21 Şubat 2021 Pazar

FETULLAH GÜLEN DOSYASI BÖLÜM 3

FETULLAH GÜLEN DOSYASI BÖLÜM 3



Fetullah Gülen,Tuncay Güney,Cem Karaca,Dedeman Otel,Moon Tarikatı, Kasım Gülek, Siyonist, Yahudiler,Çevik Bir, Hikmet Çetin, İsmail Cem, Mesut Yılmaz,


Kendi memleketimizde şimdiye kadar, çeşitli Hıristiyan mezhep­lerinin liderleriyle diyalog içinde olduk. Bu naçiz gayretlerin boşa çıkmadığını âcizane ifade etmek isteriz. Amacımız bu üç büyük dinin inananları arasında hoşgörü ve anlayış yoluyla bir kardeşlik tesis et­mektir. Bizler bir araya gelmek suretiyle sözde medeniyetler çatışmasının gerçekleşmesini görmek isteyen yolunu şaşırmış ve şüpheci kimselere karşı dalgakıranlar gibi, isterseniz bariyerler gibi deyin, kar­şı durabiliriz.Geçen yıl bazı ünlü uluslararası bilim adamlarının katıldığı medeniyetler arası barış ve diyalog konulu bir sempozyum düzenledik. Bu gayretin başarısından aldığımız teşvikle bu tür etkinlikleri tekrar­lamak istiyoruz. Hali hazırda üç büyük dinin bağlıları arasındaki bağ­ları güçlendirmeye yönelik olarak dinlerarası diyalog konusunda Vatikan'ın da temsil edileceğini ümit ettiğimiz bir konferans düzenle­me sürecinde bulunuyoruz.Yeni fikirlerimiz varmış iddiasında bulunmuyoruz. Yine müsamahanıza sığınarak, bu misyonun hedeflerine yakından hizmet etmek için üstlenmek istediğimiz birkaç teklifte bulunmayı arzu ediyoruz. Hıristiyanlığın üçüncü bin yılına girişi münasebetiyle yapılacak kutla­malar vesilesiyle Ortadoğu'daki Antakya, Tarsus, Efes ve Kudüs gibi bazı kutsal yerlere müşterek ziyaretleri içeren birçok etkinlik önermek istiyoruz. Bunu Sayın Cumhurbaşkanımız Demirel'in, cenaplarının ülkemizi ziyaretine ve mezkûr kutsal mekânları göstermeye davetini tekrarlamak için bir fırsat addediyoruz. Anadolu halkı size misafirperverliğini göstermeyi ve zevkle selamlamayı hararetle beklemektedir. Filistinli liderlerle diyalog kurmak suretiyle Kudüs'ü birlikte ziyaret etmemize davetiye çıkarabiliriz. Bu ziyaret bu mübarek şehri Hıristiyanlar, Yahudiler ve Müslümanların, hiçbir kısıtlama, hatta vize dahi olmaksızın serbestçe ziyaret edebileceği uluslararası bir bölge olarak ilan etme gayretlerine yönelik dev bir adım teşkil edebilir.

Üç büyük dinden liderlerin işbirliği ile ilki Washington DC'de olmak üzere muhtelif dünya başkentlerinde bir konferanslar serisinin gerçekleştirilmesini teklif ediyoruz... İkinci serinin zamanı için Hz. İsa'nın doğumunun 2000. yıldönümü ideal olabilir.Bir öğrenci değişim programı da çok faydalı olacaktır. İnançlı genç insanların birlikte eğitim görmesi birbirlerine yakınlıklarını artıracaktır. Öğrenci değişim programı çerçevesinde üç büyük dinin babası olduğu ikrar edilen Hazreti İbrahim'in doğum yeri olarak bilinen, Urfa şehrindeki Harran'da bir ilahiyat okulu kurulabilir. Bu ya Harran Üniversitesi'ndeki programların genişletilmesi suretiyle, ya da üç dinin ihtiyaçlarını da temin edecek şümullü bir müfredata sahip bağımsız bir üniversite şeklinde gerçekleştirilebilir.Önerilen programlar aşırı büyük işler gibi algılanabilir; ama bun­lar erişilmez değildir. Dünyada iki tip insan vardır. Bazıları kendilerini topluma adapte etmeye çalışır. Diğer bazıları ise topluma uymaktansa toplumu kendi değerlerine adapte etmek ister. Toplum bütün iler­lemeleri bu ikinci tip insanlara borçludur. Onları yarattığı için Rabb'e şükürler olsun.”[10]
Şimdi lütfen merakımızı bağışlayın!

1- Fetullah Gülen'e, Papayla görüşmek ve işbirliğine girişmek üzere; Türkiye ve dünya Müslümanları böyle bir yetki vermiş midir? Yoksa malum ve mel’un merkezler mi o'na böyle bir kılıf geçirmiştir?
2- Bu tavrı ve telaffuzlarıyla, İslam'ın tebliğcisi ve temsilcisi mi, yoksa Vatikan'ı da kontrolüne alan Siyonizm’in hizmetçisi midir?
3- Hz. Peygamber Efendimizin devrinin önemli devlet liderlerine gönderdikleri ve "Ya, bozuk ve batıl inançlarınızı bırakıp İslamiyet'e ve benim risaletime iman edersiniz. Ya da tüm tebaanızın da günahını yüklenerek cehenneme girersiniz." İçerikli mektuplarıyla, Fetullah Gülen'in Papaya yazdığı mektubunda söyledikleri aynı şeyler midir? Hâlbuki Peygamber Efendimizin tavrı, izzet ve davet, bununki ise, zillet ve teslimiyettir.
4- F. Gülen, haddini aşarak, “bugüne kadar İslamiyet'in hep yanlış anlaşıldığını ve bunun Müslümanların suçu olduğunu” söylüyor ve doğrusunun kendisi tarafından ortaya koyulacağını ima ediyor!.. Peki, bugüne kadar sahip çıktığını iddia ettiği Bediüzzaman ve Onun izlerini takip ettiği tüm Ehl-i Sünnet uleması; İslam'ın neresini yanlış anlamışlardı ve hangi yanlışları Müslümanlara öğütlemişlerdi?
5- Papayı Türkiye'ye davet ve kutsal yerleri ziyaret teklifini, Süleyman Demirel adına tekrarlama yetkisini ve cesaretini kendisine kim vermişti? Yoksa mason Demirel'le, özel bir ilişki içinde miydi? Hani bu Hoca ve ekibi siyasetten uzak kimselerdi?
6- Urfa'da 3 dinin ortak eğitimini verecek ilahiyat okulunu açma kararı, İsrail'le birlikte mi verilmişti?  Çünkü AKP'li Belediye Başkanı döneminde bu proje, İsrail yardımıyla Urfa'da gerçekleştirilmişti.
7- Fetullah Gülen, acaba insanlığı, en azından kendi taraftarlarını; İslami değerlere göre yeniden düzeltmek ve yeryüzünde adil bir düzen yerleştirmek isteyen ender ve önder bir şahsiyet miydi? Yoksa Papalık Konseyinin basit bir parçası, Papa hazretlerinin ve GAP'ta yatırım yapan İsrail'in bir hizmetçisi miydi?

Şu ABD’li Prof. niye ısrarla uyarmaktaydı?

Chalmers Johnson (University of California'da emeritus Profesör): “The sorrows of empire, New York, 2004” kitabında, ABD'nin dış politikasının tümüyle Wolfowitz gibi Neo-Conların söz sahibi olduğu Pentagon’un elinde olduğunu, Beyaz Saray'ın by-pass edildiğini belirtiyordu. "ABD, ona buna demokrasi sat­mak istiyor,  Ortadoğu'ya da  "demokrasi yok" gerekçesiyle müdahale ediyor, ama kendisi demokrasinin ilkelerinden uzaklaşıyor. ABD adeta bir imparatorluk oldu ve militarist bir düzen içinde yönetiliyor. Ancak, ABD imparatorluğun diğer imparatorluklardan ayıran önemli bir özellik var: ABD imparatorluğu bir "üsler imparatorluğu"dur. İngiliz ya da Fransızlar gibi gittiği yerlerde toprak İşgali amacı taşımıyor, dünyanın değişik bölgelerini "Üs"leri aracılığıyla kontrol altında tutup, ele geçirmeyi hedefleyen bir imparatorluktur Amerika..." diye uyarıyor ve ekliyordu:

“ABD, askeri malzemelerini Türkiye üzerinden nakletmek için 7 liman ve 6 havaalanını kullanma izni aldı. ABD'nin kullanı­mına verilen liman ve alanlara ilişkin karar yürürlüğe girdi. Bush'un açıkladığı "Türkiye cephe ülkesidir;" sözleri ABD'ye verilen liman ve üslerle daha bir an­lam kazandı.

Haber turuma devam ediyorum sevgili okur, nasıl hoşunuza gidiyor mu? Bambaşka bir dala konuyoruz, ne âlâkası var demeyin, an­layana; 'En büyük Yahudi nişanı Nazarbayev'e verildi. Dünya Yahudileri Konseyi, Kafkasya'nın enerji merkezlerinden Kazakistan'ın Devlet Başkanı Nursultan Nazarbayev’e, medeniyetlerarası diyaloğa katkılarından dolayı, "Uluslararası Maimonides Nişanı - en büyük Yahudi nişanı" verdi. Avrasya Kuruluşları Birlikleri temsilcileri ve Nazarbayev ödül töreni­nin ardından, Kazakistan-Astana'da yeni yapılan Orta Asya'nın en büyük sinagogu Rachel-Habad Lyubavivch'i törenle açtılar.”[11]
Bu en büyük Yahudi nişanının Nazarbayav'e verilmesinin diğer önemli sebebi ise; Fetullah Gülen'in okullarına yaptığı destek olduğu konuşulmaktadır.
Fetullah Gülen'le MOON ve MASON ilişkileri kafa karıştırmaktaydı!
Moon tarikatı ile Fetullah teşkilatı arasındaki örgütlenme modellerindeki Siyonist ilişkileri yanında en önemli benzerlikse birinin Mesihliğe, diğerinin ise İslam temsilciliğine ve Mehdiliğe soyunmalarıdır. Her ikisini de organize eden, Amerika'daki Siyonist kuruluş; CSIS'tır.CSIS 1962'de Georgetown Üniversitesi'nde kurulmuştu. Amerikan devletine ve özellikle petrol ve silah şirketlerine hizmet veriyordu. Dış ülke yöneticileriyle, bürokratlarıyla, Amerikan çıkarlarına dolaylı ya da dolaysız hizmet verecek akademisyenlerle bağlar kuran CSIS, bir devlet kurumuyken, yeni dünya düzenine uyum sağlamak üzere şirkete dönüştürülüyordu. CSIS, Ortadoğu petropolitik araştırmalarıyla da dikkat çekiyordu. Ortadoğu bölümünün içinde Türkiye'ye de ayrı bir bölüm açılıyor, CSIS birimlerinin yönetimlerinde istihbarat örgütlerinde ve yabancı ülke­lerdeki diplomatik misyonlarda dünya deneyimi kazanmış eski dev­let memurları bulunuyordu. Üçüncü ülke adamları da bu şeflere raporlar hazırlıyordu.CSIS yabancı devletlerin görevlilerini de gerektiğinde ABD'de konuk edip, ilgili konularda konferans vermelerini sağlıyordu. Bunların arasında Türkiye başbakanları da bulunuyordu. Hatta CSIS, Kafkasya petrol boru hatları ile ilgili toplantılarını Türkiye Cumhuriyeti Başbakanlığında gerçekleştiriyordu. Sonraları Başba­kanlık danışmanlığına getirilen, DSP milletvekili ve Ecevit'in ABD gezilerinde en büyük yardımcısı, 2002 yılında Kıbrıs’tan sorumlu Devlet Bakanı, Harvard mezunu Tayyibe Gülek komitenin sekreterliğini yürütüyordu. CIA'nın bile bir üst kurumu gibi çalışan CSIS Fetullah Gülen'in de en büyük destekçisi oluyordu.
Çok sayıda ülkenin yanı sıra ABD'de de "lobby" oluşturmak gerekçesiyle cemaat okulları kurulması bir gazetede şu ilginç açıklamayla yer almıştı:
"Gülen'in şimdiki planı, ABD'de Türklere de, Amerikalılara da eğitim verecek bir üniversite açmaktır. Virginia eyaletine bağlı kü­çük bir yerleşim birimi olan Staunton'da, boşaltılmış bir hasta­ne binasını devralan "Fetullahçı" grup, burada binden fazla öğrenci kapasiteli bir üniversitenin kurulması çalışmalarına başlamıştır. Gülen Londra'da kolej açmış, matematik doktoru bir Fetullahçı: Staunton Belediyesi ile anlaşması halinde, üniversitenin dünyanın her yanından gelecek öğrencilere "evet" diyeceğini açıklamıştır.[12]

"Fetullah Gülen'in" adamları tüm dünyada, Tanzanya'dan Çin'e çoğunluğu eski Sovyetler Birliği Türki cumhuriyetlerinde yer alan 200'den fazla okul kurmuşlardır. Bu okullar İslam'dan çok güya Türk milliyetçiliğini esas alan ılımlı İslam felsefesini yaymaktadır. Balkanlar'dan Çin'e, Türkiye'yi model alan bir seçkinler kadrosu yetiştirmeyi amaçlamıştır. Bu kuruluşlar Müslüman olmayan öğrencileri alarak belki de İngilizceyi temel eğitim dili olarak kullanmaları nedeniyle, sadece seçkinlerin ço­cuklarını okutmaktadır.

Şimdi: İngilizce dilinde eğitim yapmayı esas alan bu kurumların hangi "Türk milliyetçiliğini" esas aldığı, ya da nasıl olup Tanzanya veya Çin yönetimleri, seçkin aile çocuklarının "Türk Milliyetçiliğini esas alan" bir eğitimden geçirilmesine göz yumdukları, niçin sorulmamaktadır?
Siyonist Yahudi Graham Fuller: "The man and his movement" (Bir Adam ve Hareketi) diye alkışlamıştı!?

26-27 Nisan 2001 tarihlerinde, Georgetown Üniversitesi'nde CMCU'nun son konferansının konusu "F. Gülen: The man and his movement (Bir adam ve onun hareketi) idi. Bu konferansta F. Gülen'in son elli yılda gelişen İslami hareketler içinde kurumlaşan tek hareket olduğuna dikkat çekildiğine ve eski CIA şefi Graham Fuller'in RAND şirketi adına Türkiye Nurculuğunu araştırmaya baş­lamış olduğuna dikkat edilirse ABD ile "entegrasyon"un liberal olarak tamamlanmak üzere olduğu söylenebilirdi.CMCU konferansına katılanların kimlikleri ve deneyleri, Georgetovvn Devlet Üniversitesi'nin yanı sıra ABD yönetiminin ve Yahudi örgütleri ile Alman Stiftung'larının Türkiye'deki din ve ifade hürriyetine verdikleri değerin açık bir göstergesiydi(!): Toplantıya katılanların özellikleri işin ne denli ciddiye alındığını göstermekteydi.

Alan Makowsky: ABD Dışişleri istihbarat Bürosu eski şefi, Körfez savaşında ordu danışmanı, İsrail destekçisi WINEP (Washington Institute for Near East Policy) elemanı.

George Harris: ABD eski dışişleri görevlisi, eski Ankara B.elçisi, istihbarat uzmanı, Asya, Ortadoğu, Güneydoğu Asya uzmanı.

Roscoe Suddarth: Mali 1961, Lübnan 1963-65, Yemen 1967, Ürdün 1974-1990 istihbarat görevlisi, Middle East Institute başkanı.
Graham Edmund Fuller: Yemen, Cidde, Uzakdoğu CIA görev­lisi, ABD Hava Kuvvetlerine bağlı RAND şirketi yöneticisi. Şimdi­lerde Türkiye'deki Nurcu hareketini ve "Irak, Bahreyn, Suudi Ara­bistan, Kuveyt ve Birleşik Arap Emirlikleri'ndeki çeşitli "Şii Müslü­man Cemaatlerin gelecekteki politik rolleri'ni Rend Francke ile bir­likte araştırıyor. Şii araştırması projesinin amacı, "Şiilerin özgürlü­ğü, siyasete ve yönetime katılımlarının geliştirilmesinin yollarını bulmak" olarak belirtilmektedir.

Bekim Akal: Wolkswagen Stiftung, Almanya (Yahudi).

Osman Bakkar: Georgetovvn CMCU Malezya Seksiyonu İslâm Kürsüsü Başkanı.
Thomas Mitchel: Vatikan Cizvit Seksiyonu sorumlusu, İstanbul Bediüzzaman ve "medeniyetler arası diyalog" konferansları katılımcısı.
Mücahit Bilici: Sosyolog, Boğaziçi Üniversitesi.
Yasin Aktay: Prof. ODTÜ.
Fahri Çakı: Sosyolog; İstanbul Üniversitesi'nden sonra Temple'da Nurcu Hareketin Sosyo-Ekonomik gelişmesi tezini hazırlıyor.
Ahmet Kuru: Bilkent Üniversitesi, Fatih Üniversitesi. Utah Üniversitesi doktora öğrencisi.
Zeki Santoprak: ABD Rumi Forum Başkanı, Marmara İlahiyat Fakültesi, El-Ezher, Harran Üniversitesi. Şimdi Washington Katolik Üniversitesi'nde.
Hakan Yavuz: Utah Üniversitesi.
Elizabeth Özdalga: Prof. ODTÜ, CHP araştırmacısı, İsveç Enstitüsü müdürü, İslâm Konferansı örgütleyicisi, "Adsız Kahraman: Fetullah Gülen Cemaatinin kadınları arasında Bireysellik ve İçselleşmiş Yansıma" tebliği sahibi.
Bayram Balcı: Fransa Milli İltica Bürosu, Paris Arap Dünyası görevlisi, Fransa Dışişleri Orta Asya Araştırmaları Enstitüsü'nde kadrolu eleman.
Berna Turam: McGill Üniversitesi/Kanada
ABD Dışişleri Bakanlığı Uluslararası Din Hürriyeti Bürosunca hazırlanan "Din Hürriyeti-Türkiye Raporu"nda "İslamic Leader" ve  "Moderate İslamic Leader" olarak kayıtlara geçirilen F. Gülen'in hakları Amerikan devletince resmen savunulduktan sonra, ilginin boyutu genişletilmekte ve Amerikan devletinin ünlü üniversite­sinde akademik bir düzeye yükselmekte olduğu görülüyordu. Bu "bilimsel" toplantıyı CMCU ve "The Rumi Forum" düzenlemişti.Bu tür "bilimsel" toplantıların sonuçlarının resmi raporlara etkisi elbette olumlu olacaktı.  ABD Dışişleri Bakanlığının raporlarında "Ilımlı İslami Lider" olarak sıfat kazanan F. Gülen, 2002 yılı Din Hürriyeti Raporu'nda "İslamic philosopher and leader/İslam Filozofu ve Lideri" olarak nitelenmeye başlanmıştır.Aynı raporun 44. paragrafında "Din Hürriyeti Tacizleri" başlığı altında "Ahmadi Muslims" cemaati diye Cüppeli Ahmet Hoca'ya da sahip çıkılmıştır.[13]

ABD'de son toplantıysa 19-20 Nisan 2004'de Washington'daki John Hopkins Üniversitesi'nde "Abant in Washington-İslam Laiklik ve Demokrasi: Türk Deneyimi"  adı altında yapılmıştı.

Toplantının programına göre, "hoş geldiniz" konuşmalarını Francis Fukuyama ve "Abant Platformu" başlığıyla Bilgi Üniversitesi'nden Mete Tuncay yaptı. Açılış konuşmalarını ise diyanetten sorumlu Devlet Bakanı Prof. Mehmet Aydın ile ABD Dışişleri Müste­şarı eski Ankara Büyükelçisi Marc Grossman yaptı. Türkiye Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nca çağrısı yapılan ve ATFA (American Turkish Friends Association- Fairfax) örgütlenen bu ilginç konferansın panellerine içinde CIA şefleri yanında Cengiz Çandar da vardı.

Türkiye'nin İslam, Laiklik ve Demokrasi Deneyimi ve Ortadoğu, Kafkaslar ve Orta Asya İlişkisi Yuvarlak Masa Toplantısı:

Kemal Derviş (CHP Genel Başkan Yardımcısı-Açılış konuşması),  Elisabeth Özdalga  (CHP eski danışmanı, TESEV danışmanı, İsveç Araştırma Enstitüsü),  Cüneyt Ülsever  (Liberal Dü­şünce Topluluğu Derneği, Hürriyet Gazetesi), Sabri Sayarı (Eski RAND danışmanı, Georgetown Ünv.), Emal Uşşaklı (TGYV), Hüse­yin Gülerce (TGYV), Kenan Gürsoy (Galatasaray Ünv.), Fehmi Koru (Yeni Şafak Gazt.), Kemal Karpat (Wisconsin Ünv.), Ruşen Çakır (TESEV), Mithat Melen (İstanbul Ünv.) Şahin Alpay (Bahçeşehir Ünv.), Zeki Sarıtoprak (John Caroll Ünv.), Adnan As­lan (ISAM-İslami Araştırmalar Merkezi), Ömer Taşpınar (John Hopkins Ünv. Brookings Inst), Zeyno Baran (Nixon Center, Eski CSIS elemanı), Cengiz Çandar (Sabah Gazetesi), Seda Çiftçi (CSIS elemanı), Hakan Yavuz, Henry Barkey, John Lee Esposito David Calleo, Steven A. Cook, Svante Cornell, James Miller, Charles Fairbanks, Carter Findley, Hussain Haqqani (Carnegie Endowment), Barry Jacobs ve Anatol Lieven (American Jewish Committee), Heath Lowry, Zack Messitte (Saint Mary's College), Eric Hooglund (Filistin Araştırmaları) ve John Hulsman (Heritage Fdn.) Çoğu Yahudi ve Mason olan bu kişilerle birlikte, toplantıya ABD eski Ankara Büyükelçisi ve Dışişleri Siyaset Planlama Müsteşarı Marc Grossman'ın yanı sıra Savunma Bakanlığı Müsteşarı Paul Wolfowitz'in de açılış konuşması yapacağı, eski Büyükelçisi ve NED yönetim kurulu eski üyesi Abramowitz, WINEP eski direktörü, 1990'da Ortadoğu'ya ABD askeri saldırısı sırasında danışmanlık yapmış olan, ABD Temsilciler Meclisi Perso­nel Direktörü Alan Makowski,Temsilcilerden Rober Wexler, John Hopkins, Arap İşleri uzmanı Fuad Ajami'nin ve Frederick Star'ın da katılacağı açıklanmıştı.
O sırada, Türkiye'de DGM'nin aradığı kişi, ABD'deki devlet üniversitesinde adına düzenlenen bilimsel toplantılarla onurlandırılıyor, ABD üst düzey Dışişleri'nin katıldığı toplantılar düzenleniyordu! Bir kişinin bir mahkeme tarafından aranıp aranmaması, haklılığı ya da haksızlığı önemli görülmeyebilirdi. Ancak uzun yıllar devlet yöneticilerince "stratejik ortak" olarak tanıtılan ABD'nin tutumuna kısa bir soruyla değinmek gerekirdi: ABD'nin ulusal güvenlik gerekçesiyle aradığı herhangi bir kişi için,  örneğin Ankara Üniversitesi'nde onurlandırıcı bir konferans düzenlenebilir miydi?[14]
Kim ne derse desin, işin özü, toplulukların dinsel inançları kullanılarak oynanan oyun değişmiyor; Moon hareketi Mesih'e; Fetullahcılık hareketi de Mehdi'ye özeniyordu. Her ikisinin yolu da "Amerika ile entegrasyon" projesine çıkıyordu.
Moon misyonerleri örgüte bilimsel bir saygınlık görüntüsü vermek için üniversitelerden adam seçiyordu. Bu katılımcıların Moon'un ki­lisesine bağlı olmadığını, salt ayrı dinlerin ya da üniversitelerin tem­silcileri olduğu izlenimini vermeye çalışıyordu. Örneğin, turcular arasında Moon tarafından kutsal nikâhla evlendirilmiş en az on yıl­lık kilise üyelerinin örgüt bağlarından söz edilmiyordu.
Türkiye'yi temsil edenler arasında, Dünya dinleri Gençlik Semineri'ne katılan AKP Eski Dışişleriolan Ahmet Davutoğlu bulunuyordu. Boğaziçi Üniversitesi'nin öğretim görevlisi Davutoğlu, ma­sumane çalışmaların amacını şu ilginç sözlerle açıklıyordu:
"Amerika'da kendi sahasında söz sahibi değişik dinlere mensup bir grup profesörün önderliğini yaptığı bu gezide, amaç bilfiil yaşayarak daha açık bir ifade ile "gezici bir üniversite" şek­linde, dinler arasında diyalog ve fikir alışverişi temin etmektir. İlki geçen sene yapılan bu geziye Türk temsilciler bu sene katıl­dı. Gerek ABD'de gerekse Kudüs'te gerçekten çok değerli göz­lemler yapma imkânı bulduk”[15] diyen Bay Ahmet Davutoğlu, işte bu marifet ve meziyetleri nedeniyle AKP iktidarı Dış İşleri Bakanlığına atanıyordu.

FETULLAH GÜLEN DOSYASI BÖLÜM 2

FETULLAH GÜLEN DOSYASI BÖLÜM 2



Fetullah Gülen,Tuncay Güney,Cem Karaca,Dedeman Otel,Moon Tarikatı, Kasım Gülek, Siyonist, Yahudiler,Çevik Bir, Hikmet Çetin, İsmail Cem, Mesut Yılmaz,

AKP Operasyonun  Başı İlan Etti..

Rusya Fetullah Gülen okullarını niçin kapatmış ve kimler açtırmıştı?

Putin yönetimi, ülke içindeki Fetullah Gülen okullarını kapatmak için harekete geçiyordu. Gülen'e bağlı çeşitli şirketleri yakın takip altına alan Rus yönetimi, okulları "Amerikan ve İngiliz casusu yetiştirme merkezi" olarak görüyordu. Rusya yerel yöneticileri arasında bu okullarda okumuş bazı görevlilerin de işine son verilmesi için hazırlıklar yapılıyordu.Rusya Federasyonu, Fetul­lah Gülen okullarını “CIA bağlantılı olduğu” gerekçesiyle kapatmaya başlıyordu. Ulaşan bil­giye göre, Rusya Federasyonu yö­netimi Fetullah Gülen okullarını açan şirketleri yakın takibe alıyor ve söz konusu operasyon Fetul­lahçı cemaat okullarına ve şir­ketlerine karşı yapı­lan soruşturmaların en kapsamlısı oluyordu. Öte yandan, Rusya Federasyo­nu: yerel yöneticileri arasında, bu okullarda okumuş bazı görevlile­rin de işine son veriyordu. Rus yetkililer, Fetullah Gülen okullarını açıkça "Amerikan ve İngiliz casusu yetiştirme merkezi" olarak tanımlıyordu. Öte yandan, Türkiye kamuoyuna "modern okullar" olarak sunulan bu okullardan bazılarında çok sinsi ve siyasi faaliyetler yapıldığı ve ABD'nin dünya hâkimiyeti için beyinlerin yıkandığı özellikle vurgulanıyordu. Moskova'da yayımlanan Nezavisimaya Gazetesi, Haziran 2000'de Fetullah Gülen'in Rusya'daki taraftarlarının iktidar organlarına sızdığını yazıyordu. Söz konusu okulların önce Rusya'nın Türkçe konuşan bölgelerinde kurulduğunu bildiren Nezavisimaya, Tataristan'da 8, Başkırdistan'da 4, Karaçay-Çerkez, Çuvaşya ve Yakut-Saha'da da birer okul bulunduğunu açıklıyordu. Gazetedeki yazıda, okullarda "Amerikan hayranlığı ve İsrail propagandası" yapıldığı belirtilerek, bu kuruluşların denetlenmesini istiyordu.

FSB’ye göre casusluk yapılmaktaydı!

Rusya İç Güvenlik Örgütü FSB Başkanı Nikolay Patruşev, 17 Aralık 2002'de Türk basınında yer alan açıklamasında, gerçekleştirdikleri en başarılı etkinlikler arasında “Türk casusların deşifre edilmesini” de sayıyordu. FSB Başkanı 2002 yılı etkinlik raporunda Fetullah Gülen okullarında çalışan öğret­menlerin casusluk faaliyetlerinin deşifre edildiğini belirtiyordu. FSB Baş­kanı açıklamasında: okulların sahibi konumundaki Tolerans, Serhat ve Ufuk vakıflarının isimlerini veriyordu.Bunun üzerine Rusya'nın Başkırdistan Özerk Cumhuriyeti'nde Fetullah Gülen okullarındaki 10 öğretmen Hazi­ran 2003'te sınır dışı ediliyordu. Ayrıca Başkırdistan Milli Eğitim Bakanlığı'nın sınır dışı edilen öğretmenle­rin görev yaptığı okulu kuran "Ser­hat" vakfı ile tüm anlaşmalarını ip­tal ettiği de belirtiliyordu. Bu olaydan sonra, Buryatya Cumhuriyeti'nde de, Fetullah Gülen okulu hakkında soruşturma başlatılıyordu.
Milliyet gazetesi Moskova mu­habiri Cenk Başlamış, 7 Eylül 2003 tarihli haberinde, Rusya'da Fetullah Gülen okullarının tem­silcisi konumundaki Tolerans Vak­fı Başkanı Mustafa Kemal Şirin'in sınır dışı edildiğini duyurmuştu. Haberde: "Şirin, hafta içinde Rus ha­vayolları Aeroflot'a ait bir uçakla geldiği Şeremetyova-2 Havaalanı'ndan giriş yapmak istedi, ancak pasaport kontrolü sırasında "Rus­ya'ya girişi yasak olduğu" gerekçe­siyle ülkeye girişine izin verilmedi. Yasaları çiğnediği gerekçesiyle Rusya'ya girişi 5 yıl yasaklanan Şi­rin, geceyi havaalanında geçirip, ertesi gün Türkiye'ye gönderildi. Tolerans Vakfı Başkanı Şirin, Rusya'nın Türk okullarıyla bağlantılı olarak şimdiye kadar sınır dışı etti­ği en üst düzeydeki temsilci" deniyordu.Yine aynı haberde Rusya Federal Güvenlik Servisi FSB'nin Baş­kanı Nikolay Patruşev'in yaptığı açıklamanın ardından, Rusya Eği­tim Bakanlığı'nın Fetullah Gülen okullarına karşı kapsamlı bir so­ruşturma başlattığı belirtiliyordu. Bu çerçevede Rusya'nın değişik bölge­lerinde 10'a yakın okul kapatılır­ken, 50'den fazla Türk vatandaşı sınır dışı ediliyordu.Ancak ABD, İsrail ve Türkiye’den kimler devreye giriyorsa, Rusya Cemaat okullarına yönelik operasyonlarına son veriyordu!?

Bediüzzaman’ın Yolundan Sapılmıştı!

Bediüzzaman'ın Kur'an’dan kaynaklanan Risale-i Nur denilen imani ve ahlaki eserlerini okumak, okutmak ve böylece şuurlu ve huzurlu bir neslin yetişmesine katkıda bulunmak gibi hayırlı bir amaçla girişilen hizmetler, zamanla çığırından çıkmaya başlamıştı.“Bediüzzaman'ın müjdelediği ve gelişine ön hazırlık hizmetleri verdiği Hz. Mehdi" havasıyla kendisini merkez alan Fetullahçı yapılanma: "Işık evleri"nde beyinleri bu doğrultuda yıkanan talebelerden bir çekirdek kadro oluşturulmaya çalışmaktaydı ve masonik odaklar ve marazlı medya tarafından "bu gelişmelerden kaygı duyuyorlarmış" görüntüsüyle sürekli gündemde tutulup reklâmı yapılmaktaydı.

Fetullah Gülen'in:

"Bu evlerin eğitim dizgesinden geçmeyenler, insanlık özünden yoksun bulunmaktadır... Işık evleri, yüreği pek, imanı çelik insanların yetiştiği kutsal mekânlardır"[3] şeklinde tarif ettiği bu evleri Rotary Kulüplerin desteklemesi de anlamlıydı...Fetullah Gülen, ışık evlerinde yetişmeyenleri, "insanlık özünden yoksun saymaktaydı." Yani kendisine tabii olmayanlar değil Müslümanlık, insanlık onuruna bile ulaşamazdı!?..Oysa Nevval Sevindi'nin Amerika'dan yolladığı ve 22 Temmuz 1997 tarihli Yeni Yüzyıl gazetesinin 5. sayfada yayınladığı "Fetullah Gülen'le New York sohbeti" yazısına göre:
"Fetullah Gülen Hoca Efendi Cumhuriyet ideolojisinin yaratmak istediği "Müslüman Avrupalı Türk" tipinin mimarıydı... O, "Dini bütün ve Batı formasyonlu yeni bir sentez" ustasıydı?!..
Bu tespit doğruydu... Evet, dış güçlerce Fetullah Gülen'e biçilen misyon: Batı ile uyumlu ve uyuşuk layt Müslüman tipi oluşturmaktı. Bu tip; Allah'ın istediği değil, Avrupa ve Amerika'nın benimsediği bir Müslümandı... Ama şu gerçeği de hatırlatalım ki: Bu türlü girişimler, haliyle bazı tahribatlar yapacaklardı... Ancak asla amaçlarına ulaşamayacaklar ve başarılı olamayacaklardı. Çünkü İslam'ı istismar girişimlerinin hepsinden sonunda İslam kârlı çıkacaktı. Fetullah Gülen'in perde arkasını sezen samimiyet ve istikamet sahibi insanların da, bu sinsi ve Siyonist kuşatmayı kırmaları yakındı...
Şu sorunun mutlaka sorulması doğru ve doyurucu cevabının bulunması kaçınılmazdı:
Bir zamanlar: "Amerika ve Rusya sistem olarak materyalist felsefeyi benimsemiştir. Aslında ne Rusya'nın ne de Amerika'nın bize bakış açıları farklı değildir. Hatta hiçbir fark yoktur, denilebilir. Israrla söylüyoruz ki, ikisi de bizim aman vermez düşmanımızdır"[4] diyen Fetullah Gülen'e ne oldu ki şimdi:
"Amerika, hala bu dünya gemisinin dümeninde oturan bir milletin adıdır... Amerika şu anda; Bütün konum ve gücüyle, bütün dünyayı kumanda edebilir ve buna layıktır"[5] demeye ve Amerika'yı övmeye başlamıştır?Fetullah Gülen'in asıl amacı; İslam'ı yaymak mı, yoksa Siyonist Gizli Dünya Devleti'nin kovboyu olan Amerika'ya uyumlu ve ılımlı vatandaş hazırlamak mıdır?
Milli duyarlı bir Üniversite Hocasının tespitiyle, "yurt dışındaki okullarıyla, Türkiye’deki vakıf, dershane, üniversite çalışmalarıyla Siyonist emperyalizmin dünya hâkimiyetine ve küresel bir totalitarizmin kurulma hedefine hizmet mi yapılmaktadır?[6]
Daha önceleri:"Sebeplere riayet, bir sorumluluk olsa da; onlara “tesiri hakiki” vermek apaçık bir dalalet ve inhiraf (sapıklık)tır."
"Köpek, kendisini besleyeni sahibi olduğunu sanır ve bu yüzden sahibine gösterdiği sadakat görünüşe, yani nedenselliği dayanır"[7] diyen Fetullah Gülen, şimdi nasıl oluyor da:
"Amerika ile dostça geçinmeden ve Amerika istemeden, dünyanın hiçbir yerinde, hiç kimseye ve hiçbir şey yaptırmazlar...
Şimdi (bana bağlı) bazı gönüllü kuruluşlar dünya ile entegrasyon adına (yani Siyonizm’le uyuşarak) gidip dünyanın değişik yerlerinde okullar açıyorlarsa, bu itibarla, mesela Amerika ile çatıştığımız sürece bu projelerin gerçekleştirilmesi mümkün olmaz..."[8] diyerek, herkesi Amerika'ya kayıtsız şartsız teslimiyete çağırmaktadır?
Fetullah Hoca'ya göre: Kuvvet ve Kudret sahibi, Allah mıdır, yoksa Amerika mıdır?
"Amerika daha uzun zaman dünyanın kaderinde çok önemli bir rol oynayacaktır. Bu realite kabul edilmeli, Amerika göz ardı edilerek, şurada veya burada kendi başına bir iş yapılmaya kalkışılmamalıdır...
Rusya bile sizi desteklese, eğer Amerika istemezse, işinizi bozacaktır... Çünkü Amerika kendi işlerinin bozulmamasından yanadır. Bu da yadırganmamalıdır"[9] diyecek kadar Amerika'ya tapınan ve Siyonizm’in yenilmez gücüne(!) sığınan bir Fetullah Gülen, acaba Kur'an kahramanı mı, yoksa Amerika'nın kuklası mıdır?
Beklenen Mesih mi, yoksa Papalık misyoneri mi olmaktadır?
Vaazlarında ve Kitaplarında:
"Hazreti Mesih (İsa A.S) Ahir zamanda o önemli misyonu eda etmek üzere mutlaka nüzul edecektir. Nüzul edecektir ama içinizden şahs-ı manevinin muhtevi bulunduğu mana ve ruha nüzul edecektir” (Yani Hz. İsa şu anda içinizde bulunan; lideriniz ve temsilciniz olan şahsiyete yani kendisine inecektir) diyerek, dolaylı biçimde Mesihliğini ve Mehdiliğini ilan eden ve nicelerini buna inandıran Fetullah Gülen;"Sizinle müşerref olmayı bahşettiğiniz için zatı âlilerinize en derin kalbi teşekkürlerimizi sunarız" diye başladığı Papa’ya mektubunda:
"Papa 6. Paul cenapları tarafından başlatılan ve devam etmekte olan Papalık Konseyi Misyonunun bir parçası olmak üzere burada bulunuyoruz" diyordu!
Şimdi aklımıza ve vicdanımıza güvenerek soralım:
Fetullah Gülen beklenen Mesih veya Mehdi Aleyhisselam mıdır? Yoksa kendi itiraf ve ifadesiyle Papalık Konseyi Misyonunun basit bir parçası mıdır?Takiyye yaptığı ve ikili oynadığı açıktır. Ancak, acaba asıl aldatmak ve kullanmak istediği Hıristiyanlar ve Museviler midir, yoksa Müslümanlar mıdır?Acaba Siyonist Yahudiler ve Haçlı emperyalistler mi Fetullah Gülen'i... 

Fetullah Gülen ise Müslümanları mı kullanmaktadır?

Sn. Gülen Çağ ve Nesil dizisinin 4. kitabının son yazısında ve lider başlığı altında:
"Ve eskilerin "Kaht-ı rical" dedikleri seviyeli insan, idareci ve kadro ile lider kıtlığı (yaşanıyor). Yakın geçmişi ve hâlihazırdaki vaziyeti itibarıyla: Şu karmaşık dünyanın gerçek manada bir lider tanıyıp tanımadığını bilemeyeceğim; bildiğim tek şey varsa o da, bizim dünyamızda böyle bir liderin olmadığıdır... O Polat sinelerin ve çelikten sedaların yerinde, şimdi sinekler uçuşuyor... Evet, ateşböceklerinin yıldızlaştığı, sineklerin kartallaştığı bu talihsizler diyarında, şimdi aslan inleri, tilki çalımlarıyla inliyor... Bülbül yuvaları saksağanların elinde perişan ve her tarafta yarasalar şehrayinler tertip ediyor... Hâkim güçler, insafsız ve temettü (sömürme) avında...  Hâsıla koskoca dünya başıboşların elinde ve bir baştan bir başa lidersizlikle kıvrım kıvrım (kıvranıyor)..." diyor ve ardından "nasıl bir lider?" diye kendisini anlatmaya başlıyordu.
Yakın geçmişteki ve günümüzdeki bütün dini ve siyasi liderleri böylesine küçümseyen ve kötüleyen Fetullah Gülen'in, şimdi Amerika'ya ve Papalığa karşı perestlik derecesindeki hürmet ve teslimiyeti nasıl bağdaştırılacaktır?
İşte Hoca Efendinin Papa'ya Mektubu:

“Pek Muhterem Papa Cenapları,

Üç büyük dinin doğum yeri olarak bilinen toprakların, dünyayı daha iyi yaşanabilir bir mekân kılma yolundaki kutsal misyonumuzu, tam manasıyla bilen halkımdan size en içten selamları getirdik. Yoğun gündeminizden bize zaman ayırarak sizinle müşerref olmayı bahşetti­ğiniz için zatıâlilerinize en derin kalbi teşekkürlerimizi sunarız.
Papa 6. Paul Cenapları tarafından başlatılan ve devam etmekte olan Dinlerarası Diyalog için Papalık Konseyi (PCID) misyonunun bir parçası olmak üzere burada bulunuyoruz. Bu misyonun tahakkuk edişini görmeyi arzu ediyoruz. En aciz bir şekilde hatta biraz cüret­le, bu pek kıymetli hizmetinizi icra etme yolunda en mütevazı yardımlarımızı sunmak için size geldik.İslâm yanlış anlaşılan bir din olmuştur ve bunda en çok suçlanacak olan Müslümanlardır. Uygun bir yerdeki vakitli bir gayret bu yan­lış anlamanın büyük oranda azalmasına katkı sağlayabilir. Müslüman dünyası, İslâm'ın asırlarla ölçülen yanlış algılanmasını silip atacak bir diyalog imkânını bağrına basacaktır.Beşeriyet, çelişen görüşler ortaya koydukları gerekçesiyle, zaman zaman bilim adına dini, din adına da bilimi inkâr etmiştir. Bilginin ta­mamı Allah'a aittir ve din Allah'tandır. O halde bu ikisi nasıl çelişebilir? İnsanlar arasında anlayışı ve hoşgörüyü artırmaya yönelik din­lerarası diyaloğa yönelik ortak gayretlerimiz çok iş görebilir.

FETULLAH GÜLEN DOSYASI BÖLÜM 1

FETULLAH GÜLEN DOSYASI BÖLÜM 1



Fetullah Gülen,Tuncay Güney,Cem Karaca,Dedeman Otel,Moon Tarikatı, Kasım Gülek, Siyonist, Yahudiler,Çevik Bir, Hikmet Çetin, İsmail Cem, Mesut Yılmaz,

01 Kasım 2004 
Yazar Milli Çözüm Dergisi 




29 Haziran 1994 Dedeman Otel. Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nın açılış gecesi.
1. Eski CHP Genel Sekreteri ve Moon Tarikatı temsilcisi Kasım Gülek.
2. Fetullah Gülen
3. Şimdi Kanada’da Haham Yardımcılığı yapan Tuncay Güney
4. Şarkıcı Cem Karaca

Giriş:

Siyonist Yahudilerin etkin kuruluşlarından ADL (Anti-Defamation League) Yahudi aleyhtarlığı ile mücadele birliği anlamı taşıyordu. 1913 yılında New York’ta kurulan, Abraham Foxman’ın başkan olduğu bu dernek, Siyonizm’e hizmet ediyor ve hizmetçi yetiştiriyordu. Derneğin kuruluş gayesi olarak, “Yahudi toplumuna karşı yapılan karalamaları önlemek, Siyonizm aleyhindeki iddialara itiraz etmek ve gerekiyorsa karalama eylemlerini kanun önüne getirmektir” deniyordu. (Not; Yahudiler, haklar, karalamalar derken aklımıza hep 2. Dünya savaşı ve Naziler geliyordu. Hâlbuki tarih 1913 ve böyle bir dernek Yahudilere yapılan karalamaları engellemek için kuruluyordu. Acaba Yahudiler gittikleri her yerde ne haltlar karıştırıyordu ki, devamlı karalamaya muhatap olunuyordu?) ADL Kurumunun özelliklerinden biri de “İnançlar arası diyalog kampı oluşturmak” olduğu belirtiliyordu. ADL, New England Bölgesi Şubesi, Hıristiyan, Musevi ve Müslüman gençleri bir haftalığına birbirlerini tanımaları ve dayanışmaları için “İnançlar Arası Kamp” ismi verilen bir organizasyon düzenliyordu. Bu organizasyon, İbrahim’i inanca mensup genç üyeler arasında iyi ilişkileri geliştirmek fikriyle doğuyordu." Bilindiği gibi Fetullahcılar da aynı şeyleri savunuyordu.
Oysa Cemaatin Gazetesi Zaman, 20 Kasım 1992 günü ADL için şunları yazıyordu:
“İngiliz Farmasonluğu’nun Yahudi kolu olan B’nai B’rith’in etkisi altındaki ADL (Anti-Defamation League) 1913 yılında kurulduğu bilinmektedir. ADL adeta, Amerikan mafyasının halkla ilişkiler bürosu gibidir… Kurdukları “Denizaşırı Yatırımcılar Servisi” adlı şirketle milletlerarası silah ve uyuşturucu kaçakçılığı, kirli parayı aklama gibi işleri yürütmektedir. İşgal altındaki Filistin topraklarında ve Kudüs’ün Hıristiyan ve Müslüman bölgesinde geniş arazilerin kanunsuz alım satımının ortaya çıkarıldığı emlak skandalı da yine işin içinde ADL’nin varlığını göstermiştir. ADL, Amerika içinde FBI kanallı muhtelif operasyonlarla ilişkisini sürdürmektedir. FBI ise kongre tarafından suçlandığı zaman suçu daima ADL’nin üzerine atıvermektedir…
ADL’nin bilinen cinayetleri şunlardır: 15 Ağustos 1985’te Kafkasyalı Müslüman lider Tscherim Sobzocov, evinin önünde bombalı saldırı sonucu katledilmiştir. Musevi iken Hak din olan İslam’a dönüş yapan Prof. İsmail Raci Faruki ve eşi 1985’in Ramazan’ında sabaha karşı evlerinde bıçaklanarak öldürülmüşlerdir Gandhi ve Palme suikastlarının arkasında da ADL’yi görmekteyiz… ADL, tam mesai ile çalışan gizli istihbarat memurlarının bir kısmını Amerikan Hükümeti Adalet Bakanlığı’na bağlı Özel soruşturmalar Ofisi’nde (OSI), bir kısmını da İsrail otoriteleriyle Tel Aviv’de görevlendirilmiştir… İsrail Devleti kurulduğundan beri ADL, İsrail Gizli Servisi MOSSAD ile hususi ilişkilerini devam ettirmiştir, İsrail mafyasıyla da yakın bağlantılar içindedir ADL Sharon grubu ihtilaflı bölgelerde satın aldıkları evlerde militan Yahudileri yetişmektedir.”
10 Mart 1998’de aynı Zaman Gazetesi Fetullah Gülen’in kitaplarının ADL tarafından bastırılmasını ise şöyle haberleştiriyordu:
“ 3 gündür Türkiye’de bulunan Yahudi Liderler Heyeti, Başbakan Yılmaz, Orgeneral Çevik Bir, TBMM Başkanı Çetin ve Dışişleri Bakanı Cem’den sonra Fetullah Gülen ile görüştü. 55 Yahudi örgütünü temsilen Türkiye’de bulunan 59 kişilik (AYÖBK) Amerikan Yahudi Örgütleri Başkanları Konferansı Heyeti, Fetullah Gülen’in Türkiye’deki ve yurtdışındaki çabalarını önümüzdeki yüzyılın barış asrı olması açısından önemsediklerini ve söz konusu projeye büyük ilgi duyduklarını belirtmişlerdir. Görüşmede; Gülen’in, ABD’nin en etkili Yahudi Lobisi olan ADL’nin (Anti-Defamation League) teklifiyle hazırladığı hoşgörü ve diyalogla ilgili kitap da gündeme gelmiştir. Gülen, İngilizce olarak hazırlanan kitabı üzerindeki çalışmalarının tamamlanmak üzere olduğunu, bittiğinde insanların hizmetine sunacağını söylemiştir. Kitabın, ADL tarafından basılarak dünyanın dört bir yanında dağıtılacağı belirtilmiştir.”
Şimdi İman, iz’an ve vicdan ehlinin şu sorunun yanıtını vermeleri bekleniyordu:
20 Kasım 1992 tarihli sayısında, ADL’nin çok kirli ve gizli işler çeviren ve cinayetler işleyen bir Siyonist Yahudi örgütü olduğunu yazan ZAMAN GAZETESİ, 10 Mart 1998’de ise aynı ADL örgütünün, Fetullah Gülen’i ziyaret edip sahip çıktıklarını ve kitaplarını İngilizce basıp dağıtacaklarını duyuruyordu!
Acaba, Yahudi ADL örgütü mü, insafa ve İslam’a gelip tövbe ediyordu, yoksa Fetullah Gülen mi karanlık bir mecraya sürükleniyordu?
Bizler, Milli ve Manevi sorumluluk taşıyan basın-yayın mensupları olarak: İslam ve insanlık adına büyük iddialarla ortaya çıkan, kısa zamanda önemli organizasyonlara imza atan; ama Dinimize, devletimize, milletimize, ülkemize ve İslam âlemine yönelik hıyanet projeleriyle malum ve mel’un Siyonist-küresel odaklarla ilişkisi ve işbirliği saptanan bu tür hareket ve şahsiyetlerin gerçek mahiyetini topluma tanıtmak durumundayız. Hiç kimseyi ve hiçbir kesimi peşinen suçlamak, sorgulayıp yargılamak hakkımız değil; ancak kamuoyunun kafasını karıştıran soruları gündeme taşımak, Milli birlik ve dirliğimizi ve manevi değer ve dinamiklerimizi yozlaştırmaya yönelik tahribatlara projektör tutmak ve toplumu aydınlatmak zorundayız. Bu tavrımızın, çeşitli itham ve isnatlar altındaki Cemaatin de hayrına olacağı kanaatini taşımaktayız. Bu amaçla yapılan tespit ve tahlillerin doğru ve doyurucu yanıtlarını, küresel odaklarla-varsa-ilişkilerin hangi hikmet ve mazeretlere dayandığını ve bu girişimlerin İslami ve hukuki kaynaklarını samimiyetle anlatıp toplumu rahatlandırmak yerine; “Niye din düşmanlarını bırakıp hizmet ehliyle uğraşıyorsunuz? Hoca Efendi’nin ve Cemaatin bu çok yararlı ve başarılı gayretlerini kıskanıyorsunuz!..” gibi hamaset, hatta hakaret içerikli yaklaşımlar ve hızını alamayıp her yazımızı ve kitabımızı -hiçbir sonuç alınamadığı halde- devamlı mahkeme kapılarına taşımaları, bunlar yetmiyormuş gibi doğrudan ve dolaylı tehditler yağdırmaları, aslında bütün bunlar bir suçluluk psikolojisini, gizli ve kirli münasebetlerinin deşifre olması endişesini yansıtmaktadır. Kimileri, iktidarlarına, imkânlarına, Amerika’larına ve küresel güç odaklarına güvenip yaslanarak, kendi akıllarınca bizleri ürkütmeye, azmimizi körletmeye ve yolumuzdan döndürmeye uğraşsalar da, sadece Allah’a dayanarak ve O’nun rızasını arayarak, sorumluluklarımızın gereğini yapma ve hakikatleri yazıp toplumu uyarma görevimize kimse engel olamayacaktır.
Fetullah Gülen; Risale-i Nur gibi, ilmi ve imani eserleri okuyup anlamak, çevresine ve cemaatine aktarıp açıklamak üzere giriştiği gayret ve hizmetlerle tanındı ve öne çıktı. İslami ve insani özelliklerle bezenmiş, milli ve manevi değerleri benimsemiş, hayırlı ve yararlı bir gençlik yetiştirme yolunda, yurt ve dershane faaliyetlerini, kurs-burs hizmetlerini giderek yoğunlaştırdı.
1970'lerin ortalarında, Milli Görüş istikametinde hizmet gören Ak-Evler hareketinden koparılarak "AKYAZILI" Vakfı kurdurulan Fetullah Gülen acaba, giderek Bediüzzaman'ın çizgisinden uzaklaşarak masonik merkezlere mi yaklaşmıştı? Dünya'ya hükmeden ve çok gizli ve de kirli işler çeviren Siyonist mahfillerle; Pek karmaşık ve karanlık ilişkiler ağına mı takılmıştı?
Böylece, hiçbir resmi sıfat ve statüsü bulunmayan, yükseköğrenim, hatta orta eğitim bile almayan sade ve samimi bir hoca efendinin değil, bakanların ve başkanların bile erişemediği uluslararası bir protokol pozisyonuyla; Papayla programlara ve politikacılarla pazarlıklara nasıl başlamıştı?
İlk bakışta: Hiçbir ilmi etiketi ve dini temsil yetkisi bulunmadan, şahsi gayret ve marifetiyle (hatta bazılarına göre özel velayet ve kerametiyle) bu denli yaygın bir organizeye ve saygın bir otoriteye eriştiği sanılsa; daha doğrusu malum merkezlerce böyle sunulsa da; yoksa O, "küresel çete"nin ve Siyonist sömürücü sermayenin kullandığı bir maşa mıydı? Fetullah Gülen, kendi inancı, iz’anı ve vicdanî sorumluluklarıyla hareket eden bir hizmet erbabı mıydı, yoksa küresel merkezlere bağımlı bir vitrin elemanı mıydı? Soruları hala yanıtsızdı.
Peki, Amerika'daki Siyonist Yahudi stratejisti ve CIA Ortadoğu şefi ve milyonlarca masum Müslümanın gizli katili Graham E. Fuller, Fetullah Gülen'e niçin sahip çıkmış ve O'nu yere göğe sığdıramamıştı? İşte belgesi:
Graham Fuller kendi kitabında şunları yazıyordu:
“Bu hareket, halen Fetullah Gülen'in liderlik ettiği en geniş ve en etkili kanadın adına izafeten çoğun­lukla Gülen hareketi veya Fetullahçılar (Fetullah takipçileri) olarak bilinmektedir. Nur hareketi yetmiş yıldan fazla bir süredir sahnededir, şu anda Türkiye'deki en geniş organize dini hareket­tir, dünyada da en genişlerinden biridir. Gülen, özellikle hareke­tin enerjisinin büyük bir kısmını, niteliği itibariyle hemen hemen evrenselci ve geniş manevi öğretilere dayalı olarak, “İslam’a modernist bir bakışla yaklaşacak okulların açılması ve çalışma gruplarının kurulması” da dâhil, eğitimle ilgili çabalara yönelt­mektedir. Eğitim üzerindeki bu odaklanma hareketin, bilim ve teknoloji dâhil bütün alanlarda eğitim ve bilginin dinle asla çelişmeyeceği, olsa olsa Allah'ın varlığı inancına ve kâinatın var ediliş amacının anlaşılmasına hizmet edeceği inancını göstermektedir. Hareket toplumda daha yüksek bir manevi bilinç düzeyi oluşturmaya, böylelikle zaman içinde daha aydınlanmış bir yönetime önayak olmaya gayret etmektedir. Klasik Şeriat (İslam’ın muamelat ve adalet esasları), hareketin düşüncesinde merkezi bir rol oynamaz; esasen Şeriat, geniş anlamda, Allah'ın engin muradının yerine getirilebilmesi için yürünecek "yol" (Şeriatın kelime anlamı) olarak anlaşılmaktadır. Nur üyele­ri yerçekimi yasasını bile, örneğin, Şeriatın unsurlarından biri olarak tarif ederler. Hareket İslami metinlerde, onların literal emirleri içinde değil de orijinal uygulamaları çerçevesinde, bugünün yeni çerçeveleri ışığında yorumlanarak anlaşılmasını sağ­lamak üzere, ciddi oranda içtihat (yorum) yoluna başvurur. (Yani İslam’ı çağın şeytani şartlarına uydurur. M.Ç.) Bu anlamda da hareketin görünümü son derece modernisttir. (Yani Fetullahçılar Adil Düzen, İslam Birliği gibi Siyonizm için tehlikeli düşüncelere sahip değildir.)
Fetullahçı Nur hareketi görüşlerinde rasyonalisttir ve çoğulcu bir top­lum içinde Allah'ın yarattıklarının görkemli çok yüzlü düzenini ifade eden bütün öteki dini (hatta dini olmayan) görüşlere karşı hoşgörülü olmaya büyük önem verir. Fetullahçıların Türkiye'de 236 ilk ve ortaokul, özellikle eski Sovyet bloğuna dahil ülkelerde olmak üzere dışarıda 280 okul açmış olduğu, buralarda İngilizce ve Türkçe kaliteli seküler (din dışı) eğitim verildiği bildirilmektedir. 200 dolayında dini vakıf ve 211 ticari şirket bu faaliyetleri finansal olarak desteklemektedir.
Her ne kadar Fetullahçı Nurcuların bir siyasal parti kurma niyetleri yok­sa da, hareketin liderleri anahtar meselelerde nasıl oy kullanmak gerektiği konusunda milyonları bulan takipçilerine bağlayıcı olmayan tavsiyeler iletmektedir. (Yani Siyonistler, milyonları, ağabeyleri vasıtasıyla gütmektedir. M.Ç.) Üyeleri birçok farklı geleneksel Türk siyasi partilerinde, İslamcı partilerde ancak çok hafif olmak üzere temsil edilmişlerdir. Nur hareketinin bütün apolitik niteliğine rağmen, Türkiye'nin radikal laikçileri, özellikle askeri liderler, bu hareketi, sahip olduğunu iddia ettikleri “uzun vadede dini aktivistleri devlete yerleştirmek ve sonunda devleti ele geçirmek” niyeti açısından yıkıcı ve hatta tehlikeli olarak görmek­tedir. Tam da Nurcuların savunduğu şeyden korkuyorlar, in­sanların kalplerini değiştirmek suretiyle toplumun aşağıdan yukarıya tedricen İslamileştirilmesi! (İyi de, TSK mı ABD’nin güdümünden çıkmıştı, yoksa Fetullahçılar mı Yahudi Lobilerine kiralanmıştı? Veya Siyonist zalim Graham Fuller mi Müslümanlaşmıştı da, Türkiye’de İslam’ın gelişmesine böylesine sahip çıkmaktaydı? M.Ç.) Bunun sonucu olarak, Fetullahçı Nurcu­lar düzenli bir şekilde ordudan ve devlet kurumlarından tasfiye edilmekte, hareket ve kurumları taciz edilmekte ve mahkemeler­e gönderilmektedir”[1] diyerek Fetullahçıları açıkça savunuyordu.
Katıksız ve amansız şeriat düşmanı Bülent Ecevit'in bile Fetullah Gülen'e övgüler dizmesinin ve bazı Fetullahçıları partisinden aday gösterip Milletvekili seçtirmesinin arkasında, acaba ne gibi hedefler yatmaktaydı?Milli Görüşten ve Erbakan gerçeğinden uykuları kaçan Bilderberg'ci Ecevit'lerin ve Graham Fuller'lerin Fetullah Gülen'i ve O'nun siyasi temsilcisi AKP'yi böylesine sahiplenmeleri acaba hangi hikmetlere dayanmaktaydı?"Türkiye demokratikleştikçe (Fetullah Gülen'in ve AKP'nin benimsediği ve Amerika'nın desteklediği) ılımlı İslam'ın, Türklerin hayatında daha önemli bir konuma "geri dönmesi" kaçınılmazdı" diyen Graham Fuller böylece ağzındaki baklayı da, kafasındaki şeytanlığı da açığa vurmaktaydı.[2] Yani ılımlı İslam afyonuyla uyuşturulan Türk halkı Amerika’nın gönüllü hizmetkârı yapılacaktı.
CIA Neden Fetullah Gülen’e Destek Sağlamıştı?
ABD’li öğretim üyesi eski FBI danışmanı Paul L. Williams 2010 Nisan’ında Fetullah Gülen hakkında önemli bir makale kaleme aldı. Siyonizm karşıtı olarak tanınan ve yanlış politikalar yüzünden ABD’nin başına bela açtığını savunan Williams’ın makalesinin ardından Fetullah Gülen’in yaşadığı Pennsylvania’da yayın yapan sağcı gazete Pocono Record, Gülen’in kaldığı çiftliğe giderek çiftliğin görüntülerini çekip yayınladı. Görüntüler Türk basınında da yansımıştı.Makaleyi yazan Williams 29 Nisan’da makalesinin ikinci bölümünü yayınladı. Oldukça sert bir dili olan makalede Williams “CIA’nın uzun yıllardır Gülen’i desteklediğini” yazmıştı.
Williams’ın “Evrensel Hilafet Pennsylvania’dan mı Çıktı? CIA Bir İslamcının İhtiyaçlarını mı karşılıyor?” başlıklı yazısına göre: “Dünya üzerindeki en sinsi ve etkili İslamcı’ olarak adlandırılan Fetullah Gülen, CIA eski ajanı Graham Fuller ve Birleşik Devletler Dışişleri mensupları sayesinde daimi oturma izni aldı ve Pennsylvania’daki kalesinde artık ömrünün sonuna kadar rahattı”.
Fetullahçılara CIA’dan finans kaynağı!
Williams yazısının ilginç suçlamalarda bulunduğu için yayınlayamadığımız bölümünde, “CIA’nın bir dönem uyuşturucu kaçakçılığından elde ettiği paralarla Fetullah Gülen’i finansa ettiğini” iddia edecek kadar ağır ifadeler kullanmıştı. Yazar CIA’nın neden Gülen’i desteklediği sorusunu ise; “Gülen bu parayla gelişmekte olan ülkelerin petrol ve doğal gaz rezervlerini kontrol altına alabilmek için Özbekistan, Azerbaycan, Kazakistan, Türkmenistan ve yeni kurulan Rus cumhuriyetlerinde radikal medreseler ve cemaatler kurdu” şeklinde yanıtlamıştı.
“Bu hareket Gülen’in Osmanlı İmparatorluğu’nu yeniden kurmak ve evrensel bir hilafet oluşturmak üzere kendisini destekleyen altı milyondan fazla Müslüman yandaş çekecek kadar etkinlik kazandı” diyen yazar, ABD’nin ve Yahudi Lobilerinin cemaati hangi Siyonist amaçlarla desteklediğini de açığa vurmaktaydı.
“CIA, 1999’la birlikte, Gülen’in Orta Asya’da yeni kurulan ülkelerin kontrolünü almak için sağlam bir üs kurmak amacıyla Türkiye’deki laik yönetimi ılımlı İslam’a dönüştürme çabalarını desteklemeye başladı. Türk yetkililer Gülen’in niyetini anlayınca halkı kışkırtma suçlamasıyla tutuklamaya çalıştı. Gülen ülkeden kaçtı ve ‘din görevlisi’ olarak özel bir göçmenlik statüsü edindiği Birleşik Devletler’e taşındı” diyenWilliams, yazısında; “Gülen’in yurt dışından siyasi (AKP) iktidarı yönlendirdiğini söyleyip Fetullah Hocanın müridi olduğunu iddia ettiği üst düzey devlet görevlilerinin ismini açıklamıştı.Williams, Fetullah Gülen Hareketi’ne karşı dünyada artan şüpheyi ve tepkileri ise şuna bağlamıştı: “Bazı ülkeler Gülen tehlikesinin farkına vardılar. Hareketi Rusya ve Özbekistan’da yasaklandı. Hatta çoğulculuğu ve hoşgörüyü benimsemiş bir ülke olan Hollanda bile yakın gelecekte toplumsal düzene tehdit oluşturabileceği gerekçesiyle Gülen medreselerine yardımı kesme kararı aldı.”
ABD’nin Sinsi Hesapları!
Williams yazısında halen CIA’nın neden Gülen’i desteklemeye devam ettiğini ise şöyle yorumlamıştı: “Çünkü Gülen’in İslamcı Yeni Dünya Düzeni rüyası Müslüman dünyanın tamamında destek ve ivme kazanmaya devam ediyor. CIA hâlâ Gülen hareketinin Orta Asya Müslümanlarını birleştirme ve böylelikle bu ülkelerin doğal kaynaklarının kontrolünü Amerika’nın güdümüne verme konusunda başarılı olacağı inancını besliyor. Usama Bin Ladin’in evrensel bir hilafet görüşü artık sadece içi boş bir hayal değil. Bin Ladin’in hayali Fetullahçılık eliyle yumuşatılıp hayata geçiriliyor.”!?
CIA eski ulusal istihbarat konseyi başkan yardımcısı Graham Fuller, Gülen’in daimi oturma izni başvurusu için tavsiye mektubunu işte bu nedenle veriyor. Fuller şu anda düşünce kuruluşu RAND için danışmanlık yapıyor. Kuruluşun diğer danışmanları arasında dışişleri eski bakanları Henry Kissinger ve Condoleeza Rice, savunma eski bakanı Donald Rumsfield, savunma ve enerji eski bakanı James Scheslinger da bulunuyor. Savunma Bakanlığı için analizler yapan sözde “düşünce kuruluşu” RAND, bir CIA hareketi damgasını taşıyor. Fuller geçmişte, diğer radikal İslamcı hareketlere müsaade etmesiyle de tanınıyor. Tebliğ Cemaatini “halka öğütler veren barışçı ve apolitik bir hareket” olarak değerlendiriyor. Şeyh Mübarek Gilani, Tebliğ Cemaati misyoneri olarak 1969 yılında Birleşik Devletler’e getiriliyor. On yıl sonra Cemaat-ül Fukra’yı kurdu ve İslamcı militer yapılanmaları ülkenin her yerine yayılıyor.
Siyonist Yahudi ve CIA şefi Abromowitz’in Katkıları!
Williams yazısında Fetullah Gülen’e referans veren diğer ABD’li isimleri de şöyle eleştiriyor: “Ama Gülen’in başvurusu için sadece Fuller değil Dışişleri eski bakan yardımcısı Marc Grossman ve ABD’nin Türkiye eski büyükelçisi Morton Abramowitz de tavsiye mektubu yazıyor. Onların tavsiye mektuplarının içeriği daha şaşırtıcı ve rahatsızlık uyandırıcı görünüyor” diyenWilliams yazısının sonuna şöyle de bir not düşüyor: “Yazıları takip etmeye devam edin. En kötüsü daha gelmedi.” Ve tabi Cemaatin Williams’ın iddialarını niçin cevapsız bıraktığı da hala anlaşılamamıştı.
Fetullahçılığı şu ayetler ışığında yeniden değerlendirmemiz lazımdı:
“Ey iman edenler, eğer kendilerine kitap verilenlerden herhangi bir gruba boyun eğecek (ve itaat edecek) olursanız, sizi imanınızdan sonra tekrar küfre döndürürler.” (Âl-i İmrân: 100)
“Ey iman edenler, Yahudi ve Hıristiyanları dostlar (veliler ve destekçiler) edinmeyin; onlar birbirlerinin dostudurlar. Sizden onları kim dost edinirse, kuşkusuz (artık o da) onlardandır. Şüphesiz Allah, zalimler topluluğuna hidayet vermez.” (Mâide: 51)
“Allah'ın kendilerine karşı gazaplandığı bir kavmi veli (dost ve müttefik) edinenleri görmedin mi? Onlar, ne sizdendirler, ne onlardan. Kendileri de (açıkça gerçeği) bildikleri halde, yalan üzere yemin ediyorlar.”
“Allah, onlara şiddetli bir azap hazırlamıştır. Doğrusu onların yaptıkları ne kötüdür.”
“Onlar, (biz İslam’a hizmet için Yahudi ve Hıristiyanları oyalamaktayız diyerek) yeminlerini bir siper edindiler, böylece (mü’minleri) Allah'ın yolundan alıkoydular. Artık onlar için alçaltıcı bir azap vardır.”
“Ne malları, ne çocukları onlara Allah'a karşı hiçbir şeyle yarar sağlamayacaktır. Onlar, ateşin halkıdır, içinde süresiz kalacaklardır.”
“Onların tümünü Allah'ın dirilteceği gün, sizlere yemin ettikleri gibi O'na da yemin edeceklerdir ve kendilerinin (haklı ve hayırlı) bir şey üzerine olduklarını sanacaklardır. Dikkat edin; gerçekten onlar, yalan söyleyenlerin ta kendileridir.” (Mücadele: 14-15-16-17-18)
“Allah'a ve ahiret gününe iman eden hiçbir topluluk bulamazsın ki; Allah'a ve elçisine başkaldıran (ve Kur’an’ın adalet nizamına engel olmaya çalışan) kimselerle bir sevgi (dostluk ve dayanışma) bağı kurmuş olsunlar; bunlar, ister babaları, ister çocukları, ister kardeşleri, isterse kendi aşiretleri (soyları) olsun. Onlar, (zalimleri ve kâfirleri bırakıp sadece Allah’a ve sadık Müslümanlara dayananlar) öyle kimselerdir ki, (Allah) kalplerine imanı yazmış ve onları Kendinden bir ruh ile desteklemiştir. Onları, altlarından ırmaklar akan cennetlere sokacaktır; orda süresiz olarak kalacaklardır. Allah, onlardan razı olmuş, onlar da O'ndan razı olmuşlardır. İşte onlar, Allah'ın fırkasıdır. Dikkat edin; şüphesiz Allah'ın (partisi-hizbi) fırkası olanlar, felah (umutlarını gerçekleştirip kurtuluş) bulanların ta kendileridir.”  (Mücadele: 22)
“Allah ve Resulü, bir işe hükmettiği zaman, mü'min bir erkek ve mü'min bir kadın için, artık o işte kendi isteklerine göre seçme ve tercih hakkı yoktur. Kim Allah'a ve Resulü’ne isyan ederse (Ayet ve hadislerin açık hükümlerini çiğner ve kendi keyfince tevil edip tersine çevirirse), artık gerçekten o, apaçık bir sapıklıkla sapmıştır.” (Ahzâb: 36)
Not: (Bu ayeti kerimeleri, “siz kafanıza göre çarpıtıp asıl anlamından ve ilahî mesajından saptırmışsınız”, dememeniz için, Zaman yazarı ve Fetullahçı Ali Bulaç’ın mealine de bakılmalıdır.)
Şimdi artık ölçü; kendi mantığımız, saplantımız, ön yargımız, nefsanî rahatımız ve menfaatimiz değil de;
1- Kur’an-ı Kerim’in, yukarıda örneklerini verdiğimiz muhkem (kesin ve net) ayetleri ve Hz. Peygamberimizin Yahudi ve Hıristiyanlarla ilgili sahih hadisleri,
2- Tarihi gerçekler ve günümüzdeki gelişmeler ışığında Avrupa ve Amerika’nın ve bunların oluşturduğu kurumların milletimiz ve İslam ülkeleri aleyhindeki hıyanet ve cinayetleri,
3- Aklı selimin ve vicdani kanaatin terazisinde; AB, ABD ve İsrail’in; imani ve Kur’ani hizmetlere destek verip vermeyecekleri gerçekleri doğrultusunda, iz’an ve insaf ile düşünülüp değerlendirilirse, Fetullah Gülen’e ve AKP’ye Siyonist Yahudilerin ve Hıristiyan emperyalistlerin yardım ve kolaylık sağlamalarının, İslam Dinine hizmet ve hürmet için mi, yoksa laytlaştırıp özünü çürütmek ve Müslümanları kendilerine köleleştirmek üzere hezimet için mi olduğu kendiliğinden ortaya çıkacaktır. Haçlı emperyalistlerle ve Siyonist Yahudilerle sinsi ilişki ve işbirliğini Kur’an nifak alameti saymaktadır.
Bu nedenle; kendimizi, çevremizi, mensubu bulunduğumuz hareket ve şahsiyetleri bu nifak tuzağından korumak için elbette dikkatli olmamız ve birbirimizi uyarmamız şarttır. Hz. Üstad Bediüzzaman’ın tabiriyle; “boynumuzda bir akrep olduğunu hatırlatana, kızmak değil teşekkür etmemiz lazımdır.”
Yok, eğer “Fetullah Gülen ve AKP hükümeti, Haçlı ve Siyonist merkezleri oyalayıp avutarak, İslam’a ve Müslümanlığa hizmet için, onlardan görünüyorlar” diyorsanız, o takdirde, biz mükellef olduğumuz gibi zahire göre hüküm verip, bunların hıyanet girişimlerini tenkit etmemiz, onların da lehine olacaktır. Çünkü Yahudi ve Hıristiyanları daha rahat kandıracak ve inandırıcı şekilde kullanma imkanları doğacaktır!.. Öyle ise, bunca hırçınlığınızın altında ne yatmaktadır? Kaldı ki, “Amaçlar meşru bile olsa, o amaçlara ulaşmak için gayri meşru araçlara ve yollara başvurulamayacağı” bir (kaide-i külliye) genel İslam kuralıdır. Örneğin hayır işlemek ve Hacca gitmek için haram ve haksız kazanca tevessül edilemeyeceği gibi, dindar ve diplomalı nesil yetiştirmek ve inançlı ekipleri devlet kademesine yerleştirmek bahanesiyle ABD’nin zalim ve emperyalist hedeflerine alet ve hizmetçi olmak da Dinen, aklen, vicdanen ve tarihen yanlıştır, günahtır.
Fetullah Gülen’in talebeleri ve takipçileri arasında ve çok büyük oranda, iyi niyetli, istikametli, ibadet ve hizmet ehli kardeşlerimiz bulunmaktadır. Bizim bir amacımız da propaganda rüzgârlarına kapılmış bu mü’minlerin gerçeği görmelerine yardımcı olmaktır.


***

ABD FETHULLAH GÜLENİ İADE ETMEZ

ABD FETHULLAH GÜLENİ İADE ETMEZ




ANALİZ
20:24 11.08.2016
(Güncellendi 14:33 15.08.2016)




Emekli Büyükelçi Şükrü Elekdağ, 15 Temmuz darbe girişiminin planlayıcısı olduğu öne sürülen Gülen Cemaati lideri Fethullah Gülen'in Türkiye'ye iade edilmesi talebiyle ilgili olarak, "ABD Gülen'i iade etmez. Zira CIA'nın Gülenciler ile dünya çapındaki istihbarat işbirliği ortaya çıkar. Ayrıca çok sayıda ajan teşhir edilmiş olur" dedi.

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan
© AA / SEFA KARACAN


Erdoğan: ABD bir tercih yapacak, ya Türkiye ya da darbeci FETÖ
"Mahkeme, darbe talimatının müritleri tarafından değil de, bizzat Gülen tarafından verildiği hususunda kesin delil talebinde bulunacak" ifadesini kullanan Elekdağ, şunları söyledi: "Bu bakımdan önümüzde 3-4 sene sürecek bir mahkeme süreci görünüyor. Bu uzun sürecin Türk-Amerikan ilişkilerini kopma noktasına getirmesi tehlikesini göz ardı etmemek gerekiyor. Bu nedenle Washington, Gülen'i Türkiye'ye iade etmeyeceğinden emin olduğu bir ülkeye sığınmasını kolaylaştırma yoluna gidebilir."

Sözcü'den Uğur Dündar'a konuşan Şükrü Elekdağ'ın açıklamaları şöyle:
Sayın Elekdağ, kalkışma sonrasında Hükümetin üst komuta bağlantılarına ilişkin yaptığı yeni düzenlemeye, emir-komuta birliğini bozacağı, hatta TSK'yı perişan edeceği gerekçesiyle yoğun tepki gösterildi. TSK'nın güçlendirilmesine ve itibar restorasyonuna ihtiyaç duyulduğu bu sıkıntılı dönemde neden böyle bir karar alındı?

Resmi Gazete
© AA

TSK'dan ihraçlar başladı, çok sayıda medya kuruluşu kapatıldı Hükümet, tek elde yoğunlaşmanın darbelere yol açtığı görüşünden hareketle, sivilleşme havası vererek, askeri kuvveti dağıtıyor. Genelkurmay Başkanlığı, koordinatör-sembolik bir makam olarak Cumhurbaşkanlığı'na bağlanıp izole ediliyor. Kara, Hava ve Deniz Kuvvetleri, Milli Savunma Bakanlığı'na bağlanıyor. Cumhurbaşkanı ve Başbakan, kuvvet komutanlarına resen emir verebilecekler. Bu düzenleme, Genelkurmay Başkanlığı'nın TSK üzerindeki fonksiyonunu ortadan kaldırıyor ve emir-komuta birliğini yerle bir ediyor. Emir-komuta birliği, ordunun tüm imkan ve kabiliyetlerinin eşgüdüm içinde tek hedefe yöneltilmesini sağlar. Bir orduda emir-komuta birliği olmadığı takdirde, o ordu, tüm potansiyelini hedefe odaklayamaz, komutanlık gücü zayıflar, disiplin ve koordinasyonu bozulur. MÖ 500 yılında yaşamış olan stratejinin babası Sun Tzu'dan başlayarak, Makyavel ve Karl Von Caussewitz'e kadar bütün stratejistler, eserlerinde emir-komuta birliğinin ülke savunmasındaki yaşamsal önemini vurgulamışlardır. Uzun lafın kısası, emir-komuta birliği olmayan bir ordu savaş yapamaz.

'15 TEMMUZ'UN HEDEFİ CUMHURBAŞKANIDIR'
Orgeneral Başbuğ'un, yanlış teşhisle tedavi olmaz demesinin anlamı bu sözlerinizle daha netleşiyor.

Hava Astsubay Zekeriya Kuzu
© FOTOĞRAF : DHA

Darbeci astsubayın ifadesi: Cumhurbaşkanı'nı alıp geleceksiniz
Evet. Başbuğ, “Darbeyi yapan TSK değil ordu içine sızmasına müsaade ettiğiniz tarikatçı cuntadır, bu itibarla faturayı TSK'ya çıkarmayın” diyor. Ben de bir kere daha belirteyim. 15 Temmuz kalkışmasının nedeni, asla TSK'nın teşkilat yapısı değil, “ne istediler de vermedik” mantalitesidir. Bu itibarla bu düzenlemeden vazgeçilmelidir. Yaşadığımız coğrafyada, dış odaklar ülkemizi bölmek ve parçalamak için her vasıtaya başvurmakta, iç ve dış terör tehdidi de giderek yoğunlaşmaktadır. Bu şartlarda, güçlü ve caydırıcı niteliklere sahip ordusu olmayan bir Türkiye, varlığını ve bütünlüğünü koruyamaz. Bu itibarla ordumuzun yeniden yapılandırılmasında, günlük kısa vadeli amaçlarla hareket edilmemeli, TSK'nın ve uzman görüşlerinin dikkate alındığı akılcı bir yaklaşım sergilenmelidir.
Orgeneral Başbuğ, tehlikeye işaret ederek “Bu işin arkasındaki (küresel) güçlerin asıl hedefi Türk Ordusu'dur” diyor.

İlker Başbuğ
© AA
İlker Başbuğ: 15 Temmuz bir askeri darbe değil

Ergenekon ve Balyoz davalarında hedef Ordu'ydu. 15 Temmuz darbe girişiminin ise esas hedefi Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın bertaraf edilmesidir!.. Bundan hiç şüpheniz olmasın. İslam aleminde saygınlık ve liderlik arayan Erdoğan'ın dış politikasının merkezine Filistin davasını ve İsrail düşmanlığını oturtmuş olması, demokrasi ve terör konularında Batı'ya sürekli ikiyüzlülüğünü hatırlatması, 'Ey Batı…' diyerek Batı dünyasına ayar vermeye çalışması, Ortadoğu'da ABD çıkarlarıyla çatışan bir politika izlemesi ve İslamcı bir lider olması nedeniyle ona karşı önyargılı olan, güven duymayan, 'hesapsız' çıkışlarından aşırı rahatsızlık duyan odakların oluşmasına yol açmıştır. Bu odakların, Erdoğan'ın siyasi kaderine karşı fazla duyarlı olması beklenemezdi. Nitekim, 15 Temmuz gecesi 23:15'te ABD Büyükelçiliği yoluyla Washington'dan siyasi destek talebinde bulunan AKP Hükümeti'ne, ancak Erdoğan'ın hayatta olduğu ve darbecilerin kaybedecekleri anlaşıldıktan sonra cevap verilmiş, saat 02:05'te Beyaz Saray ve ABD Dışişleri Bakanlığı eşzamanlı açıklamada bulunarak 'Türkiye'de tüm tarafların seçilmiş Hükümet'i desteklemeleri gerektiği' ifade edilmiştir. Sözünü ettiğim odakların maşası olan Cemaat, 17/25 Aralık krizinde rüşvet ve yolsuzluk operasyonuyla Erdoğan'ı düşürmek istemişti. O zaman başarılı olsalardı, 15 Temmuz kalkışmasına ihtiyaç kalmayacaktı.

Peki, ABD ve Avrupa'daki büyük devletler TSK'nın güçlü olmasını isterler mi?
Bu devletlerin stratejisi, Türk Ordusu'nun, Anadolu coğrafyasına hapsedilmiş sıradan bir 'savunma ordusu' olarak kalması ve 'bölgesel boyutta askeri imkân ve kabiliyetlere sahip bir güce' dönüşmesinin engellenmesidir. Yani TSK'nın Anadolu coğrafyası dışındaki tehditlere karşı taarruz yetenekleri olan bir orduya dönüşmesini istemezler. TSK'nın kendisine böyle bir yetenek sağlayacak silah sistemleri sağlama girişimlerini önlerler. Türk Ordusu'nun bölgesel operasyonlar yapacak imkân ve kabiliyete erişmesi bu devletler için bir kâbustur.

Yapılan bir kamuoyu araştırması halkın %70'inin darbe girişiminde bulunan FETÖ'nün arkasında ABD'nin bulunduğuna inanıyor. Bu doğru olabilir mi?


Türkiye darbe girişimi

© REUTERS / OSMAN ORSAL

'Halkın yüzde 70'i darbe girişiminin arkasında ABD'nin olduğunu düşünüyor'
Halkta böyle bir şeyi ancak ABD yapar yolunda bir eğilim vardı. Ancak darbe girişiminin hemen ertesi günü Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Süleyman Soylu'nun canlı televizyon yayınına bağlanarak 'Darbenin arkasında ABD vardır' demesi, Hükümet'in görüşü olarak algılanmış ve büyük bir olasılıkla halkın bu istikametteki eğilimini kuvvetlendirmiştir. Yine o günlerde Başbakan Yıldırım da isim vermeden ABD'yi suçladı ve “Bu olaydan sonra Gülen'in arkasında duracak ülke göremiyorum. Duracak ülke, Türkiye'ye karşı ciddi bir savaşın içindedir. Türkiye'ye dost değildir” diyerek tansiyonu yükseltti. Bu sert meydan okumayı üstüne alınan ABD Dışişleri Bakanı Kerry, “Bu türden ifadeler Türk-Amerikan ilişkilerine zarar verir” diyerek Türk Hükümeti'ni uyarmak ihtiyacını duydu. Öte yandan Gülen'in bu işi bir 'üst aklın' yönlendirmesiyle yaptığını söyleyen Cumhurbaşkanı'nın dilinden düşürmediği 'üst akıl' lafı da kamuoyu tarafından 'Amerika' olarak algılanıyordu. Ancak, ABD Genelkurmay Başkanı Dunford'un Ankara'ya yaptığı ziyaretle birlikte birden yelkenler suya indi ve Hükümet açıktan ABD'yi suçlamayı bıraktı. Hatta söz konusu ziyaret hakkında Başbakanlık tarafından yapılan resmi açıklamada, “Stratejik ortağımız ve müttefikimiz ABD milletimiz ve demokrasimize yönelik bu terörist darbe girişimine karşı tutumunu açık ve kararlı biçimde sergilemiştir” denilerek ABD övüldü ve suçlamaktan vazgeçildi. Bu konuda Hükümet'in sövgüden övgüye giden bir tutumuna tanık olduk. Sonuçta, eskilerin 'hikmet-i devlet' (raison d'état) dedikleri kavram, Hükümete tam bir U dönüşü yaptırarak, makul olan çizgiye getirdi.

Peki, bu konuda sizin görüşünüz nedir?

Obama'nın, görevini bırakmasına üç ay kala, başarılı olmaması ve ABD'nin arkasında bulunduğunun ortaya çıkması halinde, Türkiye'nin NATO üyeliğini dahi gözden geçirmesine yol açacak boyutta stratejik sonuçlar doğuracak hukuk dışı bir operasyona emir vermesini mümkün görmüyorum. Ancak, ABD derin devleti içinde aktif olan ve CIA ile irtibatı bulunan gurupların bu darbe girişiminde rol oynamaları mümkündür.

Gelelim en önemli soruya: Gülen'in Türkiye'ye iadesi sağlanabilecek mi?



Fethullah Gülen
© FOTOĞRAF : TWİTTER

'Gülen'in iadesi kolay değil, cemaatçiler karda yürüyüp izini belli etmeyen insanlar'
ABD Gülen'i iade etmez!.. Zira CIA'nın Gülenciler ile dünya çapındaki istihbarat işbirliği ortaya çıkar. Ayrıca çok sayıda ajan teşhir edilmiş olur. Ulusal Güvenlik Direktörü James Clapper'in “Gülencilerin darbedeki rolü konusunda ikna edici veriye sahip değiliz” ifadesi, daha şimdiden ABD istihbarat camiasının bu sorunu yokuşa sürme niyetine işaret ediyor. Clapper, ABD'deki, CIA da dahil, 16 istihbarat kuruluşundan oluşan “Ulusal İstihbarat Konseyi”nin başkanıdır. Bu mevkideki bir yetkilinin 15 Temmuz darbesi sorumluları hakkında çok açık bilgisi olması gerekir. Buna rağmen Gülen'i koruyucu bir açıklama yapması endişe vericidir. Önemli bir nokta da; Türkiye ile Amerika arasındaki suçluların iadesi anlaşmasının 3. Maddesinin, siyasi nitelikte suçluların iade edilmeyeceğini öngörüyor olmasıdır. Ancak devlet veya hükümet başkanına işlenmiş veya işlenmesine teşebbüs edilmiş bir suç, siyasi nitelikte bir suç sayılmıyor. New York Bölge Mahkemesi'nin, İngiltere'de terör suçundan hapse mahkum edilip ABD'ye kaçan bir mahkumu siyasi suçlu sayarak İngiltere'ye iade edilmemesini öngören bir kararı var: John Doherty Dosyası… Bu da, mahkeme safhasında Gülen'in suçunun hangi nitelikte olduğunun (siyasi mi, terör mü?) uzun tartışmalara yol açacağını gösteriyor. Ayrıca mahkeme, darbe talimatının müritleri tarafından değil de, bizzat Gülen tarafından verildiği hususunda kesin delil talebinde bulunacak. Bu bakımdan önümüzde 3-4 sene sürecek bir mahkeme süreci görünüyor. Bu uzun sürecin Türk-Amerikan ilişkilerini kopma noktasına getirmesi tehlikesini göz ardı etmemek gerekiyor. 

Bu nedenle Washington, Gülen', Türkiye'ye iade etmeyeceğinden emin olduğu bir ülkeye sığınmasını kolaylaştırma yoluna gidebilir.
Başta AKP, 
Siyasi partiler ve liderleri Türkiye'nin yaşadığı bu kanlı darbe girişiminden hangi dersleri çıkarmalı?

Türkiye'de darbe girişimi
© AP PHOTO / PETROS KARADJİAS

Japon Uzman: Darbe girişimi iki nedenden dolayı başarısız oldu
Yaşadıklarımız şu üç önemli gerçeği zihinlerimize nakşetti: 

Birincisi, laiklik ilkesi siyasi amaçlar için çiğnenmeseydi, Türkiye bu felaketi yaşamazdı. 

İkincisi; dinle siyaseti birbirine karıştırmayan laik sistemin hakim olduğu bir ortamda bu felaket gerçekleşmezdi. 

Üçüncüsü; demokrasiye darbe din silahıyla yapıldı. Bu üç gerçekten çıkaracağımız sonuçlar şunlar: 
1) Atatürk'ün öngördüğü gibi, ülke yönetimi din veya ideolojiye değil, akıl ve bilime dayanmalıdır. 
2) Laiklik, herhangi bir cemaatin, tarikatın devlete hakim olmasını ve dini siyasi bir güç olarak kullanmasını önler. 
3) Laikliğin ayrıştırıcı değil, birleştirici fonksiyonu vardır. Halkımızın barış, huzur, birlik ve beraberlik içinde yaşamasını ve demokratik rejimin istikrarını sağlar. 

Türkiye 15 Temmuz felaketinden bu dersleri çıkarırsa, uğradığı kayıpları daha kısa bir sürede telafi eder, ekonomik ve demokratik gelişmesini pekiştirir, daha itibarlı, daha saygın bir ülke olur. Bu söylediklerimizin gerçekliğini anlamak için başımızı şöyle bir kaldırıp çevremize bakmak kafidir. Laiklik ilkesine sırtını dönen Arap ve Müslüman ülkelerde gördüğümüz şaşmaz senaryo, şeriat yanlısı İslamcı kesimin din devleti düzeninde kendi değerlerini toplumun geri kalan kısmına dayattığı, bunun sonucunda özgürlükler ve insan haklarıyla bilim ve sanatın yok olduğu, çatışmalarla ülkenin kan gölüne döndüğü ve halkın sefalet ve cehalet içinde yaşadığıdır. Merhum büyük bilim adamı Halil İnalcık'ın söylediği gibi, “Türkiye için gerek Batı, gerek İslam dünyası karşısında bir tek yükseliş yolu vardır. Atatürk devrimini gerçek ruhuyla benimsemek ve şaşmaz bir şekilde izlemek.”

https://tr.sputniknews.com/analiz/201608111024341740-abd-fethullah-gulen-emekli-buyukelci-sukru-elekdag/

***


LİBYAYI BUGÜNLERE KİM GETİRDİ.,

 LİBYAYI BUGÜNLERE KİM GETİRDİ.,


DEVRİM SONRASI TÜRKİYE NİN LİBYA POLİTİKASI: KIRILMALAR VE RİSKLER

FURKAN POLAT*


*FURKAN POLAT 
2014 yılında Sakarya Üniversitesi Ortadoğu Enstitüsünde Araştırma Görevlisi olarak çalışmaya başlayan Furkan Polat, halen Ortadoğu Enstitüsünde Libya masasında çalışmalarını sürdürmektedir. Doktora adayı olan Polat’ın ilgi alanlarını iç savaşlardaki yerel aktörlerin güvenlik stratejileri, ittifaklar ve dış müdahale gibi güvenlik meseleleri oluşturmaktadır.

PERSPEKTİF
OCAK 2020 . 
SAYI 256

• Devrim sonrası Ankara’nın Libya politikası nasıl şekillendi? 
• Krizin yerel ve uluslararası dinamikleri açısından Türkiye’yi bekleyen riskler nelerdir?
• Libya’daki yerel ittifaklar nasıl bir görüntü sergilemekte ve kimlerden oluşmaktadır?

Libya’nın BM tarafından tanınan meşru hükümeti Ulusal Mutabakat Hükümeti (UMH) Başkanı Faiz Serrac’ın 27 Kasım 2019’da Türkiye’ye yaptığı ziyarette iki ülke arasında “Güvenlik ve Askeri İşbirliği Mutabakat Muhtırası" ile Türkiye ve Libya’nın uluslararası hukuktan kaynaklanan haklarının muhafazasını hedefleyen 
“Deniz Yetki Alanlarının Sınırlandırılmasına İlişkin Mutabakat Muhtırası” imzalandı. Özelde iki ülke ilişkilerinde genelde ise Doğu Akdeniz’deki güç mücadelesinde tarihi bir kırılma olan bu iki anlaşmayla Libya krizi, bugüne dek hiç olmadığı kadar Türkiye açısından hayati bir mesele haline geldi. Bu bağlamda Ankara’nın Libya politikasının dünü ve bugününü krizin lokal ve uluslararası dinamikleriyle birlikte ele almak, Türkiye’nin atacağı yeni adımlara ışık tutmak açısından önemlidir.
Kaddafi rejimi sonrası Türkiye’nin Libya politikasını belirleyen en temel dinamik, ülkede istikrarı tesis edecek kurumları oluşturarak ve taraflar arasında yaşanan çatışmaları barışçıl girişimlerle sona erdirerek olası bir bölünmeye engel olmaktı. Türkiye, geçiş hükümetiyle yaptığı anlaşmalar kapsamında ordu ve kolluk 
kuvvetlerinin eğitiminde üstlendiği rolle Libya’nın modern devlet kurumlarına kavuşması için ciddi bir çaba sarf etti. Ancak yerel aktörler arasındaki rekabetin lokal dinamiklerin etkisiyle çatışmaya evrilmesi ve 2014 yılındaki tartışmalı seçimler sonucunda Libya’nın fiilen ikiye bölünmesi bu çabaların sekteye uğrasına 
yol açtı. Bu tarihten itibaren Türkiye’nin odak noktası, Libya krizinin barışçıl çözümüne yönelik atılan uluslararası adımları desteklemek ve yerel aktörleri bu süreçlere dâhil etmekti. Bu bağlamda 2014’te Libya’nın Gıdamis kentinde başlayan ve Aralık 2015’te Fas’ın Süheyrat kentinde Libya Siyasi Anlaşması’nın (LSA) imzalanmasıyla sonuçlanan süreçte Türkiye, özellikle Milli Genel Kongre’nin (MGK) görüşmelere katılması için büyük çaba sarf etti. 

LSA kapsamında başkentte göreve başlaması öngörülen Ulusal Mutabakat Hükümeti (UMH) ile MGK bünyesindeki Ulusal Kurutuluş Hükümeti arasındaki krizde de yine Türkiye’nin yoğun diplomatik çabaları sonucunda anlaşmazlık, 
çatışmaya evrilmeden çözüldü. Son birkaç yıldır ise BM Libya Destek Misyonu’nun UMH ile Hafter arasındaki krizi çözmeye yönelik gerçekleştirdiği zirvelerde Türkiye mevcut pozisyonundan taviz vermeyerek barışçıl çözüm arayışlarını sürdürdü. 
Ancak geçtiğimiz yıl İtalya’nın Palermo kentinde düzenlenen zirvede yaşananlar Türkiye’nin söz konusu tavrının sonuç üretmeyeceğini açıkça gösterdi. 

İlk etapta Palermo zirvesine katılmama kararı alan Hafter’in talebi doğrultusunda UMH Başkanı Serrac, Mısır Cumhurbaşkanı Sisi, İtalya Başbakanı Conte, Fransa Dışişleri Bakanı Le-Drian, Rusya Başbakanı Medvedev ve Libya’ya komşu olan diğer ülke temsilcileri bir güvenlik zirvesi gerçekleştirmişti. Söz konusu görüşmelerde dikkat çeken husus Hafter muhalifi yerel aktörlerden katılım olmamasının yanı sıra Türkiye ve Katar gibi krizin çözümünde kritik rol oynayabilecek ülkelerin de görüşme dışında bırakılmasıydı. 

Hafter’in bu yaklaşımı Palermo Konferansı’nı Libya krizini sona erdirmeyi amaçlayan barışçıl bir girişimden ziyade uluslararası güç mücadelesinin sergilendiği bir platforma dönüşmesine yol açtı. 

KIRILMA NOKTASI: PALERMO KONFERANSI

Türkiye’nin Libya siyaseti açısından Palermo Konferansı’nın bir kırılma noktası olduğunu söylemek mümkündür. Zira Hafter cephesini destekleyen uluslararası aktörlerin konferans esnasındaki tavrı, krizin barışçıl yollarla değil güç kullanarak aşılmasının hedeflendiğini açıkça ortaya koyuyordu. Bu zirveden yaklaşık 
dört ay sonra söz konusu hedefin bir yansıması olarak Hafter liderliğindeki cephe başkent Trablus’u ele geçirmek için bir operasyon başlattı. Yaklaşık yedi aylık süre içerisinde UHM’ye bağlı gruplar önemli bir direniş sergilese de Wagner Grubu’na ait savaşçıların Trablus’taki cephe hattına intikali ve BAE/Mısır’a ait savaş uçaklarının hava saldırıları direncin kırılmasına neden oldu. Bu durum Türkiye’nin Libya siyasetinde yeni bir dönemin başlamasına ve daha fazla askeri angajmanın kaçınılmazlığına yol açtı. 

Libya krizi kendi iç bağlamının ötesinde Doğu Akdeniz’deki güç mücadelesi açısından oldukça önemlidir. 

Zira bu bölgede oluşturulmaya çalışılan Türkiye karşıtı fiili durumu bertaraf edebilmek Libya’da belirleyici aktörlerden biri olmaktan geçmektedir. Bölgede Libya dışındaki alternatiflerle benzer bir ilişki kurmak çok daha maliyetli ve kompleks olması nedeniyle gerçekçi değildir. Örneğin Doğu Akdeniz bağlamında 
Türkiye’nin Mısır’la masaya oturması için başta Sisi rejimiyle yaşanan siyasi krizler olmak üzere Katar krizi, 
BAE ve Suudi Arabistan gibi faktörleri dikkate almak zorunda kalacaktır. Bir başka seçenek olarak Yunanistan ve Güney Kıbrıs’la görüşerek Doğu Akdeniz’deki mevcut anlaşmazlıkları giderme yolunu tercih etse, Ege ve Kıbrıs sorunu gibi çok daha derinlikli meselelere dair çeşitli tavizler vermek zorunda kalacaktır. Benzer durum İtalya ve Fransa gibi AB üyesi devletlerle ilişkiler için de söylenebilir. Dolayısıyla mevcut konjonktürde Türkiye’nin Libya dışındaki seçenekleri değerlendirmeye alması köklü bir dış politika değişimini ve bu bağlamda bir takım tavizleri beraberinde getirecektir. 

Öte yandan uzun süredir iç savaş yaşayan Libya ise krizin iç ve dış dinamikleri nedeniyle Türkiye açsısından bazı riskler barındırmaktadır. 

     İlk olarak krizin iç dinamiklerine değinmek gerekirse, 2014’ten günümüze 
çeşitli aralıklarla devam eden savaşın iki farklı ittifak arasında cereyan ettiğini belirtmek gerekir. Çatışmanın tarafların biri olan ve UMH çatısı altındaki grupların başta Misrata ve başkent Trablus olmak üzere Zintan, Tacura ve Libya’nın batısındaki diğer kentlerden gelen milislerden oluştuğunu görmekteyiz. Bu ittifak açısından Hafter’in Trablus operasyonunun varoluşsal bir tehdit olması ittifakın en güçlü özelliği olarak zikredilebilir. 

Söz konusu gruplar arasında 4 Nisan öncesinde ciddi çatışmaları ve güvenlik ikilemlerinin yaşandığı göz önüne alındığında, Hafter tehdidinin bertaraf edilmesi sonrası bu ilişkinin barışçıl bir biçimde sürmesi konusunda sorunlar yaşanabilir. Özellikle başkenti uzun süre kontrol altında tutan gruplarla Türkiye ile yakın 
ilişkilere sahip Misratalı gruplar arasında 2018 yılında çatışmaya evrilen rekabetin yaşandığını düşünürsek, Hafter karşıtlarının bütüncül/hiyerarşik bir yapı altında bir araya geldiklerini söyleyemeyiz. Bu durumda Türkiye’nin UMH çatısı altındaki grupların bir arada tutulması konusunda çaba sarf etmesi gerekecektir.

   Hafter penceresinden Libya krizinin yerel dinamiklerine bakıldığında durumun bu ittifak için de farklı olmadığı söylenebilir. Hafter’in liderliğini yaptığı ittifak üç farklı bileşenden oluşmaktadır. 
    Bunlar; Hafter’e sadakatiyle öne çıkan ve genel itibarıyla Libya’nın doğusundan gelen silahlı gruplar, Batı Libya’daki güç ilişkilerinde belirleyici aktör olma potansiyelini kaybedenler veiç savaşın sunduğu ganimetlerden faydalanmaya çalışanyabancı paralı askerlerdir. 
    Başka bir ifadeyle, Hafter’inliderliğini yaptığı cephe, kimi grupların onun liderliğinde otoriter bir rejim kurma hayaliyle, kimilerinin 2011devrimi sonrasında kaybettiği güç pozisyonunu gerielde etme hevesiyle, kimilerinin ise ekonomik kazanç veaskeri kapasite devşirme arzusuyla bir araya geldiği birittifaktır. 

    Elbette UMH çatısı altındaki ittifakta olduğugibi bu cephenin de ciddi bir zafiyeti bulunmaktadır.

Özü itibariyle her biri farklı çıkar tanımlamalarına sahipaktörlerin bir araya gelerek oluşturduğu bu yapıyı ayakta tutan şey yayılmacılıktır. Bu yayılmacılık Trablus’tadurdurulduğu takdirde Hafter’in kazandıran aktör olduğuna 
dair inancın zayıflaması ve ittifakta kopmalarınyaşanması kuvvetle muhtemeldir.
    İkinci olarak, Libya krizi uluslararası dinamikler açısından değerlendirildiğinde Hafter cephesinin daha geniş bir desteğe sahip olduğu söylenebilir. Uzun süredir BAE, Fransa, Rusya, Suudi Arabistan, Mısır ve Ürdün gibi ülkeler Hafter’in askeri ve ekonomik kapasitesinin inşasında ve onun liderliğindeki mevcut ittifakın oluşumunda belirleyici roller üstlendiler. Öte yandan UMH ile Türkiye arasında imzalanan anlaşmalar sonrasında bu ülkelere Yunanistan gibi yenilerinin eklenmesi karşısında, Türkiye de Cezayir ve Tunus’u daha fazla sahaya çekerek Hafter blokunu dengelemeye çalışmaktadır. Ankara ayrıca, Moskova ile sorunun 
çözümü konusunda doğrudan temas kurmak suretiyle, çıkar farklılıklarına sahip olduğu karşı bloku ayrıştırmaya yönelik de politika izlemektedir. 

Gerek Libya krizinin geçtiğimiz yıllardaki seyri gerekse Doğu Akdeniz’de yaşananlar, yatıştırma stratejisinin saldırganlığı bertaraf etmediğini açıkça göstermektedir. Türkiye’nin kendi kapasiteyle orantılı bir biçimde kriz alanlarının yerel ve uluslararası dinamiklerini hesaba katarak caydırıcılığını ortaya koyması ulusal çıkarları ve güvenliği açısından elzemdir.

www.setav.org 
info@setav.org 
 @setavakfi

ANKARA • İSTANBUL • WASHINGTON D.C. • KAHİRE • BERLİN • BRÜKSEL

****

19 Şubat 2021 Cuma

S-400 BASKISI

S-400 BASKISI




Armağan KULOĞLU

oakuloglu@gmail.com

19 Şubat 2021 Cuma 00:00

    S-400 Sistemi'nin satış anlaşması dört yıl önce Rusya'yla yapılmış, 2019 yılı ikinci yarısında Türkiye'ye gelmiş ve Nisan 2020'de aktif hale getirileceği beyan edilmiştir. Pandemi gerekçesiyle aktifleşmesinin geciktiği söylense de, esas olarak ABD'yle olan politik anlaşmazlık nedeniyle bugüne kadar kullanılır hale getirilememiştir. Türkiye'yle ABD arasında sorun olmaya devam etmektedir.

ABD, Türkiye'ye, Batı ve NATO standartlarıyla uyum sağlamayan bir Rus sistemini almasından dolayı CAATSA yaptırımları uygulamış, F-35 uçaklarını da vermemiştir. Hal böyleyken Türkiye, S-400 ikinci paket alımı için Rusya'yla görüşmeye devam ettiğini ve S-400'den vazgeçilmeyeceğini açıklayarak bu konuda kararlı olduğu mesajını vermiştir.

ABD kararlı görünüyor

Türkiye, başka bir şekilde temin edemediğinden, güvenlik gerekçesiyle böyle bir sistem almak mecburiyetinde kaldığını, bunun NATO sistemine bir zararı olmadığını, bu konuda görüşmeye hazır olduğunu söylemesine karşılık ABD, sürekli olarak tutumlarında bir değişiklik olmadığını belirtmektedir.

Türkiye, Yunanistan ve NATO üyesi Sovyet ardı ülkelerde de S-400'ün bir önceki modeli S-300 füzeleri bulunduğunu söylemesine rağmen ABD, yaptırımların kalkması için Türkiye'nin topraklarında S-400 bulundurmaması gerektiği ve sistemin NATO sistemleriyle uyumlu olmadığı konusunda ısrar etmektedir.

Türkiye arayış içinde

Türkiye, ABD'nin bu kararlı tutumuna rağmen, bir taraftan S-400'den tamamen vazgeçme niyetinde olmadığını belirtirken, diğer taraftan da ABD yapımı silah ve malzemenin tedarikinin sürdürülebilmesi, ekonominin zarar görmemesi, Halk Bankası davasında sıkıntıya uğramaması, Doğu Akdeniz dahil diğer sorunlu alanlardaki tepkilerin yumuşatılması için çeşitli alternatifler ortaya koymaktadır. Bloomberg'e konuşan yetkililer, S-400 konusunda tavizler vermeye hazır olduğumuzu, bunların kısıtlı olarak kullanılabileceğini söylemişlerdir.

Alternatiflerden biri Girit Modeli: Türkiye, S-400'leri Yunanistan'ın Girit'teki S-300'ler gibi kullanmayı önermiş, sistemin sürekli kullanılması yerine tehdide göre hareket edilebileceğini açıklamıştır.

GKRY, S-300'leri 1997 yılında Rusya'dan almış, ancak Türkiye'nin kararlı tutumu karşısında Yunanistan'a devretmek zorunda kalmıştır. Yunanistan da, bu füzeleri uzun süre Girit'te depoda tutmuş, son yıllarda da tatbikattan tatbikata kullanmıştır.

S-400'ler, NATO sistemine sokulmasa dahi tehdidin tırmandığı bölgeye intikal ettirilerek, kendi radarının kabiliyeti dahilinde millî olarak kullanılabilir. Millî "erken ihbar ve komuta kontrol ağı" kurulur ve bu ağa entegre edilebilirse etkinliği artar. Ancak ayrı sistemler kurulması oldukça zordur. Bu nedenle sadece tatbikatlarda kullanılmayı öngören Girit Modeli, S-400'leri elde tutarak sadece prestijimizi muhafaza etmeye yarar. Savunmaya faydası olmaz. 

Diğer bir alternatif ABD veya NATO ülkelerinden füze almak: Türkiye, Patriot veya bir başka NATO müttefikinden füze sistemi satın alınması için görüşme yapabileceğini belirterek, iş birliğine hazır olduğunu ve ABD yönetimiyle yeni bir sayfa açabileceğini söylemiştir.

Bu alternatif, sadece ABD ve NATO'yu tatmin etmeye yöneliktir. S-400'leri almamızın sebebinin, Patriotların bize, önce istenilen şartlarda, sonra da hiç verilmemesinden kaynaklandığını sürekli hatırlatmak gerekir.

Esas amaç direnç kırmak

Türkiye, S-400'lerin sınırlı kullanılmasına ilişkin bazı tavizler vererek, karşılığında yaptırımları ve kısıtlamaları engellemeyi ve Suriye'nin kuzeyindeki SDG/PYD/PKK'ya olan desteğin önüne geçmeyi düşünmüş olabilir. Ancak ABD, S-400'lerin Türkiye'de bulunmasını kabul etmemektedir. Bu konu, ABD'nin istediği gibi sonuçlanmış olsa dahi, karşımıza başka engeller çıkaracağından da şüphe yoktur.

ABD'nin amacı, Türkiye'yi kendi çıkarları yönünde hareket edecek duruma getirmek, özellikle Suriye kuzeyindeki yapıyı ve SDG'yi dayatmaktır. Bu kapsamda S-400 konusu direnç kırmayı hedeflediğinden, Türkiye'nin egemenlik meselesi haline gelmiştir. Konu aynı zamanda güvenirlik ve onur meselesidir. Bu nedenle pazarlık konusu yapılmamalı, her akla gelen, alternatif diye ortaya atılmamalı, ciddi, akılcı ve çıkarlarımızı gözeten politik argümanlar üretilmelidir.


https://www.yenicaggazetesi.com.tr/mobi/s-400-baskisi-58298yy.htm


***