12 Ağustos 2019 Pazartesi

1960 Öncesi, 1980 Sonrası, Faşizme Karşı Dilekçeler., BÖLÜM 2

1960 Öncesi, 1980 Sonrası, Faşizme Karşı Dilekçeler., BÖLÜM 2



        Yeni Osmanlıcılık Tehlikesine 10 Yıl Önce Dikkat Çekmiştim Günümüzde CIA ajanı Graham Fuller “Yeni Türkiye Cumhuriyeti” adlı kitabında;
Adalet ve Kalkınma Partisi’ni (AKP), Fethullah Gülen’i ve Emniyet örgütünü övmesi ve Yeni Osmanlı modelinden söz etmesi üzerinde önemle durulmalıdır.

Örneğin,

1999 yılında yayınlanan “Çeteleşme” adlı yapıtımda Yeni Osmanlılık kavramını değinmek gereksinimini duymuştum. 10 yıl sonra Türkiye’de CIA İstasyon Şefliği
yapmış olan Graham Fuller’in aynı konuyu işlemesi ve bu konudaki yayınların günümüzde çoğalması üzerinde önemle durulmalı, emperyalistlerin Türkiye
üzerindeki niyetlerini doğru tanılar konulmalı. Yetkili ve sorumlu çevreler gereken tedbirleri iş işten geçmeden almalıdırlar, diye düşünüyorum.

12 Mart 1971 darbesi öncesi MİT yazısında da görüldüğü gibi Türkiye’deki “Memleket içindeki anarşik olayların planlayıcı olup, bir cunta faaliyeti içinde
bulundukları” suçlaması gereğince özel sorgu merkezlerinde MİT suçlaması doğrultusunda sorgulanarak o dönemde İstanbul’da cereyan eden bombalama ve terör eylemleriyle ilişkili gösterilerek suçlandım ve iddianamede bu eylemleri o dönemde Kara Kuvvetleri Komutanı olan Org. Faruk Gürler (daha sonra Genel
Kurmay Başkanı), Hava Kuvvetleri Komutanı Org. Muhsin Batur, Deniz Kuvvetleri Komutanı Ora. Kemal Kayacan’dan oluşan Marksist-Leninist (!) bir cuntaya iktidar yolu açmakla suçlandım. Özel sorgulama yöntemleriyle...

İki yıllık yargılama sürecinde anarşi ve terörle ilgili olan bölümün gerçekle ilgisi olmadığı mahkeme kararıyla hükme bağlandı. Cuntasal faaliyetlere gelince,
yukarıda adı geçen kişiler ek iddianameyle mahkeme getirilmek istenilmesine karşın başarılı olunamadığı için yargılanamamış, dava üzerime kalmıştır. 
Bu tarihsel hesaplaşmanın mutlaka yapılmasını ülkem adına zorunlu gördüğüm için yapıtta bulacağınız affı reddetme dilekçemde yargılanmanın sonuna kadar
götürülmesini istedim. 
Bunun yanında Türk Ceza Kanunu 146. maddesi uyarınca idamla yargılandığıma göre, “ya beni idam edeceksiniz ya da beraat ettireceksiniz”   şeklinde mahkemeye iki seçenek sundum. Bu tavrım eğer yargılanma sürecinde hesaba katılsaydı yapılan bütün tertipleri gün yüzüne çıkmış olacaktı. Oysa mahkeme bana zamanında yasa gereğince suç unsurunda değişim olduğunu belirterek savunmamı Türk Ceza Kanunu 171. madde gereğince yapmamı isteseydi sorun kalmazdı. Oysaki böyle bir tebligat yapılmadığı için “Bomba Davası” Türk Ceza Kanunu 146. maddesi gereğince açıldığı için bu maddeden savunma yaptım. Daha sonra mahkeme kararını temyiz etmek istedimse de sanık aleyhinde temyiz yapamayacağı için sonuç alamadım. Görüldüğü gibi, “Özel Savaş” yöntemlerinin tüm kurallarıyla sizi suçluyorlar, sonra da suçsuzluğunuzu kanıtlamaya zorluyorlar. Bu misyonu yerine getirmeye çalıştığınız zaman da önünüzü tıkıyorlar. Demokratik hukuk devleti adına...

Aslında özel savaş kuramlarını bildikten sonra bu uygulamalara şaşmamak da gerekir. Nitekim ST 31-15 Gayrinizami Kuvvetlere Karşı Harekat adlı talimname de “mukavemet hareketine karışmış kişilerin adi suçlarla suçlanılması” önerilmektedir. Bu öneri uyarınca akıl almaz suçlarla suçlandım ve günah keçisi
olarak seçildim. Karşı devrimcilerin tüm bu çabalarını savunmamla ve bugüne kadar süregelen yapıtlarımla yanıtlamış olduğumu kabul ediyorum. Burada
üzerinde durulması gereken husus ne yazık ki bugüne kadar bu insanlık dışı uygulamalardan dolayı hiçbir kurum bizlerden özür dilememiştir.
12 Mart 1971 cuntasının başı Genel Kurmay Başkanı Org. Memduh Tağmaç “Sosyal uyanma ekonomik gelişmeyi aştı” demişti. Bu cümle Tağmaç’a verilen
misyonu da gösteriyordu. Yani sosyal uyanma engellenecekti. Bu hedefe ulaşmak için hiçbir yasal, anayasal ve ahlaki kural tanınmamış, işkence evlerinin
açılmasına göz yumulmuştur. Bu kişinin emekli olduktan sonra özel söktörü finanse eden içinde ABD’nin en etkin casusluk örgütü olan AID’in de sermayesi
bulunan bir bankada yönetim kurulu üyesi olması bizi hiç şaşırtmamıştır.

Marmara Brifingi

O dönemde 3 Kasım 1972 günü kamuoyunda “Marmara Brifingi” olarak ünlenen, aslında 3 Kasım 1972’de Org. Turgut Sunalp, Korg. Abdurrahman Ergeç, Tümg.
Recai Engin, Tümg. Memduh Ünlütürk, Tümg. Fazıl Polat, Kurmay Alb. Nahit Arda, Kurmay Alb. Fikret Küpeli, Piyade Alb. Ali Pirgil, Deniz Hakim Alb. Turgut
Akan, Hava Alb. Ragıp Horozoğlu, Hakim Yrb. Sabahattin Ar ve Kurmay Binb. Necdet Timur tarafından verilen “Devlet Brifingi” yönetsel ve yargısal bir açmazı
belgelemektedir. Şöyle ki aslında MİT elemanı olmayan bu kişiler bir MİT köşkünde (MİT adına) brifing verebiliyorlar. Bunlardan iki kişi (Turgut Sunalp ve
Memduh Ünlütürk) adları “Zihni Paşa (Ziverbey) İşkence Köşkü” ile birlikte anılıyor. Recai Engin, “Seferberlik Tetkik Kurulu” eski başkanıdır. Fazıl Polat o
dönemde, “İstanbul Merkez Komutanı” Turgut Akan, “Sıkıyönetim Adli Müşaviri” idi…

Düşünebiliyor musunuz işkenceci olarak ünlenen kişilerle özel harpçiler ve yargıçlar bir arada 12 Mart yönetiminin felsefesini açıklarken kendilerini de ele
vermiş oluyorlar. Yargıçla işkenceciyi bir araya getiren düzen faşist değilse nedir? Şimdi de bu brifingte yer alan bazı bölümleri aktarmak suretiyle o dönemin “Derin Devlet”inin içyüzünü sergilemek istiyorum:
(...) Cumhuriyet’e, rejime ve Anayasa’ya kast eden bu kızıl militanlarla, onlara cesaret veren tahrik ve teşvikte bulunan, hatta müzaharet ve muavenet suretiyle fillin icrasını kolaylaştıran çevrelerin temizlenmesi yürürlükte bulunan Ceza Usul Kanunlarıyla normal yargı organlarınca süratle sağlanamaz. Milliyetçi bir cephe halinde bu gereği inanılmadıkça, siyasi partiler ile basını ile aydın çevre ile bu ortak inanç dile getirilmedikçe konu siyasi bir istismar ve rey avcılığı şekline dönüştürülmeden halledilmedikçe sıkıyönetimlerin uzatılmasında gerekçe ve zaruretler birbirini takip eder.

Türk Silahlı Kuvvetleri, hukukun üstünlüğüne ve anayasa hakimiyetine bağlılığını sayısız defa ispat etmiştir.

Ama yurt bütünlüğüne karşı komünist cephenin haksız taarruzlarında aynı bağlılık ve beraberliği Parlamentodan da beklemektedir.
Güvenlik Mahkemelerinin sakıncalarını işaret eden çevreler konuyu salt hukuk açısından değil de, biraz da beynelmilel komünizmin dünyanın bazı bölgelerinde
yaptığı tahribatın, Türkiye’de aynen uygulanması amacını güden girişimler olarak mütaala ettikleri takdirde Güvenlik Mahkemeleri konusunda hükümete samimi
olarak yardımcı hale gelmiş olacaklardır.

(...) Türkiyemiz için komünizmin, proleter bir ihtilalle işbaşına gelmesi zordur, imkansızdır. Şu kadar ki, bu neticeyi bilen TKP’nin yukarı mihrakları Türkiye’yi
parçalamak suretiyle hedefe varmaya çalışmaktadırlar. Bu durumda Anayasa kuruluşlarımızla, siyasi partilerimizle, basın ve ordumuzla, gençlik ve tüm
milletimizle müşterek cephede, milliyetçi bir cephede birleşmemiz gerektiğine bugün daha çok inanıyoruz.

Yukarıda yer alan öneriler de 12 Mart faşizminin niteliği açıkça görülmektedir.

Uygulamada öneri halinde de kalmamış, daha sonra Parlamento’dan çıkarılan bir yasa ile “Güvenlik Mahkemeleri” kurulmuş ve bu mahkemelere askeri yargıçlar
da dahil edilmek suretiyle Sıkıyönetim mahkemelerindeki anlayışın devamı sağlanmaya çalışılmıştır.

Devlet Brifinginde şöyle denmiştir:

(...) Sıkıyönetim adli organları görevleri kanunlara uygun olarak yürütürken, buna tesir etmeye müsaati bazı konularda hassas davranılmasına işaret etmek
istiyoruz. Belki bu sorunların bir kısmı adli siyaset içinde de mütaala edilebilir.
Adaletin tecellisinde siyasetin yeri olmamalıdır da denilebilir. Karar verirken her türlü siyasi cereyan ve telkinlerin dışında kanun ve vicdani ölçüler içinde 
kalması gereken görevlilerin bunlardan söz açmasının zayit olduğu kararı ishar edilebilir.
Ancak Türkiye’nin bir bütün olarak vatanı ile birlikte Cumhuriyetine ve Anayasasına karşı buthanda bulunanların yeraltı çalışmaları biraz evvel yüksek
takdir nazarlarınıza arz edildikten sonra milletçe beraberlik ve bütünlük, tasada, kederde ve kıvançta ortak görüş içinde olmamız gerektiğine, bugün dünlerden
daha çok inandığımız için tekrarında fayda mülahaza etmekteyiz.

12 Mart 1971 faşist darbesinden arta kalan çok gizli “Marmara Brifingi”, tarafımdan temin edilerek bastırılmış, basın toplantısı düzenleyerek
yayınlanmıştır. Kitabın önsözü tarafımdan yazılmıştır. O dönemin Derin Devletini ismen açığa çıkartan bu belge aslında 12 Mart dönemi tüm uygulamaları
yasadışı bir konuma düşürmekte ve o dönemi yargılayabilmek için kesin kanıt oluşturmaktadır. Bazı çevreler miladı 12 Eylül 1980’den başlatmayı yeğliyorlar.
Oysa ki tarihsel gerçek 12 Mart 1971 muhtırasal yarı askeri darbenin uzantısı 12 Eylül 1980 darbesidir. Bunları birbirinden ayırmak gerçekle bağdaşmaz. 
Darbeler sürecinde 12 Mart döneminde yapılmak istenip de sonuçlandırılamayan “Temizlik Harekatı” 12 Eylül 1980’de tamamlanmıştır.

“Devlet brifinginde” yer alan bazı görüşleri gözden geçirelim: Bu ekip içinde brifingi hazırlarken tebellür eden fikir Anayasa’nın 30. maddesine
‘Sıkıyönetim hallerinde yakalanan kimseler 30 gün içinde hakim önüne çıkartılır’ şeklinde bir hüküm konulmasında ittifak halindedir.

Gerçekte hiçbir yetkisi olmayan bir ekip Anayasada yer alan gözaltı süresini onaylamadığını açıkça ifade ediyor. Bu brifingten çok kısa bir süre sonra da
Anayasa’da yapılan değişiklikler içinde gözaltı süresi de 30 güne çıkarılıyor. Bu somut olgu varken kuşkusuz TBMM’de “Egemenlik kayıtsız şartsız ulusundur”
söylemi bir anlam ifade etmemektedir. Çünkü TBMM iradesi üzerinde 12 Mart 1971 derin devletini oluşturan bir kısım kişilerin iradesi doğrultusunda Anayasa
değiştirilmiş olmaktadır.

Marmara Brifingi’ne devam ediyoruz:

(…) yıkıcı faaliyetlerin bir müddet daha etkisini sürdüreceği ve sıkıyönetimlerin kalkmasından hemen sonra yeniden yıkıcı faaliyetlerine hem de tecrübe
kazanmış olarak başlamaları çok muhtemeldir. İşte bu kuvvetli ihtimal karşısında devlet olarak elbette ki tedbir düşünecek, Cumhuriyet’e ve Anayasa’ya ve yurt bütünlüğüne kast edenlere ikinci bir tecrübe fırsatı verilmeyecektir. Devletin var oluş felsefesi bunu böyle kabul etmiyor mu?

Ama belirli bir çevre Güvenlik Mahkemeleri kurulması sorununu değişik pür hukuk açısından görmek istiyor.

Yukarıda görüldüğü gibi “Marmara Brifingi”ni veren kişiler hukuk literatürüne yeni bir deyim eklemektedirler: “Pür hukuk!” Eğer mahkemeler bu kişilerin hasta
mantığına uyarlı karar vermezlerse bu şekilde suçlanabilmektedirler. Onlar için demokrasi, özgürlük, hukuk devleti, yargı bağımsızlığı gibi kavramlar bir anlam
ifade etmemektedir.

Nitekim dönemin Sıkıyönetim Komutanı Org. Faik Türün’ün istediği doğrultuda karar vermedikleri için 1 Numaralı Sıkıyönetim Askeri Mahkemesi bir haftada
lağvedilmiş. Başta Yargıç Albay Remzi Şirin olmak üzere Doğu Anadolu şehirlerine sürgün edilmişlerdir. Mahkemelerin lağvedilmesi Milli Savunma
Bakanlığı’nın yetkisindedir. O dönemde Milli Savunma Bakanı’nın gücü Org. Faik Türün’ün gücünü aşamadığı için Türün’ün isteğine uyularak bu haksız tasarruf
gerçekleştirilmiştir. Bu koşullar altında Sıkıyönetim Mahkemelerinin bağımsızlığından kim söz edebilir? Yıllardan bu yana “geçmişten hesap sormak”
söylemi slogan halinde yinelenmektedir. “Marmara Brifingi” ve Sıkıyönetim Mahkemesinin lağvı tek başına o dönemdeki tüm yargılamaları hukuken geçersiz
hale getirecek derecede önemlidir. Eğer gerçekten özlemini duyduğumuz demokratik hukuk devleti hedefine ulaşmak istiyorsak darbe dönemindeki
davaları yeniden yargılayacaksak buradan başlamak kesin zorunluluktur.

12 Mart’tan Günümüze Değişmeyen İşkenceci Düzen 12 Mart 1971 döneminde ABD Büyükelçisi bile “Askeri mahkemeler aşırıya kaçıyor” diye uygulamayı 
eleştirmektedir:
12 Mart döneminin baş-larında Ankara’da görev yapan ABD Büyükelçisi Handley, Wa-shing-ton’a geçtiği telgraf-larda, sıkıyönetim mahkemelerinin özellikle 
toplu davaları ‘yüzlerine gözlerine bulaştırdıkları’nı kaydediyor. Handley’ye göre, askeri savcıların hazırladıkları iddianameler, Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı 
yaygın bir komplonun varlığını kanıtlamakta yetersiz kalıyor. Handley’nin yerine tayin edilen Macomber ise, “Sıkıyönetim mahkemelerinin verdiği aşırı cezaları 
çoğu zaman Askeri Yargıtay düzeltiyor…(6)

Günümüzde de değişen bir şey olmadığı anlaşılıyor. ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton tarafından açıklanan ABD İnsan Hakları Raporu’nda, AKP’nin medyaya
baskısına yer verilirken hükümetin yolsuzlukla mücadelede yasaları uygulamadığı vurgulanıyor ve işkencenin arttığı, kadınlara şiddetin yaygın bir
sorun olduğuna dikkat çekiliyor. Bunun yanında raporda polisin yargısız infazlarından Ergenekon davasındaki gözaltıların uzunluğuna yer veriliyor(7)
Bunun benzeri bir haberde de, “ABD’nin 16 istihbarat örgütünün koordinasyonundan sorumlu olan Ulusal İstihbarat Direktörlüğü’nün geçen yıl
hazırladığı gizli bir raporda holdinglerin ve tarikatların kontrolünde olduğu Türk basını laiklik yanlısı ve İslamcı olarak iki bölümde incelendiği açıklanmakta” ve
“Yaygın medyada 2008’de iki ana grup oluştu. 

    Birincisi laiklik taraftarı medya. Bu grubun önde gelen temsilcileri, sahibi işadamı Aydın Doğan olan Doğan Yayın Holding ve sahibi işadamı Mehmet Emin Karamehmet olan olan Çukurova Medya Grubu’dur. Bu ilk grup ayrıca saflarında Kuvayı Milliye gazetelerini içerir.

Diğeri ise Fethullan Gülen tarikatı, Albayrak ve Çalık grupları ve liberal İkinci Cumhuriyetçiler gibi çeşitli dini, ticari ve çevre adına , AKP taraftarlarının önayak
olmasıyla ortaya çıkan hükümet yanlısı İslamcı-liberal medyadır” yazmaktadır.(8)

Aslında Soğuk Savaş’tan bu yana NATO’ya bağlı ülkelerde o ülke halklarının demokratik bilincinin elverdiği ölçüde derin bir yapılanma ABD tarafından
kurulmuş, CIA tarafından yönlendirilmiş ve bu amaçla CIA denetiminde olan birçok işbirlikçi örgütlere üye yapılan kişiler ülkelerinde önemli makamlara
getirilmek suretiyle demokrasi paravanası ardında derin devlet hükmünü sürdürmüştür. Soğuk Savaş’tan sonra bu yapılanmanın kaldırılması gerektiği
halde NATO daha da genişletilmiş, alan dışı görevler verilerek ABD tarafından küreselleşmenin jandarmalığına getirilmiştir. Gerçekte ülkelerdeki derin
yapılanmalar NATO içinde bulunan ve ACC denilen “Allied Coordination Center” tarafından yönetildiğine göre NATO var oldukça derin devletler de var olacak 
ve “Özel Savaş” yöntemleri geçerliliğini sürdürecektir diyebiliriz.

3. CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder