21 Şubat 2021 Pazar

LİBYAYI BUGÜNLERE KİM GETİRDİ.,

 LİBYAYI BUGÜNLERE KİM GETİRDİ.,


DEVRİM SONRASI TÜRKİYE NİN LİBYA POLİTİKASI: KIRILMALAR VE RİSKLER

FURKAN POLAT*


*FURKAN POLAT 
2014 yılında Sakarya Üniversitesi Ortadoğu Enstitüsünde Araştırma Görevlisi olarak çalışmaya başlayan Furkan Polat, halen Ortadoğu Enstitüsünde Libya masasında çalışmalarını sürdürmektedir. Doktora adayı olan Polat’ın ilgi alanlarını iç savaşlardaki yerel aktörlerin güvenlik stratejileri, ittifaklar ve dış müdahale gibi güvenlik meseleleri oluşturmaktadır.

PERSPEKTİF
OCAK 2020 . 
SAYI 256

• Devrim sonrası Ankara’nın Libya politikası nasıl şekillendi? 
• Krizin yerel ve uluslararası dinamikleri açısından Türkiye’yi bekleyen riskler nelerdir?
• Libya’daki yerel ittifaklar nasıl bir görüntü sergilemekte ve kimlerden oluşmaktadır?

Libya’nın BM tarafından tanınan meşru hükümeti Ulusal Mutabakat Hükümeti (UMH) Başkanı Faiz Serrac’ın 27 Kasım 2019’da Türkiye’ye yaptığı ziyarette iki ülke arasında “Güvenlik ve Askeri İşbirliği Mutabakat Muhtırası" ile Türkiye ve Libya’nın uluslararası hukuktan kaynaklanan haklarının muhafazasını hedefleyen 
“Deniz Yetki Alanlarının Sınırlandırılmasına İlişkin Mutabakat Muhtırası” imzalandı. Özelde iki ülke ilişkilerinde genelde ise Doğu Akdeniz’deki güç mücadelesinde tarihi bir kırılma olan bu iki anlaşmayla Libya krizi, bugüne dek hiç olmadığı kadar Türkiye açısından hayati bir mesele haline geldi. Bu bağlamda Ankara’nın Libya politikasının dünü ve bugününü krizin lokal ve uluslararası dinamikleriyle birlikte ele almak, Türkiye’nin atacağı yeni adımlara ışık tutmak açısından önemlidir.
Kaddafi rejimi sonrası Türkiye’nin Libya politikasını belirleyen en temel dinamik, ülkede istikrarı tesis edecek kurumları oluşturarak ve taraflar arasında yaşanan çatışmaları barışçıl girişimlerle sona erdirerek olası bir bölünmeye engel olmaktı. Türkiye, geçiş hükümetiyle yaptığı anlaşmalar kapsamında ordu ve kolluk 
kuvvetlerinin eğitiminde üstlendiği rolle Libya’nın modern devlet kurumlarına kavuşması için ciddi bir çaba sarf etti. Ancak yerel aktörler arasındaki rekabetin lokal dinamiklerin etkisiyle çatışmaya evrilmesi ve 2014 yılındaki tartışmalı seçimler sonucunda Libya’nın fiilen ikiye bölünmesi bu çabaların sekteye uğrasına 
yol açtı. Bu tarihten itibaren Türkiye’nin odak noktası, Libya krizinin barışçıl çözümüne yönelik atılan uluslararası adımları desteklemek ve yerel aktörleri bu süreçlere dâhil etmekti. Bu bağlamda 2014’te Libya’nın Gıdamis kentinde başlayan ve Aralık 2015’te Fas’ın Süheyrat kentinde Libya Siyasi Anlaşması’nın (LSA) imzalanmasıyla sonuçlanan süreçte Türkiye, özellikle Milli Genel Kongre’nin (MGK) görüşmelere katılması için büyük çaba sarf etti. 

LSA kapsamında başkentte göreve başlaması öngörülen Ulusal Mutabakat Hükümeti (UMH) ile MGK bünyesindeki Ulusal Kurutuluş Hükümeti arasındaki krizde de yine Türkiye’nin yoğun diplomatik çabaları sonucunda anlaşmazlık, 
çatışmaya evrilmeden çözüldü. Son birkaç yıldır ise BM Libya Destek Misyonu’nun UMH ile Hafter arasındaki krizi çözmeye yönelik gerçekleştirdiği zirvelerde Türkiye mevcut pozisyonundan taviz vermeyerek barışçıl çözüm arayışlarını sürdürdü. 
Ancak geçtiğimiz yıl İtalya’nın Palermo kentinde düzenlenen zirvede yaşananlar Türkiye’nin söz konusu tavrının sonuç üretmeyeceğini açıkça gösterdi. 

İlk etapta Palermo zirvesine katılmama kararı alan Hafter’in talebi doğrultusunda UMH Başkanı Serrac, Mısır Cumhurbaşkanı Sisi, İtalya Başbakanı Conte, Fransa Dışişleri Bakanı Le-Drian, Rusya Başbakanı Medvedev ve Libya’ya komşu olan diğer ülke temsilcileri bir güvenlik zirvesi gerçekleştirmişti. Söz konusu görüşmelerde dikkat çeken husus Hafter muhalifi yerel aktörlerden katılım olmamasının yanı sıra Türkiye ve Katar gibi krizin çözümünde kritik rol oynayabilecek ülkelerin de görüşme dışında bırakılmasıydı. 

Hafter’in bu yaklaşımı Palermo Konferansı’nı Libya krizini sona erdirmeyi amaçlayan barışçıl bir girişimden ziyade uluslararası güç mücadelesinin sergilendiği bir platforma dönüşmesine yol açtı. 

KIRILMA NOKTASI: PALERMO KONFERANSI

Türkiye’nin Libya siyaseti açısından Palermo Konferansı’nın bir kırılma noktası olduğunu söylemek mümkündür. Zira Hafter cephesini destekleyen uluslararası aktörlerin konferans esnasındaki tavrı, krizin barışçıl yollarla değil güç kullanarak aşılmasının hedeflendiğini açıkça ortaya koyuyordu. Bu zirveden yaklaşık 
dört ay sonra söz konusu hedefin bir yansıması olarak Hafter liderliğindeki cephe başkent Trablus’u ele geçirmek için bir operasyon başlattı. Yaklaşık yedi aylık süre içerisinde UHM’ye bağlı gruplar önemli bir direniş sergilese de Wagner Grubu’na ait savaşçıların Trablus’taki cephe hattına intikali ve BAE/Mısır’a ait savaş uçaklarının hava saldırıları direncin kırılmasına neden oldu. Bu durum Türkiye’nin Libya siyasetinde yeni bir dönemin başlamasına ve daha fazla askeri angajmanın kaçınılmazlığına yol açtı. 

Libya krizi kendi iç bağlamının ötesinde Doğu Akdeniz’deki güç mücadelesi açısından oldukça önemlidir. 

Zira bu bölgede oluşturulmaya çalışılan Türkiye karşıtı fiili durumu bertaraf edebilmek Libya’da belirleyici aktörlerden biri olmaktan geçmektedir. Bölgede Libya dışındaki alternatiflerle benzer bir ilişki kurmak çok daha maliyetli ve kompleks olması nedeniyle gerçekçi değildir. Örneğin Doğu Akdeniz bağlamında 
Türkiye’nin Mısır’la masaya oturması için başta Sisi rejimiyle yaşanan siyasi krizler olmak üzere Katar krizi, 
BAE ve Suudi Arabistan gibi faktörleri dikkate almak zorunda kalacaktır. Bir başka seçenek olarak Yunanistan ve Güney Kıbrıs’la görüşerek Doğu Akdeniz’deki mevcut anlaşmazlıkları giderme yolunu tercih etse, Ege ve Kıbrıs sorunu gibi çok daha derinlikli meselelere dair çeşitli tavizler vermek zorunda kalacaktır. Benzer durum İtalya ve Fransa gibi AB üyesi devletlerle ilişkiler için de söylenebilir. Dolayısıyla mevcut konjonktürde Türkiye’nin Libya dışındaki seçenekleri değerlendirmeye alması köklü bir dış politika değişimini ve bu bağlamda bir takım tavizleri beraberinde getirecektir. 

Öte yandan uzun süredir iç savaş yaşayan Libya ise krizin iç ve dış dinamikleri nedeniyle Türkiye açsısından bazı riskler barındırmaktadır. 

     İlk olarak krizin iç dinamiklerine değinmek gerekirse, 2014’ten günümüze 
çeşitli aralıklarla devam eden savaşın iki farklı ittifak arasında cereyan ettiğini belirtmek gerekir. Çatışmanın tarafların biri olan ve UMH çatısı altındaki grupların başta Misrata ve başkent Trablus olmak üzere Zintan, Tacura ve Libya’nın batısındaki diğer kentlerden gelen milislerden oluştuğunu görmekteyiz. Bu ittifak açısından Hafter’in Trablus operasyonunun varoluşsal bir tehdit olması ittifakın en güçlü özelliği olarak zikredilebilir. 

Söz konusu gruplar arasında 4 Nisan öncesinde ciddi çatışmaları ve güvenlik ikilemlerinin yaşandığı göz önüne alındığında, Hafter tehdidinin bertaraf edilmesi sonrası bu ilişkinin barışçıl bir biçimde sürmesi konusunda sorunlar yaşanabilir. Özellikle başkenti uzun süre kontrol altında tutan gruplarla Türkiye ile yakın 
ilişkilere sahip Misratalı gruplar arasında 2018 yılında çatışmaya evrilen rekabetin yaşandığını düşünürsek, Hafter karşıtlarının bütüncül/hiyerarşik bir yapı altında bir araya geldiklerini söyleyemeyiz. Bu durumda Türkiye’nin UMH çatısı altındaki grupların bir arada tutulması konusunda çaba sarf etmesi gerekecektir.

   Hafter penceresinden Libya krizinin yerel dinamiklerine bakıldığında durumun bu ittifak için de farklı olmadığı söylenebilir. Hafter’in liderliğini yaptığı ittifak üç farklı bileşenden oluşmaktadır. 
    Bunlar; Hafter’e sadakatiyle öne çıkan ve genel itibarıyla Libya’nın doğusundan gelen silahlı gruplar, Batı Libya’daki güç ilişkilerinde belirleyici aktör olma potansiyelini kaybedenler veiç savaşın sunduğu ganimetlerden faydalanmaya çalışanyabancı paralı askerlerdir. 
    Başka bir ifadeyle, Hafter’inliderliğini yaptığı cephe, kimi grupların onun liderliğinde otoriter bir rejim kurma hayaliyle, kimilerinin 2011devrimi sonrasında kaybettiği güç pozisyonunu gerielde etme hevesiyle, kimilerinin ise ekonomik kazanç veaskeri kapasite devşirme arzusuyla bir araya geldiği birittifaktır. 

    Elbette UMH çatısı altındaki ittifakta olduğugibi bu cephenin de ciddi bir zafiyeti bulunmaktadır.

Özü itibariyle her biri farklı çıkar tanımlamalarına sahipaktörlerin bir araya gelerek oluşturduğu bu yapıyı ayakta tutan şey yayılmacılıktır. Bu yayılmacılık Trablus’tadurdurulduğu takdirde Hafter’in kazandıran aktör olduğuna 
dair inancın zayıflaması ve ittifakta kopmalarınyaşanması kuvvetle muhtemeldir.
    İkinci olarak, Libya krizi uluslararası dinamikler açısından değerlendirildiğinde Hafter cephesinin daha geniş bir desteğe sahip olduğu söylenebilir. Uzun süredir BAE, Fransa, Rusya, Suudi Arabistan, Mısır ve Ürdün gibi ülkeler Hafter’in askeri ve ekonomik kapasitesinin inşasında ve onun liderliğindeki mevcut ittifakın oluşumunda belirleyici roller üstlendiler. Öte yandan UMH ile Türkiye arasında imzalanan anlaşmalar sonrasında bu ülkelere Yunanistan gibi yenilerinin eklenmesi karşısında, Türkiye de Cezayir ve Tunus’u daha fazla sahaya çekerek Hafter blokunu dengelemeye çalışmaktadır. Ankara ayrıca, Moskova ile sorunun 
çözümü konusunda doğrudan temas kurmak suretiyle, çıkar farklılıklarına sahip olduğu karşı bloku ayrıştırmaya yönelik de politika izlemektedir. 

Gerek Libya krizinin geçtiğimiz yıllardaki seyri gerekse Doğu Akdeniz’de yaşananlar, yatıştırma stratejisinin saldırganlığı bertaraf etmediğini açıkça göstermektedir. Türkiye’nin kendi kapasiteyle orantılı bir biçimde kriz alanlarının yerel ve uluslararası dinamiklerini hesaba katarak caydırıcılığını ortaya koyması ulusal çıkarları ve güvenliği açısından elzemdir.

www.setav.org 
info@setav.org 
 @setavakfi

ANKARA • İSTANBUL • WASHINGTON D.C. • KAHİRE • BERLİN • BRÜKSEL

****

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder