1960 Öncesi, 1980 Sonrası, Faşizme Karşı Dilekçeler., BÖLÜM 3
Kontrgerilla Cumhuriyeti
1993 yılında yayınlanan bir kitabımın adını “Kontrgerilla Cumhuriyeti” koymuştum. Aslında bu tanımlama geçmişe ve günümüze ışık tutmaktadır.
Nitekim bir gazetede yayınlanan bir dizi yazıda İtalyan derin devletinin liderliğini yapmış olan eski Cumhurbaşkanı Cossiga kitaplarımda yer verdiğim Kontrgerilla
ve Gladio’ya ilişkin tüm iddiaları 36 yıl sonra motomot doğrulamaktadır. Bir yabancı istihbarat örgütünden (CIA) para alarak yeraltında örgüt kurarsanız bu
örgütün kime hizmet edeceğini tartışmak abesle iştigaldir diye düşünüyorum.
Nitekim Cossiga 45 yıl CIA’dan para alarak örgütü yönettiğini itiraf etmektedir.
Bunun gibi Özel Harp Dairesi’nin eski başkanlarından Emekli Org. Kemal Yamak da yazmış olduğu kitapta9 bu amaçla her yıl ABD’den 1 milyon dolar aldığını
açıklamaktadır.
Yabancı bir ülkenin (ABD) istihbarat örgütünden (CIA) para alarak yasalara bağlı olmaksızın cinayet dahil her türlü terör yapmakla görevlendirilen bir yer altı
örgütü var olduğu sürece demokrasiden, hukuktan, adaletten söz etmek olanaksızdır. Bu yapı var olduğu sürece de ülkemizde faili bulunamamış sayısız
cinayetler işlenmiş ve toplumsal provakasyonlarla darbe ortamları hazırlanmış ve politik manipülasyon için kullanılmıştır. Cossiga’nın itiraflarının yer aldığı dizi
yazıda şunlar yazmaktadır(10)
İkinci Dünya Savaşı sonunda Soğuk Savaş’ın başladığı günlerdi. Özel bir programla Avrupa’dan 5 genç siyasetçi ABD’ye gitti. Aralarında tek bir kadın
vardı. O da savaşın galiplerinden olan İngiltere’den Margareth Thatcher’di.
Helmut Schmidt ve Helmut Kohl yenilip ikiye bölünen Almanya’dan geliyorlardı. Savaşın diğer galibi Fransa’dan Vallary Gisgard d’Estaing seçilmişti. Yenilen
İtalya’dan seçilen hukukçu ise Francesca Cossiga’ydı…
50 yıl sürecek Soğuk Savaş döneminde Avrupa’yı yönetecek olan 5 genç lider, ilk kez ABD’nin liderlik programında tanıştılar. Ve beşi de Soğuk Savaş’ın kaderini çizdiler.
Beşi de Sovyetler Birliği’nin ve Varşova Paktı’nın dağılmasında rol oynayan güçlü liderler oldular. Cossiga 55 yıl boyunca İtalya’yı yöneten kilit isimlerden ve
Soğuk Savaş döneminde İtalya’da komünizme karşı savaşın en güçlü liderlerinden biriydi.
Görüldüğü gibi Soğuk Savaş döneminde ABD kendi çıkarlarını korumak için başta NATO ülkeleri olmak üzere yeraltı örgütleri kurmak, finanse etmek ve
yönetmekle yetinmemiş, o ülkelerden kendi felsefesine uygun liderleri seçerek ABD’de özel eğitimden geçtikten sonra kendi ülkelerinde sürekli iktidarda
kalmalarını sağlamış ve neoliberal felsefeyi egemen kılmıştır.
Kuşkusuz Türkiye gibi bir ülkede farklı bir tavır sergilendiğini düşünemeyiz.
Nitekim 1954’ten itibaren Süleyman Demirel ve Bülent Ecevit ABD’de özel eğitimden geçirildikten sonra Türkiye’de uzun yıllar lider olarak iktidarda kalmaları sağlanmıştır. Bu iki kişinin 1975 yılında Çesme Altınyunus’ta yapılan “Bilderberg” toplantısında üye olması kuşkusuz rastlantı değildi.
Yıllardan beri süregelen kontrgerilla tartışmalarında bu iki kişinin sürekli ikircikli davranmalarının anlamı yukarıda açıklanmaktadır. Pek çok kitabımda gerek bu
iki kişinin ABD eğitimleri ve bağlı oldukları örgütlerin ve de kontrgerilla konusundaki ikircikli tavrını ayrıntılarıyla sergiledim.
1973’te Başbakanlığa Verdiğim Kontrgerilla Dilekçesi Biraz evvel sözünü ettiğimiz Nur Batur’un Cossiga söyleşisinde Gladio konusunu
zamanında bakan olarak görev yapmış Hüsnü Doğan, İsmet Sezgin, Hikmet Çetin ve Hikmet Sami Türk’e Nur Batur sormuştur. Aslında bugün dahi bu kişiler
konunun özüne girmekten çekinmektedirler. Ancak İsmet Sezgin konuyu inkara yönelik tutumunu sürdürmektedir. “Türkiye’de böyle bir örgütün varlığına
inanmıyorum.” dedikten sonra kendi kendiyle çelişkiye düşen bir cümleyle dolaylı itirafta bulunmaktadır: “Ancak devletin yüce çıkarları gerektiği zaman dünyada rutin dışına çıkıldığı da görülmüştür…”
1973 yılında kontrgerilla konusunda Başbakanlığa vermiş olduğum dilekçeyle istediğim “TBMM Araştırması” yapılmadığı sürece ve de ülkemizde eski İtalya
Cumhurbaşkanı Cossiga kadar yürekli bir devlet adamı çıkmadığı sürece derin devlet konusunda yapılan tüm girişimler ile geçmişten hesap sorma önlemleri
yasak savmaktan öteye geçemeyecektir diye düşünüyorum.
Özünde emperyalist güçler tarafından benimsetilen Neoliberal politikalarla azgelişmiş ülke halklarının çıkarlarının tam karşıtı, dolayısıyla bizlere “tam
bağımsızlık, antiemperyalizm ve antikapitalizm”i öneren Büyük Atatürk’ün ideolojisini dışlayan karşı devrimci uydu iktidarlar hıyanetlerini sürdürebilmek için şiddet politikasını yeğlerler.
Örneğin ABD uydusu Demokrat Parti önde gelenlerinden Ethem Menderes 6-7 Eylül 1955 olayları üzerine vermiş olduğu bir demeçte “Bence tek çare suçu
kömünistlerin üstüne yıkıp birkaçını köprü üstünde sallandırmak” derken DP’nin demokrasi anlayışını da sergilemektedir.11
Bunun gibi Demokrat Parti döneminin Cumhurbaşkanı Celal Bayar 27 Mayıs 1960 öncesi Tahkikat Komisyonu kurulması üzerine “Şiddet ve tenkilden (yok
etme) başka çare yoktur…” diyebilmektedir.
İşbirlikçi bir iktidarın önde gelen kişilerinin NATO derin devletinin egemen olduğu bir ülkede haksız düzenlerini yaşatabilmek için de başka seçenekleri
bulunmamaktadır.
Yukarıda sözünü ettiğimiz ST 31-15 Gayrinizami Kuvvetlere Karşı Harekat Talimnamesi’nde tutukluluk süresi ve yapay suçlarla insanların suçlanılması da
önerilmektedir.
Şöyle ki:
Madde 18: Ele geçirilen gayrinizami kuvvet mensuplarının kendilerini gayrinizami faaliyetlere katılmaya zorlayan tutumlarını devam ettirmeleri beklenebilir.
Bu sebeple:
1) Tutuklu bulunmalarına lüzum vardır ve bu hal uzunca bir süre devam edebilir.
2) Özel suçlarla suçlandırılabilecek durumdaki esirler, süratle adalet huzuruna getirilmelidir. Suçlamaları mümkünse, şahıslara karşı işlenmiş, katil nevinden
suçlar olmalı, doğrudan doğruya mukavemet harekatına bağlanmış suçlardan ileri gelmemelidir. Aksi halde bir kahramanlık mahiyetini kazanır ve gayrinizami
faaliyetlerin artması için bir bahane teşkil eder.
Nitekim Bomba Davası’nda ben bu tür adi suçlar yanında birkaç kişiyle birlikte sadece o tarihte ayakları yapılmış olan 1. Boğaz Köprüsü’nü yapıldığı vakit
havaya uçurmayı düşünmek savıyla yargılandık. Gerçi mahkeme kararıyla bu savın gerçek olmadığı ortaya çıkmış ise de özel savaş anlayışı gereğince “Çamur
at izi kalır” yöntemi uygulanmıştır. Bomba Davası’nda bir kısım medya sıkıyönetim makamlarıyla birlikte çalışmış ve bu gerçek olmayan iddiaları sürekli
manşetlere çıkartmış ve bir anlamda sayısız “andıç” örnekleri vermiştir.
Günümüze bu anlayışa hizmet eden bazı medya mensuplarının “andıç”tan şikayetçi olmaları ilginç bir örnek oluşturmaktadır.
Örneğin “Bomba Davası”nda yargılanırken kapağında genelkurmay başkanlığı amblemi bulunan fakat içinde imzası bulunmadığı için hiçbir belge değeri
olmayan Kontrgerilla örgütünde işkence altında aleyhime alınan ifadeler kitaba alınarak onbinlerce basılıp tüm askeri birliklere ve kamu kuruluşlarına dağıtılan
“ders alalım” adlı bu kitapta şahsıma karşı yargısız infaz yapılmış, mahkeme kararı kitapta yer alan iddiaların hiçbirini doğrulamadığı halde bu broşürü yayan
çevreler hiçbir açıklama gereği duymamışlar ve hukuku katletmişlerdir...
Demokrat Parti’yle Başlayan Ülkeyi ABD’ye Pazarlama Süreci Yukarıda sözünü ettiğimiz ABD uydusu liberal politikayı benimseyen Demokrat Parti’nin cumhurbaşkanı bir Amerikan gezisinde “Memleketimiz el değmemiş kaynaklara sahip tatlı bir pazardır, geliniz...” diyerek teslimiyetini belgelemiştir.(12) Demokrat Parti’den sonra gelen darbeler döneminde büyük bir kesimin umut bağladığı 27 Mayıs 1960 Hareketi daha ilk bildirisinde “NATO’ya ve CENTO’ya... bağlı olduğunu” itiraf etmek suretiyle aslında ABD güdümündeki politikada bir değişiklik olmayacağını itiraf etmek durumunda kalmıştır. Buna karşın 1961 Anayasası’nın bugün dahi birçok çevre tarafından mükemmeliyeti kabul edilen 1961 Anayasası Türk toplumuna her alanda geniş hak ve özgürlükler tanımış ve sol politikanın önünü açmıştır.
Ancak çok kısa bir süre sonra yıkılan Demokrat Parti anlayışı iktidara gelmiş
“ Bu anayasa ile devlet idare edilmez” söylemi ile Türkiye’deki sosyal ve siyasal
gelişmenin önünü kesmek için sürekli karşı devrimci bir çaba göstermiştir.
12 Mart 1971 Muhtırasal darbesinden sonra başbakan olan Nihat Erim, “61 Anayasasını lüks olarak” ilan etmiş, 12 Mart’ın yıktığı iktidarın zihniyetini
benimsemiştir. Darbe lideri Org. Tağmaç ise “Sosyal uyanma ekonomik gelişmeyi geçti demek suretiyle baskı ve şiddet politikasını doruğa çıkartarak üç taksitte 61 Anayasası’nın 55 maddesini darmadağın etmiştir. Dolayısıyla 61 Anayasası’nın vermiş olduğu haklar daha o tarihte geri alınmıştır.
Yukarıda 12 Mart döneminde Org. Turgut Sunalp’ın başkanlığını yapmış olduğu MİT’in Marmara Köşkü’nde verildiği için “Marmara Brifingi” diye adlandırılan
belgede oradaki kişilerin gözaltı süresini 30 güne çıkartmayı uygun gördüklerini belirtmiştir.
Yazı ve yapıtlarında bir ülkenin anayasasında gözaltı süresinde uzunluk ve kısalığına göre o ülkenin anayasasının ne ölçüde demokrat olduğunu
saptayabilirsiniz diye yazıyorum. Bu örnekte Anayasa değişikliğini bir anlamda 12 Mart Faşist Darbesi’nin derin devletini oluşturan kişiler ilkönce Anayasa
değişikliğini öneriyorlar daha sonra da bu madde değiştirilen 55 maddenin kapsamına alınıyor. 12 Mart 1971 Faşizminin somut örnekle açıkladığım
uygulamaları emperyalist ülkeleri tatmin etmediği için ABD güdümünde 12 Eylül 1980 darbesi tezgahlandı bu kez 1961 Anayasası’nın tümü 1982 yılında
değiştirildi.
Konumuz Anayasa tartışması olmamasına karşın bir örnekle günümüzde de güncelliğini koruyan özelleştirmenin 1982 Anayasası’na nasıl girdiğini
örneklemek istiyorum:
Görüldüğü üzere, 61 Anayasası’ndaki “Devletleştirme” maddesi 1982’de “Özelleştirme”ye dönüşmüş...
Turgut Sunalp Kimdir?
Önerisiyle anayasayı bile değiştirmek gücünü Org. Turgut Sunalp acaba nerden alıyordu. Sunalp bir gazeteye vermiş olduğu demeçle:
“ABD ikinci vatanım!
Şimdi harp biter, ne olur? Çocuklar, ben Türk Harp Akademisi’nden sonra Amerikan Harp Akademisi’nde okudum. Kore’de harbettim. Türkiye’de ilk NATO
subayıyım. NATO’ya hizmet ettim. Amerikalılarla haşır neşir oldum. Benim akranım Amerikalılarla senli benliyimdir. Çok yakın dostlarım var. Amerika’yı çok
severim. Amerikalılar bana çok şeyler kazandırmıştır. Hatta ikinci vatanım addederim. Ben Türkiye ile Amerika’nın ittifak içinde olmasına kaniim. Amerika ile Türkiye ittifaka doğru giderken askeri sahada elli Amerikalı elli Türk çalışmış ve bunlara rozet verilmiştir. Bu elli Türkten biriyim. Bu işe başladığım için kurmay yüzbaşıyken beni Amerika’ya götürdüler, okuttular, getirdiler...”
Turgut Sunalp kendisini çok iyi tanımlıyor. Bu ilişkileri nedeniyle onu 12 Mart faşizmi döneminde Ziverbey İşkence Köşkünde görüyoruz. Bir demecinde
makata cop sokma işkencesi üzerine “elimizde taş gibi oğlanlar varken niye cop kullanalım” diye kendini sözde savunan bu kişi o tarihte bu tanımlanması ile
ünlendi ama Org. olmuş bir kişinin mantığını göstermesi bakımından da işkence üzerinde araştırma yapan çevreler önemle durmalıdır diye düşünüyorum.
Turgut Sunalp 12 Mart döneminde “Sabatoj Davası” diye ünlenen Kültür Sarayı’nın yakılması, Marmara Gemisinin batırılması, Eminönü Arabalı Vapurunun batırılması eylemlerini içeren davanın arkasındaki kişidir. Bu davayla Marksizm ve Leninizm suçlanılmak istenilmişse de idamla yargılanan 22 sanığın tümü beraat etmiştir.
1972’li yıllarda ta Kurmay Yüzbaşılığından beri ABD’de yetiştirilmiş Demokrat Parti’nin 10 yıllık iktidarı döneminde 7 yılını yurtdışı görevlerinde geçirmiş bu kişi
Genel Kurmay İkinci Başkanı’dır. Çünkü NATO Derin Devleti’nin Türkiye ayağını oluşturan yapılar ve özellikle Özel Harp dairesi doğrudan Genel Kurmay
Başkanı’na bağlıdır. Bulunduğu görevde her yönden ikinci vatanının istemleri doğrultusunda çaba sarfettiğini görüyoruz. Bu bağlamda İstanbul Sıkıyönetim
Komutanı Org. Faik Türün’ün Marksist Leninist olmakla suçladığı Org. Faruk Gürler’in Genel Kurmay Başkanlığını engellemek görevi de bu kişiye verilmiştir.
Onun için Ziverbey İşkence Köşkü’nde Org. Faruk Gürler, Org. Muhsin Batur, Ora. Kemal Kayacan aleyhinde alınan ifadeleri de bu kişi yönlendirmektedir. O
günün siyasal dengeleri içerisinde Bomba Davası’nda alınan bu ifadelere karşın Org. Faruk Gürler’in Genel Kurmay Başkanı olması engellenememiştir. Başta
Turgut Sunalp olmak üzere karşıdevrimci güçler amaçlarına ulaşmak için çabalarını sürdürmüşler bu arada kuşkusuz başat rol Genel Kurmay İkinci
Başkanı olan Turgut Sunalp’e verilmiştir. Bu kişi Genel Kurmay Başkanı Org. Faruk Gürler’i Cumhurbaşkanı olmak üzere görevini terk etmeye ikna etmiş
sonuçta Faruk Gürler meclis tarafından seçilmeyerek dışlanmış hemen peşinden de Bomba Davasında ek bir iddianame düzenlenerek bu üç orgeneral Marksist-
Leninist bir cuntanın başkanı ve üyeleri olarak ek iddianame ile suçlanılmışlardır.
O günün dengeleri içinde anılan kişiler Bomba Davası’na sanık yapılamadıkları için dava benim üstümde kalmış ve bu tarihi hesaplaşmada yaptığım savunmayla üzerime düşen görevi yerine getirdiğimi sanıyorum.
4. CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,
***
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder