12 Ağustos 2019 Pazartesi

1960 Öncesi, 1980 Sonrası, Faşizme Karşı Dilekçeler. BÖLÜM 5

1960 Öncesi, 1980 Sonrası, Faşizme Karşı Dilekçeler. BÖLÜM 5


Yıllar sonra 12 Mart 71 ve 12 Eylül 80 darbelerinin ünlü savcısı askeri yargıç Süleyman Takkeci 19 Temmuz 1992’de Nokta dergisine vermiş olduğu demeçte
“Bütün CHP’lileri hapse atacaktım” diyerek yıllardan beri süregelen karşı devrimcilerin niyetlerini açığa vurmuştur.

Aslında derginin de belirttiği gibi “12 Mart döneminde “Bomba Davası” ile yıldızı parlayan, 12 Eylül döneminde de “süperstar” olan askeri savcı Süleyman
Takkeci”yi yargılandığım süreç içinde tanımak fırsatını buldum. Sıradan bir hukukçu olmasına karşın komutanlarından aldığı emirleri yerine getirmekte çok
becerikliydi. Sırası gelmişken Bomba Davası Savunma’da Süleyman Takkeci’yle ilgili bir bölümü yinelemek istiyorum:(17)

Bilindiği gibi Takkeci, Gürler ili Batur ve Kayacan’ın sanık olarak mahkemeye getirilmesini istemektedir.

Bomba Davası, “bir aysberg davadır.” Bu davanın zirvesinde görünmemin nedenlerini savunmam da eleştiriyorum. Davaya çözüm getirmek için “aysberg”in su altında kalan bölümünün sosyal, politik, ekonomik, kültürel ve hukuksal bir yaklaşımla su yüzüne çıkarılması hem mahkemenizin hem de tüm yurtseverlerin sürekli görevi olmalıdır... (...)

Politik etkenlerle açılan bu davanın ayrıntılarına girmeden önce, bu tip davalardan birkaç örnek vermek isterim:

Tüm hukukçulara ve aydınlara bir soru yöneltsek; Meletos, Anytos, Lycon kimdir diye sorsak, özellikle bu soruları askeri savcılar Selahattin Fırat, Nevzat Çizmeci
ve Süleyman Takkeci’ye yöneltsek, bu isimlerin kendilerine hiçbir şey anımsatmadıklarını görürüz.
Bu düzen uşağı zavallı Meletos, Anytos ve Lycon’lar Sokrat’ı suçlayarak ölüme mahkum ettiren savcıları. Onlar bugün leş olmak değerini bile yitirmiş olmalarına
karşın, binlerce sene önce düzene karşı çıktığı için adalet adına öldürülen Sokrat, insanlık değerlerinin ve haysiyetinin seçkin bir örneği olarak yaşamaya
devam ediyor...
Bilmem ne demek istediğimi anlatabildim mi?
Ergenekon İddianamesi’nde Ziverbey İşkence Köşkü Nasıl Geçti?
Zamanın tarih boyunca birçok olayların aydınlığa kavuşturulmasında birincil etmen olduğunu biliyoruz. Ergenekon davası nedeniyle basına yansıyan bir
yazıda eski MİT müsteşarı “Erenköy’de nöbetçi olduğu bir gecede bir sanığa yardımcı olduğunu zincirlerini çözdürdüğünü istediği ilacı verdiğini” ifade
etmektedir.(18) Bugüne kadar bu konudaki yapılan tüm yayınlarda Şenkal Atasagun’un Ziverbey Zihni Paşa İşkence Köşkü’nde görev yaptığını
bilmiyordum. Yayından sonra belleğimi yokladığımda Şenkal Atasagun’u Ziverbey İşkence Köşkü’nde gördüğümü anımsadım. O tarihte çok temiz bir yüz
ifadesi olan bu kişinin bir işkence karargahında ne işi olduğunu kendi kendime sorduğumu da anımsadım...
Şenkal Atasagun’un Ergenekon iddianamesinde yer alan bu ilişkisi Ziverbey Zihni Paşa İşkence Köşkü’nün MİT’le ilişkisine ilişkin bugüne kadar gerek mahkemede
gerek yazılarımda öne sürdüğüm tüm iddiaları doğrulayıcı nitelikte olduğunu da yeri gelmişken vurgulamak isterim.

AKP’nin Konumu

Bir yerel seçim geçirdik seçim sonuçları AKP’nin ve onun lideri başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın öngörüleri doğrultusunda sonuçlanmadığı hususu
tartışılmaktadır. Bazı çevreler ekonomik krizden bazı çevreler Kürt sorunundan bazı çevreler Erdoğan’ın üslubunun olumsuz etkilerinden bazı çevreler de
Ergenekon davasının yarattığı kamuoyu tepkisi nedeniyle seçimden istenilen sonucun alınamadığını ifade etmektedirler.

ABD, Washington’daki muhafazakar düşünce kuruluşu Güvenlik Politikaları Merkezi kurucusu ve eski bakan yardımcılarından Frank Gaffney’in yapılan bir
söyleşide Ergenekon davası için şu değerlendirmeyi yapmaktadır:(19)
Basından okuduğum kadarıyla... Bu da karmaşık bir iktidar oyunu gibi görünüyor.

Orduyu etkisizleştirme hedefinin yanı sıra, kendine düşman gördüklerini savunma pozisyonuna koyma, 4 yıl önce gerçekleşmeyen bir darbe olasılığını güncel bir tehdit olarak kullanarak daha baskıcı yöntemler haklı gösterilmeye çalışılıyor. Bu klasik totaliter bir oyun.
AKP’nin asıl hedefi sizce ne sorusuna karşılık da:
Benim dışardan gördüğüm kadarıyla kaçınılmaz bir biçimde AKP’nin iktidarı tek başına kontrol edeceği, kurumsal rakipleri veya denetimi olmayan ve şeriatın
farklı biçimlerinin Türk halkına dayatılacağı İslamlaşmış bir devlete doğru gidiliyor. Umarım yanılıyorumdur çünkü bu Türk halkının hak etmediği bir Türkiye olacak.
Daha önce Erdoğan için “islamofaşist” ifadesi kullanan Frank Gaffney objektif olmayabilir ancak onun düşüncelerine okuyucularımla paylaşmak istedim.
Aylardan beri tüm dünyadaki dengeler ekonomik kriz nedeniyle allak bullak olmuş durumda olduğunu yaşayarak biliyoruz. Kanımca bu tanımlama gerçeği
yansıtmıyor. Yaşanan kriz “Kapitalizmin krizidir.” Yüzyıllarca liberalizmi serbest piyasayı özelleştirmeyi savunan çevreler düzenin çökmesini önlemek için bir
yandan piyasaya trilyonlarca dolar enjekte ederken bir yandan da kamulaştırmaya gidiyorlar. IMF’nin sosyalist kökenli olduğu bilinen başkanı
Strauss-Kahn’a yöneltilen “Bu göreve geldikten sonra hala ‘Ben sosyalistim’ diyebiliyor musunuz?’ sorusuna “Tabii. Hatta her zamankinden daha çok
sosyalistim.” diye yanıt vermesinin üzerinde önemle durulmalıdır.(18)

Ülkemize gelince 20. yüzyılın başlarında Prens Sabahattin ile Osmanlı İmparatorluğuna önerilen “teşebbüs-ü şahsicilik” (özel teşebbüsçülük) ve liberal
politikalar özellikle 1950’den günümüze kadar geçen neredeyse 60 yıllık süre içinde iflas etmiş bulunmaktadır. Ülkemiz altından kalkamayacağı kadar bir borç
batağı içerisine itilmiş “Dünya Bankası” ve “International Monetary Fond” (IMF) gibi tefeci örgütlerin insafına terk edilmiştir. Günümüzde IMF ile inatlaşan bir
zihniyetin iktidarda olduğunu görüyoruz. Buna karşın küresel işbirlikçi çevreler sürekli IMF ile bir an önce anlaşmanın zorunluluğunu dile getiriyorlar ve anlaşma
geciktikçe ekonomik koşullarımızın daha da ağırlaşacağını açıklıyorlar. Böyle bir ortamda ABD’deki düşünce kuruluşu stratejik ve uluslararası araştırma merkezi
CSIS’ın yayınladığı bir raporda şu değerlendirmeler yapılıyor(20)

Ülkenin geleceğini laiklerle dindarlar arasındaki savaşımın belirleyeceğini bildirdi.

Türkiye’nin Geleceği belirsiz.

Erdoğan Milli Görüş’ün kalbinde olan Türk-İslam sentezini savunuyor. Zaman içinde Türk milliyetçiliğini İslamdan daha fazla öne çıkaran yeni milliyetçi bir
politikacı ona kafa tutabilir.

Gülen hareketi ve AKP arasında farklılıklar var. Eğitim sisteminde, polis gücünde ve medyada özellikle etkili olan Gülen hareketi uzun vadeli stratejisiyle meydan
okuma yerini sistem içeriden yavaş yavaş değiştirmeyi hedefliyor.

Liberalizmin Atatürk Düşmanlığı Financial Times Gazetesinde “Büyüme hamlesi sona erdi” başlıklı yazıda The Economist dergisinin 28 Mart-3 Nisan 2009 sayısı 
kaynak gösterilerek 2008’in son çeyreğinde ülkelerin GSYH büyüme oranları grafik halinde gösterilmektedir.
Baktığımızda yeni ve eski sosyalist ülkelerin ön sıralarda olduğunu görürken hala daha “Stratejik müttefik”i olmaya çalıştığımız ABD 23. sıradadır. Çin ise 1.
sıradadır. ABD bugün yaşadığı krizi Çin’le birlikte çözmek için çaba sarfedecek duruma düşmüştür. Dünün işbirlikçi anti komünistlerine duyurulur. Bu tabloda
Türkiye sondan bir önceki sırada yer almıştır. Rakamlar yalan söylemez.

Türkiye’yi bu hale getiren işbirlikçi uydu teslimiyetçi, ödüncü, liberal, serbest piyasacı, özelleştirmeci iktidarlar getirmişlerdir. Halkımızın başat olarak üzerinde
durması gereken sorun düştüğümüz bu durumdur. Kuşkusuz tarihçi de değerlendirmesini yapacaktır.

    2008 yılında “Mont Pelerin” adlı bir kitap yazdık. Bu kitapta liberal ekonominin kuramını oluşturan bilim adamlarının 1947 yılında aynı adla kurmuş olduğu
örgütten ve aldıkları kararlardan söz ettik. Bugün yaşadığımız durum Mont Pelerin örgütü kuramcılarının da bir anlamda fikirsel iflasını simgelemektedir.
Anılan örgütün Türkiye’deki tek üyesi Prof. Atilla Yayla Atatürk’e karşı olmakla tanınmakta ünlü Abant toplantılarına katılmakta ve zaman zaman da zaman
gazetesinde yazıları yayınlanmaktadır. Kuşkusuz liberal düşünce kuruluşlarıyla da yakından ilişkilidir. Liberalizmin kriz yaşadığı günümüzde benimsediği sistemi
mevcut nitelikleriyle savunması gereken tek kişi olması gerekir. Oysa ki sesi ve sedası çıkmamaktadır.

   60 yıldan beri ülkemizi yöneten işbirlikçi iktidarlar ve 12’li darbelerin iktidarları döneminde uygulanan liberal politikalar bazı çevrelerce az gelmiş olacak ki
zaman zaman dışarıdan fonlanan “Liberal Parti” adıyla partiler kuruldu fakat yaşatılamadı. Günümüzde finansmanı kesilmiş olmalı ki “Liberal Parti” tabela
partisi haline dönüşmüş bulunmaktadır. Atilla Yayla “Kemalizme Liberal Bir Bakış” adlı kitabında “Kemalizm Bir İdeoloji, Bir Fikir Sistemi midir?” diye soruyor ve şöyle yanıtlıyor:(21)

Kemalistlerin bir kısmı “Marks, Lenin, Stalin, Hitler çöktü, Mustafa Kemal Atatürk dimdik ayakta” diyerek övünür veya bir savunma yaparken, aslında, belki
farkında olmadan, Kemalizmi otoriter-totaliter kampa yerleştirmektedir. Keza, böyle yapmakla, bir bakıma, Kemalizmin güçlü bir ideoloji veya sistematik fikir
olduğunu ve hâlâ yaşadığını iddia etmektedir. Yanılgı şuradadır: Kemalizm bir ideoloji veya bir fikir sistemi değildir. 
Zaten ideolojileri ve fikir sistemlerini devletsiyaset adamları değil, fikir adamları geliştirir. 
Devlet adamları bütün olarak veya parçalı hâlde onları alır ve hayata aktarmaya ve uygulamaya çalışır. 
Kemalistlerin hatası, mekân bakımından mahallî zaman bakımından konjonktürel olan Kemalizmi mekân bakımından tüm dünyayı zaman bakımından 
bütün zamanları kapsar zannederek gelişmiş bir ideoloji veya tekamül kabul etmiş bir fikir sistemi seviyesine taşımaya çalışmalarıdır.

     Atilla Yayla, Kemalizmin bir ideoloji bile olmadığını ortaya koyarak aslında büyük bir çarpıtma yapıyor. Anglo Saksonlar tüm Kurtuluş Savaşlarını emperyal
çıkarlarına ters gördükleri için sürekli karşı tavır almışlardır. Bu nedenle Kurtuluş Savaşı döneminde Mustafa Kemal’i Bolşeviklikle suçlamışlar Lozan’ı kabul
etmemişler Türk devletini yıllarca tanımamışlardır. 

Atatürk devrimcidir. 
Atatürk devletçidir. 
Atatürk laiktir. 
Atatürk cumhuriyetçidir. 
Atatürk milliyetçidir. Atatürk halkçıdır. 

Bu kavramlara karşı olan iç ve dış çevrelerin “Kemalizm”i boy hedefi seçmeleri üzerinde önemle durulmalıdır.

    Özelleştirme dayatmasıyla ülkemizin tüm değerlerini Batı emperyalizmine peşkeş çeken iktidarların Atatürk’ün devletçilik ilkesini ve karma ekonomisi 
anlayışına karşı olmalarından daha doğal ne olabilir?

   1977 yılında bir dergide yayınlanan “Emniyet Örgütündeki Yayınlar ve Eleştirileri” başlıklı dizi yazıda A. Faruki Bahşi adlı bir kişinin polise ders olarak okutulan Propaganda adlı kitabında devrimciliğin ılımlılığa çevrildiğini hayretle gördüm.
Aradan 82 yıl geçti hiçbir kimseden ses seda çıkmadı. Eğer bugün ABD, AB ve onun içteki bağlaşıkları söz birliği etmişcesine Atatürk’ü karşılarına alıyorlarsa
geçmişteki yaptığımız bu hataların özeleştirisini yapmak zorunluluğunda olduğumuzu düşünüyorum.
90’lı yıllarda ABD Genel Kurmay Başkanlarımızı ve Kara Kuvvetleri Komutanlarımızı ABD’ye davet edip Atatürk hakkında konferanslar verirlerdi. 
Bu konferans veren kişiler de birer madalya vermeyi de ihmal etmezlerdi. Aslında ABD’nin Mustafa Kemal’e karşı tutunduğu tavrın ayırdında olsaydık bu tuzağa düşülmezdi. Günümüzde Atatürk ve Atatürkçülük özünden soyutlanmış dönemsel törenler içine hapsedilmiştir. Bu gidişe dur demekle yükümlü çevreler çeşitli yöntemlerle pasifize edildikleri için büyük liderimize gerçek anlamıyla sahip çıkamamaktadır.
Bildiğimiz gibi Atatürk ilke ve devrimlerini nutkunda gençliğe emanet etmiştir.
Oysa ABD’nin ve AB’nin çeşitli burslarıyla sürekli fonlanan gençlerimiz ve öğretim üyeleri emperyalist anlayışa göre koşullandırılmaktadır: Erasmus, Sokrates vb...

Bu bağlamda İleri dergisinde yayınlanan bir makalemizde AGEE’nin (Asosiation General Des Etudian Europe) da çalışmalarını sürdürdüğünü açıklamıştık.(21)
Atatürk’ün ilke ve devrimleri emanet ettiği gençliğin beyinleri küresel değerler doğrultusunda koşullandığı sürece Atatürk karşısında cepheleşen karşı devrimci
güçlerin cüretleri daha da artacaktır. Şu anda yapabileceğimiz tek şey milli eğitim bakanlığı gerçekten milli hale getirmek olmalıdır diye düşünüyorum.
Atatürk döneminde yaşamak onur ve şerefine erişmiş bir kişiyim. Gerçekten de her anlamda çok büyük sıkıntılar içinde bir yaşam sürmemize karşın bağımsız ve
onurlu bir ulusun üyesi olmaktan mutlu idik. Bugün eleştirilen onun iktidarı döneminde Osmanlı İmparatorluğu’ndan kalan borçlar ödendi. Yatırımlar yapıldı.
Ölünceye kadar kamulaştırmaya devam etti. Ve gene o dönemde enflasyon hiç oynamadı. Bu model elimizde varken onu geliştirerek günün koşullarına
uyarlamak gerekirken saflarına katıldığımız emperyalist çevreler kendi çıkarları doğrultusunda Atatürk modelini yozlaştırdılar.

Atatürkçülüğün Bedeli.,

Bu tespitlerden sonra Atatürkçü devrimci, ilerici, demokrat, bağımsız, özgür, antiemperyalist, antikapitalist çevrelere önemli görevler düştüğünü söyleyebiliriz.
1963-65 yılları arasında tıpkı bugünkü gibi Kemalizmi savunduğum için Mamak Askeri Ceza ve Tutukevine konularak beş ay Ceza ve Tutuk Evinde kalmak
zorunda bırakıldım. Ve 3,5 yıllık bir yargılama sonucunda “Genç Kemalistler Ordusu” adlı bir davada belki de ilk kez Askeri Ceza Kanununun 148. maddesi
uyarınca siyaset yapmaktan mahkum oldum.

O günden bu güne kadar darbe süreçleri dahil geçen zamanı incelediğimiz vakit Silahlı Kuvvetler’in ne kadar politikayla iç içe olduğunu görmekteyiz. Ancak ne
yazık ki siyaset yapmaktan mahkum olan kişilerden üst rütbede olan tek subay benim. 2005 yılında “Genç Kemalistler Ordusu” adlı kitabı yayınlayıncaya kadar
kendilerini Atatürkçü, Kemalist, devrimci diye niteleyen çevrelerin Kemalist olduğum için mahkum olduğumdan haberleri yoktu. Mensubu olmakla her zaman gurur duymaya devam ettiğim Türk Silahlı Kuvvetleri sürekli “Atatürk ilke ve inklapları”ndan söz ederken bir mensubunun Kemalizmden mahkum olmasına 44 yıldan beri seyirci kalmaktadır. O mahkeme o günün koşulları içinde daha sonraki dönemde faşist 12’li darbelerde öne çıkan generallerin bana karşı olan şahsi kin ve husumetinin sonucunda açılmış sekiz mahkeme dolaştırılarak sürdürülmüş ve karara bağlanmış askeri adalet tarihine bir hukuk garibesi olarak geçmeye aday bir dava olduğunu iddia ediyorum.

O dönemdeki askeri Yargıtay üyesi Tümgeneral Rafet Tüzün’e karar açıklandıktan sonra rastladığımda bu davayla ilgili olarak kendisine çok ağır
eleştiriler yönelttiğimde aldığım cevabı hiç unutamıyorum: “ Ne yapalım Org. Cemal Tural’ı siz sivrilttiniz, biz üzerine oturduk.”

Genç Kemalistler Ordusu Davası’nda Askeri Yargıtay’da davaya bakan beş üst düzey yargıçtan sadece Refet Tüzün dostum idi. Ancak karar üç aleyhte iki lehte
çıkmıştı. Ne yazık ki hareket ettiğimde yukarıdaki cümleyi sarfeden kişi aleyhimde olmasına karşın Kemal Gökçe ve Nahit Saçlıoğlu isimli üst düzey
yargıçlar muhalefet şerhlerinde bana övgü düzmüşlerdi.

Bir gün Ankara’da İzmir Caddesi’nde Gül Ağacı denilen bir mekanda bu saygıdeğer iki yargıca (Kemal Gökçe, Nihat Saçlıoğlu) rastladım. Gittim kendimi
tanıttım büyük bir eziklik içinde yüzlerinin kıpkırmızı olduklarına tanık oldum.
Muhalefet şerhi yazmalarına karşın bu hukuk ayıbını içlerine sindirememişlerdi.
Kendilerine teşekkür ettim: “İnsanların hayatta çok müşkül anları olabilir. Öyle bir an yaşamanızı temenni etmem ama böyle bir durumla karşılaştığınız 
vakit beni mutlaka arayınız.” Bu iki değerli rahmete kavuşmuş yargıcın gözlerinden akan yaşı görmek o davada yapılan tüm haksızlıkları unutturdu.
Ödün vermez kişiliğim Atatürk’e aşırı tutkunluğum karşı devrimci çevreler tarafından hiçbir zaman hazmedilemedi. Genç Kemalistler Ordusu Davası
sürerken 39 yaşında Kurmay Yarbay rütbesiyle devre arkadaşlarımın içinde birinci konumdayken ve uygun sicil almama karşın 15 gün sonra terfi edeceğim
albaylık engellenerek emekliye sevk edildim. Org. Cemal Tural’ın özel isteğiyle...
O dönemin koşulları içinde Danıştay’da yapmış olduğum yasal başvurularımın hiçbirinden olumlu sonuç alamadım.

Bir gün Danıştay Kanun Sözcüsü arkadaşım Fevzi Tuzkaya’yı ziyarete gitmiştim.
İsmail adlı bir kanun sözcüsü büyük bir saygıyla ve düğmeleri ilikli olarak yanıma geldi. “Talat Bey sizin orduya geri dönüş için yapmış olduğunuz başvuru 
dosyası benim elimde. 20 yıldır bu mesleği yapıyorum. Sizin kadar şerefli, sicili temiz bir insana rastlamadım. Sizi Türk Silahlı Kuvvetlerine iade etmekle 
hayatım en değerli hizmetini yapmış olacağım.” dedi. Aslında bir yasa adamının “ihsası rey”de bulunması doğru değildi. Ama o kadar samimi gözüküyordu ki
duygulandım ve teşekkür ettim. Bu tarihten üç ay sonra aynı kanun sözcüsü aleyhimde mütalaa vermiş olduğunu hayretle gördüm.

Afyon’da emekli olduktan sonra orada benim için elverişli bir iş teklifi aldım.
Ancak bana iş teklif eden kişi şantaj ve tehdit yöntemleriyle uzaklaştırıldı. 1965 yılında İstanbul Kuzguncuk’a gelip yerleştiğimde altı polis üç yıl boyunca beni
izlemeye aldı. Her türlü yaşam hakkım elimden alınmaya çalışıldı. Yasa dışı bu izlemeyi saptayıp zamanın dışişleri bakanına şikayet ettiğimde uygulama
kaldırıldı. Bakanla görüştüğümde olayın arkasında MİT ve Org. Cemal Tural’ın varlığını saptadım. Bütün bu olayları Devrimci Bir Kurmay Subayın Etkinlikleri
adlı iki ciltlik kitabımda ayrıntılarıyla açıklıyorum.

Bugün nitelikleri bilinçli kamuoyu tarafından çok daha iyi bilinen Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay, Genel Kurmay Başkanı Org. Memduh Tağmaç, Org. Cemal Tural,
Org. Faik Türün ve yandaşlarıyla bana göre sırf karşı devrimci nitelikleri nedeniyle sürekli çatıştım kavga ettim. Bu tavrımın ayrıntılarını da kitaplarımda
ve internet sitemde görebilirsiniz. Bu saydığım kişiler de elindeki yetkileri kötüye kullanarak ve askeri yargıyı amaçlarına alet ederek beni etkisiz hale getirmeyi
denediler. Bugün de ne yazık ki hiç tanımadığım kişiler benzeri tavırları sergilemeye devam ediyorlar.

Bomba Davası

Bu ilkel tutum sonucunda 12 Mart 1971 muhtırasal darbesinden sonra “ Günah Keçisi ” seçilerek Türkiye’deki bütün suçların sorumlusu haline getirilerek Bomba
Davası’nın baş sanığı haline geldim. Zulüme karşı direnmek namuslu ve onurlu her insanın doğal bir refleksidir. Bu anlayış sonucunda Bomba Davası’ndan 10
klasörden oluşan 4500 sayfalık bir savunmayla devrimci direncimi belgeledim.
Elinizdeki yapıt, bu savunmamın 7. klasörünü oluşturan “Dilekçelerin Eleştirisi” bölümünü kapsamaktadır. 7 bölümden oluşan bu dilekçelerin birinci bölümü
“Hazırlık soruşturmaları ve işkence savlarımla ilgili dilekçeler”, ikinci bölümde “Sağlığımla ilgili dilekçeler” üçüncü bölümde de “TRT ile ilgili” dilekçe, dördüncü
bölümünde “Selimiye Askeri Ceza ve Tutuk Evi Müdürlüğü’ne verilen dilekçeler”, beşinci bölümde “aramada alınan kitaplarımın geri verilmesini isteyen dilekçeler”, altıncı bölümde “avukat görüşmesiyle ilgili” dilekçeler, yedinci bölümde “Mahkemeye verilen dilekçeler”i kapsamaktadır.
Gerçekte o dönemde bu kadar kapsamlı dilekçenin hiçbir sanık tarafından verilmediğini bugün söylemekte sakınca görmüyorum. Kitapta da göreceğiniz gibi gözaltına alındığım ilk günden beri yaşadığım haksızlıkları tarih sahnesinde paylaşmak ezilen sömürülen horlanan işkence edilen infaz edilen tüm
mazlumların adına direnmemi tarih sahnesinde kanıtlamak için bu çaba sarfedilmiştir. Kitapta göreceğiniz gibi aslında hiçbir dilekçeme de biri hariç
anayasal hakkım olmasına karşın yanıt verilememiştir. Bu olgu da 12 Mart yönetiminin keyfiliğini göstermek için yeterlidir diye düşünüyorum.
Selimiye Askeri Ceza ve Tutukevi’nde yattığım bir dönemde basit bir hastalık nedeniyle yedek subay teğmen olan doktora viziteye çıktım. Birkaç gün sonra
duruşmada “Yapılan muayenede işkence izine rastlanılmamıştır.” şeklinde bir raporla karşılaştığımda hayret ettim. Bu konudaki tüm ısrarlı çabalarıma karşın
sonuç alamadım. Eğer o doktor yaşıyorsa namus ve şereften bir nebze nasibini almışsa kendisini sahtekarlığa iten nedenleri açıklamaya davet ediyorum.
Bunun gibi Selimiye Askeri Ceza ve Tutuk Evi’nde yaşadığım kalp sorununda geceden saat 1’den 4’e kadar büyük bir özveriyle başımda bekleyen ve iki kere
alet değiştirerek elektromu çeken Tbp. Bnb. Doğan Toraman’ı saygıyla sevgiyle anıyorum.

Kitapta göreceğiniz nedenlerle Haydarpaşa Askeri Hastanesi’nde yatırıldığım dönemde tedavi kabul etmedim. Ve o koşullarda bu devirde insanları bu ölçüde
alçaltan davranış sahiplerini yani o dönemdeki Haydarpaşa Askeri Hastanesi yetkililerini kınıyorum.

Günümüzde bazı haddini bilmez kişiler GATA’ya (Gülhane Askeri Tıp Akademisi)
“Gatakulli” diyecek kadar cüret kazanmışlardır. Bu cüreti gösterenlere karşı sessiz kalanları da kınıyorum.23

Oysa ki 12 Mart sonrası dönemdeki Haydarpaşa Askeri Hastanesi benim gördüğüm kadarıyla 19. yy koşullarında olmasına karşın çok kısa bir sürede
GATA örnek çok değerli hocaların hizmet verdiği saygın bir kurum haline dönüşmüştür. GATA’yı bu duruma getirenleri kutluyorum. Bu konuya katkım
olduğu için bu kısa değerlendirmeyi yapmakta kendimi haklı görüyorum. Şöyle ki 1961 yılında Ankara’daki GATA’nın yerinin seçilmesine görevim icabı ben 
vesile oldum. Bu konudaki ayrıntıyı Çeteleşme adlı kitabımda açıklıyorum.
Dostum Uğur Mumcu’nun Bomba Davası Savunma hakkındaki değerlendirmesine yer vererek sözlerimi bitiriyorum:23

12 Mart sonrasında, Kontr-Gerilla’cılar tarafından işkence edilen emekli Kurmay Yarbay Talât Turhan, dörtbin beşyüz sayfayı bulan savunmasında bu belgeleri
birer birer mahkemeye vermiştir. Bu savunma, Türkiye’deki, CIA karargâhlarını, matematik kesinlikle ortaya koymaktadır.

6. CI BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,


1960 Öncesi, 1980 Sonrası, Faşizme Karşı Dilekçeler., BÖLÜM 4

1960 Öncesi, 1980 Sonrası, Faşizme Karşı Dilekçeler., BÖLÜM 4



Peki, Faik Türün Kimdir?

Aslına bakarsanız ABD emperyalizmine hizmet eden ve onun kurduğu örgüte üye olan karşı devrimciler hangi konumda olurlarsa olsunlar belirli bir birliktelik
içinde anti komünist bir koşullanma içerisinde sola hatta demokratik solu komünizmle eşdeğerli görerek şiddet politikalarını sürdürmüşlerdir.
İstanbul Sıkıyönetim Komutanı Faik Türün de 1950’li yıllarda Turgut Sunalp gibi kurmay binbaşı olarak Kore’de savaşmış anti komünizm eşittir milliyetçilik
sarmalına dolanmış yaşamını bu anlayışla tamamlamıştır. Birçok kaynakla belirttiğine göre Faik Türün’ün Turgut Sunalp’a nazaran bir artısı bulunmaktadır.
O da tarikatla olan bağlantısıdır. Bunun yanında gözü kara bir yanı da bulunmaktadır. Örneğin 9 Mart 1971’de Org. Faruk Gürler liderliğinde bir sol
darbe gerçekleşse idi bu darbeyi kabullenmeyeceğini ve TBMM’yi İstanbul’da toplayacağını itiraf edecek kadar gözü karadır.

Bu anlayışı inançlarından kaynaklansa belki kabul edilebilir. Ancak onun derdi başkadır. Kendi anılarında söylediğine göre zamanın Genelkurmay Başkanı Org.
Faik Türün’e cumhurbaşkanlığı vaad etmiştir. Faik Türün bu hedefe ulaşmak için önündeki engelleri (Org. Faruk Gürler, Org. Muhsin Batur, Ora. Kemal Kayacan)
temizlemek için kraldan ziyade kral taraftarı bir tavır sergilemektedir.
Faik Türün “Ziverbey Zihnipaşa İşkence Köşkü”nü Genel Kurmay Başkanlığı koltuğunu kapmak için çalıştırmış orda bulunan tüm işkencecileri ve kamu
görevlilerini bu tarihi suçuna ortak etmiştir. Org. Faik Türün tüm çabasına rağmen hasım saydığı Org. Faruk Gürler’in Genel Kurmay Başkanı olmasını
engelleyemediği için, onun hiyerarşisine girmemiş askerlikle bağdaşmamasına rağmen bir yıla yakın süre zarfında yüz yüze gelmemeye çalışmıştır. Hatta, Faruk Gürler’in İsviçre’de yaşayan oğlu yabancı eşiyle birlikte Türkiye’ye geldiğinde hiçbir gerekçe göstermeksizin gözaltına alabilmiştir. Peki Türün bu gücü nereden alıyor derseniz, çok açık olarak Amerikan yanlısı bir kişi olarak Amerikan yanlısı bir partiden aldığını kesinlikle ifade edebiliriz. Nitekim bir gazeteye demeç veren Süleyman Demirel: “12 Mart’ın rövanşını iki sene sonra aldık: Gürler Cumhurbaşkanı olamadı.” (Tercüman, 21 Mart 1969)” diyebilmektedir.

Eğer 12 Mart 1971 Muhtırasal Darbesi sonucunda istifaya zorlanan Başbakan Süleyman Demirel direnebilseydi o tavır devlet adamlığına daha yaraşır bir tutum olurdu. Yıllar geçtikten sonra silahlı kuvvetlerle “rövanş aldığını” ifade etmek ancak tarihsel bir yanılgıyı kayda geçirir.
Süleyman Demirel’in rövanş alırken kullandığı iki kişiyi (Org. Turgut Sunalp ve Org. Faik Türün) açıkladım. Bu bölümde Faik Türün üzerinde durmak istiyorum.
Faik Türün emekli olur olmaz Adalet Partisi tarafından İstanbul’dan parlamentoya sokulmak istenmiş, seçimde hezimete uğratıldıktan sonra bir kamu kuruluşunda yönetim kurulu üyeliği alarak ödüllendirilmiş daha sonra da milletvekili yapılmış ve Cumhurbaşkanı seçiminde Adalet Partisi’nden aday gösterilmiştir. Her şey ne kadar açık değil mi? Demirel bir gazeteye vermiş olduğu demeçte “Komünizmle mücadelede gerekirse şehadet mertebesine ulaşacağız” (Cumhuriyet, 2 Ağustos 1976).(13)

Derin Devlet’i Bir de Rockefeller’den Duyalım

Bilindiği gibi Soğuk Savaş döneminde ABD kendi çıkarlarını garanti altına almak için ülkelerin her kademesinde seçtiği kişileri özel eğitimden geçirerek
örgütlenmeleri için finansman sağlayarak medyayı kullanarak bu işbirlikçileri parlatarak kendi hegemonyasını garanti altına almıştır. Örneğin Uluslar arası
Basın Enstitüsü (IPI) 25. yıllık toplantısı, Philadelphia’da ABD Başkan Yardımcısı Nelson Rockefeller tarafından yapılan konuşmayla açılmıştır(14)
İster beğenelim, ister beğenmeyelim, dünyayı üzerinde Sovyet güneşinin hiç batmadığı yeni bir imparatorluk haline dönüştürmek için devamlı girişimler var.

Emperyalizmin bu yeni biçimi içinde, Moskova’dan yönetilen ve Moskova’nın hâkim olduğu ideolojik, diplomatik, ekonomik, malî askerî ve siyasal yapılar rol
oynamaktadır. Sovyetlerin bu genişleme eğilimlerini karşılamak için dünyanın bağımsız ülkeleri arasında daha yakın bir işbirliği gerekmektedir. Bağımsız
ülkeler ortak çıkarları için birlikte çalışmaktadırlar. Bu, dünyada insana saygının ve özgürlüklerin gerçekleşmesi için en büyük umudumuzdur.

Nelson Rockfeller’in söyleminin tam tersine ABD’de neredeyse medyanın tümü CIA ajanlarının denetimi altındadır. 2000 yılında Ankara kitap fuarında vermiş
olduğum “Medya ve Etik” konu başlıklı konferansa bu kişilerin isimlerini açıklamıştım. 1950’li yıllardan bu yana “Küçük Amerika” sevdası içinde olan
iktidarlar kuşkusuz medyayı da çeşitli yöntemleri kullanarak Amerikan doğrularını milliyetçilik ve dindarlık sayan bir anlayış ile şekillendirmişlerdir. Bu amaçla da medya mensupları çeşitli burslar seminerler konferanslar vb. yöntemlerle ABD çıkarlarına hizmet edecek şekilde yetiştirilmektedir. Örneğin Asya Ülkeleri Anti Komünist Teşkilatı (APACL) 21. Genel Kurul toplantısı 8 Aralık 1975 günü Tokyo’da yapılmış bu kongreye 30 Asya ülkesinden dörtyüz delege katılmıştır.

Bu kongreye davet edilen kişileri öğrenmek ister misiniz(15)

- Doktor Fethi Tevetoğlu
- Yazar Tekin Erer
- Tarihçi Yılmaz Özsuna
- Prof. İlhan Akün
- Prof. Mehmet Yardımcı

Kuşkusuz bu kişiler ABD emperyalizminin istekleri doğrultusunda Tokyo’da en üst düzeyde (VIP) ağırlanmış ve ülkelerine döndüklerinde de görevlerini anti
komünizm doğrultusunda yerine getirmeye devam etmişlerdir.
12 Mart 1971 Faşizminin sözcülüğünü yapan gazetelerin birinde köşe yazarlığı yapan Tekin Erer’e 1976 yılında rastgeldiğinde sütunlarında sık sık yer verdiği
“köprüyü havaya uçurma” iddiasında yer alan kişinin ben olduğumu bu iddianın mahkeme kararıyla doğrulanmadığını söyleyip ne düşündüğünü sorduğumda
“Beyefendi biz askeri mercilerden gelen her türlü haberi doğru kabul ederiz sütunlarımızda aynen yer veririz. Siz de açıklama gönderseydiniz onu da
yazardık” diye kendini savundu. Bunun üzerine kendisine Asya Ülkeleri Anti Komünist Teşkilatı kongresine katılıp katılmadığını sorduğumda yüzü kızararak
hayretler içinde nerden bildiğimi sordu. Yanıtı verdim. Gerçekleri öğrenmek istiyorsa evime gelebileceğini söyledim. Tabii hiçbir zaman gelemedi...
Basın özgürlüğüne sonuna kadar evet anganjmanlara sonuna kadar hayır diyorum.

Prof. Nur Serter’in Babası Emin Aytekin’in CHP Düşmanlığı Aslında karşı devrimcilerin yarım yüzyıldan fazla bir süredir süregelen bir özleminden söz etmek istiyorum. 

Onlar CHP’yi kapatırlarsa Atatürk dönemini de sonlandıracakları sanısını günümüzde bile sürdürmeye devam ediyorlar. 7 Kasım 1975 günü Anarşinin Stratejisi başlığı altında bir gazetede yer alan bir makaleye yer vermek istiyorum:

Türkiye’de kurulmuş altı adet Marksist kökenli parti bulunmasına rağmen bunları programları DİSK’in devrimci stratejisine uymasına karşılık DİSK’in tercihi bu
yönde olmamış siyasal gücü ağır ve etkin bir parti olan CHP ile bütünleşmesi
öngörülmüştür...

DİSK’in CHP’den ümitli olduğu görülmektedir. İşçi provakosyonunu siyasal patlama ile sosyal bir sonuca ulaştıracak en etkili örgüt olarak  CHP’de tercihte kararlı oldukları anlaşılmaktadır. Bu tercihte, provakosyonun CHP yapısına dayanması ayrıca bunun yanında gençlik ve aydın  kesimine de dayanması demek olacak ve güçlü bir Marksist ihtilal süreci yaratabilecektir. Yurt içi anarşizminin bariz karakteri,  12 Mart Faşizmine(!) karşı bir tepki niteliği göstermesidir. Katil Türün(!) parolası esasen CHP bünyesinde oluşturulmuş dikkati çeken bir başlangıçtır. 

Bunan böyle katil iktidar(!) parolaları ile geliştirilecektir.. Bu dönemde Faşist generallerin(!) tedibi ile ordunun sindirilmesi için kriptolar bolca mürekkep harcamaktadırlar..

c) Türkiye’nin böyle bir ortamda Milli bekayı sağlayacak mutlaka güçlü ve etkili bir hükümete sahip olması ve parlamento yapısını bu gibi provokasyonlara karşı
koruması şartı vardır. Bu şartlar içerisinde Milliyetçi hükümeti oluşturan partilerin kendi çıkarlarını düşünmeye hakları da imkanları da yoktur!
O tarihte özetini çıkardığımız yukarıdaki makaleyi, M. Emin Aytekin isimli bir yazar yazmış. Günümüze bu ismi çok kişinin tanıdığını sanmıyorum. Ancak
tanınmasında fayda olduğunu da düşünüyorum.

Emin Aytekin 1942 yılında topçu yüzbaşısıyken Samsun’da 15. Topçu Alayında askerlik stajı dönemimde benim komutanım idi. 27 Mayıs 1960 günü İstanbul’da
kurmay albay rütbesiyle kurmay başkanlığı yapmıştır. Daha sonra da Talat Aydemir ile dirsek temasına geçmiş 21 Mayıs 63 darbe girişiminden sonra da
geçmişinden kopmayı yeğlediği için bazı çevrelere yaranmak üzere “İhtilalin Çıkmazı” adlı bir kitap yazmıştır. O kitaba “İnfazlarla ilgili açıklama” başlığı
altında gönderdiğim yazıyı basmış ancak yazı işine gelmediği için ismimi belirtmemiştir. Bu yazıyı web sitemde bulabilirsiniz. Kitabından sonra 12 Mart
1971 faşizmine destek veren yayın organlarında “Durum Muhakemesi” gibi yazılar yazmıştır.  Bir örneğini yukarıda gördünüz.

Tabii bu dönüşümün karşılığı olarak da karşı devrimci çevrelerin kendisine sağladığı olanaklarla da daha rahat bir yaşam sürerek ömrünü tamamlamıştır.
Cumhuriyet mitinglerinde milyonlarca kişi çok samimi ve iyi niyetlerle cumhuriyet kazanımlarına, Atatürk devrimlerine, Atatürk’ün kişiliğine karşı süregelen  iç ve dış olumsuz davranışlara tepki olarak miting alanlarını doldurmuşlardır. Ancak bu mitingleri düzenleyenlerin önceden düzenlenmiş bir plan ve projeleri  olmadığı için “solcular CHP’ye sağcılar MHP’ye oy versin” demek suretiyle bu potansiyeli deşarj etmişlerdir. Oysa ki ne CHP solcu ne de MHP’nin bir anlamda  sağcı olduğu söylenebilir.

Bu mitingleri bahane eden karşı devrimci çevreler Atatürkçü düşünceyi suçlamak için fırsat yakalamış ve bu fırsatı kullanmaya başlamış görünüyorlar. Kuşkusuz
cumhuriyet mitinglerinden nemalanmış birkaç kişinin de olduğunu bilmekteyiz.
Bunlardan biri Prof. Nur Serter’dir. 1975 yılında CHP’yi ve DİSK’i suçlayan Emin Aytekin’in Nur Serter’in babası olduğunu biliyor musunuz?

Emin Aytekin’in 7 Kasım 1975 günü Son Havadis gazetesinde yayınlanan “Anarşinin Stratejisi” başlıklı yazısının yayınlandığı günlerde ben İstanbul
Sıkıyönetim Mahkemesi’nde Bomba Davası’nda savunma yapıyordum.

Savunmamda küresel ve yerel düzeyde karşı devrimci çevrelerin Emin Aytekin’in belirttiği CHP’ye yönelik niyetlerini bildiğim için mahkemeye vermiş olduğum bir
şemada ilerdeki bir tarihte “CHP’nin kapatılacağını” ve “Faşist bir düzenin kurulmasından” söz ediyorum. Oysa ki 1975 yılında CHP en güçlü iktidar
dönemini yaşamaktadır.

1976 yılında CHP milletvekili Süleyman Genç’in evine bomba atılması üzerine Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde Kontrgerilla’nın araştırılması için önerge
verilmiştir. Önergedeki öne sürülen argümanları yetersiz bulduğum için kendi olanaklarımla Ankara’ya giderek Başbakan Bülent Ecevit’i bilgilendirmek istedim.
Ertesi gün Libya’ya gideceği için Özel Kalem Müdürü Galip Uzun’u bu konudaki bilgi ve belgelerden haberdar ettim. Galip Uzun bu konuyu Ecevit’e açtığında
benim kendi adına Deniz Baykal’la görüşmemi önermiş. Bu öneri üzerine Ecevit’in Libya’ya gittiği gün CHP Genel Merkezi’nde Kontrgerilla konusunda
saatlerce Deniz Baykal’la görüştüm. Sonuçta benden bu konuda bir rapor yazmamı istedi. 1 Mart 1976 tarihli bu raporu internet sitemde bulabilirsiniz.
CHP’nin gücü o tarihte “Derin Devleti” aşabilseydi ne 12 Eylül 1980 faşist darbesi olur ne de CHP kapatılırdı.

Faşizmin ve Kontrgerilla’nın CHP Düşmanlığı Karşı devrimci çevrelerin CHP’ye yönelik önyargılı tutumları ilerdeki tarihlerde devam etti. Nitekim Manisa milletvekili Faik Türün AP grubunda yapmış olduğu konuşmada “CHP içinde bir ayağı Marksist Moskavalılar var” dedi:(16)
Türün: “Gerekirse ikinci bir kurtuluş savaşı verilir” CHP, karma bir partidir. Bir koalisyondur. İçinde bir ayağı Moskova’da Marksist
hizipler vardır Tedhiş olayları şiddet ve yayılmasını artırarak devam etmektedir. Aczimizin nedeni, bir tarihî siyasî partimizin bunlara arka çıkması, korumasıdır.
CHP’de aşırılıktan uzak olanlar partiyi kontrol edemezlerse sabotajlara, sırsal bölgelerde yürütülecek ve dış gönüllü müdahalecilerle artık kontrol altına
alınamayacak kardeş kavgasına, bir iç savaşa hazır olalım. Hedef, siyasî rejimimizi değiştirmek, komünist bir düzen getirmek, patron devletle
bütünleşmektir.

5. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,


***

1960 Öncesi, 1980 Sonrası, Faşizme Karşı Dilekçeler., BÖLÜM 3

1960 Öncesi, 1980 Sonrası, Faşizme Karşı Dilekçeler., BÖLÜM 3


Kontrgerilla Cumhuriyeti

1993 yılında yayınlanan bir kitabımın adını “Kontrgerilla Cumhuriyeti” koymuştum. Aslında bu tanımlama geçmişe ve günümüze ışık tutmaktadır.
Nitekim bir gazetede yayınlanan bir dizi yazıda İtalyan derin devletinin liderliğini yapmış olan eski Cumhurbaşkanı Cossiga kitaplarımda yer verdiğim Kontrgerilla
ve Gladio’ya ilişkin tüm iddiaları 36 yıl sonra motomot doğrulamaktadır. Bir yabancı istihbarat örgütünden (CIA) para alarak yeraltında örgüt kurarsanız bu
örgütün kime hizmet edeceğini tartışmak abesle iştigaldir diye düşünüyorum.
Nitekim Cossiga 45 yıl CIA’dan para alarak örgütü yönettiğini itiraf etmektedir.
Bunun gibi Özel Harp Dairesi’nin eski başkanlarından Emekli Org. Kemal Yamak da yazmış olduğu kitapta9 bu amaçla her yıl ABD’den 1 milyon dolar aldığını
açıklamaktadır.

Yabancı bir ülkenin (ABD) istihbarat örgütünden (CIA) para alarak yasalara bağlı olmaksızın cinayet dahil her türlü terör yapmakla görevlendirilen bir yer altı
örgütü var olduğu sürece demokrasiden, hukuktan, adaletten söz etmek olanaksızdır. Bu yapı var olduğu sürece de ülkemizde faili bulunamamış sayısız
cinayetler işlenmiş ve toplumsal provakasyonlarla darbe ortamları hazırlanmış ve politik manipülasyon için kullanılmıştır. Cossiga’nın itiraflarının yer aldığı dizi
yazıda şunlar yazmaktadır(10)

İkinci Dünya Savaşı sonunda Soğuk Savaş’ın başladığı günlerdi. Özel bir programla Avrupa’dan 5 genç siyasetçi ABD’ye gitti. Aralarında tek bir kadın
vardı. O da savaşın galiplerinden olan İngiltere’den Margareth Thatcher’di.
Helmut Schmidt ve Helmut Kohl yenilip ikiye bölünen Almanya’dan geliyorlardı. Savaşın diğer galibi Fransa’dan Vallary Gisgard d’Estaing seçilmişti. Yenilen
İtalya’dan seçilen hukukçu ise Francesca Cossiga’ydı…
50 yıl sürecek Soğuk Savaş döneminde Avrupa’yı yönetecek olan 5 genç lider, ilk kez ABD’nin liderlik programında tanıştılar. Ve beşi de Soğuk Savaş’ın kaderini çizdiler.
Beşi de Sovyetler Birliği’nin ve Varşova Paktı’nın dağılmasında rol oynayan güçlü liderler oldular. Cossiga 55 yıl boyunca İtalya’yı yöneten kilit isimlerden ve 
Soğuk Savaş döneminde İtalya’da komünizme karşı savaşın en güçlü liderlerinden biriydi.

Görüldüğü gibi Soğuk Savaş döneminde ABD kendi çıkarlarını korumak için başta NATO ülkeleri olmak üzere yeraltı örgütleri kurmak, finanse etmek ve
yönetmekle yetinmemiş, o ülkelerden kendi felsefesine uygun liderleri seçerek ABD’de özel eğitimden geçtikten sonra kendi ülkelerinde sürekli iktidarda
kalmalarını sağlamış ve neoliberal felsefeyi egemen kılmıştır.

Kuşkusuz Türkiye gibi bir ülkede farklı bir tavır sergilendiğini düşünemeyiz.

Nitekim 1954’ten itibaren Süleyman Demirel ve Bülent Ecevit ABD’de özel eğitimden geçirildikten sonra Türkiye’de uzun yıllar lider olarak iktidarda kalmaları sağlanmıştır. Bu iki kişinin 1975 yılında Çesme Altınyunus’ta yapılan “Bilderberg” toplantısında üye olması kuşkusuz rastlantı değildi.
Yıllardan beri süregelen kontrgerilla tartışmalarında bu iki kişinin sürekli ikircikli davranmalarının anlamı yukarıda açıklanmaktadır. Pek çok kitabımda gerek bu
iki kişinin ABD eğitimleri ve bağlı oldukları örgütlerin ve de kontrgerilla konusundaki ikircikli tavrını ayrıntılarıyla sergiledim.
1973’te Başbakanlığa Verdiğim Kontrgerilla Dilekçesi Biraz evvel sözünü ettiğimiz Nur Batur’un Cossiga söyleşisinde Gladio konusunu
zamanında bakan olarak görev yapmış Hüsnü Doğan, İsmet Sezgin, Hikmet Çetin ve Hikmet Sami Türk’e Nur Batur sormuştur. Aslında bugün dahi bu kişiler
konunun özüne girmekten çekinmektedirler. Ancak İsmet Sezgin konuyu inkara yönelik tutumunu sürdürmektedir. “Türkiye’de böyle bir örgütün varlığına
inanmıyorum.” dedikten sonra kendi kendiyle çelişkiye düşen bir cümleyle dolaylı itirafta bulunmaktadır: “Ancak devletin yüce çıkarları gerektiği zaman dünyada rutin dışına çıkıldığı da görülmüştür…”
1973 yılında kontrgerilla konusunda Başbakanlığa vermiş olduğum dilekçeyle istediğim “TBMM Araştırması” yapılmadığı sürece ve de ülkemizde eski İtalya
Cumhurbaşkanı Cossiga kadar yürekli bir devlet adamı çıkmadığı sürece derin devlet konusunda yapılan tüm girişimler ile geçmişten hesap sorma önlemleri
yasak savmaktan öteye geçemeyecektir diye düşünüyorum.
Özünde emperyalist güçler tarafından benimsetilen Neoliberal politikalarla azgelişmiş ülke halklarının çıkarlarının tam karşıtı, dolayısıyla bizlere “tam
bağımsızlık, antiemperyalizm ve antikapitalizm”i öneren Büyük Atatürk’ün ideolojisini dışlayan karşı devrimci uydu iktidarlar hıyanetlerini sürdürebilmek için şiddet politikasını yeğlerler.

Örneğin ABD uydusu Demokrat Parti önde gelenlerinden Ethem Menderes 6-7 Eylül 1955 olayları üzerine vermiş olduğu bir demeçte “Bence tek çare suçu
kömünistlerin üstüne yıkıp birkaçını köprü üstünde sallandırmak” derken DP’nin demokrasi anlayışını da sergilemektedir.11

Bunun gibi Demokrat Parti döneminin Cumhurbaşkanı Celal Bayar 27 Mayıs 1960 öncesi Tahkikat Komisyonu kurulması üzerine “Şiddet ve tenkilden (yok
etme) başka çare yoktur…” diyebilmektedir.
İşbirlikçi bir iktidarın önde gelen kişilerinin NATO derin devletinin egemen olduğu bir ülkede haksız düzenlerini yaşatabilmek için de başka seçenekleri
bulunmamaktadır.
Yukarıda sözünü ettiğimiz ST 31-15 Gayrinizami Kuvvetlere Karşı Harekat Talimnamesi’nde tutukluluk süresi ve yapay suçlarla insanların suçlanılması da
önerilmektedir. 

Şöyle ki:

Madde 18: Ele geçirilen gayrinizami kuvvet mensuplarının kendilerini gayrinizami faaliyetlere katılmaya zorlayan tutumlarını devam ettirmeleri beklenebilir. 
Bu sebeple:
1) Tutuklu bulunmalarına lüzum vardır ve bu hal uzunca bir süre devam edebilir.
2) Özel suçlarla suçlandırılabilecek durumdaki esirler, süratle adalet huzuruna getirilmelidir. Suçlamaları mümkünse, şahıslara karşı işlenmiş, katil nevinden
suçlar olmalı, doğrudan doğruya mukavemet harekatına bağlanmış suçlardan ileri gelmemelidir. Aksi halde bir kahramanlık mahiyetini kazanır ve gayrinizami
faaliyetlerin artması için bir bahane teşkil eder.

Nitekim Bomba Davası’nda ben bu tür adi suçlar yanında birkaç kişiyle birlikte sadece o tarihte ayakları yapılmış olan 1. Boğaz Köprüsü’nü yapıldığı vakit
havaya uçurmayı düşünmek savıyla yargılandık. Gerçi mahkeme kararıyla bu savın gerçek olmadığı ortaya çıkmış ise de özel savaş anlayışı gereğince “Çamur
at izi kalır” yöntemi uygulanmıştır. Bomba Davası’nda bir kısım medya sıkıyönetim makamlarıyla birlikte çalışmış ve bu gerçek olmayan iddiaları sürekli
manşetlere çıkartmış ve bir anlamda sayısız “andıç” örnekleri vermiştir.

Günümüze bu anlayışa hizmet eden bazı medya mensuplarının “andıç”tan şikayetçi olmaları ilginç bir örnek oluşturmaktadır.
Örneğin “Bomba Davası”nda yargılanırken kapağında genelkurmay başkanlığı amblemi bulunan fakat içinde imzası bulunmadığı için hiçbir belge değeri
olmayan Kontrgerilla örgütünde işkence altında aleyhime alınan ifadeler kitaba alınarak onbinlerce basılıp tüm askeri birliklere ve kamu kuruluşlarına dağıtılan
“ders alalım” adlı bu kitapta şahsıma karşı yargısız infaz yapılmış, mahkeme kararı kitapta yer alan iddiaların hiçbirini doğrulamadığı halde bu broşürü yayan
çevreler hiçbir açıklama gereği duymamışlar ve hukuku katletmişlerdir...
Demokrat Parti’yle Başlayan Ülkeyi ABD’ye Pazarlama Süreci Yukarıda sözünü ettiğimiz ABD uydusu liberal politikayı benimseyen Demokrat Parti’nin cumhurbaşkanı bir Amerikan gezisinde “Memleketimiz el değmemiş kaynaklara sahip tatlı bir pazardır, geliniz...” diyerek teslimiyetini belgelemiştir.(12) Demokrat Parti’den sonra gelen darbeler döneminde büyük bir kesimin umut bağladığı 27 Mayıs 1960 Hareketi daha ilk bildirisinde “NATO’ya  ve CENTO’ya... bağlı olduğunu” itiraf etmek suretiyle aslında ABD güdümündeki politikada bir değişiklik olmayacağını itiraf etmek durumunda kalmıştır. Buna karşın 1961 Anayasası’nın bugün dahi birçok çevre tarafından mükemmeliyeti kabul edilen 1961 Anayasası Türk toplumuna her alanda geniş hak ve özgürlükler tanımış ve sol politikanın önünü açmıştır.

Ancak çok kısa bir süre sonra yıkılan Demokrat Parti anlayışı iktidara gelmiş 
“ Bu anayasa ile devlet idare edilmez” söylemi ile Türkiye’deki sosyal ve siyasal
gelişmenin önünü kesmek için sürekli karşı devrimci bir çaba göstermiştir.
12 Mart 1971 Muhtırasal darbesinden sonra başbakan olan Nihat Erim, “61 Anayasasını lüks olarak” ilan etmiş, 12 Mart’ın yıktığı iktidarın zihniyetini
benimsemiştir. Darbe lideri Org. Tağmaç ise “Sosyal uyanma ekonomik gelişmeyi geçti demek suretiyle baskı ve şiddet politikasını doruğa çıkartarak üç taksitte  61 Anayasası’nın 55 maddesini darmadağın etmiştir. Dolayısıyla 61 Anayasası’nın vermiş olduğu haklar daha o tarihte geri alınmıştır.
Yukarıda 12 Mart döneminde Org. Turgut Sunalp’ın başkanlığını yapmış olduğu MİT’in Marmara Köşkü’nde verildiği için “Marmara Brifingi” diye adlandırılan
belgede oradaki kişilerin gözaltı süresini 30 güne çıkartmayı uygun gördüklerini belirtmiştir.

Yazı ve yapıtlarında bir ülkenin anayasasında gözaltı süresinde uzunluk ve kısalığına göre o ülkenin anayasasının ne ölçüde demokrat olduğunu
saptayabilirsiniz diye yazıyorum. Bu örnekte Anayasa değişikliğini bir anlamda 12 Mart Faşist Darbesi’nin derin devletini oluşturan kişiler ilkönce Anayasa
değişikliğini öneriyorlar daha sonra da bu madde değiştirilen 55 maddenin kapsamına alınıyor. 12 Mart 1971 Faşizminin somut örnekle açıkladığım
uygulamaları emperyalist ülkeleri tatmin etmediği için ABD güdümünde 12 Eylül 1980 darbesi tezgahlandı bu kez 1961 Anayasası’nın tümü 1982 yılında
değiştirildi.

Konumuz Anayasa tartışması olmamasına karşın bir örnekle günümüzde de güncelliğini koruyan özelleştirmenin 1982 Anayasası’na nasıl girdiğini
örneklemek istiyorum:

Görüldüğü üzere, 61 Anayasası’ndaki “Devletleştirme” maddesi 1982’de “Özelleştirme”ye dönüşmüş...

Turgut Sunalp Kimdir?

Önerisiyle anayasayı bile değiştirmek gücünü Org. Turgut Sunalp acaba nerden alıyordu. Sunalp bir gazeteye vermiş olduğu demeçle:

“ABD ikinci vatanım!

Şimdi harp biter, ne olur? Çocuklar, ben Türk Harp Akademisi’nden sonra Amerikan Harp Akademisi’nde okudum. Kore’de harbettim. Türkiye’de ilk NATO
subayıyım. NATO’ya hizmet ettim. Amerikalılarla haşır neşir oldum. Benim akranım Amerikalılarla senli benliyimdir. Çok yakın dostlarım var. Amerika’yı çok
severim. Amerikalılar bana çok şeyler kazandırmıştır. Hatta ikinci vatanım addederim. Ben Türkiye ile Amerika’nın ittifak içinde olmasına kaniim. Amerika ile Türkiye ittifaka doğru giderken askeri sahada elli Amerikalı elli Türk çalışmış ve bunlara rozet verilmiştir. Bu elli Türkten biriyim. Bu işe başladığım için kurmay yüzbaşıyken beni Amerika’ya götürdüler, okuttular, getirdiler...”

Turgut Sunalp kendisini çok iyi tanımlıyor. Bu ilişkileri nedeniyle onu 12 Mart faşizmi döneminde Ziverbey İşkence Köşkünde görüyoruz. Bir demecinde
makata cop sokma işkencesi üzerine “elimizde taş gibi oğlanlar varken niye cop kullanalım” diye kendini sözde savunan bu kişi o tarihte bu tanımlanması ile
ünlendi ama Org. olmuş bir kişinin mantığını göstermesi bakımından da işkence üzerinde araştırma yapan çevreler önemle durmalıdır diye düşünüyorum. 
Turgut Sunalp 12 Mart döneminde “Sabatoj Davası” diye ünlenen Kültür Sarayı’nın yakılması, Marmara Gemisinin batırılması, Eminönü Arabalı Vapurunun batırılması eylemlerini içeren davanın arkasındaki kişidir. Bu davayla Marksizm ve Leninizm suçlanılmak istenilmişse de idamla yargılanan 22 sanığın tümü beraat etmiştir.

1972’li yıllarda ta Kurmay Yüzbaşılığından beri ABD’de yetiştirilmiş Demokrat Parti’nin 10 yıllık iktidarı döneminde 7 yılını yurtdışı görevlerinde geçirmiş bu kişi
Genel Kurmay İkinci Başkanı’dır. Çünkü NATO Derin Devleti’nin Türkiye ayağını oluşturan yapılar ve özellikle Özel Harp dairesi doğrudan Genel Kurmay
Başkanı’na bağlıdır. Bulunduğu görevde her yönden ikinci vatanının istemleri doğrultusunda çaba sarfettiğini görüyoruz. Bu bağlamda İstanbul Sıkıyönetim
Komutanı Org. Faik Türün’ün Marksist Leninist olmakla suçladığı Org. Faruk Gürler’in Genel Kurmay Başkanlığını engellemek görevi de bu kişiye verilmiştir.
Onun için Ziverbey İşkence Köşkü’nde Org. Faruk Gürler, Org. Muhsin Batur, Ora. Kemal Kayacan aleyhinde alınan ifadeleri de bu kişi yönlendirmektedir. O
günün siyasal dengeleri içerisinde Bomba Davası’nda alınan bu ifadelere karşın Org. Faruk Gürler’in Genel Kurmay Başkanı olması engellenememiştir. Başta
Turgut Sunalp olmak üzere karşıdevrimci güçler amaçlarına ulaşmak için çabalarını sürdürmüşler bu arada kuşkusuz başat rol Genel Kurmay İkinci
Başkanı olan Turgut Sunalp’e verilmiştir. Bu kişi Genel Kurmay Başkanı Org. Faruk Gürler’i Cumhurbaşkanı olmak üzere görevini terk etmeye ikna etmiş
sonuçta Faruk Gürler meclis tarafından seçilmeyerek dışlanmış hemen peşinden de Bomba Davasında ek bir iddianame düzenlenerek bu üç orgeneral Marksist-
Leninist bir cuntanın başkanı ve üyeleri olarak ek iddianame ile suçlanılmışlardır.
O günün dengeleri içinde anılan kişiler Bomba Davası’na sanık yapılamadıkları için dava benim üstümde kalmış ve bu tarihi hesaplaşmada yaptığım savunmayla üzerime düşen görevi yerine getirdiğimi sanıyorum.

4. CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

1960 Öncesi, 1980 Sonrası, Faşizme Karşı Dilekçeler., BÖLÜM 2

1960 Öncesi, 1980 Sonrası, Faşizme Karşı Dilekçeler., BÖLÜM 2



        Yeni Osmanlıcılık Tehlikesine 10 Yıl Önce Dikkat Çekmiştim Günümüzde CIA ajanı Graham Fuller “Yeni Türkiye Cumhuriyeti” adlı kitabında;
Adalet ve Kalkınma Partisi’ni (AKP), Fethullah Gülen’i ve Emniyet örgütünü övmesi ve Yeni Osmanlı modelinden söz etmesi üzerinde önemle durulmalıdır.

Örneğin,

1999 yılında yayınlanan “Çeteleşme” adlı yapıtımda Yeni Osmanlılık kavramını değinmek gereksinimini duymuştum. 10 yıl sonra Türkiye’de CIA İstasyon Şefliği
yapmış olan Graham Fuller’in aynı konuyu işlemesi ve bu konudaki yayınların günümüzde çoğalması üzerinde önemle durulmalı, emperyalistlerin Türkiye
üzerindeki niyetlerini doğru tanılar konulmalı. Yetkili ve sorumlu çevreler gereken tedbirleri iş işten geçmeden almalıdırlar, diye düşünüyorum.

12 Mart 1971 darbesi öncesi MİT yazısında da görüldüğü gibi Türkiye’deki “Memleket içindeki anarşik olayların planlayıcı olup, bir cunta faaliyeti içinde
bulundukları” suçlaması gereğince özel sorgu merkezlerinde MİT suçlaması doğrultusunda sorgulanarak o dönemde İstanbul’da cereyan eden bombalama ve terör eylemleriyle ilişkili gösterilerek suçlandım ve iddianamede bu eylemleri o dönemde Kara Kuvvetleri Komutanı olan Org. Faruk Gürler (daha sonra Genel
Kurmay Başkanı), Hava Kuvvetleri Komutanı Org. Muhsin Batur, Deniz Kuvvetleri Komutanı Ora. Kemal Kayacan’dan oluşan Marksist-Leninist (!) bir cuntaya iktidar yolu açmakla suçlandım. Özel sorgulama yöntemleriyle...

İki yıllık yargılama sürecinde anarşi ve terörle ilgili olan bölümün gerçekle ilgisi olmadığı mahkeme kararıyla hükme bağlandı. Cuntasal faaliyetlere gelince,
yukarıda adı geçen kişiler ek iddianameyle mahkeme getirilmek istenilmesine karşın başarılı olunamadığı için yargılanamamış, dava üzerime kalmıştır. 
Bu tarihsel hesaplaşmanın mutlaka yapılmasını ülkem adına zorunlu gördüğüm için yapıtta bulacağınız affı reddetme dilekçemde yargılanmanın sonuna kadar
götürülmesini istedim. 
Bunun yanında Türk Ceza Kanunu 146. maddesi uyarınca idamla yargılandığıma göre, “ya beni idam edeceksiniz ya da beraat ettireceksiniz”   şeklinde mahkemeye iki seçenek sundum. Bu tavrım eğer yargılanma sürecinde hesaba katılsaydı yapılan bütün tertipleri gün yüzüne çıkmış olacaktı. Oysa mahkeme bana zamanında yasa gereğince suç unsurunda değişim olduğunu belirterek savunmamı Türk Ceza Kanunu 171. madde gereğince yapmamı isteseydi sorun kalmazdı. Oysaki böyle bir tebligat yapılmadığı için “Bomba Davası” Türk Ceza Kanunu 146. maddesi gereğince açıldığı için bu maddeden savunma yaptım. Daha sonra mahkeme kararını temyiz etmek istedimse de sanık aleyhinde temyiz yapamayacağı için sonuç alamadım. Görüldüğü gibi, “Özel Savaş” yöntemlerinin tüm kurallarıyla sizi suçluyorlar, sonra da suçsuzluğunuzu kanıtlamaya zorluyorlar. Bu misyonu yerine getirmeye çalıştığınız zaman da önünüzü tıkıyorlar. Demokratik hukuk devleti adına...

Aslında özel savaş kuramlarını bildikten sonra bu uygulamalara şaşmamak da gerekir. Nitekim ST 31-15 Gayrinizami Kuvvetlere Karşı Harekat adlı talimname de “mukavemet hareketine karışmış kişilerin adi suçlarla suçlanılması” önerilmektedir. Bu öneri uyarınca akıl almaz suçlarla suçlandım ve günah keçisi
olarak seçildim. Karşı devrimcilerin tüm bu çabalarını savunmamla ve bugüne kadar süregelen yapıtlarımla yanıtlamış olduğumu kabul ediyorum. Burada
üzerinde durulması gereken husus ne yazık ki bugüne kadar bu insanlık dışı uygulamalardan dolayı hiçbir kurum bizlerden özür dilememiştir.
12 Mart 1971 cuntasının başı Genel Kurmay Başkanı Org. Memduh Tağmaç “Sosyal uyanma ekonomik gelişmeyi aştı” demişti. Bu cümle Tağmaç’a verilen
misyonu da gösteriyordu. Yani sosyal uyanma engellenecekti. Bu hedefe ulaşmak için hiçbir yasal, anayasal ve ahlaki kural tanınmamış, işkence evlerinin
açılmasına göz yumulmuştur. Bu kişinin emekli olduktan sonra özel söktörü finanse eden içinde ABD’nin en etkin casusluk örgütü olan AID’in de sermayesi
bulunan bir bankada yönetim kurulu üyesi olması bizi hiç şaşırtmamıştır.

Marmara Brifingi

O dönemde 3 Kasım 1972 günü kamuoyunda “Marmara Brifingi” olarak ünlenen, aslında 3 Kasım 1972’de Org. Turgut Sunalp, Korg. Abdurrahman Ergeç, Tümg.
Recai Engin, Tümg. Memduh Ünlütürk, Tümg. Fazıl Polat, Kurmay Alb. Nahit Arda, Kurmay Alb. Fikret Küpeli, Piyade Alb. Ali Pirgil, Deniz Hakim Alb. Turgut
Akan, Hava Alb. Ragıp Horozoğlu, Hakim Yrb. Sabahattin Ar ve Kurmay Binb. Necdet Timur tarafından verilen “Devlet Brifingi” yönetsel ve yargısal bir açmazı
belgelemektedir. Şöyle ki aslında MİT elemanı olmayan bu kişiler bir MİT köşkünde (MİT adına) brifing verebiliyorlar. Bunlardan iki kişi (Turgut Sunalp ve
Memduh Ünlütürk) adları “Zihni Paşa (Ziverbey) İşkence Köşkü” ile birlikte anılıyor. Recai Engin, “Seferberlik Tetkik Kurulu” eski başkanıdır. Fazıl Polat o
dönemde, “İstanbul Merkez Komutanı” Turgut Akan, “Sıkıyönetim Adli Müşaviri” idi…

Düşünebiliyor musunuz işkenceci olarak ünlenen kişilerle özel harpçiler ve yargıçlar bir arada 12 Mart yönetiminin felsefesini açıklarken kendilerini de ele
vermiş oluyorlar. Yargıçla işkenceciyi bir araya getiren düzen faşist değilse nedir? Şimdi de bu brifingte yer alan bazı bölümleri aktarmak suretiyle o dönemin “Derin Devlet”inin içyüzünü sergilemek istiyorum:
(...) Cumhuriyet’e, rejime ve Anayasa’ya kast eden bu kızıl militanlarla, onlara cesaret veren tahrik ve teşvikte bulunan, hatta müzaharet ve muavenet suretiyle fillin icrasını kolaylaştıran çevrelerin temizlenmesi yürürlükte bulunan Ceza Usul Kanunlarıyla normal yargı organlarınca süratle sağlanamaz. Milliyetçi bir cephe halinde bu gereği inanılmadıkça, siyasi partiler ile basını ile aydın çevre ile bu ortak inanç dile getirilmedikçe konu siyasi bir istismar ve rey avcılığı şekline dönüştürülmeden halledilmedikçe sıkıyönetimlerin uzatılmasında gerekçe ve zaruretler birbirini takip eder.

Türk Silahlı Kuvvetleri, hukukun üstünlüğüne ve anayasa hakimiyetine bağlılığını sayısız defa ispat etmiştir.

Ama yurt bütünlüğüne karşı komünist cephenin haksız taarruzlarında aynı bağlılık ve beraberliği Parlamentodan da beklemektedir.
Güvenlik Mahkemelerinin sakıncalarını işaret eden çevreler konuyu salt hukuk açısından değil de, biraz da beynelmilel komünizmin dünyanın bazı bölgelerinde
yaptığı tahribatın, Türkiye’de aynen uygulanması amacını güden girişimler olarak mütaala ettikleri takdirde Güvenlik Mahkemeleri konusunda hükümete samimi
olarak yardımcı hale gelmiş olacaklardır.

(...) Türkiyemiz için komünizmin, proleter bir ihtilalle işbaşına gelmesi zordur, imkansızdır. Şu kadar ki, bu neticeyi bilen TKP’nin yukarı mihrakları Türkiye’yi
parçalamak suretiyle hedefe varmaya çalışmaktadırlar. Bu durumda Anayasa kuruluşlarımızla, siyasi partilerimizle, basın ve ordumuzla, gençlik ve tüm
milletimizle müşterek cephede, milliyetçi bir cephede birleşmemiz gerektiğine bugün daha çok inanıyoruz.

Yukarıda yer alan öneriler de 12 Mart faşizminin niteliği açıkça görülmektedir.

Uygulamada öneri halinde de kalmamış, daha sonra Parlamento’dan çıkarılan bir yasa ile “Güvenlik Mahkemeleri” kurulmuş ve bu mahkemelere askeri yargıçlar
da dahil edilmek suretiyle Sıkıyönetim mahkemelerindeki anlayışın devamı sağlanmaya çalışılmıştır.

Devlet Brifinginde şöyle denmiştir:

(...) Sıkıyönetim adli organları görevleri kanunlara uygun olarak yürütürken, buna tesir etmeye müsaati bazı konularda hassas davranılmasına işaret etmek
istiyoruz. Belki bu sorunların bir kısmı adli siyaset içinde de mütaala edilebilir.
Adaletin tecellisinde siyasetin yeri olmamalıdır da denilebilir. Karar verirken her türlü siyasi cereyan ve telkinlerin dışında kanun ve vicdani ölçüler içinde 
kalması gereken görevlilerin bunlardan söz açmasının zayit olduğu kararı ishar edilebilir.
Ancak Türkiye’nin bir bütün olarak vatanı ile birlikte Cumhuriyetine ve Anayasasına karşı buthanda bulunanların yeraltı çalışmaları biraz evvel yüksek
takdir nazarlarınıza arz edildikten sonra milletçe beraberlik ve bütünlük, tasada, kederde ve kıvançta ortak görüş içinde olmamız gerektiğine, bugün dünlerden
daha çok inandığımız için tekrarında fayda mülahaza etmekteyiz.

12 Mart 1971 faşist darbesinden arta kalan çok gizli “Marmara Brifingi”, tarafımdan temin edilerek bastırılmış, basın toplantısı düzenleyerek
yayınlanmıştır. Kitabın önsözü tarafımdan yazılmıştır. O dönemin Derin Devletini ismen açığa çıkartan bu belge aslında 12 Mart dönemi tüm uygulamaları
yasadışı bir konuma düşürmekte ve o dönemi yargılayabilmek için kesin kanıt oluşturmaktadır. Bazı çevreler miladı 12 Eylül 1980’den başlatmayı yeğliyorlar.
Oysa ki tarihsel gerçek 12 Mart 1971 muhtırasal yarı askeri darbenin uzantısı 12 Eylül 1980 darbesidir. Bunları birbirinden ayırmak gerçekle bağdaşmaz. 
Darbeler sürecinde 12 Mart döneminde yapılmak istenip de sonuçlandırılamayan “Temizlik Harekatı” 12 Eylül 1980’de tamamlanmıştır.

“Devlet brifinginde” yer alan bazı görüşleri gözden geçirelim: Bu ekip içinde brifingi hazırlarken tebellür eden fikir Anayasa’nın 30. maddesine
‘Sıkıyönetim hallerinde yakalanan kimseler 30 gün içinde hakim önüne çıkartılır’ şeklinde bir hüküm konulmasında ittifak halindedir.

Gerçekte hiçbir yetkisi olmayan bir ekip Anayasada yer alan gözaltı süresini onaylamadığını açıkça ifade ediyor. Bu brifingten çok kısa bir süre sonra da
Anayasa’da yapılan değişiklikler içinde gözaltı süresi de 30 güne çıkarılıyor. Bu somut olgu varken kuşkusuz TBMM’de “Egemenlik kayıtsız şartsız ulusundur”
söylemi bir anlam ifade etmemektedir. Çünkü TBMM iradesi üzerinde 12 Mart 1971 derin devletini oluşturan bir kısım kişilerin iradesi doğrultusunda Anayasa
değiştirilmiş olmaktadır.

Marmara Brifingi’ne devam ediyoruz:

(…) yıkıcı faaliyetlerin bir müddet daha etkisini sürdüreceği ve sıkıyönetimlerin kalkmasından hemen sonra yeniden yıkıcı faaliyetlerine hem de tecrübe
kazanmış olarak başlamaları çok muhtemeldir. İşte bu kuvvetli ihtimal karşısında devlet olarak elbette ki tedbir düşünecek, Cumhuriyet’e ve Anayasa’ya ve yurt bütünlüğüne kast edenlere ikinci bir tecrübe fırsatı verilmeyecektir. Devletin var oluş felsefesi bunu böyle kabul etmiyor mu?

Ama belirli bir çevre Güvenlik Mahkemeleri kurulması sorununu değişik pür hukuk açısından görmek istiyor.

Yukarıda görüldüğü gibi “Marmara Brifingi”ni veren kişiler hukuk literatürüne yeni bir deyim eklemektedirler: “Pür hukuk!” Eğer mahkemeler bu kişilerin hasta
mantığına uyarlı karar vermezlerse bu şekilde suçlanabilmektedirler. Onlar için demokrasi, özgürlük, hukuk devleti, yargı bağımsızlığı gibi kavramlar bir anlam
ifade etmemektedir.

Nitekim dönemin Sıkıyönetim Komutanı Org. Faik Türün’ün istediği doğrultuda karar vermedikleri için 1 Numaralı Sıkıyönetim Askeri Mahkemesi bir haftada
lağvedilmiş. Başta Yargıç Albay Remzi Şirin olmak üzere Doğu Anadolu şehirlerine sürgün edilmişlerdir. Mahkemelerin lağvedilmesi Milli Savunma
Bakanlığı’nın yetkisindedir. O dönemde Milli Savunma Bakanı’nın gücü Org. Faik Türün’ün gücünü aşamadığı için Türün’ün isteğine uyularak bu haksız tasarruf
gerçekleştirilmiştir. Bu koşullar altında Sıkıyönetim Mahkemelerinin bağımsızlığından kim söz edebilir? Yıllardan bu yana “geçmişten hesap sormak”
söylemi slogan halinde yinelenmektedir. “Marmara Brifingi” ve Sıkıyönetim Mahkemesinin lağvı tek başına o dönemdeki tüm yargılamaları hukuken geçersiz
hale getirecek derecede önemlidir. Eğer gerçekten özlemini duyduğumuz demokratik hukuk devleti hedefine ulaşmak istiyorsak darbe dönemindeki
davaları yeniden yargılayacaksak buradan başlamak kesin zorunluluktur.

12 Mart’tan Günümüze Değişmeyen İşkenceci Düzen 12 Mart 1971 döneminde ABD Büyükelçisi bile “Askeri mahkemeler aşırıya kaçıyor” diye uygulamayı 
eleştirmektedir:
12 Mart döneminin baş-larında Ankara’da görev yapan ABD Büyükelçisi Handley, Wa-shing-ton’a geçtiği telgraf-larda, sıkıyönetim mahkemelerinin özellikle 
toplu davaları ‘yüzlerine gözlerine bulaştırdıkları’nı kaydediyor. Handley’ye göre, askeri savcıların hazırladıkları iddianameler, Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı 
yaygın bir komplonun varlığını kanıtlamakta yetersiz kalıyor. Handley’nin yerine tayin edilen Macomber ise, “Sıkıyönetim mahkemelerinin verdiği aşırı cezaları 
çoğu zaman Askeri Yargıtay düzeltiyor…(6)

Günümüzde de değişen bir şey olmadığı anlaşılıyor. ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton tarafından açıklanan ABD İnsan Hakları Raporu’nda, AKP’nin medyaya
baskısına yer verilirken hükümetin yolsuzlukla mücadelede yasaları uygulamadığı vurgulanıyor ve işkencenin arttığı, kadınlara şiddetin yaygın bir
sorun olduğuna dikkat çekiliyor. Bunun yanında raporda polisin yargısız infazlarından Ergenekon davasındaki gözaltıların uzunluğuna yer veriliyor(7)
Bunun benzeri bir haberde de, “ABD’nin 16 istihbarat örgütünün koordinasyonundan sorumlu olan Ulusal İstihbarat Direktörlüğü’nün geçen yıl
hazırladığı gizli bir raporda holdinglerin ve tarikatların kontrolünde olduğu Türk basını laiklik yanlısı ve İslamcı olarak iki bölümde incelendiği açıklanmakta” ve
“Yaygın medyada 2008’de iki ana grup oluştu. 

    Birincisi laiklik taraftarı medya. Bu grubun önde gelen temsilcileri, sahibi işadamı Aydın Doğan olan Doğan Yayın Holding ve sahibi işadamı Mehmet Emin Karamehmet olan olan Çukurova Medya Grubu’dur. Bu ilk grup ayrıca saflarında Kuvayı Milliye gazetelerini içerir.

Diğeri ise Fethullan Gülen tarikatı, Albayrak ve Çalık grupları ve liberal İkinci Cumhuriyetçiler gibi çeşitli dini, ticari ve çevre adına , AKP taraftarlarının önayak
olmasıyla ortaya çıkan hükümet yanlısı İslamcı-liberal medyadır” yazmaktadır.(8)

Aslında Soğuk Savaş’tan bu yana NATO’ya bağlı ülkelerde o ülke halklarının demokratik bilincinin elverdiği ölçüde derin bir yapılanma ABD tarafından
kurulmuş, CIA tarafından yönlendirilmiş ve bu amaçla CIA denetiminde olan birçok işbirlikçi örgütlere üye yapılan kişiler ülkelerinde önemli makamlara
getirilmek suretiyle demokrasi paravanası ardında derin devlet hükmünü sürdürmüştür. Soğuk Savaş’tan sonra bu yapılanmanın kaldırılması gerektiği
halde NATO daha da genişletilmiş, alan dışı görevler verilerek ABD tarafından küreselleşmenin jandarmalığına getirilmiştir. Gerçekte ülkelerdeki derin
yapılanmalar NATO içinde bulunan ve ACC denilen “Allied Coordination Center” tarafından yönetildiğine göre NATO var oldukça derin devletler de var olacak 
ve “Özel Savaş” yöntemleri geçerliliğini sürdürecektir diyebiliriz.

3. CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

1960 Öncesi, 1980 Sonrası, Faşizme Karşı Dilekçeler., BÖLÜM 1

1960 Öncesi, 1980 Sonrası, Faşizme Karşı Dilekçeler., BÖLÜM 1



Talat Turhan, 

Önsöz

Elinizdeki yapıt başsanığı olduğum “ Bomba Davası ”ndaki 10 klasörlük savunmamın 7. Klasöründe yer alan dilekçelerin eleştirisinden oluşmaktadır. 

   Bu Savunmanın 1. ve 2. klasörleri özet olarak birkaç kez yayınlandı. En son olarak da İleri Yayınları’ndan Ekim 2006’da Bomba Davası Savunma adıyla
okuyucularla buluştu. Aslında 1975 yılında İstanbul Sıkıyönetim Askeri Mahkemesinde yapılan bu savunma aradan 34 yıl geçmiş olmasına karşın aynı
yöntemler günümüzde de uygulanmaya devam ettiği için güncelliğini yitirmemiştir. Bunun yanında 12 Mart faşist darbesinin içyüzünü somut belgelerle ortaya koyması nedeniyle tarihe not düşmek devrimci misyonumuzu da yerine getirmeye çalışıyorum.(1)

Yapıtta göreceğiniz gibi 1972-1974 yılları arasında Selimiye Askeri Ceza ve Tutuk Evi’nde kaldığım dönemde her konuda sürekli dilekçe vererek yasadışı bir
dönemin içyüzünü sergilemek için çaba sarfetmiş bulunuyorum. Nitekim dilekçelerimin hiçbirine, biri istisna, yanıt verilmemiştir. 

   Bu da göstermektedir ki, o dönemde iktidar, yönetim ve yargı, faşist ve ABD işbirlikçisi bir anlayış içerisinde hareket ettikleri için hapishanelere aldıkları 
ve ideolojik hasım saydıkları kişileri muhatap almamış ve belge vermemişlerdir. Oysa ki bizim yazmış olduğumuz dilekçelere anayasa ve yasalara rağmen 
yanıt verme cesareti göstermeyenler bir anlamda kendilerini de ele vermiş olmaktadırlar.

   1972 Yılı Temmuz ayında “Zihni Paşa (Ziverbey) İşkence Köşkü”ne alınarak bir ay işkence gördüm ve sorgulandım. Bu konudaki ayrıntıyı Bomba Davası
Savunma adlı yapıtımda bulabilirsiniz. Daha sonra bir ay hücrede, üç ay ihtilattan men koğuşunda, 21 Mayıs 1974 gününe kadar da Selimiye Askeri Ceza ve Tutuk Evi’nde harp esirlerine bile uygulanmayacak işlemlere maruz kalarak süreci tamamladım.

İşkence köşkünde bulunduğum sürede bir gün çamaşır değiştirirken bana verilen çantamda bulunan jileti alarak yatağımın yanındaki sıva çatlağına yerleştirerek
birkaç gün intihar etmeyi düşündüğümü savunmamda açıklıyorum. Gene o dönemde ellerim zincirli, ayaklarım prangalı, gözlerim bağlı bir durumda tuvalete
götürülüp somyama zincirle bağlandıktan sonra üzerime bir şarjör mermi boşaltılarak gözdağı verilmeye çalışıldığı sırada kalp atışlarımı denetleyerek
özgüvenimi saptamaya çalıştım. Kalp atışlarımda değişiklik olmaması üzerine intihardan vazgeçtiğim gibi direnmeye de karar verdim. Bu kararım
doğrultusunda işkence sonrasında Selimiye Askeri Ceza ve Tutuk Evi’ndeki hücreye geldiğimde elime kağıt kalem geçince oranın çok ağır koşulları içinde
yaşadığım haksızlıkları ve hangi konularda mücadele etmemiz gerektiğini saptayarak ilk görüşmede avukatıma aktardım. Bu suretle bir yandan ben bir
yandan müdafilerim, faşizme karşı yasal mücadele sürecine girmiş olduk.
Aslında yaptığımız bu mücadele kişisel değildi. İnsan onur ve haysiyetini paspas gibi çiğneyen yasaları hiçe sayan yargıyı araç olarak kullanan bir zihniyete 
karşı yapıldığı için bir bakıma toplumsal bir mücadele olarak da algılanabilir.
Selimiye’nin hücrelerinden başladığım antiemperyalist, antikapitalist ve tam bağımsızlıkçı mücadelemi bugün de yayın hayatını sürdürerek devam etmeye
çalışıyorum.

CIA’nın “Temizlik Operasyonlar”ı

Aslında Bomba Davası diye ünlenen bu dava Türk Silahlı Kuvvetleri içerisinde iktidar mücadelesi yapan Amerikancı ve daha az Amerikancı iki kanadın
hesaplaşmasını göstermektedir. Ancak iktidar mücadelesinde her yolu mübah sayan Amerikancı zihniyet kendi çıkarlarına ters gelen suçlu olsun ya da olmasın
herkesi içeri alıp etkisiz konuma getirmeye çalışmaktadır. Bu yönteme CIA kuramında “Temizlik Operasyonu” denilmektedir. 12’li faşist darbelerde ABD
çıkarlarına ters gelen tüm yurtseverler bu anlayışla yargılanmış ve sindirilmek istenmiştir.

“Temizlik Operasyonu” deyimi aslında bir “Özel Harp” yöntemidir. 

   Bu yöntemde Anayasa ve yasalar geçerli sayılmaz. Önemli olan mümkün olduğu kadar ABD karşıtı ve devrimci kişinin etkisiz hale getirilmesidir. 
İdare ve yargılama bu sürece hizmet etmek durumundadır. Nitekim 1965 basımlı “ST 31-15 Gayri Nizami Kuvvetlere Karşı Harekât” K.K.K.lığı Sahra 
Talimnamesinde şöyle yazmaktadır:
Madde 9 b: Bir Gayrinizami kuvvetin yeraltı unsurları kaide olarak, kanuni statüye sahip değillerdir.

Madde 9 d: Tarih, kanuni statülerin gayrinizami kuvvet örgütlerini pek az ilgilendirdiğini ve bunların gayri nizami faaliyetlere katılma kararlarında pek az
müessir olduğunu göstermektedir.
Bunun gibi 1965 yılında Genel Kurmay Basım Evi tarafından basılan David Galula mahlas ismiyle yayınlanan “Ayaklanmaları Bastırma Hareketleri” adlı kitabın 106. sayfasında şöyle denmektedir:

Ayaklanmaları bastırmakla görevli olan taraf harbi bir an evvel bitirmek isterse, normal zamanlarda tatbik edilebilecek olan bazı kanuni telakkileri ihtilal
harplerinde nazari itibare almamalıdır.
Çoğunlukla emperyalist ülkelerin istihbarat örgütleriyle onunla işbirliği halinde çalışan diğer ülkelerin istihbarat örgütleri de “Yasalara bağlı olmamak” kuralını
benimserler. Örneğin Alman BND istihbarat örgütü kurucusu CIA ajanı General Reinhard Gehlen’in “Hitler’in Sığınağından Pentagon’a” adlı yapıtında şöyle der:2
“Bir istihbarat servisinin, devletin diğer kuruluşları için konulan kurallarla yönetilmesi her zaman mümkün değildir.”

Açıklamalar 12’li Darbelerde yaşama geçirilmiştir...

Gn. Reinhard Gehlen’in “Servis” adlı kitabı Milli İstihbarat Teşkilatı’nda ders kitabı olarak okutulmakta olduğunu Mehmet Eymür, “Analiz” adlı kitabında
yazmaktadır. “Servis” adlı kitabı Hiram Abas’ın da kaynak olarak benimsediği Eymür tarafından “Analiz”de açıklanmaktadır. Gerek Hiram Abas gerekse
Mehmet Eymür, MİT içinde operasyonel kanatta yer alarak 12 Mart 1971 darbe sonrası dönemde de eylemlere katılmışlardır.(2)

Bomba Davası-Savunma adlı yapıtımda MİT’in hakkımdaki tutuklama kararı belge olarak yayınlanmıştı. Bu MİT belgesi var olduğu sürece o dönemde
demokratik hukuk devletinden ve yargının bağımsızlığından söz eden herkesi sahtekar durumuna düşürmektedir. Çünkü bu MİT belgesi açıkça idarenin
yargıya müdahalesini göstermektedir. Şöyle ki; MİT tutuklama emri veremez. 
Bu belgede verilmektedir. MİT Sıkıyönetim Komutanı emrinde olmasına 
rağmen bu belgede emir verir konumdadır. Bunun gibi, MİT sorgulama yapamayacağı halde bu belgede MİT de “Ziverbey İşkence Köşkü”nde sorgulandığım 
görülmektedir.
Bu yasadışı tutumun perde gerisine baktığımız vakit daha iğrenç bir tablo görmekteyiz. Şöyle ki dönemin Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay ve Genelkurmay
Başkanı Org. Memduh Tağmaç beni şahsi hasım olarak kabul etmektedirler.(4)

Gene o dönemin MİT Başkanı Korg. Nurettin Ersin yukarıda adı geçen iki kişinin adamı olarak tanınmaktadır. Sıkıyönetim Askeri Mahkemesi’nde bir duruşmada
MİT İstanbul Bölge Başkanı Turan Deniz’i çok ağır sözlerle eleştirip iddiasını ispata davet etmem üzerine, anılan kişi avukatım Hidayet Ilgar ile ilişkiye geçerek “Kendisine böyle bir tertip yapmak için Nurettin Ersin’in emir verdiğini, eğer bu emri yerine getirmeseydim benim akıbetime uğrayacağını” itiraf etmiştir.
Kuşkusuz adı geçen bütün kişilerin öldüğü günümüzde bu iddiamın kanıtlanması olanaksızdır. Ancak, başta “Çeteleşme” olmak üzere yapıtlarımda Turan Deniz’i
ölmeden önce avukatıma söylediği sözleri açıklamaya davet etmiş olmama karşın sessizliğini koruması karşısında 12 Mart 1971 darbe döneminde düzenin
nasıl çalıştığı ya da çalışmadığını takdirlerinize sunuyorum.
İşkencede Duyduğum “Kontrgerilla”yı Ortaya Çıkarmaya And İçmiştim Zihni Paşa (Ziverbey) İşkence Köşkü”nde bize işkence yapan ABD’de eğitim
görmüş sado-mazoşist Amerikanofil işkenceciler “Burası kontrgerilla örgütü.
Burada anayasa-babayasa geçmez. Bizim esirimizsin. Ne söylersek yapmak zorundasın. Yoksa seni öldürürüz.” şeklinde söze başlıyorlardı. Burada adı geçen
“kontrgerilla” deyiminin ne olduğunu saptamak için o günden günümüze kadar durmaksızın çaba sarf etmekteyim.

Nitekim bir yıla yakın bir süre iddianame hazırlanmadan sorgu sualsiz cezaevinde kaldıktan sonra, mahkemeye çıkartıldığımda vermiş olduğum ve
yapıtta bulacağınız 8 Haziran 1973 ve 12 Haziran 1973 tarihli dilekçelerimde, İstanbul Sıkıyönetim Komutanı Org. Faik Türün’ün zulüm ve baskısı bütün
ağırlığıyla devam ettiği bir dönemde, “Kontrgerilla Örgütü”nün açığa çıkartılması için mahkemeden, Başbakanlıktan, Genelkurmay Başkanlığı ve Kara Kuvvetleri
Komutanlığı’ndan araştırma yapılmasını ve bu amaçla bir Parlamento Komisyonu kurulmasını talep ettim. Bu Türkiye’de ilkti. O günden bugüne kadar bu konuda
Parlamento’daki tüm girişimlerden sonuç alınmamıştır. Buna karşın her geçen gün öne sürdüğüm bu savlar haklılığımı ortaya çıkarmış bulunuyor.
Araştırmalarım sonucunda bu konuya açıklık getiren üç belgeye ulaştım:
- ST 31-15 Gayri Nizami Kuvvetlere Karşı Harekât (Kara Kuvvetleri Komutanlığı Sahra Talimnamesi, 1965)
- FM 31-16 Counterguerilla Operations (ABD Sahra Talimnamesi, 1967)
- Ayaklanmaları Bastırma Hareketleri (David Galula, Genelkurmay Basım Evi 1965)

Bu üç resmi ve gayri resmi belgeyi 1975 yılında Sıkıyönetim Askeri Mahkemesi’nde yapmış olduğum savunmada birer suretini mahkemeye vererek
savunmamın bir bölümü haline getirdim ve belgeleri kamuoyuna mal ettim. Daha sonra başta “Özel Savaş, Terör ve Kontrgerilla” ve “Kontrgerilla Cumhuriyeti”  adlı kitaplarım olmak üzere konuya tüm kitaplarımda, yazılarımda, konferanslarımda, TV konuşmalarımda açıklık getirdim.

O günden günümüze kadar aynı konuda yurtdışında ve yurtiçinde yayınlanan kitaplarda yukarıda adı geçen kamuoyuna mal ettiğim üç belge kaynak olarak
gösterilmektedir. Ne yazık ki yayınlanan bu kitapların çoğunda, konu güncelliğini koruduğu için ve günümüzde konunun hiçbir riski bulunmadığından kaynaklarıma genellikle gönderme yapılmamaktadır. Oysaki gerek 1973 yılında idam istemiyle yargılandığım davada vermiş olduğum dilekçelerle ve gerekse yukarıda açıkladığım üç belge Türkiye’de ilk kez tarafımdan her türlü riski göze alarak devrimci yapımın bir gereği olarak açıklanmıştır.

Geçtiğimiz aylarda (Ocak 2009) bir televizyon kanalında bu konudaki tartışmaya katılan eski bir bakan, Kontrgerilla konusunu siyaseten ilk kez açıklayan kişinin
Bülent Ecevit olduğunu açıklamak suretiyle gerçeği gizlemeyi yeğlemiştir. 

Bu konuya Bülent Ecevit’in dahil olması 1973 yılı sonlarındadır. Yapıtlarımda bu
konunun ayrıntısını bulabilirsiniz. Bu durumda asıl kaynağı saklayarak konuyu kendine mal ederek yayın yapanlar eğer özel bir kast içinde değillerse gerçeği
gizlemek gibi etik olmayan bir duruma düşüyorlar. Bu açıklamamdan sonra hâlâ aynı tavrı sürdürmekte ısrar edenleri intihalci olarak suçlamakta hak
kazanacağım. Oysaki Akademisyen Daniel Ganser’in oldukça kapsamlı ve özgün yapıtı olan “NATO’nun Gizli Orduları” isimli kitabında Türkiye’deki Derin Devlet
yapılanmasını benim ortaya çıkardığım yazılmaktadır.(5)

ABD güdümlü tüm askeri darbelerde CIA yöntemleri uyarınca darbe öncesi bir istikrarsızlık (destabilization) süreci yaşanır. Yapılan eylemler bir darbeye
gerekçe olacak kadar yeterli sayılırsa darbe sürecine geçilir. 12’li darbeler tıpatıp bu modele uygun bir şekilde cereyan ettiğini biliyoruz. 
12 Mart 1971 Muhtırasal Askeri darbesi öncesi de Türkiye sathında bu tür eylemlere başvurulmuştur.
“Seferberlik Tetkik Kurulu” eski başkanlarından Tümg. Cahit Akyol, Silahlı Kuvvetler Dergisi’nin Mart 1971 sayısında “Gayrinizami Kuvvetlere Karşı
Harekât” adlı yazısında şöyle demektedir:

Mukavemetin en verimli tohumunun zulüm olduğu bilinmelidir. Bazen Gayrınizami Harp Kuvvetleri (GNHK) bu gerçeği bile bile sahte operasyonlarla
halkın mukavemet cephesine iltihakına çalışırlar.

Halkı mukavemetçilerden ayırmak için sanki ayaklanma kuvvetleri yapıyormuş gibi mücadele kuvvetlerince zulme varan halka haksız muamele örnekleri ile
sahte operasyonlara başvurması tavsiye edilir.

Bazı okuyucular bu yöntemlerin savaşta geçerli olduğunu düşünebilir. Oysaki “Temizlik Operasyonu” evresinde sorguya alınan herkes düşman olarak kabul
edilmekte. O nedenle “Zihni Paşa (Ziverbey) İşkence Köşkü” gibi yerlerde zulme maruz kalmakta ve sorgulanmaktadır.

Yukarıda adı geçen “Ayaklanmaları Bastırma Hareketleri” adlı kitapta şöyle yazılmaktadır:

Bu gibi şahısların sorgulanması profesyonel kimseler ve halkın yardımını kazanmaya çalışan personelden ayrı bir teşkilat gayet dikkatli bir şekilde
yapılmalıdır. Mevcut polis teşkilatına itimat edilmiyorsa, sırf bu maksat için yeni bir polis teşkilatı yaratılmalıdır.

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***