1960 Öncesi, 1980 Sonrası, Faşizme Karşı Dilekçeler. BÖLÜM 5
Yıllar sonra 12 Mart 71 ve 12 Eylül 80 darbelerinin ünlü savcısı askeri yargıç Süleyman Takkeci 19 Temmuz 1992’de Nokta dergisine vermiş olduğu demeçte
“Bütün CHP’lileri hapse atacaktım” diyerek yıllardan beri süregelen karşı devrimcilerin niyetlerini açığa vurmuştur.
Aslında derginin de belirttiği gibi “12 Mart döneminde “Bomba Davası” ile yıldızı parlayan, 12 Eylül döneminde de “süperstar” olan askeri savcı Süleyman
Takkeci”yi yargılandığım süreç içinde tanımak fırsatını buldum. Sıradan bir hukukçu olmasına karşın komutanlarından aldığı emirleri yerine getirmekte çok
becerikliydi. Sırası gelmişken Bomba Davası Savunma’da Süleyman Takkeci’yle ilgili bir bölümü yinelemek istiyorum:(17)
Bilindiği gibi Takkeci, Gürler ili Batur ve Kayacan’ın sanık olarak mahkemeye getirilmesini istemektedir.
Bomba Davası, “bir aysberg davadır.” Bu davanın zirvesinde görünmemin nedenlerini savunmam da eleştiriyorum. Davaya çözüm getirmek için “aysberg”in su altında kalan bölümünün sosyal, politik, ekonomik, kültürel ve hukuksal bir yaklaşımla su yüzüne çıkarılması hem mahkemenizin hem de tüm yurtseverlerin sürekli görevi olmalıdır... (...)
Politik etkenlerle açılan bu davanın ayrıntılarına girmeden önce, bu tip davalardan birkaç örnek vermek isterim:
Tüm hukukçulara ve aydınlara bir soru yöneltsek; Meletos, Anytos, Lycon kimdir diye sorsak, özellikle bu soruları askeri savcılar Selahattin Fırat, Nevzat Çizmeci
ve Süleyman Takkeci’ye yöneltsek, bu isimlerin kendilerine hiçbir şey anımsatmadıklarını görürüz.
Bu düzen uşağı zavallı Meletos, Anytos ve Lycon’lar Sokrat’ı suçlayarak ölüme mahkum ettiren savcıları. Onlar bugün leş olmak değerini bile yitirmiş olmalarına
karşın, binlerce sene önce düzene karşı çıktığı için adalet adına öldürülen Sokrat, insanlık değerlerinin ve haysiyetinin seçkin bir örneği olarak yaşamaya
devam ediyor...
Bilmem ne demek istediğimi anlatabildim mi?
Ergenekon İddianamesi’nde Ziverbey İşkence Köşkü Nasıl Geçti?
Zamanın tarih boyunca birçok olayların aydınlığa kavuşturulmasında birincil etmen olduğunu biliyoruz. Ergenekon davası nedeniyle basına yansıyan bir
yazıda eski MİT müsteşarı “Erenköy’de nöbetçi olduğu bir gecede bir sanığa yardımcı olduğunu zincirlerini çözdürdüğünü istediği ilacı verdiğini” ifade
etmektedir.(18) Bugüne kadar bu konudaki yapılan tüm yayınlarda Şenkal Atasagun’un Ziverbey Zihni Paşa İşkence Köşkü’nde görev yaptığını
bilmiyordum. Yayından sonra belleğimi yokladığımda Şenkal Atasagun’u Ziverbey İşkence Köşkü’nde gördüğümü anımsadım. O tarihte çok temiz bir yüz
ifadesi olan bu kişinin bir işkence karargahında ne işi olduğunu kendi kendime sorduğumu da anımsadım...
Şenkal Atasagun’un Ergenekon iddianamesinde yer alan bu ilişkisi Ziverbey Zihni Paşa İşkence Köşkü’nün MİT’le ilişkisine ilişkin bugüne kadar gerek mahkemede
gerek yazılarımda öne sürdüğüm tüm iddiaları doğrulayıcı nitelikte olduğunu da yeri gelmişken vurgulamak isterim.
AKP’nin Konumu
Bir yerel seçim geçirdik seçim sonuçları AKP’nin ve onun lideri başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın öngörüleri doğrultusunda sonuçlanmadığı hususu
tartışılmaktadır. Bazı çevreler ekonomik krizden bazı çevreler Kürt sorunundan bazı çevreler Erdoğan’ın üslubunun olumsuz etkilerinden bazı çevreler de
Ergenekon davasının yarattığı kamuoyu tepkisi nedeniyle seçimden istenilen sonucun alınamadığını ifade etmektedirler.
ABD, Washington’daki muhafazakar düşünce kuruluşu Güvenlik Politikaları Merkezi kurucusu ve eski bakan yardımcılarından Frank Gaffney’in yapılan bir
söyleşide Ergenekon davası için şu değerlendirmeyi yapmaktadır:(19)
Basından okuduğum kadarıyla... Bu da karmaşık bir iktidar oyunu gibi görünüyor.
Orduyu etkisizleştirme hedefinin yanı sıra, kendine düşman gördüklerini savunma pozisyonuna koyma, 4 yıl önce gerçekleşmeyen bir darbe olasılığını güncel bir tehdit olarak kullanarak daha baskıcı yöntemler haklı gösterilmeye çalışılıyor. Bu klasik totaliter bir oyun.
AKP’nin asıl hedefi sizce ne sorusuna karşılık da:
Benim dışardan gördüğüm kadarıyla kaçınılmaz bir biçimde AKP’nin iktidarı tek başına kontrol edeceği, kurumsal rakipleri veya denetimi olmayan ve şeriatın
farklı biçimlerinin Türk halkına dayatılacağı İslamlaşmış bir devlete doğru gidiliyor. Umarım yanılıyorumdur çünkü bu Türk halkının hak etmediği bir Türkiye olacak.
Daha önce Erdoğan için “islamofaşist” ifadesi kullanan Frank Gaffney objektif olmayabilir ancak onun düşüncelerine okuyucularımla paylaşmak istedim.
Aylardan beri tüm dünyadaki dengeler ekonomik kriz nedeniyle allak bullak olmuş durumda olduğunu yaşayarak biliyoruz. Kanımca bu tanımlama gerçeği
yansıtmıyor. Yaşanan kriz “Kapitalizmin krizidir.” Yüzyıllarca liberalizmi serbest piyasayı özelleştirmeyi savunan çevreler düzenin çökmesini önlemek için bir
yandan piyasaya trilyonlarca dolar enjekte ederken bir yandan da kamulaştırmaya gidiyorlar. IMF’nin sosyalist kökenli olduğu bilinen başkanı
Strauss-Kahn’a yöneltilen “Bu göreve geldikten sonra hala ‘Ben sosyalistim’ diyebiliyor musunuz?’ sorusuna “Tabii. Hatta her zamankinden daha çok
sosyalistim.” diye yanıt vermesinin üzerinde önemle durulmalıdır.(18)
Ülkemize gelince 20. yüzyılın başlarında Prens Sabahattin ile Osmanlı İmparatorluğuna önerilen “teşebbüs-ü şahsicilik” (özel teşebbüsçülük) ve liberal
politikalar özellikle 1950’den günümüze kadar geçen neredeyse 60 yıllık süre içinde iflas etmiş bulunmaktadır. Ülkemiz altından kalkamayacağı kadar bir borç
batağı içerisine itilmiş “Dünya Bankası” ve “International Monetary Fond” (IMF) gibi tefeci örgütlerin insafına terk edilmiştir. Günümüzde IMF ile inatlaşan bir
zihniyetin iktidarda olduğunu görüyoruz. Buna karşın küresel işbirlikçi çevreler sürekli IMF ile bir an önce anlaşmanın zorunluluğunu dile getiriyorlar ve anlaşma
geciktikçe ekonomik koşullarımızın daha da ağırlaşacağını açıklıyorlar. Böyle bir ortamda ABD’deki düşünce kuruluşu stratejik ve uluslararası araştırma merkezi
CSIS’ın yayınladığı bir raporda şu değerlendirmeler yapılıyor(20)
Ülkenin geleceğini laiklerle dindarlar arasındaki savaşımın belirleyeceğini bildirdi.
Türkiye’nin Geleceği belirsiz.
Erdoğan Milli Görüş’ün kalbinde olan Türk-İslam sentezini savunuyor. Zaman içinde Türk milliyetçiliğini İslamdan daha fazla öne çıkaran yeni milliyetçi bir
politikacı ona kafa tutabilir.
Gülen hareketi ve AKP arasında farklılıklar var. Eğitim sisteminde, polis gücünde ve medyada özellikle etkili olan Gülen hareketi uzun vadeli stratejisiyle meydan
okuma yerini sistem içeriden yavaş yavaş değiştirmeyi hedefliyor.
Liberalizmin Atatürk Düşmanlığı Financial Times Gazetesinde “Büyüme hamlesi sona erdi” başlıklı yazıda The Economist dergisinin 28 Mart-3 Nisan 2009 sayısı
kaynak gösterilerek 2008’in son çeyreğinde ülkelerin GSYH büyüme oranları grafik halinde gösterilmektedir.
Baktığımızda yeni ve eski sosyalist ülkelerin ön sıralarda olduğunu görürken hala daha “Stratejik müttefik”i olmaya çalıştığımız ABD 23. sıradadır. Çin ise 1.
sıradadır. ABD bugün yaşadığı krizi Çin’le birlikte çözmek için çaba sarfedecek duruma düşmüştür. Dünün işbirlikçi anti komünistlerine duyurulur. Bu tabloda
Türkiye sondan bir önceki sırada yer almıştır. Rakamlar yalan söylemez.
Türkiye’yi bu hale getiren işbirlikçi uydu teslimiyetçi, ödüncü, liberal, serbest piyasacı, özelleştirmeci iktidarlar getirmişlerdir. Halkımızın başat olarak üzerinde
durması gereken sorun düştüğümüz bu durumdur. Kuşkusuz tarihçi de değerlendirmesini yapacaktır.
2008 yılında “Mont Pelerin” adlı bir kitap yazdık. Bu kitapta liberal ekonominin kuramını oluşturan bilim adamlarının 1947 yılında aynı adla kurmuş olduğu
örgütten ve aldıkları kararlardan söz ettik. Bugün yaşadığımız durum Mont Pelerin örgütü kuramcılarının da bir anlamda fikirsel iflasını simgelemektedir.
Anılan örgütün Türkiye’deki tek üyesi Prof. Atilla Yayla Atatürk’e karşı olmakla tanınmakta ünlü Abant toplantılarına katılmakta ve zaman zaman da zaman
gazetesinde yazıları yayınlanmaktadır. Kuşkusuz liberal düşünce kuruluşlarıyla da yakından ilişkilidir. Liberalizmin kriz yaşadığı günümüzde benimsediği sistemi
mevcut nitelikleriyle savunması gereken tek kişi olması gerekir. Oysa ki sesi ve sedası çıkmamaktadır.
60 yıldan beri ülkemizi yöneten işbirlikçi iktidarlar ve 12’li darbelerin iktidarları döneminde uygulanan liberal politikalar bazı çevrelerce az gelmiş olacak ki
zaman zaman dışarıdan fonlanan “Liberal Parti” adıyla partiler kuruldu fakat yaşatılamadı. Günümüzde finansmanı kesilmiş olmalı ki “Liberal Parti” tabela
partisi haline dönüşmüş bulunmaktadır. Atilla Yayla “Kemalizme Liberal Bir Bakış” adlı kitabında “Kemalizm Bir İdeoloji, Bir Fikir Sistemi midir?” diye soruyor ve şöyle yanıtlıyor:(21)
Kemalistlerin bir kısmı “Marks, Lenin, Stalin, Hitler çöktü, Mustafa Kemal Atatürk dimdik ayakta” diyerek övünür veya bir savunma yaparken, aslında, belki
farkında olmadan, Kemalizmi otoriter-totaliter kampa yerleştirmektedir. Keza, böyle yapmakla, bir bakıma, Kemalizmin güçlü bir ideoloji veya sistematik fikir
olduğunu ve hâlâ yaşadığını iddia etmektedir. Yanılgı şuradadır: Kemalizm bir ideoloji veya bir fikir sistemi değildir.
Zaten ideolojileri ve fikir sistemlerini devletsiyaset adamları değil, fikir adamları geliştirir.
Devlet adamları bütün olarak veya parçalı hâlde onları alır ve hayata aktarmaya ve uygulamaya çalışır.
Kemalistlerin hatası, mekân bakımından mahallî zaman bakımından konjonktürel olan Kemalizmi mekân bakımından tüm dünyayı zaman bakımından
bütün zamanları kapsar zannederek gelişmiş bir ideoloji veya tekamül kabul etmiş bir fikir sistemi seviyesine taşımaya çalışmalarıdır.
Atilla Yayla, Kemalizmin bir ideoloji bile olmadığını ortaya koyarak aslında büyük bir çarpıtma yapıyor. Anglo Saksonlar tüm Kurtuluş Savaşlarını emperyal
çıkarlarına ters gördükleri için sürekli karşı tavır almışlardır. Bu nedenle Kurtuluş Savaşı döneminde Mustafa Kemal’i Bolşeviklikle suçlamışlar Lozan’ı kabul
etmemişler Türk devletini yıllarca tanımamışlardır.
Atatürk devrimcidir.
Atatürk devletçidir.
Atatürk laiktir.
Atatürk cumhuriyetçidir.
Atatürk milliyetçidir. Atatürk halkçıdır.
Bu kavramlara karşı olan iç ve dış çevrelerin “Kemalizm”i boy hedefi seçmeleri üzerinde önemle durulmalıdır.
Özelleştirme dayatmasıyla ülkemizin tüm değerlerini Batı emperyalizmine peşkeş çeken iktidarların Atatürk’ün devletçilik ilkesini ve karma ekonomisi
anlayışına karşı olmalarından daha doğal ne olabilir?
1977 yılında bir dergide yayınlanan “Emniyet Örgütündeki Yayınlar ve Eleştirileri” başlıklı dizi yazıda A. Faruki Bahşi adlı bir kişinin polise ders olarak okutulan Propaganda adlı kitabında devrimciliğin ılımlılığa çevrildiğini hayretle gördüm.
Aradan 82 yıl geçti hiçbir kimseden ses seda çıkmadı. Eğer bugün ABD, AB ve onun içteki bağlaşıkları söz birliği etmişcesine Atatürk’ü karşılarına alıyorlarsa
geçmişteki yaptığımız bu hataların özeleştirisini yapmak zorunluluğunda olduğumuzu düşünüyorum.
90’lı yıllarda ABD Genel Kurmay Başkanlarımızı ve Kara Kuvvetleri Komutanlarımızı ABD’ye davet edip Atatürk hakkında konferanslar verirlerdi.
Bu konferans veren kişiler de birer madalya vermeyi de ihmal etmezlerdi. Aslında ABD’nin Mustafa Kemal’e karşı tutunduğu tavrın ayırdında olsaydık bu tuzağa düşülmezdi. Günümüzde Atatürk ve Atatürkçülük özünden soyutlanmış dönemsel törenler içine hapsedilmiştir. Bu gidişe dur demekle yükümlü çevreler çeşitli yöntemlerle pasifize edildikleri için büyük liderimize gerçek anlamıyla sahip çıkamamaktadır.
Bildiğimiz gibi Atatürk ilke ve devrimlerini nutkunda gençliğe emanet etmiştir.
Oysa ABD’nin ve AB’nin çeşitli burslarıyla sürekli fonlanan gençlerimiz ve öğretim üyeleri emperyalist anlayışa göre koşullandırılmaktadır: Erasmus, Sokrates vb...
Bu bağlamda İleri dergisinde yayınlanan bir makalemizde AGEE’nin (Asosiation General Des Etudian Europe) da çalışmalarını sürdürdüğünü açıklamıştık.(21)
Atatürk’ün ilke ve devrimleri emanet ettiği gençliğin beyinleri küresel değerler doğrultusunda koşullandığı sürece Atatürk karşısında cepheleşen karşı devrimci
güçlerin cüretleri daha da artacaktır. Şu anda yapabileceğimiz tek şey milli eğitim bakanlığı gerçekten milli hale getirmek olmalıdır diye düşünüyorum.
Atatürk döneminde yaşamak onur ve şerefine erişmiş bir kişiyim. Gerçekten de her anlamda çok büyük sıkıntılar içinde bir yaşam sürmemize karşın bağımsız ve
onurlu bir ulusun üyesi olmaktan mutlu idik. Bugün eleştirilen onun iktidarı döneminde Osmanlı İmparatorluğu’ndan kalan borçlar ödendi. Yatırımlar yapıldı.
Ölünceye kadar kamulaştırmaya devam etti. Ve gene o dönemde enflasyon hiç oynamadı. Bu model elimizde varken onu geliştirerek günün koşullarına
uyarlamak gerekirken saflarına katıldığımız emperyalist çevreler kendi çıkarları doğrultusunda Atatürk modelini yozlaştırdılar.
Atatürkçülüğün Bedeli.,
Bu tespitlerden sonra Atatürkçü devrimci, ilerici, demokrat, bağımsız, özgür, antiemperyalist, antikapitalist çevrelere önemli görevler düştüğünü söyleyebiliriz.
1963-65 yılları arasında tıpkı bugünkü gibi Kemalizmi savunduğum için Mamak Askeri Ceza ve Tutukevine konularak beş ay Ceza ve Tutuk Evinde kalmak
zorunda bırakıldım. Ve 3,5 yıllık bir yargılama sonucunda “Genç Kemalistler Ordusu” adlı bir davada belki de ilk kez Askeri Ceza Kanununun 148. maddesi
uyarınca siyaset yapmaktan mahkum oldum.
O günden bu güne kadar darbe süreçleri dahil geçen zamanı incelediğimiz vakit Silahlı Kuvvetler’in ne kadar politikayla iç içe olduğunu görmekteyiz. Ancak ne
yazık ki siyaset yapmaktan mahkum olan kişilerden üst rütbede olan tek subay benim. 2005 yılında “Genç Kemalistler Ordusu” adlı kitabı yayınlayıncaya kadar
kendilerini Atatürkçü, Kemalist, devrimci diye niteleyen çevrelerin Kemalist olduğum için mahkum olduğumdan haberleri yoktu. Mensubu olmakla her zaman gurur duymaya devam ettiğim Türk Silahlı Kuvvetleri sürekli “Atatürk ilke ve inklapları”ndan söz ederken bir mensubunun Kemalizmden mahkum olmasına 44 yıldan beri seyirci kalmaktadır. O mahkeme o günün koşulları içinde daha sonraki dönemde faşist 12’li darbelerde öne çıkan generallerin bana karşı olan şahsi kin ve husumetinin sonucunda açılmış sekiz mahkeme dolaştırılarak sürdürülmüş ve karara bağlanmış askeri adalet tarihine bir hukuk garibesi olarak geçmeye aday bir dava olduğunu iddia ediyorum.
O dönemdeki askeri Yargıtay üyesi Tümgeneral Rafet Tüzün’e karar açıklandıktan sonra rastladığımda bu davayla ilgili olarak kendisine çok ağır
eleştiriler yönelttiğimde aldığım cevabı hiç unutamıyorum: “ Ne yapalım Org. Cemal Tural’ı siz sivrilttiniz, biz üzerine oturduk.”
Genç Kemalistler Ordusu Davası’nda Askeri Yargıtay’da davaya bakan beş üst düzey yargıçtan sadece Refet Tüzün dostum idi. Ancak karar üç aleyhte iki lehte
çıkmıştı. Ne yazık ki hareket ettiğimde yukarıdaki cümleyi sarfeden kişi aleyhimde olmasına karşın Kemal Gökçe ve Nahit Saçlıoğlu isimli üst düzey
yargıçlar muhalefet şerhlerinde bana övgü düzmüşlerdi.
Bir gün Ankara’da İzmir Caddesi’nde Gül Ağacı denilen bir mekanda bu saygıdeğer iki yargıca (Kemal Gökçe, Nihat Saçlıoğlu) rastladım. Gittim kendimi
tanıttım büyük bir eziklik içinde yüzlerinin kıpkırmızı olduklarına tanık oldum.
Muhalefet şerhi yazmalarına karşın bu hukuk ayıbını içlerine sindirememişlerdi.
Kendilerine teşekkür ettim: “İnsanların hayatta çok müşkül anları olabilir. Öyle bir an yaşamanızı temenni etmem ama böyle bir durumla karşılaştığınız
vakit beni mutlaka arayınız.” Bu iki değerli rahmete kavuşmuş yargıcın gözlerinden akan yaşı görmek o davada yapılan tüm haksızlıkları unutturdu.
Ödün vermez kişiliğim Atatürk’e aşırı tutkunluğum karşı devrimci çevreler tarafından hiçbir zaman hazmedilemedi. Genç Kemalistler Ordusu Davası
sürerken 39 yaşında Kurmay Yarbay rütbesiyle devre arkadaşlarımın içinde birinci konumdayken ve uygun sicil almama karşın 15 gün sonra terfi edeceğim
albaylık engellenerek emekliye sevk edildim. Org. Cemal Tural’ın özel isteğiyle...
O dönemin koşulları içinde Danıştay’da yapmış olduğum yasal başvurularımın hiçbirinden olumlu sonuç alamadım.
Bir gün Danıştay Kanun Sözcüsü arkadaşım Fevzi Tuzkaya’yı ziyarete gitmiştim.
İsmail adlı bir kanun sözcüsü büyük bir saygıyla ve düğmeleri ilikli olarak yanıma geldi. “Talat Bey sizin orduya geri dönüş için yapmış olduğunuz başvuru
dosyası benim elimde. 20 yıldır bu mesleği yapıyorum. Sizin kadar şerefli, sicili temiz bir insana rastlamadım. Sizi Türk Silahlı Kuvvetlerine iade etmekle
hayatım en değerli hizmetini yapmış olacağım.” dedi. Aslında bir yasa adamının “ihsası rey”de bulunması doğru değildi. Ama o kadar samimi gözüküyordu ki
duygulandım ve teşekkür ettim. Bu tarihten üç ay sonra aynı kanun sözcüsü aleyhimde mütalaa vermiş olduğunu hayretle gördüm.
Afyon’da emekli olduktan sonra orada benim için elverişli bir iş teklifi aldım.
Ancak bana iş teklif eden kişi şantaj ve tehdit yöntemleriyle uzaklaştırıldı. 1965 yılında İstanbul Kuzguncuk’a gelip yerleştiğimde altı polis üç yıl boyunca beni
izlemeye aldı. Her türlü yaşam hakkım elimden alınmaya çalışıldı. Yasa dışı bu izlemeyi saptayıp zamanın dışişleri bakanına şikayet ettiğimde uygulama
kaldırıldı. Bakanla görüştüğümde olayın arkasında MİT ve Org. Cemal Tural’ın varlığını saptadım. Bütün bu olayları Devrimci Bir Kurmay Subayın Etkinlikleri
adlı iki ciltlik kitabımda ayrıntılarıyla açıklıyorum.
Bugün nitelikleri bilinçli kamuoyu tarafından çok daha iyi bilinen Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay, Genel Kurmay Başkanı Org. Memduh Tağmaç, Org. Cemal Tural,
Org. Faik Türün ve yandaşlarıyla bana göre sırf karşı devrimci nitelikleri nedeniyle sürekli çatıştım kavga ettim. Bu tavrımın ayrıntılarını da kitaplarımda
ve internet sitemde görebilirsiniz. Bu saydığım kişiler de elindeki yetkileri kötüye kullanarak ve askeri yargıyı amaçlarına alet ederek beni etkisiz hale getirmeyi
denediler. Bugün de ne yazık ki hiç tanımadığım kişiler benzeri tavırları sergilemeye devam ediyorlar.
Bomba Davası
Bu ilkel tutum sonucunda 12 Mart 1971 muhtırasal darbesinden sonra “ Günah Keçisi ” seçilerek Türkiye’deki bütün suçların sorumlusu haline getirilerek Bomba
Davası’nın baş sanığı haline geldim. Zulüme karşı direnmek namuslu ve onurlu her insanın doğal bir refleksidir. Bu anlayış sonucunda Bomba Davası’ndan 10
klasörden oluşan 4500 sayfalık bir savunmayla devrimci direncimi belgeledim.
Elinizdeki yapıt, bu savunmamın 7. klasörünü oluşturan “Dilekçelerin Eleştirisi” bölümünü kapsamaktadır. 7 bölümden oluşan bu dilekçelerin birinci bölümü
“Hazırlık soruşturmaları ve işkence savlarımla ilgili dilekçeler”, ikinci bölümde “Sağlığımla ilgili dilekçeler” üçüncü bölümde de “TRT ile ilgili” dilekçe, dördüncü
bölümünde “Selimiye Askeri Ceza ve Tutuk Evi Müdürlüğü’ne verilen dilekçeler”, beşinci bölümde “aramada alınan kitaplarımın geri verilmesini isteyen dilekçeler”, altıncı bölümde “avukat görüşmesiyle ilgili” dilekçeler, yedinci bölümde “Mahkemeye verilen dilekçeler”i kapsamaktadır.
Gerçekte o dönemde bu kadar kapsamlı dilekçenin hiçbir sanık tarafından verilmediğini bugün söylemekte sakınca görmüyorum. Kitapta da göreceğiniz gibi gözaltına alındığım ilk günden beri yaşadığım haksızlıkları tarih sahnesinde paylaşmak ezilen sömürülen horlanan işkence edilen infaz edilen tüm
mazlumların adına direnmemi tarih sahnesinde kanıtlamak için bu çaba sarfedilmiştir. Kitapta göreceğiniz gibi aslında hiçbir dilekçeme de biri hariç
anayasal hakkım olmasına karşın yanıt verilememiştir. Bu olgu da 12 Mart yönetiminin keyfiliğini göstermek için yeterlidir diye düşünüyorum.
Selimiye Askeri Ceza ve Tutukevi’nde yattığım bir dönemde basit bir hastalık nedeniyle yedek subay teğmen olan doktora viziteye çıktım. Birkaç gün sonra
duruşmada “Yapılan muayenede işkence izine rastlanılmamıştır.” şeklinde bir raporla karşılaştığımda hayret ettim. Bu konudaki tüm ısrarlı çabalarıma karşın
sonuç alamadım. Eğer o doktor yaşıyorsa namus ve şereften bir nebze nasibini almışsa kendisini sahtekarlığa iten nedenleri açıklamaya davet ediyorum.
Bunun gibi Selimiye Askeri Ceza ve Tutuk Evi’nde yaşadığım kalp sorununda geceden saat 1’den 4’e kadar büyük bir özveriyle başımda bekleyen ve iki kere
alet değiştirerek elektromu çeken Tbp. Bnb. Doğan Toraman’ı saygıyla sevgiyle anıyorum.
Kitapta göreceğiniz nedenlerle Haydarpaşa Askeri Hastanesi’nde yatırıldığım dönemde tedavi kabul etmedim. Ve o koşullarda bu devirde insanları bu ölçüde
alçaltan davranış sahiplerini yani o dönemdeki Haydarpaşa Askeri Hastanesi yetkililerini kınıyorum.
Günümüzde bazı haddini bilmez kişiler GATA’ya (Gülhane Askeri Tıp Akademisi)
“Gatakulli” diyecek kadar cüret kazanmışlardır. Bu cüreti gösterenlere karşı sessiz kalanları da kınıyorum.23
Oysa ki 12 Mart sonrası dönemdeki Haydarpaşa Askeri Hastanesi benim gördüğüm kadarıyla 19. yy koşullarında olmasına karşın çok kısa bir sürede
GATA örnek çok değerli hocaların hizmet verdiği saygın bir kurum haline dönüşmüştür. GATA’yı bu duruma getirenleri kutluyorum. Bu konuya katkım
olduğu için bu kısa değerlendirmeyi yapmakta kendimi haklı görüyorum. Şöyle ki 1961 yılında Ankara’daki GATA’nın yerinin seçilmesine görevim icabı ben
vesile oldum. Bu konudaki ayrıntıyı Çeteleşme adlı kitabımda açıklıyorum.
Dostum Uğur Mumcu’nun Bomba Davası Savunma hakkındaki değerlendirmesine yer vererek sözlerimi bitiriyorum:23
12 Mart sonrasında, Kontr-Gerilla’cılar tarafından işkence edilen emekli Kurmay Yarbay Talât Turhan, dörtbin beşyüz sayfayı bulan savunmasında bu belgeleri
birer birer mahkemeye vermiştir. Bu savunma, Türkiye’deki, CIA karargâhlarını, matematik kesinlikle ortaya koymaktadır.
6. CI BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder