1960 Öncesi, 1980 Sonrası, Faşizme Karşı Dilekçeler., BÖLÜM 1
Talat Turhan,
Önsöz
Elinizdeki yapıt başsanığı olduğum “ Bomba Davası ”ndaki 10 klasörlük savunmamın 7. Klasöründe yer alan dilekçelerin eleştirisinden oluşmaktadır.
Bu Savunmanın 1. ve 2. klasörleri özet olarak birkaç kez yayınlandı. En son olarak da İleri Yayınları’ndan Ekim 2006’da Bomba Davası Savunma adıyla
okuyucularla buluştu. Aslında 1975 yılında İstanbul Sıkıyönetim Askeri Mahkemesinde yapılan bu savunma aradan 34 yıl geçmiş olmasına karşın aynı
yöntemler günümüzde de uygulanmaya devam ettiği için güncelliğini yitirmemiştir. Bunun yanında 12 Mart faşist darbesinin içyüzünü somut belgelerle ortaya koyması nedeniyle tarihe not düşmek devrimci misyonumuzu da yerine getirmeye çalışıyorum.(1)
Yapıtta göreceğiniz gibi 1972-1974 yılları arasında Selimiye Askeri Ceza ve Tutuk Evi’nde kaldığım dönemde her konuda sürekli dilekçe vererek yasadışı bir
dönemin içyüzünü sergilemek için çaba sarfetmiş bulunuyorum. Nitekim dilekçelerimin hiçbirine, biri istisna, yanıt verilmemiştir.
Bu da göstermektedir ki, o dönemde iktidar, yönetim ve yargı, faşist ve ABD işbirlikçisi bir anlayış içerisinde hareket ettikleri için hapishanelere aldıkları
ve ideolojik hasım saydıkları kişileri muhatap almamış ve belge vermemişlerdir. Oysa ki bizim yazmış olduğumuz dilekçelere anayasa ve yasalara rağmen
yanıt verme cesareti göstermeyenler bir anlamda kendilerini de ele vermiş olmaktadırlar.
1972 Yılı Temmuz ayında “Zihni Paşa (Ziverbey) İşkence Köşkü”ne alınarak bir ay işkence gördüm ve sorgulandım. Bu konudaki ayrıntıyı Bomba Davası
Savunma adlı yapıtımda bulabilirsiniz. Daha sonra bir ay hücrede, üç ay ihtilattan men koğuşunda, 21 Mayıs 1974 gününe kadar da Selimiye Askeri Ceza ve Tutuk Evi’nde harp esirlerine bile uygulanmayacak işlemlere maruz kalarak süreci tamamladım.
İşkence köşkünde bulunduğum sürede bir gün çamaşır değiştirirken bana verilen çantamda bulunan jileti alarak yatağımın yanındaki sıva çatlağına yerleştirerek
birkaç gün intihar etmeyi düşündüğümü savunmamda açıklıyorum. Gene o dönemde ellerim zincirli, ayaklarım prangalı, gözlerim bağlı bir durumda tuvalete
götürülüp somyama zincirle bağlandıktan sonra üzerime bir şarjör mermi boşaltılarak gözdağı verilmeye çalışıldığı sırada kalp atışlarımı denetleyerek
özgüvenimi saptamaya çalıştım. Kalp atışlarımda değişiklik olmaması üzerine intihardan vazgeçtiğim gibi direnmeye de karar verdim. Bu kararım
doğrultusunda işkence sonrasında Selimiye Askeri Ceza ve Tutuk Evi’ndeki hücreye geldiğimde elime kağıt kalem geçince oranın çok ağır koşulları içinde
yaşadığım haksızlıkları ve hangi konularda mücadele etmemiz gerektiğini saptayarak ilk görüşmede avukatıma aktardım. Bu suretle bir yandan ben bir
yandan müdafilerim, faşizme karşı yasal mücadele sürecine girmiş olduk.
Aslında yaptığımız bu mücadele kişisel değildi. İnsan onur ve haysiyetini paspas gibi çiğneyen yasaları hiçe sayan yargıyı araç olarak kullanan bir zihniyete
karşı yapıldığı için bir bakıma toplumsal bir mücadele olarak da algılanabilir.
Selimiye’nin hücrelerinden başladığım antiemperyalist, antikapitalist ve tam bağımsızlıkçı mücadelemi bugün de yayın hayatını sürdürerek devam etmeye
çalışıyorum.
CIA’nın “Temizlik Operasyonlar”ı
Aslında Bomba Davası diye ünlenen bu dava Türk Silahlı Kuvvetleri içerisinde iktidar mücadelesi yapan Amerikancı ve daha az Amerikancı iki kanadın
hesaplaşmasını göstermektedir. Ancak iktidar mücadelesinde her yolu mübah sayan Amerikancı zihniyet kendi çıkarlarına ters gelen suçlu olsun ya da olmasın
herkesi içeri alıp etkisiz konuma getirmeye çalışmaktadır. Bu yönteme CIA kuramında “Temizlik Operasyonu” denilmektedir. 12’li faşist darbelerde ABD
çıkarlarına ters gelen tüm yurtseverler bu anlayışla yargılanmış ve sindirilmek istenmiştir.
“Temizlik Operasyonu” deyimi aslında bir “Özel Harp” yöntemidir.
Bu yöntemde Anayasa ve yasalar geçerli sayılmaz. Önemli olan mümkün olduğu kadar ABD karşıtı ve devrimci kişinin etkisiz hale getirilmesidir.
İdare ve yargılama bu sürece hizmet etmek durumundadır. Nitekim 1965 basımlı “ST 31-15 Gayri Nizami Kuvvetlere Karşı Harekât” K.K.K.lığı Sahra
Talimnamesinde şöyle yazmaktadır:
Madde 9 b: Bir Gayrinizami kuvvetin yeraltı unsurları kaide olarak, kanuni statüye sahip değillerdir.
Madde 9 d: Tarih, kanuni statülerin gayrinizami kuvvet örgütlerini pek az ilgilendirdiğini ve bunların gayri nizami faaliyetlere katılma kararlarında pek az
müessir olduğunu göstermektedir.
Bunun gibi 1965 yılında Genel Kurmay Basım Evi tarafından basılan David Galula mahlas ismiyle yayınlanan “Ayaklanmaları Bastırma Hareketleri” adlı kitabın 106. sayfasında şöyle denmektedir:
Ayaklanmaları bastırmakla görevli olan taraf harbi bir an evvel bitirmek isterse, normal zamanlarda tatbik edilebilecek olan bazı kanuni telakkileri ihtilal
harplerinde nazari itibare almamalıdır.
Çoğunlukla emperyalist ülkelerin istihbarat örgütleriyle onunla işbirliği halinde çalışan diğer ülkelerin istihbarat örgütleri de “Yasalara bağlı olmamak” kuralını
benimserler. Örneğin Alman BND istihbarat örgütü kurucusu CIA ajanı General Reinhard Gehlen’in “Hitler’in Sığınağından Pentagon’a” adlı yapıtında şöyle der:2
“Bir istihbarat servisinin, devletin diğer kuruluşları için konulan kurallarla yönetilmesi her zaman mümkün değildir.”
Açıklamalar 12’li Darbelerde yaşama geçirilmiştir...
Gn. Reinhard Gehlen’in “Servis” adlı kitabı Milli İstihbarat Teşkilatı’nda ders kitabı olarak okutulmakta olduğunu Mehmet Eymür, “Analiz” adlı kitabında
yazmaktadır. “Servis” adlı kitabı Hiram Abas’ın da kaynak olarak benimsediği Eymür tarafından “Analiz”de açıklanmaktadır. Gerek Hiram Abas gerekse
Mehmet Eymür, MİT içinde operasyonel kanatta yer alarak 12 Mart 1971 darbe sonrası dönemde de eylemlere katılmışlardır.(2)
Bomba Davası-Savunma adlı yapıtımda MİT’in hakkımdaki tutuklama kararı belge olarak yayınlanmıştı. Bu MİT belgesi var olduğu sürece o dönemde
demokratik hukuk devletinden ve yargının bağımsızlığından söz eden herkesi sahtekar durumuna düşürmektedir. Çünkü bu MİT belgesi açıkça idarenin
yargıya müdahalesini göstermektedir. Şöyle ki; MİT tutuklama emri veremez.
Bu belgede verilmektedir. MİT Sıkıyönetim Komutanı emrinde olmasına
rağmen bu belgede emir verir konumdadır. Bunun gibi, MİT sorgulama yapamayacağı halde bu belgede MİT de “Ziverbey İşkence Köşkü”nde sorgulandığım
görülmektedir.
Bu yasadışı tutumun perde gerisine baktığımız vakit daha iğrenç bir tablo görmekteyiz. Şöyle ki dönemin Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay ve Genelkurmay
Başkanı Org. Memduh Tağmaç beni şahsi hasım olarak kabul etmektedirler.(4)
Gene o dönemin MİT Başkanı Korg. Nurettin Ersin yukarıda adı geçen iki kişinin adamı olarak tanınmaktadır. Sıkıyönetim Askeri Mahkemesi’nde bir duruşmada
MİT İstanbul Bölge Başkanı Turan Deniz’i çok ağır sözlerle eleştirip iddiasını ispata davet etmem üzerine, anılan kişi avukatım Hidayet Ilgar ile ilişkiye geçerek “Kendisine böyle bir tertip yapmak için Nurettin Ersin’in emir verdiğini, eğer bu emri yerine getirmeseydim benim akıbetime uğrayacağını” itiraf etmiştir.
Kuşkusuz adı geçen bütün kişilerin öldüğü günümüzde bu iddiamın kanıtlanması olanaksızdır. Ancak, başta “Çeteleşme” olmak üzere yapıtlarımda Turan Deniz’i
ölmeden önce avukatıma söylediği sözleri açıklamaya davet etmiş olmama karşın sessizliğini koruması karşısında 12 Mart 1971 darbe döneminde düzenin
nasıl çalıştığı ya da çalışmadığını takdirlerinize sunuyorum.
İşkencede Duyduğum “Kontrgerilla”yı Ortaya Çıkarmaya And İçmiştim Zihni Paşa (Ziverbey) İşkence Köşkü”nde bize işkence yapan ABD’de eğitim
görmüş sado-mazoşist Amerikanofil işkenceciler “Burası kontrgerilla örgütü.
Burada anayasa-babayasa geçmez. Bizim esirimizsin. Ne söylersek yapmak zorundasın. Yoksa seni öldürürüz.” şeklinde söze başlıyorlardı. Burada adı geçen
“kontrgerilla” deyiminin ne olduğunu saptamak için o günden günümüze kadar durmaksızın çaba sarf etmekteyim.
Nitekim bir yıla yakın bir süre iddianame hazırlanmadan sorgu sualsiz cezaevinde kaldıktan sonra, mahkemeye çıkartıldığımda vermiş olduğum ve
yapıtta bulacağınız 8 Haziran 1973 ve 12 Haziran 1973 tarihli dilekçelerimde, İstanbul Sıkıyönetim Komutanı Org. Faik Türün’ün zulüm ve baskısı bütün
ağırlığıyla devam ettiği bir dönemde, “Kontrgerilla Örgütü”nün açığa çıkartılması için mahkemeden, Başbakanlıktan, Genelkurmay Başkanlığı ve Kara Kuvvetleri
Komutanlığı’ndan araştırma yapılmasını ve bu amaçla bir Parlamento Komisyonu kurulmasını talep ettim. Bu Türkiye’de ilkti. O günden bugüne kadar bu konuda
Parlamento’daki tüm girişimlerden sonuç alınmamıştır. Buna karşın her geçen gün öne sürdüğüm bu savlar haklılığımı ortaya çıkarmış bulunuyor.
Araştırmalarım sonucunda bu konuya açıklık getiren üç belgeye ulaştım:
- ST 31-15 Gayri Nizami Kuvvetlere Karşı Harekât (Kara Kuvvetleri Komutanlığı Sahra Talimnamesi, 1965)
- FM 31-16 Counterguerilla Operations (ABD Sahra Talimnamesi, 1967)
- Ayaklanmaları Bastırma Hareketleri (David Galula, Genelkurmay Basım Evi 1965)
Bu üç resmi ve gayri resmi belgeyi 1975 yılında Sıkıyönetim Askeri Mahkemesi’nde yapmış olduğum savunmada birer suretini mahkemeye vererek
savunmamın bir bölümü haline getirdim ve belgeleri kamuoyuna mal ettim. Daha sonra başta “Özel Savaş, Terör ve Kontrgerilla” ve “Kontrgerilla Cumhuriyeti” adlı kitaplarım olmak üzere konuya tüm kitaplarımda, yazılarımda, konferanslarımda, TV konuşmalarımda açıklık getirdim.
O günden günümüze kadar aynı konuda yurtdışında ve yurtiçinde yayınlanan kitaplarda yukarıda adı geçen kamuoyuna mal ettiğim üç belge kaynak olarak
gösterilmektedir. Ne yazık ki yayınlanan bu kitapların çoğunda, konu güncelliğini koruduğu için ve günümüzde konunun hiçbir riski bulunmadığından kaynaklarıma genellikle gönderme yapılmamaktadır. Oysaki gerek 1973 yılında idam istemiyle yargılandığım davada vermiş olduğum dilekçelerle ve gerekse yukarıda açıkladığım üç belge Türkiye’de ilk kez tarafımdan her türlü riski göze alarak devrimci yapımın bir gereği olarak açıklanmıştır.
Geçtiğimiz aylarda (Ocak 2009) bir televizyon kanalında bu konudaki tartışmaya katılan eski bir bakan, Kontrgerilla konusunu siyaseten ilk kez açıklayan kişinin
Bülent Ecevit olduğunu açıklamak suretiyle gerçeği gizlemeyi yeğlemiştir.
Bu konuya Bülent Ecevit’in dahil olması 1973 yılı sonlarındadır. Yapıtlarımda bu
konunun ayrıntısını bulabilirsiniz. Bu durumda asıl kaynağı saklayarak konuyu kendine mal ederek yayın yapanlar eğer özel bir kast içinde değillerse gerçeği
gizlemek gibi etik olmayan bir duruma düşüyorlar. Bu açıklamamdan sonra hâlâ aynı tavrı sürdürmekte ısrar edenleri intihalci olarak suçlamakta hak
kazanacağım. Oysaki Akademisyen Daniel Ganser’in oldukça kapsamlı ve özgün yapıtı olan “NATO’nun Gizli Orduları” isimli kitabında Türkiye’deki Derin Devlet
yapılanmasını benim ortaya çıkardığım yazılmaktadır.(5)
ABD güdümlü tüm askeri darbelerde CIA yöntemleri uyarınca darbe öncesi bir istikrarsızlık (destabilization) süreci yaşanır. Yapılan eylemler bir darbeye
gerekçe olacak kadar yeterli sayılırsa darbe sürecine geçilir. 12’li darbeler tıpatıp bu modele uygun bir şekilde cereyan ettiğini biliyoruz.
12 Mart 1971 Muhtırasal Askeri darbesi öncesi de Türkiye sathında bu tür eylemlere başvurulmuştur.
“Seferberlik Tetkik Kurulu” eski başkanlarından Tümg. Cahit Akyol, Silahlı Kuvvetler Dergisi’nin Mart 1971 sayısında “Gayrinizami Kuvvetlere Karşı
Harekât” adlı yazısında şöyle demektedir:
Mukavemetin en verimli tohumunun zulüm olduğu bilinmelidir. Bazen Gayrınizami Harp Kuvvetleri (GNHK) bu gerçeği bile bile sahte operasyonlarla
halkın mukavemet cephesine iltihakına çalışırlar.
Halkı mukavemetçilerden ayırmak için sanki ayaklanma kuvvetleri yapıyormuş gibi mücadele kuvvetlerince zulme varan halka haksız muamele örnekleri ile
sahte operasyonlara başvurması tavsiye edilir.
Bazı okuyucular bu yöntemlerin savaşta geçerli olduğunu düşünebilir. Oysaki “Temizlik Operasyonu” evresinde sorguya alınan herkes düşman olarak kabul
edilmekte. O nedenle “Zihni Paşa (Ziverbey) İşkence Köşkü” gibi yerlerde zulme maruz kalmakta ve sorgulanmaktadır.
Yukarıda adı geçen “Ayaklanmaları Bastırma Hareketleri” adlı kitapta şöyle yazılmaktadır:
Bu gibi şahısların sorgulanması profesyonel kimseler ve halkın yardımını kazanmaya çalışan personelden ayrı bir teşkilat gayet dikkatli bir şekilde
yapılmalıdır. Mevcut polis teşkilatına itimat edilmiyorsa, sırf bu maksat için yeni bir polis teşkilatı yaratılmalıdır.
2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,
***
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder