12 Ocak 2019 Cumartesi

1942 VARLIK VERGİSİ KANUNU


1942 VARLIK VERGİSİ KANUNU

AYŞE HÜR
hurayse@hotmail.com

1942 Varlık Vergisi Kanunu

10/05/2015

(İtalyan faşistlerinin lideri Mussolini ve Alman Nazilerin lideri Hitler, Haziran 1940)

Saraçoğlu hükümetinin ilk icraatı, beklentileri karşılamayan Milli Korunma Kanunu'nun yerini alacak Varlık Vergisi Kanunu'nu çıkarmak oldu. 11 Kasım 1942 tarihinde TBMM'de oturumda hazır bulunan 350 milletvekilinin oybirliğiyle kabul edilen kanuna göre bazı varlıklı kesimlerden bir defalık olağanüstü servet vergisi alınacaktı.
Sovyetler Birliği'nin İkinci Dünya Savaşı'nda Nazi Almanyası karşısında kazandığı zaferin 70. yıldönümü, 9 Mayıs günü Rusya ve eski Sovyet ülkelerinde coşkuyla kutlandı. (Zaferde Kızıl Ordu’nun rolüne ilişkin sorular yönelten Sputnik Ajansı’na verdiğim cevaplar: Okumak için tıklayın)

Bu vesileyle bu haftaki yazımı, İkinci Dünya Savaşı yıllarına rastlayan Türkiye tarihinden önemli bir sayfaya 1942 tarihli Varlık Vergisi Kanunu’na ve uygulamalarına ayırdım. (Savaş yıllarının önemli olaylarından Struma Faciası hakkındaki yazım: Okumak için tıklayın)

1942 yazında, İstanbul gazetelerinde, genel olarak gayrimüslimleri, özel olarak Yahudileri hırsızlık, karaborsacılık, soygunculuk, vurgunculuk ve ihtikâr (aşırı kâr) fiilleri ile ilişkilendiren haberler ve karikatürler birbirini izlemişti. Rıfat N. Bali’nin derlediği bazı başlıklar şöyleydi: “Vurgunculara ders olsun. İzmir'de bir Yahudi 5 sene hapse mahkûm oldu.” (Tasvir-i Efkâr, 1 Temmuz 1942), “Üç Yahudi’nin marifeti. Limon tuzu yerine sıhhate muzır (zararlı) maddeler satıyormuş.” (Tasvir-i Efkâr, 4 Temmuz 1942), “Mal saklayan tacirler, iki Yahudi ticarethanesi sahipleri milli korunma mahkemesine verildi.” (Cumhuriyet, 14 Ağustos 1942), “150 vagonluk bir kâğıt meselesi. Kâğıtları Romanya'dan getirten Yahudilerin çevirmek istedikleri oyunları önlemek lazımdır.” (Tasvir-i Efkâr, 21 Ağustos 1942), “Karpit ihtikârı yüzünden bir Yahudi tüccar kırk bin lira fazla kâr temin etmiş.” (Tasvir-i Efkâr, 28 Ağustos 1942), “İki Yahudi çocuğunun marifeti! Hava Kurumu menfaatine rozet dağıtırlarken kutuya atılan paraları çalıyorlardı.” (Cumhuriyet, 31 Ağustos 1942), “İstifçi iki Yahudi yakalandı” (Tasvir-i Efkâr, 9 Eylül 1942), “Eroin satan bir Yahudi.” (Tasvir-i Efkâr, 15 Eylül 1942), “Maruf Yahudi tüccarı Simon Brod dün tevkif edildi.” (Tasvir-i Efkâr, 18 Eylül 1942) “Yahudi dalaverası. İhtikâr yaptığı yetmiyormuş gibi bir de rüşvet teklif etti.” (Tasvir-i Efkâr, 20 Eylül 1942), “Kiraların artmasına Yahudiler sebep olmuş.” (Tasvir-i Efkâr, 8 Ekim 1942), “Açıkgöz bir Yahudi filit yerine renkli su satıyormuş.” (Tasvir-i Efkâr, 20 Ekim 1942)

“KELLE İSTİYORUM!”

Bu hazırlıktan sonra ‘Hececi’ şairlerimizden Orhan Seyfi Orhon, 24 Eylül 1942 tarihli Akbaba’daki yazısında iktidarın ağzındaki baklayı çıkaracaktı:

“Kelle İstiyorum! Ben ki bir tavuk bile kesilirken bakamam; karıncaları, sinekleri öldüremem, kelle istiyorum. Yumruklarım sıkılmış, dişlerim kısılmış, at meydanında kazan kaldıran yeniçeriden daha hiddetli bir sesle kelle istiyorum, vurguncunun kellesini!

Onun, mülevves (pis) kafasının bir çürük kavun gibi önümde yuvarlandığını görsem ferahlıyacağım. Onun, iğrenç vücudunun boş bir çuval gibi karşımda süründüğünü görsem rahatlıyacağım. Böyle, dünyayı sarmış bir ölüm kalım mücadelesi içinde ben, vurguncuya karşı merhamet tanımam, şefkat tanımam, adalet tanımam, kanun, nizam, usul, hiç bir şey tanımam! Bence onun cezası, para değil, hapis değil, dükkân kapamak değil, neyif (sürgün) değil; müsadere, yağma, falaka, işkence, zindan veya ölüm olmalı!

İktisat prensipleri bana vız gelir! İster misiniz gizli mahzenlerin aralıklarından pirinç kazevileri (sepet), şeker sandıkları, un çuvalları, yağ tenekeleri sürüyle meydana çıksın? İster misiniz apartmanların balkonlarından top top elbiselik kumaşlar, ipekliler, yünlüler, pamuklular sarksın? İster misiniz makarnalar serpantinler gibi sokaklara yayılsın, bisküviler konfetiler gibi caddelere dağılsın? İster misiniz eşya fiyatları durup dururken hiç yoktan yükselmesin? Pirince kum, una toprak, süte su, yağa müzahferat (parlak boya) karıştırılmasın? İster misiniz müstehlikin (tüketicinin) verdiği az farkla müstahsilin (üreticinin) eline geçsin? Altın spekülasyonu, on misline arsa alışlar, apartıman satışlar, villa yaptırışlar olmasın?

Öyleyse siz de benimle beraber olun! Gelin, yakalanıp cezasını çekecek vurguncunun arkasından -eski devirlerde olduğu gibi- gülbank çekelim: -Vur vuranın, kır kıranın, destursuz bağa girenin, karaborsa fiyatına mal sürenin, el altından iş görenin, memlekete zarar verenin hali budur, hey!”

 1942 VARLIK VERGİSİ KANUNU

Gazetelerde suçlananlar başta Yahudiler olmak üzere gayrimüslim zenginlerdi, ama ‘savaş zenginleri’ yaratan politikaları yüzünden halk Başbakan Refik Saydam’dan da adeta nefret ediyordu. Hava böyleyken Refik Saydam 7 Temmuz 1942 gecesi aniden öldü. 9 Temmuz 1942 günü hükümeti kurmakla görevlendirilen Şükrü Saraçoğlu 5 Ağustos’taki güven oylamasından sonra şöyle dedi:

“Biz Türküz, Türkçüyüz ve daima Türkçü kalacağız. Bizim için Türkçülük bir kan meselesi olduğu kadar ve laakal (en az onun kadar) bir vicdan ve kültür meselesidir. Biz azalan ve azaltan Türkçü değil, çoğalan ve çoğaltan Türkçüyüz ve her vakit bu istikamette çalışacağız!”

Saraçoğlu hükümetinin ilk icraatı, beklentileri karşılamayan Milli Korunma Kanunu’nun yerini alacak Varlık Vergisi Kanunu’nu çıkarmak oldu. 11 Kasım 1942 tarihinde TBMM’de oturumda hazır bulunan 350 milletvekilinin oybirliğiyle kabul edilen kanuna göre bazı varlıklı kesimlerden bir defalık olağanüstü servet vergisi alınacaktı.

“HALKIN HİSSİYATI: ASMALI!”

Yeni Sabah yazarlarından Aka Gündüz (eski Teşkilat-ı Mahsusacı Enis Avni) 13 Kasım 1942 tarihli Yeni Sabah’taki “Reyler ittifakla verildi” başlıklı yazısında, memleketin yedi bölgesini dolaştığını, yarenlikler çerçevesinde yaptığı gizli ve açık ankette vatandaşlara ‘vurguncu hakkında ne düşünüyorsun?’ diye sorduğunu anlattıktan sonra aldığı cevapları paylaşıyordu:

“Mütalealar, fikirler tümen tümendi: Asmalı. Kesmeli. Kuşbaşı doğramalı. Kıymasını iki çekmeli. Gırtlağına erimiş kurşun akıtmalı. Malını mülkünü millet hazinesine almalı. Bir çınarın altına kazık çakmalı, sağ bacağını bu kazığa, sol bacağını da çekip yere indirilen çınar dalına bağlamalı, sonra dalı birdenbire bırakarak gövdesini eşek pastırması gibi ikiye ayırmalı. İşkembesine zift doldurup güneşe asmalı. İki gözünü oyup bir avucuna vermeli. Kırk katırın kuyruklarına bağladıktan sonra kırkına birden kırbaç atmalı. Harbin sonuna kadar her gün yedi yerinden cımbızlayıp koparmalı. Temmuz ortasında çırılçıplak edip çöplükteki sineklere peşkeş çekmeli. Vesaire, vesaire... Bu kanunun mucip sebepleri de bir noktada toplanıyordu.sekiz milyonun selameti için bin sekiz yüz kişi feda edilebilir. Bu kanun ve bin sekiz yüz üzerinde reyler ittifakla verildi.”

VERGİNİN UYGULANIŞI

Halkın çoğunluğunun, Aka Gündüz’ün aktardığı gibi gaddarane duygularla olmasa bile muhtemelen büyük memnuniyetle karşıladığı kanunun metninde ‘gayrimüslim’, ‘Müslüman’ gibi ayrımlar yoktu ama dönemin İstanbul Defterdarı Faik Ökte’ye göre uygulamada yükümlüler, Maliye Bakanlığı’nın belirlediği dört gruptan birine göre vergilendirildiler: M grubu (Müslümanlar) takdir edilen matrahın (vergiye esas alınan miktarın) yüzde 12.5'ini; G grubu (gayrimüslimler) yüzde 50'sini; D grubu (dönmeler) yüzde 25'ini; E grubu (ecnebiler) yüzde 12.5'ini ödemekle yükümlüydü. Çiftçiler de yüzde 5’ini ödeyeceklerdi.

18 Kasım 1942’de vergi listeleri yayımlandığında görüldü ki, Varlık Vergisi’nin yüzde 70’i İstanbul’daki mükelleflere tahakkuk ettirilmişti. Bunların da yüzde 87’si gayrimüslimdi. Gayrimüslimlerin mali güçleri ile uygulanan vergi oranları Müslümanlara uygulananlara göre yüzlerce kez daha ağırdı. Gayrimüslimler arasında da Ermenilerin vergisi en yüksek orandaydı.

“KAPIYI KAPA VE MÜHÜRLE”


Bu yüksek vergileri ödeme süresi 20 Ocak 1943 günü bitecek, ertesi gün hacizler başlayacaktı. Hacizlerin nasıl yapıldığını artık yayımlanmayan Rum gazetesi Apoyevmatini’nin yayın müdürü Mihail Vasiliadis gazeteci Celal Başlangıç’a şöyle anlatmıştı:

“Beyoğlu Karakolu’nu biliyorsunuz? Kalyoncukulluk Sokağı ile Tarlabaşı Bulvarı’nın kesiştiği yerde, karakolun tam karşısındaydı benim doğduğum ev. Babam Aristodumas diş hekimiydi. Ben doğmadan 10 gün önce beyin kanaması geçirmiş. Yatalaktı. Eve memurlar geldi. Yanlarında bir hamal vardı. Babamı yatağından tutup yerdeki şilteye indirdiler. Yatağı alıp gittiler. Giderlerken de ‘İyi ki böylesin, Aşkale`ye gitmeyeceksin’ dediler. Babamın muayenehanesi evimizin karşı odasıydı. El koydukları eşyaları o odaya tıktılar, kapıyı da mühürlediler. Daha doğrusu gelen memur, yanındaki hamala, ‘Kapıyı kapa ve mühürle’ diye emir verdi. Zavallı bir adamdı hamal. Pabucunun arkası basık, topuğu kalkık, pantolonu yamalı, üstü başı ter kokan fakat nur yüzlü bir adamdı. Oyuncağımı bile aldılar. Bu arada odaya tıkılan eşyaların arasında benim de sallanır bir oyuncak atım vardı. Tam kapıyı mühürlerken, ‘Oyuncak atım’ dedim. Adam anladı. Bağladığı ipi kapıdan çözdü. Bana kapıyı açtı. Atımı aldım. At kucağımda, adamın yüzüne bakıyorum gülerek. Adam da bana gülümserken birden yüzü dondu. Çünkü arkamdaki memur bağıra bağıra oyuncağımı koparırcasına elimden çekti, mühürlenmek üzere olan kapıyı açtı, içeri fırlattı oyuncağımı ve ‘mühürle’ dedi. Karşımdaki hamalın gözündeki yaşı gördüm. Fakat ben ağlamamam gerektiğini düşündüm. O adamın çirkinliği, öteki hamalın nur yüzü hâlâ gözlerimin önünde.”

Aleksandra Lambrinos, 1994’te düzenlenen “Tarihe Tanıklık Edenler” panel dizisinde 12 yaşında iken babasının Sivrihisar’a gönderilişini şöyle anlatmıştı: “Kurtuluş’ta bakkal dükkânımız vardı. 5 bin lira vergi istenmişti, ödeyecek durumda değildik. Okuldan geldiğimde annem, götürülen dolabın arkasındaki tozları tavan süpürgesiyle temizliyordu. Okula gidince ağladım. Dükkân mühürlenmişti. Kedi içerde kaldı, devamlı bağırıyordu. Babam delireceğim bu sesten diyordu. Bütün eşyalarımızı bir odaya koyup mühürlediler. Yer muşambaları, perdeler, karyolalar dâhil. İçerden saatin sesi geliyordu. Kapının önünden geçerken duyuyorduk…”


AŞKALE SÜRGÜNLERİ

Bu tür muameleler yüzünden, yüksek vergileri ödemek istemeyen ya da ödeyecek durumda olmayan bazı mükellefler yurtdışına kaçmaya çalışıyorlardı. Kaçamayanlar veya kaçmak istemeyenlerden haraç mezat satılan mallarının bedeli vergilerini karşılamayan bini aşkın mükellef  27 Ocak 1943 tarihinden itibaren Eskişehir’in Sivrihisar ve Erzurum’un Aşkale ilçelerindeki çalışma kamplarına gönderilmek üzere bazı merkezlerde toplandılar. Aşkale’ye gönderilen 1,229 mükelleften 21’i (bir kaynağa göre 25’i) kötü hayat koşulları ve yetersiz tıbbi bakım yüzünden kampta hayatını kaybetti. Hayatını kaybetmeyenler arasında ruh ve beden sağlığını, üzüntüye dayanamayan yakınlarını kaybedenler oldu.

Ali Sait Çetinoğlu’nun Varlık Vergisi 1942-1944 adlı kitabında bugün hepsi de Yunanistan’da yaşayan bazı İstanbul Rumlarının tanıklıklarına yer verilmiş. 1993 yılında ‘Yok Edici Varlık Vergisi’ başlığıyla Atina’da yayımlanan O Politis (? ???????) gazetesinde yayımlanan görüşmeleri Dr. Raço Donef, Temmuz 2008’de Türkçeye çevirmiş. Onlardan bir kaçını sizinle paylaşmak istiyorum.

Dr. Yeoryiu Topaloğlu anlatıyor: “İstanbul’da doğdum ve okula gittim.  Sonradan peynir tüccarı oldum ve bilinen Ticaret Odası’nda kayıtlıydım.  Dükkânım Eminönü’ndeydi; orda babam İosif bana yardımcı oluyordu. 1943’ün Ocak ayında bize toplam 105.000 lira vergi tarhedildi Varlık vergisi altında. Tanıdığımız bir Türk’e baba emaneti evimizi iki bin liraya satmak zorunda kaldık, Türk devleti bizi mecbur etmeden evvel.  Fakat bize tarhedilen vergi çok büyük olduğu için ve verebilecek durumda olmadığımız için Şubat 1943 tarihinde polis babamı tutukladı; 72 yaşındaydı o zaman ve Aşkaleye tehcir oldu.

Bir buçuk ay sonra, 32 yaşındayken beni de tutukladılar – hasta ve 40 derece ateşim olmasına ragmen.  Beni babamı karşılamaya gönderdiler.  Hayvanların taşındığı vagonlara topladılar ve bir çok gün süren seyahatten sonra bizi bir istasyona indirdiler.  Bu istasyon Aşkale toplama kampına yürüyerek 8 saat mesafede idi.  Orda çadırda -25 derecede ve ısıntısız kaldık.  Büyük yaşta olanlar çalısmıyorlardı, biz gençleri ise yoldan karları temizlemeye ve rayların üstündeki buzları parçalamaya mecbur ediyorlardı.  Beslenme olarak sefil kalitede karavana vardı ve günde bunun için 70 kuruş borçlanıyorduk.  Biz aramızda para toplayıp bir sürgün yoldaşa yemek pişirmek görevi verdik.  Ödeyecek durumda olmayanlar için diğerleri paylaşıyordu.

Sonradan bizi Sivrihisar’a sevk ettiler.  Babam gırtlak kanseri oldu ve birkaç gün sonra öldü.  Ben başka kampta olduğumdan kendisini göremedim. Ama son günlerinde memleketlim Kostas Andoniadis görmüştü; zaten bana bildiren oydu. (…) Babamın vefatından bir ay sonra kamptan kaçtım ve çok serüvenli bir seyahatten sonra elbisesiz ve aç İstanbul’a vardım ve Ayios Nikolas gününde, 6 Aralık 1943 tarihinde, babamın anısına dua okunulan güne yetiştim.

Biraz sonra eziyetler durduruldu ve diğer sürgünler de evlerine dönduler.  Hayatım, bu felaketten sonra  bir çok yıl normalleşmemişti.  Bizim dükkânın işletmesini üstüne alan Türk hamal Halit Özgal bizim döndüğümüzü öğrenir oğrenmez kasayı boşaltıp ortadan kayboldu.  Aynı devirde kızkardeşim Elda’nın da sıkıntısından kanseri oldu ve 1945’te öldü…”

 Marika Şişmanoglu anlatıyor: “Bakırköy’de doğdum ve hayatımın ilk yıllarını geçirdim.  Babam Grigorios tüccar ve beyaz eşyalar ithalatçısı idi.  Dükkânı da Eminönü’ndeydi.  1943’un başında 30 bin lira Varlık vergisi tarhedildi. Bu miktar dayanılmazdı.  Düşünün aynı durumda bölgede en iyi dükkâna sahip Türk tüccar, Suraski’ye yalnız 800 lira vergi tarhedildi.  İki evimiz vardı, bunlardan 10 odalı olan ev 7 bin liraya satıldı.  Babam her iki evi ve dükkânı satmaya mecbur kaldı ama borcunu ödemeye muvaffak olamadı.  Böylece tutuklandı ve Aşkale’ye sürüldü.  Henüz 1941’de kadın elbiseleri imalat fabrikası açan amcam Yeorgio Şişmanoglu’na büyük vergi tarhedildi ve mâli açıdan mahvoldu. Aşkale’ye sürüldü ve hemen hemen bir yıl sonra kötü bir durumda geri döndü.

Aşkale’de karlardan yolları temizliyorlardı. Bize babamın 1943’ün Haziranında gönderdiği fotoğrafta tanıyamadım. Çok kilo vermişti. Sonradan Sivrihisara sevk edildi. Orda bir sabah 57 yaşında kalp krizi geçirip öldü. Ben o zaman 16 yaşında idim ve annemle dayım Hristo Aravanopulu’nun evine taşındık. O da 1943’te Aşkale’ye sürülmüştü. Dayım babamı bir tarlada ağacın altında bir şişeye ismini koyarak gömdüklerini söyledi, aynı tarlada başka kişilerin gömüldüğü için, eğer mezardan çıkarılırsa tanınabilsin diye…”

Anastasiu İ. Antoniadi anlatıyor: “Babam İsaak, un tüccarlığı ile uğraşıyordu. 1943’te 100 bin lira Varlık vergisi tarhedildi.  Bu miktar elinde olmadığından ve likizete edebilecek herhangi bir gayrimenkulu olmadığından 6 Ağustos 1943 tarihinde, 68 yaşında tutuklandı ve Sivrihisara gönderildi.  Orda, 24 gün sonra soğuktan çadırın içinde öldü.  Yanına bir de şişe gömmüşler ismiyle, eğer mezardan çıkarılırsa tanılabilsin diye. Ben Türk Ordusu’nda Ankara yakınlarında bir kampta askerlik hizmetimi yapıyordum. 10 Eylül’de izin alıp asker arkadaşım Mosho Dimitradi ile babalarımızı görmeye gittik. Maalesef benim babam zaten ölmüştü.”

Konstandinou V Konstandinidi: “Babam Vasilios’un beyaz eşya dükkânı vardı.  1943’te 70 bin lira Varlık vergisi tarhedildi.  Sahibi olduğumuz evimiz yoktu.  Babam dedemin lahana tarlasını ve bütün eşyaları satmak zorunda kaldı.  Üç yıl zeminde uyuduk.  Topladığı paralar vergiyi vermeye yeterli değildi.  Böylece 1 Mayıs 1943 tarihinde tutuklandı, bir kaç gün Demirkapı’da tutulduktan sonra Erzurum’a tren vasıtası ile sürüldü.  Kalp rahatsızlıgı vardı ve askerler kar temizlemeye mecbur etmiyorlardı.  Fakat jandarmalar çalışmak zorunda olduğuna ısrar ediyorlardı.  Rahatsızlandı, 67 yaşında kalp krizinden öldü.  Erzurum’da bir Rus manastırının bahçesinde, Kostandino İatru ile birlikte gömüldü.”

Anastasiu K. Iatru anlatıyor: “Babam Konstandinos’un bahriye aksesuar dükkânı vardı. 90 bin lira vergisi tarhedildi.  Evimizi, eşyalarla birlikte ve dükkânı sattık ancak [toplanan] paralar vergiyi ödemeye yeterli değildi.  Böylece 9 Mart 1943 tarihinde babamı tutukladılar ve bir birkaç gün Demirkapı’da tutulduktan sonra 16 Mart tarihinde Aşkale’ye sürüldü. Ben o zaman Ankara’da askerdim, izin alıp istasyona indim, babamı orda görüp elini öptüm. Bu onu son gorüşüm oldu.  Kardeşim Meletios o zaman İsmet İnönü’nün baş doktoru idi. Babamın serbest bırakılması için çok uğraştı ama boş yere. 3 Mayısta 68 yaşında öldü ve Erzurum’da bir Rus manastırının bahçesinde gömüldü Sonradan naaşını İstanbul’a getirmeye çalıştık ama bize “önce borcunuzu ödeyin sonra bakarız” dediler.

7 Kasım 1997 tarihli Agos gazetesinde ise Yervant Özuzun’un aktardığı şu hikaye ile bitirelim bu bölümü: “Armenak Baba çevresinde çok sevilen av meraklısı, Türk müziğinden anlayan, temiz, dürüst, neşeli, hoşsohbet birisiydi. Kadıköylü avcılar kendisine ‘üstad’ derlerdi. Varlık Vergisi’nin İstanbul’da en yetkilisi Faik Ökte yıllardır av arkadaşıydı. Çok yakındılar. Bir sabah çekinerek, ezilerek defterdarlıkta onun odasına gitti. Ökte oturması için yer gösterdi. Kahve ikram etmek istedi. Armenak baba bitkindi, güçlükle kendini toparladı. Büyük nezaketle ve kelimeleri boğazında düğümlenerek ‘Dışarıda bunca insan sizi görmek için sıra bekliyor, ben de saatlerce bekledim, oturmaya hakkım yok’ dedi ve ‘senden bir ricaya geldim’ diyerek geliş nedenini şöyle anlattı. ‘Beni tanırsın, bilirsin, küçük bir çivi dükkanım var, mıhlayıcı (kuyumcu) diye vergi saldılar. Bende bunun onda biri bile yok. Dükkanımı satsanız bile borcumu ödeyemeceğim için beni yine de Aşkale’ye göndereceksiniz. Kural böyle. Senden şunu rica ediyorum, karım ihtiyar, üstelik yatalak. Kimimiz kimsemiz yok. Bir tek ahşap evimiz var. O da vergimize yetmez. Onu da satıp karımı sokağa attırmamaya çalış. Bana söz verirsen gözüm arkada kalmadan Aşkale’nin yolunu tutacağım.’ Ökte Armenak babanın evini biliyordu. Ak saçlı hasta karısını da. İçinde bir şeylerin kırıldığını hisseti. Varlık Vergisi bu olmamalıydı. Tunç kalıplar yüzünden zulüm yapılıyordu. Armenak’a söz verdi, evini sattırmayacaktı. Armenak baba artık rahattı. Gözü arkada kalmadan Aşkale’ye gidebilirdi. Odadan çıkarken gözlerinde süzülüp kocaman burnundan damlayan iki damla yaşı siliyordu.”

VERGİNİN KALDIRILIŞI

Aşkale sürgünleri ancak, Avrupa’da savaş cephesindeki gelişmeler ve İsmet İnönü’nün ABD Başkanı Roosevelt ve Britanya Başbakanı Churchill’le görüşmek üzere Kahire’ye gitmesinin arifesinde, 17 Aralık 1943’te evlerine dönebildiler. Varlık Vergisi, Yahudilerin ABD nezdinde yaptıkları lobi faaliyetleri sonucu ABD’nin Türkiye’ye baskıları ve Nazilerin yenileceğinin anlaşılması sayesinde bir muhalif oya karşılık 310 kabul oyuyla 15 Mart 1944 tarihinde kaldırıldı.

Verginin İstanbul’da uygulanmasından sorumlu olan İstanbul Defterdarı Faik Ökte’ye göre, Varlık Vergisi kapsamında toplanan 315.000.000 TL verginin 280.000.000 TL gayrimüslimler ödemişti. Bu rakamlar, 1942-1944 yılları arasında, gayrimüslim Türk vatandaşlarının mal varlıklarının önemli bir bölümünü kaybettiğine işaret ediyordu. Ama daha önemlisi gayrimüslimlerin, Cumhuriyet’in kuruluşunda vaat edildiğinin aksine, bu ülkenin eşit vatandaşı olmadıklarının farkına varmalarıydı. Faik Ökte bu duyguyu şöyle özetlemişti: “Varlık Vergisi’nde şöven milliyetçiliğin, ırkçılığın damgası vardır. (...) Verginin bu karakteri Lozan’dan sonra yavaş yavaş kazanmaya başladığımız ekalliyetleri (azınlıkları) bizden soğutmuştur. (...) Esefle kaydetmek lazımdır ki, Varlık Vergisi bu yakınlaşma, bu kaynaşma konserinde falsolu bir nota olmuştur.”

Faik Ökte, bu kanun için “falsolu bir nota” demiş ama, 6-7 Eylül 1955 yağmasının 59. yıldönümü vesilesiyle hazırladığım ‘azınlık raporu’nu bunu (Okumak için tıklayın) okumuşsanız, Cumhuriyet tarihinin, Müslüman veya Müslüman olmayan azınlıklar için acı bir ağıt olduğunu görürsünüz. İkinci Dünya Savaşı’nın 70. yıldönümü vesilesiyle bu tarihçe üzerine (en azından) ‘düşünmek’, boynumuzun borcudur.

Özet Kaynakça: Rıfat N. Bali, The "Varlık Vergisi" affair:a study of its legacy, selected documents, Isis Press, 2005; Rıfat N. Bali, Bir Türkleştirme Serüveni (1923-1945), İletişim Yayınları, 2005; Rıdvan Akar, Aşkale Yolcuları-Varlık Vergisi ve Çalışma Kampları, Belge Yayınları, 2000; Faik Ökte, Varlık Vergisi Faciası, Nebioğlu Yayınevi, 1951; Ali Sait Çetinoğlu, Varlık Vergisi 1942-1944, Ekonomik ve Kültürel Jenosid, Belge Yayınları,  2000.

Not: 1938-1960 arasındaki Cumhuriyet tarihine dair bu ve benzeri yazılarımı Çok Partili Dönem’in Öteki Tarihi-I, İnönü’lü ve Bayar’lı Yıllar (Profil Yayıncılık, 2015) adlı kitapta bulabilirsiniz.

http://www.radikal.com.tr/yazarlar/ayse-hur/1942-varlik-vergisi-kanunu-1353243/

*********

YORGO HACIDİMİTRİADİS’in AŞKALE - ERZURUM GÜNLÜĞÜ,



YORGO HACIDİMİTRİADİS’in AŞKALE - ERZURUM  GÜNLÜĞÜ, 



1943 YORGO HACIDİMİTRİADİS’in AŞKALE - ERZURUM  GÜNLÜĞÜ, 



Ayhan Aktar    Varlık Vergisi’nin belki de en acımasız tarafı, vergisini en fazla 30 günlük süre içinde ödeyemeyen mükelleflerin ilk olarak Aşkale’de, daha sonra da Erzurum ve Sivrihisar’da oluşturulan çalışma kamplarına yollanmasıdır. 12 Kasım 1942 günü Resmi Gazete’de yayımlanan Varlık Vergisi Kanunu’nun 12 maddesine göre, mükellefler “umumi hizmetlerde veya belediye hizmetlerinde” çalıştırılacaklardır.Ülkemizde II. Dünya Savaşı sırasında uygulanan Varlık Vergisi’nin çalışma kamplarını, Nazilerin Yahudileri, komünistleri, eşcinselleri, çingeneleri ve bazı savaş esirlerini imha etmek amacıyla kurulan “Toplama Kampları” ile bir tutmak yanlış olur. Aşkale, Erzurum veya Sivrihisar Kampları, kesinlikle Auschwitz veya Birkenau gibi birer ölüm fabrikası değildir. Varlık Vergisi mükellefi olan gayrimüslimler, Aşkale’de Trabzon - İran transit karayolundaki karları temizlemişler, Erzurum’da karayolunun kardan kapanmasını engellemişler veya şehrin sokaklarını süpürmüşlerdir. Sivrihisar’da ise yol inşaatında çalışarak taş kırmışlardır.Tuhafiyeci Leon Bahar’ın Aşkale’den eşi Jenny’ye yazdığı 19 Mart 1943 tarihli mektupta belirttiği gibi, kamplarda “asker hayatı” yaşanmaktadır. Ama elli yaşını aşmış, kronik hastalıkları (kalp yetmezliği, tansiyon, şeker vb.) olan ve ömründe hiç İstanbul dışına çıkmamış bazı mükellefler için deniz seviyesinden 1721 metre yükseklikte ve sıfırın altında 20 derece soğukta “asker hayatı” yaşamak da pek kolay değildir. Varlık Vergisi sırasında çalışma kamplarına toplam olarak 1400 gayrimüslim vatandaşımız yollanmış ve bunlardan 21 tanesi “borçlu olarak” hayatını kaybetmiştir.27 Ocak 1943 tarihinde, Haydarpaşa’dan Aşkale’ye doğru 32 kişilik 1. Kafile trenle yola çıkar. İlk dört kafiledeki toplam 319 kişinin çalışma yeri Erzurum’un Aşkale ilçesi olarak belirlenmiştir. 22 Mart 1943 tarihinde yola çıkan 5. Kafiledeki 60 kişi Aşkale tren istasyonuna ulaştığında, artık Varlık Vergisi mükelleflerinin kalacakları boş yer yoktur. Aşkale kasabasında ve Pırnakapan köyündeki bütün boş odalar, kahvehâneler ve hatta ahırlar mükellefler tarafından doldurulmuştur.  Yer darlığı nedeniyle, 5. Kafile Erzurum’a sevkedilir. 5. Kafileyi oluşturan 60 kişi, kızak ve kamyon kiralayarak trenle sadece iki buçuk saatte alınan yolu, iki günde kat ederler. İstanbul’dan 22 Mart 1943 tarihinden sonra yola çıkan bütün kafileler doğrudan Erzurum’a gönderilmiştir.Ağustos ayının ilk haftasına kadar Aşkale ve Erzurum’da kalan mükellefler, 6 Ağustos 1943 günü Erzurum’dan yük vagonlarına bindirilerek dört günlük bir yolculuktan sonra Eskişehir’in Sivrihisar kazası, Biçer istasyonuna ulaşırlar. İzmir’den yola çıkan Varlık Vergisi mükellefleri ise doğrudan Sivrihisar’a gönderilmişlerdir. Sivrihisar’da son derece zor şartlarda kalan mükellefler Gökbel denilen mezrada, açık arazide delik çadırlarda yatmışlar ve Aralık ayının ilk haftasına kadar yol inşaatında çalışmışlardır.1883 yılında Niğde’de doğan Yorgo Hacıdimitriadis, 1895 yılında okumak ve çalışmak amacıyla İstanbul’a gelmiştir. O devirde birçok Karamanlı Rum’un yaptığı gibi Yorgo Efendi de ticareti seçer. 1942 yılında un ticareti ile uğraşan Yorgo Hacıdimitriadis’e işinden ve sahip olduğu gayrimenkullenden dolayı, kendi ifadesine göre, toplam 138,000 liralık vergi tahakkuk ettirilmiştir. Fakat gazete haberine göre, ödemesi gereken vergi 60,000 liradır.  Vergi borcunun sadece 5,590 lirasını ödeyebilen Yorgo Hacıdimitriadis Erzurum’a yollanır. Galata ve Eminönü’ndeki iki dükkanına ve Kadıköy’de eşi Elpida Hanım’ın mülkiyetinde olan evine haciz konmuş ve kendisi Erzurum’da iken ailenin tüm gayrimenkulleri içindeki eşyalarla birlikte haraç mezat satılmıştır.  Bütün bu satışlardan sonra Yorgo Hacıdimitriadis’in vergi borcunun ne kadarının ödemiş olduğunu bilmiyoruz.Hacıdimitriadis’in günlüğü dikkatli okunduğu zaman, evinden 1900 kilometre uzakta, son derece kötü şartlarda yaşamak zorunda kalan bir insanın en bunalımlı günlerde bile hayata sarıldığını ve yazdığı mektuplarla İstanbul’daki eşine ve kızlarına moral vermeye çalıştığını görüyoruz. 1943 yılının Aralık ayı başında diğer mükelleflerle birlikte İstanbul’a dönen Yorgo Hacıdimitriadis tekrar eski mesleğine dönmüş ve 1966 yılına kadar ticaretle uğraşmıştır. 1968 yılında vefat eden Yorgo Hacıdimitriadis, İstanbul’da Balıklı Rum Mezarlığında gömülüdür.Yorgo Hacıdimitriadis tarafından kaleme alınan Aşkale - Erzurum günlüğü bizim için son derece değerlidir. O zaman için ileri sayılabilecek bir yaşta, 60 yaşında iken çalışma kampına gönderilen Yorgo Hacıdimitriadis’in günlüğünü okuyana kadar Varlık Vergisi mükelleflerinin çalışma şartları, maruz kaldıkları baskı ve kötü muamele hakkında pek bilgimiz yoktu. Yorgo Hacıdimitriadis’in kareli kağıtlara temiz bir el yazısı ile yazdığı günlük 50 sayfadır ve torunu Niki Stavridi’de bulunmaktadır. Niki Stavridi ile 2005 yılında Atina’da verdiğim bir konferans sırasında tanışmıştım. Niki Hanım, anne tarafından dedesi olan Yorgo Hacıdimitriadis’in günlüğünde yazanları bilgisayara girdikten sonra bana yolladı. Metni ilk okuduğumda sarsıldığımı hatırlıyorum. Günlüğün muhakkak yayımlanması gerektiğine karar verdim. Bu konuda Niki Stavridi’den izin aldım.Günlüğü yayına hazırlarken, Yorgo Efendi’nin üslubu ile fazla oynamadım. Köken olarak Karamanlı Rum olan Hacıdimitriadis’in okuyucuyu zorlayacağını düşündüğüm bazı kelimelerini ve deyişlerini düzelttim. Örneğin, gece sözcüğünü “kece” olarak, kirpiği de “kibrik” olarak yazıyordu. Bu tür sözcüklerin doğrusunu yazdım, fakat onun hoş Türkçesinin tadını bozmak istemedim. Özellikle, sentaks’a hiç dokunmadım. Sadece okumayı kolaylaştırmak amacıyla, noktalama işaretlerini ilave ettim. Metinde anlaşılmayacağını düşündüğüm bazı sözcük ve deyişlerin olduğu cümlelerde ise, köşeli parantezler kullanarak metne müdahale ettim. Umarım, genç okurlar Hacıdimitriadis’in günlüğünü okurken zorlanmazlar.Yorgo Hacıdimitriadis, günlüğüne “hâtıra” başlığını koymayı uygun görmüş. Onun koymuş olduğu başlığı aynen muhafaza ettik. Cumhuriyet tarihinin utanç sayfalarından biri olan Varlık Vergisi’nin Aşkale - Erzurum cephesini son derece samimi olarak bize anlatan merhum Yorgo Hacıdimitriadis’in hâtırası önünde saygıyla eğiliyorum.

* * *

Varlık Vergisi üzerinde, yaklaşık yirmi yıl önce 1991 yılı yaz aylarında çalışmaya başladım. Konuyla ilgili ilk yazımı ise, 1996 yılında Toplum ve Bilim dergisinde yayımladım. Daha sonra, Varlık Vergisi ve ‘Türkleştirme’ Politikaları isimli kitabım 2000 yılında piyasaya çıktı ve bugüne kadar on baskı yaptı.Bir akademisyenin ismi bir konu ile birlikte anılmaya başladığı zaman, o konudan çok fazla uzaklaşması mümkün olmaz. Hem konu onu bırakmaz, hem de başkaları ona bilgi ve belge sunmaya devam ederler. Benim için de böyle oldu. Yakın zamana kadar başka konular üzerinde çalışıyor olmama rağmen, bir yandan Varlık Vergisi ile ilgili yeni yayınları takip ediyordum, diğer yandan da bu konu ile ilgili olarak anlatacak hikayesi ve elinde belgesi olanlar bir şekilde ulaşarak ellerindeki malzemeyi bana teslim ediyorlardı. Biraz da onların bana gösterdikleri güvene saygım nedeniyle, Varlık Vergisi konusundan kopmam mümkün olmadı.İlk makalemi yazdığım 1996 yılından sonra, başka yazarlar da Varlık Vergisi ile ilgili birçok makale ve kitaplar yayımladılar. Açıkça ifade etmeliyim ki bütün bu yayınlar benim 1996’da yayımlanan “Varlık Vergisi ve İstanbul” isimli makalede yaptığım tespitlerin doğrultusunu değiştirmedi, tersine okuduğum her yeni ciddi yayın görüşlerimi pekiştirdi ve zenginleştirdi.  Son yıllarda Varlık Vergisi hakkında kitap yayımlayan, makale yazan ve belge yayınlayarak bilgi dağarcığımıza katkı yapan bütün dostlara burada teşekkürü bir borç biliyorum.Bütün bunlara rağmen, akademik hayatta “ilerleme” dediğimiz sürecin vazgeçilmez bir parçası da eleştiridir. Düzgün, ayağı yere basan, yeni belge ve yaklaşımlarla ufkumuzu açan eleştiriler, her zaman bir konuyu daha derinliğine kavramamızı sağlar. Maalesef, son onbeş yıl içinde Varlık Vergisi ile ilgili olarak bu tip eleştiriler pek azdı. Daha çok, “neden eski defterleri karıştırıyorsunuz ?” türünden sorulara muhatap olduk. Türkiye’nin akademik ve entelektüel ortamında Varlık Vergisinin bir araştırma nesnesi hâline gelmesinden rahatsız olanlar vardı. Varlık Vergisine eleştirel yaklaşanlara veya “tarihimizle yüzleşelim” diyenlere karşı çıkanlar ve bu gibi “netâmeli” konularda yayın yapılmasından rahatsızlık duyanlar oldu.1996’dan bu yana, Varlık Vergisi ile ilgili olarak benim yazdıklarıma eleştirel yaklaşanların ortak bir özelliği vardır: Eleştirenlerin çoğu bugünlerde “ulusalcı” olarak tanınan ve esas olarak Aydınlık grubunda çöreklenmiş milliyetçiler arasından çıkmaktadır. Takdir edersiniz ki, bu kısa sunuş yazısında onlarla hesaplaşmak niyetinde değilim. Fakat benimsedikleri eleştiri tarzı ve tercih ettikleri kavramsal çerçeve itibarıyla onları “Kemalist Devrim Muhafızları” olarak gördüğümü itiraf etmeliyim.* * *Bu kitaptaki ikinci yazı, benim kaleme aldığım “Varlık Vergisi, yeniden” başlıklı metindir. Bu yazı, benim açımdan, onbeş yıl sonra Varlık Vergisine bir yeniden dönüş çabasıdır. 1996’dan sonra yayımlanmış çalışmaları bütünsel bir bakış içinde değerlendirmeye ve Yorgo Hacıdimitridis’in anlattığı acı hikayeyi belli bir çerçeve içine oturtmaya çalışan bir denemedir. Tabii ki yazım esnasında, önceki çalışmalarımdan epey belge, mülakat çözümleri, yorum ve somut bilgiler bu yazıda yerlerini aldılar. Zaten başka türlü olması da beklenemezdi.Eğer İstanbul Defterdarı merhum Faik Ökte, 1951 yılında “ülkemize demokrasi geldi zannederek” Varlık Vergisi Faciası başlıklı kitabını yayımlamasaydı, bugün Varlık Vergisi hakkındaki bilgilerimiz çok eksik kalırdı. İngiliz ve Amerikan Arşivlerinden çıkan belgelerle, belki uygulama hakkında bir fikir sahibi olabilirdik. Ama Faik Bey’in yazdıkları sayesinde Milli Şef Rejiminin ruhuna ve mantığına nüfuz etmemiz mümkün oldu. Fakat Faik Bey’e de böyle bir kitabı yazmış olmanın bedelini ağır ödettiler. Kitap yayımlandıktan sonra basında çıkan eleştirilere “Vur fakat dinle” başlığı altında cevap veren Faik Ökte şunları söylüyordu:“Bu kitabı neşretmekle [yayımlamakla] üzerime korkunç bulutları çekeceğimi pekâlâ biliyordum. Fakat bir gün, ince bir kabuk altında müzminleşen [derinleşen] bu yarayı mutlaka açmak lazımdı. Açılmasa iyi [tedavi] olmayacaktı. Ona gereken merhemi sürmek, onu tedavi etmek, zedelenen milli birliği tekrar yaratmaya çalışmak külfeti [işi], ilk günlerde işin aslını bırakıp hikayesiyle, hikayesini yazanla uğraşan muharrirlerimize [yazarlarımıza] düşmektedir. Ben ergeç dâvânın bu zaviyeden [açıdan] ele alınacağına inanıyorum.”Faik Bey, Varlık Vergisinin “milli birliği” zedelediğinin ve gayrimüslim vatandaşlarımızın cumhuriyet rejimine olan güvenlerini yok ettiğinin farkındaydı. İnanmış bir demokrat olan eski defterdar, geçmişte yaşanan acıların ancak tartışılarak aşılacağının farkındaydı.Cumhuriyet tarihinin bu gözüpek ve namuslu bürokratı, kitabını okuduğum günden beri benim hep ilgimi çekmişti. Geçtiğimiz aylarda Faik Ökte hakkında biraz araştırma yaptım, ailesi ile görüştüm. Böylece, “Defterdar Faik Ökte’nin Çilesi” isimli biyografik denemeyi kaleme aldım.Varlık Vergisi ile ilgili tartışmalarda her zaman karşımıza çıkan görüşlerden biri de gayrimüslimlerin İstanbul’un ticaret sektöründe egemen oldukları iddiasıdır. 1935 ve 1945 Genel Nüfus Sayımlarındaki anadil ve meslek ile ilgili dağılımları kullanarak, İstanbul’daki gayrimüslim nüfusun konumu üzerine bir yorum yapmak lüzumunu hissettim. Konuyla ilgilenenler için ilginç olacağını düşünüyorum.Varlık Vergisi sırasında İstanbul basının meseleye yaklaşımı bir utanç vesikasıdır. Fakat gazeteci Feridun Kandemir’in yazdıkları üzerinde durmamız gerektiğini düşünüyorum. Tasvir-i Efkâr gazetesinden Feridun Kandemir, 27 Ocak 1943 tarihinde 1. Kafile ile Aşkale’ye gitmiştir. Orada yaptığı röportajlarla, Ankara yönetiminin İstanbul’daki gazetecilerle birlikte kurguladığı bir psikolojik operasyonun parçası olmuştur. 1943 yılının Ağustos ayında Başbakan Saracoğlu ile Varlık Vergisi ve Aşkale kampları konusunu görüşen Kandemir, 1960’larda yayımladığı bir tanıklıkla bir anlamda “nedâmet getirmekte” veya itiraflarda bulunmaktadır. Kandemir’in tanıklıklığının okuyular açısından ilginç olacağını sanıyorum. Bu nedenle Kandemir’in yazdıkları bu derlemeye dahil edilmiştir.Varlık Vergisinin en acımasız yönünün vergisini ödeyemeyen mükelleflerin Aşkale, Erzurum ve Sivrihisar’da oluşturulan çalışma kamplarına yollanması olduğunu bu yazının başında ifade etmiştik. Yıllar içinde, benim çok sık karşıma çıkan bir soru da şudur: “Peki, sizde Aşkale’ye gidenlerin listesi var mı?” Yakın zamana kadar, cevap olarak “maalesef yok” diyordum. Fakat 1990’ların başında o yılların gazetelerini kütüphanede okurken, İstanbul basınının attığı “bugün 69 suiniyet [kötü niyet] sahibi daha Aşkale’ye yollandı” türünden pespaye manşetlerin altında Aşkale’ye yollanan mükelleflerin isimlerinin, mesleklerinin ve vergi borçlarının bulunduğu listeler verildiğini fark etmiştim. Çoğu haberlerde isimler yanlış yazılıyor veya vergi miktarları tam verilmiyordu, fakat üzerinde çalışmaya değerdi.2008 yılında aynı gazetelere tekrar baktım ve digital fotoğraf makinası ile bu haberlerin resimlerini çektim. Daha sonra evde bu haberlerden çıkan isim, meslek ve vergi borcu bilgilerini bilgisayara girdim. Aynı işlemi birkaç gazeteyi kullanarak karşılaştırmalı olarak yaptığım zaman, ortaya 836 kişilik bir liste çıktı. Faik Ökte’nin verdiği bilgilerden çalışma kamplarına 1400 gayrimüslim mükellefin yollandığını biliyoruz. Mükelleflerin önemli bir kısmının listesi böylece ilk kez ortaya çıkmış bulunuyor. Yakınları Aşkale, Erzurum ve Sivrihisar’a yollanmış insanlar için, bu listelerin kitabın sonunda verilmiş olmasının anlamlı olacağını düşünüyorum.* * *Bu kısa sunuş yazısını son günlerde Varlık Vergisi ile ilgili piyasaya çıkmış olan yeni bir kitaptan bahsederek bitirmek istiyorum. Varlık Vergisi uygulamasında yer almış yaşlı bir maliyeci, bu konuda yeni bir kitap yazdı.  Bir anlamda, benim ve bana yakın düşünenlerin görüş, tespit ve yaklaşımlarına itiraz amacıyla yazılmış bir kitaptı bu. Cahit Kayra ve onun arkasına saklananların kurmuş olduğu savunma hattını biraz basitleştirerek özetlersek, Cahit Bey’in itirazlarını şöyle sıralayabiliriz: “Devletin parası yoktu, imkanlarımız sınırlıydı ve savaş içindeydik. Ne yapsaydık yâni?” Burada Cahit Kayra’nın kitabının eleştirisine girişmeyi gereksiz buluyorum. Elinizdeki derleme, aslında bu türden “asmayalım da besleyelim mi?” demagojilerine bütünüyle karşı çıkan bir analitik yaklaşımın ürünüdür. Kitabın kendisi, zaten bu tür duygusal savunma reflekslerine gerekli cevabı vermektedir.Geçtiğimiz aylarda, Varlık Vergisi sırasında İstanbul Defterdarı olan merhum Faik Ökte’nin Varlık Vergisi Faciası başlıklı anılarını tekrar okudum. Kitapta, ilk okumalarımda farkına varamadığım ince bir ayrıntıyı keşfettim. Faik Ökte, Varlık Vergisi’ni uygulayan bazı maliyecilerin görevlerinden istifa ettiklerini anlatıyordu. Yine 1951 yılında kendi kitabı piyasaya çıktığında, kitaptan rahatsız olanlar Faik Ökte’ye “Bu vergiyi tatbik edenlerin başında sen de vardın, o zaman neden çekilmedin?” sorusunu sormuşlardı. “Vur fakat dinle” başlığı altında uzun bir cevap kaleme alan Faik Bey, o yazıda 1943 yılında istifa eden arkadaşlarını tekrar gündeme getirerek söyle bir özeleştiride bulunuyordu:“Kaziyenin [önerinin] doğru tarafı, daha başta bu işten çekilmem [istifa etmem] lâzım geldiğidir. Beni tenkit edenlerin [eleştirenlerin] bu hususta hakkı vardır. Amme hizmetinde [kamu hizmetinde] vazife alan gençlere, tecrübeli bir ağabeyleri sıfatıyle tavsiye ederim: Kariyer, istikbal, çoluk çocuk, yeniden kaldırıma düşmek endişesiyle inanmadıkları bir dâvâya sürüklenmesinler; kitabımda kendilerini bu badireden çekebilmek basiret ve imkânını bulan fanilere [insanlara] işaret ettim. Benim o zaman bu işten çekilmeyişimi bu arkadaşlar kadar olgunlaşmamış, kemâle ermemiş olduğumla izah etmekteyim.”Verginin tahsilatı sırasında mükelleflere yapılan zulüm, verginin ırkçı ve ayrımcı nitelikleri, o günlerde mesleğine ve kendine saygılı bazı maliyecileri görevlerinden istifaya zorlamıştı. Faik Ökte, kendi deyimi ile “olgunlaşmış ve kemâle ermiş” iki müfettişin hikayesini şöyle anlatmaktadır:“Şubelerde çalışan müfettişler arasında da daimi değişiklikler olmuştur. Mesela, Fatih Şubesinde çalışan İhsan Arat mükelleflerin ıstıraplarına, göz yaşlarına birkaç aydan fazla dayanamadı. Bu işten affedilmesini istedi... Bütün varlığı satılan mükelleflerin çalışma kampına gönderilmesine en evvel Müfettiş Ekrem Türkay itiraz etti. Dinlemediler. Türkay ayrıldı.”1943 yılında, Milli Şef İnönü Rejiminin en karanlık günlerinde, Varlık Vergisi mükelleflerine yapılan zulme şahit olan ve onların acısını içinde hisseden İhsan Arat (1899-1986) ve Ekrem Türkay (1910-1962), kendilerine saygının sonucu olarak hiç çekinmeden “istifa müessesesini” kullanmışlardır.Şimdi 2011 yılındayız. Artık Varlık Vergisi’nin nasıl bir felâket olduğu hakkında akademik çalışmalar yapılmış, romanlar yazılmış, hatta bir film çevrilmiş ve birçok televizyon kanalında tartışma programları düzenlenmiştir. Bütün bunlara rağmen, hâlâ bu ülkede birilerinin “bilirkişi” rolüne soyunarak yaklaşık 69 yıl sonra Varlık Vergisi rezaletini savunabilmeleri çok hazindir. Benim gibi “tarihle yüzleşmekten” yana olan insanların üzerine düşen görev, vicdan sahibi Maliye Müfettişleri olan merhum İhsan Arat ve Ekrem Türkay’ın hâtıraları önünde saygıyla eğilmekten ibarettir. Bu kitabı onlara ithaf ediyorum. Mekânları cennet olsun, nûr içinde yatsınlar. 

---------1940 nüfus sayımının sonuçlarına göre, Erzurum’un kent nüfusu 47,613 kişi, Aşkale ilçesinin merkez nüfusu 1,933 kişi ve Pırnakapan köyünün nüfusu ise sadece 554 kişidir. Bkz. Devlet İstatistik Enstitüsü, 20 İlkteşrin [Ekim] 1940, Genel Nüfus Sayımı. Ankara, 1941.  Tasvir-i Efkâr, 23 Mart 1943  Hacıdimitriadis’in Galata’daki dükkanı 504 lira muhammen bedel ile müzayedeye konulmuş ve satılmıştır. Satış ilanı 26 Temmuz 1943 tarihli Tasvir-i Efkâr gazetesinde yayınlanmıştır. Eminönü’ndeki dükkanı da 360 lira bedelle müzayedeye konulmuş ve mezat yolu ile satılmıştır. Satış ilanı 24 Haziran 1943 tarihli Tasvir-i Efkâr gazetesinde yayınlanmıştır. Kadıköy, Cafer Ağa Mahallesi, Hacı Sükrü Sokak’ta bulunan 18 - 20 numaralı ev ise, 4,440 lira muhammen bedel ile müzayedeye konulmuş ve satılmıştır. Satış ilanı 31 Temmuz 1943 tarihli Tasvir-i Efkâr gazetesinde yayınlanmıştır.  Yorgo Hacıdimitriadis’in günlüğü önce torunu Niki Stavridi tarafından Yunanca’ya çevrilmiştir. Kitap 2010 yılı Eylül ayında Atina’da ESTIA yayınevi tarafından yayımlandı. 

Bkz. Giorgos Hadzidimitriadis, İmerologio Exorias: Erzerum 1943 [Sürgün Günlüğü: Erzurum 1943]. 
Atina: Estia Yayınları, 2010.  Bkz. Ayhan Aktar, “Varlık Vergisi ve İstanbul,” Toplum ve Bilim. Sayı 71, Kış 1996. ss. 97-149  
Aşkale ile ilgili diğer bir yayın da 27 Ocak’da 1. Kafile ile Aşkale’ye yollanan Konstantin Kürkçüoğlu’nun 1943 yılının 
Ece ajandasına yazdığı notlardan oluşmaktadır. Kürkçüoğlu’nun günlüğü, Hacıdimitriadis’e göre çok sınırlı sayılabilecek 
bilgiler vermektedir, çünkü ajandanın yeri kısıtlıdır. Bkz. İrini Sarıoğlu (Yay. Haz.), Stin Exoria: Erzouroum - Askale 1943 
[Sürgünde: Erzurum-Aşkale 1943]. Atina, 2009.  Faik Ökte, “Vur fakat Dinle.” Son Posta, 26 Mayıs 1951  Cahit Kayra, Savaş, 
Türkiye, Varlık Vergisi. 

İstanbul: Tarihçi Kitabevi, 2011.  Faik Ökte, Son Posta, 26 Mayıs 1951  Faik Ökte, Varlık Vergisi Faciası, İstanbul: 
Nebioğlu Yayınevi, 1951. s. 147Kaynak: YORGO HACIDİMİTRİADİS’in AŞKALE - ERZURUM  GÜNLÜĞÜ, 1943 

http://www.yeniduzen.com/yorgo-hacidimitriadisin-askale-erzurum-gunlugu-1943-80688h.htm


***


6 Ocak 2019 Pazar

KENDİ TERÖRÜMÜZÜ BİTİRDİK MİKİ.. ? ARABIN GÜVENLİĞİNİ ÜSTLENDİK..!!!!

KENDİ TERÖRÜMÜZÜ BİTİRDİK ORTADOGUNUN.., ARABININ GÜVENLİĞİNİ Mİ ÜSTLENDİK..!!!!  


NELER OLUYOR BİZE..?

BENİM ASKERİMİN SURİYE DE İŞİ NE.? KENDİ ÜLKESİNİ SAVUNAMAYAN KAÇAN ARABI... BEN NİYE BESLİYORUM ÜLKEMDE ONCA İŞSİZ TÜRK GENCİ VARKEN..? HALA ABD' NİN MAŞASI YIZ..


< https://www.youtube.com/watch?v=y27JUKWkUNo >

TÜRK DIŞ POLİTİKASININ BÖLGESELLEŞMESİ

 TÜRK DIŞ POLİTİKASININ  BÖLGESELLEŞMESİ 





Özdem SANBERK 
E. Büyükelçi 
RAPOR NO: 21 
İSTANBUL 
2010 


TÜRK DIŞ POLİTİKASININ BÖLGESELLEŞMESİ 
Hazırlayan: 
E. Büyükelçi Özdem SANBERK 
RAPOR NO: 21 

SUNUŞ 

Türk tarihi incelendiğinde geçmişteki başarıların arkasında iyi yetişmiş bilge 
adamların bulunduğu görülmektedir. Ancak günümüzde olayların çok boyutlu olarak gelişmesi ve sorunların karmaşıklaşması, birkaç bilge kişinin veya aydının gelişmeleri zamanında ve doğru olarak algılamasını ve alternatif politikalar üretebilmesini zorlaştırmaktadır. Gelişmelerin yakından takip edilmesi, gelecekle ilgili gerçekçi öngörülerin yapılabilmesi ve doğru politikalar üretilebilmesi için farklı disiplinlere ve görüşlere sahip bilge adamlar ile genç ve dinamik araştırmacıların, esnek organizasyonlar içinde sinerji sağlayacak şekilde bir araya getirilmesi gerekmektedir. 

Dünya’daki ve yurt içindeki gelişmeleri takip ederek geleceğe yönelik öngörülerde bulunmak; Türkiye’nin ikili ve çok taraflı uluslararası ilişkilerine ve güvenlik stratejilerine, yurt içindeki siyasi, ekonomik, teknolojik, çevresel ve sosyo-kültürel problemlerine yönelik bilimsel araştırmalar yapmak; karar alıcılara milli menfaatler doğrultusunda gerçekçi, dinamik çözüm önerileri, karar seçenekleri ve politikalar sunmak maksadıyla Bilge Adamlar Stratejik 
Araştırmalar Merkezi (BİLGESAM) kurulmuştur. BİLGESAM’ın vizyonu, amacı, hedefleri, çalışma yöntemi, temel nitelikleri, teşkilatı ve yayınları http://www.bilgesam.org/tr web sitesinde sunulmaktadır. 

E. Büyükelçi Özdem SANBERK tarafından hazırlanan “Türk Dış Politikasının 
Bölgeselleşmesi” isimli rapor; Türkiye’nin son yıllarda izlediği Ortadoğu eksenli aktivist dış politika ve neticesindeki Türk dış politikasında Ortadoğu ekseninin ağırlık kazanmasının sebep ve sonuçları, Türkiye’nin iç ve dış politika dinamikleri açısından değerlendirilerek Türkiye’nin yeni dış politika vizyonunu değerlendirilmeye çalışılmıştır. 
Raporun Türkiye’nin önünü açarak gelişim sürecine katkı yapmasını diler, raporu hazırlayan E. Büyükelçi Özdem SANBERK’E teşekkür ederim. 

Dr. Atilla SANDIKLI 
BİLGESAM Bşk. 


 TÜRK DIŞ POLİTİKASININ BÖLGESELLEŞMESİ*
* Bu yazı 5 ve 6 Ocak 2010 tarihlerinde Radikal Gazetesi’nde yayınlanmıştır. 

Türkiye Avrupa Birliği'nden beklediği karşılığı görerek, katılım sürecine ve tam üyelik hedefine tekrar kilitlenebilirse, o zaman Türkiye'deki demokratik atılımlarla siyasi, sosyal ve ekonomik gelişmelerin yaratacağı dinamiklerin tüm Ortadoğu'da ve daha geniş bir alanda barış, istikrar, refahı ve demokratik atılımları tetikleyeceği açıktır. 

Eksen Tartışmalarının Altındaki Gerçekler 

Türk dış politikasında eksen tartışmaları 2009 yılının büyük bölümüne egemen oldu. Bu tartışmalar hala sürüyor. Muhakkak olan bir şey varsa son yıllarda ve özellikle 2009 yılında dış ilişkilerimizin uygulama alanı genişledi ve yönü en azından görünürde, büyük ölçüde bölgeselleşti. Önceliklerimizde Ortadoğu ağırlık kazandı. Değişen dünya koşulları bu gelişmede hiç şüphesiz önemli rol oynadı. Ama dış ilişkilerimizde görünürdeki bu değişikliğin ötesinde daha ciddi bir bu rota değişikliği var mı? Eğer varsa bu değişikliğin nedenleri ve yeni dönemin geride bıraktığımız yıllardan farkları nelerdir? 
Her şeyden önce unutulmaması gereken bir gerçek var: Dış politika, kendi içinde dondurulmuş, durağan bir politika olamaz. Kendini her gün yeniden yaratan bir dünyada yaşıyoruz. Dış ilişkilerini değişen koşullara uyarlayamayan ülkeler bunun bedelini öderler. Yalnız, ideolojik, dogmatik devletler ve dış dünyaya kapalı olan antidemokratik rejimler değişen dünya gündemini, güç dengelerini ve değişen dünya değerlerini umursamaz. 

İç Dinamikler 

Dış politika aynı zamanda bir ülkenin iç dinamiklerinin de bir sonucudur. 
Yine son yıllarda ve özellikle 2009’da iç siyaset sahnemizde dış ilişkilerimizi 
etkileyen değişiklikler oldu. 

Bunlardan Birincisi Ahmet Davutoğlu faktörüdür. Geçen mayıs ayında Dışişleri Bakanı olan Davutoğlu Türk dış politikasının yeniden ele alınmasını ve kavramsallaştırılması gerektiğine inanan bir akademisyen. Türkiye’nin dünya sahnesinde bir rol oynaması zamanın geldiğini düşünüyor. Davutoğlu’nun, göreve gelir gelmez bu düşüncesini süratle gerçekleştirmeye koyulduğunu görüyoruz. 

İkincisi, yedi yıldır iktidarda bulunan Adalet ve Kalkınma Partisi’nin kimliği ile ilgili. Ak Parti, Türkiye’nin Avrupa ve Atlantik toplumu içindeki yerinin önemini reddetmeyen, ama aynı zamanda gerek bölgemizde, gerek dünyada İslam dayanışmasına da önem veren bir kimliğe sahip yöneticilerden oluşuyor. Son yıllarda İsrail ile aramızda açılan mesafe, hükümetimizi oluşturan Adalet ve Kalkınma Partisi’nin bu özelliğini kanıtlamakta. Bu partinin bölgemize ve Müslüman ülkelere ilgisi sadece İslam dayanışmasıyla sınırlı değil. Erdoğan hükümeti bölgemizde ve Rusya, Kafkasya ve Orta Asya’yı da kapsayan daha 
geniş alanda ticaret ve ekonomik işbirliği ve enerji alanında mevcut olanakların ve potansiyelin bilincinde ve bu olanakların ve potansiyelin değerlendirilmesini hedeflemektedir. 

Üçüncü bir faktör, Ortadoğu’da Türkiye’nin kontrolü ve iradesi dışında meydana gelen gelişmeler. Irak’ın ve Afganistan’ın işgali, İsrail ve Filistin arasındaki ihtilafın ulaştığı boyutlar, İran’ın nükleer emellerini bunlar arasında sayabiliriz.

Türk Diplomasisinin bölgeye doğru yönelmesinde dördüncü önemli nokta, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne entegrasyon idealine Sarkozy ve Merckel gibi Avrupalı liderlerin verdiği cevaplar ve katılım sürecinde bilhassa Kıbrıs sorunun çözümü konusunda Türkiye’ye verilen sözlerin tutulmaması. AB destekli BM barış ve birleşme planını reddetmiş olan Kıbrıslı Rumların Avrupa Birliğine alınarak bizim üyeliğimizi veto etmelerine yeşil ışık yakılması ve buna karşılık bu planı kabul eden Kıbrıs Türklerinin yalnızlaştırılmasına devam edilmesi bu çerçevede yer alıyor. 

Nihayet son bir nokta da, Türkiye’nin halen iç politikada yaşamakta bulunduğu inanılmaz Siyasi, Ekonomik, Sosyolojik ve kültürel değişim ve dinamizm. Bize, siyasi kutuplaşma ve ciddi gerginlikler şeklinde yansıyan ve içinde radikalleşme ve demokratikleşme tohumlarını aynı zamanda barındıran bu dinamizmin muhtevası, niteliği ve kapsamı Avrupalı ve Amerikalı müttefiklerimizce anlaşılamıyor. Burada yaşayan bu ülkenin insanları olarak bizim tarafımızdan da tam anlamıyla anlaşıldığı söylenemez. Bu dinamiklerin hangi yöne doğru 
evrileceği, yani daha fazla demokratikleşmeye mi, yoksa radikalleşmeye doğru mu gelişeceği sorusu zihinleri meşgul etmekte. 

Sabit Parametreler 

Evet, saydığımız bu faktörler Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra çok boyutlu bir karakter taşıyan dış ilişkilerimizin önceliklerinde ve yönünde, gerçek hayatta ister istemez değişikliklere sebep olurken, bu değişikliklerin, dış politikamızın 87 yıldır aynı kalan bazı temel ilkeler içerisinde kaldığını gözden kaçırmayalım. Türk dış politikası geçmişte de zaman zaman bölgesel ilişkilere öncelik vermiştir. O zaman da bu temel ilkelerinden vazgeçmedi. 
Türkiye, dün olduğu gibi bu gün de, aynı ilkeler çerçevesinde, etrafını çevreleyen ülkelerin toprak bütünlüğünün korunmasına ve ekonomik refahlarının arttırılmasına katkı yapmaya çalışmakta ve bu politikaları izlerken, kendi güvenliğini ve ekonomik gelişmesini teminat altına aldığının bilinci içinde hareket etmeye devam etmekte.

Ortadoğu Politikamız, 

Türkiye 2009 yılında Ortadoğu’da, kısmen yukarıda belirttiğimiz nedenlerle daha etkili bir rol oynamaya başladı. Türkiye’nin bölgedeki politikasının, devlet dışı aktörler dâhil, bütün aktörlerle temas ve diyalog kurulması, Filistin ve İran dahil, bölgede yapılan tüm seçim sonuçlarının tanınması, bölge ülkeleri arasında ekonomik ve kültürel temasların sıkılaştırılması, bu temaslardan azami yarar sağlanması için bölge içi ve bölge dışı tüm uluslararası örgütlerle işbirliğinin artırılması gibi bazı rehber ilkeler çerçevesinde uygulanmakta olduğunu görmekteyiz. Bir ölçüye kadar Batı Balkanlar dâhil, eski Osmanlı coğrafyasına ve doğusundaki Kafkasya ve Hazar alanına ve kuzeyindeki komşu Karadeniz  Bölgesi’ne de teşmil edilebilecek olan bu ilkeler türünde başka rehber ilkelerin Batı Avrupa ve Amerika ile ilişkilerde var olmadığını görmekteyiz. 

Osmanlı Coğrafyası 

Bu gözlem de Türk dış politikasında Osmanlı coğrafyasına verilen önceliği net bir şekilde ortaya koyuyor. Tabii Avrupa ile ilişkilerinde karşılaştığı zorluklar bağlamı içinde düşünüldüğünde, Türkiye’nin eski Osmanlı topraklarında haiz olduğu tarihi, insani, kültürel ve dil bağları dolayısıyla sahip bulunduğu mukayeseli avantajları kullanmak istemesinin, ideolojik veya nostaljik yanından ziyade, rasyonel ve pragmatik gerekçelerle izah edilmesi doğal olacaktır. Ayrıca, bu tarihi ve kültürel unsurlar bir tarafa bırakılsa bile, Ortadoğu, Türkiye’nin güvenliği bakımından barındırdığı tehditler ve aynı zamanda, enerji ihtiyaçları ve ekonomik kalkınması için yarattığı olanaklar ve haiz olduğu potansiyel, Türk diplomasisinin bu günkü koşullar altında bu bölgeyi en öncelikli eylem alanı olarak görmesi için yeterli sebepleri oluşturur. 

Barış Havzaları 

Bölgeselleşen Türk dış politikasının bir diğer özelliği de, Türkiye’nin, yukarıda 
belirttiğimiz gibi, büyük istikrarsızlık ve güvensizliklerle dolu kendi bölgesinde, mümkün olan yerlerde barış havzaları yaratma yolundaki çabalarıdır. Dışişleri Bakanı Davutoğlu tarafından komşularla sıfır sorun politikası şeklinde kavramsallaştırılan bu ilke, tabii Türk dış politikasının yeni bir parametresi değil. Ancak Erdoğan hükümetlerinin son yedi yıldan bu yana bu ilkeyi, yeni girişimlerle zenginleştirerek, etkin bir şekilde uyulamaya koyduğu da bir 
vakıa. Bu etkiliğin son örneklerini, Ermenistan’la akdedilen protokoller, Suriye ve Irak’la ve (Libya ile) vizelerin kaldırılması ve bu ülkelerle oluşturan ortak Bakanlar Konseyleri gibi somut gelişmelerle görüyoruz. Tabii Türkiye’nin bölgede istikrar sağlayıcı ve düzen kurucu girişimleri aslında Batılı müttefiklerinin de çıkarına. Unutulmaması gerekir ki Avrupa ve Atlantik toplumunun ile Ortadoğu’nun mukadderatları birbirine çok sıkı şekilde irtibatlıdır. 
Ne var ki Fransa ve bir ölçüde Almanya gibi bazı Avrupa ülkeleri, ülkemizin bölgede kazandığı bu diplomatik etkinliği, Avrupa Birliği’nin bölgedeki ortak çıkarları açısından değil, 19. yüzyıl güç dengeleri ve rekabet yaklaşımları açısından görmeleri ve bizimle istişare etmekten dahi kaçınmaları, hatta katılım Sürecimizde enerji başlığını açamamaları talihsizlik. 

Nitekim üçüncü bir özellik de, bu bölgeselleşme nin AB ile ortak çıkarlarımızın örtüştüğü enerji boyutunu ve ekonomik işbirliği potansiyelini oluşturuyor. Erdoğan Hükümetleri, bölgeyle ve komşu ülkelerde Özal döneminden itibaren başlayan ekonomik, ticaret, enerji ve yatırım ilişkilerini geliştirme politikasını sürdürmekte ve dış ilişkilerin ekonomi boyutunu, enerji boyutunu dış siyasetimizin birer eylem araçları haline getirme stratejisini, komşularımızla mübadelelerin dış ticaretimizdeki payını büyük oranlarda arttırarak 
uygulamakta. 

 Bölgeselleşme nin Bedeli 

Türk diplomasisinin bölgedeki görünürlüğünün artmasının ve izlediği bağımsız çizginin Amerika ve Avrupalı müttefiklerimizin siyasetleriyle yer yer tam bir uyum içinde olmadığı açıktır. Ama Amerika ve Avrupa Birliği’nin Ortadoğu siyasetlerinin birbirinin aynı olmadığı da malumdur. Türkiye’nin burada Batılı müttefiklerinden ve bilhassa Amerika’dan özerk hareket etmesi kendini en ziyade İran ve İsrail - Filistin meselesinde ortaya çıkan görüş ayrılıklarında gösteriyor. 

İran ile iyi ilişkiler öteden beri Türk dış politikasının ve güvenlik politikasının 
değişmeyen temel taşlarından biri. Bu ülke ile rejim farkımız ve zaman zaman doğan rekabet, görüş ayrılıkları ve hatta gerginliklerin aramızda yüz yıllardır süren barış havasını hiç bir zaman ciddi şekilde etkilemediği bilinen bir gerçek. Öte yandan iki ülke son yıllarda enerji konusunda işbirliği yapmakta ve zaman zaman da etnik terör hareketlerine karşı güvenlik konusunda benzer görüşleri paylaşmaktalar. 

Bölgeselleşme Kalıcı Olabilir 

Türkiye'nin Batı seçeneği kapanacak olursa, o zaman Türk diplomasisindeki 
bölgeselleşme nin kalıcı bir dönüşüm eğilimi içine girmesi ciddi bir olasılıktır. 
Bu takdirde orta ve uzun vadede, Ortadoğu ve İslam dünyasındaki dayanışma arayışlarının, ağır basacağına muhakkak nazarıyla bakılabilir. 

Eksen tartışmalarının altındaki gerçekler (2) İran’ın nükleer güç olma emellerinin Türkiye’nin çıkarına olmadığı da hiç şüphesiz ayrı bir gerçek. Türkiye bu Doğu komşusunu bu emellerinden vazgeçirmek amacıyla kendi ikna kanallarını devreye sokuyor. Uluslararası Enerji Ajansına da yarımcı olmak istiyor. Ama BMGK tarafından yaptırım uygulanmasına karşı. Yaptırım ve yalnızlaştırma politikalarının sonuç veren politikalar olmadığı görüşü Türk 
diplomasisine hâkim olan bir görüş. Bu politikaların Irak’ta ve Kıbrıs’ta sebep olduğu sonuçlar ortada iken Türk kamuoyunun BMGK tarafından İran’a yaptırım uygulanmasına destek vermesi mümkün görülmüyor. Kaldı ki İran’ın muhtemel yaptırımları ihlal etmesi halinde uluslararası toplumca atılacak adımın ne olacağı da açık değil. Askeri seçeneğin yaratacağı sonuçların tarif edilemez felaketler ve ıstıraplara yol açacağını herkes biliyor. Bu nedenle Türkiye İran’la diyalogunu sürdürerek bu anlaşmazlığın burada, yerinde yani bölge içinde çözülmesine çalışıyor. Ne var ki İran’ın oyalama siyaseti sorunun BMGK gündemine 
gelmesini kaçınılmaz kılabilecek. O zaman Türkiye’nin bugünkü tutumu ile kendini radikal ülkeler grubu içinde bulması da kaçınılmaz olacak. 

Türkiye’de İran’a yaptırım uygulanmasının sakıncaları konusunda muhalefet partilerinin ne düşündüğü halen açıkça belli değilse de, Türk halkı ve kamuoyunun, büyük bir çoğunlukla, buna karşı olduğu kesin. Bu durumda İran meselesi, doğal olarak Amerika, İsrail ve bir kısım Avrupa ülkeleri ile aramızda oldukça ciddi görüş ayrılığı yaratan bir konu haline gelmekte. 

Hamas, 

Ortadoğu’da, Amerika ve İsrail ile aramızda yaşanan bir diğer görüş ayrılığı ise 
Türkiye’nin Hamas ile kurduğu ilişki. Türkiye’nin bu bölgede Filistin meselesinde devlet dışı bir aktör olan bu örgüt ile uluslararası toplum arasında bir nevi muhatap rolü üstlenmek istediği anlaşılıyor. Ancak böyle bir girişimden hem İsrail ve Amerika’nın, hem de Ortadoğu’daki öteki bir kısım Arap rejimlerinin rahatsız olmaya devam ettiklerini görmek zor değil. Tabii bu rolün bölgede barış şansını arttırması halinde, Türkiye’nin tüm tarafların takdirine mahzar olacağına şüphe yok. Hamas ile temas konusu son zamanlarda Avrupa Birliği’nce üzerinde ciddi şekilde durulan bir konu. Bu durum ise, bu örgütle ilk temas eden ülke olan Türkiye’nin politikasının isabetini kanıtlıyor. 

Amerika İle İlişkiler 

Türkiye’nin Ortadoğu ile ilişkileri, Amerika ilişkilerinde her zaman önemli bir yer tutar. Geçmişte Türkiye ile Amerika arasındaki münasebetler, Türkiye’nin Ortadoğu’da pek fazla aktif olmayan ve daha ziyade tarafsız bir çizgi izlemesi siyasetine dayalı ve İsrail ile de iyi ilişkiler ve hatta fiili bir ittifak temelinde sürdürülmekteydi. Bu kere bu durumun tamamen değişmiş olduğunu görüyoruz. 
Başkan Obama’nın ilk ziyaretini Türkiye’ye yapması, 1 Mart tezkeresi krizinden sonra bu ülke ile aramızda patlak veren krizin etkilerinin en azından Hükümetler düzeyinde tamamen silindiğini göstermekte. Taraflar bu krizin etkilerini zaten daha Bush döneminde de, PKK’ya karşı anlık ortak istihbarat paylaşımı gibi işbirliği önlemleriyle geniş ölçüde bertaraf etme iradesini ortaya koymuşlardı. Bu gün akla gelen soru, Türkiye Ortadoğu’da Amerika’dan bağımsız bir aktör olarak, İsrail ile münasebetleri düşük seviyede tutarken, İran ile ilişkilerinin düzeyini yükseltmek gibi farklı politikalar izlemeye devam ettikçe, iki ülke arasında şimdi yeniden başlayan bu karşılıklı güvenin sürdürülebilir olup olmayacağıdır. 

Çıkar ve Sorun Alanları 

Başbakan Erdoğan’ın son Vaşington ziyareti bu farklılıklara ve Türkiye’nin Orta 
Doğu’daki yeni bağımsız politikalarına rağmen, karşılıklı güvenin devam edeceğini gösteren önemli bir işaret oluşturuyor. Zira Türkiye ile Amerika arasında mevcut konular sırf İran’la ve Filistin meselesi ile sınırlı değil. Her şeyden önce Türkiye ve Amerika NATO üyesi içinde çok önemli müttefikler. Başta Afganistan olmak üzere iki ülke, geleceğe dönük bir bakışla bölgede beraber çalışmanın ortak çıkarlarına hizmet edeceği inancını taşıyorlar. Bazı 
konulardaki görüş ayrılıklarının yanı sıra Irak, Kafkasya, enerji işbirliği gibi başka birçok alanda ise görüş birliği içinde olduklarının bilinci içindeler. 

Etnik Lobiler 

Bununla birlikte Amerika’da, Vaşington’un Ankara ile münasebetlerinin bozulmasını isteyen etkili muhalif siyasi çevrelerin ve güçlü etnik lobilerin varlığı da bir gerçek. Türk Amerikan münasebetlerinde 2010 yılının Vasington’da Türkiye karşıtı bu çevreler ve lobilerle Obama Yönetimi arasında aynen geçen yıl ve yıllarda olduğu gibi bir güç mücadelesi şeklinde geçeceğini tahmin etmek zor değil. Türkiye’nin kendi bölgesinde izleyeceği politikalarda göstereceği basiret ve başarılar Vaşington’daki bu güç mücadelesinin sonucunun tayininde de 
etkili olacak. 

Dünya Gücü mü? 

Nihayet 2009 yılı Türk dış politikasının BMGK geçici üyeliğine ve G20’ler arasında yer aldığı, aynı zamanda Afrika, Güney Amerika ve Okyanusya’ya açılışına başladığı bir yıl oldu. 
Ülkemizin bir dünya gücü olması kuşkusuz hepimizin arzusudur. Ne var ki, Türkiye henüz ne Amerika ne Çin, ne de Hindistan. Sınırlı kaynaklarının rasyonel tahsisi ilkesi, dış politika da geçerli bir ilkedir. Önceliklerini iyi saptaması ve önceliklerine odaklanması muhakkak ki akılcı bir davranış tarzı olur. 

 Sonuç 

Her ne kadar bir yandan Ortadoğu’da ve bölgemizdeki olaylar ve gelişmeler ve öte yandan Ak Parti hükümetlerinin izlediği politikalar Türkiye’nin Ortadoğu ve İslam Dünyası’ndaki profilini yükseltmiş ise de, Türkiye’nin uzun vadeli ekonomik ve stratejik çıkarları, Türkiye ve Avrupa/Atlantik dünyasını daha uzun yıllar karşılıklı dayanışma içinde aynı ittifak çerçevesinde bir arada tutmaya devam edecektir. 

Bununla birlikte eğer Türkiye’nin Batı seçeneği şu veya bu sebeple kapanacak olursa, o zaman Türk diplomasisindeki bölgeselleşme nin kalıcı bir dönüşüm eğilimi içine girmesi ciddi bir olasılıktır. Bu takdirde orta ve uzun vadede, Ortadoğu ve İslam dünyasındaki dayanışma arayışlarının, Avrupa tarafından dengelenmeyen çekici gücünün ağır basacağına muhakkak nazarıyla bakılabilir. Bu durum dış ilişkilerimizdeki bölgeselleşme nin dış politikamızda radikalleşmeyi tetiklemesi şaşırtıcı olmaz. İç politika ve dış politika dinamikleri birbirini etkiler. Dış politikada radikalleşme, içerde radikalleşme riskini beraberinde getirir. Böyle bir gelişmenin ilk zayiatının Türkiye’de çağcıl demokrasi hedefine yönelik reform çabaları olacağına şüphe yoktur. Bu zayiattan bölgedeki demokratik eğilimler de payını alır. 
Buna mukabil eğer Türkiye Avrupa Birliği’nden beklediği karşılığı görerek, katılım sürecine ve tam üyelik hedefine tekrar kilitlenebilirse, o zaman Türkiye’deki demokratik atılımlarla siyasi, sosyal ve ekonomik gelişmelerin yaratacağı dinamiklerin tüm Ortadoğu’da ve daha geniş bir alanda barış, istikrar, refahı ve demokratik atılımları tetikleyeceği açıktır. 
2010 yılı sarkacın hangi tarafa doğru evrilme göstereceğinin muhtemelen ilk işaretlerini verecektir. 

 E. Büyükelçi Özdem SANBERK 

Dışişleri Bakanlığı Eski Müsteşarı E. Büyükelçi Galatasaray Lisesi ve İstanbul Hukuk Fakültesi mezunu olan Özdem Sanberk, Dışişleri Bakanlığı memuru olarak Madrid, Amman, Bonn ve Paris Büyükelçiliklerinde ve OECD ve UNESCO Daimi Temsilciliklerinde çeşitli derecelerde görevde bulunduktan sonra, 1985–1987 yılları arasında zamanın Başbakanı Turgut Özal’ın dış politika danışmanlığını yapmıştır. 

Sanberk 1987–1991 yılları arasında Avrupa Topluluğu nezdinde Büyükelçi Daimi 
Temsilci, 1991–1995 yılları arasında Dışişleri Müsteşarı ve 1995–2000 yılları arasında da Londra Büyükelçisi olarak görev yapmıştır. 

2000 yılında emekliye ayrılan Sanberk, 2003 Eylül ayına kadar Türkiye Ekonomik Sosyal Etütler Vakfı (TESEV) Direktörlüğü görevinde bulunmuştur. Halen BILGESAM, GPOT ve GIF gibi çeşitli düşünce kuruluşlarında çalışmalar yapmakta, yazılı, sözlü ve görsel yayın organlarında makaleleri ve görüşleri yayınlanmaktadır. Özdem Sanberk Sumru Sanberk ile evli olup Nazlı Sanberk Altılar’ın babası ve Umut Altılar’ın dedesidir. 


***

5 Ocak 2019 Cumartesi

TÜRKİYE'DE ÇOK PARTİLÎ SİYASİ HAYATIN KURULMASINDA BİR DÖNÜM NOKTASI: BÖLÜM 3

TÜRKİYE'DE ÇOK PARTİLÎ SİYASİ HAYATIN KURULMASINDA BİR DÖNÜM NOKTASI: BÖLÜM 3



NETİCE

Nitekim, 13 Kasım 4 Aralık tarihleri arasında toplanan CHP'nin yedinci kurultayında daha ileri adımlann atılması yolun dönülmez bir şekilde
tutulduğunu göstermekteydi. Kongrede kabul edilen yeni tüzüğü ile "demokratikleşen", yeni programı ile "demokratlaşan"54 CHP'nin bundan
sonra yaptığı anayasal ve hukuki düzenlemelerin Türkiye'yi getirdiği nokta, halkoyu ile iktidann el değiştirmesi yani demokrasinin fiilen uygulanması
olmuştur. Gerek gelenekselleşmiş bir iktidar anlayışından kaynaklanan parti içi sıkıntılar, gerekse muhalefet partisinin kontrolsüz eleştirileri, dünyada cereyan eden politik şartlar gereği ülke, millet ve rejim için doğru olduğuna inanılan yolda yürümekten İnönü'yü geri çevirememiştir.
Cumhurbaşkanı hayat ve siyaset tecrübesiyle Türkiye'de demokrasinin yerleşmesinin zorluklannı ve mevcut ortamın getirdiği güçlükleri
şahsında yaşamış bir devlet adamı kimliğiyle hal çaresini göstermiştir.

Beyannameyi neşrettikten sonra, etkinliğini devamlı kılan süreci yönetmesi samimiyetinin delilidir. Yine onun deyimi ile bu işin şerefi Halk Partisine, daha doğru bir ifade ile kendisine ve ona destek olanlara aitti.

Kabine İstiyorum.. Biraz bekleyin, beyefendi soğuk duş yaptıktan sonra çıkacaklar, siz girersiniz.



D. P. Plâjcı  
Ek: 1- AKBABA, Sayı 156, Yıl 25, 19 Mart 1947.


DİPNOTLAR;

1. İsmet İnönü'nün 1 Kasım 1945 yılında Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin açılışında yaptığı konuşma, inönü'nün Söylev ve Demeçleri, Ankara 1946, s.400.
2. Aynı konuşma, a.g.e., s. 401.
3. Gös. yer. Cumhurbaşkanının 1945 Temmuzu'nda kurulan Milli Kalkınma Partisi'ni yok sayması dikkate değer.
   
 TÜRKIYE'DE ÇOK PARTİLİ SİYASİ HAYATIN KURULMASINDA BIR  İLK ... 143
4. Demokrat Partinin ilk günlerindeki propagandaların yarattığı sıkıntılar karşısında partinin durumunu Bayar şu sözlerle tarif etmektedir: 
"İki jandarma eri gönderebilirler ve partiyi kapatabilirlerdi ve memlekette hiçbir şey olmazdı. Fakat ben İsmet İnönü'nün bunu arzulamadığından 
emindim". Metin Toker,  Demokrasimizin İsmet Paşa'lı Yılları 1944-1973, Tek Partiden Çok Partiye 1944-1950, Ankara 1990, s. 91.
5. Parti içindeki muhaliflerin çok kullandığı bu tez her iki tarafın da işini zorlaştırmış, neticede 1948 yılı ortalarında Millet Partisi halinde yeni bir 
muhalefet partisi olarak ortaya çıkmıştır. Muvazaa söylentileri dönemin Mizah Dergilerine de yansımıştır. İki örnek için eklere bakınız.
6. Gerçekten de başta Nihat Erim olmak üzere iktidar partisinin ileri gelenleri Demokrat Partinin propagandalarını zararlı bulmakta, daha önceki dönemlerde gündeme getirilen anarşi endişesini seslendirmeye başlamışlardı. Şikayetlere mukabil İnönü'nün yapılanın bir tecrübe olduğu ve olmazsa vazgeçileceği yolundaki sözleri için bkz. Toker, aynı eser, s.91
7. Tank Zafer Tunaya, Türkiye'de Siyasi Partiler (1859 - 1952), istanbul 1952, s. 688.
8. inönü'nün şahsi evrakını inceleyen Toker, inönü'nün parti liderleri ile doğrudan görüşmeleri yanında bilhassa muhalefet partisi lideri Bayar'ın 
gelişmeler karşısındaki tavırlannı öğrenmek için aracılar kullandığını yazmaktadır. Ancak Bayar'ın da inönü'ye ılımlı ve olumlu mesajlar vererek 
sürecin partisinin yaranna devamını sağlamaya çalıştığı anlaşılmaktadır, Toker, age., s. 183.
9  Tunaya, Siyasi Partiler, s. 688; İktidar ve muhalefetin karşılıklı suçlamalarıyla ortamın iyice birbirine girdiğine işaret ettiği "Nutuk Düellosu" 
    başlıklı yazısında Hüseyin Cahit Yalçın, "o kanaatteyim ki, liderler eski münakaşalar yerine susmayı bükere göze alsalar anlaşmaya götüren yolun 
    yarısını katetmiş olduğumuzu göreceğiz ve hep rahat bir nefes alacağız. Onun için sırf bir memleket evladı gibi düşünerek diyorum ki: 
    Ben ilk susan liderin partisinden olacağım" sözleri ile tepkisini dile getiriyordu.Tanin, 12 Temmuz 1947.
10. Tunaya, gös. yer.
11. Tunaya, Siyasi Partiler, s. 689.
12. Aynı eser.
13. Bundan önceki iki denemede de yeni parti kurucularının ülke çapında teşkilatlanırken kadrolarını oluştururken yeterli hassasiyeti göstermediklerini, 
     bunun kurulmaya çalışılan çok partili siyasi ortamı başarısızlığa iten en önemli sebeplerden biri olduğunu bilen İnönü, yöneticilerin sorumluluğunu 
     hatırlatmaktaydı. Önceki tecrübelerin yürütücülerinin bu husustaki ihmalleri ve sebepleri hakkındaki değerlendirmeler için bkz. Hasan Rıza Soyak, 
     Atatürk'ten Hatıralar, I-II, istanbul 1973.
14. Tunaya, Siyasi Partiler, s. 689.
15. Memleketin emniyeti konusu kanımızca, hem iç hem de dış politik duruma işaret etmektedir. Zira daha önceki parti denemelerinde halkın hemen 
      her bakımdan iki parçaya ayrıldığı, kahvehaneleri ve hatta camilerini ayırdığı, particiliğin ayrımcılık manasına alındığı bir ortam yaşanmıştı ki, 
      denemelerin başarısızlığının altmda yatan en önemli sebeplerin başında gelmekteydi. Diğer taraftan çok partili siyasi hayatın başlamasında
      amil olan dış politik gelişmeler de ülkenin toprak bütünlüğünü tehdit eder boyutta olduğundan Cumhurbaşkanının bir cümlede her iki duruma 
      da işaret ettiğini düşünmek yanlış olmaz.
16. Tunaya, Siyasi Partiler, gös. yer.
17. İnönü'nün yazdığı resmi konuşmalarına son şekli vermeden önce çok sayıda kopya çıkarttırarak yakın arkadaşlarına gönderip düşüncelerini 
     almak alışkanlığında olduğu hakkında bkz. Hilmi Uran, Hatıralarım, Ankara 1959, s. 474;. Uran, İnönü'nün çalışma arkadaşlarının düşüncelerini 
     her zaman dikkate aldığını ve gerekli düzeltmeleri yapmaktan çekinmediğini belirtmektedir. Metin Toker de, 3 Temmuz günü Nihat Erim'e 
     dikte ettirdiği 10 sayfalık metni Meclis Başkanı, Başbakan, Şemsettin Günaltay, Hüseyin Cahit Yalçın ve Falih Rıfkı Atay'a gönderdiğini, 
     daha sonra Genel başkan vekili Şükrü Saraçoğlu, Hilmi Uran ve Celal Bayar'a da birer suret verildiğini belirtmektedir. 
     Bu metinde İnönü'nün yapılacak ilk kongrede Cumhuriyet Halk Partisinin başından fiilen ayrılmak kararım uygulamaya koyacağı söz konusu
     edilmekteydi. Cumhurbaşkanı böylelikle partiler arasında hakemlik görevini daha iyi yapabileceğini düşünüyordu. Ancak Nihat Erim ve 
     Hüseyin Cahit Yalçın'nın desteğine karşın başbakan Peker, Hilmi Uran ve Kazım Karabekir'in bu fikre şiddetle muhalefet etlikleri biliniyor. 
     İnönü'nün değerlendirmeleri aldıktan sonra metni altı sayfaya indirdiği, dolayısıyla bu ilk nüshanın yayınlanandan oldukça farklı olduğunu
     hakkında bkz. Toker, Tek Partiden Çok Partiye, s. 184.    
18. Uran, Hatıralarım, s. 475, Toker, age, s. 185.
19. Uran, gös. yer. Cumhurbaşkanın aynı zamanda parti başkanı olmamaları gerektiği hususu muhalefet partilerinin daima ısrarla savundukları bir konudur. 
      Bu hususta geniş bilgi için bkz. Ali Arslan, '' Türkiye'de Cumhurbaşkanlığı İle Siyasi Parti Üyeliğinin Birbirinden Ayrılması Süreci (1923-1961) " 
      Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, Sayı 34, Ankara 1996, s. 223-234.
20. "Parti Genel Başkanı Cumhurbaşkanı seçildiği takdirde bu vazife üzerinde bulunduğu müddetçe Genel başkanlığın bütün yetki ve sorumlulukları 
      Genel Başkan Vekiline ait olacaktır" şeklindeki düzenleme için bkz., Tunaya, Siyasi Partiler, s. 576; Uran, age, s. 475; Hikmet Bilâ, CHP 1919-1999, 
      istanbul 1999, s. 126-127.
21. Hilmi Uran, Peker'in sert tavırlarını daima şikayet mevzuu yapan muhalefet partisinin bundan memnun olmasını beklerken Bayar'm "adet yerini bulsun 
     diye yapılmış bir şeydir" diyerek yapılan yeniliği hafife almasından dolayı hayal kırıklığı yaşadıklarını anlatmaktadır. Üran, Hatıralarım, s. 478.
22. Uraıı, Hatıralarım, s. 479.
23. Hilmi Uran, Hatıralarım, s. 480.
24. Nihat Erim, "Cumhurbaşkanı'nm Beyannamesi", Ulus, 12 Temmuz 1947.
25. Fuat Köprülü, "Son Tebliğin Büyük Manası", Kuvvet, 12 Temmuz 1947,
26. Köprülü, aynı makale.
27. Asım Us, "Cumhurbaşkanımızın Parti Münasebetleri Hakkındaki Karan", 13 Temmuz 1947.
28. Us, aynı makale.
29. Etem izzet Benice, "inönü'nün Beyannamesinden Sonra Son Durum", Son Telgraf, 13 Temmuz 1947, sayı 3804.
30. Benice, "inönü'nün Tebliğinden Sonra Demokrat Parti'ye Düşen Hizmet ve Mesuliyet Payı", Son Telgraf, 15 Temmuz 1947, sayı 3806.
31. A. E. Yalman, 'Tebliğden Çıkan Mânâlar", Vatan 13 Temmuz 1947, sayı 2202.
32. Vatan, gösterilen yer.
33. Vatan 15 Temmuz 1947, sayı 2204.
34. A. Emin Yalman, "Önümüzdeki Güzel Ufuklar", 12 Ağustos 1947, sayı 2232.
35. Vatan 25 Ağustos 1947, sayı 2243.
36. Akşam, 13 Temmuz 1947, sayı 10324.
37. Yalman, "Milli Hakimiyet Bloku", 8 Eylül 1947, sayı 2257.
38. Ulus, 19 Eylül 1947.
39. inönü'nün çok partili hayatı ülkenin iç ve dış gelişiminin şartı olarak göstermesi olayın kendi şartlarımız kadar dış politikadaki gelişmelerin yönlendirdiği 
     bir süreç olduğunu düşündürmektedir, inönü'nün nutku için bkz. Vatan 2 Kasım 1947, sayı, 2309.
40. Nihat Erim, "Demokrat Parti'nin Son Tebliği", Ulus, 26 Temmuz 1947.
41. "Hakikatleri Açık Lisan ile Konuşalım, A. Emin Yalman,Vatan 16 Temmuz 1948, s.2566.
42. Feroz ve Bedia Turgay Ahmad, Türkiye'de Çok Partili Politikanın Açıklamalı Kronolojisi 1945-1971, Ankara 1976, s. 34; Çok partili siyasi hayat 
     denemesinin dış politika gereği olduğu yolundaki kanaatlerin o günlerde yurt dışında da oldukça yaygm olduğu hakkında bkz. Yakup Kadri Karaosmanoğlu, 
     Politikada 45 Yıl, İstanbul 1984, s. 190-191.
43. Toker, Tek Partiden Çok Partiye, s. 187. inönü, 12 Temmuz günü kabul ettiği Dışişleri Bakanı Hasan Saka'ya "Yüzlerce yıllık hanedan, sandıktan 
      çıkan oylann neticesine boyun eğiyor, vapura binip memleketi terk ediyor. Bizde hala sandık oyunuyla iktidarda kalacağız düşüncesinde olanların 
      aklına şaşarım" demektedir.
44. Toker, a.g.e., s. 195.
45. Celal Bayar, Başvekilim Adnan Menderes, (Derleyen ismet Bozdağ), istanbul 1986, s. 85-86; Mahmut Goloğlu, Demokrasiye Geçiş 1946-1950, 
      istanbul 1982, s. 168-169.
46. Uran, Hatıralarım, s. 476.
47. F. Giritlioğlu, Türk Siyasi Tarihinde Cumhuriyet Halk Partisin'nin Mevkii, Ankara 1965, s. 203-204
48. Partiler içi çekişmeler hakkında geniş bilgi için bkz. Cihat Baban, Politika Galerisi, İstanbul 1970.
49. Feroz ve Bedia Turgay Ahmad, Türkiye'de Çok Partili Politikanın Açıklamalı Kronolojisi 1945-1971, Ankara 1976, s. 37; 
     Falih Rıfkı Atay ise İsmet inönü'yü "demokrasiyi Atatürk devrimlerinin tavizleri üzerine kurmak gafleti" ile suçlarken Ulus
     Gazetesinden ayrılmasını, "Hasan Saka ve Şemseddin Günaltay'm aralıksız Atatürk devrimlerinden taviz vermelerine katlanamayarak 
     Ulus gazetesinde CHP'yi savunmamak kararını vermesi" olarak izah etmektedir. Geniş bilgi için bkz. Falih Rıfkı Atay, Bayrak, istanbul 1980, s. 170-171.
50. Beyanname sonrası gelişmeleri Cumhuriyet Halk Partisi açısından değerlendiren yaklaşımları için bkz. Asım Us, 1930-1950 Haura Notlan, 
      istanbul 1966, s. 718- 722.
51. Us, a.g.e., s. 718- 719; Cumhurbaşkanı ve yakın çevresi tarafından tenkit edilen başbakan Peker'in parti grubunda çoğunluk sağlayarak gerekirse 
      Cumhurbaşkanına karşı bir çıkışa geçmek hazırlıklan hakkında ayrıca bkz. Toker, Tek Partiden Çok Partiye, s. 197-198.
52. Bu yoldaki iddia ve kaynaklan için bkz. Rıfkı Salim Burçak, Türkiye'de Demokrasiye Geçiş 1945-1950, Ankara 1979, s. 129-131.
53. Cem Eroğul, Demokrat Parti, Tarihi ve ideolojisi, Ankara 1998, s. 62-63.
54. Hikmet Bilâ, CHP, s. 128.


***

TÜRKİYE'DE ÇOK PARTİLÎ SİYASİ HAYATIN KURULMASINDA BİR DÖNÜM NOKTASI: BÖLÜM 2

TÜRKİYE'DE ÇOK PARTİLÎ SİYASİ HAYATIN KURULMASINDA BİR DÖNÜM NOKTASI: BÖLÜM 2





12 TEMMUZ BEYANNAMESİNİN BASINDAKİ YANKILARI

Beyanname başlangıçta her iki kesimden de olumlu tepkiler almıştır. Halk Partisinin yayın organı Ulus, "İnönü'den yalnız şu parti veya bu grup değil, bütün rejim faydalanmalı, partiler liderleri başlan dara geldiği anda onun masası başında toplanmalıdırlar" demekteydi. Ulus'un başyazarlanndan Nihat Erim, değerlendirmesinde iki tarafın birbirleri hakkındaki görüşlerini özetledikten sonra, "Peker'in yurdu içinden sarsmadan çok partili hayatı faziletli neticelere götüren yollarda muhaliflerle birleşmeye kani olduğunu bildirmesi ile İnönü'nün hakemliğinin mana kazandığının" altını çizmiştir. Erim'e göre -kendisinin de parti içinde mücadele ettiği- muhalefet safındaki müfritlerin ihtilalci metotlannın, halkın süratle gözünden düşerek kenarda kalmalan da bu uzlaşmaya imkan hazırlamıştır.

Son tahlilde Erim, "şimdi olması gereken İnönü'den şu veya bu partinin değil bütün dava ve rejimin faydalanmasıdır"24 diyerek olaya genel olarak ülkenin menfaati açısından baktıklarını göstermiştir.

Demokrat Partinin yayın organı Kuvvet'de ise Fuat Köprülü, çok olumlu karşıladığı beyannameden beklentisini "İnönü'nün beyannamesi memlekette yeni bir hayat neşesi yaratacaktır" sözleriyle ortaya koymuştur. Muhalefet partisinin dört kurucusundan biri olarak Köprülü, Devlet Reisinin Türk Milletine neşrettiği bu tebliği, "dünya ve memleket şartlannı samimiyetle ve cesaretle kavrayan tarafsız bir devlet reisinin en buhranlı dakikada en isabetli bir karannın parlak bir ifadesi "olarak değerlendirmiştir 25. 

"Veciz fakat geniş manalı" olarak nitelediği beyannamenin neşri ile "çözülmez gibi görünen çok buhranlı bir vaziyete son vermek suretiyle kalplere bir ferahlık bahşettiğini", bu hamlesiyle İnönü'yü artık "yepyeni bir sima ile yani sadece tarafsız bir devlet reisi olarak gördüklerini" Cumhurbaşkanı'nın "her iki partinin de müşterek malı, bir milli şahsiyet" haline geldiğini belirtmekteydi26.

   Beyannamenin yayımlanmasının ertesi günü Vakit'te iktidara yakınlığı ile bilinen Asım Us, ortamı "karanlık geceler içinde ümitsiz yaşayan bir adam birdenbire sihirli bir değnek yardımı ile aydınlık bir dünyaya çıkınca ne hal alırsa bu beyannameyi okuyanın ruhu da öyle geniş bir ferahlık duyuyor" cümlesiyle tarif ediyordu27. Beyanname, taraflann her türlü şikayetlerine rağmen birini haklı, diğerini haksız gösterme yoluna girmeden, herkese vazifelerini hatırlatan üslubu dolayısıyla da "tarafsız adalet hükmünün bir şaheseri" olarak vasıflandırı yordu 28.

Son Telgrafta Etem İzzet Benice, beyanname ile yeni bir devir açıldığı yorumunu yaparken işlemin aynı zamanda genel gidişten duyulan bir endişenin sonucu olarak ortaya çıkan siyaset manevrası olduğunu vurgulamıştır.

Türkiye'de gerçekleştirilen İnkılaplardan rahatsız olanlann her muhalefet olayında yeni oluşumlann arasına kanşarak fırsattan istifadeye yeltendiğine işaretle, Benice, "açık kapalı, maskeli maskesiz unsurlann da muhalefetin safında yer alarak araya kanşmalannın inönü'yü, CHP iktidannı, memlekete hakim her türlü münevver kütleyi ve vatanı tehdit etliği bir dönemden geçildiğini, muhalefetin şimdiye kadar kullandığı laktikten vazgeçmesi, bu ruh ve görüşü benimsemesi gerektiğini" hatırlatmıştır29. Benice, 15 Temmuz'da bundan sonra bütün dikkat ve mesuliyet payının DP'ye yüklendiği kanaatini seslendirmektedir; "memlekette iktidara ve dikkatine olan inancı yayacak, iktidann tarafsızlığım, ve güvenini  teminat altında tutacak, insan hak ve hürriyetlerinin en geniş demokratik zihniyet içinde muhafaza edecek bütün harekeüerin DP'nin hareket tavnna bağlandığını" bunu temin ettiği ölçüde, memleket halkının zihin ve ruhunda müspet mesaisini ne ölçüde arttınrsa, muhalefet ve hükümet arasındaki emniyetsizliği o ölçüde sıfıra indireceği" tespitini yapmıştır30.

1946 - 1950 döneminde muhalefeti daha ziyade demokrasi kavramının içeriğine uygun olarak desteklemesiyle dikkat çeken Ahmet Emin Yalman, "idare amirlerinin tek parti döneminden gelen alışkanlıkla, kanuni vazifeleri ile iktidara hizmet etmeyi birbirine kanştırdıklannı, bunun da tarafların eşit şartlarda mücadelesini imkansız kıldığını belirterek, İnönü'nün açıklamalannın bu zeminde önem kazandığına, demokrasinin "ancak tatbikle tekevvün edeceği" için beyannamenin hürriyet ortamının bir müjdesi olduğuna işaret etmektedir31.

Vatan, Demokrat Partililerin de beyannameyi "demokrasinin temelini teşkil eden hürriyetlerin teminat altında bulunması, muhalefetin emniyet altında çalışabilmesi, partiler için eşit haklar sağlanması, mevcut baskıların kaldınlması, ve nihayet devlet reisliği yüksek makamının parti mücadelelerinin üstünde ve dışında tutulması gibi bu gün ve yarın için çok derin ve şümullü manalar taşıyan bir vesika mahiyetinde" gördüklerini tespit etmekteydi 32.

Beyannamenin Halk Partisi için bir zaaf teşkil ettiği düşüncesindeki bazı müfritlerin gelişmelerden memnun olmadıkları, partinin sadece İnönü'den kuvvet alarak ayakta durduğu yolundaki eleştirilere karşılık Kazım Karabekir'i ön plana çıkarmaya çalıştıkları da basına yansımıştır 33.
Yaklaşık bir ay sonra bile Vatan'da beyanname ve İnönü lehine değerlendirme lerin göze çarpması demokrasi yolunun kaçınılmazlığı açısından yarattığı ümidin de göstergesi olmalıdır. Nitekim Yalman, İnönü'nün "hükümetin DP'nin hareketini bir ihtilal teşebbüsü gibi göstermek yolundaki cereyanlara karşı gelerek memleketi büyük bir felaketten kurtardığını, dahili sulh ve emniyetin korunması bakımından bu teşebbüsün çok önemli olduğunu" vurgulamaktadır. Böylece Halk fırkasını "tek bir şahıstan kuvvet almaya çalışan, ve tahakküme güvenen bir yaran zümresi halinden kurtularak halkın sevgisini kazanmaya çalışır duruma getirmek" İnönü'nün yaklaşımıyla gerçekleşmiştir 34.
Aynı paralelde Köprülü de, beyannamedeki vaatlerin fiiliyata çıkmasını sabırla beklediklerini ifade ederken "türlü yalanlar uydurarak maskeli bir takım insanların iç siyaset havasını zehirlediklerin den" şikayet; halk partisi içindeki aklı selim ve vatan menfaati düşüncesinin totalitarizm mutaassıplarına galip geleceğini de ümit ettiğini" hatırlatmaktaydı 35.

Akşam Gazetesi de büyük akisler yaptı dediği beyannameyi, "Türk milletini tam demokrasiye ve hürriyete kavuşturacak bir ışık" olarak görmekte, tek parti zihniyeti ile hareket etmek isteyen bir zümrenin artık taraftar bulmasına imkan kalmadığını belirtmektedir36.
Yalman ise, sert tavır yanlısı başbakan Peker'in istifasının arifesinde yaptığı nihai tahlilde "İsmet İnönü ve Halk Partisine mensup vatandaşların memleketin kahir ekseriyetini temsil eden milli hakimiyet bloku hesabına hayırlı bir zafer kazandıkları ortadadır. İnsaf sahiplerinin uyanmaları, eski arkadaşlarından gelen yaranlık baskısından kurtulmaları ve vicdanlarının emrine göre serbestçe yürüme kararını vermeleri milli birliğe duyulan ihtiyacın neticeleridir" diyerek bir anlamda dönemin genel manzarasını resmetmiştir 37.

İsmet İnönü, Başbakan Peker'in istifasından sonra çıktığı gezinin ikinci durağı olan Kars'ta 18 Eylül 1947'de verdiği demeçte, idare mekanizmasının
en küçük jandarma karakoluna kadar partilere eşit gözle bakan tarafsız ve adaletli durumda olması gerektiğini hatırlatmıştır. Öte yandan partilerin bütün çalışmalarının kanun içinde kalmasını da "siyasi hayatta emniyetin ilk ve temel kanunu" olarak dikkatlere sunmuştur. Bu suretle "idare mekanizması partiler içinde kanşacak şüpheli unsurlan meydana çıkarmakta ve partileri onlara karşı masun bulundurmada çok faydalı bir yardımcı olur" diyerek temel görüşlerini yinelemiştir38. Sözlerinin son kısmını dikkatle incelediğimizde İnönü'nün çok partili denemelerde daha önce görülen ve başansızlığa yol açan istismarlardan duyduğu endişenin had safhada olduğu ortaya çıkar.

İnönü, 8 dönem II. Toplantı yılı açış konuşmasında ise" demokratik hayatın iki ana partiden kurulduğunu hatırlatarak bundan sonra demokrasi için bu partilerin karşılıklı çalışmaları gerektiğinin üzerinde durmuştur. İdare mekanizmasının siyasi partilerle münasebetierini sağlam ve sarsılmaz temeller üzerine yerleştirmelerinin birinci derecede önemli olduğunu vurgulamıştır. Kanuni partilere karşı idari mekanizmanın eşit ve tarafsız muamelesinin şart olduğu üzerinde duran İnönü, "memleketin iç ve dış gelişiminin demokratik inkişafa bağlı olduğuna değinmiştir"39.

    Diğer taraftan muhalefet partisi yöneticileri 12 Temmuz Beyannamesi ile verilen vaatlerin adım adım yerine getirilmesi için takipçi olacaklarını
sonraki günlerde de dile getirmeye devam etmiştir. Demokrat Partinin 22-24 Temmuz tarihleri arasında topladığı küçük kongrenin kapanış tebliğinde, beyannamenin yayınlanmasından önceki şikayet konulannın önemli ölçüde tekrarlanması dikkat çekmekteydi. Buna mukabil Cumhuriyet Halk Partisi'nin ılımlı kanadının önde gelen ismi Nihat Erim de, parti ilişkileri bakımından 12 Temmuz'un adeta bir milat olarak görülmesi gerektiğini vurgulamaktadır. Demokrat Parti'nin geçmişi bir yana bırakıp, "12 Temmuz tarihinden bugüne yeni şikayet konulan ile karşılaşmış ise onlan ortaya" koymasını isteyen Erim, eski şikayetleri sistemli bir tarzda tekrarlamanın "Cumhurbaşkanının bir an önce doğmasını sağlamaya çalıştığı karşılıklı saygı ve güven durumunu sadece geciktireceği" uyansını yapmaktaydı 40.

12 Temmuz Beyannamesinin yıldönümünde yani bir senelik süreçte Cumhuriyet Halk Partisinin gerek idari, gerekse siyasi yapıda gerçekleştirdiği değişimi gördükten sonra yaptığı bir değerlendirmeyle Yalman, olayın iç politika açısından önemini kavradığını göstermektedir: "12 Temmuz ne İnönü'nün bir atıfetidir, ne de bir oyalama manevrasıdır. Sadece Türk milletinin basiret, itidal, azim ve birlik sayesinde elde ettiği ilk esaslı demokrasi zaferidir. Girift menfaat hisleriyle müşterek nüfuz hırsıyla kısmen suç ortaklığı ile birbirine bağlı olan unsurlardan ve dilsiz münevverlerden ve iyi niyet sahiplerinden mürekkep bir iktidar kalesine karşı yalnız bir sene içinde böyle bir netice elde edilmesi ve bu kalede bu
kadar esaslı bir gedik açılması, tarihi ölçülerle havsalaya sığmayacak kadar mühim bir başandır" demekte, iç banş için önemli bir adım tanımlaması 
yapmaktadır 41.

BEYANNAME HAKKINDA DEĞERLENDİRMELER

12 Temmuz Beyannamesinin yayınlandığı gün Amerikan yardım anlaşmasının imzalanmış olmasının "dikkate değer bir gelişme"42 olarak değerlendirilip İnönü'nün çabalannın dış gelişmelerden önemli ölçüde etkilendiğinin ima edilmesine mukabil, 12 Temmuz Beyannamesi, Türkiye'nin savaş sonrası dönemindeki iç siyasi ortam ve gelişmelerin aynası olmak bakımından müstesna bir önemi haizdir.

Cumhurbaşkanı'nin yakın çevresinde yer alan gazeteci yazar Metin Toker, İnönü'nün iki parti arasındaki arabuluculuk faaliyetinden "milli şeflikten Cumhurbaşkanlığına geçmek" gibi bir işlev beklediği değerlendirmesini yapmaktadır. İnönü'nün Cumhurbaşkanlığının tarihi hizmeüerinden
ziyade, mevcut en iyi seçenek olmasından kaynaklandığının bütün politikacılar ve halk tarafından kabul edilmesi demek olan partiler arası fikir birliği, gerçekten de onun çabalan ile devam etmiştir. Nitekim, anayasada olmayan bir yetkiyi kullanmasına "prensip" olarak karşı çıkan başbakan Recep Peker'in parti içindeki konumunu sarsmak için, Nihat Erim'in başkanlığında muhalif "35'ler" grubunu bizzat İnönü oluşturmuştu 43.
Peker de daha 4 Ağustos 1947'de Cumhurbaşkanı 'na "yeni politikasını takip etme kudretini kendinde bulamadığını" ifadesiyle istifa etmiş, ancak Cumhurbaşkanı'nın Meclisin açılışına kadar göreve devam etmesi yolundaki ricasını kabul etmişti 44.

Aslında Cumhurbaşkanının partiler arası hakemliğe soyunmasını "olmayan bir yetkiyi kullanmak" olarak değerlendirmede Peker yalnız değildir.
Cumhuriyet Halk Partisi içindeki tek parti idaresinin devamını savunan "aşın"lann yanısıra, Demokrat Parti içinde Yusuf Kemal Tengirşenk ve Ahmet Tahtakılıç başta olmak üzere bir grup milletvekili, "beyannameyi olumlu karşılamanın İnönü'nün yasadışı davranışını kabul etmek olacağını" savunmaktaydı. Beyannamenin kabulü Adnan Menderes, Fuat Köprülü ikilisinin başını çektiği "ılımlı" milletvekillerine aşınlardan Refik Şevket İnce'nin de katılması ile mümkün olmuştur 45.

12 Temmuzdan sonraki gelişmelerin çok partili siyasi hayatın devamını temin eder mahiyette gelişmesini göz önüne alan dönemin CHP Genel Başkan Vekili Hilmi Uran, beyannameyi, "taraflann iddia ve şikayetlerine taraftar görünmeksiz in ve onlan incitmeksizin yumuşatma tedbirini bulabilmiş siyasi bir eser" olarak nitelendirmiştir 46.
Bu kanaat önemli ölçüde ortaktır. Nitekim, DP'nin o zamana kadar memleket çapında gösteremediği gelişmeyi ortaya koyma imkanı bulduğunun
altını çizen F. Giritlioğlu, beyanname ile sağlanan huzur ve güven ortamının, demokratik faaliyetler için ne kadar önemli olduğunu hatırlatmıştır 47.
Gerçekten, İnönü de beyannamenin en önemli hedefi olarak iki parti arasında güven ortamı yaratmak istediğini, zira bunun demokrasi ortamının zemini olduğunu ifade etmekteydi. Güven aslında Türk siyasi hayatının tamamının da kilit kavramıydı. Zira hem Demokrat Parti içinde genel başkanın devlet başkanı ile ilişkilerinden endişe eden, her türlü yakınlaşmayı iktidar ile "muvazaa" örtüsü altına sokan bir muhalif grup olduğu gibi, Halk Partisi içinde de muhalefetin ihtilal çıkarmak için çalıştığı saplantısında olan ve zamanın basınında "müfritler" olarak tanımlanan bir grup vardı. Bayar kendi partisi içinde Müstakil Demokratlar grubunu , İnönü de CHP içinde başbakan Peker'in etrafında toplanan muhalifleri
nötralize etmeye mecburdular48. Gerçekten de Parti içindeki çekişmenin boyutlan basında Halk Partisinin ikiye aynlacağı haberlerinin görülmesine
yol açacak derecededir. İnönü'nün yakın çevresinde yer alan Nihat Erim'in Ulus Gazetesinde yazdığı ılımlı başyazıların Falih Rıfkı Atay'ın sözcülüğünü yaptığı müfritlerin sert ve tavizsiz yaklaşımlan ile aynı zamanda yer alması parti içindeki çekişmenin açık kanıtlanndan sayılmalıdır.

Nitekim Atay, bu sürecin sonunda gazeteden ayrılmak zorunda kalacaktır49.

Cumhurbaşkanının müdahalesinin ehemmiyeti, dönemin etkili siyasi simalan tarafından da takdir edilmekteydi. Nitekim, beyanname öncesini başbakan ve muhalefet liderinin bir araya gelip konuşamadığı bir ortam olarak tarif eden Asım Us, "eğer Cumhurbaşkanı işleri kendi haline bırakmış olsaydı bu defa başlanmış olan demokrasi hareketi de iflas etmiş olacaktı"diyerek, siyasi hayatın içine düştüğü çıkmaza dikkat çekmekteydi 50. Us, gazetelerde görülen partinin ikiye ayrılabileceği tehlikesine de işaret etmekle birlikte daha önemli bir hususun ipuçlarını vermektedir.

Cumhurbaşkanı, başbakanın Mecliste bulunan Halk Partisi grubunun çoğunluğunu kendisine karşı kullanmak istediğini düşünmektedir. Recep
Peker'in de 27 Ağustos tarihindeki güvenoyu'nu kastederek Cumhurbaşkanının artık ısrarcı olmayacağını sandığını, ancak yanına Demokrat Partili
bir milletvekili alarak Doğu seyahatine çıkmasının aradaki aynlığın devamını gösterdiği yolundaki sözlerini bu niyete delil olarak almaktadır51.
Diğer taraftan İnönü'nün çıktığı gezide 12 Temmuz Beyannamesinin ruhuna atıflarda bulunan konuşmalarından sonra 1 Kasım 1947 tarihinde

Meclisin 8. Dönem II. Yıl toplantısında da aynı hassasiyeüeri vurgulaması, çok partili hayatın devamında ne kadar ısrarlı ve kararlı olduğunu göstermiştir.
Bu konuşmada Demokrat Partinin içerisinde de kanunlara aykırı hareket etmek isteyen grupların yer aldığına işaret eden Cumhurbaşkanı her iki tarafın da aynı hassasiyeti göstermesi gerektiğinin altını çiziyordu. 1946 Erken genel seçimlerinden sonra "artan tansiyonun bir bildiri ile düşürülmüş olmasını, İnönü hesabına büyük bir başarî'sayan Rıfkı Salim Burçak, bildirinin daha önemli bir işlevine dikkat çekmektedir: Ordu kaynaklı bir patlamanın önüne geçmek. Zira, "iktidar - muhalefet tartışmalarının son raddeye geldiği o sıralarda, orduda da bir kaynaşma vardı ve subaylar tarafından kurulan siyasi hayata müdahale amaçlı örgütler oldukça yaygın bir hale gelmişti"52.

Beyannamenin iki parti arasındaki tartışmalar için bir "mütareke" olduğu, "gerçek banşın ancak anti-demokratik kanunlann yerini demokratik
kanunların almasından sonra kurulabileceği"53 hükmü ise beyanname sonrasında İsmet İnönü'nün yönlendirdiği gelişmelerle doğrulanacaktır.

3 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.


***