4 Aralık 2019 Çarşamba

Avrupa Birliği de Suriyelilerin Türkiye’de Kalmasını İstiyor

Avrupa Birliği de Suriyelilerin Türkiye’de Kalmasını İstiyor




Yavuz Selim Yıldız, 

02 Aralık 2019



Suriye‘de patlak veren iç savaş sonrası oluşan göç dalgaları, Suriye’nin komşu ülkelerinden olan ve göç konusunda akademik alanda transit ülke olarak adlandırılan ülkemiz Türkiye’yi de derinden etkilemiş ve kayıtlı 3.5 milyon, kayıtsız 5 milyona yakın Suriyeli halen ülkemizde yaşamaktadır.

Geçici koruma statüsündeki Suriyeli göçmenlerin toplumda yarattığı kargaşa ve uyuşmazlık her geçen gün daha da tırmanırken, bazı siyasiler ve sivil toplum kuruluşları bu duruma sessiz kalmaktadır. Hatta bu durumdan bazı STK‘lar kendilerine pay da çıkartmaktadırlar. Bu konuda dikkat çeken en önemli nokta AB’nin mali yardımlarıdır. Kendi topraklarına mültecllerin girmesini engellemek ve onların transit ülkelerde kalmasını sağlamak için milyonlarca euroyu harcayan Avrupa Birliği, Türkiye Cumhuriyeti hükümetine ve sivil toplum kuruluşlarına da hibe olarak sunduğu mali yardımla Suriyelilerin Türkiye’de kalmasını istemektedir. Ayrıca AB çıkarlarına göre işleyen Geri Kabul Anlaşması da tamamiyle yalnızca Suriyelilerin değil tüm göçmenlerin Türkiye’de kalmasını amaçlamaktadır. Fakat Türkiye’de yaşamak istemeyen onbinlerce göçmen de her yıl Akdeniz ve Ege’de AB tarafından ölüme terk edilmektedir.


    İlk olarak tartışılması gereken önemli noktalardan biri ülkemiz ve AB arasında imzalanan Geri Kabul Anlaşması[1] kapsamında yaşanan geri göndermeler  ve Yunanistan tarafından defalarca tekrarlanan anlaşma ihlalleridir. Anlaşma, düzensiz yollardan AB topraklarına girmeye çalışıp yakalanan göçmenlerin önce Türkiye’ye oradan da ülkelerine sınır dışı edilmelerini amaçlamakta fakat anlaşmada bu durum Türkiye’ye geri gönderilen Suriyeliler akrabalarının yanına ya da talep etmeleri halinde kapasitesi mevcut olan kamplara gönderilecek, Suriyeli olmayan göçmenler ise geri kabul merkezlerinde kayıtları alındıktan sonra ülkelerine gönderilecek ya da geçici koruma altına alınacak diye belirtilmiştir. Plan metninde bu sayede insan kaçakçılarının önünün kesilebileceği, Avrupa’ya göçün düzenli hale sokulabileceği belirtilmektedir. Anlaşmada Suriyeli olmayan göçmenlerin durumu ise belirsizdir. Türkiye’nin AB‘den istedikleriyse üç başlık altında sınıflandırılabilir. Bu başlıklar vizesiz Avrupa, mali yardım ve AB üyelik sürecinin hızlandırılmasıdır. Türkiye anlaşma çerçevesinde üzerine düşeni yaparken, AB sadece mali yardım noktasında belirli birkaç adım atmıştır. AB vizesiz Avrupa konusunda ise Türkiye’den biyometrik pasaport gibi adımların atılması yanısıra, belge güvenliği, göç yönetimi, kamu düzeni, temel haklar ve düzensiz göçmenlerin geri kabulü olmak üzere beş ana başlıkta bulunan 72 kriteri daha ortaya atmıştır. Türkiye 2019 itibariyle bu kriterlerden şu ana kadar 66 tanesini yerine getirilmiştir. AB ve Erdoğan hükümeti her ne kadar anlaşmadan memnun gibi görünse de Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği (BMMYK) planın uluslararası mevzuata uygun olup olmadığını sorgulamaktadır. AB çözümü anlaşmalarda aramak yerine mülteciler için kıtaya daha güvenli giriş güzergahları oluşturmalıdır. Üye ülkelerin belirlenen mülteci politikalarını hayata geçirme noktasındaki çelişkilerini gidermeli ve sorumlulukları daha eşit bir biçimde paylaştırmalıdır. Mültecilerin Yunan adalarından Ve Meriç nehri üzerinden toplu biçimde kanunsuz olarak Türkiye’ye geri gönderilmesi sırasında mültecilerin yasal haklarının korunması da gereklidir. Ayrıca  bu anlaşma sayesinde, AB ülkeleri Türkiye’den AB’ye geçenn yasadışı tüm kişileri Türkiye’ye geri gönderme hakkına sahip hale gelmektedir. Hatta bu kişiler Avrupa Birliği ülkelerinden birine gittiklerinde orada iltica talebinde bulunsalar bile AB üyesi devlet onları geldikleri ülke olan Türkiye’ye geri gönderecektir. Dolayısıyla iltica taleplerini kayda almayacaktır. İltica taleplerini kayda almadığı için de bu kişilerin AB üyesi ülkelerde mülteci olarak bulunmalarının önüne geçilecektir.


Bunun yanısıra anlaşmada Türkiye güvenli bir ülke sayılmaktadır fakat Türkiye PKK, DAEŞ ve benzeri terör gruplarının saldırısıyla karşı karşıyadır. Dahası ülkemiz henüz daha güvenli bir sınıra da sahip değildir. AB yasalarınca bir ülkenin güvenli sayılabilmesi için o ülkenin Cenevre Sözleşmesi’nin hükümlerini, hiçbir coğrafi kısıtlama koymadan onaylamış olması gerekmektedir. Fakat ülkemiz Mülteci Sözleşmesi’ne coğrafi kısıtlama uygulayan bir ülkedir. Bu açıdan ülkemiz AB kanunlarınca mülteciler için güvenli ülke sayılamaz. Anlaşmada  iltica ile ilgili prosüdürel güvencelerde yer almamaktadır. Yani hukuka göre ilticacının başvurusunu yapabilmesi lazımken Türkiye’den Yunanistan’a geçti diye toplu halde iade edilince böyle bir iltica başvurusu da yapılamayacaktır. Ayrıca gönderilen her bir Suriyeli için, Türkiye’de bulunan ve iltica başvurusu yapmış olan bir Suriyeli, Avrupa Birliği ülkelerinden birine yasal yollarla gönderilecektir maddesi yüzünden Yunanistan  kıyılarına yaklaşan her yıl çeşitli ülke vatandaşlarını taşıyan botları karasularına ulaşmadan batırmaktadır. Meriç nehri üzerinden yapılan  girişimlerde de Yunan polisinin göçmenleri hastanelik ederek Türkiye’ye geri ittiği de artık herkes tarafından bilinen bir gerçektir. İnsanlık açısından durum bu kadar vahim ve anlaşma şartları delik deşik olmuşken AB yetkilileri Yunanistan’a hiçbir yaptırım uygulamazken, hükümetimizde hala anlaşmaya uygun hareket etmektedir.


Göçmen Mezarlığı

Türkiye‘nin kabul edebileceğinden çok çok fazla  mülteciye evsahipliği yapması takdir görürken, görülmeyen bir diğer gerçek ise mültecilerin ve Suriyelilerin Türkiye de yaşamak istememesidir. Bu yüzden Ege Denizi ve Akdeniz göçmenler için bir mezarlığa dönüşmüştür. Göçmenlerin Türkiye'den başka ülkelere yerleştirilmesi elzemdir. Bunun için başka ülkelerde yeterince yer açmak, kaçakçılara ve ölümcül deniz yolculuğuna karşı güvenilir bir alternatif sunabilmek lazımdır. Bu konuda ülkemiz ideolojik romantizmi bir kenara bırakarak gerçekci bir kararla sorunun çözümüne yönelik uluslararası bir konsesyumun yolunu aramalı, AB’ni bu konuda daha etkin bir rol oynamaya teşvik etmeli, dünyanın başka yerlerindeki zengin ülkeleri de sorunun çözümüne katkıda bulunmaları için cesaretlendirmelidir. Ek olarak AB‘nin denizdeki düzensiz göçmenlerin hayatlarını kurtardığı iddiası ise güvenlikçi sınır koruma tedbirlerine kılıf olarak kullanılmaktadır. Ne var ki eski yollar kapandıkça insanların ihtiyaçlarına ve kararlılıklarına cevap veren yeni yolların ortaya çıkacağı aşikardır. Tekneleri ve ufak botları durdurmak ya da patlatmak insanlık suçu olduğu kadar, Avrupa’da güvenlik arayan ilticacıları da durdurmayacaktır. Bu adımlar umut tacirlerini de göçmenleri kara ve deniz sınırlarından geçirmek için daha tehlikeli alternatif yollar aramaya yöneltecektir. İnsani yönden bakacak olursak geçiş ve başvuru için uygun alternatifler sunulmadığı sürece kaçakçılık ağlarını engellemek, göçmenleri aslında ölümle sonuçlanabilecek daha çetin yolculuklara itmek demektir.  Avrupa Birliği ülkeleri sınırları daha da sıkı denetlemeye ve kontrol altında tutmaya odaklanmak yerine, mülteci akışının yönetilmesindeki sorumluluk paylaşımına daha fazla para ve çaba harcamalıdır. AB ve AB üyesi ülkeler, mülteciler için etkin yerleştirme programlarını artırarak, aile birleşimi, insani ve diğer vizeleri kolaylaştırmak suretiyle AB’ye giden yasal ve güvenli yolları çoğaltmalıdır.


Mali Yardımın Yerleştirmeye Yönelik Amaçları

Konuyla ilgili bir diğer can alıcı noktada Avrupa Birliği’nin, Suriyeli ve diğer göçmenlerin Türkiyede kalmasını sağlamak amacıyla ayırdığı fonlardır. Bu fonların yatırım alanlarıysa göçmenlerin eğitimi ve entegrasyonudur. Örneğin, Türkiye’de yüksek öğrenim sektöründe 'UMUTLAR' projesi yaklaşık 250.000 Suriyeli mülteciye burs ve dil eğitimi sunulmasını planlamakta, Türkiye'de eğitim alanında yapılacak 70 yeni okulun inşası ve teçhizatını  da kapsamaktadır[2]. Avrupa Birliğinin projeleri genel olarak Mali Yardım Programı’nın bir parçası olarak Türk dilinin öğretilmesine, Suriyeli çocukların Türk eğitim sistemine entegrasyonlarına ve istihdama  odaklıdır. Bu çerçevede AB, 300,000'i aşkın Suriyeli çocuğa dil eğitimi verirken 5,600 Türkçe dil öğretmeninin istihdam edilmesinde Milli Eğitim Bakanlığı ile yakın işbirliği içerisinde çalışmaktadır[3]. Burada temel amaç dilimizin Suriyelilere öğretilerek Türkiye‘de işgücüne katılmalarını sağlamak ve AB‘ye göç etmelerini engellemektir. Türkçe öğrenen bir Suriyeli bir Türk gencinin rahatlıkla giremeyeceği okullara kolayca erişebilmektedir. Türkçe öğretme noktasında da BMMYK ile Türk Hükümeti Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanlığı tarafından uygulanan programda Suryeliler Türkçe  kurslarına katılmaktalar ve giderleri için de aylık bir ödemeden faydalanmaktadırlar[4]. Programın amacı ise, Suriyelileri yüksek öğrenime hazırlamak, üniversite başvurularını desteklemek ve Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı yapmaktır. AB tarafından desteklenen ve Şişli Belediyesi ile birlikte yürütülen diğer bir BMMYK  projesi ise sağlık sektöründe çalışmak isteyen Suriyeliler eğitilmekte ve hastanelerdeki sağlık birimleri tanıtılmakta ayrıca hastanelere iş başvuruları yapabilmeleri için nasıl özgeçmiş hazırlamaları öğretilmektedir[5]. Dolayısıyla gerek üniversitede eğitim gören gerekse sağlık sektöründe çalıştırılmak istenen Suriyeliler işsizlik rakamlarının tavan olduğu ülkemizde vatandaşlarımızın önünde konumlandırılmaktadır.


Sosyo-Kültürel Yapının Tahribi

Türk milletini oluşturan çeşitli etnik kökenlerin içinde bulunmayan, entegre olmak istemeyen, yüzyıllarca aynı devlet altında yaşadığımız fakat Türk halifelerin açtığı hilafet bayrağı altında toplanmayan, sürekli olarak yaşadıkları coğrafyada baskın olmaya çalışan Arap toplumu, ülkemizde de kendi dilinde açtığı ticarethanelerle bu özelliğini kamuoyunun gözleri önüne sermiştir. Dahası aynı kıbleye başkoyduğumuz, din kardeşi diye adlandırdığımız Araplar ne yazık ki Türkiye Cumhuriyeti topraklarında kendi kurdukları arap camiilerinde ibadet etmektedirler. Bu da bize gösteriyor ki tek ortak noktamız olan dinimiz için bile Suriyelilerle biraraya gelemiyoruz. Türkçe öğrenmek istemeyen, kendi dilinde ve kültüründe bir toplum oluşturmaya çalışan Suriyeliler tepki toplamakta varlıkları artık vatandaşlarımızı rahatsız etmiş durumdadır. Hal böyleyken hala ülkemize Suriyeli sokmak arapça dilinde esnaflığa, cami kurulmasına izin vermek Türkiye’yi iç savaşa sürüklemek demektir. Türk milleti Türkçe öğrenseler dahi gelecekte yaşanabilecek ikinci bir terörden ötürü ülkemizin etnik yapısının değişmesine karşıdır. Zaman zaman hükümet yetkilileri tarafından dillendirilen yakında gidecekler söylemleri de halkı yatıştırma anlamı taşımaktadır. Gerçekte ise, Suriyelilerin Türkiye’de kalması ve hükümete oy vermesi devletimizi yönetenlerin yegane arzusudur. Fakat Türkiye’nin sosyo-etnik yapısının romantizme ya da koltuk hırsına kurban edilmesi ülkemizi dönülmesi zor bir noktaya taşıyacaktır. Bu zor noktada Türk milleti hangi partiyi tutarsa tutsun aynı tepkiyi verecektir.

 https://21yyte.org/tr/merkezler/islevsel-arastirma-merkezleri/milli-guvenlik-ve-dis-politika-arastirmalari-merkezi/avrupa-birligi-de-suriyelilerin-turkiye-de-kalmasini-istiyor


2 Aralık 2019 Pazartesi

Suriye’de Perde Arkasında Pazarlık Olabilir Mi?

Suriye’de Perde Arkasında Pazarlık Olabilir Mi? 















Yazar: Ümit Özdağ 
21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü 


Suriye Ordusu’nun Birleşmiş Milletler gözlemcileri Şam’da iken Şam’ın stratejik önemi olmayan bir semtindeki direnişçilere yönelik olarak kimyasal silah saldırısı yaptıkları iddiası üzerine dönmeye başlayan Suriye’ye askeri müdahale çarkları dönemeye devam ediyor. ABD’nin Irak’ı işgali öncesinde BM dahil her platformda söylenen yalanları unutmamış olan dünya kamuoyu Suriye’nin kimyasal silah 
saldırısı yaptığına inanmıyor. Bir İngiliz milletvekilin söylediği gibi, “Baas rejimi kimyasal silah kullanacak kadar kötü olduğunu biliyorum ancak gerçekten o kadar aptallar mı?” Bu soruya İngiliz parlamentosu üyelerinin çoğu “Hayır” cevabını verdikleri için İngiliz parlamentosu Suriye’ye müdahaleye “hayır” dedi. 

Üstelik kimse Amerikanlı gazeteci Dale Gavlak kimyasal silahın Suudi kaynaklı olduğu ve silahı kullanmayı bilmeyen isyancılar tarafından yanlışlıkla patlatıldığı şeklindeki çok önemli haberi üzerinde durmak istemiyor. Savaş haberleri konusunda uzman bir site olan infowar.com ve lifeleak.com başta olmak üzere değişik haber sitelerinde ve Türkiye’de Taraf gazetesinde çıkan bu haber sessizlikle öldürülüyor. Üstelik Dale Gavlak, kimyasal silahı patlatanların adlarını veriyor, silahı patlatan isyancının babası ile yaptığı söyleşi de babanın silahı gördüğünü açıklıyor. Batılılar, Suudi Arabistan’ın kimyasal 
silah bağlantısının ortaya çıkmaması için olayı bastırıyorlar. Çünkü bu olayın arkasında Suudi istihbarat servisi başkanı Prens Bandar var. Ve Prens Bandar çok uzun yıllar Washington’da büyükelçilik yapmış, çok güçlü bağlantıları olan bir isim. Zaten sıkıntıda olan petrol monarşisini şimdi bir de bu konuda 
sıkıntıya sokmak istemiyor Batı Başkentleri. 

Öte yandan ABD ordusundan ve askerilerinden gelen “bizi bu işe karıştırmayın” şeklindeki kurumsal ve bireysel mesajlara rağmen Amerikan yönetimi biraz da kendisini bağlamış olmanın neticesinde Temsilciler Meclisinden askeri müdahale için onay aldı ve gelecek hafta Senato askeri müdahaleyi görüşecek. Her ne kadar asker müdahale zaman sınırlı ve havadan olacak şekilde planlansa 
da daha şimdiden bütün askerlerin bildiği gibi ilk kurşun ateşlendikten sonra olacakları kimsenin bilmesi mümkün değil. 

Suriye, geçtiğimiz yıllarda çok güçlü bir hava savunma sistemi inşa etti. İran’da Suriye’den sonra kendisine bir saldırı yapılacağını düşünerek, Suriye’ye hava saldırısını, İran’a yapılacak bir saldırıda İran’ın kendisini savunmasının manevra alanı olarak değerlendirecek. Suriye’nin elindeki sistemlerin ne olduğu dahi tam olarak bilinmiyor.

    Örneğin Rusların ileri teknoloji hava savunma sistemi S 300 füzelerinin Şam’ın elinde bulunup bulunmadığı karanlık bir husus. Putin en son açıklamasında Şam’ın S 300 ’lerin birleşenleri ni teslim aldığını ancak teslimatın tamamlanmadığını ifade etti. Bu açıklama içinde sürpriz barındıran bir açıklamadır. Eğer, Amerikan saldırısı başladıktan sonra S 300’lerin devreye girdiği ortaya çıkar ise Amerikan hava kuvvetleri çok şaşırır. 

Amerikan saldırısını izlemek amacı ile Doğu Akdeniz ’e konuşlanmaya başlayan Rus ve Çin savaş filoları da varlıkları ile dahi bir gerilim yaratacaklardır. Moskova ’nın Suriye’ye Amerikan füzelerine karşı bilgi savaşı teknolojisi yardımı yapması, ABD ’nin çok güvendiği denizden karaya füzelerinin etkisiz kalmasını beraberinde getirebilir. İlk mermi atıldıktan sonra eğer 10 Amerikan savaş uçağı düşer, bir Amerikan savaş gemisi vurulur, dört Amerikan füzesi havada etkisiz hale getirilir ise dünya kamuoyunda “yenilen ABD” imajı gelişirken, Amerikan kamuoyunda da bu imajı ortadan kaldırmak amacı ile “karada 
savaş” görüşü güçlenecektir. 

Bütün bu ihtimallerin ABD başkentini de gerdiğini gören Moskova ve Tahran ise daha rahat görünüyorlar. Putin, Washington’a bir ikna heyeti yollamaktan bahsediyor. İran’da batı ile daha olumlu ilişkiler geliştirmek isteyen ve Batı tarafından olumlu karşılan yeni hükümette, Tahran’dan yansıyan 
olumlu havanın devam etmesinin ABD’nin Suriye konusunda alacağı tavra bağlı olduğunu açıklıyor. 

    İşte bu ortamda Amerikalı diplomatlar Tahran’da gizli görüşmelere başlamışlar. Tahran Masaya Nükleer çalışmalarını yavaşlatma sözünü sunar, İsrail’in yaşam hakkı ile ilgili rijit davranmayacağını ifade eder, karşılığında Suriye’ye yapılacak saldırının “makyaj” saldırı olmasını ister ve Esad rejiminin iktidarda kalmasını talep ederse Washington buna ne cevap verir? 



http://www.21yyte.org/tr/arastirma/suriye-krizi-izleme-merkezi/2013/09/05/7198/suriyede-perde-arkasinda-pazarlik-olabilir-mi

***

1 Aralık 2019 Pazar

Adaletin Sağlanması ve Temel Hakların Korunmasında Mahkemelere Büyük Sorumluluk Düşüyor



Adaletin Sağlanması ve Temel Hakların Korunmasında Mahkemelere Büyük Sorumluluk Düşüyor


< Yargının; Yürütme ve Yasamanın buyruğunda olduğu yerlerde Adalet yoktur.  >




İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT) Üye ve Gözlemci Devletlerin Anayasa ve Yüksek Mahkemeleri 1. Yargı Konferansı açılış töreninde konuşan Anayasa Mahkemesi Başkanı Zühtü Arslan konferansın bir öncü olmasını umduğunu belirterek “Bu kapsamda yüksek mahkemelerimiz arasında kurulacak bir yargı forumu, ortak hukuki sorunların tartışılması, mahkemelerin işleyişine dair konuların ele alınması, fikir alışverişi ve tecrübelerin paylaşılması için çok önemli bir fırsat sağlayacaktır” dedi.


Anayasa Mahkemesinin ev sahipliğinde gerçekleştirilen İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT) Üye ve Gözlemci Devletlerin Anayasa ve Yüksek Mahkemeleri 1. Yargı Konferansı başladı.
İİT’na üye ve gözlemci devletlerin yüksek mahkemeleri arasında verimli ve yapıcı bir iletişim sağlanması için yargısal bir forum oluşturmayı amaçlayan ve ilk kez bu yıl yapılan konferansın açılış töreni Dolmabahçe Sarayı’nda gerçekleştirildi.
Törene Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, TBMM Başkanı Binali Yıldırım, Adalet Bakanı Abdulhamit Gül, Yargıtay Başkanı İsmail Rüştü Cirit, Danıştay Başkanı Zerrin Güngör, İİT üyesi ülkelerin anayasa ve yüksek mahkeme başkanları, Afrika Anayasa Yargısı Konferansı Örgütü ile Venedik Komisyonu temsilcilerinin yanı sıra Bosna Hersek, KKTC, Rusya ve Tayland gözlemci, Bulgaristan, Hırvatistan, Karadağ, Hindistan, Makedonya ve Sırbistan da misafir ülke olarak katıldı.
Toplam 48 ülke ve kuruluştan temsilcinin katılımıyla gerçekleştirilen konferansın bu yılki konusu “Hukukun Üstünlüğü ve Temel Hakların Korunmasında Yüksek Yargının Rolü” olarak belirlendi.
Anayasa Mahkemesi Başkanı Arslan açılış törenindeki konuşmasına konuklara teşrifleri için teşekkür ederek başladı. Toplantının gerçekleştirildiği Muayede Salonunun Anayasacılık ve parlamento tarihimizin dönüm noktalarından biri olan Osmanlı Meclis-i Mebusanının açılış törenine de ev sahipliği yaptığını ve tarihte çok önemli olaylara şahitlik ettiğini belirten Başkan Arslan,  Sultan II. Abdülmamid’in 20 Mart 1877’de bu salonda yaptığı konuşmada devlet ve milletlerin gelişmesi ve büyüklüğünün ancak adaletle olacağını söylediğini hatırlattı.
“Geçmişten Ders ve İbret Almalıyız”
Konuşmasında tarihte yaşanan olaylardan örnekler sunan Başkan Arslan, geçmişten ders ve ibret alınması gerektiğine işaret ederek dünyada bugün de fanatizmin pençesinde kutsal adına işlenen cinayetlerin devam ettiğini vurguladı. İstismar edilen kutsallar ve istismarcıların değişebildiğini ancak bağnazlığın beslendiği kaynağın aynı kaldığını belirten Başkan Arslan, “biz ve öteki” ayrımına dikkat çekerek “öteki” olanın birlikte yaşanılacak değil yok edilecek bir varlık olarak görülmesinin kutsal adına yapılan kötülüklerin anası olmaya devam ettiğini belirtti.
Bağnazlığın özellikle Batı’da yabancı düşmanlığı, ırkçılık ve İslamofobi olarak ortaya çıktığını, hızla yayılan bu virüsün, farklılıkların bir arada yaşaması için gerekli ortamı her geçen gün daha fazla zehirlediğini ifade eden Başkan Arslan, konuşmasına şöyle devam etti. “Batı’da özellikle yüksek mahkemelerin yabancı düşmanlığını ve İslamofobiyi besleyecek yönde kararlar vermesi gerçekten endişe vericidir. Müslümanlara yönelik seyahat yasağını onaylayan, üniversitelerde uygulanan başörtüsü yasağını haklılaştıran, çalışanın başörtüsünden dolayı işten çıkarılmasını ayrımcılık olarak görmeyen ulusal ve uluslararası düzeydeki mahkeme kararları, İslamofobik politikaları tahkim etmiştir.”
“Mültecilere Kapılarımızı Açarak Örnek Bir Misafirperverlik Gösteriyoruz”
 İslam coğrafyasında yaşanan insanlık dramlarına da değinen Başkan Arslan vicdanları kanatmaya devam eden olumsuz görüntülerin “kalbi sökülmüş bir çağ”da insanlığın suçüstü hali olduğunu ifade ederek, adı “barış” anlamına gelen ve Peygamberinin sıfatı “emin” olan bir dinin mensuplarının, bir kaç istisna dışında, yaşanan cinayetler, katliamlar ve haksızlıklar karşısında sessizliğe bürünmesinin ibret verici olduğunu kaydetti. “İslam ülkelerinin, adalet, hukukun üstünlüğü, demokrasi, temel hak ve özgürlükler gibi alanlarda da iç açıcı bir durumda olduğu maalesef söylenemez. Bu noktada bir özeleştiri yapmalı, hukukun üstünlüğü ve temel haklar gibi değerlerin korunması konusunda çok da parlak durumda olmadığımızı belirtmeliyiz” diyen Başkan Arslan, Bosna Hersek’in ilk Cumhurbaşkanı Aliya İzzetbegoviç’in “…İslam en iyisi, ama biz en iyisi değiliz” sözlerine değinerek, 20 yıl önce söylenen bu sözlerin bugün de geçerli olmasının üzüntü verici olduğunun altını çizdi.
Olumsuzlukların yanında “biz en iyisiyiz” diyeceğimiz konuların da bulunduğuna dikkat çeken Başkan Arslan, mültecilerin Batı coğrafyasında tel örgülü sınırlardan içeri sokulmaması gereken tehlikeli “yaratık”lar olarak görüldüğünü belirte buna karşılık ülkemizin milyonlarca mülteciye ev sahipliği yaptığını ve dünyaya örnek olacak bir misafirperverlik politikasını hayata geçirdiğini vurguladı.
“Hürriyetin Olmadığı Yerde Adalet, Adaletin Olmadığı Yerde ise Hiçbir Ahlaki veya Toplumsal Değer Yoktur”
 Doğu’da ve Batı’da yaşanan sorunların dünya düzeninde de bir değişimi zorunlu kıldığını, bu değişimin yönünün adalet ve hürriyet olduğunu vurgulayan Başkan Arslan, “Hürriyetin olmadığı yerde adalet, adaletin olmadığı yerde ise hiçbir ahlaki, siyasi veya toplumsal değer yoktur.” dedi. Adaletin günümüzdeki en önemli yansımasının bireylerin temel hak ve özgürlükleri olduğunu, bunun da herkesin insanca yaşaması için gerekli, vazgeçilmez ve devredilmez kazanımlar olduğunu ifade eden Başkan Arslan şöyle devam etti: “Adaletin sağlanması ve temel hakların korunması noktasında en büyük sorumluluk mahkemelere düşmektedir. Bilhassa anayasallık denetimi yapan yüksek mahkemelerin varlık nedeni, hukukun üstünlüğünü sağlamak suretiyle temel hak ve özgürlükleri güvenceye almaktır.”
Başkan Arslan, İslam ülkelerindeki yüksek mahkemelerin kendilerinden beklenen rolü hakkıyla yerine getirebilmesi için hukukun üstünlüğü, kuvvetler ayrılığı, yargının bağımsız ve tarafsızlığının önemine işaret etti ve bu kavramların içeriklerine değindi.
Türk Anayasa Mahkemesinin kararlarında da vurgulandığı üzere, kuvvetler ayrılığının, temel hak ve özgürlüklerin en önemli teminatlarından biri olduğunu belirten Başkan Arslan, millet adına devlet yetkisi kullanan organların, milletin hak ve hukukunu birlikte korumaları için düelloya değil, düete ihtiyaçları bulunduğunu, anayasanın, kuvvetler ayrımının yasama, yürütme ve yargı organları arasında üstünlük sıralaması anlamına gelmediğini, bu organlar arasında medeni bir iş bölümü ve iş birliğinden ibaret olduğunu kaydetti.
Aklı ve vicdanı hür olmayanların dini de istismar ederek bu ülkeye büyük zararlar verdiğinin hep birlikte yaşayarak görüldüğünü belirten Başkan Arslan, İslam coğrafyasının yaşananlardan ders çıkarmasının, bağımsız ve tarafsız yargıyı temin etmenin hayati derecede önemli olduğunu söyledi. Yargının hukukun üstünlüğü ve temel hakları korumak için bağımsız ve tarafsız olması gerektiğini de vurgulayan Başkan Arslan, aksi takdirde yargının, yasama ve yürütme tasarruflarını hukuka uygunluk bakımından denetlemesinin, bireysel hak ve özgürlükleri korumasının imkânsız hale geleceğini belirtti.
“Konferansın İİT Üyeleri Arasında Kalıcı Bir Platform Oluşturmasını İstiyoruz”
Başkan Arslan, Birleşmiş Milletlerden sonra en fazla üyeye sahip olan İslam İşbirliği Teşkilatı’na üye devletlerin anayasa mahkemeleri, anayasa konseyleri ve benzeri görev yapan yüksek mahkemelerinin ilk kez bir konferansta bir araya gelmesinin önemine değinerek “Alanında ilk olan bu konferansın kalıcı bir platformun oluşturulmasına da öncü olmasını umuyoruz. Bu kapsamda yüksek mahkemelerimiz arasında kurulacak bir yargı forumu, ortak hukuki sorunların tartışılması, mahkemelerin işleyişine dair konuların ele alınması, fikir alışverişi ve tecrübelerin paylaşılması için çok önemli bir fırsat sağlayacaktır. Esasen yüksek mahkemeler olarak, hukukun üstünlüğü ve temel haklar alanında karşılaştığımız sorunlara kalıcı çözümler bulmak, bu konuda taşıdığımız ağır sorumluluğun da bir gereğidir.” dedi.
Konuşmasının sonunda hukukun üstünlüğüne ve temel haklara dayanan adil bir dünya arayışı temennisinde bulunan Başkan Arslan, İslam İşbirliği Teşkilatı’nın dönem başkanlığını yapan Cumhurbaşkanı Erdoğan’a, tüm katılımcılara ve organizasyonda emeği geçenlere katkılarından dolayı teşekkür etti.
Konferans Programı
Konferans süresince, “Anayasa Yargısı Pratiğinde İnsan Hakları ve Hukukun Üstünlüğü”, “Yüksek Yargıda İnsan Hakları ve Hukukun Üstünlüğünün Korunması”, “Küresel ve Yerel Dinamiklerin İnsan Haklarını ve Hukukun Üstünlüğünü Korumadaki Etkisi” başlıklı oturumlar gerçekleştirilecek. Konferans, 15 Aralık’ta düzenlenecek “Genel Değerlendirme ve İş Birliğinin Geleceği” başlıklı kapanış oturumu ile sona erecek.
***

ÖZLENEN BEKLENEN.,

ÖZLENEN BEKLENEN.,

28 Haziran 2018

Seçimler yapıldı. Sonuçlarının ulus yararına gelişmelere elverişli olması içtenlikli dileğimizdir. Ama asıl istenen, özlenen ve beklenen, toplumsal barışı, ulusal dayanışmayı, yaşamsal ilkeleri güçlendiren, hiç değilse kötüye gitmesini önleyen çizgide buluşulması, birleşilmesi dir. Lâik cumhuriyetin kuruluş felsefesine uygun, kurucusu Mustafa Kemal ATATÜRK' ün öngörüp liderliğini yaptığı ilkeler doğrultusunda gelişmelerin ve atılımların gerçekleşmesi beklentimizdir.
Son yıllarda kurallardan kurumlara, kişiliklerden niteliklere, biçimlerden yapılara çok şey bozuldu, yıkıldı, yitirildi. Şimdi onarım, iyileştirme, düzeltme ve yeniden kazanma zamanıdır. Yoksa yeniden edinmek çok güç, hattâ olanaksızdır. Toplum bilincinin yavanlığı ve yanılgısı en sakıncalı durumdur. Tutucu, gerici, partizan tutum ve davranışlara olanak tanınırsa çelişkileri, aykırılıkları ve kötülükleri önlemek güçtür.

Hukukta, ekonomide, eğitimde, güvenlikte, sağlıkta, tarımda bir çok olumsuzluk yaşandı. Anayasa Mahkemesi kararını Adliye mahkemelerinin dinlemediği, yönetim ve yöneticilerle ilgili durumlarda yanlı kararların alındığı, siyasetin ve siyasetçilerin ağırlık ve etkisinin duyulduğu, yargının bağımsızlığının iyice yitirildiği tartışmalarının arttığı, uygulamalardan yakınıldığı, hukuk devletinden söz edilemez durumlara gelindiği eleştirileri yaygınlaştı. Oy için besleme, süsleme yöntemi izlendi. Demokrasi, içerik ve nitelik olarak değil, söz olarak dillerde dolaştı.

HUKUK

Hukuk devleti, hukukçu devleti değildir. Hukukun yaşama egemen olduğu, hukukçunun hukuku savunup koruduğu, her alanda etkin kıldığı, adaleti inan, güven, esenlik, mutluluk ve barış kaynağı yaparak bayraklaştırdığı devlettir. Gerçekten, adalet yaşam güneşidir. Artık çatışma, kavga, karalama, suçlama, aşağılama türü ilkellik ve yanlışlıkları yinelememek üzere iyice bırakıp hangi siyasal gömüşte olunursa olunsun tüm yurttaşların barış içinde yaşamayı yeğlemeleri, bunu bir insanlık sorumluluğu ve yükümlülüğü benimsemeleri gerekir. Özellikle “cumhur ittifakı birleşenlerinin sert, kaba, kötü ve abartılı konuşmaları bir daha duyulmamalıdır. Başta Anayasa Mahkemesi, yargının saygınlığını ve güvenirliğini önemli ölçüde yitirdiğine, gerçek savcı, yargıç ve üyelerin durumdan çok sıkılıp yakındıklarına ve üzüntü duyduklarına ilişkin duyumlar giderek arttı, büyüyüp yaygınlaştı. Adalet susuzluğuna katlanmak güçtür. En büyük onarım hukuk devleti konusunda yapılmalıdır. Ayrıştırma, karşıtlık ve dağınıklık üzerinde durulmalı, birleştirici, kaynaştırıcı ilkelere ve değerlere öncelik verilmelidir.

ANCAK

Giderek diktaya açık “ Tek adam” yönetimi “Güçlü meclis” aldatmalı ve avutmalı oyalamalar, sakıncalı olasılıklara açıktır. Beklenen ve özlenen ufuk açılmamıştır. Özellikle işçi, çiftçi, dar gelirlilerle dincilerin ve kimi tacirlerin desteği ve Güneydoğu Anadolu soğukluğu dikkat çekici bir ağırlıkla ortaya çıkmıştır.

Muharrem İnce'nin çabalarını ve ona olan ilgiyi değersiz kılan olaylar üzücüdür. Yarınların kötü olasılıklarla kararmaması için hepimize büyük sorumluluk düşmektedir.

GÜZELLİKLER

Yaşamı çekilir kılmaktan öte çekici duruma getiren kimi güzellikler duygu ve düşünce gücünü artırıyor. SÖZCÜ gazetesinin ilân gelirinin %15'ini bir vakıf ve derneğe özgülemesi, halkımızın Lösemili Çocuklar Sağlık ve Eğitim Vakfı, Türk Eğitim Vakfı gibi kuruluşlara yardımı mutluluk verici toplumsal güzelliklerdir. Bu arada Türk Hukuk Kurumu yeni yönetimin Anıt-Kabir Anı Defteri'ne yazdığı metni okurlarımızla paylaşmayı ayrı bir mutluluk nedeni sayıyoruz. Şöyle ki:

“Büyükler Büyüğü ATATÜRK' ümüz,

Türk Ulusu' nun yaşamındaki özgün yerinizin hepimize, her zaman duyurduğu övünç ve kıvançla korunup sürdüğü gerçeğinin mutluluğu ile doluyuz.

Kurtarıcı ve Kurucu olarak başardığınız atılımların ölçülemez değeri hepimizi gönendirmek te, yarınlara ilişkin umut ve çabalarımızı ateşlemektedir.

Sizin çağdaş ilkelerinizle temelini oluşturduğunuz Türk Devrimi' nin aydınlığı, tüm karşıtlıkların, değer bilmezliklerin karanlığını giderecek, kişiliğinize, adınıza ve eserlerinize yönelik kınanan olumsuzluklar giderilecektir.

Yargı bağımsızlığını vurgulayarak kurduğunuz demokratik, lâik hukuk devleti olan Cumhuriyetimiz, demokrasinin hukuksal yapısı ve adı olarak benimsenmiştir.

Türk Hukuk Kurumu'nun yeni seçilen Yönetim, Denetim ve Onur Kurulu üyeleri olarak size olan sevgi, saygı ve bağlılık duygularımızı sunuyor, her zaman izinizde ve sizinle olduğumuzu içtenlikle yineliyoruz. 21/5/2018

Avukat Yaşar ÇATAK
Türk Hukuk Kurumu Yönetim Kurulu Başkanı
(25.06.2018)

http://www.turkhukukkurumu.org.tr/duyurular/249-kurumumuz-onceki-baskanlarindan-yekta-gungor-ozden-yazisi-ozlenen-beklenen.html?highlight=WyJ5ZWt0YSIsImdcdTAwZmNuZ1x1MDBmNnIiLCJcdTAwZjZ6ZGVuIiwieWVrdGEgZ1x1MDBmY25nXHUwMGY2ciIsInlla3RhIGdcdTAwZmNuZ1x1MDBmNnIgXHUwMGY2emRlbiIsImdcdTAwZmNuZ1x1MDBmNnIgXHUwMGY2emRlbiJd


***

TETİĞE BASACAK HASAN TAHSİN LER.,

“TETİĞE BASACAK HASAN TAHSİNLER”!


Serdar Ant

Son yıllarda sanal dünyada güncel siyasal konularla ilgili yayın yapan bir internet sitesinde yaklaşık bir hafta önce yayınlanan bir yazıda şunlar söyleniyordu:

“Türk Milleti için tek yol Müdafaa-i Hukuk, tek umut ise 'Kuvva-yı Milliye'dir. Siyasi partiler ile 'Ulusal Kurtuluş' mücadelesi verilmeyeceğini Türk Milleti anlamalıdır. Siyasi partilerin seçim çıkarları, siyasetçilerin şahsi menfaatleri ile tevhid olup, ulusal onurun ve bağımsızlığın önüne geçebilir. En temiz ve sağlam örgütlenme partiler üssü bir oluşumla sağlanabilir ancak; partilerin doktrinleri ve ideolojileri insanları gruplaştırıp ayrıştırabilir. Yüreği Vatan ve Millet sevdasıyla çarpan iki insan, farklı ideolojilerin ve partilerin peşine düşerek yolları ayrılabilir. Bu ayrılığın yaşanmaması için partiler üssü bir oluşum şarttır.”

Bu görüşlerin günümüz Türkiye koşullarında, ülke sorunları için ne derece bir çözüm olacağı tartışmaya açıktır ve ayrı bir yazının konusudur. “Kuvayı Milliye” nedir, ne değildir, 1920’lerin “Müdafaa-i Hukuk” örgütlenmelerinden farkı nedir, günümüzde “partiler üstü örgütlenme” nasıl yaşama geçer, böyle bir girişimin de en sonunda bir partiye dönüşmesi kaçınılmaz değil midir gibi soruları, şimdilik bir yana bırakalım. Benim bu yazı çerçevesinde asıl değinmek istediğim, yazının son cümlesi ve bu cümleyle yapılan çağrıdır:

"Namlu Düşmanın şakağında, vurmayı - ölmeyi emir beklemeyen, tetiğe basacak Hasan Tahsinleri bekliyor..."

Birilerinin “tetiğe basması” için davet çıkaran bir mücadelenin ne tür bir “mücadele”(!) olacağı ortadadır aslında. Böyle bir anlayışın, doğal olarak yasal ve demokratik tüm siyasal mücadele yollarını daha en baştan dışlayacağı ve kötüleyeceği de açıktır. Madem sorunlar tetiğe basmakla çözülecektir, o zaman birilerine çağrı yapmaya ne gerek var? Bu tür bir kışkırtıcılığa soyunanlar, kimi hedef alarak, hangi tetiğe basacaklarsa, buyursunlar bassınlar o zaman… Ama daha ilginç olan ise, böyle bir çağrının kendisini Hasan Tahsin gibi tarihsel bir figürle meşru kılmak istemesidir.

Hasan Tahsin, bizim milli tarihimizde kutsallaştırılmış bir simgedir, kimilerine göre “kurtuluşu ateşleyen ilk kıvılcım”dır.  1919 Mayıs’ında İzmir’e çıkan işgalci Yunan kuvvetlerine karşı ilk kurşunu sıkan ve bunun üzerine şehit edilen bir kahramandır. Ne var ki Hasan Tahsin’in 15 Mayıs 1919’da gösterdiği bu yiğit duruş, onun öyküsünün sadece son cümlesidir. Hasan Tahsin’i böyle bir çıkış yapmaya mecbur bırakan hatalarla dolu bir “önceki dönem” vardır ki işte burası çoğu kişi tarafından bilinmez, bilenler de görmezden gelmeyi yeğler.
Gerçek adı Osman Nevres olan Hasan Tahsin hakkında herhangi bir başvuru kaynağında genelde şu tanımın yapıldığını görürsünüz:

“15 Mayıs 1919 tarihinde İzmir'e çıkan Yunan askerine ilk kurşunu sıkarak Türk direnişini başlatan ulusal sembol kişi, yazar ve gazeteci...”
15 Mayıs, Hasan Tahsin’in yaşamının son günüdür. O gün Yunan askerleri tarafından açılan ateş sonucu şehit edilmiş ve tarihe de yaşamının bu son günü yaptıklarıyla geçmiştir. Oysa Hasan Tahsin 1888 doğumludur, yani Atatürk ile aynı dönemin insanıdır. 15 Mayıs 1919 günü şehit edildiğinde 31 yaşında olan Hasan Tahsin’in yaşamının önceki yıllarında yaptıkları onun hiç de Mustafa Kemal’in benimsediği çizgide bir insan olmadığını göstermektedir.
Ama günümüzde kendini “Kemalist-Atatürkçü” olarak tanımlayan birçok kişi, Hasan Tahsin’i bir simge haline getirmekte ve resmi tarih de onu yaşamının bu son günü yaptıklarıyla gelecek kuşaklara tanıtmaktadır. “Kurtuluşu ateşleyen ilk kıvılcım” gibi yakıştırmalar ise Hasan Tahsin efsanesinin zorlamasıyla yapılan haddini aşan nitelemelerdir. Çünkü Kuvayı Milliye adı altında değerlendirebileceğimiz yerel, silahlı direniş hareketleri, Hasan Tahsin’in ilk kurşunu atmasından daha önce başlamıştır.  

Mustafa Kemal’in Nutuk’ta “ Memleket dâhilinde ve İstanbul’da milli varlığa düşman teşekküller ” başlığı adı altında saydığı cemiyetler arasında Sulh ve Selamet Cemiyeti de vardır. (Nutuk, C-1, TTK Yay. Ankara, 1989, s.8)
İzmir’de Yunanlılara ilk kurşunu sıkan Hasan Tahsin, 30 Ekim 1918’de Mondros Mütarekesi’nin imzalanmasından sonra İngilizlere güvenme görüşünü savunan biridir ve “Ali Kemal ve Satvet Lütfi gibi İngiliz yanlısı işbirlikçilerin ön ayak olduğu Osmanlı Sulh ve Selamet Cemiyeti’ni İzmir’de kurmuştur” (Doğan Avcıoğlu, Milli Kurtuluş Tarihi, C-1, s. 24) 

Ayrıca Nutuk’ta ne “mal” olduğu ortaya konulan Sait Molla’nın da bu Osmanlı Sulh ve Selamet Cemiyeti’nin İdare Meclisi üyesi olduğunu ekleyelim. (Tarık Zafer Tunaya, Türkiye’de Siyasal Partiler, Cilt: 2, Mütareke Dönemi, Hürriyet Yay. s. 141)

Hasan Tahsin’in İzmir’de çıkarmakta olduğu Hukuk-ı Beşer gazetesinin 1 Aralık 1918 tarihli sayısında Osmanlı Sulh ve Selamet Cemiyeti’nin programı yayınlanmıştır. Hatta gazetenin adı da 4 Ocak’tan itibaren Sulh ve Selamet olarak değiştirilmiştir. Ertesi gün gazetede yapılan bir açıklamada “Hukuk-ı Beşer’in Prens Sabahattin Bey’e mensup Osmanlı Sulh ve Selamet Cemiyeti’nin bir yayın organı olduğu ancak doğrudan doğruya Cemiyet’in adını alması gerektiği ve bu nedenle dünden beri Sulh ve Selamet adıyla yayınlandığı” ifade edilmiştir.

Prens Sabahattin’in kim olduğu ve siyasi geçmişi göz önüne alınır ve Osmanlı Sulh ve Selamet Cemiyeti’nin Mütareke döneminde nasıl bir rol oynadığı hatırlanırsa, Mondros Mütarekesinin hemen ardından ve İzmir’in işgalinden kısa bir süre önce Hasan Tahsin’in nasıl bir politik tutum içinde olduğu daha iyi anlaşılır.  

Bugün millete “kurtuluşu ateşleyen ilk kıvılcım” olarak sunulan Hasan Tahsin, 15 Mayıs 1919’da Yunan işgali başlayana kadar tam tersi bir tutum içinde olmuştur. En azından 1919 yılının bahar aylarına kadar durum böyledir. Hasan Tahsin gazetesinde “Bizi yenen devletleri kızdırmamak, gücendirmemek ve bir olay çıkarmamak gerekir. Ancak bu sayede Anadolu’yu elimizde tutma olanağı vardır” görüşünü savunmuştur. (Doğan Avcıoğlu, Milli Kurtuluş Tarihi, C-1, s. 24)

Hasan Tahsin’e göre İngiltere, Fransa ve Amerika insanlığı ve eşitliği savunan güçlerdir! (Nurdoğan Taçalan, Ege’de Kurtuluş Savaşı Başlarken, s. 139-140)
Hasan Tahsin, en sonunda yanlış bir yolda olduğunu fark edip 15 Mayıs 1919’da Yunan işgalcilerine karşı ilk kurşunu sıkarak belki kahramanca bir duruş sergilemiştir, ama bu tavrı Mondros Mütarekesi sonrasındaki o karanlık dönemdeki hatalı duruşunu yok edemez. İşgalden kısa bir süre öncesine kadar halkı direnişe değil, boyun eğmeye ve beklemeye teşvik eden bir tavır içindedir Hasan Tahsin… En azından başyazarlığını yaptığı gazete, bu amacı güdenlerin sesidir.

Kaldı ki 15 Mayıs’ta atılan o ilk kurşunun da “kurtuluşu ateşleyen ilk kıvılcım” olduğu iddiası gerçeklerle ilgisi olmayan bir yakıştırmadır. Bu konudaki diğer bütün iddialar bir yana, Yunanlıların İzmir’i işgale başladığı 15 Mayıs 1919’da Mustafa Kemal Bandırma vapuru ile Samsun’a doğru yola çıkmıştı bile… Ve Anadolu’ya da Hasan Tahsin’in attığı ilk kurşunun yönlendirmesiyle gitmiyordu. Hasan Tahsin’in İzmir’de “bizi yenen devletleri kızdırmamak, gücendirmemek ve bir olay çıkarmamak” gerektiğini savunduğu günlerde, Mustafa Kemal İstanbul’da, birkaç ay sonra başlatacağı Anadolu İhtilali’nin planlarını yapmaktaydı.

Kısacası Mustafa Kemal gibi ulusal demokratik devrimcilerle, Hasan Tahsin gibi romantik hayalperestlerin çizgisi bir değildir. Hiçbir zaman da olmamıştır!

Silahlı mücadeleyi kutsayan, yasa dışı yollar ve şiddeti çareymiş gibi gösteren maceracı hareketler bugün Türkiye’ye hiçbir şey kazandırmaz. Kabzasını kimin tuttuğu belli olmayan bir silahın tetiğine asılarak hiçbir sorun çözülemez. Bu tür kışkırtıcı çağrılar, vatansever bir söylemle meşru kılınmaya çalışılsa bile, bir kaos ve anarşi ortamının yaratılmasına hizmet eder, o kadar… Böyle bir ortamın ise her zaman emperyalizm ve yerli işbirlikçilerine yaradığını biliyoruz. Türkiye, 1971 ve 1980 darbesine giden süreçte bu kışkırtıcı oyunu iki kere izledi. İster sağcı olsun ister solcu olsun, bu ülkenin yurtsever ve tertemiz evlatları, büyük satrancın bir piyonu gibi kullanıldı, birbirini kırdı. En sonunda o namlunun kime çevrildiğini ve kimleri vurduğunu ise yaşayarak gördük.

Aynı Oyun, şimdi bir kere daha mı Sahneye konulmaya çalışılıyor?

8.5.2013 

SERDAR ANT 'IN YAZISI ÜZERİNE KISA NOT

 İzmirli dostlarımız başta olmak üzere, bütün dostlarımızı, aziz Vatanımız için fedakarlığı ve kahramanlığı asla küçümsemeden, soğukkanlı bir biçimde, Hasan Tahsin konusunu incelemeye davet ediyorum.

Sayın Serdar Ant'ın yazısında belirttiklerinin dışında, Kuvay-ı milliyeciler in böyle bir görev vermediğini ve olabilecek Yunan misillemesine karşı, kız kardeşini özellikle tembihlediğini de biliyoruz. 

Genel olarak fevri hareket edebilen ve maceracı eğilimler taşıyan bir vatansever olduğunu söyleyebiliriz.

           Bu eylem, daha önce onun Romanya'daki suikast girişiminden de mahiyet olarak çok farklıdır. Yunanlar, Hasan Tahsin'in giriştiği saldırının akabinde, bu saldırıyı bahane ederek sivil halktan çok sayıda insanımızı orda katlettiler. Çok özel bazı şartlar dışında, bu eylemin yüceltilmesi, çok yanlış sonuçlara yol açabilir. Tabii, "masonik" çevrelerin ona sahip çıkmasını ciddiye almamalıyız; yanlış yaklaşım ve tutumları da olsa Hasan Tahsin, Türk ve İslam kültürüyle yetişmiş samimi bir bir vatanseverdir.

           Serdar Ant arkadaşımızın bu yazısı, yerinde bir uyarı niteliği taşıyor. Değerli dostlarımızı, bu konu üstünde bir kere daha düşünmeye davet ediyorum.
           Saygılarımla,
           F. Murat Sakarya

https://groups.google.com/forum/?utm_source=digest&utm_medium=email#!search/Serdar$20Ant$27%C4%B1n$20Son$20Yaz%C4%B1lar%C4%B1/fikir-bahcesi/HHbDK4Nbno0/m88dLDp2bgcJ



***

Serdar Ant ,Psikolojik Savaşın Hizmetindedir

Serdar Ant, Psikolojik Savaşın Hizmetindedir


Halim Yurdakul.,

İşçi Partisi Basın Danışmanı.,

            Serdar Ant, İşçi Partisine karşı yürütülmekte olan psikolojik savaşa malzeme sağlama çabalarını sürdürüyor.

            Şimdi de, İşçi Partisi Genel Başkan Vekili Mehmet Bedri Gültekin’in, son dönemde “Açılım” tartışmaları ile birlikte Türkiye’nin son derece tehlikeli bir etnik ayrışma noktasına girdiğine işaret eden 24 Eylül 2009 tarihli yazısına ağır hakaretler içeren bir yazıyla sözüm ona yanıt vermiş.

            Serdar Ant, “Bu görüşler ve faaliyetler, etnik ayrışmayı derinleştiriyor, milleti bir arada tutan bağları çözüyor ve bir iç savaşa giden etnik ayrışma planının taşlarını döşüyor” değerlendirmesinde bulunan Mehmet Bedri Gültekin’i amacını aşan ifadeler kullanmakla suçluyor.

            Bursaspor-Diyarbakırspor maçını televizyonlarından izleyen vatandaşlarımız Mehmet bedri Gültekin’in uyarısının ne kadar yerinde olduğunu teslim etmişlerdir sanırım.

            Bir spor karşılaşması olan Bursa Spor-Diyarbakır Spor maçı neredeyse bir etnik savaş görüntüsüne büründürülmüş, on vatandaşımız yaralanmış, altı kişi ise gözaltına alınmıştır. Maç sonrası, “Bu ülke hepimizin, PKK dışarı diyorlar. Ben PKK’ mıyım? Çok ayıp” diyen Diyarbakırspor Başkanı Çetin Sümer, Diyarbakırspor’ un ligden ayrılabileceği açıklamasında bulundu.

            Bu maç bile Türkiye’nin nereye sürüklenmek istendiğini açıkça göstermektedir. Serdar Ant da bu olaylara önyargısız bir şekilde bakabilirse, bunu görecektir.

            Mehmet Bedri Gültekin, 24 Eylül 2009 tarihli yazısında “Türkiye’nin etnik temelde yeniden yapılandırılması şeklinde özetleyebileceğimiz Amerikan politikasının bir parçası olarak milletin etnik kökenlerine göre dağılma sürecine girmesi, bir etnik boğazlaşmayı ciddi tehlike olarak Türkiye’nin önüne getirmektedir” diyerek bütün vatandaşlarımızı uyarmakta ve birliğe çağırmaktadır.

            Bursaspor-Diyarbakırspor maçı bu uyarının ne kadar yerinde olduğunu açıkça göstermiyor mu?

            Serdar Ant, Mehmet Bedri Gültekin’in 24 Eylül 2009 tarihli yazısında eleştirebilecek fazla bir şey bulamamış olacak ki, 1991ve 1994 yıllarında yayımlanan bazı yazılardan cımbızlama yaparak, “ Bölücü terör yandaşlığı” suçlamalarıyla gerçekleri çarpıtmaya çalışmıştır.

            1990’ları lütfen hatırlayınız. O zaman hiç kimse Kürt sorunundan söz etmezken, İşçi Partililer eşitlik-özgürlük temelinde Türk ve Kürt kardeşliğini haykırıyorlardı.

            21 Şubat 1989 tarihi unutulmadı. Sosyalist Parti Genel Sekreteri Yalçın Büyük dağlı ve bugün İşçi Partisi Genel Sekreteri olan Avukat Nusret Senem, aldıkları bir haberi değerlendirerek, 21 Şubat 1989 sabahı Siirt Kasaplar Deresine gidiyor, çöplükte gömülü 25 metrekarelik alanda 6 cesedi ortaya çıkarıyor ve savcılığa suç duyurusunda bulunuyorlardı.

            O günler öyle günlerdi. Bugün bazılarının yaptığı gibi Amerika’nın arkasına saklanıp “ Açılım” ninnileri söylenmiyordu o günlerde.

            O günlerde, bedelini ödemeyi de göze alarak halkı savunanlar yine İşçi Partili devrimciler oluyordu.

            Sosyalist Partinin Cizre’de düzenlediği “Zonguldak Botan El Ele” mitingi de hatırlardadır. Orada bölücülüğün zerresini bulamazsınız. “Kürt, onun iradesine saygı gösteren Türk halkıyla eşitlik-özgürlük temelinde birleşmeye hazırdır. Cizre halkı, devrimci birliğin dersini veriyor” denmiştir o mitingde. Cizre-Zonguldak birliği uygulanmıştır.

            Serdar Ant, İşçi Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek’e de laf etmeden yapamamış. Perinçek’in Kemalist Devrim–1 kitabında Atatürk’ün Kürt halkına baskı uygulandığını yazdığını belirtmiştir.

            O kitabı okuyanlar, o kitapta bir bilimsel sosyalistin, bir tarihi materyalistin titiz incelemelerini bulacaklardır.

            İşçi Partisi, Atatürk’ün ve düşüncelerinin bütün halkımız tarafından özümsenmesi amacıyla bir ilke imza atarak Atatürk’ün Bütün Eserlerini (ATABE) titiz bir çalışma sonucu Türkiye halkına kazandırmıştır. Türkiye’deki en büyük Atatürk anıtı işte bu eserlerdir.

            Serdar Ant, bütün bunları bilmez mi? Bilmemesine olanak yok. Onun bu çabaları İşçi Partisi ve Genel Başkanı Doğu Perinçek’e karşı yürütülen psikolojik savaşın hizmetinde olmaktan öte bir anlam taşımıyor.

            İşçi Partisi, bugüne dek yaptığı gibi bundan sonra da Kürdün ve Türkün kader birliğini sonuna kadar savunacaktır.

            İşçi Partisi, Amerika’nın tezgâhladığı “Açılım” adı altında etnik ayrışmayı derinleştirmeye, milleti bir arada tutan bağları çözmeye ve iç savaşa götürecek projelere geçit vermeyecektir.

            NOT: Okuyucuların Serdar Ant’ın nasıl bir çaba içerisinde olduğunu görmeleri açısından Mehmet Bedri Gültekin’in 24 Eylül 2009 tarihli yazısı ektedir.

Halim Yurdakul,
İşçi Partisi Basın Danışmanı

https://groups.google.com/forum/?utm_source=digest&utm_medium=email#!search/Serdar$20Ant$27%C4%B1n$20Son$20Yaz%C4%B1lar%C4%B1/aydinlik-gelecek-hareketi/1Wi8SRcrfvc/qR-84982dRgJ


***

İDLİB MÜZAKERELERİ

İDLİB MÜZAKERELERİ


The Godfather (Baba) filminde, mafya lideri Don Vito Corleone'un, " Ona reddedemeyeceği bir öneri yapacağım," ya da "Bize katıl ve bizim için birşeyler yap " repliği; Kılıçtan keskin güce karşı zayıfın boynunun kıldan ince olduğunu işliyordu.

*
21 Ağustos'ta ABD Başkanı D.Trump Rusya'ya benzer bir teklifte bulundu.

"Moskova, Washington için iyi olacak bir şey yaparsa" Rusya'ya karşı yaptırımları kaldırmayı düşünmeye hazır olacağını söyledi.
Trump, Moskova'nın Suriye ve Ukrayna konusunda ortak adımlar atması gerektiğini belirtti...

*
22 Ağustos'ta Rusya Dışişleri Bakanı S.Lavrov, "Suriye yönetiminin daveti olmadan varlık gösteren tüm dış güçlerin bu ülkeyi terk etmeleri
gerekiyor"dedi.
23 Ağustos'ta Dışişleri Bakanı M. Cavuşoğlu,
24 Ağustos'ta Milli Savunma Bakanı H. Akar ve MİT Başkanı H.Fidan bir hafta sonra yeniden Moskova'ya gittiler.
Suriye'de yaşanan son durumu ve İdlib'e ilişkin gelişmeleri görüştüler.

*
Rusya'nın İsrail ile müzakereleri sonrasında oluşturulan Astana Süreci'nde;
Suriye'de Ürdün sınırında: Guta: Humus kuzeyinde: İdlib'te olmak üzere dört de eskalasyon bölgesi oluşturuldu.
Bu suretle; Suriye'de İsrail lehine kurtarılmış Sünni Arap Bölgeleri kuruldu.
Suriye rejimi savaş alanını daralttı ve muhalefete karşı birden fazla cephede savaşan güçlerini yeniden toparladı.

*
Nitekim Suriye Arap Ordusu Rusya'nın desteği ile giderek topraklarını özgürleştirdi.
Bugün rejim, ülke topraklarının yüzde 96.5' inin denetimini yeniden ele geçirmiştir.
Şimdi sıra ülkenin kuzeybatısında Kürtler de ve İdlib ilindedir.

*
İdlib yıllardır silahlı direnişin ve El Kaide bağlantılı operasyonların merkezidir.
Bugün Suriye Arap Ordusu tarafından kuşatılmıştır.
Suriye Hava Kuvvetler İdlib'in dış bölgelerini düzenli olarak bombalıyor.

*
Bu sırada Suriye Hükümeti, bir taraftan da Kürtlerle; taleplerinin karşılanması konusunu aynı zamanda bölünmeyi engelleyecek önlemleri garanti
eden yönetimsel ve kültürel otonomiyi tartışıyor...

"Üniter desantralize " sistemi müzakere ediliyor.

Müzakerelerde 23 Ağustos 2011' de 107 sayılı Suriye Başkanlık Kararnamesi temel alınıyor.
Bu kararname ile;

Seçilmiş ve kısmen atanmış yerel otoritelere çeşitli seviyelerde yetki verilecek,
Yerel otoriteler ise başkanlık tarafından atanan valilerin ve aynı zamanda
başbakana bağlı Yerel Yönetim Yüksek Kurulu'nun denetimine tabi olacaktır.
Şu sırada iki tarafın kurduğu 7'şer kişilik komisyonlar bu konular üzerinde çalışıyor...

*
Diğer tarafta karmaşık ve kaotik bir görünümde İdlib'in geleceği bulunuyor!
Ve İdlib bugünün diplomatik çözümün merkezini oluşturuyor.
Astana Anlaşmasına göre Türkiye İdlib de-eskalasyon bölgesinde; Suriye yönetimiyle işbirliği yolu çizerek çatışmaların bitmesine çaba
göstermek,

İdlib'teki yönetimi silahlı terör gruplarından alarak sivil idareye devretmek,
Radikal unsurları elimine ederek kentteki çatışmasızlığı denetlemek ve güvenliği yerel polis güçlerine bırakmak görevini yerine getiriyor.

*
Türkiye bu görevi, görünürde Suriye toprak bütünlüğü ve bölgedeki nufusunun artacak olmasıyla sağlanabileceği öngörüsünde bir strateji ile yürütüyor.
Yani Türkiye bu görevi aldığı andan itibaren bölgeye çok sayıda Sünni Arap taşıyacağını ve yeni bir demografik yapı oluşturacağı bildirmiştir!
Ama esasen Erdoğan'ın stratejisi; Osmanlı'nın eski topraklarında mesela
Ortadoğu'da ağırlıklı olarak İslam din ve gelenekleri ile uyumlu bir ekonomik ve siyasi düzeni oluşturmaya dayanıyor.

*
Nitekim İdlib'in gerçeği, Türkiye'nin kuzeybatı Suriye'nin kontrolünü ele geçirme konusundaki işbu riskli yatırımlarından kaynaklanıyor...
Erdoğan'ın istilacı stratejisi Suriye İç Savaşının başladığı günlerden geliyor.
Baştan beri Türkiye, bu bölgede ekonomik kaynaklar üzerinde egemen olunacağı senaryosunu IŞİD ile birlikte yürüttü.
İŞİD ile birlikte Suriye'nin petrol gelirlerine el konuldu, kaçak petrolden kazanıldı, tarihi eserlere ve bankalardaki altın ve döviz kaynakları yok edildi.
Ama pastayı Kürtlere yedirmemek için uzun süre hem Nusra Cephesi, hem Müslüman Kardeşler örgütü, hem de IŞİD'le birlikte Suriye'de hem Kürt
köylerine hem de Alevi köylerine yapılan saldırılara ortak olundu.
Böylece cihatçı muhalefet aktörleri üzerinde güçlü birliktelikler oluşturuldu.
İdlib bugün Türkiye'nin kontrolündeki Özgür Suriye Ordusu, El Kaideci el-Nusra Cephesi, Ahrar al-Şam, Failaq el-Şam'dan sonra kendisine Hayet
Tahrir el-Şam (HTS) adını veren Nusra Cephesinin işgalindedir.
El Kaide ile bağlantılı en az 70 bin silahlı militan aileleriyle birlikte Idlib' te yaşıyor...

*
Şimdi Suriye Hükümeti ve Rusya; Türkiye'den İdlib'ten çekilmesini ve bölgeye sığınmış cihatçıları kendi kaderleriyle baş başa bırakmasını istiyor...
Türkiye ise İdlib " kırmızı çizgim dir" diyor ve Suriye rejimine asla bir girişimde bulunmaması için dikkat çekiyor!

*
Ancak Türkiye'nin ABD ile süren "Pastör Brunson" krizinin altında da yatan İdlib Sorunu ile ilgili, Bugün Rusya Savunma Bakanı S. Şoygu, Milli Savunma Bakanı H. Akar ve MİT
Başkanı H.Fidan'ın görüşmesinde,
Suriye'deki durum, bölgesel güvenlik ve askeri-teknik işbirliği istişare edilmiş,
Rus tarafı, Türk meslektaşlarına Suriye'nin kuzeybatısındaki durumun normalleşmesiyle ilgili tekliflerini sunmuştur.

*

Bir süredir Türkiye'ye fısıldanan bu teklife göre;
Türkiye, bölgedeki Suriye Arap Ordusu'nun İdlib müdahalesine karşı çıkmayacak, Rojava'da Kürtlere özerkliğin verilmeyeceği bir planı onaylayacaktır.
Moskova'nın bu planı ABD' den kismi olarak onay almış, Başkan D.Trump' da olumlamıştır.
Türkiye'nin İdlib'e hiçbir şekilde müdahalede bulunmayacağı belirtilen teklifte,
İdlib'ten kaçacak olan silahlı militanların Türkiye'ye geçmesi Ruslar tarafından engellenecektir...

Suriye ve Rusya; Kürtlere herhangi bir özerklik verilmeden haklarını tanıyacak,
Ve İdlib operasyonunun ardından Türkiye Suriye'den çekilecek, Suriye yönetimi ile Ankara normalleşme sürecine girecektir.

*
Mazi severlikle ve boş bir peşinde Türkiye'nin değerleri yok edilmiş, manevi ve maddi kayıplara uğranılmış tır.
Elbette bu akılsız başa, önünde sonunda gerekli ders verilecektir.

25. 8. 2018

Ahmet Kılıçaslan AYTAR
ahmetkilicaslanaytar@gmail.com


****


ABD'den küstah açıklama! TL'ye, Saldırıyı itiraf ettiler.,

ABD'den küstah açıklama! TL'ye, Saldırıyı itiraf ettiler.,



ABD başkanı Donald Trump 

Türkiye'ye Dış Politikada Diz Çöktürme operasyonunun kamuflajı olarak kullanılan tutuklu papaz Brunson davası ile birlikte TL'de son 1.5 ayda yaşanan düşüşün ardında ABD'nin 'kur saldırısının' olduğu tescillendi. ABD Başkanı Donald Trump

https://www.takvim.com.tr/index/donald-trump   'ın Ulusal Güvenlik Danışmanı John Bolton 
https://www.takvim.com.tr/index/john-bolton, 

Türk Lirası'nayapılan operasyonu itiraf etti.
https://www.takvim.com.tr/index/brunson 


*SERBEST BIRAKIN TEHDİDİ*

Reuters'a konuşan Bolton, "Türkiye Brunson'ı koşulsuz serbest bırakırsa, döviz krizi hemen sona erebilir" diyerek, dolarda ekonomik gerekçeklerden
yoksun yaşanan yükselişin de nedenini ortaya koydu. Tehditlerini sürdüren ve Türkiye'nin Katar'la yaptığı 15 milyar dolarlık anlaşmadan tedirginliği ni de gizleyemeyen Bolton, "Katar'dan gelen para Türkiye ekonomisini kurtarmaya yardım etmez" dedi. Türkiye'nin bağımsız yargısını
da hiçe sayan Bolton, "Türkiye rahip Brunson'ı bırakmayarak büyük bir hata yaptı" ifadelerini kullandı. Bolton, Türkiye'nin NATO'dan geçici olarak
uzaklaştırılması gibi bir durumun söz konusu olup olmadığı ile ilgili bir soruya "Şu anda böyle bir şey söz konusu değil" dedi. Danışman İdlib'de
eğer kimyasal ya da biyolojik silah kullanılarak bir müdahalede bulunulursa ABD'nin buna "şiddetle" cevap vereceği uyarısında bulundu. Öte yandan
Bolton İran'a uygulanan yaptırımların beklediklerinden daha fazla etki gösterdiğini belirterek, Avrupalı ülkeleri ABD ya da İran'la ticaret yapmak
arasında seçim yapmaya çağırdı.

*KÜSTAHLIK, HADSİZLİK...*

"Muhalif iktisatçı olmak başka şey, Türk Lirası'nın bu kadar yüksek oranda değer kaybı yaşamasında ABD'nin finansal operasyon yaptığını görmemek başka
şey" değerlendirmesinde bulunan Prof. Dr. Kerem Alkin, "Ekonomi yönetimi rahibi bahane etti sözü, Bolton'ın 'Katar parası Türkiye'yi kurtaramayacak'
sözü kadar küstahlık, hadsizlik" açıklamasını yaptı. Alkin sözlerine şöyle devam etti: "Bolton'ın 'Papazı bırakın, kriz bitsin' sözlerinden sonra
'Türkiye zaten ekonomik krize gidiyordu, rahip bahane oldu' diyen beri gelsin. Bu sözler TL'ye ABD'nin siyasi operasyonunun tescilidir."

*ALMANYA'DAN ABD'SİZ EKONOMİ ÇAĞRISI*

Trump'ın doları şantaj aracı haline getirmesi ve art arda aldığı yaptırım kararları, Avrupa ekonomisinin lokomotifi Almanya'nın da sabrını taşırdı.
Dışişleri Bakanı Heiko Maas, Alman Handelsblatt gazetesi için yazdığı makalede, "Avrupa, İran ile nükleer anlaşmayı kurtarmak istiyorsa
Amerika'dan bağımsız bir ödeme sistemi kurmak zorunda" dedi. ABD'nin İran nedeniyle Avrupa'ya rest çekmesi, son dönemde AB'nin elini zorlayan bir
durum oluşturmuştu. Alman Bakan Maas, "Amerika'dan bağımsız ödeme kanalları olarak bir Avrupa Para Fonu ve bağımsız bir SWIFT sistemi kurarak
Avrupa'nın özerkliğini güçlendirmemiz işte bu nedenle önem taşıyor" değerlendirmesinde bulundu.

*ABD ŞİMDİ DE BORUYA SARDI*

Demir çelik ve alüminyum ürünlerine getirdiği ek vergilerle yaptırım sopasını kullanmaya devam eden ABD, ticaret savaşında dün yeni bir cephe
açtı. ABD Ticaret Bakanlığı Türkiye dâhil 6 ülkeden ithal edilen, petrol ve doğalgaz boru hatlarının inşasında kullanılan kaynaklı boruların ABD
pazarında değerinin altında satıldığı yönünde ön karar aldı. ABD Ticaret Bakanlığı haziran ayında yaptığı ön incelemede Türkiye, Çin, Hindistan ve
Güney Kore'den yapılan kaynaklı boru ithalatının adil olmayan şekilde finanse edildiğine karar vermişti. Bu ülkelere Kanada ve Yunanistan da
dâhil edildi.

*KUR ATAĞI MİLLET MUKAVEMETİYLE BERTARAF EDİLDİ*

AK Parti Genel Başkan Yardımcısı Mahir Ünal, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi'nin önemine dikkati çekerek, sistemin yüksek bir koordinasyon ve
görev dağılımıyla, daha yüksek bir koordinasyonla çalıştığını belirtti. Geçtiğimiz günlerde ekonomiye yönelik kur atağı yaşandığını hatırlatan
Ünal, "Bu hem yeni hükümet sisteminin ne kadar iyi çalıştığının bir göstergesiydi, hem de ekonominin tek bir çatı altında toplanmasının
sonuçlarını görmemiz açısından son derece önemliydi. Hazine ve maliyeden sorumlu bakanımızın, Sayın Cumhurbaşkanımızın kararlılığı ve yüksek
koordinasyonla bu kur atağı, bir millet mukavemetiyle birlikte bertaraf edildi" diye konuştu.

https://www.takvim.com.tr/ekonomi/2018/08/23/abdden-kustah-aciklama-tlye-saldiriyi-itiraf-ettiler-1535015291

***

Kemalizm Cehaleti.,

Kemalizm Cehaleti., 


Kemalizm Cehaleti 
İsmail Çağlar

KEMALİZM,  
Büyük konfor; düşünmüyorsun, Okumuyorsun, Yıllarca aynı nakaratları tekrarlayıp duruyorsun ve üstüne kendini, çağdaş, batılı, eğitimli, kültürlü diye kutsuyorsun.

Bu öyle bir alışkanlık ve hayat pratiği ki can çıkar huy çıkmaz misali terk
etmek mümkün olmuyor. Malum *Kurban* *Bayramı'*ndayız. *Müslümanların*
*Allah'*ın emrini yerine getirip, O'nunla yakınlaşmak için kurban kesiyorlar.
İslamiyet ile ilgili diğer tüm meselelerde olduğu gibi kurbanla alakalı da hatırı sayılır bir birikim var. İslam uleması asırlardır konunun farklı yönlerini tartışmış.
*Günümüze kadar gelen büyük bir* *gelenek var. *Farklı görüşler, yaklaşımlar, uygulamalar gündeme gelmiş tartışılmış.
Kimisi taraftar bulmuş, kimisi ise kabul görmemiş.
*Ama o da ne!*

    Meğerse hiçbirisi bizim ergen sosyal medya Kemalistleri kadar akıllı değilmiş. Kimsenin aklına bizim klavye Atatürkçülerinin, sanal vicdanlılar ın, bulgar batıcıların aklına gelenler gelmemiş.

Neymiş efendim kurban keseceğimize fakirleri doyuracak mışız, yetimleri giydirecek mişiz, borçluların borcunu ödemesine yardım edecekmişiz.
Öncelikle kocaman bir *SANANE *demek gerekiyor.

Hani *"benim bedenim, benim* *kararım" *diyorsunuz ya. İşte aynen öyle.
Benim param, benim zamanım, benim ibadetim; *SANANE*. Ve tabii bir diğer soru; kurban kesenlerin bu saydıklarını yapmadıklarını nereden biliyorlar.
İyilik yapmanın sınırı yoktur. Bir kişi hem kurban kesip hem de diğer iyi şeyleri yapabilir. Hatta genelde yetim doyurmak, borçluların borcunu ödemek, muhtaçla yardım etmek gibi hayır işlerini ağırlıklı olarak dindarların yani kurban kesenlerin yaptığı da ortada duran bir gerçek.

Haydi diyelim dindarlar kurban kesiyor ve sayılan diğer güzel işleri yapmıyorlar. Elliniz den tutan, önünüze engel çıkartan mı var.
*Onları da siz yapıverin. *Hem belki diğer insanlar da sizden örnek alırlar, fena mı olur? Hepsi bir yana bu türden laflar büyük bir had bilmezlik.

Küresel İnsani Yardım 2018 raporuna göre Türkiye dünyada en çok insani yardım yapan ülke.

ABD ve Almanya gibi dünyanın en müreffeh ülkelerini geride bırakarak listenin başında yer alıyor. Böyle bir topluma hayırseverliği, garibanı, fakir fukarayı gözetmesini öğretmek kimsenin haddine değil. Çok uzağa gitmeye gerek yok; devletin ve sivil toplumun Suriyeli mülteciler için neler yaptıkları ortada.

Sayısı 4 milyonu bulan mülteciyi yıllardır misafir eden bir topluma hayırseverlik ve yardımlaşma dersi vermek kimsenin haddine değil. Hele ki bu yardımların büyük çoğunluğunun dindar sivil toplum örgütleri, cemaatler ve tarikatlar tarafından en sar şuuruyla yapıldığı gün gibi ortadayken, bu insanlara kim ne hakla hayırseverlik dersi verebilir? Böyle bir had bilmezlik ancak Kemalizm'e mahsus cehaletle mümkün. Ancak Kemalist ezberlere sıkı sıkıya sarılanlar hala bu tür saçmalıkları dillendirebilir ler.

Kendilerinde herkesi yargılamak, kimseyi beğenmemek ve herkese ders vermek cüretini görebilirler. Bu bir davranış bozukluğu aslında. Kolay kolay da
düzelmeyecek ama her fırsatta hakikati bir kez daha haykırmak gerekiyor.
Söyledikleri sözlerin akıl, mantık çerçevesinde bir karşılığı olmadığını, boş konuştuklarını, düşünmek yerine sloganları tekrarlamayı, incelemek
yerine ezberlerini kuvvetlendirdikleri sık sık hatırlatmak gerekiyor; cahil cahil konuşmayın!

https://www.takvim.com.tr/yazarlar/yrd-doc-dr-ismail-caglar/2018/08/23/kemalizm-cehaleti


***