Milli Çözüm Dergisi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Milli Çözüm Dergisi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

25 Mart 2021 Perşembe

BU BERAT BEY, BU KADAR BAŞARILIYDI DA; NİYE GÖREVDEN ALDINIZ?

BU BERAT BEY, BU KADAR BAŞARILIYDI DA; NİYE GÖREVDEN ALDINIZ?  



Özel Yazılar - 
Milli Çözüm Dergisi 
Cumhurbaşkanı Recep T. Erdoğan, 2021 Şubat’ında AKP İzmir 7. Olağan İl Kongresi'ne katılmış, Hakkâri ve Nevşehir il kongrelerine canlı bağlantının yapıldığı kongrede şunları aktarmıştı: 
“Son zamanlarda CHP ve şürekâsı, Hazine ve Maliye eski Bakanımız Berat Albayrak'ı ve onun nezdinde tüm ailemle birlikte şahsımı hedef alan bir kampanya başlatmıştır. 

Buharlaşan bir para ya da istismar söz konusu olmamıştır. Piyasa ve hukuk kurallarıyla döviz işlemleri yapılmıştır. Vicdan ve iz’an sahibi herkes teslim edecektir ki bu mücadelenin ekonomik boyutunun en ön safında Berat Bey yer almıştır. Önce enerjide, ardından ekonomide ifa ettiği görevlerdeki en büyük talihsizliği, 'damat' sıfatının, bu alanlardaki birikimi, gayreti ve başarısının önüne geçirilmiş olmasıdır. Karadeniz'deki doğalgaz rezervinin keşfini yapan sismik araştırma ve derin sondaj gemilerimizin alınmasına başlanmasından, madencilik alanındaki açılımlara kadar ülkemizin pek çok yeni kazanımının altında Berat Bey'in imzası vardır. Bunu başardığı için kuduruyorlar, çıldırıyorlar. Türkiye ekonomisini daha da güçlü kılmak için pek çok alanda tarihi öneme sahip uygulamalar da Berat Bey'in Hazine ve Maliye Bakanlığı dönemine rastlamakta dır!” 

Şimdi sormak lazımdı: 

Yahu, bulunmaz Hint kumaşı gibi sunulan şanslı damat Berat Albayrak, bu kadar yararlı, hayırlı ve başarılı bir Hazine Bakanıydı da, ne diye istifaya zorladınız?
Yetmez, ne diye Çamlıca’daki villasında bir nevi ev hapsine mecbur bırakıp, toplumla ve medyayla irtibatını kopardınız? 

Siz böylesine başarılı bir Bakanı görevinden aldırmakla, millete, devlete ve ülkeye ne büyük fenalık yaptığınızın farkında mısınız? 
Yoksa, Berat Bey, devlete ve millete yararlı olduğu halde, kendi şahsi hesaplarını, sizin saltanat planlarınızdan öne çıkardığı için mi, yani kızdığınız ve kıskandığınız için mi istifaya mecbur bırakmıştınız? 

Veya; TV5’te H. Basri Akdemir’in Ekonomi ve Ötesi programında, yandan yandaş İbrahim Kahveci’nin ağzından kaçırdığı gibi: “Berat Bey’in yeniden Bakan olarak dönmesini, İsrail isteyip dayattığı için mi?” bu geri adımlar atılmaktaydı ve Berat Albayrak tekrar parlatılmaya başlanmıştı? 

Yandaşlığı yalakalık boyutunu aşan Mahmut Övür, Sabah gazetesinde: 
“Türkiye'nin ana muhalefet partisi CHP, eski Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak'la uğraşmaktaydı. Aslında bu bilinçli bir tercihti ve öncekiler gibi ‘milli ve yerli duruşa’ saldırıydı. Başkan Erdoğan'ın deyimiyle ‘çıldırmalarının’ ve unutmamalarının nedeni de Albayrak'ın, hem Enerji alanında hem de IMF'ye teslim etmediği Maliye alanında izlediği siyasetti. Bu siyasetin küresel düzeyde kimleri rahatsız ettiğine bakın, CHP'yi bugün yönetenlerin kimlere hizmet ettiği anlaşılırdı.” diyerek bu koroya katılmıştı. 

Üstelik Berat Bey, Sn. Erdoğan’ı her fırsatta övüp göklere çıkarmaktaydı! 
Hatırlayınız, Berat Albayrak’ın kayınbabası, Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı 
Erdoğan ile ilgili sözlerini abartılı görenler ve dost çevresinde, “Amma da atmış” diyenler aldanmaktaydı.

Sn. Berat Bey: “Cumhurbaşkanımız aya dört şeritli yol yapacağız dese inanacak bir seçmen kitlemiz var” mealinde bir şeyler söylemişti de bazıları inanmamıştı. 
Meğer Berat Albayrak yerden göğe haklıymış. İktidar partisinin gerçekten böyle bir seçmen kitlesi olduğu yapılan sokak röportajlarında ortaya çıkmıştı. 

Sokaktaki AKP’li vatandaşlara iktidar partisi tarafından yapılan herhangi bir icraat sanki muhalefet partisi tarafından yapılmış gibi aktarılıp “Doğru mu bu?” diye sorulunca: Vatandaşlar, “Hiç doğru olur mu?” diye lafa girip muhalefete verip veriştirmeye başlıyorlardı. 

Tam bu esnada söz konusu icraatın AKP tarafından sergilendiği hatırlatılınca: Muhalefet yaptı diye veryansın eden vatandaşlar bu sefer yüz seksen derece dönüp, “O yaptıysa doğrudur!” diye konuşmaya başlıyorlardı.”[1] Yani Berat Bey’in buyurdukları gibi “Erdoğan, Ay’a giden dört şeritli yol yapacağını” söylese bile, onun sözlerine inanıyorlardı!? 

ASO Başkanı Nurettin Özdebir, hükümetin yıllardır istihdamsız ve kalkınmasız bir büyüme politikası yürüttüğünü ve bu balon büyümenin sanayi yatırımlarıyla değil dış borçlanmayla elde edildiğini dile getirerek, 5.7 milyon genç işsizin ileride çok daha büyük sorunlara işaret ettiğini vurgulamıştı. 

Ankara Sanayi Odası (ASO) Başkanı Nurettin Özdebir, ASO’nun şubat ayı meclis 
toplantısında ekonomi çarkının istihdam sağlayacak şekilde kurgulanması gerektiğini hatırlatmıştı. Hükümetin yüksek büyüme dönemleri de dahil olmak üzere istihdam yaratabilecek bir politika izleyemediğini söyleyen Özdebir, Türkiye'nin yıllardır istihdamsız ve kalkınmasız büyüme sorunuyla karşı karşıya kaldığını açıklamıştı. 

Büyümenin sanayi yatırımlarıyla değil dış borçlanmayla elde edildiği eleştiri 
sini de dile getiren Özdebir, eğitim ve iş hayatında olmayan 5.7 milyon gencin ileride daha büyük istihdam sorunlarına işaret ettiğinden yakınmıştı.
“Büyümenin İstihdama katkısını göremiyoruz” 
“Yüzde 12.9'a ulaşan işsizlik, yüzde 4.9'luk küresel ortalamaya kıyasla dramatik ölçüde yüksektir.” diyen Özdebir; “Ne yazık ki büyümenin istihdama katkısını göremiyoruz. 
Büyümenin istihdam yaratmaması, istihdamsız büyüme sorununa işaret etmektedir. 
Böyle bir ekonomide gelirin dağılımı da bozulmakta ve genel yaşam kalitesinde 
bozulmalar ortaya çıkmakta, ‘kalkınmasız büyüme' olmaktadır. Büyümenin kaynakları reel sektörden ziyade dış borçlanmaya, finans sektörüne ve hizmetlere dayanmaktadır.” diye uyarmıştı. 
     Bu acı gerçeklere rağmen Cumhurbaşkanı Başdanışmanı ve Ekonomi Politikaları Üyesi Yiğit Bulut açıklamasında; “reel olarak büyüyen” tek ekonominin Türkiye ekonomisi olduğunu söylemekten utanmamıştı! Ve “Türkiye 140 milyar dolar rezerv sattı” diyenlerin rezervin ne olduğunu bilmediklerini savunmuşlardı. 
    Bütün dünyada rezervin her zaman brüt olanına bakıldığını dile getiren Yiğit Bulut, Türkiye’nin hiçbir zaman satılabilir rezervi olmadığını hatırlatmıştı! 

Bazı çevrelerin manipülasyon yapmaya çalıştığını ileri süren Yiğit Bulut
“Ülkelerin ekonomik göstergelerine baktığınız zaman Türkiye’nin büyümesine baktığınız zaman 2018-2020 arasındaki dönemde pandemi riski ile kıyasladığınızda pandemik riske göre reel olarak büyüyen tek ekonomi Türkiye...” iddiasında bulunmuşlardı. 

Oysa Aynı Tarihlerde; Erbakan’ın Şeker Fabrikasında Üretimi Durdurmuşlardı! 
Temeli 1976 yılında atılan ve bölgede Erbakan’ın fabrikası olarak bilinen ve Türkiye’nin en değerli şeker fabrikaları arasında gösterilen Ilgın Şeker Fabrikası’nda; yıllardır hiçbir yenileme yatırımı yapılmadığı için eski teknoloji ile çalışan ve fabrikanın en önemli unsuru olan kireç ocakları artık çalışamayacak hale geldiği için, üretim tamamen durduruldu. Çürümeye başlayan 150 bin ton pancar ise TIR’larla başka fabrikalara taşınmaya başlanmıştı.

Kamunun elinde kalan şeker fabrikaları arasında en verimli ve kârlı şeker fabrikalarının başında gelen, temeli 1976 yılında Millî Görüş Lideri merhum Prof. Dr. Necmettin Erbakan tarafından atılan Ilgın Şeker Fabrikası’nda üretim yatırımsızlıktan dolayı zorunlu olarak durdurulmuş bulunmaktaydı. Fabrika sahasında bulunan ve işlenemeyen 150 bin ton pancar yaklaşık 15 milyon lira nakliye parası ödenerek Eskişehir ve Ankara Şeker Fabrikalarına taşınmaya başlanmıştı. Taşınan pancarlarda ise ciddi polar kaybıyaşanırken, yatırımsızlığın 
bedeli TÜRKŞEKER’e ağır olacaktı. 

Sadece Taşıma Maliyeti 15 Milyon Lirayı Bulacaktı. 

TÜRKŞEKER’in yatırımsızlıktan dolayı üretimi duran Ilgın Şeker Fabrikası’ndaki 150 bin ton şeker pancarını başka fabrikalara taşımasının maliyeti 15 milyon lirayı bulacağı konuşulmaktaydı. İşlenmesi geciktiğinden dolayı taşınan pancarlarda ciddi bir polar kaybı yaşanacağı için elde edilecek şeker miktarı da düşmüş olacaktı. Şekerde yaşanacak kayıpla birlikte zararın ikiye üçe katlanması kaçınılmazdı. İşte buna hâlâ utanıp sıkılmadan “Reel Büyüme” diyenlerin, ya aklı noksandı, ya vicdanı kararmıştı. 

Sn. Erdoğan tam bir Makyavelist Politikacıydı! 

“Machiavelli’nin devlet yöneticilerine yazdığı “Prens/Hükümdar” kitabında, kilisenin başarısız politikaları ve Prens ile halk irtibatı ve devlet yönetiminde ordunun/askerin gücü ve rolü konusunda Haçlı Batı’nın ve istismarcı iktidarların yönetim tarzını ortaya koyan önemli bilgiler sunulmaktaydı. 

Siyasete ve siyasetçilere negatif imajların yüklendiği, siyasetin kirli yüzünü, yolsuzluk, haksızlık, halkı kandırmak, ikiyüzlülük ve algı yönetimi gibi konularda her devirde her siyasetçinin elinden düşüremeyeceği türden bir eser kaleme alan Machiavelli, “Prens/Hükümdar”ın yani yöneticinin ulusal çıkarları korumak için gerekirse kötülük ve zulüm yapmasının caiz olduğunu savunmaktaydı. Machiavelli, sadece ulusal çıkarlar için değil, kendi iktidarını koruyabilmek için de hükümdar ve hükümetlerin sürekli mücadele içinde olmasını ve rakiplerine tuzak kurmasını mubah saymaktaydı. 
Machiavelli’ye göre, devleti yöneten kişi, savaş sanatına hâkim olmak zorundaydı. Güçlü ve yöneticinin emrindeki bir askeri yapı her zaman lazımdı. 

Akıllı bir hükümdar, savaşa hazırlık ve güçlü bir ordu kurmayı sadece savaş zamanlarında değil, barış zamanında da sürekli gündeminde tutmalıydı... 

Machiavelli’nin siyaset felsefesine göre hükümdar, özellikle siyasi tarihi iyi okumalı ve tarihteki büyük önderlerin halkı avutup uyutan tavırlarını ve politik tuzaklarını iyi kavramalıydı. 

Machiavelli, hükümdarların, kaba ve ahlâksız görünmemek için dindar görünmeye çalışmalarını hatırlatmaktaydı. Çünkü din, en kolay istismarı yapılan ve toplumu avutan bir yapıydı. Machiavelli’ye göre devleti yöneten hükümdar/devlet başkanı, pis işleri ve kötülükleri başkalarının sırtına yıkmalı, iyi işleri kendine mâl etmeye çalışmalıdır. 

Hükümdar/devlet başkanı, güçlü ve kudretli kişilerle arayı iyi tutmalıdır, ancak zayıfların kalbini kazanmayı da başarmalıdır. Hükümdar/devlet başkanı, itaatkâr kişileri yardımcıatamalıdır. Öyle ki yardımcıları kendisinden daha çok lideri düşünüyorsa o yardımcılar yararlıdır. Hükümdar da yardımcılarının çıkarlarını ve rahatını gözetmelidir ki, kendine bende (köle) edebilsin ve ihanetinden emin olsun. Machiavelli’ye göre; hükümdar, etrafındaki danışmanların kendisine bir konuda fikir beyan etmesinin önünü açmalı, ancak kendisine akıl verir gibi 
hareket etmelerine engel olmalıdır. Danışmanları sabırla dinlemeli ancak sorgulayıcı bir üslup takınmalıdır ki danışmanlar güzel şeylerin kendilerinden çıktığı fikrine kapılmasınlardı.”[2] 
Machiavelli’ye göre dürüstlük; sadece lafta kalmalıdır, politikanın tek kuralı iktidarın çıkarları olmalıdır. Politikada başarıya ancak ahlâk ve vicdan dışına çıkınca ulaşılır. 
Çünkü namussuzlar arasında yüzde yüz namuslu kalmak isteyen er geç mahvolacaktır; tarihî eylem içinde iyi kalplilik felakete götürür insanı; zulüm, yufka yüreklilikten daha az zalim sayılır. Politikanın kaderi görünüşte kahraman, gerçekte sahtekâr olmaktır. İnsanlar gönüllerinden çok, gözleriyle hüküm verirler. Kimse ne olduğumuzu anlamaz, nasıl göründüğümüze bakacaktır!.. 

İşte Sn. Erdoğan bu Makyavelist ve menfaatçi politikalar yüzünden, 1974 Kıbrıs 
Harekâtımızdaki Türkiye gayretlisi ve Filistinli mazlumların hamisi Kaddafi’yi devirmek ve Libya petrollerini Batı’ya peşkeş çekmek üzere Haçlıların planladığı Libya saldırısına ortak olmaktan sakınmamıştı. 
Hatırlayınız; İslamiyet’in doğuşunu anlatan ünlü Çağrı filminin yapım masraflarını da Libya lideri Kaddafi sağlamıştı. Filmin yönetmeni de Suriye asıllı Mustafa Akad’dı. Bu destansı filmin çekilmesini sağlayan iki kişinin de hayatı trajik sonlanmıştı. Kaddafi’nin nasıl linç edildiği hepimizin malumuydu. 
Akad ise, 2005’te oturduğu kahveye düzenlenen bombalı saldırıda kızıyla birlikte katlonulmuşlardı. Bunun gibi Suriye’ye saldırılmasına ve 5 milyon insanın Türkiye’ye yığılmasına göz yumması da, Erdoğan’ın diğer bir Makyavelist yaklaşımıydı. 
Reel olarak büyüdükleri” yalanıyla Türkiye’yi avutup uyutan Erdoğan iktidarı, 2020 Eylül-Ekim döneminde tam 11 milyar ceza toplamışlardı. 
2020 sonuna kadar planladıkları ceza miktarı ise 12 milyardı. Bir demecinde “Hâlâ fikri iktidar olamadıklarını…” itiraf eden Sn. Erdoğan’a hatırlatmak lazımdı: Siz hiçbir zaman fiilen de iktidar ve muktedir olamadınız! 
Eşcinselliği ve Lezbiyenliği meşrulaştıran İstanbul Sözleşmesi’ne PAPA sahip çıkmış, Sn. Erdoğan ise İmzalamıştı! 

İnsanlığı ifsada sürükleyen cinsi sapkınlık akımına, Katoliklerin dini lideri Papa Francesco tarafından ilk kez bu derece meşru bir hüviyete sarılmış ve 
destek açıklaması yapılmıştı. Katolik kilisenin zirvesindeki isim olan Papa Francesco, yasal hakları olduğunu iddia ettiği cinsi sapkınlar için medeni 
birliktelik ve hukuki koruma talebinde bulunmuşlardı. Papa’nın son ifadeleri, görev süresince cinsi sapkınlara yönelik en net destek açıklaması olarak 
yorumlanmıştı. 

Papa’nın Kirli Sicili Kabarıktı! 

Papa Francesco, geçmiş yıllarda birçok kez sapkın oluşumlara destek girişimlerinden sakınmamıştı. Aslen Arjantinli olan Papa Francesco, 
başkent Buenos Aires’teki başpiskoposluk görevi sırasında ‘eşcinsel evlilik’ yasasına karşı çıkmasına rağmen sapkın çiftlere yasal koruma sağlanmasını savunmaya başlamıştı. 

Papa’nın Cinsi sapkınlara destek ifadelerinden öne çıkan sözleri şunlardı: 

• “Eşcinsel insanların bir aile içinde olmaya hakkı vardır. Onlar da Tanrı’nın çocuklarıdır ve bir aileye sahip olma hakları vardır. Hiç kimse bu yüzden dışlanmamalı ve suçlanmamalıdır. Olması gereken şey, bir medeni birliktelik yasasıdır, bu şekilde yasal olarak korunurlar. Ben bunu savunuyorum.” (20 Ekim 2020) 
• “Evlilik erkek ile kadın arasında yapılır. Medeni birlikteliğin ise duruma göre 
değerlendirilmesi lazımdır.” (2014, Corriere della Sera röportajı) 
• “Eşcinsel olup olmaman mühim değil. Tanrı seni böyle yaratmış ve seni olduğun gibi seviyor. (Hâşâ-Allah’a iftira atıyor!) Benim için de bunun bir önemi yok. Papa seni böyle seviyor. Olduğun gibi olmaktan mutlu olmalısın.” (Ekim 2018) 
• “Bir kişi eşcinselse ve Tanrı’yı arıyorsa, iyi niyetliyse, ben kimim ki onu yargılayayım?” (Mart 2013) 
• “Tanrı (eşcinsel) çocuklarınızı oldukları gibi seviyor.” (Eylül 2020) 
• 2 ay önce basına yansıyan bir haberde ise Papa Francesco’nun ülkesi Arjantin’de bir rahibenin trans kadınlara yardım amacıyla apartman kompleksi kurma projesine destek verdiği açıklanmıştı.
İşte PAPA’nın bu ahlâk dışı tavrını; Sn. Erdoğan iktidarı, İstanbul Sözleşmesi’ni imzalayarak onaylamıştı!? 

Halbuki İslamiyet Eşcinselliği Şiddetle Yasaklamıştır! 

Kutsal kitabımız Kur’an-ı Kerim, insanın kadın ve erkek olarak yalnızca 2 cinsiyet olarak yaratıldığını, başka bir cinsin fıtratta yeri olmadığını buyurmaktadır. Papa’nın savunduğu “Tanrı sizi böyle yarattı” ifadesi tamamen popülist bir söylem olup insanın yaratılışındaki gerçekleri kesinlikle yansıtmamaktadır. Yüce Allah, kutsal kitabında insanlara aynı cinsler arasındaki aykırı münasebetlere meyletmemeleri konusunu şiddetle hatırlatıyor ve bu tür sapkınlara ‘Lut kavmi’ akıbetiyle uyarıda bulunuyor. 
Sn. Erdoğan’ın bir konuştuklarına bakın, sonra da dönüp yaptıklarına bakın!.. 
Hatırlayacaksınız; Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Recep T. Erdoğan şu cümleleri kullanmışlardı; 
* “Samimi bir muhasebeyle, geçtiğimiz 18 yılda her alanda, tarihi eserlere ve hizmetlere imza attığımızı ama eğitim ve öğretimde, kültürde arzu ettiğimiz ilerlemeyi hâlâ sağlayamadığımızı düşünüyorum.” 
* “Önümüzdeki dönemde önceliğimiz aileden başlayarak çocuklarımızı çağa göre yetiştirmek şarttır. Bu değişimde sıradan müfredat tadilatından ziyade topyekûn eğitim-öğretim reformu lazımdır.” (İstanbul Sözleşmesi’ni bunun için mi imzaladınız?) 
* “Her okul seviyesinde öğretime ağırlık verilirken eğitim kısmı ihmal edilmiştir. Özellikle medyanın etkisiyle geleneksel eğitim-öğretimin gücü azalırken yerine daha iyisi konulamamıştır.” 
* “Evlatlarımızın zihinleri Batı’nın popüler kültür ve sapkın hezeyanlarıyla doldurulmuştur.” (Sn. Erdoğan, İstanbul Sözleşmesi bunların en sapkınıdır!..) 
MEDİPOL Muamması ve Devlet Kayırması! Her nedense, özellikle sağlık sektöründe hangi konuya el atılsa altından mutlaka bir şekliile MEDİPOL HASTANESİ’nin yahut MEDİPOL ÜNİVERSİTESİ’nin çıkması kafa karıştırıcıydı. Ama sadece sağlık sektörü ile de sınırlı olmadığı ve MEDİPOL İMPARATORLUĞU’nun çok daha geniş bir alana yayıldığı anlaşılmaktaydı. 

Hatırlayınız; 

Tarih 8 Temmuz 2004, AKP iktidarının henüz 2. yılıydı. İstanbul’da sessiz sedasız bir açılış yapılmış ve 1994 yılından beri faaliyetini HAYRUNNİSA HASTANESİ ismi ile sürdüren hastanenin ismi NİSA HASTANESİ olarak değişikliğe uğramıştı. 
Gerek tıbbi cihazlarının teknolojisi, gerekse hastanenin fiziksel görünümü baştan aşağıya yenilenirken o gün bu çok da önemsenmeyen açılışa İstanbul İl Sağlık Müdürü Prof. Dr. Erman Tuncer, Sağlık Vakfı Başkanı Prof. Dr. Ahmet Zeki Şengil katılmışlardı. Konuklara hastaneyi gezdiren isimler ise yenilenen adı ile “NİSA HASTANESİ” olan hastanenin Hastane Medikal Grup Başkanı Fahrettin Koca ve 
Başhekim Dr. Bahri Teker olacaktı. Bu hastaneyi kontrol eden şirketin adı ise HAKSAĞ SAĞLIK HİZMETLERİ ANONİM ŞİRKETİ olmaktaydı. “Erbakan Avrupa’da toplanan cihat paralarıyla şahsi saltanat sürüyor!..” iftirasını atan, ama aslında o paraları Avustralya’ya kaçırıp büyük bir çiftlik ve malikâne satın alan, sonra da bir trafik kazasıyla ahirete uğurlanan Mahmut Esat Coşan bu şirketin Yönetim Kurulu Başkanıydı. Cemaatin başına Mahmut Esat Coşan’ın ölümü sonrasında geçen oğlu M. Nureddin Coşan daha sonra Yönetim Kurulu Üyeliği’ni devralmıştı. 

İşte kendisi de bu ekibe bağlı olan Fahrettin Koca da bu NİSA HASTANESİ ile yıldızını hızla parlatmaya başlamıştı… 
Bundan 1 sene sonra takvim yaprakları 28.07.2005’i gösterirken bir şirket sessiz sedasız İstanbul Ticaret Odası’na kaydını yaptırmıştı. 
Bu şirketin adı METROPOLİTAN SAĞLIK VE EĞİTİM HİZMETLERİ İNŞAAT SANAYİ ANONİM ŞİRKETİ olmaktaydı. Şirketin Yönetim Kurulu Başkanı ise Fahrettin Koca’ydı. 
  Tarih yaprakları 2007’yi gösterdiğinde Fahrettin Koca’nın sahibi olduğu MEDİPOL HASTANESİ İstanbul Kadıköy’de faaliyet yapmaktaydı ve yine Fahrettin Koca’nın sahibi olduğu MEDİZ ZİNE isimli bir şirketin kontrolü altındaydı. 

Derken; 21.08.2007 tarihinde alınan REKABET KURUMU KARARI ile MEDİZ ZİNE isimli şirket ile NİSA HASTANESİ’nin de sahibi olan HAKSAĞ SAĞLIK HİZMETLERİ A.Ş. Fahrettin Koca’nın sahibi olduğu METROPOLİTAN SAĞLIK VE EĞİTİM HİZMETLERİ İNŞAAT SANAYİ VE TİCARET A.Ş. tarafından devralınmıştı. Böylece “MEDİPOL İMPARATORLUĞU”nun da temelleri atılmıştı. 

Fahrettin Koca, aynı Tekke’ye bağlı olduğu Recep T. Erdoğan ile de yakın ilişkiler sağlamış ve artık “Ailenin Doktoru” olarak anılmaya başlanmıştı. MEDİPOL 
HASTANESİ’nin yanına NİSA HASTANESİ’ni de eklemiş, hızla “HASTANELER ZİNCİRİ” olma yolunda yeni hastaneler açmaktaydı.

İşte tam bu “Jet hızı ile yükseliş” döneminde Fahrettin Koca 2009 yılında kısa adı TESA olan Türkiye Eğitim, Sağlık ve Araştırma Vakfı’nı kurmuşlardı. 

Vakıf kurulur kurulmaz ilkicraat olarak İstanbul Medipol Üniversitesi’ni açmışlardı. Ve artık Fahrettin Koca bir de üniversite sahibi konumundaydı. 

2009 yılında kurulan İstanbul Medipol Üniversitesi’ne elbette “Bina” ve “Kampüs alanı” lazımdı. O sırada TEKEL’in son derece kıymetli olan Unkapanı’ndaki binası 2009’da 49 yıllığına, hemen 1 sene sonra ise 2010 yılında Beykoz Kavacık’ta bulunan yaklaşık 220 bin metrekarelik arazinin imar planları değiştirilerek tahsisi yapılmıştı. 

Bu arada, Fahrettin Koca bir de Türkiye Eğitim, Sağlık, Bilim ve Araştırma Vakfı’nı kurar… İşte bu TEBA Vakfıda 2018 yılında Ankara Medipol Üniversitesi’ni kuracak ve Fahrettin Koca’nın Ankara’daki bu üniversitesine de Ankara Tren Garı kampüsü içerisinde yer alan TCDD Misafirhanesi ve TCDD Müzesi 30 yıllığına tahsis alınacaktı. 
Ayrıca yeni kampüs alanı olarak Atatürk Orman Çiftliği arazisi içerisindeki 555 bin metrekarelik alan da yine Bakan Koca’nın Ankara Medipol Üniversitesi’ne kiralanmıştı. Ayrıca bu üniversiteler, “ÜNİVERSİTE SANAYİ İŞBİRLİĞİ PLATFORMU” üzerinden proje bedeli olarak kaynak almaya ve devlet imkânlarından faydalanmaya başlamışlardı. 

2014 yılında kurulan ilk TEKNOLOJİ TRANSFER OFİSİ ile birlikte sadece son 5 yılda 21 proje için 8 milyon TL kaynağın MEDİPOL ÜNİVERSİTESİ’ne aktarıldığı konuşulmaktaydı.
Ayrıca, Üniversite Sanayi İşbirliği Ofisi projeleri için MEDİPOL ÜNİVERSİTESİ’ne devletten tam 20 milyon TL gönderildiği tartışılmaktaydı. 
ASELSAN 5G TEKNOLOJİSİ’nin askeri alanda kullanımı noktasında çok ciddi öneme sahip bir proje üzerinde çalışmaktaydı… 
Bu projenin adı “Yeni Nesil Taktik Haberleşme Sistemleri için Çok Taşıyıcılı Fiziksel Seviye Çözümleri Projesi” olmaktaydı. 
Proje 5G’de Nesnelerin İnterneti için potansiyel teknolojilerden birisi olacak hali ile çok büyük maddi değer de taşıyacaktı. İşte ASELSAN’ın bu projedeki ortağı da yine MEDİPOLÜNİVERSİTESİ olması enteresandı!? 

Prof. Dr. Sebahattin Aydın MEDİPOL ÜNİVERSİTESİ Mütevelli Heyeti Üyesi ve MEDİPOLÜNİVERSİTESİ Rektörü iken Sağlık Bakan Yardımcısı atanmıştı. 
Sayın Bakan Fahrettin Koca, “Benim MEDİPOL GRUBU ile alakam kalmadı” diyordu, ama şirketin yönetimindede Üniversitenin Mütevelli Heyetinde 
de kardeşi Özer Koca bulunmaktaydı. 

Şimdi soruyoruz: Memlekette herkes bir an önce korona tedavisinde kullanılacak bir ilaç için gözü yollarda beklerken, tek bir şirketin ruhsat alabilmesi 
için o şirketten aylarca önce ilacı üretmeye hazır olup, Sağlık Bakanlığı’na ruhsat başvurusu yapan 3 farklı şirketin başvurularının bekletilmesi ne amaçlıydı? 
Üstelik kendisinin ruhsat alması için milletin “Acil can derdinin” bile hiçe sayılarak diğer 3 firmanın ruhsatları verilmeyen firma ATABAY isimli bir firmaydı. 
Bu ATABAY isimlişirketin; ilacı ve aşıyı MEDİPOL ÜNİVERSİTESİ ile ortak üretmeyi planladığı, işte o nedenle de diğer 3 firma bu ATABAY isimli firma 
ruhsat alacak noktaya gelmeden ruhsat alamadığı iddiaları hâlâ yanıtını aramaktaydı.[3] 

[1] 03.03.2021 / zekiceyhan@milligazete.com.tr 
[2] siyamiakyel@milligazete.com.tr 
[3] Bak: Celal Eren Çelik 

https://www.millicozum.com/mc/duyurular/bu-berat-bey-bu-kadar-basariliydi-da-niye-gorevden-aldiniz

***

13 Haziran 2019 Perşembe

TERÖRÜN DİNİ ?!... BÖLÜM 2

TERÖRÜN DİNİ ?!...  BÖLÜM 2


OCAK 2004 - Milli Çözüm Dergisi 
Yazar Ahmet AKGÜL 
01 Ocak 2004 

"İslami Terör" yaftası ve yalanıyla, tüm ortadoğunun, İslam Dünyasının ve Asyanın işgal ve kontrol altına alınmak istendiğini... 

Irak'tan sonra Suriye ve İran'a saldırıya geçileceğini ve ardından Yugoslavya misali asıl Türkiye'nin bölüneceğini, yunanlı Gazeteci Haris Mavromatis 
bile biliyor ve yazıyordu da, bizim etkili ve yetkili başlarımız uyuyorlar mıydı? [6] 

Türk Medyası denen bazı basın ve yayın Mafyasının, ABD'nin ve İsrail'in borazanı gibi davranması ve "İslamcı Terör" havasını yayması, satılmışlık gereği mi, 
yoksa tarafsızlık icabı mıydı? 

Bütün bunlar açıkça teröristleri Türkiye'ye davet etmek ve ülkemizi terör üssü ve hedefi haline getirmek ve dış güçlere hizmet etmek değil midir? 

"İslamcı terör" senaryosunda, figüran soytarılığını oynayan kuklalar, niye bugüne kadar bir kere olsun on binlerin katilleri için "Hıristiyancı terör" veya 
"musevici terör" kelimesini kullanmadılar? 

Bütün müslümanları potansiyel terörist ilan eden yayınlar maalesef etkisini göstermeye başladı. 

İstanbul seferini yapan uçakta 7 Türk yolcu namaz kılmaya başlayınca, telaşa kapılan pilot "terör alarmı ile uçağı geri döndürdü. 

Bu Türk yolcuların 2,5 saat poliste sorgulanmasının ardından uçak yeniden havalandı..." [7] 

11 Eylüldeki ikiz kule saldırıları ile küresel terör evrensel bir konum kazanmış ve İslamcı terör sıfatıyla bütün müslümanlar hedef tahtası yapılmıştır. 

Batı Medeniyeti etiketli Amerikan emperyalizminin ve İsrail siyonizminin dünya hakimiyeti sevdasıyla, Ortadoğuya ve İslam alemine yönelik dayatmalarına 
karşı çıkan bütün müslümanları "tehlikeli terörist" göstererek, işgal ve sömürülerine haklılık kazandırılmaya çalışılmaktadır. 

Daha önceleri Afrika'yı sömürmelerine meşruiyet kazandırmak için yerli halkını "yamyam, tamtam" diye tanıttıkları da unutulmamalıdır. 

ASAM Başkanı Prof.Dr.Ümit Özdağ, El-Kaidenin ve Taliban rejiminin bilinçli ve sistemli şekilde ABD tarafından desteklendiğini vurgulamıştır. 

Eski MİT Daire Başkanı Prof.Dr.Mahir Kaynak ise: El-kaidenin bir örgüt değil, sadece hedef saptıran bir posta kutusu ve adres olduğunu açıklamıştır. 
Bu arada, "Böyle bütün örgütleri ABD ve İsrail'in kullandığını söylemek, Siyonizmi ve onun hizmetçisi ABD'yi asla yenilmez ve baş edilmez Kadiri mutlak 
bir güç olarak göstermek ve dolayısıyla milli ve haysiyetli diriliş hamlelerini kösteklemek ve cesaretlerini körletmek olmaz mı?" şeklinde bir soru da akla gelebilir. 

Hayır! Tam tersine Süper güç diye lanse edilen ABD ve İsrail siyonizmi eğer, ayakta kalabilmek için, son çare ve son ümit olarak bu gibi vahşi terör 
girişimlerine başvurmak ve El-Kaide gibi balon ve fason örgütlere sığınmak zorunda kalmışsa, bu siyonist süper canavarın çaresizliğinin ve can 
çekiştiğinin alametidir. 

Yukarıdaki iddianın aksine, "İslamcı Terör" iftirasına El-Kaide'yi adres ve merkez gösterme gayretleri, bütün müslümanları El-Kaide'ye ümit bağlamaya ve onu tek kurtuluş karargahı sanmaya yönlendirmektedir. 

Evet, güdülen şeytani amaç; eylem yapılan ülkeleri, ya İsrail'e, ya El-Kaide'ye yaklaşmaya mecbur etmektir. 

Hatırlayınız, Fas'taki Sinagog saldırısından sonra, yıllardır bozuk olan Fas-İsrail ilişkileri düzelmeye başlamıştır. 

Ve yine Riyad saldırıları sonrasında, Suud hükümet, El-Kaide ile görüşme kararı almıştır!?. 

Aylar önce SESAR'ın ortaya çıkardığı, ABD Ankara büyükelçisi Eric Edelman'in hazırladığı "Ortadoğu ve Kafkasları karıştırma ve Türkiye'yi bu batağa bulaştırma" planlarıyla, İstanbul'daki 4 saldırının ve sonrasının tıpatıp uygunluğu üzerinde niye hiç durulmamıştır. [8] 

   Alarko Yönetim Kurulu Başkanı İshak Alaton'un ve gazeteci Cengiz Çandar'ın aynı ağızla, Ariel Şaron'un açık oynamasını ve yanlış yapmasını eleştirmesi... 

İngiltere'nin bu bahane ile 2.dünya savaşından sonraki en geniş tedbirleri alıp, demokratik hak ve özgürlüklere kısıtlamalar getirmesi... 

Türkiye'nin başta İngiltere ve diğer AB ülkelerince tehlikeli bölge gösterilmesi... 

Türkiye'ye yapılacak ticari ve turistik gezilerin iptal edilmesi... Türk turistlere vize verilmemesi... 

Bush'un Güvenlik Danışmanı Bayan Rice'nin Ağustosun ilk haftasında "yakında ortadoğuda 22 devletin değiştirileceğini... 

Irak'ın ve Gürcistan'ın bölüneceğini... 

Bu tedbirler alınmazsa Türkiye de dahil bütün bölgenin fanatik müslümanların kontrolüne geçeceğini" söylemesi, [9] 

İngiltere'de yayınlanan ve Siyonist Rohtshildlerin güdümünde bulunan The Economist'in yan kuruluşu Economist Intelligence Unit'ın bu yılki Raporunda, 2004'te Türkiye'nin ekonomik krizler ve siyasi belirsizlikler içine gireceği kehanetini bildirmesi [10] ile, son İstanbul saldırıları ve İslamcı Terör safsataları arasındaki ilişkiler niye gözlerden saklanmaktadır? 

İstanbul'daki kanlı patlamaların hemen arkasından, İsrail Baş katili Şaron'un İtalya'da bütün Yahudileri İsrail'e çağırması, aksi halde güvende olmamakla 
korkutması... 

Ve yine, 800 bin Yahudinin yaşadığı Arjantin'de, Şaron'un bütün gayretlerine rağmen İsrail'e göç etmemesi üzerine, son günlerde onlara karşı saldırıların 
hız kazanması gibi çok açık gerçekler niye konuşulmamaktadır? 

Gürcistan'da Yahudi spekülatör Soros projeli ve CIA destekli bir halk ayaklanmasıyla, Türkiye ve Rusya ile iyi ilişkiler geliştiren Şevardnadze'yi deviren ve Siyonist kuklası olduğu ehlince bilinen Mihail Saakaşvili yönetimini Amerika ve Avrupa'nın hemen ve resmen tanımaları ve Şevardnadze'ye 
"Batı bize ihanet etti!.." demeye mecbur bırakmaları... 

Rusya ile Arabistan arasında tasarlanan 60-70 milyar dolarlık yatırım ve ticaret bağlantılarını... 

Rusya'nın İslam dünyasına yakınlaşmasını ve özellikle Şangay beşlisine katılan Türkiye ile ekonomik ve stratejik ilişkiler başlatmasını baltalamaya çalışmaları... 
Ve yine "Türkiye'ye karşı özellikle İran ve Suriye kaynaklı terör hazırlıkları konusunda istihbarat bilgileri aldıklarını" söyleyen batılı sahte dostlarımızın 
bu bilgileri hala bizimle paylaşmamaları [11] niye gündeme hiç taşınmamış ve son terör olaylarıyla bağlantısı tartışılmamıştır? 

Türkiye'yi Parçalamayı amaçlayan Sevr anlaşmasının, Milletimizden gizlenen maddeleri bir bir uygulamaya koyulmaya çalışılmaktadır. 

Madde 62: Kurulacak bir komisyon Irak'ın kuzeyinde Türkiye'nin ise güneyinde kürtlerin yoğun bulunduğu bölgelerin yerel özerkliğinin tanınmasını sağlayacaktır. 

Madde 63: Türk hükümeti yukarıdaki maddedeki komisyonun kararlarını 3 ay içinde tanıyacaktır. 

Madde 64: Bundan 1 yıl sonra kürtler, genel olarak bağımsız olmak isteyip birleşmiş Milletlere başvururlarsa, konsey de bu kararı onaylarsa Türkiye, 
bölgedeki bütün haklarından vazgeçip, burayı kürtlere bırakacaktır. 

Evet, işte bu sonuca ulaşmak ve kanuni alt yapısını hazırlamak üzere maalesef AKP ve CHP'nin iş birliği ile 4 Haziran 2003'te ikiz yasalar diye bilinen ve 
"Bütün halklar, kendi kaderlerini tayin hakkına sahiptir" maddesini içeren, uluslar arası anlaşma metni meclisten geçirilmiştir. 

Fransa bile, milli bütünlüğünü tehlikeye sokacağı gerekçesiyle bu maddeye şerh koymuşken, bizim Genel Kurmay yetkililerimizin bütün ısrarına rağmen, 
AKP hükümeti buna bile gerek görmemiştir. 

Bu arada meclis gündemine getirilen Yerel Yönetimler ve Kamu Personel tasarıları da bu bölünmeye zemin hazırlayacak girişimlerdir. 

7.Uyum paketleriyle MGK Genel Sekreterliğini işlevsiz hale getiren AKP, Meclise sevk ettiği tek maddelik bir tasarı ile de TSK'ya lojistik destek sağlayan 
ve (Ulusal Kriptoloji Enstitüsü) gibi milli ve gizli stratejiler üreten birimleri bünyesinde barındıran TÜBİTAK'ı siyasallaştırmak ve orduyu zor durumda 
bırakmak amacını taşıyan hıyanet odaklarının sinsi emellerine bilmeden hizmet etmektedir. 

Ülkemizde, milliyetçi sağcılığı ülkücüler ve MHP eliyle öldürten... Solculuk ve sosyal adalet ümidini Ecevit ve CHP eliyle söndürten güçler şimdi de İslamcılığı 
ve Milli şahlanışı AKP eliyle gömdürmek hevesindedir. 

ATO'nun açıkladığı "dünya ölçeği ve Türkiye gerçeği" raporuna göre 30 OECD ülkesi içerisinde: 

Teknolojik yenilik ve gelişim derecesinde ve Endüstriyel üretim büyüme endeksinde; 30'uncu (yani en sonuncu) İş verimliliği ve şirket güvenliği derecesinde; 29'uncu 

İhracatın milli gelire oranı kategorisinde; 26'ıncı Yabancı yatırımların Milli Gelire oranı sıralamasında 27'inci, yani her konuda hep en gerilerde bulunan, 
ATO Başkanı Sinan Aygün'ün ifadesiyle " AKP hükümetinin ve daha önce Türkiye'yi yönetip bu hale getirenlerin, aynası ve karnesi" olan bu acı sonuçları ve kötü gidişatı halkın gözünden saklayan marazlı medya, İslamcı terör soytarılıkları ve AB'ye katılma sayıklamaları ile toplumu oyalamaktadır. 

Oysa AKP'nin 1 yıllık iktidarında Türkiye'nin dış borcu yaklaşık 50 milyar dolar artmış ve ülkemiz beş basamak daha geriye kaymıştır. 

2004 bütçesi sözde 150 katrilyon olarak açıklanmıştır, 50'si açık, gerçekte 100 katrilyon kalmaktadır. Onun da 70 milyar doları borç faizine ve taksitlerine yatırılacaktır. 

AKP hala " AB'ye girip kurtulacağız " kuruntularıyla toplumu avutmaktadır. Bu hevesle Kıbrıs gözden çıkarılmış, Rum Loisuda'ya 1 milyon 150 bin Euroluk 
tazminat yatırılmış, böylece Kıbrıs'ı işgal ettiğimiz iddiasındaki Batı haklı çıkarılmıştır. 

Oysa, Eski Güney Kıbrıs Lideri Klerides bile: "Bugüne kadar Denktaş'la yapılan bütün görüşmelerde, kasıtlı olarak, getirilen hiçbir teklifi kabul etmemek ve asla taviz vermemek siyasetiyle, dünya kamuoyunda Türk tarafını "uzlaşmaz ve barışa yanaşmaz!" göstermeyi amaçladıklarını ve bunu başardıklarını 
açıkça söylemesine rağmen AKP yetkilileri hala 

Denktaş'ı yalnız bırakmakta, Hatta arkadan bıçaklamaktadır. 

AB'ye ne pahasına olursa olsun ille de girelim diyen AKP'nin ve arkasındaki güçlerin asıl hedeflerinin " Türk ordusunu her yönden zayıflatmak, ülkenin 
geleceği ve güvenliği konusundaki etkinliğini azaltmak... Kısaca sivilleşme ve demokratikleşme bahaneleriyle, milli ve haysiyetli tavrında direnen orduyu dağıtmak ve kurtulmak" olduğunu Fransa'nın solcuları bile artık yazıp konuşmaktadır. [12] 

Bizdeki Milli Derin Devlete Dikta, Amerika'daki Siyonist lobilere ise "Thing-Tank" diyen satılmışlar, şu anda Amerika'da Dic Cheny'nin karısının başında 
bulunduğu bir örgütün, kimlerin, hangi kütüphaneden hangi tür kitapları alıp okuduğundan... Hangi üniversite hocasının hangi hassas konularda neler 
konuştuğuna kadar, tek tek fişlediklerini ve insanların gece yarıları evlerini basıp karakollarda saatler, günler boyu sorguya çektiklerini niye unutmaktadır? 

Vurgun ve soygun kanserinin silahlı kuvvetlere kadar sirayet ettiğini... 

M.S.Bakanlığı Kalite Bölge Başkanı Albay Feridun Cengiz Seçkin''in 2 trilyon haksız servet edindiği tespit edilip, şimdi cezaevine girdiğini... 

M.S.B. İnşaat Daire Başkanlığında üst düzey yetkili bir çok albay, yarbay ve binbaşının tutuklanıp, görevlerinden el çektirildiğini... 

Müteahhit Nihat S.'nin G.K.Başkanlığına gönderdiği ihbar mektubunda, 25 Trilyonluk sahte fatura yolsuzluğuna bulaşan ve 20 kadar Fason şirket kurup, 
mütahitlere baskı yapan bir çeteyi ele verdiğini... 

D.K. Eski Komutanı Oramiral İlhami Erdil'nin emir subayı Yüzbaşı Yalçın K.nin işadamlarından bir milyon dolar rüşvet devşirdiğini ve tevkif edildiğini... 
Gölcük Donanma Komutanlığı Kurmay Başkanı Tümamiral Aydın Gürün ve diğer üst rütbeli subaylar hakkında, Askeri Savcı Saim Öztürk'ün, yolsuzluk 
davası açıp ifadelerini istediğini... 

Ve Silahlı Kuvvetlerde çok ciddi ve ümitlendirici bir temizlik operasyonuna girişildiğini, Gazeteci Nuh Gönültaş yazdı. [13] 

Ama AKP'nin Aydın Doğan'ın Şirketlerine yaptığı Trilyonluk kıyaklarla ilgili sorulara hala cevap çıkmadı... 

Terör olaylarına ve yolsuzluklara karşı, sadece askeri tedbirlerle başa çıkılamayacağı, bu konularda millet-devlet işbirliğine ve karşılıklı güvene mutlaka ihtiyaç duyulduğu bilinmesine rağmen, AKP İktidarı bu güveni sarsan başörtüsü ve İmam-Hatip meselesi gibi konularda hala ciddi, cesaretli ve çözüm 
üretici hiçbir adım atmamış, " Konsensüs, toplumsal uzlaşma" gibi cilalı kavramlara sığınarak ve sanki muhalefet kendi iktidar ortağıymış gibi davranarak her sorunu sürüncemeye bırakmıştır. 

AKP'nin Akıl Hocalarından Prof. Hayrettin Karaman bile bu gidişe isyan edip " İktidara mektup" yazmak ve uyarmak zorunda kalmıştır. [14] 

Kısaca bu hükümet ve bu zihniyetlerle, ne terörle mücadelede başarılı olmak ne de ekonomik sorunlardan kurtulmak imkansızdır. 

Sonuç olarak: 

İsrail Siyonizmi ve onun güdümündeki Haçlı Emperyalizmi, kendisini masum tanıtmak ve meşruiyet kazanmak için, uzun yıllar korkulu düşman olarak 
gösterdiği Komünizmin yerine, şimdi artık İslam'ı koymuş bulunmaktadır. 

Batının zulmünden ve sömürüsünden haklı bir nefret duyan bazı müslüman grupların tepki ve taleplerini istismar ve suiistimal ederek bunları şiddet ve 
hiddete yönlendiren ve dönüp bunları bahane göstererek, kendi vahşi eylemlerini müslümanlara yükleyen de bunlardır. 

Bu küresel çeteye gönüllü hizmet edecek köle ruhlu müslüman tipini, siyonizm ve emperyalizmle uyumlu teslimiyet zihniyetini, "Ilımlı İslam" diye yerleştirmek ve bu İslam aksesuarlı sömürü saltanatını yürütmek üzere "Radikal İslam" veya "İslam'i Terör" korkusuyla müslümanları sindirmek için, her ikisini de, yani ılımlısını da, radikalini de aynı odaklar uydurup, kullanmaktadır. 

Bir zamanlar, sağcılara karşı solcuları, kapitalizme karşı komünizmi koyan ve tahtaravelli gibi oynatan da bunlardı... 

Bu nedenle öyle "Ayaklarımın altında ezerim!.. Dünyayı onlara dar ederim!" gibi efelenmelerle veya "Ahirette cezasını çeksinler!" gibi beddua etmelerle, 
terörle mücadele edilmez! 

Teröre tehdit savurmak, meydan okumak, acemiliktir,cahilliktir... Çünkü terör; orduları, silahları, saldırı sahaları, ortaya çıkacağı zamanı ve mekanı belli 
olmayan bir düşmandır. 

Ve hele, hala KADEK'i özgürlük savaşçısı gören Avrupa'ya ve hala Güney sınırımızı kabul etmeyen Amerika'ya güvenerek, terörü ezeceğini söyleyenlere, 
kargalar bile kahkaha atmaktadır. 

Çünkü ABD ve AB destekli PKK'nın şu anda sınırlarımızdan içeriye korkunç miktarda C3 ve C4 patlayıcıları sokmakta olduğunu ASAM Başkanı Prof. Ümit Özdağ Star TV. Kırmızı Koltuk Programında açıklamıştır. [15] 

Amaç büyük eylemlerle panik yaratmak, hükümeti APO'yu serbest bırakmaya zorlamak ve Eric Edelmen'nin kehanetiyle " hapisten çıkartılan ve yıldızı 
parlatılan yeni liderleri iktidara taşımaktır. 

Terörün Dini Yoktur " iddiaları da doğruyu yansıtmamaktadır. 

Çünkü Terörün dini vardır: 
Terörün Dini Siyonizm'dir. 
Terörün Tanrısı Şeytan'dır. 
Bu günkü Peygamberi de Şaron'dur! 
Bu Şeytan Şebekesiyle boğuşmak ve başa çıkmak, 
Çoluk Çocuk işi değildir. 

DİPNOTLAR;

[1] Maide:32 
[2] 30-11-2003 Tercüman 
[3] 30-11-2003 Umur Talu /Sabah 
[4] 2-Aralık-2003 Milli Gazete 
[5] 02.12.2003 Melih Aşık.Milliyet 
[6] 01.12.2003.Radikal 
[7] Vatan Gazetesinin haberi 2 12 2003 
[8] Bak:Milli Gazete.15.11.2003 
[9] 28.11.2003 Güler Kömürcü.Akşam 
[10] 23.11.2003.Osman Ulagay.Milliyet 
[11] 28.11.2003.Zülfikar Doğan.Akşam 
[12] Mine G. Kırıkkanat Radikal 23.11.2003 
[13] 28.11.2003 Tercüman 
[14] Bak. Yeni Şafak 
[15] 2.12.2003 Salı akşamı 


***

TERÖRÜN DİNİ ?!... BÖLÜM 1

TERÖRÜN DİNİ ?!...  BÖLÜM 1



OCAK 2004 - Milli Çözüm Dergisi 
Yazar Ahmet AKGÜL 
01 Ocak 2004 

Terör: 

    İhtilalci grupların giriştikleri şiddet hareketlerinin tümüne denir. Özellikle Fransız Devrimi sırası ve sonrasında oluşturulan anayasa Meclisine ve Birinci Konvansiyona karşı yapılan anarşik hareketler terör olarak isimlendirilmiştir. 

Terör, insanlık tarihi boyunca çok farklı amaçlar taşıyan ve değişik metot ve araçlar kullanan, sindirme hareketleri olarak süregelmiştir. 

Bir toplumda kuşku ve korku dalgası oluşturarak, huzur ve güven ortamını sarsmak... Mevcut hükümet ve sistemden ümit kesen halk kesimlerini kendi 
yönetim ve denetimi altına girmeye mecbur bırakmak hedefini güden terör eylemleri, 2.Dünya Savaşından sonra iyice yaygınlaştı. 1970'li yıllarda ise 
tamamen azgınlaştı. Genellikle dünyaya hakimiyet kurmak isteyen küresel çetelerin (Siyonizmin ve Emperyalizmin) iyice zayıflatmak ve kendisine bağımlı 
kılmak istediği ülkelerde terör odaklarını CIA, MOSSAD, KGB gibi istihbarat birimleri eliyle kurup kullandığı ortaya çıkmıştır. 

Türkiye'mizde faşist sağcılık, komünist solculuk, bölücü kürtçülük akımları bunlardandır. 

1970-1980 arası ülkemizi kan gölüne çeviren sağ-sol kavgaları; 1977'de 35 kişinin öldürüldüğü 1 Mayıs olayları, 1 Nisan 1978'de Belediye Başkanı Hamido'nun paketli bomba ile öldürülmesi üzerine patlayan kanlı Malatya kargaşaları, 9 Ekim 1978'deki 10 kişinin kurşuna dizildiği Ankara Bahçelievler katliamları, 22-24 Aralık 1978 Kahramanmaraş'ta 110 kişinin öldürüldüğü iç savaş senaryoları ve 1980 sonrası Kürtçü bölücü PKK'nın binlerce masum cana mal onan vahşi kıyımları ve daha sonra kürtçü-islamcı kılıflı Hizbullah'ın acımasız cinayet dosyaları, hafızalarımıza kazınan terör hatıralarıdır. 

Milli birliğimizi ve dirliğimizi dinamitleyen bütün bu acı ve yıkıcı süreçte hem sağ-sol terörüne, hem Hizbullah cinayetlerine katılan İmam-Hatip çıkışlıların 
sayısı, diğer okul mezunlarının yüzde birinden az olması, açık bir gerçek olarak ortadayken, buna rağmen din eğitimi almış herkesi "teröre teşne insan" gibi 
gösterme gayretleri, şeytana hizmetkarlıktır. 

   Fransızca, yıldırma, usandırma, kargaşa çıkarma anlamına gelen terörün, en tehlikeli ve etkili diğer bir biçimi de, " Devlet Terörü " dür. 

Bir hükümetin, kendi muhaliflerini sindirmek veya kurulu sistemin tabulaştırılmış ideolojilerini sürdürmek ve aykırı sesleri kesmek üzere, ordu, polis, yargı 
gibi devlet güçlerini kullanarak uyguladığı resmi ve siyasi, ama sinsi bir terör uygulaması, maalesef ülkemizin ve milletimizin çok çektiği ve hala çekmeye 
devam ettiği bir talihsizliktir. 

   Milli ve yerli değerlerimize sahip çıkan, ilmi ve insani gerçekleri savunan ve halkı şuurlandırarak, siyonist sömürü çarkına çomak sokanları, devre dışı 
bırakmak üzere üç ihtilal yapılması, 4. partisinin kapatılması, Cumhuriyet tarihinin en hayırlı ve başarılı iktidarının yıkılması, defalarca siyasetten 
yasaklanması, bunlar da yetmeyince, haksız ve dayanıksız bahanelerle ve bağrındaki münafıkların hile ve hıyanetleriyle çeşitli cezalara çarptırılması, 
bunun en taze ve yürek ezen örnekleridir... 

Ve tabi, Atatürk'ün de, büyük devrimi öncesi idama mahkum edildiğini, apoletlerinin sökülüp bütün resmi yetkilerinin elinden alındığını, ama bütün bunlara rağmen, Milleti arkasına alarak imkansız olanı başardığını da hatırlatmamız gerekir. 

Evet işte herkesin bildiği ve yakından takip ettiği BOTAŞ yolsuzluk davasında, sanıkların suçu sabit görülüp, her birine 1 yıl 2 ay hapis ve 2 milyon para cezası veriliyor. Ve bu suçları tekraren işlediklerinden cezaları arttırılıyor. Ancak, iyi halleri göz önüne alınarak, hapis cezaları paraya çevriliyor ve toplam 6 milyon 46 bin lira ile kurtuluyor. 

Ama Erbakan Hoca'nın kasıtlı davası hem de yetkisiz bir mahkeme tarafından, 2 yıl hapis kararıyla sonuçlanıyor ve onaylanıyor. 

Yani devleti defalarca ve 90 trilyon soyanlara, 6 milyon para cezası... Ama RP'ye devletin kendi verdiği 1 trilyonun harcanmasında güya usulsüz yapılmış 
iddiasına, 2 yıl hapis reva görülüyor!? 

Evet, birileri Türkiye'yi karıştırıyor ve terörü teşvik ediyor, insanları kışkırtıyor, ama Milli Görüşçüler, bu fitne ve fesatlıklara tevessül ve tenezzül etmiyor. 
Milli ve haysiyetli bir diriliş, direniş ve devrim bekleniyor!.. 

Bütün göstergeler İstanbul'da Sinagok'a ve İngiliz Bankasına yönelik terör saldırılarında "Küresel Çete" (ABD'deki siyonist güçler ve İsrail) tarafından 
yapıldığını akla getirmesine rağmen, malum ve mel'un güçler ve işbirlikçileri ısrarla "İslami Terör" kavramını kullanmaya devam ediyorlar. 

" Katlettiği bir cana karşılık olmaksızın, veya yeryüzünde (ve ülkesinde) yaptığı anarşi ve fesadı önleme amacı taşımaksızın, kim bir kişiyi (haksız yere) 
öldürürse, sanki bütün insanları öldürmüş gibi olur" [1] diyen bir merhamet ve fazilet dini olan islamı "terörün kaynağı", müslümanları da "potansiyel terörist" 
göstermeye çalışan bu azgınlar, sanki islama saldırmak için böyle bir bahane bekliyorlarmış gibi davranıyorlar. 

Evet her din mensubu, yozlaştırılarak ve beyni yıkanarak terörist yapılabilir. Kimliğinde müslüman yazan her hangi bir insanda her günaha girebileceği gibi, 
anarşist de olabilir. 

İslam tarihinde meşhur Hasan Sabbah'ın esrarkeş fedaileri, daha önce sahabeyi katletmeyi mubah, bir kuş öldürmeyi ise büyük günah sayan ve bizdeki Hizbullahçılar ı çok andıran Hariciler gibi teröristler de çıkagelmiştir. 

Bunların benzeri ve çok daha beteri, Hıristiyanlar, Yahudiler ve diğer dinler içerisinde de görülmüştür ve İngiltere-İrlanda arasında okul çocuklarını bile 
hedef alan mezhep katliamları hala devam etmektedir. 

Ancak, bütün bunlar bahane edilerek Hrıstiyan terörizmi, Yahudi terörizmi demek ne kadar haksız ve yanlışsa, "İslam Terörü" de o kadar insafsızdır ve kasıtlıdır. 

   Emperyalizm ve siyonizm ise Yahudilik ve Hrıstiyanlıktan başka bir şeydir. Ne var ki bu tür terör eylemlerine genel bir ifade olarak "Dini Terör" demek belki 
münasip olabilir... 

Fakat eski YÖK Başkanı Kemal Gürüz'ün Çukurova Üniversitesi kuruluş yıldönümü törenleri için gittiği Adana'da "Radikal İslam, İslamdır!?" diyerek, İslam'ı terörün tarlası gibi göstermesi, içindeki gayzın ve garazın bir ifadesidir. 

Halbuki on binlerce Yahudi'yi yakan Hitler müslüman değildi. 

Milyonların katilleri Stalin ve Lenin müslüman değildi. 

Amerika'ya yerleşirken, yüz binlerce Kızılderiliyi soykırıma uğratanlar müslüman değildi. Bugün bile zenci ve Asya kökenli vatandaşlarını copla dövüp öldüren polisler müslüman değildi. 

Daha birkaç sene önce yüz binlerce Boşnak müslümanı kurşuna dizen Sırplar müslüman değildi. 

Filistin halkının yarısını acımasızca öldüren, yarısını sürgüne gönderen siyonist caniler müslüman değildi. 

Yazar, Nuh Gönültaş'ın dediği gibi: 

Dünyanın tanıdığı en vahşi kanlı krallar, Kazıklı Voyvodalar, toplu soykırımcılar müslüman değildi!... 

Japonya'ya atom bombası atıp milyonları canlı canlı kavuranlar, Sabra ve Şatilla katliamlarını yapıp şimdi başbakan olanlar, hangi dindendi? [2] 

   Üstelik, İstanbul'daki kanlı eylemin tetikçilerinin irtibatlı bulunduğu ileri sürülen El-Kaide'nin, Amerika'nın kurup kullandığını artık herkes bilmekteydi. 
Ve hatta ABD'nin Afganistan'a yerleşmesinden sonra Afyon üretiminin tam üç kat artması dikkat çekmekteydi. 

   Ama bazı yazar ve yorumcu bozuntuları, taşı atanı görmezlikten gelip, atılan taşın peşinden koşan zavallı mahluklar gibi, ille de tetikçilerin ve onların 
bağlı bulunduğu dinin-İslamiyet'in üzerine gitmekteydi... 

Tarhan Erdem, NTV'deki bir söyleşide "Terörün tırmanmasını ve uygun ortam bulmasını, Kenan Evren'in din eğitimini mecbur hale getirmesine bağlayacak" 
kadar doğruları eğriltmekteydi... 

Oysa hatırlayınız, Hizbullah'ın öldürülen son lideri Sülhaddin Ürük bile, müslüman değil ermeniydi... 

Ve yine maalesef Show'da Cüneyt Arcayürek'le söyleşen Tüncay Özkan; sonunda: "Ezher mezunlarının bir kısmı hala resmi görevlerde... 

Bunlar tespit edilip temizlenmeli" anlamında laflar ederek, Kurani ve İslami eğitimden geçmiş herkesi anarşiye müsait ve terörist gösterme insafsızlığına 
düşmekteydi... 

Ve hele CHP'lilerin, Siyonist güdümlü CIA'nın ürettiği: 

" İslam=Terör, Müslüman = Terörist " formülünü, herkese kabul ettirmek ve resmileştirmek yolundaki gayretleri vicdan ehlini iğrendirmekteydi... 

Bütün bu talihsiz gelişmeler karşısında, AKP hükümeti de tamamen kemiksiz, kimliksiz ve renksiz bir tavır sergilemekteydi... Ve maalesef İslama ve 
müslümana yapılan iftira ve iddialara bahane olabilecek yanlışlar içindeydi... 

Güya PKK'lıları dağdan indirmek hevesiyle "Eve Dönüş Yasası"nı meclise getirdi... Hizbullah ve İbda-C hayranı AKP milletvekillerinin önergeleri sonucu, 
bunlar da af kapsamına alındı ve cezaevlerinden salındı.. 

Ardından Emniyet Teşkilatında ve hele İstanbul'da, Terör, yolsuzluk ve kaçakçılıkla mücadelede deneyimli ve başarılı üst düzey personel, pasif görevlere dağıtıldı... 

Özellikle son bir yılda, müslüman halkların ve İslam dünyasının Türkiye'ye kırgınlığını kızgınlığa dönüştürecek tamamen İsrail yanlısı ve Amerikan bağımlısı 
politikalar uygulandı... 

İstanbul saldırılarının El-Kaide tarafından ve dini düşüncelerle yapıldığını peşinen kabullenerek, dış güçlerin amacına aracılık yaptı, arkasından da "İslam'la 
terörü birlikte dillendirmek kanımıza dokunuyor" cinsinden ucuz kahramanlıklara ve riyakarlıklara sığınıldı... 

Bütün bu yanlışları, AKP yetkililerine, acaba hangi güçler yaptırmaktaydı?. 

Rusya Devlet Başkanı Putin bile "Irak'ın haksız işgalinde, ABD'yi desteklemek aptallıktır!" demesine rağmen bazılarını hangi gebelikler Amerika'ya mecbur 
ve mahkum bırakmaktaydı? 

Eski ABD Başkanı Jimmy Carter dahi, George Bush'un, Ortadoğudaki yanlış politikalarıyla, Dünya Barışına zarar verdiğini haykırmaktaydı... 

Clinton'un eşi senatör Hillary: "teknoloji gücü ve silah üstünlüğüyle Irak'ı işgal ettiklerini, ama halka huzur ve güven veremediklerini, ve gönüllerine 
giremediklerini, bu yenilgiden kurtulmak için Türkiye'yi yanlarına çekmeleri gerektiğini" açıklamaktaydı. 

Irak'taki işgalci teröristlerin İstanbul olaylarından sonra, Samara'da bir gece baskınında 50 sünni ve savunmasız müslümanı katletmeleri, bir intikam 
havası taşımaktaydı. 

Zaten ABD Savunma Bakan Yardımcısı siyonist ve terörist Wolfowitz İstanbul saldırılarının hemen arkasından, "Bu olay bizi Türkiye'ye yaklaştırdı. 
Artık kan kardeş olduk, aramızda kan bağı oluştu", Bush ise: 

" Artık Türkiye de, terörle mücadelede hedef ve cephe ülke konumundadır" mesajını yayınlamıştı!? [3] 

Ve ilginçtir, İstanbul saldırıları ile 11 Eylül Amerikan olayları şaşırtıcı bir biçimde benzerlikler arz ediyordu. 

İsrail Başbakanı Ariel Şaron'un, çok önceden planlanan ve önemle hazırlıkları yapılan ABD ziyaretini, sürpriz bir şekilde iptal etmesinden, intihar dalışı 
yaptığı söylenen 11 kişiden 7 sinin hala Mısır ve Arabistan'da pilotluk görevini yürütmesinden... Çelik ve beton blokları eriten korkunç yangından, teröristlerin 
sapasağlam kimliklerinin çıkarılıp kamuoyuna gösterilmesinden... 

Kuledeki 4 bin Yahudinin nasıl oluyorsa, o gün toptan işyerine gitmemesinden... 

Ve dahi, İstanbul'da intihar bombacısı Gökhan Elaltuntaş'ın 15 gün önce kaybolup yenisi çıkarıldığı halde, paramparça olmuş ve yanmış cesedinden, 
hem de kaybolduğu bilinen eski kimliğinin sapasağlam çıkarılıp basına verilmesine kadar nice benzerlikler sırıtıyordu... 

Olayın hemen ardından El-Kaide bağlantısı ve İslami Terör saplantısı ise gizli güçlerin kirli emellerini ele veriyordu.. 

Arapça yayın yapan bir TV.programına Milli Gazete yazarı Ömer Korkmaz'la birlikte katılan Mısır eski İstihbarat Daire Başkanı Fuat Allan

" El-Kaide örgütü bitik bir durumdadır. Eğer gücü olsaydı, Afganistan'da ve çok daha güçlü tabana sahip Pakistan'daki, Amerikan hedeflerine bir eylem yapardı. Usame Bin Ladin, kendi hayatını zor korumaktadır. İstanbul saldırılarını El-Kaide'ye mal etmek, olayı çarpıtmaktır. 

Bu olaydan, İsrail kokusu yayılmaktadır. Çünkü İsrail, dünyada sarsılmış bulunan kredisini kurtarmaya çalışmakta ve mağdur rolü oynamaktadır. 
Geçmişte Mısır'da Kral Davut Otelini bombalayıp 18 Yahudiyi öldürenlerin de, MOSAD ajanları olduğu kesinlikle ispatlanmıştır". [4] 

İran sınırında yakalanan Yusuf Polat, intihar eylemcilerine: " Sen arabayı filan yere park edip uzaklaş" dendiğini, ama bomba yüklü arabaların, sürücülerle 
birlikte uzaktan kumanda ile infilak ettirildiğini söyledi". 

Ve yine aynı şahıs: " Biz ilk gün Amerikan hedeflerine de saldırılar planlanmış ve her türlü hazırlığı tamamlamıştık. Ama ne olduysa bunlar gerçekleşmedi. 
Her halde polisler bunları yakaladı!?." şeklinde laflar etti. 

İyi de, bu ABD hedeflerine katılan eylemciler kimdi?.. Polise yakalanmışlarsa diğer eylemler niçin önlenemedi? 

Gerçekten polis kayıtlarına böyle bir olay geçti mi? Yoksa Yusuf Polat'a hazır senaryolar mı söyletildi?.. 

Üstelik, bin türlü tantana ile Suriye'de yakalanıp getirilen ve orada dini eğitim gören çoğu çocuk 20 kişi suçsuz bulunup salıverildi?!.. 

Bu zavallı oldukları her halinden belli olan beyni yıkanmış kişiler, ölen konsolos Şort'un İngiliz Gizli Servisinin çok önemli bir elemanı ve özellikle Ortadoğu ve İslam üzerine strateji uzmanı ve sicilli bir Müslüman düşmanı olduğunu, ancak Bush ve Şaron yönetimleriyle ters düşüp bozuştuğunu nereden biliyorlardı? 

İstanbul saldırılarını gerçekleştiren tetikçiler, aynı gün Londra'da Bush'a karşı çok büyük çaplı bir protesto gösterileri yapılacağını, bu eylemler olunca 
dikkatleri başka yöne çekilen ve panikleyen kimseler yüzünden bu toplantının sönük kalacağını nasıl hesaplamışlardı? 

İnternette "ABD'nin en büyük müttefiği El-Kaide" başlıklı yorumunda Rızvan Enver, bugüne kadar El-Kaidenin kendisine isnat edilen hiçbir eylemi kabul etmediğini, bunun da El-Kaide için öne sürülen amaçlara uygun düşmediğini yazdı. [5] 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,

***