde ŞD. Fonu’nda4, İ. AZN Fonu’nda 5, DH. İD Fonu’nda 6, 
MV Fonu’nda7 ve 6 Numaralı Kilise Defteri’nde mevcuttur. Bu açıdan bakıldığında zengin bir arşiv malzemesinin varlığından söz edilebilir. Galinos Mahallesi’ndeki Rum Kilisesi de dâhil olmak üzere Akçaabat’taki 6 kilise ile bir mektebe ruhsat verilmesi ile ilgili yazışmalar arasında burada Galinos Mahallesi’ndeki kilise ile ilgili olanlar üzerinde durulacaktır. 

Diğerlerine ise I. Akçaabat Sempozyumu’nda sunulan makalede yer verilmişti. 
Osmanlı Arşivi’nde Şura-yı Devlet Fonu’nda8 (BOA, ŞD, 1870/7) yer alan, konusu 
Akçaabat’taki 6 adet kilise ve bir adet mektebin ruhsata bağlanması veya inşaat/tamirat izinleriyle alakalı 22 farklı belgeden oluşan arşiv kayıtları önemli olup, bunlar içerisinden bir belge diğerlerine nazaran öncü görevi görmektedir. Bu belge, Akçaabat’ta Galinos Mahallesi’nde bulunan kilisenin papazı ile kilise (vakfı) mütevellisinin (Gergios 9 D. Haralampidis) 10 Akçaabat Kazası Kaymakamlığı’na yaptıkları 1912 tarihli başvuruyu konu etmektedir. Başvurunun konusu Kilise Papazı ve Kilise Mütevellisinin ifadeleri ile şu şekildeydi (özet): 

“Akcaabadın Galinos Mahallesinde tahminen yedi sekiz yüz sene evvel inşa edilen bir aded kilisenin berat-ı âlisi (padişah izni/ruhsatı) vardır, temin edilmiştir. Ancak kilise hâlihazırda mahalledeki Hıristiyan cemaatin nüfusuyla orantısız olacak şekilde kalmıştır ve esasında kilise (zamanında) çok küçük inşa edilmiş olduğundan cemaati kaldırmamaktadır. Dolayısıyla ve kilise sandığında da yeterli para mevcut bulunduğundan masrafları kilise sandığından karşılanmak üzere genişliği ve yüksekliği 12 metre, uzunluğu da 17 metre nispetinde olmak 
üzere genişletilerek inşası kararlaştırılmıştır. Kilisenin belirtilen çapta inşasına müsaade buyurulması istirham olunur. Bu hususda emr u irade…”11. 

Akabinde Akçaabat Kazası Kaymakamlığı, Trabzon Vilayeti, Trabzon Metropolitliği, 
İstanbul’daki Millet-i Rum Patrikhanesi, Sadrazamlık makamı ve Şura-yı Devlet gibi birimlerin hazırladığı yazılara, makamlarca izahat istenmesine bağlı olarak, resmi muamelât gerçekleştirilmiştir. Neticede ilgili izinler alınmış, izinsiz olan kiliselere de izinleri (ruhsatları) verilmiş veya tamirat isteyenlere de tamirat izinleri verilmiştir. Bu işlemlere istinaden Akçaabat Kaymakamlığı’ndan İstanbul’a giden 5 adet yazıya göre, bahsi geçen kiliselere ruhsat verilmesinde bir sakınca olmadığı belirtilmiştir12. Yine bu yazışmalardan birinde İstanbul’daki Rum Patrikhanesi, “bazısının emr-i alileri (izinleri/ruhsatları) zayi (kayıp), bazısı emr-i aliye 
rabt olunmamış (ruhsatsız) olan kiliseler” ibaresiyle yani ruhsatı bulunsun veya bulunmasın Trabzon’da (1912’de) faal olan Rum kiliselerinin adlarını listeleyerek devlete sunmuştur. 

Anlaşılan devlet, 1912 yılı içerisinde bölgede var olan Rum Ortodoks kilise ve mekteplerinin hangilerinin ruhsatlı, hangilerinin ise ruhsatsız olduğunun tespitinin yanında kilise ile mektep inşa ve tamiratlarına neden gerek duyulduğunun izahatını görmeye çaba harcamıştır ve bu nedenle de inşaat veya tamirat işlerine ruhsat verilmesi 1913 yılına sarkmıştır. 
Bu doğrultuda ilgili inşaatlar hakkında Trabzon’dan ve Rum Patrikliği’nden devlete ulaşan talepler ile bu taleplerin incelenmesi/tahkiki için Trabzon Vilâyetiyle yapılan yazışmalar ve neticeleri, Osmanlı Gayrimüslimlerinin işlerine bakan devlet organı olan “Adliye ve Mezâhib Nezâreti” tarafından görüşülmek üzere 13 Mayıs 1913 tarihli tezkireyle Şûrâ-yı Devlet’e havale edilmiştir. Şûrâ-yı Devlet’in Mülkiye ve Maârif Dâiresi’nde görüşülerek yasalara uygun bulunan ve onay alınmak üzere Sadârete13 gönderilmesine karar verilen inşaatların Galinos Mahallesi’ndeki kilise ile ilgili olan bilgiler şu şekildedir: 

1913 tarihli belgelere göre Galinos Mahallesi’nde (Orta Mahallede) 165 hanede toplam 838 Rum nüfus ikamet etmekteydi. Galinos Mahallesi’nde 14 vakıf arazi üzerinde bulunan uzun kısmı 15 metre, genişliği 6.10 metre ve yüksekliği 10 metre ebadında; iki kapı 15 ve yedi pencereden oluşan; tahminen 500 sene önce inşa olunan ve Aya Taksiyarhi (:Taxiarchai)16 adındaki kilisenin ibadet ihtiyacına yeterli gelmemesinden dolayı, “el-yevm ihtiyâca gayr-ı kâfî görülmesine mebnî” ileride masrafları kilise sandığından karşılanmak üzere uzun kısmı 17 metre, genişliği ve yüksekliği ise 12’şer metre cesâmetinde olmak üzere tevsiʽan 
(genişletilerek) inşasına müsaade edilmesi istenmekteydi. Ayrıca bu kiliseden başka etrafı duvarla çevrili olan içerisinde bir de mezarlık bulunan 44 metre uzunluğu ve 23 metre genişliğindeki mahalde uzun ve geniş kısmı 2.5 metre, yüksekliği de 8 metre olan bir çan kulesi mevcut olduğundan, mevcut çan kulesinin de ruhsata bağlanması diğer bir talepti. Anlaşılan 1012 metrekarelik alanı tutan mezarlık sahası içerisinde bir de çan kulesi mevcuttu 17. 
Divan-ı Hümayun tarafından yapılan araştırmalarda bahsi geçen binaların tesis ve inşaatları hakkında (daha evvel) Padişah onayı/izni çıkmış olduğuna, “emr-i âlî ısdâr kılındığına” dair herhangi bir kayıt ve bilgiye rast gelinmediği belirtilirken, bahsi geçen mâbed ve diğer binaların varlıklarının tasdik edilmesinde sakınca bulunmadığı ifade edilmiştir. Neticede mevzuata aykırı olmamak üzere (mevzuata uymak şartıyla) adı geçen binaların her biri için ayrı ayrı olmak üzere Padişah müsaadesinin, “müsâ’ade-i seniyyenin” alınması/çıkarılması hususu Şûrâ-yı Devlet’in 26 Temmuz 1913 tarihli toplantısı ile müzakere edilmiş/kararlaştırılmış ve durum beş adet resim (plan) ile18 birlikte Sadâret’e havale edilmiştir. 

Sadâret’e havale edilen mazbata Meclis-i Vükelâ ve Ma’rûzât Kalemi tarafından özetlenerek İrâde-i Seniyyesi hazırlandıktan sonra Sadrazam ile Vekiller Heyeti tarafından imzalanmış ve Padişahın onayı alınmak üzere imzaya sunulmuştur. Bahsi geçen altı adet kiliseden beşi ile bir mektebin mevcudiyetlerinin ruhsata bağlanması, “ruhsat-ı resmiyyeye rabtı”; Aya Taksiyarhi kilisesinin ise genişletilerek yeniden inşa edilmesine izin verilmesi ile ilgili olan Şûrâ-yı 
Devlet’in almış olduğu karar özet hâlinde İrâde-i Seniyye’de aynen yer almaktadır. İlgili İrâde-i Seniyye 19   5 Ağustos 1913 tarihlidir 20. Çıkan İrâde-i Seniyye’de yer alan inşaat izinlerinin her biri için ayrı ayrı Emr-i Âlî (Padişah hükmü/Padişah onayı) hazırlanarak durum Trabzon Valisi Sami Bey ve Trabzon Merkez Nâibi Mevlâna Ömer’e hitaben Trabzon’a bildirilmiştir 21. 
Aya Taksiyarhi Kilisesi hakkında 1913’te genişletme izni çıkmış olmasına rağmen bu genişletmenin çıkan izindeki ebatlara göre gerçekleştirilmediği anlaşılmaktadır. Zira ilgili kilise alanında yaptığımız incelemelerde şu anki kilise ölçülerinin, bilhassa genişlik açısından, genişletme öncesindeki boyutlarda olduğu görülmüştür. Meselâ, kilisenin genişliğinin 6.10 metreden 12 metreye çıkarılması talep edilmiş ve bu izin de verilmiş iken, günümüzdeki genişlik ölçüleri izin alınmadan önceki ölçü olan (yan duvarların kalınlıklarıyla birlikte) 6 metreye karşılık gelmektedir. Yani kilisede “genişlemesine” olacak şekilde bir tamirat yapılmamıştır. 

Bu istikamette olmak üzere 1958 yılı yazında Trabzon’da üç ay kalarak araştırmalarda bulunan ve bu araştırmanın neticelerini 1960’da yayımlayan Mimar Ballance tarafından bu kilisede gerçekleştirilen incelemeler neticesinde çizimi verilen planlardaki ölçüler, bir genişletme faaliyetine işaret etmemektedir22. Bununla beraber, Ballance’nin verdiği çizimde, yani 1958’de, kilisenin uzunluğu 17 metredir23. Anlaşılacağı gibi 2 metrelik bir ilave söz konusudur. Bu bağlamda kilisenin arka kısmında yani uzunlamasına olacak şekilde bir inşaat çalışması gerçekleştirildiği ortaya çıkmaktadır. 

Nitekim Rus İşgal Komutanı S. P. Mintslov’un gözlemleri bu açıdan önemlidir. Mintslov, 24 Haziran 1916’da Akçaabat’a gelerek, kilisenin bulunduğu mahalleyi ziyaret etmiştir. Onun burası hakkındaki kısa gözlemi şu şekildedir: “Bu sokakların birinde kadim bir Bizans kilisesi var idi. Onun mozaik döşemesinin kalıntıları hala mevcuttur. Kilisenin arka kısmı yakın bir zamanda inşa edilmişti. Bu kısımda kadimlikten bir iz yoktu.”24. Anlaşılan, inşaat/tamirat izninin Balkan Savaşları’nın sonrasında ve I. Dünya Savaşı arifesinde çıkmış olması ve hemen akabinde de savaşın başlaması inşaat faaliyetlerinin aksamasına, sadece uzunlamasına olacak 
şekilde kilisenin arka kısmında kısmî bir tamiratın gerçekleşmesine yol açmıştır. 
Kilisenin Adı Üzerine Galinos Mahallesi’ndeki bu kilisenin tahminen beş yüz yıl önce, kilisenin papazı ve mütevellisine göre ise tahminen yedi sekiz yüz sene evvel25 inşa edildiği mahallinden İstanbul’a ulaşan yukarıdaki ilgili Osmanlı Arşiv Belgelerinde belirtildiğine göre, bu kilise ve çevresi kasabadaki en eski yerleşim yerlerindendi. Araştırmacılar da bu yönde kanaat sergilemektedirler. Kilisenin Ortaçağ’dan kalma olduğu kabul edilmektedir. Talbot Rice, kilisenin 13 ya da 14. yüzyılda inşa edildiğini düşünmektedir. 

Kilisenin adı hakkındaki ilk bilgileri Anadolu’yu 1800’lerden itibaren muhtelif görevler ile dolaşan Avrupalı seyyahlarda bulmaktayız: 

- 1817’de bölgeyi gezen ve bölge hakkında çok önemli bilgiler veren din adamı Ermeni Bıjışkyan’ın eserinde bu kilise hakkında bilgi yoktur. “Burada yıkık kiliselerden başka bir şey görmedik” ifadesi, onun sadece sahilden geçtiği, kasabayı layıkıyla gezmediğine yorumlanabilir. 
- Bunlardan, konumuz açısından en önemlisi 1835’te bu kiliseyi ziyaret eden Jeolog Hamilton’dur (DT. 1805, Ö.T. 1865). Hamilton, kilise hakkında bilgi veren ilk yabancı olmasıyla önem taşımaktadır. O, bu kilisenin “Saint Michael’e” atfedildiğini belirtmektedir: “St. Michael’e adanmış ve papazın belirttiğine göre 800 yıldan fazla zaman önce inşa edilmiş eski Yunan kilisesini ziyarete gittim. Tarzı kesinlikle eski Bizans dönemlerine ait. İçerde, altarın önündeki perdede meraklı birkaç resim ve arkasında aynı malzemeden yapılmış kısa bir duvarın üzerine dayanan ve kaba bir eşiği destekleyen dört adet küçük mermer sütun mevcut. Dışarıda, zarif bir pervaz veya kenarlıktan birkaç sırayla dekore edilmiş birkaç sahte pencere ve nişler yoğun Bizans havası veriyor”26. 

Hamilton’un kilise içerisinde, zemindeki mozaik döşemeden bahsetmemesi, günümüze ulaşan mozaik kalıntılarının 1846’daki tamirattan kalma olduğunu düşündürmektedir27. Yine Hamilton, kilisede mevcut olan herhangi bir kitabeden, yazıttan bahsetmemekte; verdiği diğer bilgilerde kilise papazını referans göstermektedir. Hamilton, belki de eski Yunanca bilmediğinden papaz üzerinden konuşmaktadır. Bilemiyoruz… Ancak kilisede bir kitabenin olması gerekirdi. İleride bahsedilecek olan ve 1846’daki tamirat esnasında ana kapının üstüne tamirat kitabesi yerleştirilirken eskisi yerinden çıkarılmış olmalıdır ve bu nedenle de 1846’dan öncesine ait eski kitabe günümüze kadar ulaşamamıştır. 

Buraya kadar verilen bilgilere göre ve bilhassa da kilise papazının 1835’te verdiği bilgi dikkate alındığında, kilisenin günümüze göre yaklaşık 985 yıllık bir bina olduğu ortaya çıkmakta ise de 688 yıllık olması kuvvetle muhtemeldir 28. 
1835’te kilisenin iç duvarlarında görülen boyama resimler 1950’lerin sonunda ise görülmemektedir 29. Yine 1950’lerin sonunda kilise zemininde pişmiş topraktan taş üzerine yeşil, beyaz ve siyah doğal taşlardan oluşan süslemeler 
bulunmaktaydı. Zemindeki bu süslemelerin kilisenin orijinal zemininin tam bir kopyası olduğu kabul edilmektedir 30. Bu süslemelerin pek azı günümüze ulaşabilmiştir. Zira günümüze ulaşan mozaik süslemeler ağırlıklı olarak kiremit kırmızısı rengindedir. Bu arada, kilisenin 1877’de yağmalanmış olabileceği ifade edilmektedir31. Eğer tespit gerçek ise bu durumun ortaya çıkmasında Ruslar ile devam etmekte olan ve Türk milleti açısından yıkıcı sonuçlar doğuran 93 Harbi (1877/78) etkili olmalıdır. Hamilton’un bu kilisenin adını, kilisenin papazından öğrenmiş olduğu anlaşılmaktadır. Ancak Ortodoks olan papazın söylediği kilise adının, “aziz, kutsal” anlamına gelen “Aya” (Agia/Hagios) kısmının Hamilton’un değişime uğratarak “saint” imlasıyla kayda aldırttığı da düşünülebilir. Bu arada Hıristiyan inancında ve bilhassa da bölgedeki Rum Ortodoks inancına göre melekler (Mikail, Cebrail vb.) “Aya” unvanı ile anılmamaktaydı. Bu unvan, 
hürmet gösterilen diğer dinî şahsiyetlere verilmekteydi. Bölgedeki Ortodoks Rumlar aziz, kutsal manasında Aya, Ayu, Ayo kelimelerini sıklıkla kullanmışlardır. Mesela Osmanlı Tahrir Defterleri’ne yansıyan bazı Trabzon mahallelerinin adları şu şekildedir: 1523 yılı için Ayu Marina Mahallesi, Ayu Gregor Mahallesi, Ayu Ovyan Mahallesi, Aya Sofya Mahallesi ve diğer bir yerde Ayi Sofya Mahallesi. 1583 yılı için Ayu Todor Mahallesi, Ayu Kiryaki Mahallesi, Ayu Vasil Mahallesi, Ayu Ovyan Mahallesi, Ayu Yori Mahallesi32. Yani “Aya” ile aynı anlama gelen “Saint” kullanılmamaktadır. Dolayısıyla, Anadolu’yu 1800’lerden itibaren karış karış gezen ve çoğu Katolik olan seyyahlar, “Saint Michael” örneğinde bölgedeki Rumca 
adlandırmaları Katolik mezhebi sürümü ile kayda alma gayretinde oldukları söylenebilir. Zira 19. yüzyıl hem dünyada hem de Anadolu’da Hıristiyanlar arasında mezhep çatışmalarının zirve yaptığı bir döneme karşılıktır 33. 
- Mayıs 1913’ten itibaren ve Millî Mücadele döneminde Trabzon’daki Rum cemaatinin metropoliti Hrisantos’tur34. Trabzon’un son metropoliti unvanına sahip Hrisantos Flippidis’in, 1923 mübadelesi ile Trabzon’dan ayrılması akabinde meskûn olduğu Atina’da yayınladığı Trabzon Kiliseleri (1934) adındaki Yunanca kitaptaki bilgilere göre Hrisantos, Galinos Mahallesi’ndeki kiliseyi, “Archistrategon Bizans Kilisesi” (Başkomutanların Bizans Kilisesi) adıyla adlandırmıştır. Hrisantos’a göre kiliseye ait bazı parçalar, kilisenin avlusunun bir köşesinde günümüze kadar (1934) korunmuştur. Hrisantos’un verdiği diğer bilgiler Hamilton ve T. Rice’den alıntıdır. 
Burada “Başkomutanlar”, (Archistrategoi) ifadesi dikkat çekmekte ve çoğul yapıdaki bu kelime, Osmanlı arşiv kayıtlarında bu kilise için kayıtlı olan yine çoğul yapıdaki “Aya Taksiyarhi” yani “Aziz Başmelekler” adını, kelimesini hatırlatmakta dır. Kilise isimlerinden olan bu adlandırmalardaki çoğul ek “Bütün Başmelekler’e” ithaf olabileceği gibi, bir görüşe göre, “Archistratigos, Mikhail ve Cebrail isimli iki büyük meleğin bir vücutta buluşmuş halidir. Bu melek iki başlıdır”35 bilgisine de ithaf olabilir. Hal böyle olmakla beraber Archistrategon kelimesinin Mikhail’e işaret ettiğine dair literatürde bilgi vardır: “Archistratigo Michael” 36. Yani Başkomutan, Başstratejist Mikhail. Bu bağlamda 1846 tarihli tamir kitabesine göz atmak gerekir. Galinos Mahallesi’ndeki kilisenin ana kapısı üzerinde yer alan 1846 tarihli tamir kitabesi 37 ve bu kitabenin genel bir çeviri şu şekildedir: 

C:\Users\sony\Desktop\4.jpg 

Kilisenin 1846 tarihli tamir kitabesinin genel görünümü 

“Sana inanan bütün cemaatimiz (yalvarıyoruz) Ey Tanrı bu kiliseyi koru (sağlam tut). Senin mübarek kanın sayesinde bu cemaatin dindar, sadık kulları/kişileri tarafından (katkılarıyla) yeniden yapılan 38 (onarılan) Başkomutanın bu kutsal/aziz kilisesini koru. 1846 Mayısın 20’si”39. 

Kitabede, “Başkomutanın bu kutsal kilisesi” ifadesi vardır. “Arhistrategu” yani 
“Başkomutanın”, “Başstratejistin” anlamına gelen tekil vurgu söz konusudur. Tekil olarak başkomutan kelimesinin karşılığı: Archistrategos’tur. Bu durumda kitabeye göre 1846’da kilisenin, Arkhistratigos Kilisesi olarak adlandırıldığı söylenebilir. Bu sonuç, yani tekil vurgu şüphesiz Mikhail’e işarettir. Zira Hıristiyan teolojisine göre Başmelek Mikail: “Kim Tanrı gibidir” (…). O bir “prens”, “Rab’bin ordusunun lideri”, şeytana ve onun hilelerine karşı ana savaşçı olarak kabul edilir 40. 
- Karadeniz kültürü hakkında araştırmalarda bulunan Dimosthenis İkonomidis (1858-1938)’in Pontus Helenizm Ansiklopedisi, Cilt 7, Sayfa 278’de verdiği bilgilere göre kilise “Taxiarhon Kilisesi” adını taşımaktadır41. Bu adın, Osmanlı arşiv kayıtlarında geçen “Aya Taksiyarhi” adı ile bağlantılı olduğu açıktır. 
- Yukarıdaki bilgiden bizleri haberdar eden Poultidis Panagiotis’in verdiği malumat ise bir hayli önemli olup, bu araştırma yazımızda sıklıkla bahsini ettiğimiz Osmanlı Arşiv kayıtlarını da destekler mahiyettedir. Panagiotis’e göre, “Hiç bir kaynaklara 
Akçaabat’a St Mıchel adına adanmış bir kilise olduğunu rastlatmadım, zaten St. 
Mıchel Katolık bir aziz. Taxiarhon kilisesi iki baş meleğin adına yanı Cebrail ve 
Mihail adanmış bir kilisedir. Ortodoks aleminde askerden alınmış rütbeler azizlere 
vermeye alışmıştır. Taxiarhis yanı on bin azizlerin komutanıdır. Taxiarxon başka 
bir rütbesi var “Ayestratigos” yani Aziz ceneral. Böylece Mihail ve Cebrail on bin 
meleğin komutanı vardır. Son olarak kanaatim da bu kilise şöyle adlandırabilir: 


***

25 Mart 2021 Perşembe

KÜRT AÇILIMININ GİZLİ KODLARI

KÜRT AÇILIMININ GİZLİ KODLARI


28 Ekim 2009 
Yazar Mehmet DENİZ 


    Hakkâri Kazan Vadisinde öldürülen teröristlerin cenaze töreninde DTP milletvekilleri TSK’yı suçlayan konuşmalar yapıyor, PKK’lılar her tarafa saldırıp çevreye dehşet saçıyordu.
DTP'li Selahattin Demirtaş bir direniş'ten bahsediyordu. Hem de “tarihi direnişmiş. Bütün dünya görecekmiş.!” Yani açıkça devleti tehdit ediyordu.
AKP, bütün kurmaylarıyla bir açılım peşindeyken, DTP’liler, ateşle oynuyordu. Ve bu nasıl bir partidir ki her kafadan bir ses çıkıyordu. Çünkü bu fevri değil de kaynağı ve dayanağı olan bir lâftı ve plânlı ve programlı bir hareketi haber veriyor, düpedüz iç savaş çağrıları yapılıyordu. Hele bu laf, karizması olan, ciddi ve ağırbaşlı politikacı sanılan bir PKK’lıdan geliyorsa, üzerinde durup epey düşünmek gerekiyordu. Demirtaş, 10 DTP'linin tutuklanması üzerine bunları söylüyordu. Diyor ki: “Sizin katillerinizden korkmadığımızı bütün dünyaya göstereceğiz. Ne biçim lâf bu? TSK katil sayılıyordu. Bu memleket sahipsiz değil...

Bazılarında jeton da yeni yeni düşüyor: Biz dağdakileri indireceğiz derken, bağdakileri hiç hesaba katmadık. Dertleri üzüm yemek değil ki. Asıl felâket orada”[1] diye yakınıyordu.

DTP’nin PKK’lı Milletvekili Emine Ayna, Kuzey Irak’taki bir yayına verdiği demeçte:
“Demokratik açılım, başarısızlıkla sonuçlanır ve iktidar geri adım atarsa, bütün Türkiye savaş alanına dönüşecek, alt üst olacaktır. Sadece Kürt şehirleri değil, Türk şehirleri de kana bulanacaktır” şeklindeki tehditleri, hem DTP’lilerin kirli kanaat ve küstahlıklarını, hem de AKP’nin nasıl bir “Rus ruleti” oynadıklarını gösteriyordu. Çünkü Siyonist Yahudilerin güdümündeki NOBEL Barış Ödülü, “AKP’ye Kürt ve Ermeni açılımını dayatıp başarmasının” peşin rüşveti olarak Obama’ya veriliyordu!? Böylece şeytanın şebekesi artık çuvallamaktan da öte açıkça saçmalıyordu.
Bu arada Kuzey Iraklı Kürtler Fransa'dan silah istiyordu
Fransız Le Figaro gazetesi, Kuzey Irak'taki Kürt yetkililerin Bağdat'tan bağımsız bir şekilde Fransa ile askerî işbirliği talebinde bulunduklarını yazıyordu. Le Figaro'nun Ortadoğu uzmanı muhabiri Goerges Malbrunot'nun gazetenin internet sitesindeki blogunda kaleme aldığı makalede Kürt yetkililerin son aylarda bu yöndeki girişimlerini artırarak Paris'e yaklaşmaya çalıştığı belirtiliyordu. Paris ise Bağdat'taki merkezi hükümetle ilişkilerini bozmamak için Kürtlerin bu talebine şimdilik mesafeli duruyor. Makalede, Fransız bir diplomatın Le Figaro'ya yaptığı şu açıklamalara yer veriliyor: "Bizden askerî mühimmat ve adamlarının Fransa'da eğitilmesini istediler. Bunu Bağdat'taki merkezi hükümet aracılığıyla yapmalarını tavsiye ederek bütün taleplerini geri çeviriyoruz. (Fransa Dışişleri Bakanı) Bernard Kouchner'in Kürtlere yakınlığı ve Kürdistan'ın gelişimi için gösterdiği büyük ilgiden dolayı, bu talepler bizi zor durumda bırakıyor." Bir dönem Bağdat muhabirliği yapan ve 2004'te dört ay tutuklu kalan Fransız gazeteci, Paris'in Kuzey Irak yönetimi ile istihbarat paylaşımı yaptığı, "Kürt gerçeğini tanıdığını" fakat silahlanma ve petrol konusunda kesinlikle Bağdat'ı "kızdıracak" hiçbir girişimde bulunmak istemediğine dikkat çekiyordu. Bunun nedeni ise Fransa'nın Bağdat ile aylardır sürdürdüğü dev petrol ihalelerine ilişkin müzakereler. Fransa, 2007 yılında Erbil'e bir konsolosluk açılıyordu.[2] Bu haberi veren Zaman Gazetesinin hala Kürt Açılımını savunması ise, Fetullahçıların gaflet değil hıyanet içinde olduklarını gösteriyordu.
M. Ali Şahin: “Milletvekillerinin Meclis'ten götürülmesini TBMM'nin saygınlığı açısından doğru bulmam” diyordu: 
 Ankara, yeniden DTP'li milletvekillerinin yargılanması konusuna kilitleniyordu. DTP'li milletvekillerinin Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesi'nde yargılandıkları dava ile ilgili geçtiğimiz aylarda bir kriz yaşanmış ve vekillerin ifade vermek için Meclis'ten polis zoruyla götürülüp götürülemeyecekleri tartışılıyordu.  Mayıs ayındaki kriz, dönemin TBMM Başkanı Köksal Toptan'ın formülüyle erteleniyordu. DTP Genel Başkanı Ahmet Türk, Eşbaşkan Emine Ayna ve Grup Başkan Vekili Selahattin Demirtaş'ın da aralarında bulunduğu 5 vekilin çeşitli mahkemelerde yargılanması devam ediyordu. Bazıları 29 Eylül'deki duruşmaya katılmıyor, TC’ye meydan okuyordu. Bu nedenle konu yeniden gündemde. TBMM Başkanı M. Ali Şahin, önce "Milletvekillerinin Meclis'ten götürülmesi gibi bir şey söz konusu olabilir mi?" sorusu üzerine, "Onu, Meclis'in saygınlığı açısından doğru bulmam" diyor, ama zoru görünce her AKP’li gibi çark ediyordu.
Ermeni açılımında gurur kırıcı durum yaşanıyordu
Tam böyle bir süreçte Amerika’dan talimat alıp dönen Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu Ermeni açılımı konusundaki plan ve programlarını anlatıyordu. Bakan bu açılımın Türkiye ve bölgeye getireceği yararları sıralıyor, Türkiye’nin güçlü ve etkili ülke olması adına bu adımların atılması gerektiğini belirtiyordu. Bizim canımızı sıkan konu başka. Türkiye ile Ermenistan arasında yürütülecek görüşmelerde arabulucu olarak İsviçre görev yapacak deniyordu. İşte can sıkıcı ve hatta gurur kırıcı konu buydu. Çünkü İsviçre hatırlayacaksınız çıkardığı bir yasa ile “Ermeni soykırımı yoktur” diyenlere hapis cezası getiriyordu. Yani “batının saygın ülkesi” bir iddiaya karşı çıkmayı bile suç sayacak kadar Türkiye’ye düşmanlık yapıyordu.
Ve bu ülke şimdi Türkiye ile Ermenistan arasında arabulucuydu! Arabulucuya bakın ki daha baştan Türklerin Ermeni soykırımı yaptığına inanıyor ve bunun için son derece sert bir tavır da alıyordu.
Apo sürece katılmaya hazırlanıyordu
Hükümetin henüz içeriğini bilmediğimiz ama malum çevrelerden destek aldığı “akan kanı durdurmaya”(!) yönelik Kürt açılımı için bunca çaba harcanırken DTP milletvekillerinin kimi söz ve davranışları oldukça dikkat çekiyordu.
Kendilerine en fazla destek verenlerin bile “üslubunuzu biraz yumuşatın” uyarılarına kulak asmayan DTP milletvekilleri Kürt açılımı için yapılacak görüşmelerde Apo’nun muhatap alınmasını sağlamaya çalışıyordu.
Kabaca sanki şu söyleniyor: “Siz katil, terörist falan diyorsunuz ama Apo’dan iyisini de bulamazsınız. Hem onunla konuşmazsanız bölgeyi elinizde tutamazsınız. İyisi mi işi uzatmayın ve görüşmeleri Apo ile yapın” mesajı veriliyordu.
Açıkçası Selahattin Demirtaş’ın “nasıl bir tarihi direnişe geçeceğimizi görürsünüz” sözlerini başka türlü tercüme etmeye gerek yoktu.[3]
Apo gerçekten barış mı istiyordu?
Hatırlanacağı gibi Abdullah Öcalan 1992'de de bir ateşkes ilanıyla ayaklanma başlatmaya kalkışıyor, bugün AKP'nin açılımıyla paralel" bir biçimde "yol haritaları" açıklayarak "siyasal ayaklanmanın" düğmesine basıyordu. 16 yıl sonra Abdullah Öcalan'ın ve ABD'nin aynı oyunu yeniden sahneye koyduğu görülüyordu.
PKK lideri Abdullah Öcalan'ın "tek yanlı ateşkes" ilan ettiğini 18 Mart 1993 tarihli gazetelerde herkes okuyordu.
Bu teklifin gündeme gelmesinde rol oynayan esas faktörlerin anlaşılması için dört ana olgunun kavranması gerekir. Bunlardan birincisi bir örgütte lider durumda olan kişinin düşünsel yapısının belirlenmesidir. Bunun da en güvenilir yolu liderin yazılı ve sözlü beyanlarından yararlanmaktır. Apo'nun düşünsel yapısının belirleyici nitelikleri kendi sözlerinde aynen şöyle aktarılıyordu:
Lider örgütün kaderini kendisiyle birlikte görendir.
Marksist-Leninist ve Darwinist birisiyimdir.
Yalnız PKK değil, bütün Kürt halkının ezici çoğunluğu beni dinlemektedir
Bir Kürt milliyetçisi değilim.
Tanrıyı aşmış, şimdi bilimsel felsefeye ulaşmış bir kişiyimdir.
1979'da yurtdışına çıkışımın anlamını peygamberin Mekke'de sıkışmış durumuna benzetirim. Bir gün geçirirse imha edilecekti.
Kendimi İsa'nın barışçılığına ve Hıristiyan dünyasına daha yakın hissetmekteyim.
Bir kısmına maske giydirilmiş olsa bile gene de bu sözler, hayatında bir kez bile eline silah almamış, hiçbir büyük eylemin başında bulunmamış, deyim yerindeyse bir "bürokrat anarşist" niteliğini taşıyan Abdullah Öcalan'ın "narsist" eğilim sergilemesi yanında "diktacı tutuma" sahip bir “eşkıya başı” olduğu anlaşılıyordu.
APO diktatör gibi davranıyor, ama demokrasiden dem vuruyordu!
PKK’nın ana nitelikleri, yine Apo’nun beyanlarında şöyle sıralanıyordu:
Örgüt lideri, strateji ve taktikleri saptamalı, bütün emirleri vermeli ve günlük yönetimi elden bırakmamalıdır.
Örgütlenme kararı ile birlikte örgütün sadece Kürtlerden oluşacak bir Kürt milliyetçiliği örgütü değil, Türkleri de içine alan bir hareket olması sağlanmalıdır.
Örgüt Marksist-Leninist öğelerle mücadeleye hazırlanmalıdır.
Güçlü olabilmek için güçlü bir örgütlenme, güçlü bir liderlik, çok iyi silahlanmış askerlerimiz olmalıdır.
Partinin örgütlenmesi, merkez komiteye bağlanmalıdır.
Bu beyanlar da göstermektedir ki Apo, örgütü karşı konulmaz bir merkezi otorite ile bir diktatör gibi yönetmek sevdasındadır. PKK demokratik yapıdan tamamen uzaktır.
Bu saptamalar bizi, Apo'nun İsrail, ABD ve Celal Talabani dışında desteklenmediği ve dış politik arenada yalnızlığa itildiği sonucuna taşımaktadır.
İşte bu olumsuz şartlar ve başarısızlıklar onu eski düşmanları yeni dostları Celal Talabani, Mesut Barzani ve Kemal Burkay’ı arkasına alarak dünya kamuoyunun karşısına bir “barış havarisi” olarak çıkarmıştır. Apo bu konuda ABD’nin ve AB’nin de desteğini arkasına alacağından emin olarak son kozlarını oynamaktadır” diyen Erol Bilbilig haklıydı.
‘Dostlarımız’ zaten bilmiyor muydu?
'Kürt Açılımı' olarak başlayıp önce 'Demokratik Açılım' sonra da 'Milli Birlik Projesi' adını alan açılım bir türlü açılamıyordu. Ama Başbakan Erdoğan ABD’ye yaptığı resmi ziyaret vesilesiyle projeyi 'dostlarımız' ile ele alabileceğini söylüyordu.
Yani Ankara'da milli irade kavramı ile sıklıkla sözü edilen Meclis'in haberi olmadan proje Amerikalılara anlatılıyordu. Daha doğrusu talimat alınıyordu. Oysa AKP’nin “tarihi fırsat” lafları ile kamuoyuna satmakta çok zorlandığı projenin aslında 2003 yılında Amerika'nın Irak'ı işgali ile başlayan sürecin bir parçası olduğu anlaşılıyordu. Dolayısıyla biz mi 'Dostlarımızı' bilgilendiriyoruz yoksa 'Dostlarımız' bize talimat mı gönderiyor sorusunun cevabı henüz yanıtsız bulunuyordu. Irak'ın Sünni ve Şii Araplar arasında kapsamlı bir çatışma çıkarılarak, karşılıklı kitlesel kıyımlar sonucu Araplar arasında iki parçaya bölünmesi isteniyordu. Bu sebeple her yönüyle tahrik kokan pek çok eylemin yapıldığı ve bunların sonucunda bazı bölgelerde kısmi çatışmalar yaşandığını konuyu az veya çok takip edenler hatırlıyordu.
Ancak Allah'tan bu eylemler ve çatışmalar örneklerini daha önce Yugoslavya'da gördüğümüz türden kapsamlı çatışmalara ve kitlesel kıyımlara dönüşmüyordu. Yıllar içerisinde Amerika'nın niyetleri belirginleştikçe de, Araplar arasındaki birliktelik önem kazanıyordu. Son birkaç yıl içinde yaşananlar Arapların tümüyle birleştiklerini ve Amerika'nın ülkelerinden çekilmesini istediklerini ortaya koymuştu. Eğer Araplar birbirlerini doğrayarak Irak'ın ikiye bölünmesinin önünü açmış olsalardı, kuzeydeki Barzani ve Talabani ikilisinin işi kolaylaşacaktı. Onlar da Arap olmadıklarını söyleyecekler, her iki Arap topluluğunun da şeriat istediğini öne sürecekler ve kendilerinin bu topluluklarla bir arada kalamayacaklarını ifade ederek devletleşme yönündeki çabalarını bağımsızlığa taşıyacaklardı. Ancak olmadı. Şimdilerde gerek Sünni gerekse Şii Araplar Irak'ta öldürülen her Arap insanının, tecavüze uğrayan her kadının sorumlusu olarak bu ikiliyi görüyorlardı. Batılı gazetelerin sürekli olarak Irak'ta bir Arap-Kürt çatışmasından bahsetmekte olmaları boşuna mıydı?
Obama'nın takvimine göre çekilme 2010 yılının ortalarında tamamlanacaktı. ABD şimdilerde çekilmeyi öne aldı. Amerikan kuvvetlerinin büyük bir kısmı 2010 yılı başlarında Irak'tan çekilmiş olacak. Ne hikmettir ki, bizim 'açılım' fikri de yılbaşına kadar mühleti vardı.
Mesele açık: Kuzeydeki bu kukla veya korsan devleti koruma ve kollama altına almak lazımdı. Böyle bir devlet Türkiye, İran, Suriye ve diğer Arap devletlerinin muhalefetine rağmen ayakta kalamazdı.
O halde Türkiye'yi bu devlete koruyucu yapmak lazımdı. Ama bu arada bu kukla devletin adeta bir habis ur gibi Türkiye içerisinde genişlemesinin önünü açacak şekilde ülkemizin anayasal yapısının değiştirilmesi şarttı. Türkiye milli devlet yapısından çıkacak, bir tür federasyona dönüşecek ve kukla devlet ile bir konfederasyon yapacaktı. Irkçı Kürtçülerin bahsettiği Iğdır'dan Sivas'a ve oradan da Mersin'e uzanacak hattı kukla devletin genişlemesi için uygulama sahasına çevirmek mümkün olacaktı. On yıl sonra da o kukla devlet epeyce semirtmiş ve gürbüzleşmiş bir şekilde Türkiye'den ayrılacaktı. Bu projeyi sizce bizim hükümet hazırlayıp Amerika'daki 'Dostlarımıza' mı anlatmıştı, yoksa oradan en son ayrıntıları ve talimatları mı almıştı?
Pazarlama haberleri yapılıyordu
21 Ağustos 2009 BCC World televizyonunun ana haber bültenlerinde rastladığım bir haber oldukça dikkat çekiyordu. Çünkü BBC World televizyonunun standartlarına göre oldukça uzun denilebilecek olan bu haber tamamen 'alakasız' (out of context) bir şekilde sunuluyordu. Zorlama olduğu açıktı. Dış güçlerin Türkiye'yi içine sürüklemek istedikleri girdabın boyutlarına ve içeriğine dair ipuçları veriyordu.
Bağdat'ta son zamanlarda yaşanan şiddet eylemlerinden yarım cümle ile bahsettikten sonra 'ama ülkenin her tarafı öyle değil' denilerek 'Irak Kürdistanı' olarak başlanan (Iraqi Kurdistan), sonra 'Kürdistan' diye ısrarla ifade edilen bölgenin istikrar ve demokrasi içinde kalkınmakta olduğundan dem vuruluyordu. Bölgeden olduğu intibaı veren bir muhabir 'ülkenin' başkentinden bildiriyor ve nasıl bir hoşgörü merkezi olduğunu ballandırarak anlatıyordu.
Hıristiyanlarla Müslümanlar uyum ve barış içerisinde yaşıyorlarmış. Özellikle Hıristiyanlara gösterilen tolerans bu bölgede rastlanılmayan cinstenmiş. Mesela Hıristiyanlar içki satan dükkânların sahipleriymiş ama Müslümanlar da gayet rahat bir şekilde gelip içkilerini alarak tüketiyorlarmış. Böyle bir durum İslam dünyasında pek görülmeyen bir şeymiş. Vurgulanmak istenen birinci nokta buydu.
Ayrıca bölge hızlı bir kalkınma hamlesi içindeymiş. Buna dair gösterilen resimler yollardaki arabalar idi. Mesela kayda değer fabrika vs. görülmüyordu ama BBC her halükarda bölgenin hızla kalkınmakta olduğuna karar vermişti.
Diğer husus ise özgürlükler ve demokrasi idi. Konuşturulan birkaç kişi ısrarla bu konunun altını çizdiler. Özgür ve demokratik bir ülkede ve istikrar içinde yaşamakta olmanın hazzını anlattılar.
Bu iddiaların hiç birisinin doğru olmadığını söylemeye bile gerek yok. Eğer nüfusunun büyük bir kısmının Müslüman olduğu bir ülkede içki satılması büyük bir medeniyet göstergesi anlamına geliyorsa, o zaman Türkiye listenin başında olmalıydı. Üstelik buradaki dükkânların sahipleri de Müslüman’dı. Psikolojik harekât derken medeniyet ölçütlerinin nasıl çarpıtıldığı sırıtmaktaydı. Eğer bu bir ölçüt ise o zaman Saddam Hüseyin'i niye devirmiştiniz diye sormak lazımdı zira Saddam zamanında içki tüketimi daha rahattı.
Irak'ın diğer bölgeleriyle kuzeyinin bu kadar farklılaştığını anlatmaya çalışan bu haberin Irak'ı ikiye bölme projesiyle ilgisi olduğu açıktı. Amerikan askerlerinin çekilmesini beklerken birilerinin Bağdat'ta yeniden bombalarla harekete geçmesi de ilginç değil mi? ABD Genelkurmay Başkanı Mullen'ın, “bu eylemlerin yeni bir mezhep savaşı dalgası olabileceğine” dair açıklamaları da enteresandı. Bu arada kuzey bölgesinin reklâmı, Türkiye'ye yapılacak eklemleme işlemiyle tam örtüşüyordu. Ve bütün bunlar ortadayken hâlâ Türkiye'deki açılımın yerli ve milli bir proje olduğuna inanmamız bekleniyordu. [4]
Demokratikleşme bahanesiyle ülkemiz dağıtılıyordu!
Biz inisiyatifin İçişleri Bakanlığı’nda olacağını sanıyorduk. Anlaşılan bizzat yapmak yerine taşeronlara havale etmişler.
O yüzden “Kürt Açılımı” denen girişimin, “görüş dinleme” işini Polis Akademisi’ne bağlı Uluslararası Terörizm ve Sınır aşan Suçlar Araştırma Merkezi ile (UTSAM) Uluslararası Stratejik Araştırmalar Kurumu (USAK) üstlenmiş.
Toplantının ilk oturumunda anlaşılan "usul/metot" meselesi konuşulmuş. İkincisinde "Demokratikleşme paketinde neler olmalı?" sorusuna yanıt arayışı varmış.
Kimin ne dediğini -en azından bu satırların yazıldığı sırada- bilmiyoruz ama toplantıyı düzenleyenlerin hemen hemen hep aynı havayı çalan "ver kurtul"cuları dinlemek istediğini anlıyoruz. Doğrusu Demokratik Toplum Partisi (DTP) ileri gelenleriyle Abdullah Öcalan’ın avukatlarını da çağırsalardı, öyle fazla vakit kaybetmeden "demokratik çözüm"ü bulur ortaya koyarlardı.
Tamam, "demokratikleşelim" ama bunu yapmak için DTP’nin istediği gibi söze "Türkiye’de iki ayrı halkın" var olduğunu kabul ederek mi başlayalım?
DTP’nin, -bir büyük iftiradan çekinmeksizin- bugünün Türkiye’sinde, "askeri, idari ve yargısal devlet örgütlenmesinin tamamında Türk etnisitesini esas alan bir anlayışın hakim kılındığı" iddialarını mı yutalım?
DTP hem "ülke bütünlüğünü" (ulus ve devlet bütünlüğünden söz etmeksizin) koruyan öneriler getirdiğini söylüyor, hem de buna kanıt olsun diye "Bayrak" ve "Resmi Dil"in Türkçe olmasını, (Türk ulusu yerine) Türkiye ulusu kavramının kullanılmasını, ayrıca Türkiye’yi 20-25 bölgeye ayırıp, her bölgenin kendi renkleri ve sembolleri ile yönetilmesini" öneriyor.
Bu önerinin Türkiye’nin bütünlüğünü korumayı gerçekten istediğine mi inanalım?
Eğer ona inanırsak, "eğitim, sağlık, kültür, sosyal hizmetler, tarım, denizcilik, sanayi, imar, çevre, turizm, telekomünikasyon, sosyal güvenlik, kadın, gençlik, spor gibi hizmetleri bölge yönetimine" bırakan, Ankara’ya da "Sen sadece dışişleri, maliye, savunma konularına bak" diyen, "emniyet ve adalet konularında da işbirliği yapmaya" lütfen razı olan öneriyi mi alkışlayalım?
DTP’liler "Bu yapı federalizmi ya da etnisiteye dayalı özerkliği ifade etmez" diyorlar.
(Kendilerini akıllı, başkalarını aptal sanıp sanmadıklarını sormayıp devam edelim.)
"Türkçe resmi dil olmakla beraber, diğer dillerin bölgelerin çıkarılacak demografik yapısı da dikkate alınarak, kamusal alanda da eğitim dili olarak kullanılabilmesi anayasal güvence altına alınmalı" diyorlar.
Ayrıca insanların "Kendi kimliği ile siyaset yapma hakkı" tanınsın, yani siz "Kürtlerin, ben Lazların, öteki Çerkezlerin, dördüncüsü Gürcülerin, beşincisi Abazaların temsilcisi olsun" diyorlar.
Ne dersiniz? Geriye ne kaldı diye sormayalım mı?” diye sızlanan Oktay Ekşi bile akıllanmıştı!..
Kürt açılımı ve anayasal sınırlar
Anayasa Mahkemesi Eski Genel Sekreteri Sn. Bülent Serim çok önemli saptama ve uyarılarda bulunmaktadır:
DTP’lilerin: "Bana Barzani modeli bir federasyon deseler kabul etmem; Kürtler demokratik bir ulus olarak varlık kazanacak; Kendi sporunu, eğitimini, dini örgütlenmelerini, meclisini, belediyelerini kendisi yapacak; hatta kendi öz savunması, ihtilafları çözecek bir savunma gücü olacak" biçimindeki söylem ve istemler, "Kürt ulusu" deyişine anayasada yer verilmesi ya da "Türk/Türklük" sözcüklerinin Anayasa'dan çıkarılması, Kürtçe eğitim yapılması, meclise, belediyelere, savunma gücüne sahip bir "Kürt özerk bölgesi" oluşturulması anlamına gelmektedir. Bu istemler federasyondan daha ileri içerik taşımakta; daha açık anlatımıyla Türkiye'ye "ortak olmayı" kapsamaktadır. Tüm bunların üniter devlet yapısı içinde gerçekleştirilemeyeceği bilindiği için de, Anayasa'nın "tekçi zihniyet "ten arındırılması önerilmektedir.
Bu istemler, Anayasa’ya da yansımış olan Atatürk milliyetçiliğine ve Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluş temel ilkelerine ne derece uygun düşmektedir ya da istemlerin karşılanabilmesi için Anayasa'da değişiklik yapılabilir mi, bunun irdelenmesi gerekmektedir.
Anayasa'nın bağlayıcılığı ve devletin görevi
Anayasa'nın başlangıcında, bu Anayasa'nın yüce "Türk Devleti'nin bölünmez bütünlüğünü" belirlediği, hiçbir etkinliğin "Türk ulusal çıkarları, Türk varlığı, devleti ve ülkesiyle bölünmezliği" esası karşısında koruma göremeyeceği belirtilmiş; 2. maddesinde, Türkiye Cumhuriyeti'nin başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan bir devlet olduğu vurgulanmış;  3. maddesinde de, "Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir." denilmiştir. Anayasa koyucu bununla da kalmamış, 5. maddede, Devlet'e, Türk ulusunun bağımsızlığını ve bütünlüğünü, ülkenin bölünmezliğini korumak temel amaç ve görevini vermiştir.
Anayasa'nın 11. maddesinde, Anayasa hükümlerinin, yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını ve diğer kuruluş ve kişileri bağlayan temel hukuk kuralları olduğu belirtilmiştir. Anayasa'nın bağlayıcılığı ve 5. madde ile Devlet'e verilen görev nedeniyle, yasama ve yürütme organlarının "açılım" sırasında anayasal sınırları çok iyi değerlendirmeleri gerekmektedir.
Üstelik Anayasa'nın 4. maddesinde, 2. maddedeki Cumhuriyet'in nitelikleri ile 3. madde hükümlerinin değiştirilemeyeceği ve değiştirilmesinin teklif bile edilemeyeceği kuralının da bağlayıcılığı düşünülürse, yasama ve yürütme organlarının, "açılım" konusundaki hareket alanlarının oldukça dar olduğu anlaşılacaktır. Bu alanın çerçevesini belirlemek için anayasal kurallara bakmak yeterlidir.
Üniter devlet yapısı nedir
Anayasa'nın başlangıcı ile 3. maddesindeki kurallar, Anayasa'da, "Kurucu İrade"ye uygun olarak üniter devlet yapısının kabul edildiğini göstermektedir. Bu durumda, "üniter devlet yapısı nedir?" sorusunun yanıtlanması ve bu yapının değiştirilip değiştirilemeyeceğinin incelenmesi gerekir.
Anayasa'nın başlangıcı ile 3. maddesinde öngörülen üniter devlet, ülke ve ulus bütünlüğünü içermekte ve "tek devlet, tek ülke ve tek ulus" anlamına gelmektedir. Bunu milli siyaset alanında sağlayacak olan, adı konulmuş tek ulus ve ulusal birliğin temel etkeni olan tek dildir. Ulusal birliğin sağlanması ve tek dilin toplumda birleştirici olabilmesi için de, "devlet diliyle" yani tek dilde eğitim zorunludur. Yakın tarih, eğitimde dil çeşitliliğinin ulus ve ülke bütünlüğüne verdiği zararın örnekleriyle doludur.
Bunun içindir ki, başlangıçta ve 3. maddede yer verilen temel ilkeleri tamamlayacak biçimde, Anayasa'nın 66. maddesinde, "Türk Devletine vatandaşlık bağıyla bağlı olan herkes Türk'tür" denilerek, "Türk Devleti" yurttaşlarının ulusal kimliğinin adının "Türk Ulusu" olduğu vurgulanmıştır. Maddeden de anlaşılacağı gibi, "Türk Ulusu" kavramı, kökeni ne olursa olsun tüm yurttaşları kapsayan bir üst kimlik olarak öngörülmüştür. Siyasal açıdan üst kimlik, farklı" etnik gruplara mensup kişilerin yurttaşlık bilinciyle benimsedikleri "ulusal kimlik"tir ki, Anayasa'da öngörülen de budur.
Anayasa'nın 3. maddesinde ise, Devlet dilinin (resmi dilin) "Türkçe" olduğu belirtilmiş; buna uygun olarak ve bunu tamamlayacak biçimde, 42. maddede de, Türkçe'den başka hiçbir dilin, eğitim ve öğretim kurumlarında, Türk yurttaşlarına "ana dilleri" olarak okutulamayacağı açık ve net biçimde kurala bağlanmıştır. Bunun hiçbir istisnası yoktur. 42. maddedeki istisna "yabancı dil" ile ilgilidir. Maddeye göre, eğitim ve öğretim kurumlarında, Türk yurttaşlarına yabancı dil öğretilmesi ya da yabancı dille eğitim öğretim yapılması olanaklıdır ve bu konu yasayla düzenlenmelidir. Bu aşamada şu değerlendirmeyi yapmak gerekir ki; ulusal kimlik, ulusal dil ve eğitim dili ile ilgili değişiklikler, üniter devlet yapısını doğrudan etkileyecek düzenlemeler olacaktır.

 [1] Rauf Tamer / Posta
[2] 15 Eylül 2009 / zaman
[3] Can Ataklı / Vatan
[4] Hasan Ünal / Milli Gazete


***

BU BERAT BEY, BU KADAR BAŞARILIYDI DA; NİYE GÖREVDEN ALDINIZ?

BU BERAT BEY, BU KADAR BAŞARILIYDI DA; NİYE GÖREVDEN ALDINIZ?  



Özel Yazılar - 
Milli Çözüm Dergisi 
Cumhurbaşkanı Recep T. Erdoğan, 2021 Şubat’ında AKP İzmir 7. Olağan İl Kongresi'ne katılmış, Hakkâri ve Nevşehir il kongrelerine canlı bağlantının yapıldığı kongrede şunları aktarmıştı: 
“Son zamanlarda CHP ve şürekâsı, Hazine ve Maliye eski Bakanımız Berat Albayrak'ı ve onun nezdinde tüm ailemle birlikte şahsımı hedef alan bir kampanya başlatmıştır. 

Buharlaşan bir para ya da istismar söz konusu olmamıştır. Piyasa ve hukuk kurallarıyla döviz işlemleri yapılmıştır. Vicdan ve iz’an sahibi herkes teslim edecektir ki bu mücadelenin ekonomik boyutunun en ön safında Berat Bey yer almıştır. Önce enerjide, ardından ekonomide ifa ettiği görevlerdeki en büyük talihsizliği, 'damat' sıfatının, bu alanlardaki birikimi, gayreti ve başarısının önüne geçirilmiş olmasıdır. Karadeniz'deki doğalgaz rezervinin keşfini yapan sismik araştırma ve derin sondaj gemilerimizin alınmasına başlanmasından, madencilik alanındaki açılımlara kadar ülkemizin pek çok yeni kazanımının altında Berat Bey'in imzası vardır. Bunu başardığı için kuduruyorlar, çıldırıyorlar. Türkiye ekonomisini daha da güçlü kılmak için pek çok alanda tarihi öneme sahip uygulamalar da Berat Bey'in Hazine ve Maliye Bakanlığı dönemine rastlamakta dır!” 

Şimdi sormak lazımdı: 

Yahu, bulunmaz Hint kumaşı gibi sunulan şanslı damat Berat Albayrak, bu kadar yararlı, hayırlı ve başarılı bir Hazine Bakanıydı da, ne diye istifaya zorladınız?
Yetmez, ne diye Çamlıca’daki villasında bir nevi ev hapsine mecbur bırakıp, toplumla ve medyayla irtibatını kopardınız? 

Siz böylesine başarılı bir Bakanı görevinden aldırmakla, millete, devlete ve ülkeye ne büyük fenalık yaptığınızın farkında mısınız? 
Yoksa, Berat Bey, devlete ve millete yararlı olduğu halde, kendi şahsi hesaplarını, sizin saltanat planlarınızdan öne çıkardığı için mi, yani kızdığınız ve kıskandığınız için mi istifaya mecbur bırakmıştınız? 

Veya; TV5’te H. Basri Akdemir’in Ekonomi ve Ötesi programında, yandan yandaş İbrahim Kahveci’nin ağzından kaçırdığı gibi: “Berat Bey’in yeniden Bakan olarak dönmesini, İsrail isteyip dayattığı için mi?” bu geri adımlar atılmaktaydı ve Berat Albayrak tekrar parlatılmaya başlanmıştı? 

Yandaşlığı yalakalık boyutunu aşan Mahmut Övür, Sabah gazetesinde: 
“Türkiye'nin ana muhalefet partisi CHP, eski Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak'la uğraşmaktaydı. Aslında bu bilinçli bir tercihti ve öncekiler gibi ‘milli ve yerli duruşa’ saldırıydı. Başkan Erdoğan'ın deyimiyle ‘çıldırmalarının’ ve unutmamalarının nedeni de Albayrak'ın, hem Enerji alanında hem de IMF'ye teslim etmediği Maliye alanında izlediği siyasetti. Bu siyasetin küresel düzeyde kimleri rahatsız ettiğine bakın, CHP'yi bugün yönetenlerin kimlere hizmet ettiği anlaşılırdı.” diyerek bu koroya katılmıştı. 

Üstelik Berat Bey, Sn. Erdoğan’ı her fırsatta övüp göklere çıkarmaktaydı! 
Hatırlayınız, Berat Albayrak’ın kayınbabası, Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı 
Erdoğan ile ilgili sözlerini abartılı görenler ve dost çevresinde, “Amma da atmış” diyenler aldanmaktaydı.

Sn. Berat Bey: “Cumhurbaşkanımız aya dört şeritli yol yapacağız dese inanacak bir seçmen kitlemiz var” mealinde bir şeyler söylemişti de bazıları inanmamıştı. 
Meğer Berat Albayrak yerden göğe haklıymış. İktidar partisinin gerçekten böyle bir seçmen kitlesi olduğu yapılan sokak röportajlarında ortaya çıkmıştı. 

Sokaktaki AKP’li vatandaşlara iktidar partisi tarafından yapılan herhangi bir icraat sanki muhalefet partisi tarafından yapılmış gibi aktarılıp “Doğru mu bu?” diye sorulunca: Vatandaşlar, “Hiç doğru olur mu?” diye lafa girip muhalefete verip veriştirmeye başlıyorlardı. 

Tam bu esnada söz konusu icraatın AKP tarafından sergilendiği hatırlatılınca: Muhalefet yaptı diye veryansın eden vatandaşlar bu sefer yüz seksen derece dönüp, “O yaptıysa doğrudur!” diye konuşmaya başlıyorlardı.”[1] Yani Berat Bey’in buyurdukları gibi “Erdoğan, Ay’a giden dört şeritli yol yapacağını” söylese bile, onun sözlerine inanıyorlardı!? 

ASO Başkanı Nurettin Özdebir, hükümetin yıllardır istihdamsız ve kalkınmasız bir büyüme politikası yürüttüğünü ve bu balon büyümenin sanayi yatırımlarıyla değil dış borçlanmayla elde edildiğini dile getirerek, 5.7 milyon genç işsizin ileride çok daha büyük sorunlara işaret ettiğini vurgulamıştı. 

Ankara Sanayi Odası (ASO) Başkanı Nurettin Özdebir, ASO’nun şubat ayı meclis 
toplantısında ekonomi çarkının istihdam sağlayacak şekilde kurgulanması gerektiğini hatırlatmıştı. Hükümetin yüksek büyüme dönemleri de dahil olmak üzere istihdam yaratabilecek bir politika izleyemediğini söyleyen Özdebir, Türkiye'nin yıllardır istihdamsız ve kalkınmasız büyüme sorunuyla karşı karşıya kaldığını açıklamıştı. 

Büyümenin sanayi yatırımlarıyla değil dış borçlanmayla elde edildiği eleştiri 
sini de dile getiren Özdebir, eğitim ve iş hayatında olmayan 5.7 milyon gencin ileride daha büyük istihdam sorunlarına işaret ettiğinden yakınmıştı.
“Büyümenin İstihdama katkısını göremiyoruz” 
“Yüzde 12.9'a ulaşan işsizlik, yüzde 4.9'luk küresel ortalamaya kıyasla dramatik ölçüde yüksektir.” diyen Özdebir; “Ne yazık ki büyümenin istihdama katkısını göremiyoruz. 
Büyümenin istihdam yaratmaması, istihdamsız büyüme sorununa işaret etmektedir. 
Böyle bir ekonomide gelirin dağılımı da bozulmakta ve genel yaşam kalitesinde 
bozulmalar ortaya çıkmakta, ‘kalkınmasız büyüme' olmaktadır. Büyümenin kaynakları reel sektörden ziyade dış borçlanmaya, finans sektörüne ve hizmetlere dayanmaktadır.” diye uyarmıştı. 
     Bu acı gerçeklere rağmen Cumhurbaşkanı Başdanışmanı ve Ekonomi Politikaları Üyesi Yiğit Bulut açıklamasında; “reel olarak büyüyen” tek ekonominin Türkiye ekonomisi olduğunu söylemekten utanmamıştı! Ve “Türkiye 140 milyar dolar rezerv sattı” diyenlerin rezervin ne olduğunu bilmediklerini savunmuşlardı. 
    Bütün dünyada rezervin her zaman brüt olanına bakıldığını dile getiren Yiğit Bulut, Türkiye’nin hiçbir zaman satılabilir rezervi olmadığını hatırlatmıştı! 

Bazı çevrelerin manipülasyon yapmaya çalıştığını ileri süren Yiğit Bulut
“Ülkelerin ekonomik göstergelerine baktığınız zaman Türkiye’nin büyümesine baktığınız zaman 2018-2020 arasındaki dönemde pandemi riski ile kıyasladığınızda pandemik riske göre reel olarak büyüyen tek ekonomi Türkiye...” iddiasında bulunmuşlardı. 

Oysa Aynı Tarihlerde; Erbakan’ın Şeker Fabrikasında Üretimi Durdurmuşlardı! 
Temeli 1976 yılında atılan ve bölgede Erbakan’ın fabrikası olarak bilinen ve Türkiye’nin en değerli şeker fabrikaları arasında gösterilen Ilgın Şeker Fabrikası’nda; yıllardır hiçbir yenileme yatırımı yapılmadığı için eski teknoloji ile çalışan ve fabrikanın en önemli unsuru olan kireç ocakları artık çalışamayacak hale geldiği için, üretim tamamen durduruldu. Çürümeye başlayan 150 bin ton pancar ise TIR’larla başka fabrikalara taşınmaya başlanmıştı.

Kamunun elinde kalan şeker fabrikaları arasında en verimli ve kârlı şeker fabrikalarının başında gelen, temeli 1976 yılında Millî Görüş Lideri merhum Prof. Dr. Necmettin Erbakan tarafından atılan Ilgın Şeker Fabrikası’nda üretim yatırımsızlıktan dolayı zorunlu olarak durdurulmuş bulunmaktaydı. Fabrika sahasında bulunan ve işlenemeyen 150 bin ton pancar yaklaşık 15 milyon lira nakliye parası ödenerek Eskişehir ve Ankara Şeker Fabrikalarına taşınmaya başlanmıştı. Taşınan pancarlarda ise ciddi polar kaybıyaşanırken, yatırımsızlığın 
bedeli TÜRKŞEKER’e ağır olacaktı. 

Sadece Taşıma Maliyeti 15 Milyon Lirayı Bulacaktı. 

TÜRKŞEKER’in yatırımsızlıktan dolayı üretimi duran Ilgın Şeker Fabrikası’ndaki 150 bin ton şeker pancarını başka fabrikalara taşımasının maliyeti 15 milyon lirayı bulacağı konuşulmaktaydı. İşlenmesi geciktiğinden dolayı taşınan pancarlarda ciddi bir polar kaybı yaşanacağı için elde edilecek şeker miktarı da düşmüş olacaktı. Şekerde yaşanacak kayıpla birlikte zararın ikiye üçe katlanması kaçınılmazdı. İşte buna hâlâ utanıp sıkılmadan “Reel Büyüme” diyenlerin, ya aklı noksandı, ya vicdanı kararmıştı. 

Sn. Erdoğan tam bir Makyavelist Politikacıydı! 

“Machiavelli’nin devlet yöneticilerine yazdığı “Prens/Hükümdar” kitabında, kilisenin başarısız politikaları ve Prens ile halk irtibatı ve devlet yönetiminde ordunun/askerin gücü ve rolü konusunda Haçlı Batı’nın ve istismarcı iktidarların yönetim tarzını ortaya koyan önemli bilgiler sunulmaktaydı. 

Siyasete ve siyasetçilere negatif imajların yüklendiği, siyasetin kirli yüzünü, yolsuzluk, haksızlık, halkı kandırmak, ikiyüzlülük ve algı yönetimi gibi konularda her devirde her siyasetçinin elinden düşüremeyeceği türden bir eser kaleme alan Machiavelli, “Prens/Hükümdar”ın yani yöneticinin ulusal çıkarları korumak için gerekirse kötülük ve zulüm yapmasının caiz olduğunu savunmaktaydı. Machiavelli, sadece ulusal çıkarlar için değil, kendi iktidarını koruyabilmek için de hükümdar ve hükümetlerin sürekli mücadele içinde olmasını ve rakiplerine tuzak kurmasını mubah saymaktaydı. 
Machiavelli’ye göre, devleti yöneten kişi, savaş sanatına hâkim olmak zorundaydı. Güçlü ve yöneticinin emrindeki bir askeri yapı her zaman lazımdı. 

Akıllı bir hükümdar, savaşa hazırlık ve güçlü bir ordu kurmayı sadece savaş zamanlarında değil, barış zamanında da sürekli gündeminde tutmalıydı... 

Machiavelli’nin siyaset felsefesine göre hükümdar, özellikle siyasi tarihi iyi okumalı ve tarihteki büyük önderlerin halkı avutup uyutan tavırlarını ve politik tuzaklarını iyi kavramalıydı. 

Machiavelli, hükümdarların, kaba ve ahlâksız görünmemek için dindar görünmeye çalışmalarını hatırlatmaktaydı. Çünkü din, en kolay istismarı yapılan ve toplumu avutan bir yapıydı. Machiavelli’ye göre devleti yöneten hükümdar/devlet başkanı, pis işleri ve kötülükleri başkalarının sırtına yıkmalı, iyi işleri kendine mâl etmeye çalışmalıdır. 

Hükümdar/devlet başkanı, güçlü ve kudretli kişilerle arayı iyi tutmalıdır, ancak zayıfların kalbini kazanmayı da başarmalıdır. Hükümdar/devlet başkanı, itaatkâr kişileri yardımcıatamalıdır. Öyle ki yardımcıları kendisinden daha çok lideri düşünüyorsa o yardımcılar yararlıdır. Hükümdar da yardımcılarının çıkarlarını ve rahatını gözetmelidir ki, kendine bende (köle) edebilsin ve ihanetinden emin olsun. Machiavelli’ye göre; hükümdar, etrafındaki danışmanların kendisine bir konuda fikir beyan etmesinin önünü açmalı, ancak kendisine akıl verir gibi 
hareket etmelerine engel olmalıdır. Danışmanları sabırla dinlemeli ancak sorgulayıcı bir üslup takınmalıdır ki danışmanlar güzel şeylerin kendilerinden çıktığı fikrine kapılmasınlardı.”[2] 
Machiavelli’ye göre dürüstlük; sadece lafta kalmalıdır, politikanın tek kuralı iktidarın çıkarları olmalıdır. Politikada başarıya ancak ahlâk ve vicdan dışına çıkınca ulaşılır. 
Çünkü namussuzlar arasında yüzde yüz namuslu kalmak isteyen er geç mahvolacaktır; tarihî eylem içinde iyi kalplilik felakete götürür insanı; zulüm, yufka yüreklilikten daha az zalim sayılır. Politikanın kaderi görünüşte kahraman, gerçekte sahtekâr olmaktır. İnsanlar gönüllerinden çok, gözleriyle hüküm verirler. Kimse ne olduğumuzu anlamaz, nasıl göründüğümüze bakacaktır!.. 

İşte Sn. Erdoğan bu Makyavelist ve menfaatçi politikalar yüzünden, 1974 Kıbrıs 
Harekâtımızdaki Türkiye gayretlisi ve Filistinli mazlumların hamisi Kaddafi’yi devirmek ve Libya petrollerini Batı’ya peşkeş çekmek üzere Haçlıların planladığı Libya saldırısına ortak olmaktan sakınmamıştı. 
Hatırlayınız; İslamiyet’in doğuşunu anlatan ünlü Çağrı filminin yapım masraflarını da Libya lideri Kaddafi sağlamıştı. Filmin yönetmeni de Suriye asıllı Mustafa Akad’dı. Bu destansı filmin çekilmesini sağlayan iki kişinin de hayatı trajik sonlanmıştı. Kaddafi’nin nasıl linç edildiği hepimizin malumuydu. 
Akad ise, 2005’te oturduğu kahveye düzenlenen bombalı saldırıda kızıyla birlikte katlonulmuşlardı. Bunun gibi Suriye’ye saldırılmasına ve 5 milyon insanın Türkiye’ye yığılmasına göz yumması da, Erdoğan’ın diğer bir Makyavelist yaklaşımıydı. 
Reel olarak büyüdükleri” yalanıyla Türkiye’yi avutup uyutan Erdoğan iktidarı, 2020 Eylül-Ekim döneminde tam 11 milyar ceza toplamışlardı. 
2020 sonuna kadar planladıkları ceza miktarı ise 12 milyardı. Bir demecinde “Hâlâ fikri iktidar olamadıklarını…” itiraf eden Sn. Erdoğan’a hatırlatmak lazımdı: Siz hiçbir zaman fiilen de iktidar ve muktedir olamadınız! 
Eşcinselliği ve Lezbiyenliği meşrulaştıran İstanbul Sözleşmesi’ne PAPA sahip çıkmış, Sn. Erdoğan ise İmzalamıştı! 

İnsanlığı ifsada sürükleyen cinsi sapkınlık akımına, Katoliklerin dini lideri Papa Francesco tarafından ilk kez bu derece meşru bir hüviyete sarılmış ve 
destek açıklaması yapılmıştı. Katolik kilisenin zirvesindeki isim olan Papa Francesco, yasal hakları olduğunu iddia ettiği cinsi sapkınlar için medeni 
birliktelik ve hukuki koruma talebinde bulunmuşlardı. Papa’nın son ifadeleri, görev süresince cinsi sapkınlara yönelik en net destek açıklaması olarak 
yorumlanmıştı. 

Papa’nın Kirli Sicili Kabarıktı! 

Papa Francesco, geçmiş yıllarda birçok kez sapkın oluşumlara destek girişimlerinden sakınmamıştı. Aslen Arjantinli olan Papa Francesco, 
başkent Buenos Aires’teki başpiskoposluk görevi sırasında ‘eşcinsel evlilik’ yasasına karşı çıkmasına rağmen sapkın çiftlere yasal koruma sağlanmasını savunmaya başlamıştı. 

Papa’nın Cinsi sapkınlara destek ifadelerinden öne çıkan sözleri şunlardı: 

• “Eşcinsel insanların bir aile içinde olmaya hakkı vardır. Onlar da Tanrı’nın çocuklarıdır ve bir aileye sahip olma hakları vardır. Hiç kimse bu yüzden dışlanmamalı ve suçlanmamalıdır. Olması gereken şey, bir medeni birliktelik yasasıdır, bu şekilde yasal olarak korunurlar. Ben bunu savunuyorum.” (20 Ekim 2020) 
• “Evlilik erkek ile kadın arasında yapılır. Medeni birlikteliğin ise duruma göre 
değerlendirilmesi lazımdır.” (2014, Corriere della Sera röportajı) 
• “Eşcinsel olup olmaman mühim değil. Tanrı seni böyle yaratmış ve seni olduğun gibi seviyor. (Hâşâ-Allah’a iftira atıyor!) Benim için de bunun bir önemi yok. Papa seni böyle seviyor. Olduğun gibi olmaktan mutlu olmalısın.” (Ekim 2018) 
• “Bir kişi eşcinselse ve Tanrı’yı arıyorsa, iyi niyetliyse, ben kimim ki onu yargılayayım?” (Mart 2013) 
• “Tanrı (eşcinsel) çocuklarınızı oldukları gibi seviyor.” (Eylül 2020) 
• 2 ay önce basına yansıyan bir haberde ise Papa Francesco’nun ülkesi Arjantin’de bir rahibenin trans kadınlara yardım amacıyla apartman kompleksi kurma projesine destek verdiği açıklanmıştı.
İşte PAPA’nın bu ahlâk dışı tavrını; Sn. Erdoğan iktidarı, İstanbul Sözleşmesi’ni imzalayarak onaylamıştı!? 

Halbuki İslamiyet Eşcinselliği Şiddetle Yasaklamıştır! 

Kutsal kitabımız Kur’an-ı Kerim, insanın kadın ve erkek olarak yalnızca 2 cinsiyet olarak yaratıldığını, başka bir cinsin fıtratta yeri olmadığını buyurmaktadır. Papa’nın savunduğu “Tanrı sizi böyle yarattı” ifadesi tamamen popülist bir söylem olup insanın yaratılışındaki gerçekleri kesinlikle yansıtmamaktadır. Yüce Allah, kutsal kitabında insanlara aynı cinsler arasındaki aykırı münasebetlere meyletmemeleri konusunu şiddetle hatırlatıyor ve bu tür sapkınlara ‘Lut kavmi’ akıbetiyle uyarıda bulunuyor. 
Sn. Erdoğan’ın bir konuştuklarına bakın, sonra da dönüp yaptıklarına bakın!.. 
Hatırlayacaksınız; Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Recep T. Erdoğan şu cümleleri kullanmışlardı; 
* “Samimi bir muhasebeyle, geçtiğimiz 18 yılda her alanda, tarihi eserlere ve hizmetlere imza attığımızı ama eğitim ve öğretimde, kültürde arzu ettiğimiz ilerlemeyi hâlâ sağlayamadığımızı düşünüyorum.” 
* “Önümüzdeki dönemde önceliğimiz aileden başlayarak çocuklarımızı çağa göre yetiştirmek şarttır. Bu değişimde sıradan müfredat tadilatından ziyade topyekûn eğitim-öğretim reformu lazımdır.” (İstanbul Sözleşmesi’ni bunun için mi imzaladınız?) 
* “Her okul seviyesinde öğretime ağırlık verilirken eğitim kısmı ihmal edilmiştir. Özellikle medyanın etkisiyle geleneksel eğitim-öğretimin gücü azalırken yerine daha iyisi konulamamıştır.” 
* “Evlatlarımızın zihinleri Batı’nın popüler kültür ve sapkın hezeyanlarıyla doldurulmuştur.” (Sn. Erdoğan, İstanbul Sözleşmesi bunların en sapkınıdır!..) 
MEDİPOL Muamması ve Devlet Kayırması! Her nedense, özellikle sağlık sektöründe hangi konuya el atılsa altından mutlaka bir şekliile MEDİPOL HASTANESİ’nin yahut MEDİPOL ÜNİVERSİTESİ’nin çıkması kafa karıştırıcıydı. Ama sadece sağlık sektörü ile de sınırlı olmadığı ve MEDİPOL İMPARATORLUĞU’nun çok daha geniş bir alana yayıldığı anlaşılmaktaydı. 

Hatırlayınız; 

Tarih 8 Temmuz 2004, AKP iktidarının henüz 2. yılıydı. İstanbul’da sessiz sedasız bir açılış yapılmış ve 1994 yılından beri faaliyetini HAYRUNNİSA HASTANESİ ismi ile sürdüren hastanenin ismi NİSA HASTANESİ olarak değişikliğe uğramıştı. 
Gerek tıbbi cihazlarının teknolojisi, gerekse hastanenin fiziksel görünümü baştan aşağıya yenilenirken o gün bu çok da önemsenmeyen açılışa İstanbul İl Sağlık Müdürü Prof. Dr. Erman Tuncer, Sağlık Vakfı Başkanı Prof. Dr. Ahmet Zeki Şengil katılmışlardı. Konuklara hastaneyi gezdiren isimler ise yenilenen adı ile “NİSA HASTANESİ” olan hastanenin Hastane Medikal Grup Başkanı Fahrettin Koca ve 
Başhekim Dr. Bahri Teker olacaktı. Bu hastaneyi kontrol eden şirketin adı ise HAKSAĞ SAĞLIK HİZMETLERİ ANONİM ŞİRKETİ olmaktaydı. “Erbakan Avrupa’da toplanan cihat paralarıyla şahsi saltanat sürüyor!..” iftirasını atan, ama aslında o paraları Avustralya’ya kaçırıp büyük bir çiftlik ve malikâne satın alan, sonra da bir trafik kazasıyla ahirete uğurlanan Mahmut Esat Coşan bu şirketin Yönetim Kurulu Başkanıydı. Cemaatin başına Mahmut Esat Coşan’ın ölümü sonrasında geçen oğlu M. Nureddin Coşan daha sonra Yönetim Kurulu Üyeliği’ni devralmıştı. 

İşte kendisi de bu ekibe bağlı olan Fahrettin Koca da bu NİSA HASTANESİ ile yıldızını hızla parlatmaya başlamıştı… 
Bundan 1 sene sonra takvim yaprakları 28.07.2005’i gösterirken bir şirket sessiz sedasız İstanbul Ticaret Odası’na kaydını yaptırmıştı. 
Bu şirketin adı METROPOLİTAN SAĞLIK VE EĞİTİM HİZMETLERİ İNŞAAT SANAYİ ANONİM ŞİRKETİ olmaktaydı. Şirketin Yönetim Kurulu Başkanı ise Fahrettin Koca’ydı. 
  Tarih yaprakları 2007’yi gösterdiğinde Fahrettin Koca’nın sahibi olduğu MEDİPOL HASTANESİ İstanbul Kadıköy’de faaliyet yapmaktaydı ve yine Fahrettin Koca’nın sahibi olduğu MEDİZ ZİNE isimli bir şirketin kontrolü altındaydı. 

Derken; 21.08.2007 tarihinde alınan REKABET KURUMU KARARI ile MEDİZ ZİNE isimli şirket ile NİSA HASTANESİ’nin de sahibi olan HAKSAĞ SAĞLIK HİZMETLERİ A.Ş. Fahrettin Koca’nın sahibi olduğu METROPOLİTAN SAĞLIK VE EĞİTİM HİZMETLERİ İNŞAAT SANAYİ VE TİCARET A.Ş. tarafından devralınmıştı. Böylece “MEDİPOL İMPARATORLUĞU”nun da temelleri atılmıştı. 

Fahrettin Koca, aynı Tekke’ye bağlı olduğu Recep T. Erdoğan ile de yakın ilişkiler sağlamış ve artık “Ailenin Doktoru” olarak anılmaya başlanmıştı. MEDİPOL 
HASTANESİ’nin yanına NİSA HASTANESİ’ni de eklemiş, hızla “HASTANELER ZİNCİRİ” olma yolunda yeni hastaneler açmaktaydı.

İşte tam bu “Jet hızı ile yükseliş” döneminde Fahrettin Koca 2009 yılında kısa adı TESA olan Türkiye Eğitim, Sağlık ve Araştırma Vakfı’nı kurmuşlardı. 

Vakıf kurulur kurulmaz ilkicraat olarak İstanbul Medipol Üniversitesi’ni açmışlardı. Ve artık Fahrettin Koca bir de üniversite sahibi konumundaydı. 

2009 yılında kurulan İstanbul Medipol Üniversitesi’ne elbette “Bina” ve “Kampüs alanı” lazımdı. O sırada TEKEL’in son derece kıymetli olan Unkapanı’ndaki binası 2009’da 49 yıllığına, hemen 1 sene sonra ise 2010 yılında Beykoz Kavacık’ta bulunan yaklaşık 220 bin metrekarelik arazinin imar planları değiştirilerek tahsisi yapılmıştı. 

Bu arada, Fahrettin Koca bir de Türkiye Eğitim, Sağlık, Bilim ve Araştırma Vakfı’nı kurar… İşte bu TEBA Vakfıda 2018 yılında Ankara Medipol Üniversitesi’ni kuracak ve Fahrettin Koca’nın Ankara’daki bu üniversitesine de Ankara Tren Garı kampüsü içerisinde yer alan TCDD Misafirhanesi ve TCDD Müzesi 30 yıllığına tahsis alınacaktı. 
Ayrıca yeni kampüs alanı olarak Atatürk Orman Çiftliği arazisi içerisindeki 555 bin metrekarelik alan da yine Bakan Koca’nın Ankara Medipol Üniversitesi’ne kiralanmıştı. Ayrıca bu üniversiteler, “ÜNİVERSİTE SANAYİ İŞBİRLİĞİ PLATFORMU” üzerinden proje bedeli olarak kaynak almaya ve devlet imkânlarından faydalanmaya başlamışlardı. 

2014 yılında kurulan ilk TEKNOLOJİ TRANSFER OFİSİ ile birlikte sadece son 5 yılda 21 proje için 8 milyon TL kaynağın MEDİPOL ÜNİVERSİTESİ’ne aktarıldığı konuşulmaktaydı.
Ayrıca, Üniversite Sanayi İşbirliği Ofisi projeleri için MEDİPOL ÜNİVERSİTESİ’ne devletten tam 20 milyon TL gönderildiği tartışılmaktaydı. 
ASELSAN 5G TEKNOLOJİSİ’nin askeri alanda kullanımı noktasında çok ciddi öneme sahip bir proje üzerinde çalışmaktaydı… 
Bu projenin adı “Yeni Nesil Taktik Haberleşme Sistemleri için Çok Taşıyıcılı Fiziksel Seviye Çözümleri Projesi” olmaktaydı. 
Proje 5G’de Nesnelerin İnterneti için potansiyel teknolojilerden birisi olacak hali ile çok büyük maddi değer de taşıyacaktı. İşte ASELSAN’ın bu projedeki ortağı da yine MEDİPOLÜNİVERSİTESİ olması enteresandı!? 

Prof. Dr. Sebahattin Aydın MEDİPOL ÜNİVERSİTESİ Mütevelli Heyeti Üyesi ve MEDİPOLÜNİVERSİTESİ Rektörü iken Sağlık Bakan Yardımcısı atanmıştı. 
Sayın Bakan Fahrettin Koca, “Benim MEDİPOL GRUBU ile alakam kalmadı” diyordu, ama şirketin yönetimindede Üniversitenin Mütevelli Heyetinde 
de kardeşi Özer Koca bulunmaktaydı. 

Şimdi soruyoruz: Memlekette herkes bir an önce korona tedavisinde kullanılacak bir ilaç için gözü yollarda beklerken, tek bir şirketin ruhsat alabilmesi 
için o şirketten aylarca önce ilacı üretmeye hazır olup, Sağlık Bakanlığı’na ruhsat başvurusu yapan 3 farklı şirketin başvurularının bekletilmesi ne amaçlıydı? 
Üstelik kendisinin ruhsat alması için milletin “Acil can derdinin” bile hiçe sayılarak diğer 3 firmanın ruhsatları verilmeyen firma ATABAY isimli bir firmaydı. 
Bu ATABAY isimlişirketin; ilacı ve aşıyı MEDİPOL ÜNİVERSİTESİ ile ortak üretmeyi planladığı, işte o nedenle de diğer 3 firma bu ATABAY isimli firma 
ruhsat alacak noktaya gelmeden ruhsat alamadığı iddiaları hâlâ yanıtını aramaktaydı.[3] 

[1] 03.03.2021 / zekiceyhan@milligazete.com.tr 
[2] siyamiakyel@milligazete.com.tr 
[3] Bak: Celal Eren Çelik 

https://www.millicozum.com/mc/duyurular/bu-berat-bey-bu-kadar-basariliydi-da-niye-gorevden-aldiniz

***

21 Mart 2021 Pazar

DOĞU AKDENİZ’DE DENİZ YETKİ ALANLARININ PAYLAŞILMASI SORUNU VE TÜRKİYE BÖLÜM 5

DOĞU AKDENİZ’DE DENİZ YETKİ ALANLARININ PAYLAŞILMASI SORUNU VE TÜRKİYE BÖLÜM 5

 
Doğu Akdenizde Yetki Alanlarının Paylaşılması, Sorunu, Türkiye, Cihat YAYCI, Doğu Akdeniz, Kıbrıs, ilgili kıyıdaş, deniz yetki alanlarının, sınırlandırılması, Münhasır Ekonomik Bölge MEB, Enerji, Münbit hilal yayı, İsrail, Lübnan, Suriye, Türkiye, Irak, İran,


4. SONUÇ VE ÖNERİLER 

Hâli hazırda Türkiye’nin ise Karadeniz haricinde, antlaşmalarla sınırlandırılmış münhasır ekonomik bölge niteliğinde deniz yetki alanı bulunmamaktadır.110 Doğu Akdeniz’in yanı sıra, Orta ve Batı Akdeniz’de birçok devlet arasında deniz yetki alanlarının belirlenmesine yönelik çeşitli antlaşmalar yapılmış ve münhasır ekonomik bölge ilanında bulunulmuştur.111 

Doğu Akdeniz’de GKRY ve Yunanistan; uluslararası hukuk ve meşruiyete aykırı olarak, diğer kıyıdaş devletler ile ikili ya da çok taraflı sınırlandırma antlaşmaları akdetmekte ve fiili uygulamalarda bulunmaktadır. Bu suretle Türkiye’nin canlı,112 cansız kaynaklardan yararlanmasını engellemek ve Türkiye’yi uluslararası kamuoyu nezdinde emrivakilerle karşı karşıya bırakmak istemektedir.113  
Yunanistan ve GKRY ikilisi, bu amaç doğrultusunda uluslararası kamuoyunu kullanmakta ve etkilemektedir. Bu hususa alakalı olarak, Türkiye’ye Antalya Körfezi’nde küçük bir alan bırakan deniz yetki alanları haritasının Avrupa Birliği ve Birliğe bağlı bazı kuruluşlar tarafından kullanılması örnek verilebilir.114
Ayrıca somut örneklerden biri de Avrupa Birliği Komisyonu'nun 14 Ekim 2009'da açıkladığı 2009 yılı Türkiye İlerleme Raporu’nun 32’nci sayfasında “Bölgesel Konular ve Uluslararası Yükümlülükler” başlığı altında yer alan “Kıbrıs” alt başlığının 4’üncü paragrafında Akdeniz'deki petrol arama çalışmaları konusunun yer almasıdır. 
Bu raporda Güney Kıbrıs Rum Kesimi’nden yana bir tavır sergilenerek, Türk Deniz Kuvvetleri’nin Akdeniz'deki sivil petrol arama çalışmalarına engel olmasını kınayan ifadelere yer verilmiştir.

Türkiye, bugüne kadar bölgedeki haklarını korumaktaki kararlılığını göstermek üzere, sismik araştırmalar dâhil 115 devlet uygulamaları 116 yapmış ve muhtemel MEB’indeki haklarına tecavüz girişimlerinin başarıyla bertaraf etmiştir.117 Bununla birlikte 032º16'18’’D boylamı ile 027º22’D ile 028º00’D boylamları arasında ve 34º00’K enlemi kuzeyinde kalan sahalarda hakları olduğunu çeşitli vesilelerle münferit olarak beyan etmiştir.118 

Ancak Türkiye’nin henüz Birleşmiş Milletler’e GKRY’nin yaptığına benzer bir MEB bildirgesi ya da diğer kıyıdaş devletlerle deniz yetki alanı sınırlandırma antlaşması mevcut değildir.
Yunanistan ve GKRY ise halen Doğu Akdeniz’de tek başına inisiyatif alma girişimlerine devam etmektedir.119 GKRY’nin başta ruhsat verdiği 12 numaralı120 saha olmak üzere Kıbrıs adasının güneyinde hidrokarbon kaynakları arama ve çıkarma faaliyetleri sürmektedir.

   Açıkça anlaşılacağı üzere, Türkiye bugüne kadar izlediği düşey hatlar, sınırlı ilgili kıyı ve kısıtlı sayıda ilgili kıyıdaş gibi eksik teknik ve yaklaşımlar nedeni ile deniz yetki alanını minimalist bir yaklaşımla ortaya koymuştur. GKRY ise izlediği yaklaşımla hem hak ettiğinden çok daha büyük bir deniz yetki alanında hak iddia etmiş hem de bu iddialarını imzaladığı antlaşmalarla fiilen hayata geçirmiştir. Esasen GKRY’nin imzaladığı bu antlaşmalar aynı zamanda Türkiye’nin İsrail ve Lübnan ve hatta Mısır ile antlaşma yapma imkânının ortadan kaldırılmasına yönelik hamlelerdir. Gerek GKRY’nin Libya ve Yunanistan ile gerekse Yunanistan’ın GKRY, Libya, Mısır ve hatta İsrail ile yapmaya çalıştığı MEB antlaşmalarına dair haberler bu hamlelerin artarak devam ettiğini göstermektedir.121

Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki deniz yetki alanları üzerindeki hak ve menfaatlerine zarar getirecek en kötü senaryo; GKRY ile Yunanistan’ın deniz yetki alanlarının paylaşımına dair bir antlaşmayı imzalamasıdır.122
   Bu kötü senaryo gerçekleşmeden, Doğu Akdeniz’de öngörülen münhasır ekonomik bölgenin iç hukuk düzenlemeleri ile paralel olarak ilan edilmesi önemli bir seçenek olarak ortaya çıkmaktadır. Zira bugün için Birleşmiş Milletler’e tek taraflı MEB ilan ettiğini duyuran 32 devlet bulunmaktadır.123 

   Ayrıca, Türkiye’nin milli uygulama tarihinde Karadeniz’de önce MEB ilan etmiş, daha sonra kıyıdaşlarla sınırlandırma antlaşmaları akdetmiş olması buna benzer bir örneği oluşturmaktadır.124

   Ancak henüz Türkiye’nin bir "Münhasır Ekonomik Bölge Kanunu" mevcut değildir.125

Türkiye bugüne kadar sadece düşey hatlar ile sınırlandırma yapmayı öngörmüş ve dolayısıyla ilgili kıyı ve kıyıdaşları çok sınırlı tutmuştur. 

Bu eksik teknik ve yaklaşım nedeni ile deniz yetki alanını minimalist bir yaklaşımla ortaya koymuştur. Hâlbuki Türkiye’nin deniz hukukunun ilgili hüküm ve prensipleri ile uluslararası mahkeme ve hakem kararları ışığında Mısır ve KKTC’nin yanı sıra İsrail, Libya, Lübnan ve Suriye ile ilgili kıyıdaşlar olmaları nedeni ile deniz yetki alanlarının sınırlandırılmasına dair antlaşmalar imzalaması mümkündür ve gereklidir. Bu şekilde imzalanacak antlaşmalar Türkiye’nin olduğu kadar, bahse konu kıyıdaşların da (GKRY ile deniz yetki alanları sınırlandırma antlaşmaları akdetmelerine nazaran) menfaatinedir. 

Türkiye’nin İsrail ve Mısır ile yapabileceği bu sınırlandırma antlaşmalarına istinaden, Kıbrıs Adası güneyinde GKRY’nin ilan ettiği 1, 4, 5, 6, 7, 8, 10, 11 ve 12’nci parsellerinde MEB haklarına sahip olması söz konusudur.

Diğer yandan, KKTC de müstakil ve egemen bir devlet olarak deniz yetki alanlarına sahiptir ve her devlet gibi gerek MEB ilan etme ve gerekse 
sınırlandırma antlaşmaları akdetme hakkı vardır. Yapılan çalışmalarda KKTC’nin, Türkiye, Suriye, Lübnan, İsrail ve Mısır ile deniz yetki alanları sınırlandırmasına esas olan karşılıklı kıyıları bulunduğu görülmektedir. Bu durumda KKTC’nin, GKRY’nin ilan ettiği 3 ve 13 numaraları parsellerin tümünde, 2, 9 ve şu anda sondaj faaliyeti icra ettiği 12 numaralı parsellerin ise bir kısmında doğrudan haklarının mevcut olduğunu ifade etmek mümkündür.

Bu çerçevede, Türkiye ve KKTC’nin uluslararası deniz hukuku çerçevesinde öncelikle Doğu Akdeniz’deki deniz yetki alanlarını kapsamlı olarak yeniden belirleyerek MEB ilan etmesi ve müteakiben ilgili tüm kıyıdaşlarla antlaşmalar akdetmesinin önemli olduğu düşünülmektedir.

KAYNAKÇA 

“Akdeniz'de Zehirli Balık Uyarısı.” Radikal Gazetesi, 24 Temmuz 2008. Erişim tarihi 17 Şubat 2012.
http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetayV3&Articl eID=890102&CategoryID=85.
“Case Concerning The Continental Shelf (Libyan Arab Jamahiriya/Malta).” ICJ Reports No.68, 3 June 1985.
“Court of Arbitration for the Delimitation of Maritime Areas Between Canada and France: Decision on Case Conserning Delimitation of Maritime Areas (Saint Pierre and Miquelon).” ILM, Vol. 31, 10 June 1992.
“Court of Arbitration for the Delimitation of The Continental Shelf (United Kingdom of Great Britain and Northern Ireland and The French Republic).” 30 June 1977.
“Delimitation of The Continental Shelf (United Kingdom of Great Britain and Northern Ireland and The French Republic), 30 June 1977.” İçinde International Boundary Cases: The Continental Shelf, Vol. I. Cambridge: Grotius Publications Limited, 1992.
“Guine/Guinea-Bissau Maritime Delimitation Case (Court of Arbitration Constituted Under an Agreement of 18 February 1983).” 14 Şubat
“Hristosyas Türkiye'yi BM'ye Şikayet Etti.” Hürriyet Gazetesi, 24 Kasım 2008. Erişim tarihi 17 Şubat 2012. http://arama.hurriyet.com.tr/arsivnews.aspx?id=10431556.
“Mediterranean Sea.” Erişim tarihi 12 Ekim 2011. http://www.essentialcrystalsalt.com/crystal-salt/dead-sea-salt-scrub- reviews.
“Mısır Yeniden Rumlara Destek Çıktı.” Milliyet Gazetesi, 8 Ağustos 2007. Erişim tarihi 17 Şubat 2012. http://www.milliyet.com.tr/2007/08/08/son/sondun21.asp.
“Osmanlı Döneminde Bir İmparatorluk Dili Olarak Türkçe.” Erişim tarihi 16 Şubat 2012. http://www.osmanli.org.tr/osmanlidaegitim.php?bolum=7&id=200.
“Osmanlı Tarihi Uygarlığı.” Erişim tarihi 16 Şubat 2012. http://www.scribd.com/doc/75580345/72036939-Osmanl%C4%B1- Tarihi-Uygarl%C4%B1%C4%9F%C4%B1.
“Rumlar Ege’nin Güneyine de Göz Dikti.” CNNTURK, 10 Şubat 2007. Erişim tarihi 17 Şubat 2012. http://www.milliyet.com.tr/2007/02/10/son/sonsunll.asp.
“Samsun-Ceyhan Boru Hattı Projesi’nde Önemli Adım.” 22 Ocak 2010. Erişim tarihi 18 Mart 2011. http://www.sanayiden.com/tr/haber/4/samsun-ceyhan-boru-hatti- projesi-8217;nde-onemli-adim.html.
“TPAO, Akdeniz'deki petrol arama çalışmalarına başlıyor.” Milliyet Gazetesi, 29 Mart 2007. Erişim tarihi 17 Şubat 2012. http://www.milliyet.com.tr/2007/03/29/son/soneko19.asp.
“Turkish oil exploration ship sets out to contest Cyprus drill rights.” Erişim tarihi 14 Ekim 2011. http://www.cyprus- mail.com/cyprus/turkish-oil-exploration-ship-sets-out-contest-cyprus- drill-rights/20110924.
“Türkiye Dediğini Yapar .” Akşam Gazetesi, 13 Ağustos 2011. Erişim tarihi 17 Şubat 2012. http://www.aksam.com.tr/turkiye-dedigini-yapar- -61139h.html.
“Türkiye'ye Akdeniz'de Büyük Oyun.” Bugün Gazetesi, 29 Kasım 2011. Erişim tarihi 16 Şubat 2012. http://medyarazzi.com/haber/20111129/452762/0/turkiye-ye-akdeniz- buyuk-oyun.html.
14 Eylül 2007 tarihli NAVAREA III NAVTEX Servisi Ulusal Koordinatörler Toplantısı Tutanağı.
19 Ocak 2006 tarihli NAVAREA III NAVTEX Servisi Ulusal Koordinatörler Toplantısı Tutanağı.
Acer, Yücel. “Doğu Akdeniz’de Deniz Alanlarının Sınırlandırılması ve Türkiye.” Uluslararası Hukuk ve Politika Dergisi Cilt 1 Sayı 1 (2005).
Akçadağ, Göknur. “Kara Denize Hakimdir İlkesi-2.” Erişim tarihi 26 Ekim 2011. http://www.turkishny.com/drgoeknur-akcada/66738-kara- denize-hakimdir-ilkesi-2-.
Armaoğlu, Fahir. Filistin Meselesi ve Arap-İsrail Savaşları. Ankara: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 1989.
Ataergin, Selim., Caner, Oğuz. Türk Deniz Mevzuatı Cilt II. İstanbul: Beta Yayınları, 2006.
Ataergin, Selim., Caner, Oğuz. Türk Deniz Hukuku İle İlgili Mevzuat Notlu-Açıklamalı-Karşılaştırmalı-İçtihatlı. İstanbul: Beta Yayınları,
Başeren, Sertaç Hami. Doğu Akdeniz Deniz Yetki Alanları Uyuşmazlığı- Dispute Over Eastern Mediterranean Maritime Jurisdiction Areas. İstanbul: İlke Yayınevi, 2011.
Başeren, Sertaç Hami. “Doğu Akdeniz’de Gerilim….” Cumhuriyet Strateji Dergisi, 20 Ağustos 2007.
Başeren, Sertaç Hami. “Doğu Akdeniz’de İş İşten Geçmeden….” Cumhuriyet Strateji Dergisi, 14 Mayıs 2007.
Başeren, Sertaç Hami. “Doğu Akdeniz’de İş İşten Geçmeden….” Erişim tarihi 9 Ekim 2011.
http://www.tudav.org/index.php?option=com_content&view=article&id= 95%3Adou-akdeniz-serhat-h-baeren&catid=40%3Amuenhasr- ekonomik-boelge&Itemid=54&lang=tr.
Başeren, Sertaç Hami. Ege Sorunları (Türk Deniz Araştırmaları Vakfı Yayın No.15). İstanbul: TÜDAV Yayınları, 2003.
Baykal, Ferit Hakan. Deniz Hukuku Çalışmaları. İstanbul: Alfa Basım Yayım, 1998.
Birleşmiş Milletler. “Law of the Sea Bulletin No.54.” Erişim tarihi 17 Şubat 2012.
http://www.un.org/depts/los/doalos_publications/LOSBulletins/bulletinpd f/bulletin54e.pdf.
Birleşmiş Milletler. “UN, 2011, Table of claims to maritime jurisdiction (as at 15 July 2011).” Erişim tarihi 7 Ocak 2012. http://www.un.org/depts/los/LEGISLATIONANDTREATIES/PDFFIL ES/table_summary_of_claims.pdf.
Birleşmiş Milletler. “UN, 2011, Table of claims to maritime jurisdiction (as at 15 July 2011).” Erişim tarihi 7 Ocak 2012.
http://www.un.org/Depts/los/LEGISLATIONANDTREATIES/STATE FILES/LBN.htm.
Birleşmiş Milletler. “UN, 2011, Table of claims to maritime jurisdiction (as at 15 July 2011).” Erişim tarihi 26 Ekim 2011. http://www.un.org/Depts/los/LEGISLATIONANDTREATIES/STATE FILES/SYR.htm.
Brown, E.D.. The International Law of the Sea, vol. I. Aldershot: Dartmouth, 1994.
Bulunç, Ahmet Zeki. “Doğu Akdeniz Sorunu ve KKTC'ne Etkileri.” Ocak 2008. Erişim tarihi 17 Şubat 2012. http://www.bilayvakfi.org.tr/konferanslar/doguakdeniz/doguakdeniz2.p df.
Caminos, H. (ed.). Law of The Sea (The Library of Essays in International Law). Burlington-USA, 2001.
Charney, I. J., and Alexander, M. L.. International Maritime Boundaries, Vol II. 1991.
Christopher, Johnson. “Oil Exploration Costs Rocket As Risks Rise.” 11 Şubat 2010. Erişim tarihi 15 Şubat 2012. http://graphics.thomsonreuters.com/0210/OIL_PLRSK0210.gif.
Christopher, Johnson. “Oil Exploration Costs Rocket As Risks Rise.” 11 Şubat 2010. Erişim tarihi 15 Şubat 2012. http://www.reuters.com/article/2010/02/11/us-oil-exploration-risk- analysis-idUSTRE61A28X201002011.
Churchill, R.R., Lowe, A.V.. The Law of the Sea, third edition. Manchester: Manchester University Press, 1999.
Çetingil, Ergon., Kender, Rayegan. Deniz Ticareti Hukuku-Temel Bilgiler Takip Hukuku ve Deniz Sigortaları ile Birlikte. İstanbul: Beta Basım Yayım, 2011.
Çolakoğlu, Bayram. “Papandreu'dan Sert Açıklama.” Erişim tarihi 17 Şubat 2012. http://balturk.org.tr/papandreudan-sert-aciklama/. Daşdemir, Cengiz. “Mısır’ın Bölge Ülkeleri ve Türkiye’ye Yönelik Stratejik Yaklaşımı.” Yüksek Lisans Tezi, Gebze Yüksek Teknoloji Enstitüsü Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2006.
Deniz Kuvvetleri Komutanlığı. “Dz.K.K.lığının NATO Faaliyetlerine Katılım Durumu.” Erişim tarihi 26 Ekim 2011. http://www.dzkk.tsk.tr/turkce/DzKKUluslarArasiGorevler/NATO_Faal iyetleri.php.
Dilek, Bahadır Selim. “Akdeniz'de Sanal Petrol Oyunu.” Erişim tarihi 16 Şubat 2012. http://www.emo.org.tr/ekler/c03b704bd986e_ek.pdf?dergi=508.
Doğan, Ertuğrul., Burak, Semlin., Akkaya, M. Ali. Kıyı Kanunu ve İlgili Mevzuat Yeni Kıyı Kanunu Tasarısı Ekli. İstanbul: Beta Yayınları, 2006.
Dumlu, İrfan Galip. “Türkiye'ye Büyük Sömürge Planı.” 29 Kasım 2011. Erişim tarihi 17 Şubat 2012. www.haberform.com/haber/rum- yunanistan-somurge-rum-ve-yunanistanin-türkiyeyi-somurme-plani- 89776.htm.
Durham Üniversitesi. “Albanian Constituonal Court Nullifies Maritime Boundary Agreement with Greece.” 10 Şubat 2010. Erişim tarihi 17 Şubat 2012. www.dur.ac.uk/ibrulnews/boundary_news/?temno=9534& rehref=%2Fibru%2Fnews%2F&resubj=Boundary+news%20Headlines
Ergün, Çağdaş Evrim., Duran, Gökhan Yaşar. Uluslararası Hukukta Adalar. Ankara: Çakmak Yayınevi, 2011. Erişim tarihi 11 Ekim 2011. http://www.cyprusweekly.com.cy/main/92,1,283,0,14593-.aspx.
Erişim tarihi 14 Ekim 2011.
http://www.tasam.org/modules.php?name=news&file=article&sid= 308.htm.
Erişim tarihi 17 Şubat 2012. http://www.sfakia-crete.com/forum2/read.php?3,4992.
Erişim tarihi 23 Eylül 2011. http://www.sana.sy/tur/237/2010/11/04/317205.htm.
Erkin, Müfide Zehra. “AB’nin Kıbrıs Stratejisi….” Cumhuriyet Gazetesi. Erişim tarihi 17 Şubat 2012. http://cumhuriyet.com.tr/?hn=211208.
Erksan, Metin. Mare Nostrum Bizim Deniz, Yunan Sorunu. Adıyaman: Hil Yayınları, 1999.
Eroğlu, Derviş. “Türk Tarafı Eşdeğerde Adımları Atmaktan Çekinmeyecek.” Erişim tarihi 12 Ekim 2011. www.pressturk.com/dunya/haber/18038/kktcden-rumlara-petrol ve doğalgaz-uyarisi.html.
Fasıl, Ahmet. “Jeopolitik Konuma Farklı Bir Bakış.” Erişim tarihi 16 Şubat konuma-farkli-bir-bakis/.
http://www.hikayeler.net/yazilar/45522/jeopolitik
Gounaris, M.. “The Particularity Of The Aegean Sea And The New Regulation Of The International Law Of The Sea, in Mediterranean Sea and the Aegean.” 2008.
Gürdeniz, Cem. “Security, Stâbility and Co-operation in The Meditarranean Region: building a vision.” 1st International Conference on Mediterranean and Middle East’da sunulmuştur, Roma, Kasım 2005.
Has, Kerim. “Rusya’nın Suriye Denklemindeki Yeri: İkili ve Bölgesel Çıkarlar.” USAK Stratejik Gündem, 6 Eylül 2011.
Imersia Gazetesi, 8 Kasım 2010 tarihli haberi ve Eleftherotipia Gazetesi, 27 Aralık 2010 tarihli haberi.
International Boundary Cases: The Continental Shelf, Vol. I. Cambridge: Grotius Publications Limited, 1992.
International Boundary Cases: The Continental Shelf, Vol. II. Cambridge: Grotius Publications Limited, 1992.
İstanbul Üniversitesi. “İstanbul Üniversitesi Yunus Araştırma Gemisi Yurda Döndü.” 24 Kasım 2008. Erişim tarihi 17 Şubat 2012. http://ssp.istanbul.edu.tr/duyurular/duyuru_icerik.php?1510=.
İzmir Deniz Ticaret Odası. “Türk Denizciliğine Tarihsel Bir Bakış.” Erişim tarihi 5 Ekim 2011.
http://www.dtoizmir.org/turkdenizciligi.pdf.
Jones, Dow. “Cyprus, Israel define Sea Border for Energy Search.” 17 Aralık 2010. Erişim tarihi 17 Aralık 2010. http://www.rigzone.com/news/article.asp?a_id=102276&hmpn=1.
Karyotis, Theodoros. “Türkiye, Mısır ile Deniz Sınırları Çiziyor.” Ethnos Gazetesi, 11 Ocak 2010.
Kaya, Şenay. “Uluslararası Deniz Hukuku Kapsamında Doğu Akdeniz Sorunları.” Yüksek Lisans Tezi, Ankara Üniversitesi, 2007.
Kepecioğlu, Halil. “Doğu Akdeniz'de Petrol Krizi ve Türk Dış Politikası.” Yayınlanmamış Tez Çalışması, Silahlı Kuvvetler Akademisi, İstanbul, 2007.
Kılıç, Altemur. “1571 yılındaki Fetihten Günümüze Kıbrıs Gerçeği.” 20 Şubat 2011. Erişim tarihi 26 Ekim 2011. http://www.ilk-kursun.com/2011/02/1571-yilindaki-fetihten- gunumuze-kibris-gercegi/.
Kuran, Selami. Uluslararası Deniz Hukuku. İstanbul: Türkmen Kitabevi, 2009.
Kurumahmut, Ali. Ege’de Temel Sorun Egemenliği Tartışmalı Adalar. İstanbul: Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1998.
Kutluk, Deniz. Hazar-Kafkas Petrolleri, Türk Boğazları, Çevresel Tehdit (Türk Deniz Araştırmaları Vakfı Yayın No.16). İstanbul: TÜDAV Yayınları, 2003.
Meligonis, Yorgos. “İsrail Yunanistan’ın MEB’ini tanıdı.” Avgi Gazetesi, 19 Şubat 2011.
Ocakoğlu, Neslihan. Gaz Hidratlar ve Önemi: Türkiye Çevresinde Denizlerde Gaz Hidrat ve Hidrat ve Sığ Gaz Aramaları. İstanbul: İstanbul Teknik Üniversitesi, 2009.
Özman, M. Aydoğan. Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi. İstanbul: Vedat Kitapçılık, 1984.
Özman, M. Aydoğan. Deniz Hukuku-I. Ankara: Vedat Kitapçılık, 2006.
Öztürk, Osman Metin. Kıbrıs Annan Belgeleri I, II, III Üzerine Değerlendirmeler. Ankara: Gazi Kitapevi, 2004.
Pazarcı, Hüseyin. Uluslararası Hukuk. Ankara: Beta Yayınları, 2003.
Pipes, Daniel. Greater Syria: The History of an Ambition. London: Oxford University Press, 1990.
Prescott, Victor., and Schofield, Clive H.. The Maritime Political Boundaries of the World. Netherlands:Martinus Nijhoff Publishers, 2005.
Robertson, Jessica. “Natural Gas Potential Assessed in Eastern Mediterranean.” 4 Ağustos 2010. Erişim tarihi 1 Eylül2011. http://www.usgs.gov/newsroom/article.asp?ID=2435.
Seale, Pat. Struggle For Syria: A Study of Post-War Arab Politics 1945- 1958. London: I. B.Tauris &CoLtd Publisher, 1968.
Sezer, Sema. “Doğu Akdeniz’de Rum Petrol Arama Ruhsatları ve Ekonomik Bölge Antlaşmaları.” Doğu Akdeniz Üniversitesi Stratejik Araştırmalar Merkezi (DAÜSAM)’nin “International Conference on Middle East and North Cyprus Relations: Perspectives in Political, Economic and Strategic Issues” başlıklı konferansında sunulmustur, Gazi Magosa, 20-21 Mart 2008.
Slomanson, W.R.. Fundamental Perspectives on International Law, fourth edition. San Diego/California-USA: Thomas Jefferson School of Law, 2003.
Suriye Petrol ve Doğal Kaynaklar Bakanlığı. Erişim tarihi 4 Eylül 2011. http:/www.petroleum.gov.sy.
Suriye Petrol ve Doğal Kaynaklar Bakanlığı. Erişim tarihi 4 Eylül 2011. http:/www.gpc-sy.com.
Süveyş Kanalı Resmi İnternet Sitesi. “Süveyş Kanalı Seyir İstatistikleri.” Erişim tarihi 8 Ekim 2011. http://www.suezcanal.gov.eg/TRstat.aspx?reportId=4.
T.C. Dışişleri Bakanlığı. “181 sayılı açıklama.” Erişim tarihi 5 Ağustos 2011. www.mfa.gov.tr.
T.C. Dışişleri Bakanlığı. “Türkiye Cumhuriyeti’nin 2 Mart 2004 Tarih ve 2004/Turkuno DT/4739 Sayılı Notası.” 2004.
T.C. Dışişleri Bakanlığı. “Türkiye Cumhuriyeti’nin 23 temmuz 2007 Tarih ve un.doc. A/61/1011-s/2007/456 Sayılı Notası.” 2007.
T.C. Küçük ve Orta Ölçekli İşletmeleri Geliştirme ve Destekleme İdaresi Başkanlığı. “Ceyhan İŞGEM'in temeli atıldı.” Erişim tarihi 17 Şubat 2012. http://kosgeb.gov.tr/Pages/UI/Haberler.aspx?ref=326.
T.C. Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığı. “Deniz Taşıtları ve Denizyolu Taşıma İstatistikleri.” Erişim tarihi 7 Eylül 2011. http://www.denizcilik.gov.tr/dm/istatistikler/ResmiIstatistikler/.
T.C. Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığı. “Deniz Taşıtları ve Denizyolu Taşıma İstatistikleri.” Erişim tarihi 11 Eylül 2011. http://www.denizcilik.gov.tr//tr/istatistik -dosyalar/brosur/default.htm.
Tiryakioğlu, İ.Ethem. “Dünkü ve Bugünkü Türkiye-Mısır İlişkileri.” Stratejik Etüdler Bülteni XIII/65 (Ocak 1979).
Toluner, Sevin. Milletlerarası Hukuk Açısından Türkiye’nin Bazı Dış Politika Sorunları. İstanbul: Beta Basım Yayım, 2010.
Topsoy, Fevzi. Denize İlişkin Bilimsel Araştırmalar (MSR) ve Türkiye. İstanbul: Vedat Kitapçılık, 2011. Uluslararası Hukuk ve Politika Dergisi (UHP) Cilt 2 Sayı 5 (2006): 50-74.
Uluslararası Taşımacılık ve Lojistik Hizmet Üretenleri Derneği. “İhracatçı Limanlara Sığmıyor.” Erişim tarihi 17 Şubat 2012. http://www.utikad.org.tr/haberler/default.asp?id=8583.
USGS Fact Sheet 2010-3027. “Undiscovered Oil and Gas of the Nile Delta Basin, Eastern Mediterranean.” Erişim tarihi 24 Ağustos 2011. http://geology.com/usgs/nile-delta-oil-and-gas/.
Yıldız, Dursun. Akdeniz’in Doğusu (Tarihi Geçmişi, Stratejik Önemi ve Su Sorunu Açısından). İstanbul: Bizim Yayınlar Kitapevi, 2008.
Yıldız, Dursun. Doğu Akdeniz'de Isınan Sular. İstanbul: Bizim Kitaplar Yayınevi, 2009.
Yüce, Yöney. "Exclusive Area of Conflict." 20 Eylül 2011. Erişim tarihi 17 Şubat 2012. http://bianet.org/english/minorities/132830-exclusive- area-of-conflict.
Zubari, İsmail. “Samandağ’ın Tarihçesi.” Haziran 1998. Erişim tarihi 3 Kasım 2011. http://www.angelfire.com/sd/samandag/yenitarih.html.

BU BÖLÜM DİPNOTLARI:

101 “Albanian Constituonal Court Nullifies Maritime Boundary Agreement with Greece,” 10.02.2010, Durham Üniversitesi, erişim tarihi 17.02.2012,
        www.dur.ac.uk/ibrulnews/boundary_news/?temno=9534&rehref=%2Fibru%2Fnews%2F&resubj=Boundary+news%20Headlines.
102 Deniz yetki alanlarının sınırlandırılması maksadıyla uluslararası uygulamada; hakkaniyet, eşit uzaklık, oransallık, coğrafyanın üstünlüğü, kapatmama, 
özel ve beşeri koşullar ile diğer koşulların (adalar ve diğer coğrafi formasyonlar) değerlendirilmesi gibi genel prensipler kullanılmaktadır. 
Deniz yetki alanlarının belirlenmesi için her durumda uygulanabilen önceden belirlenmiş, standart kriterler bulunmamaktadır. 
 Bu kapsamda, uluslararası yargı kararlarında ön plana çıkan prensipler, “coğrafyanın üstünlüğü” ve “kapatmama” prensipleridir.
 “Coğrafya” ile kastedilen, iki ülke arasında sınırlandırmaya konu olan alandaki anakara coğrafyasıdır. Kıyıların uzunluğu, kıyı çizgisi üzerindeki kıvrımlar, 
girinti ve çıkıntılar kural olarak elde edilecek deniz alanını belirleyen önemli coğrafî faktörlerdir.
       Coğrafyanın üstünlüğü kapsamında dikkate alınan bir diğer husus ise, adaların ortay hatta göre coğrafi konumudur. Bu çerçevede, iki ana kara arasındaki ortay hattın ters tarafında kalan adalar, kendi kara suları kadar deniz yetki alanına sahip olabilmektedir.
Sınırlandırmada dikkate alınan bir başka önemli prensip ise, “kapatmama” prensibidir. Bu prensip çerçevesinde, mahkeme kararlarında; Kıta Sahanlığı 
genişliğinin tespitinde her ülkeye kendi kıyılarına yakın alanların bırakılmasının gerektiği, bir ülkenin yakınındaki deniz alanının bir başka ülkeye verilmesi ile sonuçlanan bir sınırlandırmanın, hakkaniyete aykırı olduğu vurgulanmıştır. “Coğrafyanın Üstünlüğü” ile birlikte değerlendirilen “Kapatmama” prensibi; bir ana kara ile bu ana karanın karşısında bulunan bir adanın, deniz yetki alanlarının sınırlandırılmasında birbirleriyle eşit etkiye sahip olamayacağının bir ifadesidir. Dolayısıyla “ortay hattın” kuzeyinde kalan Kıbrıs Adası ile Yunan adalarının ters tarafta bulunmaları ve Anadolu sahillerinin önünü kapatmak suretiyle Türkiye’nin denize açılımını engelleyecek coğrafi bir konumda olmaları nedeniyle, söz konusu adaların sadece karasuları kadar deniz yetki alanlarına sahip olması gerekmektedir. Bu kapsamda, mahkeme; Karadeniz’de Romanya ile Ukrayna arasındaki davada Yılan Adası’na sadece karasuları kadar deniz yetki alanı tanımıştır.

Sonuç olarak, “Coğrafyanın Üstünlüğü” ve “Kapatmama” prensipleri ile bu kapsamda uygulanan ortay hat metoduna konu olan adalara karasuları kadar 
deniz yetki alanı tanınması gerekmektedir.
103 -1977 tarihli İngiltere-Fransa Davası’nda; ortay hattın ters tarafındaki İngiltere’ye ait Kanal Adaları, sınırlandırma sonucunda sadece karasuları genişliğinde Kıta Sahanlığına sahip olabilmiştir.
        -1983 tarihli Gine-Gine Bissau Davası’nda mahkeme, ortay hattın ters tarafında yer alan Alcatraz Adaları’na, karasuları kadar deniz yetki alanı tanımıştır.
        -1982 tarihli Tunus-Libya Davası’nda, mahkeme ortay hatta göre Tunus sahillerine yakın olan Kerkenna ve Cerbe Adalarından Kerkenna’ya “yarım etki” tanımış, bölgedeki diğer unsurların daha önemli olduğunu belirterek Cerbe Adası’nı ise sınırlandırmada hiç dikkate almamıştır.
        -1992 tarihli Kanada-Fransa Saint Pierre & Miquelon Davası’nda mahkeme, Kanada sahillerine yakın Fransız Adaları’na (Saint Pierre & Miquelon) ana karalara tanınan deniz yetki alanları kadar yetki tanımamıştır.
        -1999 tarihinde Eritre-Yemen Davası’nda Yemen’in egemenliğinde olduğu mahkeme kararı ile teyit edilen Jabal al-Tayr ve Zubayr adalarına karasuyu genişliği kadar deniz yetki alanı tanınmış ve iki ülke arasında ortay hattın belirlenmesinde bahse konu adalar dikkate alınmamıştır.
        -2009 tarihli Romanya ile Ukrayna arasında Karadeniz’deki deniz yetki alanlarının paylaşımına ilişkin uyuşmazlığın çözülmesi konusunda mahkeme tarafından Ukrayna’ya ait olan ve ortay hattın ters tarafında yer alan Yılan Adası’na karasuyu kadar deniz yetki alanı tanınmıştır.
104 -Doğu Akdeniz’de sınırlandırmaya esas teşkil edecek deniz alanında ortay hat, Anadolu ile Afrika kıtası sahilleri arasında doğu-batı ekseninde ilerlemektedir.
       -Bu eksenin kuzeyinde Yunanistan’a ait Girit, Kerpe, Kaşot, Rodos adaları ile Kıbrıs Adası bulunmaktadır.
       -Sınırlandırmanın yapılacağı coğrafya dikkate alındığında, bahse konu adaların bu eksenin kuzeyinde yer aldığı görülmektedir.
       -Türkiye ve Mısır arasında bir sınırlandırma antlaşması yapılması durumunda, şayet bu adalar, Mısır’a ait olmuş olsaydı ters tarafta kalan adalar durumunda olacak ve karasuları kadar deniz yetki alanlarına sahip olmuş olacaktı.
       -Dolayısıyla bu adaların Yunanistan’a veya başka bir devlete ait olmuş olması durumu değiştirmeyecek ve bu adalara coğrafi konumları sebebiyle farklı bir sınırlandırma prensip ve metodu uygulanmayacaktır.
       -Nitekim 1969 tarihli Kuzey Denizi Davası’nda bu prensip UAD tarafından, “coğrafyanın yeniden şekillendirilmesi söz konusu olamaz” biçiminde ifade edilmiş ve “iki veya daha fazla sayıda ülke arasındaki sınırlandırmanın bölgenin bütün ilgili unsurları dikkate alınarak hakkaniyet prensipleri temelinde hakça bir çözüme ulaşılacak şekilde yapılması gerektiği” vurgulanmıştır.
       -Benzer şekilde, 2009 tarihli Romanya ile Ukrayna arasında Karadeniz’deki deniz yetki alanlarının paylaşımına ilişkin uyuşmazlığın çözülmesi konusunda mahkeme tarafından Ukrayna’ya ait olan ve ortay hattın ters tarafında yer alan Yılan Adası’na karasuyu kadar deniz yetki alanı tanınmıştır.
105 Şöyle ki Kıbrıs Adası haricinde ana karalar esas alınarak Türkiye, Lübnan, İsrail ve Mısır kıyıları deniz sınırlandırmasına esas teşkil eden ilgili kıyılar olarak kabul edildiğinde;
       -Türkiye ile Lübnan arasındaki ilgili kıyılara istinaden ortay hattın karşılıklı kıyı uzunlukları dikkate alındığında Lübnan’a doğru asgari 0.25 oranında,
       -Türkiye ile İsrail arasındaki ilgili kıyılara istinaden ortay hattın karşılıklı kıyı uzunlukları dikkate alındığında İsrail’e doğru asgari 0.75 oranında,
       -Türkiye ile Mısır arasındaki ilgili kıyılara istinaden ortay hattın karşılıklı kıyı uzunlukları dikkate alındığında Mısır’a doğru asgari 0.25 oranında aşağı kayacağını,
       -Hülasa bu ülkelerle Türkiye arasındaki deniz yetki alanlarının sınırlandırmasının bu şekilde tezahür edebileceği söylenebilecektir.
106 UAD, hakkaniyet ilkesine göre kararını vermiş ve hakkaniyet ölçüsünde bir ada ile ana kara arasındaki sınırlandırmanın ana kara devleti olan Libya lehinde sonuçlanması gerektiğine hükmetmiştir.
      Victor Prescott and Clive H.Schofield, The Maritime Political Boundaries of the World (Netherlands: Martinus Nijhoff Publishers, 2005), 389-390.
107 UAD’ın 3 Şubat 2009 tarihinde açıkladığı Ukrayna-Romanya arasındaki Yılan (Serpent) Adası’nın konu edildiği sınırlandırma davasına ilişkin kararında, Yılan Adası eşit uzaklık ilkesine göre yapılan sınırlamada dikkate alınmamış olup adaya sadece 12 mil karasuyu verilmiştir.
108  0-180º istikametinde sadece boylamları dikkate alarak dikey hatların kullanılması yerküre haritasına 2 boyutlu bakılmasından kaynaklanan ciddi bir 
eksikliktir. Bu durumda sadece kuzey-güney ya da doğu-batı hattında ilgili kıyı ve kıyıdaş devlet tespit edilebilmektedir. Esasen yerküre haritasına 3 boyutlu bakılarak, 360º’yi kapsayacak şekilde farklı açılar kullanılarak çeşitli istikametlerde ortay hat belirlenmesi gerekmektedir. GKRY, Yunanistan, Mısır, Lübnan ve İsrail’in kullandığı yöntem de bu şekildedir. Böylece sadece kuzey-güney ya da doğu-batı hattında ilgili kıyı ve kıyıdaş devlet tespit edilmesi yerine, ara yönlerde de ilgili kıyı ve kıyıdaş devlet tespiti ile deniz yetki alanları belirlenmesi mümkün olmaktadır.
109 Sertaç Hami Başeren, Doğu Akdeniz Deniz Yetki Alanları Uyuşmazlığı-Dispute Over Eastern Mediterranean Maritime Jurisdiction Areas (İstanbul: İlke Yayınevi, Eylül 2011).
110 Karadeniz’de, deniz yetki alanları, sahildar devletler arasında yapılan anlaşmalarla sınırlandırılmıştır. Bu çerçevede, ilk sınırlandırma anlaşması 
 23 Haziran 1978 tarihinde SSCB ile “Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği Hükümeti Arasında Karadeniz’de 
Kıta Sahanlığı Sınırlandırması Hakkındaki Anlaşma” yapılmıştır. Bu anlaşmanın 1’inci maddesine göre 12 adet koordinat tespit edilmiştir. 
SSCB’nin dağılmasından sonra Ukrayna, Rusya Federasyonu ve Gürcistan ile ayrı ayrı yapılan anlaşmalarla bu koordinatların geçerlilikleri teyit edilmiş, koordinatlar ın aynı zamanda MEB sınırlandırmasını teşkil ettiği onaylanmıştır. 4 Aralık 1997 tarihinde Bulgaristan ile Deniz Yetki Alanları sınırlandırması gerçekleştirilmiştir. Yapılan anlaşmanın 4’üncü maddesinde, 9’uncu nokta ile 10’uncu nokta arasındaki Kıta Sahanlığı ve MEB çizgisinin çizilmesine ilişkin olarak tarafların, böyle bir çizimin ileride uygun bir zamanda yapılacak müzakerelerde sonuçlandırılması konusunda anlaştıkları belirtilmektedir. 
      Bunun sebebi ise Romanya, Ukrayna ve Bulgaristan arasında deniz yetki alanları sınırlandırmasının yapılmamış olmasıdır.
111 Akdeniz’de;
      a.İtalya ile Yunanistan, Hırvatistan, Arnavutluk, Fransa, Slovenya, İspanya, Tunus, Sırbistan-Karadağ arasında,
      b.Malta ile Libya,
      c.Monako ile Fransa,
      ç.Fransa ile İspanya,
      d.Libya ile Tunus arasında deniz yetki alanlarının belirlenmesine yönelik çeşitli anlaşmalar yapıldığı bilinmektedir.
112 Söz konusu olan denizalanın derinliği yer yer 3.000 metreye kadar ulaşmaktadır. 1.000 metrelik derinliklerde yoğun olarak bulunan binlerce ton Kırmızı Karides stokları en bilinenidir. Ama asıl önemlisi göçmen ve büyük sürü oluşturan balıklardır. Örneğin, orkinos, tulina ve tombik gibi. Yakın zamanda, 
tulina ve kılıç balıklarını avlayan balıkçı sayısındaki artış bize buradaki 1 millik bir alanın bile ne kadar önemli olduğunu göstermektedir. 
       Bu bölgeler göçmen olan ve sürü oluşturan sardalya, palamut ve lüfer gibi balıkların da beslenme alanıdır. Yine Rodos döngüsü nedeniyle oluşan verimli 
balıkçılık kendini burada da göstermektedir. Halen trol, gırgır, parekata ve yüzen ağlarla buralarda balıkçılık yapılmaktadır. Doğu Akdeniz’in en verimli kalamar ve sübye alanları bu bölgedeki derin sularda bulunur ve avlanmaları giderek artmaktadır. Güney Kıbrıs Rum Yönetimi veya Yunanistan’ın bu bölgede şimdilik güçlü bir balıkçılık filosunun olmaması bizi yanıltmamalıdır. Çünkü AB’nin doğu Akdeniz hatta Karadeniz’e balıkçı filosu gönderme konusundaki çabası ve isteği bilinmektedir. Bir başka ifadeyle bu deniz alanından gasp edilmeye çalışılan sadece doğal gaz veya petrol değil aynı zamanda Türkiye’nin gıda güvenliği için önemli olan su ürünleridir ki bu konu tartışmalar sırasında bilinçli veya bilinçsiz bir şekilde atlanmakta dır. 
       Oysa kıyı devleti (Türkiye) Münhasır Ekonomik Bölgesinde avlanacak su ürünlerinin miktarını belirlemede ve bu bölgede kaynakları kullanmaya yetkilidir.
113 “Akdeniz'de Zehirli Balık Uyarısı,” Radikal Gazetesi, 24.07.2008, erişim tarihi 17.02.2012,
http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetayV3&ArticleID=890102&CategoryID=85.
      
Yunus-S Araştırma gemisindeki 20 kişilik ekiple 15 gündür Akdeniz’de çalıştıklarını belirten Prof. Dr. Öztürk, Türkiye’de ilk kez Akdeniz’de uluslararası sularda araştırma yapıldığını kaydetti. Akdeniz’de oluşturulan “Münhasır Ekonomik Bölge”nin Türkiye’ye kapatılmak istendiğini ifade eden Prof. Dr. Öztürk, bu bölgede Türkiye’ye çok küçük bir alan teklif edildiğini ancak Türkiye’nin bunu kabul etmediğini vurguladı. Münhasır Ekonomik Bölge’de hem canlı, hem cansız kaynakların korunması ve işletilmesi ile ülkelerin nüfuz alanının çok önemli olduğuna dikkat çeken Prof.Dr. Öztürk şöyle konuştu: “Akdeniz’de oluşturulan Münhasır Ekonomik Bölge’de canlı kaynaklar balık, balina, yunus ve aklınıza ne gelirse korunması ile petrol ve maden gibi cansız kaynakların korunması ve işletilmesi çok önemli. Türkiye dışındaki ülkeler, bu alanlarda 200 millik alanda hak ilan ederler. 
       Akdeniz’in yeni durumu budur. Bunu tetikleyen mekanizma AB’dir. AB buralarını Avrupa suları olarak ilan etmiştir. Fakat AB’nin Avrupa suları ilan 
ettiği alanlar, Türkiye’nin tanımadığı alanlardır. Dolayısıyla bizim açımızdan Avrupa suları, sınırları ve tanımları olmayan, şimdilik bilinmeyen alanlardır. 
AB’ye girecek Türkiye’nin bu alanlarda da hakkı olmalıdır. Hem balıkçılık ve seyrüsefer hem de petrol kaynakları açısından.”
114 Bölgede uluslararası hukuka uygun olarak Türkiye’nin hakkı olan 145.000 km2’lik kıta sahanlığı alanının sadece 41.000 km2’sinin Türkiye’ye bırakıldığını 
gösteren haritalar.
115 “TPAO, Akdeniz'deki petrol arama çalışmalarına başlıyor,” Milliyet Gazetesi, 29.03.2007, erişim tarihi 17.02.2012,
        http://www.milliyet.com.tr/2007/03/29/son/soneko19.asp.
Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı (TPAO) Araştırma Grubu Direktörü ve Arama Daire Başkanı Ahmet Faruk Öner’in 2008 yılı Nisan ayında Antalya, 
Mersin ve İskenderun körfezlerinde 12 milin içerisinde yer alan, bir miktar da 12 milin dışında kalan alanlarda TPAO'nun sahip olduğu ruhsatlarda farm out (kiraya vermek-ortak bulma) sürecini başlatacaklarını bildirdiği basın toplantısında; “münhasır ekonomik bölge sınırlarımız belli olmadığı sürece bu alanlar içerisinde arama yapmak hayli sıkıntı arz etmektedir” şeklindeki sözleri basında yer almıştır.
116 “İstanbul Üniversitesi Yunus Araştırma Gemisi Yurda Döndü,” İstanbul Üniversitesi, 24.11.2008, erişim tarihi 17.02.2012,
        http://ssp.istanbul.edu.tr/duyurular/duyuru_icerik.php?1510=.
        “Doğu Akdeniz'de münhasır ekonomik bölge ilanı, bu ülkelerdeki kirlenmenin belirlenmesi ve izlenmesi, Doğu Akdeniz'in canlı kaynaklarının korunması ve işletilmesi, yeni balıkçılık alanlarının keşfi, küresel ısınmanın denizsel boyutlarının incelenmesi, bakteriyolojik kirlenme gibi çok yönlü amaçlarla yapılan ve çok önemli verilerin elde edildiği Yunus-S Araştırma Gemisi Seferi bir ay sürdü.”
117 “Hristosyas Türkiye'yi BM'ye Şikâyet Etti,” Hürriyet Gazetesi, 24.11.2008, erişim tarihi 17.02.2012,
http://arama.hurriyet.com.tr/arsivnews.aspx?id=10431556.
        Kıbrıs Rum yönetimi lideri Dimitris Hristofyas, sözde “Rum münhasır ekonomik bölgesi” içerisinde Rum yönetimi hesabına petrol araştırması yapan 
yabancı bandıralı bir geminin 13 Kasım’da Türk savaş gemisi tarafından engellendiği iddiasıyla Türkiye'yi BM Genel Sekreteri Ban Ki-Mun'a şikâyet etti.
118 17 Şubat 2003 tarihli GKRY-Mısır MEB Anlaşmasına karşı olarak, Türkiye’nin BM Daimi Temsilciliği tarafından 2 Mart 2004 tarihinde BM Genel Sekreterliğine bir nota verilerek MEB sınırlarının uluslararası hukuka göre ilgili ülkelerle hakkaniyet ilkesi çerçevesinde tespit edilmesi gerektiği,  GKRY’nin tüm adayı temsil etmediği ve 32º16'18”D boylamının batısında kalan deniz alanında Türkiye’nin uluslararası hukuktan doğan haklarının mevcut olduğu BM nezdinde ilan edilmiş, bu şekilde ilk kez Türkiye’nin Kıbrıs Adası’nın batısındaki kıta sahanlığı sınırının boylamı kayda geçirilmiştir. 
        Benzer bir nota 4 Ekim 2005 tarihinde, BM Türkiye Daimi Temsilcisi tarafından BM Genel Sekreterine gönderilmiştir. Ayrıca, Mayıs 2008’de Dışişleri 
Bakanlığı tarafından hazırlanan ve ABD General Dynamics Advanced Information Systems (GDAIS) şirketi nezdinde girişim yapılarak verilen haritada, 28°D boylamının batısında da Türkiye’nin hakları olduğu özellikle belirtilmiştir.
       3 Ocak 2008 tarihinde, Fugro Engineers BV firmasına bağlı SRV KOMMANDER JACK isimli araştırma gemisinin acenteliğini yapan “Yakın Doğu Deniz Acenteliği A.Ş.” bahse konu geminin Ocak 2008 başlarında Antalya kara sularının 70 mil açığında, Türkiye’nin Münhasır Ekonomik Sahasında Japon Firması FİJUTSU adına araştırma yapacağını T.C.Dışişleri Bakanlığı Denizcilik Havacılık Genel Müdür Yardımcılığına bildirmiş ve izin talep etmiştir. 
       Bu talebe istinaden 032º 16' 18’’ D boylamı ile 027º 22’ D ile 029º 00’ D boylamları arasında ve 34º 00’ K enlemi kuzeyinde kalan sahalarda bahse 
       konu şirkete izin verilmiştir.
119 Sertaç Hami Başeren, “Doğu Akdeniz’de İş İşten Geçmeden…,” erişim tarihi 09.10.2011, 
       http://www.tudav.org/index.php?option=com_content&view=article&id=95%3Adou-akdeniz-serhat-h-baeren&catid=40%3Amuenhasr-ekonomik-boelge&Itemid=54&lang=tr.; Ahmet Zeki Bulunç, “Doğu Akdeniz Sorunu ve KKTC'ye Etkileri,” Panel Ocak 2008, erişim tarihi 17.02.2012,
       http://www.bilayvakfi.org.tr/konferanslar/doguakdeniz/doguakdeniz2.pdf.
       Büyükelçi Ahmet Zeki Bulunç da verdiği konferansta bu yönde düşünceler belirtmiştir; “Mısır Yeniden Rumlara Destek Çıktı,” Milliyet Gazetesi, 08.08.2007, 
       erişim tarihi 17.02.2012, 
       http://www.milliyet.com.tr/2007/08/08/son/sondun21.asp.
       Mısır, Güney Kıbrıs Rum Kesimi'nin Doğu Akdeniz'de petrol arama çabalarına yeniden destek verdi. Mısır'ın Lefkoşa Büyükelçisi Muhammed Abdel Hakam, 
 Türkiye'nin olumsuz tepkisi ile ilgili olarak da “Kıbrıs Cumhuriyeti egemen bir devlet, AB ve BM üyesidir” dedi.
120 12 Haziran 2009’da Dışişleri Bakanlığında yapılan toplantıda verilen bilgiler şu şekildedir: Sahada arama icra eden NOBLE ENERGY, orta büyüklükte bir 
ABD petrol şirketidir. 1998 yılından itibaren İsrail açıklarında faaliyette bulunmaktadır. 2000 yılında Mari-B sahasında doğalgaz bulmuştur. 
2004 yılından bu yana 6 kuyuda üretim yapmaktadır. 2008 yılında arama faaliyetlerine yeniden başlamıştır. İsrail MEB’inde Tamar ve Dalit sahalarında 
büyük miktarda doğalgaz bulmuştur. (140 ve 14 milyar m³ - çıplak değeri yaklaşık 45 milyar $).Tamar sahasında 2012’de üretime geçecektir. 
Söz konusu sahalar 12 no’lu parsele yakındır. Şirket GKRY’nin 2007’de açtığı ihalede 12 no’lu parselin imtiyaz hakkını almıştır. 2008 yılında GKRY ile 3+2 yıl kontrat imzalamıştır. 2009’un 2. yarısında 12 no’lu parselde 3D sismik araştırma yapacaktır. 2010 yılında da platform getirerek sondaj çalışmalarına başlayacaktır. GKRY bu yılın sonunda kalan 12 parsel için ihaleye çıkacaktır.
121 Erişim tarihi 11.10.2011, http://www.cyprusweekly.com.cy/main/92,1,283,0,14593-.aspx.
122 “Rumlar Ege’nin Güneyine de Göz Dikti,” CNNTURK, 10.02.2007, erişim tarihi 17.02.2012,
       http://www.milliyet.com.tr/2007/02/10/son/sonsunll.asp.
 Eleftheros gazetesine istinaden verilen haberde, 21 Şubat 2007’de Yunanistan’a gidecek olan Papadopolus’un birinci gündem maddesinin Kıbrıs Adası ile Yunanistan arasında MEB anlaşması imzalamak olduğunu, ancak Yunanistan’ın şu aşamada buna sıcak bakmadığı, yeni hedef bölgenin Türkiye, Yunanistan, Libya ve Kıbrıs’ın kesiştiği bölge olduğu basında yer almıştır.
123 Arjantin, Avustralya, Brezilya, Kanada, Şili, Çin Halk Cumhuriyeti, Danimarka, Fransa, Hindistan, Endonezya, Japonya, Meksika, Yeni Zelanda, Norveç, Pakistan, Filipinler, Polonya, Portekiz, Rusya, Güney Afrika, Güney Kore, İngiltere, ABD, Libya, GKRY, Suriye, İsrail, Lübnan.
124 Karadeniz’de deniz yetki alanları sahildar devletler arasında yapılan antlaşmalarla sınırlandırılmıştır. Bu çerçevede, ilk sınırlandırma antlaşması 
23 Haziran 1978 tarihinde SSCB ile “Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği Hükümeti arasında Karadeniz’de Kıta 
Sahanlığı Sınırlandırması Hakkındaki Antlaşma” yapılmıştır. Bu antlaşmanın 1’inci maddesine göre 12 adet koordinat tespit edilmiştir. SSCB’nin dağılmasından sonra Ukrayna, RF ve Gürcistan ile ayrı ayrı yapılan antlaşmalarla bu koordinatların geçerlilikleri teyit edilmiş, bu koordinatların aynı zamanda MEB sınırlandırmasını teşkil ettiği onaylanmıştır.
4 Aralık 1997 tarihinde Bulgaristan ile Deniz Yetki Alanları sınırlandırması gerçekleştirilmiştir. Yapılan antlaşmanın 4’üncü maddesinde, 9’uncu nokta ile 
10’uncu nokta arasındaki Kıta Sahanlığı ve MEB çizgisinin çizilmesine ilişkin olarak tarafların, böyle bir çizimin ileride uygun bir zamanda yapılacak müzakerelerde sonuçlandırılması konusunda anlaştıkları belirtilmektedir. Bunun sebebi ise Romanya, Ukrayna ve Bulgaristan arasında deniz yetki alanları sınırlandırmasının yapılmamış olmasıdır.
125 “Türk Denizciliğine Tarihsel Bir Bakış,” İzmir Deniz Ticaret Odası, erişim tarihi 05.10.2011, 
http://www.dtoizmir.org/turkdenizciligi.pdf.

DOĞU AKDENİZ DE DENİZ YETKİ ALANLARININ PAYLAŞILMASI SORUNU VE TÜRKİYE


***