11 Aralık 2020 Cuma

" BU İŞTE BİR MİT YENİĞİ Mİ VAR ? "

" BU İŞTE BİR MİT YENİĞİ Mİ VAR ? "



Kıvanç Değirmenli
OYUN BOZAN
25 EKİM 2004


" Dünyanın gerçek sırrı, Görülebilir olandadır; Görülmeyen de değil! " 
Oscar Wilde


Biliyor muydunuz?

    NATO sembolünün Yeni Ahid'i Yazan 4 Evangelisti ve Alşimist-Okulist gelenekte yeralan 4 temel elementi simgelediğini ve bu 4'lü Haç'ın gösterdiği misyon çerçevesinde dünyanın dört bir yanına asker gönderen NATO'nun üslerinde aynı zamanda Asker Misyoner Papazlar olduğunu...

Kaynak: Aytunç Altındal / Gül ve Haç Kardeşliği

Can Ataklı Star gazetesinde yayınlanan Oyun Bozan köşesine son verdiğinde tarih 15 Kasım 2003'tü.
O gün çıkan yazı; yarısı sansürlenmiş şekilde yayınlandı. Sonuna bize ait olmayan; "Star'daki yaklaşık 2 aylık beraberliğimiz burada bitiyor. Hoşça kalın" ifadesi eklenerek okuyucularımızla iletişimimiz kesilmiş oldu.

" Bu İşte Bir MİT Yeniği Var mı? " başlıklı sansürlenen yazıyı okumak için tıklayın
Oyun Bozan köşesi aracılığı ile; ABD Büyükelçisi'nin yaptığı temaslardan; Fettullah Gülen'in Türkiye'ye dönüş planlarına kadar bir çok deşifrasyonu gerçekleştirdik.

(Zaman'a manşet olan Fettullah Gülen röportajları serisi geçen sene yapıldığı halde ancak bu sene yayınlandı. Sebebi; Gülen'in Türkiye'ye dönüş planının deşifre olması idi)

Kandil dağı sosyolojisi üzerine kalem oynatmadığımız, AB'ye karşı "ev ödevlerin den"  söz eden yazılara imza atmadığımız dan,; kısacası suya sabuna dokunmadan birilerine zemin hazırlayan yazıları yazmadığımız dan olsa gerek; bu kadar deşifrasyonu bünye kaldıramadı ve köşemiz sansürlendi.
Bizi sansürleyenler çok fazla geçmeden kendileri de ciddi bir sansürle karşı karşıya kaldılar.
Cem Uzan'ı yaklaşan operasyon ve sonuçlarından kurtarabileceğini düşünenler; o günlerde patronları adına harıl harıl görüşme yapmakla meşguldüler. 

Başbakanlıktan; Ankara'da Sheraton oteline kadar bir çok mekan Cem Uzan ve ekibinin ümit dolu vaatlerle sırtlarının sıvazlandığı sahnelere sahne oldu.

Bandı daha da geriye sardığımızda ise; Fatih Çekirge gibi isimler aracılığı ile, Cem Uzan'a; "Ağustos'ta darbe olacak, parti kur, AKP'ye yüklen" mesajları yollayanları görüyoruz.

Liderler ve çevresindeki danışmanların öneminin en güçlü iki kanıtı bu sürecin sonunda karşı karşıya getirildiler ve Cüneyt Zapsu/Egemen Bağış/Ömer Çelik gibi "veri filtrelerine" sahip Tayyip Erdoğan ile Fatih Çekirge/Can Ataklı/Engin Saydam gibi "veri filtrelerine" sahip Cem Uzan kontrol edemedikleri bir arenaya sürüklendiler.
Gücünü aklı ile dengeleyemeyen Cem Uzan'ın defteri ; görünürde AKP hükümeti, perde arkasında ise, artık "Uzan Operasyonuna" ihtiyacı kalmayan güçler tarafından kapatıldı. 
"Oyun Bozan" işte bu süreçte yayından kaldırıldı. 
Şimdi yeniden karşınızdayız. 
Vatanımıza yönelik tarihin en kapsamlı ve boyutlu saldırılarından biri ile karşı karşıya olduğumuz bu dönemde; Oyunu Bozmak ve yeni bir oyun kurmak zorundayız. 
Oyunu Bozmanın ilk safhası deşifrasyondur fakat deşifrasyon hiç bir zaman; bu ülkenin beyinlerinin yılgınlığa düşmesi ve "elimizden geleni yaptık ama ne yapalım her yerdeler" duygusunu yaratmaya hizmet etmemelidir.
Oyunu Bozarken; yeni ve daha güçlü bir karşı oyun kurmanın dinamiklerini de beraberinde yaratmalı ve önümüzdeki haritayı doğru etüd etmeliyiz; bu harita üzerine kendi güçlerimizi konuşlandırmadan önce. 
Sizleri hep beraber bu oyunu bozmaya ve Türkiye için yeni bir karşı oyun kurmaya davet ediyoruz.

Yolumuz açık olsun.

Kıvaç Değirmenli
***

NOKTA'DAN ERTUĞRUL'A BEKLEDİĞİ PAS GELDİ


NOKTA'DAN ERTUĞRUL'A BEKLEDİĞİ PAS GELDİ 


Kıvanç Değirmenli
OYUN BOZAN
26 EKİM 2004
"Düşman bir Kaos içindeyse, Kendi kendini yener"
Sun Tzu Savaş Sanatı


Biliyor muydunuz?

Bir kaç bin satan "Agos" isimli gazetesinde "Hoş Gidişler Ola" manşeti ile AB raporunu Ermeni Milliyetçiliği adına kutsarken Mustafa Kemal ile dalga 
geçme hatasını işleyen Hrant Dink ismli şahsın; 21 Mart 2003 yılında Los Angeles merkezli "İstanbul Ermenileri Organizasyonu" isimli kuruluş tarafından 
ödüllendirildiğini ve Cengiz Çandar ile birlikte ABD'de " Ermeni Soykırımı " konferanslarına katıldığını

Kaynak: Serdar Kuru / Türkiye Dönüştürülürken,
 
Hürriyet gazetesinin iki baş yazarı; Türkiye'de devletin bölünmüşlüğünün de sembolü gibi duruyor karşımızda.

Biri Oktay Ekşi...İfadesi ve duruşu ile; Cumhuriyet'in ve bu ülkenin temellerini "moda" hezeyanlar uğruna tartışmak gibi bir gaflete düşmeyecek kadar bilinçli; hataları ve sevapları ile köklü bir yazar...

Diğeri Ertuğrul Özkök.. Komili'nin Zeytinyağı'ndan, İzmir'deki bilinçaltı anılarına kadar kendi "trendlerini" topluma yamayacak kadar narsist ve "değişim" adına gittiği yöne değil, pahalı şaraplarını yudumlayabildiği sürece bindiği kayığın konforuna bakan bir isim...

Biri AB raporunu; Türkiye adına masaya yatırıp; rapordaki tuzakları Hürriyet'in ana sayfasından deşifre edecek kadar gazetesinin çizgisine muhalif...
Diğeri; Kandil dağına muhabir yollayıp, PKK'lı terröristleri milletin gözüne "gitar çalan sevimli kızlar" portresi ile sokacak kadar kıblesini kaybetmiş bir "kalem"...
İşte bu Ertuğrul Özkök'ün ara sıra "tabu yıkan" yazılarına tanık olursunuz. 
Geçen aylardan bir tanesinde yine bu tarz bir yazı kaleme almış ve " MİT Başkanı ile hiç tanışmadığından" tutun da, " Hürriyet'in devletin gazetesi olduğu "na kadar bir çok inci ile süslediği satırların arasına; Hürriyet'in " Türkiye Türklerindir " motosunu da konu etmiş ve bunun değişmesinden kaleminin ucu ile söz edivermişti.

Ertuğrul o sırada bu konudan kaleminin ucu ile bahsedince not almayı ihmal etmedim. 

Ne de olsa Ertuğrul; özel mahzenini şişesi 400 dolar olan şaraplar ile o ince kalem darbeleri sayesinde dolduran bir "üstad" olduğu için; elbet bu kalem darbesinin de birileri için bir anlamı olmalıydı.

Ve beklenen an geldi...

Bu hafta çıkan Nokta'nın kapağına bir bakın...
Nedense artık AB'nin yıldızları olmadan resmedilmeyen bayrağımızın fon rengine; Hürriyet'in Atatürk'lü logosu bayrak rengi siyaha dönüştürülerek yerleştirilmiş ve altına bakın neler yazılmış...
"Türkiye Türklerindir; Kürtlerindir, Sünnilerindir, Alevilerindir, Çerkezlerindir, Lazlarındır, Boşnaklarındır, Rumlarındır, Ermenilerindir, Yahudilerindir, Süryanilerindir, Pomaklarındır, Gürcülerindir, Tatarlarındır"
Bu tür fütursuzluklar zamanında devletin derinlerinden duyduğum bir cümleyi hatırlatıyor : "Bırakın bölsünler, zamanı gelince hepsini toplarız". 
Türkiye'yi önüne gelene paylaştırmak konusunda bu kadar bonkör davranan Nokta'da; "GAP ve İsrail" kapağından sonra gerçekleşen ekip değişiminin aynı anda hem İsrail'in siyonist emellerine, hem de AB'nin bölücü emellerine bu kadar hizmet ediyor olduğunu görmek gözümüzü yaşartmıyor değil.
Fakat bu kapağın bir diğer özelliği var...
Nokta Dergisi; Ertuğrul Özkök'e uzun zamandır beklediği pası atıyor...hani şu ufak kalem darbesi ile " Hürriyet'in motosunu tartışmaya açmak için pas bekliyorum" diyen Ertuğrul...

Şimdi açılacak perdeyi izleyin sevgili okuyucular...

Yakın bir gelecekte Ertuğrul Özkök; Nokta'nın kapağına gönderme yaparak ve dolayısı ile böyle bir tartışmayı tek başına açma yükünden kurtularak; Hürriyet'in "Türkiye Türklerindir" motosunu tartışmaya açacak...
Gerisini siz düşünün...
Hürriyet'teki iki başyazarın Türkiye'de devletin bölünmüşlüğünün de göstergesi olduğunu söz ederek başlamıştık yazıya...
Devlet; küresel güçlere senkron kadrolarla, küresel güçlerle asenkron kadrolar arasında ayrışırken; 
Ertuğrul'un yazıları ile Oktay Ekşi'nin yazılarını yanyana okumaya devam edin.
Çok şey öğreneceksiniz. 

K.D

***

KALICI EBLEHLİK ÜZERİNDEN GÜNCEL DEZENFORMASYONLAR

            KALICI EBLEHLİK ÜZERİNDEN GÜNCEL DEZENFORMASYONLAR.,


Kıvanç Değirmenli
OYUN BOZAN
27 Ekim 2004
 
"Savaş Hiledir"
Hz. Muhammed

Biliyor muydunuz?

1500'lü yılların başında İspanyol şifrecilerin; Fransızların yaydığı "asla kırılamaz" dezenformasyonuna güvenerek tek alfabeli yerine koyma yöntemi ile şifrelemeye devam etmeleri sonucu onlarca yıl şifrelerinin Fransa ve Vatikan tarafından okunduğunu ve bu dezenformasyonun bugün ABD tarafından yayılan "128 bit ve üzeri şifrelemeler asla kırılamaz" dezenformasyonu ile çok benzeştiğini..
 
Toplumlar arası "eblehlik farkı" dezenformasyonunkaynağını tespit etmek için yararlı. 

"Emperyalizme Tek Raporla En Fazla Hizmet Eden Akademisyen Ödülü" Baskın Oran'a mı, Fikret Başkaya'ya mı verilmeli ? 
"Azınlık" raporu ile TSK'nın tepkisizliği toplumun gözününiçine sokulmuş oldu. 
Akşam durup dururken; "Da Vinci"'yi , Hristiyanlığın Şeytan Ayetleri başlığı ile niye ana sayfaya taşıdı? 

Katoliklerle İşbirliğini  Savunan yazar kim?

Bir ülkede gerçekleştirilen dezenformasyonun kalitesi; o ülke insanının da eğitiminin ve bilinçinin de bir göstergesidir. 

İnsanlar eğitimli ve bilinçli ise; dezenformatif güçlerin işi daha zordur ve kamuoyunu yanlış yönlendirmek için daha fazla çaba göstermek, daha dolaylı yolları kullanmak zorundadırlar. 

Millet ne kadar eblehleşirse; dezenformatif güçlerin de işi o kadar kolaylaşır. 
Bilinçli veya eğitimli olduğundan değil ama; yüzyıllardır binlerce oyunun döndüğü bir coğrafyada yaşamanın getirdiği reflekslerden; içselleştirdiği "şark kurnazlığının" verdiği avantajlara kadar Türk millleti üzerinde dezenformasyonun niteliği ile; Bush gibi bir adamı seçen ve hala yeniden seçmeye çok yakın olan ABD milleti üzerinde gerçekleştirilecek dezenformasyonun niteliği de bu nedenle farklı olmalıdır. 

Bu nedenledir ki; 

"Enerjisiz Kalacağız" manşetlerinin atıldığı günlerde aynı zamanda E-5'teki ışıkların günlerce kapatılması ve hemen ardından Türkiye'yi gaza boğan milyarlarca dolarlık doğalgaz boru hatları ve santralleri ihalelerine girilmesini bu ülkede kimse yutmadı. 
Milletin; cebinden milyarlarca doların alınıp; Rusya bağlantılı enerji tekellerine sifonlamasına tepki vermemesinin sebebi "dezenforme" olması değil; uyuşmuşluğunun göstergesi idi. 
Fakat; ABD'deki bir elektirik kesintisi ve bir kaç "sarı bülten", "turuncu bülten", "teröristler kapımızda" açıklaması ile toplumun bütün dinamikleri bir gecede değiştirildi.


Bu nedenledir ki;

Türkiye'de; hiç bir zaman; Eski MİT Başkanı'nın Başbakan, eski Genelkurmay Başkanı'nın Dışişleri Bakanı, Genelkurmay Başkanı'nın oğlunun Telekomunikasyon Kurumu Başkanı, Holding Yönetim Kurulu üyelerinin Başkan Yardımcısı ve bakan olduğu bir sistemi millete demokrasi diye yutturamazsınız. 

ABD'de ise bırakın demokrasiyi diye yutturmayı; bu sistemi yeniden seçtirebilirsiniz bile. İşte bu yüzden; tepkisizlikten nasır bağlamış bu toplumun ölüsünü bile, ABD milletinin en uyanık haline değişmemek gerekir.
Toplumlar arası eblehlik farkının dezenformasyon kalitesinde yarattığı fark; sözkonusu Türk medyası olunca çok işe yarıyor.
 
Türk medyası üzerinden yaratılan fırtınaların hangilerinin dış, hangilerinin iç kaynaklı olduğunu "eblehlik farkı" testine tabi tutarak çok rahat tespit edebilirsiniz. 

İki örnek üzerinden konuşalım.

Bir tanesi; günlerdir tartışılan Başbakanlık İnsan Hakları Danışma Kurulu'nun yayınladığı "Baskın Oranındır" tarzı rapor.
 
Dünya tarihinde "emperyalizme tek bir raporla en fazla hizmet eden akademisyen ödülü" verilecekse; Baskın Oran, Huntington ve Fukuyama gibi abilerinin ardından bir mansiyonu kesin hakedecektir. Tabi; yazdığı raporu; Fikret Başkaya'nın "paradigmanın iflası" isimli kitabından ciddi anlamda esinlenerek yazdığı ortaya çıkarsa ödülünü elinden alıp, Başkaya'ya verebilirler ama sonuçta küresel güçler açısından bir şey değişmez. 

Bu raporun basına düşmesi ile birlikte; ortaya bir de; "akademisyenin densizliği/zamansızlığı " havası da yayıldı ve Başbakan'dan Abdullah Gül'e kadar hükümet üyelerinin nasıl da bu rapora karşı oldukları konuşulmaya başlandı.
Hükümet bir yandan raporun sorumluluğundan sıyrıldı, bir yandan da raporun içeriğinin kamuoyunda tartışılmasına vesile oldu. Ve tabi tepkisizlikten nasır bağlayan Türk Silahlı Kuvvetleri'nin buna bile tepki göstermeyeceğini ve sineye çekeceğini test etmiş oldu. (Pentagon'un "TSK'nın tepkisi sinirlenmekten öteye geçemez" tespiti ne kadar da doğruymuş. Adamlar; doktrine ettikleri kurumu bilmeyecek de biz mi bileceğiz. ) 

Bir yandan raporu kamuoyuna salıp; bir yandan da "habersizdik" havası yaratmak; Türk Milleti'ni tanıyanların yarattığı bir dezenformasyon dalgasıdır. 
İkinci örnekte ise; karşımızda Akşam gazetesinin dünkü nüshası duruyor. 
Akşam; durup dururken ana sayfasından "Hristiyanlığın Şeytan Ayetleri" başlığı ile Dan Brown'un şu ünlü "Da Vinci Şifresini" yeniden gündeme getirdi ve bu kitabın Hristiyanlığın yüzlerce yıllık temel öğretilerini sarsmasından ve "paganizmi yani putperestliği" övmesinden şikayetçi oldu.

Bunla kalsa kurtulabilirlerdi belki ama; bir de bu habere yorum olarak; yarım sayfa, Patrikhane ile hayli yakın ilişkilere sahip Prof. Hatemi'nin "bu kitap Katolikliğe karşı ısmarlanmıştır", "Opus Dei'nin mafya ile ilişkisi yoktur" gibi ifadelerini içeren yorumlarını ekleyince Akşam'ın dezenformasyon çabası gittikçe anlamsızlaştı ve eblehleşti. En azından hastanelik ettikleri ve Da Vinci'yi Türkiye'nin gündemine ilk kez taşıyan Serdar Turgut'un yorumunu hap kadar vermeselerdi. 

Aylar önce çıkan bir kitabı yeniden ana sayfaya taşımanın anlamsızlığını bırakın; %99'u müslüman olan bir ülkede; "Hristiyanlık Elden Gidiyor" kaygısını dile getirmenin bize ne faydası olduğunu anlamak imkansız. 

Ama belki size bir ipucu verebiliriz.

Bu haberin hemen yanıbaşında "MİT'e Arman Suar mı Geliyor?" başlığı ile "MİT'in Yeni Başkanı Kim Olacak?" spekülasyon denizine katkıda bulunan Güler Kömürcü'nün haberini görüyorsunuz. 

Bu noktada aklıma; Güler Kömürcü'nün Teşvikiye'deki "cafe"lerde yaptığı sohbetlerde kullandığı "Katolikliğe destek olmalıyız, onlarla işbirliği yapmalıyız" şeklindeki yorumları geliyor...

Sonra sabah haberlerinde Karamehmet'in temerrüte düşen ödemesini gerçekleştirdiğini dinliyorum...

Yurdum baronlarının çıkış yolları bulmak için aynı anda hem Katoliklerle, hem şeytanla aynı yatağa girmesi konusunda yeteneği ile bir kez daha gurur duyuyorum. 

Aynı yeteneği bir de dezenforme ederken gösterseler...

ASKERLEŞEN ENTELLEKTÜELLER., ENTELLEKTÜELLEŞEN ASKERLER., SALAK YERİNE KONAN MİLLET.

ASKERLEŞEN ENTELLEKTÜELLER.,  ENTELLEKTÜELLEŞEN ASKERLER.,  SALAK YERİNE KONAN MİLLET.


Kıvanç Değirmenli
OYUN BOZAN

28 Ekim 2004 Perşembe

"Oh, Şimdi rahatladım. Uyuyan dev artık uyanacak" Pearl Harbour sonrasında Churchill

Biliyor muydunuz?

İspanya'da " Ya vaftiz Ya ölüm " sloganı ile Hristiyanlığa zorlanan Yahudilerin (Konverso) zamanla çoğalması sonucu İspanya'da yahudi kanı taşınmayan asil aile kalmadığını ve "Yeni Hristiyanların" devlet içinde bu kadar yükselmesinin, halkta infial uyandırması üzerine, Papa V. Nicholas'ın konversoların devlet memuru olamayacaklarını ilan ettiğini

Kaynak: İsrail Ulusu'nun Tarihi / Moshe Sevilla - Sharon / Yeruşalayim 1981
 
NATO'nun güvenlik konsepti; entellektüeli " Terör " Paranoyasına alet olma yolunda askerleştirirken; askeri, " Terörle mücadele"de küresel güçlere hizmet etme yolunda entellektüelleştirir ve Milli reflekslerinden sıyırır

Askerin Silahına davranmadığı olayların listesini hiç yaptınız mı?

Harp Akademileri'nde Emperyalizm başlığı altında ABD niye es geçilir?

İki gün önce medyada sadece Yeni Şafak'ın; o da köşede iki üç satır gördüğü bir haber gözlerden kaçtı...

Hak ve Özgürlükler Partisi (HAK-PAR)'ın Genel Başkanı Abdülmelik Fırat; dünyanın en imtiyazlı teröristi Öcalan'ın talimatı ile kurulduğu belirtilen Demokratik Toplum Hareketi'nin başarılı olması için "Öcalan Konsepti"nden kurtulması gerektiğini söyledi.

Fırat'ın esas çarpıcı cümlesi sonda saklıydı : 

"Öcalan konsepti ile devam ederse DEP ve DEHAP gibi olur. Öcalan derin devletle çalışır. Öcalan, Özel Harp Dairesi ve Gladyo ile ilişkili biridir"

Normal şartlarda, küresel güçlerin Pravda'sı şeklinde bir medyaya sahip olmayan bir ülkede bu cümle gündemin merkezine otururdu.

Bu demeçle eş zamanlı olarak, sürekli "derin devletle" bağlantılı olarak anılan DYP Lideri Ağar'ın verdiği bir röportajda; PKK ve Öcalan'ı yoketmek için İsrail'den alınan silahlara 50 milyon dolar ödendiği bilgisi tazelendi.

Bu iki demecin verildiği ülkede;

a) Leyla Zana isimli terörist beslemesi Yeşil pasaportu ile ülkenin VIP salonlarını; yine yeşil pasaport ile yurtdışında genellikle NATO toplantılarına giden askerler ile paylaşıyordu. 
b) Dünyanın en imtiyazlı teröristi Öcalan'ın avukatlarına, adaya daha rahat gidip gelsinler diye gemi tahsis edilmişti
c) Başbakan; 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı'nda; Avrupa Anayasası'nı imzalamak bahanesi ile Ankara'da değildi.
d) Prens Charles; iki cümlesinden birini sürekli "Birleşik Krallık" ifadesi ile süslediği ve "dinlerarası diyalog"dan sözettiği demeçler vere vere Mardin'i dolaşmakta idi
e) Ve tabi "diyalog" ile "diabolik" güçlere hizmet edenler; ülkeye geri dönüşünün zeminini hazırlamak için iftar yemeği taarruzuna geçmişti. 
Ülkemizin güzelliği; "akıllara ziyan" listesini her gün farklı maddelerle yenileme ve hiç bir zaman kendinizi tekrar etmeme lüksüne sahip olmanız. 
Normalde; bu ülkenin, vatanını seven, hatası ve sevabı ile ülke kaygısı ile çalışan kadrolar tarafından millet adına yönetildiğini inanıyorsanız; yukarıdaki tarzda tablolar size her gün saç baş yoldurabilir. Akıl sağlığınız açısından bu tür varsayımlardan bir an önce sıyrılmanızı tavsiye ederiz. 
Neticede size ait olması gereken bu ülkenin ; 
Entellektüelleşmiş askerlerin silahı, askerleşmiş entellektüellerin kalemi tuttuğu ve bu ikisinin de küresel planlar doğrultusunda yönlendirildiği bir NATO konsepti ülkesi olduğunun idrakine varırsanız; hem Akıl sağlığınızı korur; hem de bu Devleti ve ülkeyi tekrar sizin yapmanın dinamiklerini daha iyi kurgularsınız. 

Bu noktada; 
Bu ülkede onbinlerce şehidimize ve canımıza malolan PKK senaryosunun ve bunun çözülmesi ile birlikte geliştirilen kürtçülük akımının arka planını çok iyi okumanız gerekiyor...
Bunun için önünüze kağıt kalem alın ve bu ülkede askerin silahını çekmediği olayların bir listesini yapım : 

a) Öcalan'ın getirilişi sonrasında; birden "biz bu konuda duygusalız" diyerek "demokrasi" adına Öcalan'ın asılması için tavır koymayan...
b) Süleymani'ye de; kendisini doktrine eden müttefiki başına çuval geçirirken ve geçirdikten sonra en ufak bir karşı hamle bile yapmadığı gibi hala "müttefiklik" ilişkisini sürdüren...
c) Limanları ve havaalanları hem Irak işgali öncesinde, hem de şimdi, ABD'nin lojistik üssüne dönüşürken; ABD askerinin üstünü arayan binbaşısının görev yerini değiştirecek kadar omurgası zedelenmiş ve "ne yapalım İskenderun limanı valiliğin kontrolünde" demeci verecek kadar halkını salak yerine koyan...
d) Yıllarca milletin başını "irtica" diye ütüleyip, ondan sonra "irtica" yaygarası ile iktidara taşınan AKP kadroları, ABD-AB-İsrail üçgeninde ülkeyi federal bir kaosa sürüklerken şiirsel bir suskunluğa bürünen..
e) Kuzey Irak'a tek bir helikopter bile sokamadığı halde milyarlarca dolarlık tank ve AWACS ihalelerini masaya yatıran; Telafer'de onlarca sivil ABD tarafından katledilirken gıkı bile çıkamayan ve buna rağmen hala medyaya, "NATO tatbikatında birinci olan Özel Kuvvetler" haberleri servis edecek kadar düştüğü durumun farkına varmayan "sizin" askeriniz.
Bu noktada; bu anlayıştan kurtulunmadığı sürece, babanız olsa tanımamak, her vatanseverin görevidir. Bu yazıyı görevi gereği okuyanlar kusura bakmasınlar ama dost acı söyler. 
Bizim kusurumuza bakacaklarına; açıp Harp Akademileri'nde okutulan kitaplarda emperyalizmle ilgili bölümlere bir göz atsınlar.
Bu ülkenin subaylarına emperyalizm başlığı altında İngiltere dahil bir çok ülkenin politikalarının anlatıldığını görecekler. 
Neyi göremeyecekler dersiniz : tabiki ABD'yi.
Emperyalizmi okuturken; ABD'yi es geçen bir anlayışın bu ülkenin güvenlik politikasını üretmesi mümkün değildir.
Bu milletin tarihsel misyonuna ve bağımsızlık özlemine cevap verebilecek anlayışa ve güce sahip olması da...
Bu arada; çağdaşlaşmayı, astsubayın altındaki arabanın modeli ile ölçmediğimizi ve Atatürk'ün muasırlaşma derken de, Avrupa'nın Opel, ABD'nin Ford fabrikalarını işaret etmediğini belirtmeyi zul sayarız ; 

Askerleşen entellektüellerimize de, entellektüelleşen askerimize de...

K.D.
 

EMLAK DEĞİL SEVGİLİ GİBİ BİR VATAN

EMLAK DEĞİL SEVGİLİ GİBİ BİR VATAN


(29 Ekim 2003'te Star'da Yayınlanan Yazı) 

Kıvanç Değirmenli
OYUN BOZAN
29 Ekim 2004 Cuma
 
100. Yıl Mutabakatı.,

" Belki dünyanın en güzel vatanı değilsin ama., !
Ama ben yine de seni çok seviyorum "

Filistin Kurtuluş Örgütü kamplarının girişinde yazan yazı

Eski İstihbarat başkanlarının Başbakan, Eski Genelkurmay Başkanlarının Dışişleri bakanı olduğu bir sisteme ve DYP-ANAP kadar birbirinden ayrışmayan iki parti ile demokrasiye sahip olduğunu zanneden bir kamuoyuna sahip olabilirdiniz...

ABD'de kızılderili sorunu, Almanya'da Nazizm bizim, kürtçülüğü, İslamcılığı tartıştığımız kadar tartışılsa o ülkelerin hali nice olurdu.

Ertuğrul Özkök gibilerine o kadar da kızmayın; her halükarda William Safire, Daniel Pipes gibilere on basarlar.

Mustafa Kemalleri'de , Mehmet Akif'leri de yeniden aynı hedef doğrultusunda harekete geçirmenin zamanıdır.

Herkesin ülkeye "denize nazır Türkiye arazisi, kat karşılığı küresel müteahhite verilir" muamelesi yaptığı bir dönemde yaşıyoruz..
Kimi; ülkenin yıllardır oluşturduğu değeri, "Aria'ya verdik" diyebiliyor, babasının malını devreder edasında...
Kimi; "tüccar zihniyet" abidesi, "ben cebime giren paraya bakarım" diyor 40 milyon dolarlık arazileri bir kaç milyon dolara yandaşı sermayedarlara peşkeş çekerken..
Ülkeyi; dünyanın en pahalı elektriğine mahkum edecek altyapıları dışa bağımlı olarak kurarken içi sızlamadığı gibi, bir de utanmadan "vizyondan" sözedenler bile var...
Başına çuval geçirenlerle aynı masaya oturup, ülke çıkarlarını pazarlık etmeyi "müttefiklik gereği" ve "ülke yararına" olduğunu savunanları gördüğümüz gibi.
Bazıları var; Atatürk'ün adını kullanıp orduya davetiye çıkarıyorlar, nasıl bir provokasyona geldiklerinin bilincinde olmadan, En yüksek tepelerde oturanlar bile alet oluyor, ülkeyi kamplara bölme oyununu bıkıp usanmadan oynayan odakların oyununa; 
Hatta gözlerinizle görüyorsunuz; üstün idealler ve yeni politik vizyonlar adına, dış güçlerin himayesinde ülkede toplumsal mühendislik çalışmasına girişenleri.
En vahimlerine medyada rastlıyorsunuz; ekranlara çıkıp, pişkin pişkin sırıtarak, "Türkiye, Türklere bırakılamayacak kadar önemli bir ülkedir" diyecek kadar ebleh entel pozisyonunda ahkam kesiyorlar hegemon güçlerin adına.
Böyle bir ülkede 29 Ekim'i kutlamak zorundayız.

Ama ümitsizliğe gerek yok. Düşünün; her şeye rağmen;

88 IQ'ye sahip ve Haçlı Seferleri gibi abuk subuk laflar eden, Kültürsüz, cahil, kan kusan bir başkanınımız olabilirdi;

Eski CIA Başkanlarının Devlet Başkanı, eski Genelkurmay Başkanlarının Dışişleri Bakanı olduğu, ülkenin en büyük holdinglerinin yönetim kurulu üyelerinin bakanlıkları paylaştığı ve birbirinden bizdeki DYP-ANAP kadar bile ayrışmayan iki partinin bulunduğu sistemi demokrasi zannedecek kadar bilinçsiz ve cahil bir kamuoyumuz da olabilirdi..

Bu ülkedeki demokrasiyi hiç küçümsemeyin;

Güneydoğumuzda bir kalkışma yaşanırken o kalkışmanın temsilcilerinin gazete çıkarıp dağıttığı, bütün baskılara rağmen partileşebildiği bir ülkede yaşayan; köşelerinde ve televizyonlarından en geniş çerçeveli tartışmaların yaşandığı, en tabu konuların bir haftada alaşağı edilebildiği bir ülkede yaşarken; cenaze görüntülerini sansürleyen, medya yönetim kurullarına generalleri yerleştiren ve "yalan yaymanın ofisi" ni kuran bir sistemede sahip olabilirdiniz. O ülkede; İsmet Berkan; Ertuğrul Özkök gibi isimlerin değil köşe yazması, muhabir olmasına bile izin vermezlerdi.

Düşünün; bizim ülkemizde kürtçülüğü tartıştığımız kadar ABD'de kızılderili sorununu, bizim İslamcılığı tartıştığımız kadar Almanya'da Nazizm'i tartışsalar bildiğimiz Almanya veya ABD kalır mıydı ortada...

Doğru; gençliğimiz apolitikliği, BBG'lere, PopStar yarışmalarına ve "evleniyorum" rezilliklerine mahkum şahsiyet yıpranmışlığı ile ümit vermiyor olabilir. Bir "greencard" hayali ile bıraksanız kaçacak pozisyonda bulunabilir. Ama her koşulda yarısı uyuşturucu batağına batmış; dünya haritası üzerinde kendi ülkesini bile gösteremeyecek kadar eğitimsiz ve ülkelerini dünyanın merkezi zanneden bir gençliğe göre çok daha dinamik, bilgili, donanımlı ve içinde vatan sevgisinin özünü taşıyor..

Ordunuzun; bir ABD, İsrail ve Rus ordusu gibi temelsiz ve çapulculuktan gelen ve çapulculuğa giden bir ordu olduğunu düşünsenize. Mevcut zihin bulanıklığına rağmen; tarihten gelen kökleri ile hala savrulmayan ve nihai tespitte biriilerinin jandarması olmaya direnen bir ordu. Bu orduyu dışa bağımlı kılan stratejik ve taktik tercihleri aşamayan kadrolar tarafından yönetiliyor olsa da.

Çocuklara tanklarla ateş eden, üç kayıp verdi mi paniğe kapılıp, sadece kendini korumaya başlayan korkaklardan oluşan, sırf şüphelendi diye arabanın içindeki kadın-çocuğu tarayan, "Irak'taki sivil kayıplar bizim için önemsizdir" diyebilen isimler tarafından yönetilen, her yıl ülkede yüzbinlerce çocuğun ölümüne neden olan ambargoların bekçiliğini üstlenen; kendisi işgal gücü olarak bir ülkeyi mahvetmişken "Osmanlı 400 yıl işgal gücü olarak bu topraklarda bulunmuş" diyebilecek kadar cahil ve küstah generallere sahip bir işgalci ordusuna sahip olabileceğinizi düşünebiliyor musunuz?

Ya da Willim Safire gibi postmodern-faşist bir köşe yazarına sahip olup, bu gibi adamlara prim verildiğini? Tahtaya vurun!. Bizdeki en şaibeli ve yetersiz isimler bile bazılarınkinin yanında Aristo gibi durmuyor mu? Siz; Hürriyet gibi bir gazetenin başköşesinde, "teröristleri yok etmek için Irak gibi ülkeleri nükleer bombalarla yoketmeliyiz" şeklinde yazıp, kamuoyu tarafından yerin dibine sokulduktan sonra köşesi ve medyayı bırakmak zorunda kalmayacak bir isim düşünebiliyor musunuz bu ülkede. O yüzden Ertuğrul Özkök'e o kadar da kızmayın. Her halükarda William Safire, Daniel Pipes gibilere on basar. 
Bu ülkeyi sevmek ve her şeye rağmen sahiplenmek için o kadar sebebimiz var ki... Bakın Filistin Kurtuluş Örgütü'nün kamplarının kapısında ne yazıyor...
Belki dünyanın en güzel vatanı değilsin Ama ben yine de seni çok Seviyorum

Sevgiliye söylenecek kadar güzel, uğruna ölecek kadar güçlü. Bizim dünyanın en güzel vatanına sahip vatandaşlar olarak, tankın karşısında elinde taşla duran Filistinli çocuk kadar cesarete sahip olmamız lazım.
Bu ülkeyi paylaşmanın ve bölmenin hayallerini kuranlara ve onların içerideki uzantılarına karşın;

29 Ekim bu Ülkeye;

Tarlasında, şirketinde, okulunda, camisinde, kışlasında,Duasında, yasasında, çocuğunu emzirirken, ihaleye hazırlanırken, amirine rapor kaleme alırken, nöbet tutarken, yazılım yazarken, Brüksel'de müzakere ederken...kısacası kendinin olanı yine kendi ve çocukları için koruyacak kadar bu ülkeyi bencilce ve toplumu adına seven ve sahiplenen herkese kutlu olsun.

Mustafa Kemalleri de, Mehmet Akif'leri de, yeniden aynı hedef doğrultusunda harekete geçirmenin zamanıdır.

K.D.


Reis'ine Fazla Güvenenler İçin İbret Hikayesi

 Reis'ine Fazla Güvenenler İçin İbret Hikayesi

Reis'ine Fazla Güvenenler İçin İbret Hikayesi : 
Ali Fuat Yılmazer - Fatma Sibel Yüksek/Açık İstihbarat
Kategori, Siyaset,

01. 03. 2017

Hırslı ve davasına bağlı bir adamdı, cemaat ve parti büyüklerine güveni tamdı. 
Genç bir polis olarak başladığı meslek kariyerinde devletin ve memuriyetin değil paralel iradelerin emirlerini uygulayarak adım adım ilerledi.
Sakin yükselişten, büyüklerinin övgülerinden memnundu ama kendisini daha kısa sürede, daha yüksek makamlara lâyık görüyordu. Bunun, büyük bir "devlet operasyonunda" önemli bir pozisyon yakalayarak gerçekleşebileceğini biliyordu.
Beklediği fırsat "Ergenekon" adı altında zuhur etti. "Eski devletin" kalıntılarına hukuksal bir dava görünümü altında son verilecekti. Kirli, çok kirli adamlar lazımdı. Rüşvetçi savcılar, işkenceci polisler, kariyer için her şeyi yapabilecek hakimler, kalemini ve vicdanını satmaya hazır gazeteciler..

Bu önemli operasyonu Reis'in "bizzat yöneteceği" söylendi. Talimatlar direkt ondan gelecekti. Sıraya giren hakimler, savcılar, polisler, gazeteciler oldu ancak Ali Fuat Müdür hiç telaş etmedi, kendi şansından emindi çünkü. Böyle önemli bir görevde Reis'e sadece cemaat referansta bulunabileceğini biliyordu. Sessizce bekledi. Büyükleri Reis'e çıkıp, "Efendim elimizde çok yetenekli, bize çok bağlı bir polis var, adı Ali Fuat Yılmazer. Delil toplama ve tutuklatma işini siz ona bırakın" dediler.

Bu referanstan sonra İstanbul Emniyeti İstihbarat Şube Müdürlüğüne getirildi. 
Zaten sıradan bir polis memuruydu, gerçek istihbarat ile bir işi yoktu. Onun görevi istihbaratın yerine geçecek sahte bilgi, belge ve iddiaları toplayıp savcıları yönlendirmekti. Savcılara da "Ali Fuat'tan gelen malzemeleri sorgusuz sualsiz dosyaya koyacaksınız" talimatı çoktan verilmişti.

Savcıların kendisinden emir beklediğini gören küçük memur Ali Fuat coştukça coştu. Hele de kendisine "Çalışmalarından Reis bire bir haberdar, senden çok memnun" denildiğinde; baskın yaptırdığı evlerde bulduğu düğün davetiyelerini bile basına ve savcılara "örgüt delili" diye dikte etmeye başladı.
Reis'e kendisi hakkında gerçekten çok iyi referanslar gidiyordu. Reis kendisini takdir ettikçe, onun da Reis'e olan saygı ve bağlılığı artıyordu. Artık her şeyi yapmaya hazırdı, her şeyi!

Bir gün, Reis'le tanışma vaktinin geldiği, artık ona doğrudan bilgi vereceği söylendi. O gece uyuyamadı. Artık gözünde İçişleri Bakanlığı, MİT Müsteşarlığı canlanıyordu. Sabah erken elinde bir dosya ile Atatürk Havalimanı'nın VİP salonuna dikildi. Bazı gazeteciler de bu önemli buluşmayı görüntülesinler diye önceden haberdar edildi. Reis geldi, bu küçük memura büyük bir ilgi gösterdi, ihsanlarda bulundu,VİP salonuna alıp baş başa görüştü..

Havaalalanı buluşmaları rutine dönüştü. Ali Fuat artık Başbakan'ı bizzat bilgilendiriyor, hatta kimlerin tutuklanmasının "isabetli olacağı" konusunda tavsiyede bile bulunabiliyordu.

Küçük memur Ali Fuat'ın bu önlenmeyen (önlenemeyen değil) yükselişi, kısa sürede etkilerini havalimanı sınırları dışında da göstermeye başladı. Artık amirlerine kafa tutuyor, Emniyet müdürünü, valiyi, savcıyı azarlıyor, mesleki hiyerarşiyi hatırlatacak olanları Başbakan ile olan şahsi bağlarını öne sürerek susturuyordu. Kendi ekibini kurdu, atamalar, görevlendirmeler yaptı. İstanbul Emniyeti bir şube müdürünün emrine verilmişti, bir dediği iki edilmiyordu.
Binlerce sahte delil üretti, yüzlerce hayat kararttı. İftiralar altında ölenler, ağır hastalıklara yakalananlar, ailesi dağılanlar, ocağı sönenler oldu. Küçük memur Ali Fuat, bu insanlık suçlarını yükselişinin ayak sesleri olarak gördü. Kazandığı ikramiyeleri çocuklarının kursağından gönül rahatlığıyla geçirdi.

Gel zaman git zaman devran döndü, eski çamlar bardak oldu. Kendisini Reis'e refere edenlere bundan sonra hain muamelesi yapılmasına karar verildi. Dört yıl boyunca karşılıklı yenilen kilolarca hurmanın faturası Ali Fuat'ın hesabına yazıldı.
İnanamadı; olamazdı, birileri Reis'e mutlaka yanlış bilgi veriyor, kendisini onun gözünden düşürmeye çalışıyordu. Telaşla Reis'e ulaşmaya çalıştı ama kendisine en alt düzeyde bir muhatap dahi bulamadı. Telefonlarına çıkılmadı, randevu taleplerine cevap verilmedi.

Reis bunu neden yapıyordu?

Kendisi bir görev adamıydı. Reis istesin, bugün "hain" ilan edilen eski ağabeyleri için de delil üretir, onların da tutuklanmasını sağlardı oysa..

Feryatları duyulmadı. Bir sabah, bir zamanlar kendisine koridorda selam duran genç polisler eve gelip ters kelepçe ile derdest ettiler Ali Fuat Müdürü. Vaktiyle azarladığı savcılardan biri tutuklama talep etti, gönderdiği sahte delillerle asker, gazeteci, politikacı tutuklamış hakimlerden biri de tutuklayıverdi. Hem de terör örgütü mensubu olmaktan!

Tam üç yıldır bir zamanlar kimlerin gönderileceğinin listesini yaptığı cezaevinde olup bitenleri düşünüyor. Başına bunların neden geldiğini anlamaya çalışıyor. Geleni giden, arayanı, sahip çıkanı yok. Avukat bulmakta bile zorlanıyor. Daha kaç yıl bu şekilde yatacağı, suçlamaların altından nasıl kalkacağı belli değil.
Bitmedi. Sadece kendisini bu soğuk betona gömmekle kalmadılar. Emekli maaşına, mal varlığına, parasına puluna da el koyup geride bıraktığı ailesini açlığa mahkum ettiler.

O da yetmedi, son bir hamleyle can evinden vurdular ve binbir zorlukla okullarını bitirip babalarına destek olmaya çalışan iki kızını da tutukladılar.
Şimdi hücresinde düşünürken biliyor ki bu kadarını kendisine hayatlarını kararttığı Ergenekon ve Balyoz sanıkları bile yapmazdı. Suçun şahsiliği ilkesine sadık kalırlar, hiç değilse çoluk çocuğuna ilişmezler di.
Kızların tutuklanmasına en kadim dostları bile sessiz kaldı. Sıradan bir gazete haberi olarak geçiştirildi. Yine biz Ergenekon sanıklarının vicdanı rahat durmadı, tepki gösterdik, sosyal medyada itiraz sesleri yükselttik, "Bu kadarı fazla, çocukların ne suçu var" dedik..
Netice..
Makam,mevki ve para için vicdanını satan, sadece kendi hayatını değil, çoluk çocuğunun hayatını da cehenneme atar.
Evet, ilahi adalet zalimleri birbirine kırdırarak da olsa, kendi düzenini mutlaka hakim kılar.
Önünde veya sonunda..
NOT: Bu ibret hikayesinin İdris Naim Şahin; Ahmet Davutoğlu, Efkan Ala, Bülent Arınç, Ekrem Dumanlı vs. versiyonları da mevcuttur.

İki MİT çi Fetullah ile Öcalan’ın İhanet Hikayesi !

İki MİT çi Fetullah ile Öcalan’ın İhanet Hikayesi !



Bülent Türker, Sabahattin Önkibar, ihanet hikayesi, Bülent Arınç, Fetullah Gülen, Fuat Doğu, Risale-i Nur, Kesire Öcalan, Şeyh Sait isyanı, Abdullah Öcalan,



Sabahattin Önkibar.,

26.4.2017

Fetullah Gülen’i MİT’e alan isim kurumun efsane isimlerinden 60’lı yılların ortalarından itibaren 2 kere Müsteşar olan Korgeneral Fuat Doğu’dur.
Fuat Doğu’nun Gülen’i teşkilata alma amacı, Yeşil Kuşak Projesi bağlamında Risale-i Nur guruplarını Komünizme karşı örgütlemek ve Nur Cemaatinin 
içinde devlet damarı oluşturup içerden bölmekti.

Fetullah Gülen bunun için MİT’de 2 yıla yakın özel eğitim gördü.
_    Bülent Arınç’ın, “ Mülkiye’de iken Namazlı-Abdestli çocuktu ” dediği Abdullah Öcalan’ı MİT’e alan isim ise Fuat Doğu sonrası bütün 70 yıllarda MİT’e 
Müsteşar ve vekil olarak hakim olan general Bülent Türker’dir.

Onun amacı da o Dönem ortaya çıkan ayrılıkçı Kürt hareketini içerden kontrol altında tutmaktı.

Hayır bu aktardıklarım sır değil, Fetullah’ın önce Nurculara, sonrasında ise Erbakan hareketine karşı panzehir olarak görülüp Kenan Evren dahil, 
Özal ve Demirel tarafından bile desteklendiği yaşananlarla kanıtlıdır.
Keza APO’nun eşi Kesire Öcalan’ın babasının MİT mensubu olduğu kayıtlardadır. 
Bknz; http://www.radikal.com.tr/turkiye/iste-ocalanin-mitci-kayinpederi-1028554/

   Peki niye mi ihanet ettiler?

Daha Büyük bir güç onlara kişisel ikbal vadettiği için!
Öcalan 80’lerin başlarında, Fetullah ise 90’ların başlarında MİT’i aşıp CIA’den teminat ve talimat almaya başladılar ki birine Mehdilik,  diğerine 
‘ Büyük Kürdistan’ın kuruculuğu vadedilmişti.'
Benzer şey Afganistan’da ABD’nin başına geldi... El Kaideyi SSCB’ye karşı var eden CIA iken, bu örgüt daha sonra bizdeki Fetullah ve Öcalan misali 
efendisine ihanet etti.
   Aradaki fark şu:
_  ABD ihanet sonrası, El Kaide’yi bahane edip sadece Afganistan’ı işgal etmedi, aynı zamanda önderi Usame Bin Ladin’i yok etti.
SOKAK VE YENİ GEZİ DİRENİŞİNE HAYIR!
Doğrudur referandum kirli ve YSK’nın tutumu endişe vericidir.
Ancak buna karşı çıkmanın yolu yeni Gezi direnişlerini tertiplemek olmamalıdır.
Reklamdan sonra devam ediyor 
   Öyle, Çünkü böyle bir teşebbüs abartısız Türkiye’yi iç savaşa taşır.
Sadece FETÖ’cü casuslar değil, bütün terör örgütleri ile yabancı istihbarat örgütleri devreye girer ve olmadık sabotajlar yapılır.
Etnik, inanç ve mezhep ekseninde ajitasyonlar yapılıp toplum karşı cepheleştirmelerle patlatılmaya çalışılır.
_  Hülasa yeni Gezi’ye de sokağın çare yapılmasına da Türkiye’nin bekası adına hayır diyoruz.

ZARRAB KÜRDİSTAN TAKASI!

Rudolpf Giuliani kim?  
Newyork eski Belediye Başkanı ve ABD Başkanı Trump’ın yakın arkadaşı.
Dahası, Reza Zarrab’ın avukatı.
İşte bu Giuliiani, Doğu Perinçek’in açıkladığına göre Ankara gelip Tayyip Erdoğan ile gizlice buluşmuş.
Ne konuştukları sır, lakin Batı medyasına göre buluşma Reza Zarrab dosyası ile alakalı imiş.
Ve ABD medyasından son haber:
_   Buna göre Giuliani ile Tayyip Erdoğan Zarrab dosyası ile PYD’nin takası bağlamında anlaşmışlar.
Dolayısı ile artık Türk Ordusunun Suriye’de Rakka ve veya Münbiç diye bir hedefi ve zerre bir amacı kalmamış.
   Eğer bu haber doğru ise soru şudur:
Fırat Kalkanı isimli hareketla Suriye’ye sürülen 71 Mehmetçik neden şehit oldu?
Türk Silahlı Kuvvetleri Suriye’ye niçin girdi ve şimdi nerede duruyor?
https://www.aydinlik.com.tr/kose-yazilari/sabahattin-onkibar/2017-nisan/iki-mit-ci-fetullah-ile-ocalan-in-ihanet-hikayesi
İşte Öcalan'ın MİT'çi Kayınpederi.,
Abdullah Öcalan,  MİT çi Kayınpederi, Ali Yıldırım, Atatürk, Cumhuriyet Halk Partisi, İsmet İnönü, PKK, Hollanda,Türkiye, 
Habertürk, Uğur Mumcu, Milli Emniyet Hizmetleri, Fuat Doğu, Rudolpf Giuliani, Kesire Öcalan,

11/11/2010 
Abdullah Öcalan'ın MİT'te çalışan kayınpederi Ali Yıldırım'ın fotoğrafı ortaya çıktı.
Habertürk gazetesi Abdullah Öcalan'ın yıllarca MİT'te çalışan kayınpederi Ali Yıldırım'ın fotoğrafına ulaştı. 
Ancak Ali Yıldırım'ın nerede olduğu halen bilinmiyor. Kızı ve aynı zamanda bir dönem Öcalan'ın eşi olan Kesire Öcalan ise Hollanda'da yaşıyor. 
Öcalan eşi hakkında "Son derece iyi eğitilmiş biri. Ajan olup olmadığını çözemedim" demişti.

KIZININ ÖCALAN EVLİLİĞİ

Ali Yıldırım Türkiye 'nin ilk istihbarat teşkilatı olan Milli Emniyet Hizmetleri Riyaseti'nde (MAH) çalıştığı biliniyor. Ali Yıldırım karşı çıksa da kızı Kesire'nin 
1978'de Öcalan ile evlenmesine engel olamamış. Uğur Mumcu'nun bu konuyla ilgili araştırma yaptığı biliniyor.

ŞEYH SAİT VE DERSİM İSYANINDA ATATÜRK 'ÜN YANINDA,

Ali Yıldırım'ın 1970'lerde MİT ile bağlantısını kesse de Öcalan hakkında teşkilata bilgi verdiği iddia ediliyor. 

Şeyh Sait isyanında Atatürk'ün safında yer aldı. Kurulan İstiklal Mahkemeleri'nde sanıklara yöneltiler suçlamaların bilgi kaynağı ondan geldi. 
İsyan sonrası Şeyh Sait taraftarları arasında sarık ve cübbe giyerek bilgi topladı.
Dersim isyanında da devletin yanında yer aldı. O isyana katılmayan tek aşiret Ali Yıldırım'ın da üyesi olduğu Şadi aşireti oldu. 
General Abdullah Alpdoğan aracılığıyla İsmet İnönü ile görüşüyordu. 1970'li yıllarda Karakoçan'da CHP 'de belediye başkan adayı oldu. 
Ancak Adalet Partisi taraftarlarınca linç edilmek istendi.

ÖCALAN İLE KAVGALI AYRILDILAR

Kızı Kesire ise halen Öcalan ile evli görünüyor. 10 yıl birlikte yaşadıktan sonra Öcalan'ı Diktatörlükle suçladı. Örgüt tarafından " Hain ve İşbirlikçi " ilan 
edilen Kesire, Hollanda'ya kaçtı. 22 yıldır PKK ve Öcalan hakkında konuşmadı.
http://www.radikal.com.tr/turkiye/iste-ocalanin-mitci-kayinpederi-1028554/


*******

Öcalan'ın Suriye'den Çıkışı

23/3/2000 - 11:00 - Atin Yorumlar Bu Yazıyı Bir Tanıdığına Yolla Bu Yazıyı Yazdır  
      
Yeni bir stratejinin başlangıcı mı?

PKK, Abdullah Öcalan ve bir grup arkadaşı tarafından, 27 Kasım 1978 tarihinde Diyarbakır'ın Lice İlçesi'ne bağlı Fis Köyü'nde kuruldu. Amaç Türkiye Cumhuriyeti' nin hakimiyeti altındaki topraklardan bir bölümünü ayırarak, yerine Marksist-Leninist temellere dayalı Kürt devleti kurmaktı.
Öcalan, 1979 yılında Suriye’ye geçti ve Şam yönetiminin himayesine girdi. Kanlı eylemlerini buradan sevk ve idare etti, erinden generaline, köylüsünden öğretmenine, sivil-asker 35 binin üzerinde kişinin ölümüne, şehit olmasına sebep oldu. Türkiye’yi kana boğdu.

Bölgenin en güçlü ordusuna sahip Türkiye, Suriye’nin PKK ve Aptullah Öcalan’a verdiği doğrudan desteğe tam 19 yıl sessiz kaldı. Diplomatik görüşmelerle, gidip-gelen heyetlerle sorunun çözümüne çalışıldı, hiç bir netice alınmadı. Teröristler Suriye’den girip eylem yapıyor, sıkışınca tekrar Suriye’ye dönüyorlardı. PKK terörü, Güneydoğuda’da, kendi topraklarımızda asayiş görevlilerini bile sokağa çıkamaz hale getirdi.

Bu 19 sene içinde PKK devamlı büyüdü. Ülke içinde silahlı gücünü, ülke dışında da siyasi örgütlenmesini geliştirdi. Hemen hemen dünyanın her yerinde temsilcilikler kurdu. Yayın organlarını, televizyonunu ve 1995 yılında ‘‘Sürgündeki Kürt Parlamentosu’’ nu oluşturdu. Büyüyüp yayıldıkça beynelmilel alandaki desteği de arttı. Bir yandan kanlı eylemler gerçekleştirirken bir yandan da ezilen halklar tiyatrosu oynanıyordu.

Eylül 1998’de sahne birden bire değişti. İlk tepki, “Suriye'ye karşı sabrımız kalmadı. Türkiye beklediği karşlığı alamazsa, her türlü tedbiri almaya hak kazanacaktır’’ şeklinde Kara Kuvvetleri Komutanı’ndan geldi. Bunu diğer devlet büyüklerinin aynı mealdeki açıklamaları izledi.
Suriye mesajı almış, bu sefer “Öcalan Suriye’de değil. İsterseniz kendiniz gelin tetkik edin” şeklinde cevap vermemişti. Bir sure sonra Öcalan’ı topraklarından çıkardı.

Ondan sonrası malum, bir müddet köşe kapmaca, Kenya operasyonu ve Öcalan’ın Türkiye’ye getirilişi.

Tuncay Özkan’ın yeni yayımlanan “Operasyon” isimli kitabında bu bölüm en ufak ayrıntılarına kadar verilmiş.

“Günlerden perşembeydi. 4 şubat 1999 akşamı, olağan gibi gözüken her şey, az sonra gerçekleşecek randevuyla, bambaşka bir boyuta taşınacaktı.

Amerikan gizli servisi CİA’ nın Ankara temsilcisi, Yenimahalle’de bulunan, Türk gizli servisi MİT’in resmî konutundaki randevusuna tam saatinde geldi. İki gizli servis mensubu karşılıklı nezaket sözcüklerinin sonrasında iş konuşmaya başladılar. Amerikalı casus, MİT Müsteşarı Şenkal Atasagun’a çok önemli bir teklifte bulunuyordu.

CİA yetkilisi, MİT Müsteşarı’na, PKK terör örgütünün başı Abdullah Öcalan’ın ortak gerçekleştirilecek bir operasyonla yakalanmasını ve Türkiye’ye getirilmesini öneriyordu.

Saat 21.15 sularıydı. Şenkal Atasagun olayla ilgili biraz daha bilgi istedi. CİA yetkilisi ne istendiğini anlamıştı. Amerika, Türkiye’ye Abdullah Öcalan’ı teklif ediyordu. Ama şartı neydi? Amerika Öcalan’ı niye Türkiye’ye verecekti?
Amerika’nın Şartı açıktı:
“Operasyonu Amerikan ve Türk ekipleri gerçekleştirecek. Ancak ne olursa olsun Abdullah Öcalan Türkiye’ye sağ olarak getirilecek, mahkemede adil olarak 
yargılanacak ve öldürülmeyecekti.”
Açıkça istenilen buydu. Ama sonradan yaşananlar olayın getirdiği olumlu rüzgârların Amerika’nın Usame Bin Laden, Saddam Hüseyin ve İran’a karşı 
girişeceği operasyonlarda MİT’in verdiği desteğin bu istek kadar önemli olduğunu ortaya koydu.
Amerika’nın şartı.,
Amerika şart olarak, Abdullah Öcalan’ın sağ olarak Türkiye’ye getirilip, yargılanması ve öldürülmemesi konusunda garanti ve güvence istiyordu. 
Onlara göre en önemlisi buydu. Türkiye’nin Öcalan’ı yok etmek konusundaki daha önce gerçekleştirdiği operasyonlardan haberdar olan Amerikan yönetimi,  Öcalan’ın sağ ele geçirilmesinde ısrarlıydı.
Şenkal Atasagun, Amerikalı temsilcinin sözlerini dikkatle dinledi. Bu konudaki kararı tek başına vermesinin mümkün olmadığını aktardı.
Atasagun, Başbakan Bülent Ecevit’e ulaştı. Ecevit o sırada Dışişleri Bakanı İsmail Cem’in verdiği bir yemek nedeniyle Çankaya’da Başbakanlık Konutu’nun 
hemen altında bulunan Dışişleri Konutu’ndaydı. Konu çok özeldi ve hemen görüşmek gerekiyordu. Ecevit, ”gelin” dedi. Atasagun’a başbakanlık konutunda 
randevu verdi.
Saat 22.45’de Başbakan Ecevit ile MİT Müsteşarı Şenkal Atasagun başbaşa görüşmeye başladılar. Ecevit, CİA yetkilisinin aktardıklarını duyunca, 
Cumhurbaşkanı’na bilgi vermek gerektiğini söyleyip, Süleyman Demirel’i aradı.
Çankaya Köşkü 4 şubat 1999 perşembe gününü yorgun geçirmişti. Cumhurbaşkanı Demirel’in “devlet günü” dediği günlerden biriydi. Sabah 09.00’dan, 
akşam 20.00’ye kadar yoğun bir şekilde çalışılmıştı. 
Saat 17.30’da MİT Müsteşarı Şenkal Atasagun, 18.00’de Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hüseyin Kıvrıkoğlu, 19.00’da ise Başbakan Bülent Ecevit 
Çankaya Köşkü’ne gelerek brifing dosyalarını anlatmışlardı Demirel’e. Kapıda bekleyen gazeteci ordusu, bu haftalık ve olağan geçen görüşmelerden 
bir şey çıkmayacağını çok iyi biliyordu.
Ama Başbakan Ecevit’in telefonuyla sarsılan Çankaya Köşkü’nde az sonra gerçekleşecek zirve, hepsinden farklıydı. Saat 23.10’da olağanüstü zirveye 
kapılarını açmıştı Köşk.
Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, Başbakan Bülent Ecevit ve MİT Müsteşarı Şenkal Atasagun konuyu tartışmaya başladıklarında Genelkurmay 
Başkanı Hüseyin Kıvrıkoğlu da toplantıdaki yerini aldı. Kapıda gazeteciler yoktu. Toplantıdan bakanların dahi bilgisi olmamıştı. Ankara’da çıt çıkmıyordu.
MİT VE CİA’nın gizli protokolü, Atasagun kendisine iletilen teklifi aktardı. Amerika’nın şartı kabul edilebilir bulunuyordu. Öcalan, sağ olarak ele geçirilirse, Türk gizli servisinin elemanları kendisini “sağ ve sağlıklı” olarak Türkiye’ye getirecekler ve adalete teslim edeceklerdi.
Genelkurmay Başkanı Kıvrıkoğlu, Öcalan’ın “teslim edilebilirliği konusuna çok güvenmediğini” belli ediyordu. Ama bu operasyona girilmeliydi.
Operasyonun bütün sorumluluğu Şenkal Atasagun’a verildi. Operasyon başından sonuna kadar MİT’e ve müsteşarına teslim edildi. Atasagun’un isteği 
üzerine Genelkurmay İstihbarat Dairesi’nin başında bulunan General Fevzi Türkeri de, çalışmaya dahil edildi.
Ankara soğuktu. Işıklar içindeki kentin manzarası üzerinde dumanlar vardı. Büyük sırrı saklayacak olan zirve konukları Çankaya Köşkü’nden ayrı ayrı çıktılar. 
Ayrı kapıları kullandılar. Sırlarıyla beraber kentin buz tutmuş yollarında gözden kayboldular.

Atasagun, Çankaya Köşkü’nden ayrıldıktan sonra yeniden konutuna, kendisini beklemekte olan CİA yetkililerinin yanına döndü.
“Tamam” dedi, “Abdullah Öcalan sağ olarak getirilecek ve yargıya teslim edilecek. Bağımsız Türk yargısı kendisini en adil bir şekilde yargılayacak.”
Asrın gizli servis operasyonu işte bu sözlerle başlamış oluyordu. İki gizli servis arasında hemen oracıkta bir kâğıt üzerinde basit bir protokol yapıldı. 
Protokol içinde şunlar yazıyordu:

“Abdullah Öcalan’ın ele geçirilerek Türkiye’ye getirilmesinde Türk gizli servisi MİT ile Amerikan gizli servisi CİA birlikte ve ortak bir operasyon yapacaklardır. 
Öcalan sağ olarak ele geçirilip adil bir şekilde yargılanacaktır.”
Oturulup bir hazırlık planı yapıldı. Her şey bir anda gelişti. Öcalan, operasyonuna ad bile konmadı.

Ankara’da CİA zirvesi,

4 şubat 1998 gününe Rusya’nın aksine Ankara, olağan alarm durumuyla girdi. Öcalan izleniyordu. Olağanüstülük yoktu. Akşam saatlerinde CİA’nın Ankara istasyon şefi, MİT Müsteşarı Atasagun’a Öcalan’ı teklif etti ve Türk devleti Amerika’nın şartını kabul edince oturulup bir protokol hazırlandı. 

Öcalan, operasyonuna ad bile konmadı. Amerikalılar Öcalan’ın Yunanistan’da olduğunu ve sonraki aşamalarda neler yapılması gerektiğini anlattılar.
Hemen MİT içinde bulunan özel eğitilmiş gruplardan bir ekip hazırlandı. Bu ekipte çoğunluk MİT Anti Terör Dairesi’nde yetişmiş daha sonra yakın koruma konusunda uzmanlaşmış genç elemanlar vardı.

Cavit Çağlar 200 000 dolar aldı,

Takvimler 5 şubat 1998 gününü gösterdiğinde hazırlanan bu yedi kişilik ekibe uzun menzil uçabilecek bir uçak aranmaya başlandı. Uçak hiç yakıt almadan 
uzun uçuş yapabilmeliydi. Hızlı olmalıydı. Dikkat çekmemeliydi. Yapılan aramalar sonucunda işadamı Cavit Çağlar’a ait jet uçağının aranan niteliklerde olduğu saptandı. MİT müsteşarı, Çağlar’ı aradı. Kendisinin çıkacağı bir yurtdışı gezi için uçağı kiralamak istediklerini söyledi. Çağlar bunu memnuniyetle karşıladı. Uçağın kiralanmasının bedeli olarak 200 000 dolar fiyat biçti. MİT, Çağlar’ın teklifini kabul etti ve karşılıklı olarak uçağın 200 000 dolara MİT için kiralanması konusunda anlaşıldı. Çağlar parasını kuruşuna kadar aldı.

Bu ödenen para, Öcalan operasyonunda dışardaki bir kurum veya kuruluşa ödenen tek para oldu. 
Ne Kenyalı yetkililere, ne de operasyona yardımcı olan Amerikalılar ile diğer ülke teşkilatlarına Öcalan için bir tek kuruş dahi para ödenmedi. 
Rüşvet veya hizmet karşılığı olarak herhangi bir ödeme yapılmadı.

Taşeron yok MİT yaptı,

Uçakta hiçbir ülkenin veya Türk tarafının taşeronu kullanılmadı. Uçakta operasyon sırasında hiçbir Amerikalı bulunmadı. Sadece Çağlar’ın uçak mürettebatı 
da operasyonda zorunlu olarak hazır bulundu.
Operasyon bittikten sonra da Cavit Çağlar “ Soğudum, uçak üzerinde tehdit var” diyerek, uçağı MİT’e satmak istedi ama bu istek MİT tarafından 
benimsenmedi. Daha sonra aynı amaçlarda kullanılmak üzere başka bir jet uçağı MİT tarafından satın alındı.

Yılmaz biliyordu,

Antalya’da yapılan Eğitim çalışmaları 4 gün boyunca devam etti.
Öcalan operasyonunu Türkiye’de bu sırada Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, Başbakan Bülent Ecevit,Devlet Bakanı Hüsamettin Özkan, Dışişleri Bakanı 
İsmail Cem, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hüseyin Kıvrıkoğlu, MİT Müsteşarı Şenkal Atasagun, Genelkurmay İstihbarat Dairesi Başkanı Fevzi Türkeri, 
MİT Müsteşar Yardımcısı Miktad Alpay resmî olarak bilien kişilerdi. Bilgi sızmaması için olağanüstü dikkat sarf ediliyordu. Başbakan Ecevit bu konuda 
hiçbir sızmanın olmadığını sanıyordu. Ama yanılıyordu. Yanıldığını daha sonra anladı. Olayla ilgili olarak ANAP Genel Başkanı Mesut Yılmaz’ın da bilgisi vardı. 
Yılmaz olayı bildiğini Ecevit’e nasıl aktardığını anlattı:
“Devlet Bakanı Hüsamettin Özkan’la Abdullah Öcalan yakalanmadan iki gün önce yemekteydik.Yemek sırasında Özkan hiç bu konuda konuşmuyor, susuyordu. 
Ama bir şeyler de var. Halinden belli. Ben şu Öcalan da gelince herşey iyi olacak diye bir şey söyledim. 
Çok şaşırdı.Bana haber geldi,böyle bir operasyon olacak diye, dedim. Öcalan yakalandığında da Ecevit’e tebrik ziyaretine gittim.”

Ankara sabırsızdı,

Başbakan Ecevit ile Cumhurbaşkanı Demirel sürekli olarak operasyonu soruyorlar, sonuç alınıp alınamayacağını merak ediyorlardı.
10 şubat günü Antalya’dan Ankara’ya gelen MİT ekibi, Müsteşar Atasagun tarafından yolcu edildi. Atasagun ekibin içinde belirlenen iki lidere görevi açıkladı. 
Bunlardan biri uçağın MİT mensubu olan pilotuydu. Pilot aynı zamanda uydu telefonuyla uçaktan sürekli olarak Atasagun’a bilgi aktaracaktı. 
Olaylarla ilgili gelişmeler ve iletişim konusunda yetkili oydu. Elinin altında her an kullanıma hazır uydu telefon bulunuyordu. Diğer lider ise eski bir askerdi. 
Emekli albay uzun zamandır MİT içinde görev yapıyordu. O da 7 kişilik ekibin başında bulunacaktı. Atasagun Öcalan’ın sağ olarak Türkiye’ye getirilmesi 
talimatını verdi.Hiçbir şekilde zor kullanılmayacaktı. Ekip kendisini de bu anlamda kontrol edecekti. Öcalan sağ ve salim olarak Türkiye’ye getirilecekti.
10 şubat 1998’de uçak Türkiye’den Öcalan’ı almakla görevlendirilen ekiple birlikte havalandı. İlk rota Mısır üzerinden Uganda’ya göre çizilmişti. 

Uçakta yolculuğu belgeleyecek video çekimleri yapıldı. Mısır piramitlerinin üzerinden geçerken, üzerinden uçulan ülkelerin kentlerinin hava görüntüleri alındı. 
Ekip Uganda’ya ulaştığında, Öcalan’ı almakla görevli olan yedi kişi uçaktan hiç çıkmadı. Hep talimat beklediler. Hareketlerine Amerikalılarla birlikte Ankara’dan gelecek emirler yön veriyordu. 10 şubatta Uganda ’ya ulaşan ekip 14 şubat akşamına kadar hep haber bekledi. Bu sırada tam iki kez Öcalan’ın alınması için harekete geçirildi. Ancak Öcalan Kenya’da baskılara karşı direniyordu. 

Amerikalıların ve Yunanistan’ın bastırmalarına karşın Yunan Büyükelçiliği’ni terk etmiyordu.

14 şubat akşamı uçağa Kenya’nın başkenti Nairobi’ye hareket etmesi emri verildi. 15 şubat pazartesi günü Nairobi’de geçirilecekti.

Uçak hazır

Nairobi Havaalanı’ndaki Türk ekibine öğlenden sonra her an hazırlıklı olması için gerekli talimat ulaştırıldı. Bunun üzerine herkes uçak etrafındaki görev 
yerine geçti. Sorun çıkması beklenmiyordu.

Akşam 19.20 sularında havalanının özel bölümündeki tel kapıların açıldığı görüldü. Beklenen an gelmişti. Uçağın içindeki ve etrafındaki Türk görevliler hazır 
bekliyorlardı. Aralarında Amerikalı yoktu. Bütün ekip MİT görevlileri ile asker kökenli kardiyolog doktordan oluşuyordu. Etrafta Kenyalılar bulunuyordu. 
Ama havaalanında ve Öcalan’ın gelişinde Almerikalılar sıkı bir izleme ve gözleme faaliyeti gerçekleştiriyordu. Amerikalılar Türk görevlilerin sözlerini yerine 
getirip getirmeyeceklerini merak ediyorlardı.Öcalan sağ olarak Türkiye’ye ulaştırılmalıydı.

Öcalan hiç şüphelenmedi

Öcalan’ı getiren otomobil aprona girdi. Türk ekibini taşıyan uçağın yanına kadar geldi.

Öcalan, Kenyalı yetkilerle birlikte gayet rahat ve neşeli bir biçimde elindeki çantasıyla uçağa doğru yöneldi. Hollanda’ya gideceğini sanmaktaydı. 
Uçağa şöyle bir göz atmış, ama dikkatini çekecek hiçbir şey görememişti. MİT ekibi nefesini tutmuş olanları izliyordu. Öcalan hızlı adımlarla uçağın 
merdivenlerine yöneldi. Kapıda duran uzun boylu, sarışın, yeşil gözlü Türk görevliyi hafif bir gülümsemeyle selamladı. Fizikî görüntüsü Batılıları andıran 
görevli kendisine gülümseyerek karşılık verdi. Rahat bir biçimde uçaktan içeriye girdi. Hiç şüphelenmemişti.

Öcalan’ın içeriye girmesiyle, MİT görevlilerinin Öcalan’ın üzerine atlamaları bir oldu.Öcalan bir anda, bir eşya gibi özel bir bant ve kelepçeyle paketlendi.
Abdullah Öcalan uçağın içinde hiç karşı koyamadı. Yere yatırıldığında da, sonrasında da hiç direnmedi.Türk görevliler kendisine karşı zor kullanmadılar.
Elleri, ağzı ve gözleri anında bantlandı.Askeri doktor sağlık kontrollerini yapıyordu. Öcalan iyiydi. Ama yakalandığını anladığında şoka girmişti. 

Kendisine de bir zarar vermemesi için olağanüstü dikkat gösteriliyordu.
Her dakika kayda geçti Öcalan uçağa girdiği andan itibaren videoyla kayıt yapılmaya başlanmıştı.Uçak yolculuğu boyunca toplam 90 dakikalık çekim gerçekleştirildi Öcalan uçağın içinde bir süre “paketlenmiş” olarak tutuldu. Uçak kalkış izni alıp pist başı yaptığında saatler 20.00’yi geçiyordu. 15 Şubat 1998 günü  Öcalan eldeydi ve Türkiye’ye doğru yola çıkıldı.
Öcalan uçak havalandıktan sonra bir koltuğa oturtuldu. Ellerinde kelepçe vardı. Gözleri ve ağzı bantlıydı. Önce ağzındaki bant açıldı. Sonra gözlerindeki. Öcalan yakalanmanın şokuyla midesinin yandığını belirten şeyler yapıyordu. 
Ama konuşamıyordu. Tutulmuştu.

Öcalan’a ne uçağa binmeden önce ne de bindikten sonra uyuşturucu, uyutucu veya bilincini bozacak hiç ilaç verilmedi.
Öcalan korkmuştu. Öcalan’ı sarmalayan özel bantlar çözülürken onlarca arkadaşını PKK’yla mücadelede şehit veren, MİT görevlisi o tarihî sözleri dile getirdi:
“Abdullah Öcalan, memlekete hoş geldin.”
Kenya’dan hareket eden uçak Öcalan’ın söylediklerinin aksine hiçbir yere uğramadan doğruca Türkiye’ye yöneldi. Uçak bunun için seçilmişti zaten. 
Kenya ekibi Ankara’yla direkt olarak görüşüyordu. Öcalan’ın yakalandığı operasyonu bizzat Şenkal Atasagun yönetiyordu. Atasagun önce operasyonun 
başarıyla gerçekleştiği mesajını aldı. Ardından da 15 şubatı 16 şubata bağlayan gece Öcalan’ı taşıyan uçağın Türk hava sahasına girmesini bekledi. 
Amerikalılardan da çek edilmişti, operasyon başarıyla tamamlanmıştı.

Saat 02.00

Öcalan’ı taşıyan uçak hava sahasına girdiğinde (16 şubat 1999) saat 02.00 sularıydı. Şenkal Atasagun sırasıyla Başbakan, Genelkurmay Başkanı ve 
Cumhurbaşkanı’nı arayarak “Paket geldi” dedi. Bu Abdullah Öcalan’ın yakalanışının habercisiydi. Liderler heyecanlıydı. Ayrıntıları istediler. Operasyonun başarılışı ve uçağın Türk hava sahasında olduğu liderlere tek tek anlatıldı.
Olağanüstü uçuş İstanbul Havalimanı’nda sona erdi. Saat 03.30 sularıydı. MİT’in işi İstanbul’da sona erdi. Bu ana kadar operasyonun içinde bulunmayan askerler devreye girdiler. Öcalan’ı MİT mensuplarından askerler devraldılar.
Bu sırada Kenya, Yunanistan ve Hollanda’da bulunan Öcalan’ın avukatları ile Almanya’daki PKK büroları Öcalan’ın kaybolduğunu veya ele geçtiğini duyurmaya başlamışlardı.”

Ondan sorası malum. Başbakan’ın açıklaması, zafer işaretleri ve yargılama safhası. Öcalan asılsın mı, asılmasın mı münakaşaları, avrupa topluluğuna yeşil ışık, rencide olan şehit aileleri ve gaziler, gösteriler, mitingler.
Bütün bu gelişmeler, “Öcalan’ın Suriye’den çıkarılması acaba yeni bir stratejinin, PKK’nın siyasallaştırılması ve legalize edilmesi hareketinin başlangıç noktası mı?” sualini akla getiriyor.

Ne olmuş, ne değişmişti?. Sabrımızın taşması, meşru-müdafa hakkımızın kullanılması için 19 yıl kan akması mı gerekliydi? Yoksa olayın ne kadar ciddi 
olduğunun yeni mi farkına varmıştık. Neden bu çıkışlar 10 sene, 15 sene önce veya büyük bir katliamdan sonra yapılmadı? Türk İstihbaratı yıllardan sonra 
Suriye’de Öcalan’ın barınaklarını saptamış ve kontrol altına almıştı. Bataklık tespit edilmiş, kurutulması an meselesiydi. MİT içinde Öcalan’a karşı başarılı aktif faaliyet yürüten bu kadro neden birden bire dağıtıldı. Öcalan Suriye’den çıktıktan sonra Rusya gibi bir ülke onu himayesine alıp Suriye emsali “burada yok, isterseniz heyet yollayıp kendiniz bakın” deseydi ne yapacaktık? 19 yılın çalışmasını sıfırlayıp, yeniden yıllarca yerinin tespitine mi çalışacaktık? Amerika destek vermeseydi, gelişmeler ne şekilde olurdu? Öcalan’ı kendi imkanlarımızla, milli operasyonlarımızla yakalayıp getirebilir, zafer işaretleri verebilir miydik? Banka olaylarının gündemde olduğu bir tarihte neden Cavit Çağlar’ın uçağı? Amerika neden daha önce destek vermedi de simdi verdi? Kuzey Irak’taki yeni yapılanma ile Öcalan olayı arasında bir münasebet var mı?

İşte bu sualler, yeni bir suali: “Öcalan’ın Suriye’den çıkarılması acaba yeni bir stratejinin, PKK’nın siyasallaştırılması ve legalize edilmesi hareketinin 
başlangıç noktası mı?” sualini akla getiriyor.

***