AYŞE HÜR etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
AYŞE HÜR etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

12 Ocak 2019 Cumartesi

1942 VARLIK VERGİSİ KANUNU


1942 VARLIK VERGİSİ KANUNU

AYŞE HÜR
hurayse@hotmail.com

1942 Varlık Vergisi Kanunu

10/05/2015

(İtalyan faşistlerinin lideri Mussolini ve Alman Nazilerin lideri Hitler, Haziran 1940)

Saraçoğlu hükümetinin ilk icraatı, beklentileri karşılamayan Milli Korunma Kanunu'nun yerini alacak Varlık Vergisi Kanunu'nu çıkarmak oldu. 11 Kasım 1942 tarihinde TBMM'de oturumda hazır bulunan 350 milletvekilinin oybirliğiyle kabul edilen kanuna göre bazı varlıklı kesimlerden bir defalık olağanüstü servet vergisi alınacaktı.
Sovyetler Birliği'nin İkinci Dünya Savaşı'nda Nazi Almanyası karşısında kazandığı zaferin 70. yıldönümü, 9 Mayıs günü Rusya ve eski Sovyet ülkelerinde coşkuyla kutlandı. (Zaferde Kızıl Ordu’nun rolüne ilişkin sorular yönelten Sputnik Ajansı’na verdiğim cevaplar: Okumak için tıklayın)

Bu vesileyle bu haftaki yazımı, İkinci Dünya Savaşı yıllarına rastlayan Türkiye tarihinden önemli bir sayfaya 1942 tarihli Varlık Vergisi Kanunu’na ve uygulamalarına ayırdım. (Savaş yıllarının önemli olaylarından Struma Faciası hakkındaki yazım: Okumak için tıklayın)

1942 yazında, İstanbul gazetelerinde, genel olarak gayrimüslimleri, özel olarak Yahudileri hırsızlık, karaborsacılık, soygunculuk, vurgunculuk ve ihtikâr (aşırı kâr) fiilleri ile ilişkilendiren haberler ve karikatürler birbirini izlemişti. Rıfat N. Bali’nin derlediği bazı başlıklar şöyleydi: “Vurgunculara ders olsun. İzmir'de bir Yahudi 5 sene hapse mahkûm oldu.” (Tasvir-i Efkâr, 1 Temmuz 1942), “Üç Yahudi’nin marifeti. Limon tuzu yerine sıhhate muzır (zararlı) maddeler satıyormuş.” (Tasvir-i Efkâr, 4 Temmuz 1942), “Mal saklayan tacirler, iki Yahudi ticarethanesi sahipleri milli korunma mahkemesine verildi.” (Cumhuriyet, 14 Ağustos 1942), “150 vagonluk bir kâğıt meselesi. Kâğıtları Romanya'dan getirten Yahudilerin çevirmek istedikleri oyunları önlemek lazımdır.” (Tasvir-i Efkâr, 21 Ağustos 1942), “Karpit ihtikârı yüzünden bir Yahudi tüccar kırk bin lira fazla kâr temin etmiş.” (Tasvir-i Efkâr, 28 Ağustos 1942), “İki Yahudi çocuğunun marifeti! Hava Kurumu menfaatine rozet dağıtırlarken kutuya atılan paraları çalıyorlardı.” (Cumhuriyet, 31 Ağustos 1942), “İstifçi iki Yahudi yakalandı” (Tasvir-i Efkâr, 9 Eylül 1942), “Eroin satan bir Yahudi.” (Tasvir-i Efkâr, 15 Eylül 1942), “Maruf Yahudi tüccarı Simon Brod dün tevkif edildi.” (Tasvir-i Efkâr, 18 Eylül 1942) “Yahudi dalaverası. İhtikâr yaptığı yetmiyormuş gibi bir de rüşvet teklif etti.” (Tasvir-i Efkâr, 20 Eylül 1942), “Kiraların artmasına Yahudiler sebep olmuş.” (Tasvir-i Efkâr, 8 Ekim 1942), “Açıkgöz bir Yahudi filit yerine renkli su satıyormuş.” (Tasvir-i Efkâr, 20 Ekim 1942)

“KELLE İSTİYORUM!”

Bu hazırlıktan sonra ‘Hececi’ şairlerimizden Orhan Seyfi Orhon, 24 Eylül 1942 tarihli Akbaba’daki yazısında iktidarın ağzındaki baklayı çıkaracaktı:

“Kelle İstiyorum! Ben ki bir tavuk bile kesilirken bakamam; karıncaları, sinekleri öldüremem, kelle istiyorum. Yumruklarım sıkılmış, dişlerim kısılmış, at meydanında kazan kaldıran yeniçeriden daha hiddetli bir sesle kelle istiyorum, vurguncunun kellesini!

Onun, mülevves (pis) kafasının bir çürük kavun gibi önümde yuvarlandığını görsem ferahlıyacağım. Onun, iğrenç vücudunun boş bir çuval gibi karşımda süründüğünü görsem rahatlıyacağım. Böyle, dünyayı sarmış bir ölüm kalım mücadelesi içinde ben, vurguncuya karşı merhamet tanımam, şefkat tanımam, adalet tanımam, kanun, nizam, usul, hiç bir şey tanımam! Bence onun cezası, para değil, hapis değil, dükkân kapamak değil, neyif (sürgün) değil; müsadere, yağma, falaka, işkence, zindan veya ölüm olmalı!

İktisat prensipleri bana vız gelir! İster misiniz gizli mahzenlerin aralıklarından pirinç kazevileri (sepet), şeker sandıkları, un çuvalları, yağ tenekeleri sürüyle meydana çıksın? İster misiniz apartmanların balkonlarından top top elbiselik kumaşlar, ipekliler, yünlüler, pamuklular sarksın? İster misiniz makarnalar serpantinler gibi sokaklara yayılsın, bisküviler konfetiler gibi caddelere dağılsın? İster misiniz eşya fiyatları durup dururken hiç yoktan yükselmesin? Pirince kum, una toprak, süte su, yağa müzahferat (parlak boya) karıştırılmasın? İster misiniz müstehlikin (tüketicinin) verdiği az farkla müstahsilin (üreticinin) eline geçsin? Altın spekülasyonu, on misline arsa alışlar, apartıman satışlar, villa yaptırışlar olmasın?

Öyleyse siz de benimle beraber olun! Gelin, yakalanıp cezasını çekecek vurguncunun arkasından -eski devirlerde olduğu gibi- gülbank çekelim: -Vur vuranın, kır kıranın, destursuz bağa girenin, karaborsa fiyatına mal sürenin, el altından iş görenin, memlekete zarar verenin hali budur, hey!”

 1942 VARLIK VERGİSİ KANUNU

Gazetelerde suçlananlar başta Yahudiler olmak üzere gayrimüslim zenginlerdi, ama ‘savaş zenginleri’ yaratan politikaları yüzünden halk Başbakan Refik Saydam’dan da adeta nefret ediyordu. Hava böyleyken Refik Saydam 7 Temmuz 1942 gecesi aniden öldü. 9 Temmuz 1942 günü hükümeti kurmakla görevlendirilen Şükrü Saraçoğlu 5 Ağustos’taki güven oylamasından sonra şöyle dedi:

“Biz Türküz, Türkçüyüz ve daima Türkçü kalacağız. Bizim için Türkçülük bir kan meselesi olduğu kadar ve laakal (en az onun kadar) bir vicdan ve kültür meselesidir. Biz azalan ve azaltan Türkçü değil, çoğalan ve çoğaltan Türkçüyüz ve her vakit bu istikamette çalışacağız!”

Saraçoğlu hükümetinin ilk icraatı, beklentileri karşılamayan Milli Korunma Kanunu’nun yerini alacak Varlık Vergisi Kanunu’nu çıkarmak oldu. 11 Kasım 1942 tarihinde TBMM’de oturumda hazır bulunan 350 milletvekilinin oybirliğiyle kabul edilen kanuna göre bazı varlıklı kesimlerden bir defalık olağanüstü servet vergisi alınacaktı.

“HALKIN HİSSİYATI: ASMALI!”

Yeni Sabah yazarlarından Aka Gündüz (eski Teşkilat-ı Mahsusacı Enis Avni) 13 Kasım 1942 tarihli Yeni Sabah’taki “Reyler ittifakla verildi” başlıklı yazısında, memleketin yedi bölgesini dolaştığını, yarenlikler çerçevesinde yaptığı gizli ve açık ankette vatandaşlara ‘vurguncu hakkında ne düşünüyorsun?’ diye sorduğunu anlattıktan sonra aldığı cevapları paylaşıyordu:

“Mütalealar, fikirler tümen tümendi: Asmalı. Kesmeli. Kuşbaşı doğramalı. Kıymasını iki çekmeli. Gırtlağına erimiş kurşun akıtmalı. Malını mülkünü millet hazinesine almalı. Bir çınarın altına kazık çakmalı, sağ bacağını bu kazığa, sol bacağını da çekip yere indirilen çınar dalına bağlamalı, sonra dalı birdenbire bırakarak gövdesini eşek pastırması gibi ikiye ayırmalı. İşkembesine zift doldurup güneşe asmalı. İki gözünü oyup bir avucuna vermeli. Kırk katırın kuyruklarına bağladıktan sonra kırkına birden kırbaç atmalı. Harbin sonuna kadar her gün yedi yerinden cımbızlayıp koparmalı. Temmuz ortasında çırılçıplak edip çöplükteki sineklere peşkeş çekmeli. Vesaire, vesaire... Bu kanunun mucip sebepleri de bir noktada toplanıyordu.sekiz milyonun selameti için bin sekiz yüz kişi feda edilebilir. Bu kanun ve bin sekiz yüz üzerinde reyler ittifakla verildi.”

VERGİNİN UYGULANIŞI

Halkın çoğunluğunun, Aka Gündüz’ün aktardığı gibi gaddarane duygularla olmasa bile muhtemelen büyük memnuniyetle karşıladığı kanunun metninde ‘gayrimüslim’, ‘Müslüman’ gibi ayrımlar yoktu ama dönemin İstanbul Defterdarı Faik Ökte’ye göre uygulamada yükümlüler, Maliye Bakanlığı’nın belirlediği dört gruptan birine göre vergilendirildiler: M grubu (Müslümanlar) takdir edilen matrahın (vergiye esas alınan miktarın) yüzde 12.5'ini; G grubu (gayrimüslimler) yüzde 50'sini; D grubu (dönmeler) yüzde 25'ini; E grubu (ecnebiler) yüzde 12.5'ini ödemekle yükümlüydü. Çiftçiler de yüzde 5’ini ödeyeceklerdi.

18 Kasım 1942’de vergi listeleri yayımlandığında görüldü ki, Varlık Vergisi’nin yüzde 70’i İstanbul’daki mükelleflere tahakkuk ettirilmişti. Bunların da yüzde 87’si gayrimüslimdi. Gayrimüslimlerin mali güçleri ile uygulanan vergi oranları Müslümanlara uygulananlara göre yüzlerce kez daha ağırdı. Gayrimüslimler arasında da Ermenilerin vergisi en yüksek orandaydı.

“KAPIYI KAPA VE MÜHÜRLE”


Bu yüksek vergileri ödeme süresi 20 Ocak 1943 günü bitecek, ertesi gün hacizler başlayacaktı. Hacizlerin nasıl yapıldığını artık yayımlanmayan Rum gazetesi Apoyevmatini’nin yayın müdürü Mihail Vasiliadis gazeteci Celal Başlangıç’a şöyle anlatmıştı:

“Beyoğlu Karakolu’nu biliyorsunuz? Kalyoncukulluk Sokağı ile Tarlabaşı Bulvarı’nın kesiştiği yerde, karakolun tam karşısındaydı benim doğduğum ev. Babam Aristodumas diş hekimiydi. Ben doğmadan 10 gün önce beyin kanaması geçirmiş. Yatalaktı. Eve memurlar geldi. Yanlarında bir hamal vardı. Babamı yatağından tutup yerdeki şilteye indirdiler. Yatağı alıp gittiler. Giderlerken de ‘İyi ki böylesin, Aşkale`ye gitmeyeceksin’ dediler. Babamın muayenehanesi evimizin karşı odasıydı. El koydukları eşyaları o odaya tıktılar, kapıyı da mühürlediler. Daha doğrusu gelen memur, yanındaki hamala, ‘Kapıyı kapa ve mühürle’ diye emir verdi. Zavallı bir adamdı hamal. Pabucunun arkası basık, topuğu kalkık, pantolonu yamalı, üstü başı ter kokan fakat nur yüzlü bir adamdı. Oyuncağımı bile aldılar. Bu arada odaya tıkılan eşyaların arasında benim de sallanır bir oyuncak atım vardı. Tam kapıyı mühürlerken, ‘Oyuncak atım’ dedim. Adam anladı. Bağladığı ipi kapıdan çözdü. Bana kapıyı açtı. Atımı aldım. At kucağımda, adamın yüzüne bakıyorum gülerek. Adam da bana gülümserken birden yüzü dondu. Çünkü arkamdaki memur bağıra bağıra oyuncağımı koparırcasına elimden çekti, mühürlenmek üzere olan kapıyı açtı, içeri fırlattı oyuncağımı ve ‘mühürle’ dedi. Karşımdaki hamalın gözündeki yaşı gördüm. Fakat ben ağlamamam gerektiğini düşündüm. O adamın çirkinliği, öteki hamalın nur yüzü hâlâ gözlerimin önünde.”

Aleksandra Lambrinos, 1994’te düzenlenen “Tarihe Tanıklık Edenler” panel dizisinde 12 yaşında iken babasının Sivrihisar’a gönderilişini şöyle anlatmıştı: “Kurtuluş’ta bakkal dükkânımız vardı. 5 bin lira vergi istenmişti, ödeyecek durumda değildik. Okuldan geldiğimde annem, götürülen dolabın arkasındaki tozları tavan süpürgesiyle temizliyordu. Okula gidince ağladım. Dükkân mühürlenmişti. Kedi içerde kaldı, devamlı bağırıyordu. Babam delireceğim bu sesten diyordu. Bütün eşyalarımızı bir odaya koyup mühürlediler. Yer muşambaları, perdeler, karyolalar dâhil. İçerden saatin sesi geliyordu. Kapının önünden geçerken duyuyorduk…”


AŞKALE SÜRGÜNLERİ

Bu tür muameleler yüzünden, yüksek vergileri ödemek istemeyen ya da ödeyecek durumda olmayan bazı mükellefler yurtdışına kaçmaya çalışıyorlardı. Kaçamayanlar veya kaçmak istemeyenlerden haraç mezat satılan mallarının bedeli vergilerini karşılamayan bini aşkın mükellef  27 Ocak 1943 tarihinden itibaren Eskişehir’in Sivrihisar ve Erzurum’un Aşkale ilçelerindeki çalışma kamplarına gönderilmek üzere bazı merkezlerde toplandılar. Aşkale’ye gönderilen 1,229 mükelleften 21’i (bir kaynağa göre 25’i) kötü hayat koşulları ve yetersiz tıbbi bakım yüzünden kampta hayatını kaybetti. Hayatını kaybetmeyenler arasında ruh ve beden sağlığını, üzüntüye dayanamayan yakınlarını kaybedenler oldu.

Ali Sait Çetinoğlu’nun Varlık Vergisi 1942-1944 adlı kitabında bugün hepsi de Yunanistan’da yaşayan bazı İstanbul Rumlarının tanıklıklarına yer verilmiş. 1993 yılında ‘Yok Edici Varlık Vergisi’ başlığıyla Atina’da yayımlanan O Politis (? ???????) gazetesinde yayımlanan görüşmeleri Dr. Raço Donef, Temmuz 2008’de Türkçeye çevirmiş. Onlardan bir kaçını sizinle paylaşmak istiyorum.

Dr. Yeoryiu Topaloğlu anlatıyor: “İstanbul’da doğdum ve okula gittim.  Sonradan peynir tüccarı oldum ve bilinen Ticaret Odası’nda kayıtlıydım.  Dükkânım Eminönü’ndeydi; orda babam İosif bana yardımcı oluyordu. 1943’ün Ocak ayında bize toplam 105.000 lira vergi tarhedildi Varlık vergisi altında. Tanıdığımız bir Türk’e baba emaneti evimizi iki bin liraya satmak zorunda kaldık, Türk devleti bizi mecbur etmeden evvel.  Fakat bize tarhedilen vergi çok büyük olduğu için ve verebilecek durumda olmadığımız için Şubat 1943 tarihinde polis babamı tutukladı; 72 yaşındaydı o zaman ve Aşkaleye tehcir oldu.

Bir buçuk ay sonra, 32 yaşındayken beni de tutukladılar – hasta ve 40 derece ateşim olmasına ragmen.  Beni babamı karşılamaya gönderdiler.  Hayvanların taşındığı vagonlara topladılar ve bir çok gün süren seyahatten sonra bizi bir istasyona indirdiler.  Bu istasyon Aşkale toplama kampına yürüyerek 8 saat mesafede idi.  Orda çadırda -25 derecede ve ısıntısız kaldık.  Büyük yaşta olanlar çalısmıyorlardı, biz gençleri ise yoldan karları temizlemeye ve rayların üstündeki buzları parçalamaya mecbur ediyorlardı.  Beslenme olarak sefil kalitede karavana vardı ve günde bunun için 70 kuruş borçlanıyorduk.  Biz aramızda para toplayıp bir sürgün yoldaşa yemek pişirmek görevi verdik.  Ödeyecek durumda olmayanlar için diğerleri paylaşıyordu.

Sonradan bizi Sivrihisar’a sevk ettiler.  Babam gırtlak kanseri oldu ve birkaç gün sonra öldü.  Ben başka kampta olduğumdan kendisini göremedim. Ama son günlerinde memleketlim Kostas Andoniadis görmüştü; zaten bana bildiren oydu. (…) Babamın vefatından bir ay sonra kamptan kaçtım ve çok serüvenli bir seyahatten sonra elbisesiz ve aç İstanbul’a vardım ve Ayios Nikolas gününde, 6 Aralık 1943 tarihinde, babamın anısına dua okunulan güne yetiştim.

Biraz sonra eziyetler durduruldu ve diğer sürgünler de evlerine dönduler.  Hayatım, bu felaketten sonra  bir çok yıl normalleşmemişti.  Bizim dükkânın işletmesini üstüne alan Türk hamal Halit Özgal bizim döndüğümüzü öğrenir oğrenmez kasayı boşaltıp ortadan kayboldu.  Aynı devirde kızkardeşim Elda’nın da sıkıntısından kanseri oldu ve 1945’te öldü…”

 Marika Şişmanoglu anlatıyor: “Bakırköy’de doğdum ve hayatımın ilk yıllarını geçirdim.  Babam Grigorios tüccar ve beyaz eşyalar ithalatçısı idi.  Dükkânı da Eminönü’ndeydi.  1943’un başında 30 bin lira Varlık vergisi tarhedildi. Bu miktar dayanılmazdı.  Düşünün aynı durumda bölgede en iyi dükkâna sahip Türk tüccar, Suraski’ye yalnız 800 lira vergi tarhedildi.  İki evimiz vardı, bunlardan 10 odalı olan ev 7 bin liraya satıldı.  Babam her iki evi ve dükkânı satmaya mecbur kaldı ama borcunu ödemeye muvaffak olamadı.  Böylece tutuklandı ve Aşkale’ye sürüldü.  Henüz 1941’de kadın elbiseleri imalat fabrikası açan amcam Yeorgio Şişmanoglu’na büyük vergi tarhedildi ve mâli açıdan mahvoldu. Aşkale’ye sürüldü ve hemen hemen bir yıl sonra kötü bir durumda geri döndü.

Aşkale’de karlardan yolları temizliyorlardı. Bize babamın 1943’ün Haziranında gönderdiği fotoğrafta tanıyamadım. Çok kilo vermişti. Sonradan Sivrihisara sevk edildi. Orda bir sabah 57 yaşında kalp krizi geçirip öldü. Ben o zaman 16 yaşında idim ve annemle dayım Hristo Aravanopulu’nun evine taşındık. O da 1943’te Aşkale’ye sürülmüştü. Dayım babamı bir tarlada ağacın altında bir şişeye ismini koyarak gömdüklerini söyledi, aynı tarlada başka kişilerin gömüldüğü için, eğer mezardan çıkarılırsa tanınabilsin diye…”

Anastasiu İ. Antoniadi anlatıyor: “Babam İsaak, un tüccarlığı ile uğraşıyordu. 1943’te 100 bin lira Varlık vergisi tarhedildi.  Bu miktar elinde olmadığından ve likizete edebilecek herhangi bir gayrimenkulu olmadığından 6 Ağustos 1943 tarihinde, 68 yaşında tutuklandı ve Sivrihisara gönderildi.  Orda, 24 gün sonra soğuktan çadırın içinde öldü.  Yanına bir de şişe gömmüşler ismiyle, eğer mezardan çıkarılırsa tanılabilsin diye. Ben Türk Ordusu’nda Ankara yakınlarında bir kampta askerlik hizmetimi yapıyordum. 10 Eylül’de izin alıp asker arkadaşım Mosho Dimitradi ile babalarımızı görmeye gittik. Maalesef benim babam zaten ölmüştü.”

Konstandinou V Konstandinidi: “Babam Vasilios’un beyaz eşya dükkânı vardı.  1943’te 70 bin lira Varlık vergisi tarhedildi.  Sahibi olduğumuz evimiz yoktu.  Babam dedemin lahana tarlasını ve bütün eşyaları satmak zorunda kaldı.  Üç yıl zeminde uyuduk.  Topladığı paralar vergiyi vermeye yeterli değildi.  Böylece 1 Mayıs 1943 tarihinde tutuklandı, bir kaç gün Demirkapı’da tutulduktan sonra Erzurum’a tren vasıtası ile sürüldü.  Kalp rahatsızlıgı vardı ve askerler kar temizlemeye mecbur etmiyorlardı.  Fakat jandarmalar çalışmak zorunda olduğuna ısrar ediyorlardı.  Rahatsızlandı, 67 yaşında kalp krizinden öldü.  Erzurum’da bir Rus manastırının bahçesinde, Kostandino İatru ile birlikte gömüldü.”

Anastasiu K. Iatru anlatıyor: “Babam Konstandinos’un bahriye aksesuar dükkânı vardı. 90 bin lira vergisi tarhedildi.  Evimizi, eşyalarla birlikte ve dükkânı sattık ancak [toplanan] paralar vergiyi ödemeye yeterli değildi.  Böylece 9 Mart 1943 tarihinde babamı tutukladılar ve bir birkaç gün Demirkapı’da tutulduktan sonra 16 Mart tarihinde Aşkale’ye sürüldü. Ben o zaman Ankara’da askerdim, izin alıp istasyona indim, babamı orda görüp elini öptüm. Bu onu son gorüşüm oldu.  Kardeşim Meletios o zaman İsmet İnönü’nün baş doktoru idi. Babamın serbest bırakılması için çok uğraştı ama boş yere. 3 Mayısta 68 yaşında öldü ve Erzurum’da bir Rus manastırının bahçesinde gömüldü Sonradan naaşını İstanbul’a getirmeye çalıştık ama bize “önce borcunuzu ödeyin sonra bakarız” dediler.

7 Kasım 1997 tarihli Agos gazetesinde ise Yervant Özuzun’un aktardığı şu hikaye ile bitirelim bu bölümü: “Armenak Baba çevresinde çok sevilen av meraklısı, Türk müziğinden anlayan, temiz, dürüst, neşeli, hoşsohbet birisiydi. Kadıköylü avcılar kendisine ‘üstad’ derlerdi. Varlık Vergisi’nin İstanbul’da en yetkilisi Faik Ökte yıllardır av arkadaşıydı. Çok yakındılar. Bir sabah çekinerek, ezilerek defterdarlıkta onun odasına gitti. Ökte oturması için yer gösterdi. Kahve ikram etmek istedi. Armenak baba bitkindi, güçlükle kendini toparladı. Büyük nezaketle ve kelimeleri boğazında düğümlenerek ‘Dışarıda bunca insan sizi görmek için sıra bekliyor, ben de saatlerce bekledim, oturmaya hakkım yok’ dedi ve ‘senden bir ricaya geldim’ diyerek geliş nedenini şöyle anlattı. ‘Beni tanırsın, bilirsin, küçük bir çivi dükkanım var, mıhlayıcı (kuyumcu) diye vergi saldılar. Bende bunun onda biri bile yok. Dükkanımı satsanız bile borcumu ödeyemeceğim için beni yine de Aşkale’ye göndereceksiniz. Kural böyle. Senden şunu rica ediyorum, karım ihtiyar, üstelik yatalak. Kimimiz kimsemiz yok. Bir tek ahşap evimiz var. O da vergimize yetmez. Onu da satıp karımı sokağa attırmamaya çalış. Bana söz verirsen gözüm arkada kalmadan Aşkale’nin yolunu tutacağım.’ Ökte Armenak babanın evini biliyordu. Ak saçlı hasta karısını da. İçinde bir şeylerin kırıldığını hisseti. Varlık Vergisi bu olmamalıydı. Tunç kalıplar yüzünden zulüm yapılıyordu. Armenak’a söz verdi, evini sattırmayacaktı. Armenak baba artık rahattı. Gözü arkada kalmadan Aşkale’ye gidebilirdi. Odadan çıkarken gözlerinde süzülüp kocaman burnundan damlayan iki damla yaşı siliyordu.”

VERGİNİN KALDIRILIŞI

Aşkale sürgünleri ancak, Avrupa’da savaş cephesindeki gelişmeler ve İsmet İnönü’nün ABD Başkanı Roosevelt ve Britanya Başbakanı Churchill’le görüşmek üzere Kahire’ye gitmesinin arifesinde, 17 Aralık 1943’te evlerine dönebildiler. Varlık Vergisi, Yahudilerin ABD nezdinde yaptıkları lobi faaliyetleri sonucu ABD’nin Türkiye’ye baskıları ve Nazilerin yenileceğinin anlaşılması sayesinde bir muhalif oya karşılık 310 kabul oyuyla 15 Mart 1944 tarihinde kaldırıldı.

Verginin İstanbul’da uygulanmasından sorumlu olan İstanbul Defterdarı Faik Ökte’ye göre, Varlık Vergisi kapsamında toplanan 315.000.000 TL verginin 280.000.000 TL gayrimüslimler ödemişti. Bu rakamlar, 1942-1944 yılları arasında, gayrimüslim Türk vatandaşlarının mal varlıklarının önemli bir bölümünü kaybettiğine işaret ediyordu. Ama daha önemlisi gayrimüslimlerin, Cumhuriyet’in kuruluşunda vaat edildiğinin aksine, bu ülkenin eşit vatandaşı olmadıklarının farkına varmalarıydı. Faik Ökte bu duyguyu şöyle özetlemişti: “Varlık Vergisi’nde şöven milliyetçiliğin, ırkçılığın damgası vardır. (...) Verginin bu karakteri Lozan’dan sonra yavaş yavaş kazanmaya başladığımız ekalliyetleri (azınlıkları) bizden soğutmuştur. (...) Esefle kaydetmek lazımdır ki, Varlık Vergisi bu yakınlaşma, bu kaynaşma konserinde falsolu bir nota olmuştur.”

Faik Ökte, bu kanun için “falsolu bir nota” demiş ama, 6-7 Eylül 1955 yağmasının 59. yıldönümü vesilesiyle hazırladığım ‘azınlık raporu’nu bunu (Okumak için tıklayın) okumuşsanız, Cumhuriyet tarihinin, Müslüman veya Müslüman olmayan azınlıklar için acı bir ağıt olduğunu görürsünüz. İkinci Dünya Savaşı’nın 70. yıldönümü vesilesiyle bu tarihçe üzerine (en azından) ‘düşünmek’, boynumuzun borcudur.

Özet Kaynakça: Rıfat N. Bali, The "Varlık Vergisi" affair:a study of its legacy, selected documents, Isis Press, 2005; Rıfat N. Bali, Bir Türkleştirme Serüveni (1923-1945), İletişim Yayınları, 2005; Rıdvan Akar, Aşkale Yolcuları-Varlık Vergisi ve Çalışma Kampları, Belge Yayınları, 2000; Faik Ökte, Varlık Vergisi Faciası, Nebioğlu Yayınevi, 1951; Ali Sait Çetinoğlu, Varlık Vergisi 1942-1944, Ekonomik ve Kültürel Jenosid, Belge Yayınları,  2000.

Not: 1938-1960 arasındaki Cumhuriyet tarihine dair bu ve benzeri yazılarımı Çok Partili Dönem’in Öteki Tarihi-I, İnönü’lü ve Bayar’lı Yıllar (Profil Yayıncılık, 2015) adlı kitapta bulabilirsiniz.

http://www.radikal.com.tr/yazarlar/ayse-hur/1942-varlik-vergisi-kanunu-1353243/

*********

13 Aralık 2017 Çarşamba

Devletin karanlık yüzü: JİTEM - AYŞE HÜR,

Devletin karanlık yüzü: JİTEM

AYŞE HÜR;



Özel Harp Dairesi-Kontrgerilla-Gladio-JİTEM-MİT ilişkileri herhalde ciltler doldurur. Anlatılması mümkün olmayan gözyaşı ve acılar var. Uyuşturucu, silah kaçakçılığı, adam kaçırma, kadın kaçırma, haraç ve fidye alma ve elbette milyarlarca lira para var.
6 Haziran 2015 günü Diyarbakır’da HDP’nin seçim mitinginde bomba patladı, 4 kişi öldü, 400’den fazla kişi yaralandı. 20 Temmuz 2015 günü Suruç’ta Kobane’ye yardım malzemesi götürmek üzere toplanan sosyalist gençlerin arasına bir intihar bombacısı daldı, 33 genç öldü, 100’den fazla kişi yaralandı. İki olayda da faillerin IŞİD militanı olduğuna dair güçlü emareler vardı ama henüz soruşturmalarda bir adım ilerlenmedi. Ardından Ceylanpınar’da iki polis evlerinde kurşuna dizildi, olayı HPG’ye bağlı yerel bir grup üstlendi, beş gün sonra PKK sorumluluğu reddetti. Bu olay da hala aydınlanmadı. Ardından TSK’nın IŞİD ve PKK’ya eş zamanlı harekatı başladı. Elbette “az IŞİD, çok PKK” şeklinde. IŞİD sözlü tehditle yetindi şimdilik ama PKK’nın fiili cevabı gecikmedi. Bombalamalar, mayınlamalar, roketatarlı saldırılar. Devlet zaten sürekli arazideydi. Onun eli hiç bir zaman armut toplamazdı zaten. Resmi kaynaklara göre korkunç bilanço son olarak şöyleydi: 43 güvenlik görevlisi (asker, polis ve korucu), 14 sivil, 58 PKK’lı hayatını kaybetti, 186 kişi yaralandı. kaybetti, 197 kişi yaralandı. PKK kaynakları güvenlik güçlerinin kaybının 250 civarında, kendi kayıplarının 30 civarında olduğunu iddia ediyorlar.
(20 Temmuz 2015, Suruç Katliamı’nda ölen sosyalist gençler)
 DERTLEŞME
Yazılarımı veya sosyal medyadaki paylaşımlarımı okuyanlar bilirler ki devletin şiddetini asli, yapısal ve sistematik, ezilenlerin kendilerine şiddet uygulayan devlete karşı verdikleri mücadelede başvurdukları şiddeti, tali, savunmacı, tepkisel, veya türev şiddet diye nitelerim. Bu yüzden de öncelikle ve ağırlıkla devletin şiddetini eleştiririm. Bu konuda yüzlerce yazı yazmışımdır. (‘Şiddet’ konusunu ayrı bir yazıda ele almayı düşünüyorum.)
Ancak Ceylanpınar’daki polis cinayetlerinden beri özellikle sosyal medyada defalarca PKK-HPG şiddetine dair daha net sözler etme ihtiyacı duydum. Çünkü artık PKK şiddetinin türev şiddet olmaktan çıkıp kurucu, stratejik şiddet haline dönüştüğünü düşünüyorum. Bu yüzden örneğin “Ceylanpınar katliamı nedeniyle HPG’yi lanetliyorum” dedim. Örneğin “PKK’nın mayınlama, bombalama gibi eylemlere hele de öldürmelere derhal son vermesini” diledim, örneğin “Devlet ne kadar şiddete başvurursa başvursun İsa gibi öteki yanağını çevirmesini, böylece devletin şiddetini teşhir etmesini ve devleti sürekli barış masasına davet etmesini” önerdim. Örneğin “sivil itaatsizlik türü eylemlerin daha çok sempati toplayacağını” hatırlattım. (Merak edenler Twitter’daki mesaj arşivime bakabilirler.)
Bu yüzden de PKK sempatizanı veya sol siyasal kültürden gelen izleyicilerim tarafından “fabrika ayarlarına dönmekle”, “içimdeki Beyaz Türk’ün hortlamasıyla”, “Kürtleri anlamamakla”, “korkaklıkla”, “liboşlukla”, “naiflikle”, “aptallıkla” vs. suçlandım. Buraya kadar sorun yok. Nihayetinde tepkilerin çoğu sert de olsa, çoğu haksız da olsa, ‘eleştiri’ niteliğindeydi.
YANDAŞ MEDYANIN MANİPÜLASYONU
Ancak Siirt’te 8 askerin uzaktan kumandalı mayınla öldürülmesi olayını kınarken “Siirt’teki olayın faili ‘meçhul’ çünkü henüz üstlenen yok. Kaldı ki biz yıllar sonra pek çok olayın JİTEM’in işi olduğunu öğrenmiş bir kuşağız” yazınca farklı bir durumla karşı karşıya geldim. Mesajım iktidarın ‘besleme’ haber siteleri tarafından anında “Ayşe Hür Siirt katliamını PKK yapmamıştır dedi” şekline çevrildi, bu format iktidarın borazanı bazı televizyon kanallarında uzun uzun işlendi ve ardından binlerce Ak, Ülkücü veya Ulusalcı ‘trol’ün hakaret yağmuru başladı. Cinsel içerikli hakaretler, tecavüz ve ölüm tehditleri, hatta kafamın kesilmesini öneren hastag’lar.. Ama en çok da, “keşke JİTEM olsa da seni temizleseler” dileği.
(19 Ağustos 2015’te Siirt’te ölen askerler)
Bunlar olurken demokratik örgütlerin, kadın örgütlerinin, gazetemin, arkadaşlarımın ve 5-10 kişi dışında okurlarımın desteğini gördüm mü derseniz, ne yazık ki HAYIR! Yalnız bırakılışım benim tavırlarımla, çizgimle ilgilidir muhtemelen, yoksa bunun onda biri şiddette saldırılarda kol kanat gerdiklerini biliyorum yakın gördükleri kişilere. Sorun değil. Tehditler ise beni yıldırmaz, korkutmaz. Ne demişler “demirden korksaydık trene binmezdik.” Ama iktidar yanlısı medyanın ve daha önemlisi onların yönlendirdiği gençlerin düşünsel, davranışsal, siyasal, ahlaksal vb. düzeyi tüylerimi ürpertti. Uzatmayayım, aklıma iki ihtimal geldi. Ya bu gençler sadece fikir belirten bir yazarı öldürmek, 60 yaşında bir kadına tecavüz ettirmek üzere JİTEM’i göreve çağıracak kadar kötü yürekliydiler, ya da JİTEM’in ne olduğunu bilmiyorlardı. İkinci ihtimale daha ağırlık vererek bu haftayı JİTEM’e ayırdım. Elbette, hisleri galeyana getirmek gibi bir amacım olmadığı için teknik bir yazı kaleme aldım. Yine de bilmeyenlere fikir verebilir, bilip de unutanların hafızasını canlandırır diye düşünüyorum. Bu arada PKK’nın Siirt katliamı ve benzeri eylemlerini lanetliyorum. Ölenlerin sevenlerine baş sağlığı, yaralılara acil şifalar diliyorum. Gelelim konumuza:
CEM ERSEVER CİNAYETİ
“İlk bulunan ceset Kızılcahamam yakınlarında, ormanlık araziye atılmıştı. 30 yaşlarındaki esmer kadının kimliği tespit edilemedi. İkincisi, bir hafta sonra Elmadağ’daki kireç ocaklarında bulundu. Elleri bağlanmış, ağzı bantlanmış, kafasına iki kurşun sıkılmıştı. Kısa bir araştırmadan sonra kurbanın, emekli Jandarma Binbaşı Cem Ersever olduğu anlaşıldı. İki gün sonra, Ersever’in yardımcısı ve PKK itirafçısı Mustafa Deniz’in cesedi Polatlı’da bulundu. Elleri bağlanıp kafasına tek kurşun sıkılmıştı. Araştırma derinleştirildiğinde, kimliği belirsiz ilk cesedin de Ersever ekibinden olduğu anlaşılacaktı: (Adı) Mahsune (idi). (Dr. Mahsune Dgoube Suriyeli idi.) Cesetler, Ersever’in ‘Üçgendeki Tezgah’ adlı kitabını anımsatırcasına, Ankara’nın üç ayrı köşesine bırakılmıştı.”
Esrarengiz cinayet zinciri, 1993 Kasımı’nın ilk günlerinde gazetelerin manşetlerine çıktı. O güne kadar sadece Güneydoğu’dakilerin duyduğu bir gizli teşkilattan bahsediyordu basın: Jandarma İstihbarat Terörle Mücadele, yani JİTEM. Cem Ersever, kurucusuydu. İsminin baş harflerini kullandığı bir de slogan vardı: ‘Teröre karşı en etkili deterjan ACE!’ Katiller, basını arayıp şu notu bırakmıştı: ‘Bitlis Paşa’nın katili Ersever infaz edildi.’”
EŞREF BİTLİS’İN UÇAK KAZASI
Bu satırlar, Serhan Yedig’in "Bir var bir yok Hem var hem yok JİTEM” başlıklı yazısından. (20 Kasım 2005, Hürriyet Pazar) Bitlis Paşa Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Eşref Bitlis. Resmi açıklamaya göre, Orgenaral Bitlis, 17 Şubat 1993 günü Diyarbakır’a gitmek üzere uçağa binmiş, “anti-buz sisteminin çalışmaması sonucu” uçak düşmüş ve Bitlis’le yanındakiler ölmüştü. Bitlis’in ekibinden Diyarbakır Jandarma Bölge Komutanı Tuğgeneral Bahtiyar Aydın da 22 Ekim 1993 günü Lice’de Kanas marka suikast tüfeğiyle öldürülecekti. Cinayeti PKK’nin işlediğini iddia etti devlet ama PKK bunu kabul etmedi. Aynı uçağa son anda binmekten vazgeçen Albay Kazım Çillioğlu ise 3 Şubat 1994’te görevli olduğu Tunceli Jandarma Alay Komutanlığı’nın lojmanlarında ölü bulundu. Yüzeysel bir inceleme ile ‘intihar’ raporu verildi. 11 Şubat 1994 tarihli Ortadoğu gazetesinde, Çillioğlu’nun, bir üst düzey komutanın PKK’ya müsamaha göstermesinden rahatsız olduğu, operasyonlar konusunda Genelkurmay’la görüş ayrılığına düştüğü, bu yüzden öldürülmüş olabileceği yazılmıştı. Cinayetler bu güne dek aydınlanmadı.
Bu arada 1993 yılından itibaren kendisinin JİTEM’in tetikçisi ‘Yeşil’ kod adlı Mahmut Yıldırım olduğunu söyleyen biri, sicil numarasını vererek ama yüzü karartılmış biçimde Kadir Çelik’in programlarına çıkıp Behçet Cantürk, Savaş Buldan, Medat Serhat cinayetlerini devletin işlediğini defalarca anlatıyor ve kimse bunları yalanlamıyordu. Kısacası JİTEMciler marifetlerini göğüslerini gere gere anlatıyorlardı, böylece topluma gözdağı veriyorlardı belki de… (1997’ye kadar sahne alan bu adamın sahte ‘Yeşil’ olduğu anlaşılacaktı sonunda.)
SONER YALÇIN’IN KİTABI
1994 yılında JİTEM’e dair çok ayrıntılı bir kitap yayımlandı. Kitabın yazarı Soner Yalçın konuyla ilgilenmeye, 2000’e Doğru Dergisi muhabiri olduğu 1991 yılında başlamıştı.
Ardından Cem Ersever’i konuşmaya ikna eden Yalçın, Binbaşı Ersever’in İtirafları’nı (Doğan Kitap) yayımladı. Yalçın’a göre JİTEM, 1987’de Binbaşı Arif Doğan tarafından Jandarma İstihbarat Daire Başkanlığı’na bağlı kurulmuş, İstanbul, Ankara, İzmir, Adana, Diyarbakır, Samsun, Erzurum’da örgütlenmişti. Kadrosunda muvazzaflar ve hapishaneden özel izinle çıkarılan PKK itirafçıları vardı. Kitapta yanı sıra, en gözü kara PKK itirafçılarından Alaattin Kanat, İbrahim Babat, Adil Timurtaş tanıtılıyor; bunların işlediği Vedat Aydın (1991), Musa Anter (1992), Mehmet Sincar (1993)  ve diğer önemli cinayetler anlatılıyordu. Denetimdışı grubun uyuşturucu ve silah kaçakçılığına da karıştığı anlatılıyordu.
(1990’larda faili belli veya meçhul cinayetlere kurban gidenler. Büyük resim: Uğur Mumcu, Özdemir Sabancı, Necip Hablemitoğlu, Behçet Cantürk, Savaş Buldan. Küçük resimler: üstte Medet Serhat, altta Vedat Aydın. )
ŞEYTAN ÜÇGENİ CİNAYETLERİ
1994 yılı, karanlık cinayetler yılıydı. uyuşturucu kaçakçısı olduğu söylenen Liceli Behçet Cantürk, Cantürk’ün avukatı Yusuf Ekinci ve Medet Serhat (eşi Yurdanur Serhat suikasttan sağ çıkmıştı), Cantürk’ün ortağı Savaş Buldan ile arkadaşları Hacı Karay ve Adnan Yıldırım Sapanca-Düzce-Adapazarı arasındaki ‘şeytan üçgeni’nde ölü bulundu. Bu kişilerin PKK’nin finansmanını sağlayan kişiler olduğu söyleniyordu. Yani JİTEM ‘vatan hizmeti’ yapmıştı. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel “Devlet rutin dışına çıkabilir” görüşündeydi, yani JİTEM’i zımnen kabul ediyordu. Başbakan Tansu Çiller, PKK destekçisi işadamlarının listesinden, ‘Bask tipi çözüm’den bahsediyordu. Ersever cinayetinin bir iç hesaplaşma olduğunu savunuyordu. Çiller malum, “Devlet için kurşun atan da yiyen de şereflidir” vecizesinin müellifiydi.
JİTEM VAR MI YOK MU?
1995’in Nisan ayında TBMM Faili Meçhul Cinayetler Komisyonu’nun hazırladığı rapordaki bazı ifadeler basına ‘şok bilgiler’ diye yansıdı. Raporda, yasadışı işlere karışmış korucular, PKK itirafçıları ve JİTEM arasındaki karanlık ilişkilere değinildikten sonra dil gayet steril bir dille “JİTEM’in faaliyetlerinin ne olduğu anlaşılamamıştır. (...) Devlet organlarının kanunlarla sınırlı görev ve yetkileri aşılıp, yasal boşluklardan yararlanıp yeni kurumlaşmalara gidildiği görülmüştür. (...) JİTEM yetkisiz, görevsiz olduğu polis mıntıkasında polisten habersiz operasyon yapmaktadır. Yasal dayanağı olmayan ve buna rağmen kuruluş amacından saparak bazı yasadışı olaylarla birlikte anılan kuruluşun faaliyetlerine son verilmesi hukukun üstünlüğüne inanan devletiminiz lehine olumlu bir davranıştır” deniyordu.
Deniyordu ama, 2 Mart 1995’te MİT ajanı Tarık Ümit kimliği bilinmeyen kişilerce kaçırıldı ve kendisinden bir daha haber alınamadı. Vanlı işadamı Senar Er’in babası JİTEM tarafından 100 Mark fidye için kaçırıldı. Görüşmeler sırasında fidye 1 milyon marka kadar çıktı ancak para ödenemediği için babadan bir daha haber alınamadı. 12 Ağustos 1995 günü, Eşref Bitlis’in ekibinden Mardin Jandarma Alay Komutanı Albay Rıdvan Özden, resmi hikayeye göre PKK ile girdiği çatışmada alnından aldığı bir kurşunla öldü. Eşinin alnında değil ensesinde kurşun yarası olduğunu söyleyen Tomris Özden’e göre ise, eşine dönemin Giresun Jandarma Komutanı Veli Küçük ve ekibi tarafından JİTEM’e girmesi yönünde baskı yapılmıştı. Öldürülmesi bununla ilgili olabilirdi. (Bir PKK itirafçısının Özden'in çatışmada ölmediğini söylemesi ve askerlerinden birinin ‘Komutanımızı yanındaki asker öldürdü’ iddiası üzerine Rıdvan Özden suikastı dosyası 2009’da açılacak ama sonuç alınamayacaktı.)
SUSURLUK KAZASI VE JİTEM
3 Kasım 1996’de Susurluk Çatalceviz mevkiinde, bir Mercedes’e bir kamyon çarptı va Türkiye tarihinin en büyük politik skandalı patlak verdi. Mercedes’te, DYP Şanlıurfa milletvekili Sedat Edip Bucak,  İstanbul Polis Okulu Müdürü Hüseyin Kocadağ, Mehmet Özbay adına düzenlenmiş sahte kimlikli Ülkücü militan Abdullah Çatlı ile sevgilisi Gonca Us vardı. Kaza, MİT Operasyon Dairesi’ne ve Emniyet Genel Müdürlüğü Özel Harekat Dairesi’ne bağlı iki hukuk üstü silahlı grubun daha varlığını ortaya çıkarmıştı. JİTEM’in adı tekrar geçince, Susurluk Skandalı’nın ardından TBMM'de kurulan Susurluk Komisyonu konuyu bu işi en iyi bilecek kişiye, eski Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Teoman Koman’a sormaya karar verdi. Koman davete fiziken icabet etmedi mektupla şu cevabı verdi: “Jandarma teşkilatı içinde JİTEM adında legal ya da illegal bir örgüt kurulmamıştır, yoktur. Ama jandarma dışında bu ismi kullanıp kanunsuz işler yapan bir grup vardır.” Halbuki aynı günlerde Milli Güvenlik Kurulu’nin (MGK) hazırladığı bir raporda JİTEM’in adı geçiyordu. Elbette kimse Koman’a veya MGK’ya bu çelişkiyi sormaya cesaret edemedi.
YEŞİL’İN MESUT YILMAZ’I DARP ETTİRMESİ
Susurluk Skandalı patladığında iktidarda Erbakan Hükümeti vardı. Erbakan’ın Susurluk’ta ortaya çıkan kirli ilişkileri protesto etmek için halkın yürüttüğü Aydınlık İçin Bir Dakika Karanlık eylemini “Glu glu dansı yapıyorlar” diye alaya alması deyim yerindeyse Erbakan Hükümeti’nin sonunu getirdi. Yerini Mesut Yılmaz Hükümeti aldı. Mesut Yılmaz’ın başta Susurluk Skandalı’nı deşmeye niyeti yoktu belki ama 23 Kasım 1996’da hiç hesap olmadığı halde “yakıt ikmali için uğradığı” Budapeşte’de bir otel lobisinde, daha JİTEM’in tetikçilerinden ‘Yeşil’in organize ettiği bir saldırıda burnu kırılınca, ülkeye döner dönmez, Başbakanlık Teftiş Kurulu Başkanı Kutlu Savaş’dan “ülke menfaatleri ve terörle mücadele adı altında yürütülen para, güç, menfaat sağlamaya yönelik tüm faaliyetleri araştırmasını” istedi.
Rapor yazılırken komisyon Kaçakçılık İstihbarat ve Organize Suçlar eski Daire Başkanı Tuncay Yılmaz’la Emniyet İstihbarat Daire Başkanı Hanefi Avcı’yı dinledi. Avcı, “çetelerin başı (dönemin Emniyet Genel Müdürü) Mehmet Ağar’dır” dedi. Elbette devlet ve Ağar üstüne alınmadı. Avcı, JİTEM’ci Cem Ersever’in yine JİTEM’ci Kemal isimli biri tarafından öldürüldüğünü söyledi. Daha sonra “JİTEM’cilerin mafya ile ilişkilerine” dair bir bilgi notu iletti komisyona. Elbette bunlar da sümenaltı edildi.
(Devlet için ‘kurşun atanlar’: ‘Yeşil’ Mahmut Yıldırım, Mehmet Ağar, Mehmet Eymür, Korkut Eken)
JİTEM’CİLER BİRBİRİNİ ELE VERİYOR
 Komisyon 152 faili meçhul (!) cinayetin sorumlularından biri olduğu söylenen, JİTEM’in kurucularından Tuğgeneral Veli Küçük’ü de davet etti ama Küçük, hakkındaki suçlamalara bir televizyon kanalından “ne şimdi ne sonra öyle bir açıklama yapmayacağım” diye cevap verdi. 16 Şubat 1997’de gazetelere TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu’nda sadece askeri yetkililer ve üye milletvekillerinin katıldığı gizli bir oturumda JİTEM’in bütçesinin kabul edildiği yansıdı. Komisyon üyesi CHP’li Sinan Yerlikaya’ya göre sadece rakamlar vardı ortada ve komisyon üyelerine hiçbir bilgiyi sızdırmamaları konusunda yemin ettirilmişti.
Bir kaç gün sonra gazetelerde MİT ve JİTEM adına çalışan İranlı iki uyuşturucu kaçakçısından Yeşil’in 300 bin mark fidye aldığı okundu. İlginç olan, 25 Ocak 1995 tarihli Özgür Ülke gazetesinde “İranlıların ARGK gerillarınca öldürüldüğü”nün yazmasıydı. ARGK, PKK’nın koluydu. Bu nedenle Yeşil’in ve dolayısıyla JİTEM’in PKK ile ilişkisi olabileceği ihtimali konuşulmaya başladı. Bir kaç gün sonra JİTEM’ci bir assubay Uğur Mumcu cinayetinde Alaattin Çakıcı’nın rolü olduğunu açıkladı. Kısacası JİTEM’ciler birbirini ele veriyordu.
Bu arada Özel Harekat Dairesi Eski Başkan Vekili İbrahim Şahin bir türlü yakalanamıyordu ama adamları Ayhan Çarkın, Ayhan Akça, Ziya Bandırmalıoğlu’nun ifadeleri alınıyordu. Tansu Çiller ve ailesinin dinlenmesinden ise nedense vazgeçilmişti. Gazetelerde JİTEM’in Güneydoğu Anadolu’da “yargısız infazlar yaptığı” yazılıyordu. Ve TBMM’nin Susurluk Raporu Nisan 1997’de yayımlandı. Komisyon Başkanı Mehmet Elkatmış, “raporda JİTEM’i yeterince sorgulayamadık, bu içimde ukde kaldı” dedi.
KUTLU SAVAŞ’IN SUSURLUK RAPORU
Kutlu Savaş’ın hazırladığı II. Susurluk Raporu (birincisi MİT tarafından hazırlanmış yüzeysel bir rapordu, çok eleştiri almıştı) ise 1998’de tamamlandı. Rapor 120 sayfa idi. Bunun 11’i devlet sırrı gerekçesiyle açıklanmadı. JİTEM’le ilgili en çarpıcı bölüm, itirafçılardan İbrahim Babat’ın 76. sayfada özetlenen ifadesiydi. Babat şöyle diyordu: “JİTEM birlikleri içinde teröre karşı başarılı çalışmalarımız olmakla birlikte açığa çıkmamış ve gizli kalmış ve bugün de devleti sıkıntıya sokan bazı keyfi, hukuk dışı, pis uygulamalar olmuştur” dedikten sonra bazı dava arkadaşlarının devletçe nasıl öldürüldüğünü, (geçen dönem HDP Milletvekili olan) avukat Hasip Kaplan’a nasıl bombalı suikast planlandığını anlattı.   
Raporun yayımlanmasından bir kaç ay sonra gazeteci Necdet Açan, Babat’la cezaevinde görüştü, ifadenin tam metni yayımladı. Babat olayları, amir ve kurbanlarının ismiyle anlattı. (Babat’ın ifadeleri üzerine dönemin İdil Cumhuriyet savcısı, 16 Eylül 1989'da öldürülen üç kişi ile ilgili dosyayı tekrar açtı. Ancak Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü Babat’ın ifadesinin alınmasına izin vermedi. Bu ve benzeri bir çok engellemeden sonra İbrahim Babat 2002'de kamuoyunda Rahşan Affı olarak bilinen yasadan yararlanarak tahliye edildi.)
 
(JİTEM elemanları 1990-1991 yıllarında Diyarbakır’daki Şehitlik semtinde yer alan JİTEM Bölge Karargah’ında toplu halde. Soldan sağa: Hüseyin Tilki, Fethi Çetin, Recep Tiril, İbrahim Babat, Abdülkadir Aygan, Ali Ozansoy. Fotoğrafı çeken: Adil Timurtaş. Kaynak: Abdülkadir Aygan arşivi / Hakan Akçura /open-flux.blogspot.com) 
JİTEM PINAR SELEK’İN PEŞİNDE Mİ?
Artık JİTEM’in varlığı inkar edilemez hale gelince, Mesut Yılmaz yetkililerle görüşüp sonucu kamuoyuna şöyle duyurdu: “Şu anda JİTEM yok, temizlemişler!” Sene 1998 idi.
15 Şubat 1999’da Abdullah Öcalan Kenya’da yakalanıp Türkiye’ye getirildi. Ardından yargılandı ve İmralı’ya konuldu. ‘PKK Meselesi’ buzdolabına kondu. Yeşil’in İHD Başkanı Akın Birdal’ın yaralanmasında, Sabancı Suikastı faillerinden Mustafa Duyar’ın öldürülmesinde parmağı olduğu yazıldı. Bunun üzerine Aralık 1999’da jet bir kanunla Jandarma İstihbarat Teşkilatı kuruldu böylece güya JİTEM geride bırakıldı. Halbuki 2001 Şubatında Hizbullah’ın bir JİTEM’ciyi öldürdüğü, bir JİTEM’ciyi de MİT’e havale ettiği yazıldı gazetelerde. Elbette hepsi ‘iddia’ olarak kaldı. 2005 yılının Mayıs ayında Mısır Çarşısı Davası’nda önce itirafçı olmaya karar verip Pınar Selek’i suçlayan Alaattin Öget, kararından vazgeçip, “MİT ve JİTEm Pınar’ı mahkum ettirmek için beni kullandı!” dedi. Daha sonra iki sıra arkada oturan Pınar Selek’e: “Seni öldürecekler, dikkat et!” dedi.  Pınar’ın davası kaç kere temyize gitti geldi bilmiyorum. Hala Almanya’da yaşıyor. JİTEM’in kendisine garezinin vazgeçmesini bekliyor belki de.
YAŞAR BÜYÜKANIT: TANIRIM İYİ ÇOCUKTUR
9 Kasım 2005’te Şemdinli’de Seferi Yılmaz’a ait Umut Kitabevi’nde patlayan bombadan sonra olay yerinden kaçarken halk tarafından yakalanan astsubay başçavuş Ali Kaya, Özcan İldeniz ve Veysel Ateş’ten birinin PKK itirafçısı, diğerinin jandarma istihbaratçısı çıkması JİTEM’i yeniden hatırlattı. TBMM Başkanı Bülent Arınç hükümete çağrıda bulundu: “JİTEM var mıdır, nasıl çalışmaktadır, nasıl bir görev yüklenmiştir? Net bir açıklama yapılmalı.”
Olayı soruşturan Van Cumhuriyet Başsavcısı Ferhat Sarıkaya, arkasında hükümetin olmasından aldığı cesaretle bir kişinin ölümüyle biten bu bombalı saldırının devlet görevlileri tarafından düzenlenen bir terör eylemi olduğu savunduğu gibi, dönemin Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt'ın sanık Ali Kaya için, “Tanırım, iyi çocuktur” sözleriyle adli yargıyı etkilemeye teşebbüs ettiğini belirtti. Ancak baltayı taşa vurmuştu. Sarıkaya’nın Büyükanıt hakkında soruşturmaya talebi Genelkurmay tarafından reddedilirken Sarıkaya Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu'nun 20 Nisan 2006 günü almış olduğu kararla meslekten ihraç edildi. Neyse ki mahkeme Sarıkaya'nın iddianamesinin iade edilmesini gerek görmedi de yargılama sonucu sanıklar 39'ar yıl hapis cezasına çarptırıldılar. Ancak elbette JİTEM evlatlarını terketmedi. Yargıtay olayda askeri yargının görevli olduğu gerekçesiyle bozdu. Üyeleri değiştirilen mahkeme bu görevsizlik kararına uyularak dosya askeri ceza mahkemelerine gönderdi. Sivil mahkemenin ağır cezalara çarptırdığı sanıklar, askeri mahkeme tarafından ilk celsede serbest bırakıldılar. Sonunda sadece Tanju Çavuş 8 yıl ceza aldı. Böylece ‘iyi çocuklar’ bu işten de sıyrıldılar.
2008’de Avusturya veya Almanya’da yaşadığı sanılan Yeşil’in 10 milyon dolarlık bir servete sahip olduğu, Yeşil’in Veli Küçük’le ilişkisi yansıdı gazetelere…Bunlar soruşturuldu mu? Hayır. Yeşil’in servetine el kondu mu? Hayır…
ABDÜLKADİR AYGAN’IN İTİRAFLARI
 PKK itirafçısı Abdülkadir Aygan 2009 Ocak ayında Star gazetesine verdiği röportajda "Görev yeri: JİTEM" yazan resmi maaş bordrosunu gösterdi ve görev yaptığı yerde JİTEM yazılı tabela bulunduğunu söyledi. Aygan Ülkede Özgür Gündem gazetesine verdiği röportajda ise JİTEM'in eski Diyarbakır Grup Komutanı olduğu iddia edilen emekli Albay Abdülkerim Kırca'nın emriyle gerçekleştiğini söylediği pek çok cinayeti tek tek sıraladı. Abdülkadir Aygan'ın anlatımlarında JİTEM tarafından öldürüldüğü söylenen kişiler şunlardı: Musa Anter, Vedat Aydın, Musa Toprak, Mehmet Şen, Talat Akyıldız, Zahit Turan, Necati Aydın, Ramazan Keskin, Mehmet Ay, Murat Aslan, İdris Yıldırım, Servet Aslan, Sıddık Yetmez, Edip Aksoy, Ahmet Ceylan, Şahabettin Latifeci, Abdülkadir Çelikbilek, Mehmet Salih Dönen ve ismi öğrenilemeyen amcası, İhsan Haran, Fethi Yıldırım, Abdülkerim Zoğurlu, Zana Zoğurlu, Mele İzzettin Acet ve şoförü Mehmet Emin Kaynar, Hakkı Kaya, Harbi Arman, Fikri Özgen ve Muhsin Göl. Bu kişilerin hemen tamamının Kürt olduğunu söylemeye gerek yok herhalde. Bu röportajdan bir kaç gün sonra Abdülkerim Kırca intihar etti. Genelkurmay Başkanlığı Kırca’nın ölümü üzerine sert bir basın açıklaması yaptı. Açıklamada Aygan "sözde itirafçı" olarak niteleniyordu.
13 YIL SONRA JİTEM DAVASI
Halbuki Aygan’ın belirttiği yerlerde bazı mezarlar açıldı ve iddialarının bir kısmı doğrulandı. Bazı yerlerde insan değil hayvan kemikleri bulundu. Sonunda Diyarbakır Cumhuriyet Savcılığı, JİTEM üyesi oldukları, 1992-94 arasında sekiz cinayete katıldıkları iddia edilen beş itirafçı, bir emekli subay ve bir muvazzaf astsubay hakkında tam 12 yıl sonra dava açtı. Temmuz 2009’da İstanbul Cumhuriyet Savcılığı "JİTEM adlı bir oluşumun var olup olmadığı" konusunda, İçişleri Bakanlığı, Genelkurmay Başkanlığı, Jandarma Genel Komutanlığı, MİT Müsteşarlığı ve Emniyet Genel Müdürlüğüne yazılar yazdı. Genelkurmay Başkanlığı “bünyemizde (JİTEM) adında herhangi bir birim mevcut değildir'' derken Jandarma Genel Komutanlığı JİTEM adlı oluşumun, 1990 yılında sonlandırıldığı belirtti.
Eski Emniyet Müdürü Hanefi Avcı hapiste olduğu için talimatla verdiği ifadesinde JİTEM'in varlığının resmi düzeyde kabul gördüğünü söyledi. Somut olarak da, adını vermediği bir Baro Başkanı’nın arabasına bomba konulmasını, Yeni Ülke gazetesinin yakılmasını, Aydınlık ya da benzer bir derginin basılarak bir kişinin öldürülmesini ve HEP İl Başkanı Vedat Aydın’ın kaçırılıp öldürülmesini ifşa etti.
(1990’larda JİTEM’in infazlarda kullandığı ‘beyaz Toros’ araba geçtiğimiz haftalarda AHaber’in programcılarından Cemil Barlas’ın iki twitine konu olmuştu. Birincisinde Barlas “halkı silahlanmaya çalışanların kafalarını beyaz toroslara vura vura almadan terör bitmez” derken ikincisinde “halkı silahla kışkırtana, kan akıtana ne yapılır… torosu beğenmediyseniz başka marka da olur” diyordu.)
CEMAL TEMİZÖZ DAVASI
Uzatmayayım, savcı, sonunda “JİTEM adlı oluşumun, İçişleri Bakanlığının onayı olmadan ve Genelkurmay Başkanlığının görüşü alınmadan, Jandarma Genel Komutanlığının kendi inisiyatifiyle kurulduğu tespit edildi” dedi ancak oluşumla ilgili asker şahıslar yüzünden “yetkisizlik” kararı verip dosyayı Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığına gönderdi. Böylece bu konuda da rafa kaldırıldı.
Eski Cizre Jandarma Alay Komutanı Cemal Temizöz, 23 Mart 2009 günü Cizre’de görev yaptığı sırada yaşanan faili meçhul cinayetler nedeniyle gözaltına alındı. Bu olayın öncesinde Cizre’nin Kuştepe köyünde faili meçhul cinayet iddiaları hakkında yapılan kazı çalışmaları sonucu 20 kemik parçası bulunmuş ve soruşturma kapsamında eski Cizre Belediye Başkanı Kamil Atak ve oğlu tutuklanmıştı. Olay hakkında gözaltına alınan kişilerin ifadelerinde Temizöz'ün adı geçmekteydi. 2009 Temmuz ayında açıklanan 104 sayfalık iddianamede Cizre'deki 20 cinayetten sorumlu tutulan Temizöz'ün 9 kez ağırlaştırılmış müebbet hapsi istendi. Bundan üç ay önce savcı sekiz sanığın da beraatini istedi. Bilmem şaşırdınız mı?
2014 yılında Kendilerine ‘Bıçak Timi’ adını veren JİTEM’ci dört asker ve beş korucu, Mardin Kızıltepe’de, PKK’ya maledilen 22 cinayetin faali olarak yargılanmaya başladı. Dava hala devam ediyor. Sonucunu tahmin etmek zor olmasa gerek.
GERÇEĞE ULAŞMA YOLU
İşte ‘hem var hem yok’ JİTEM’in özetinin özeti hikayesi böyle. Özel Harp Dairesi-Kontrgerilla-Gladio-JİTEM-MİT ilişkileri herhalde ciltler doldurur. Anlatmadığım yüzlerce olay var elbette. Anlatılması mümkün olmayan gözyaşı ve acılar var. Uyuşturucu, silah kaçakçılığı, adam kaçırma, kadın kaçırma, haraç ve fidye alma ve elbette milyarlarca lira para var. Ve elbette, toplumun devlete, devletin vatandaşına, Türkün Kürde, Kürdün Türke uzaklaşması, düşmanlaşması var… Bunların yanısıra elbette PKK’nin hem devlete, hem örgütüne hem halka karşı işlediği suçlar var. (Bu konuyu önümüzdeki hafta ele alacağım.) Gerçeklerin ortaya çıkması için niyete, cesarete, azme ve teknik olarak Hakikat Komisyonları’na ihtiyacımız var. Var oğlu var. 
Bu süreçte gerçeğin bir nebze de olsa ortaya çıkarılmasında emeği geçen kişilerden yazıda adlarını anmaya fırsat bulamadığım Fikri Sağlar ve Sezgin Tanrıkulu’na çok şeyler borçluyuz.
JİTEM, AKP’lilerin dediği gibi (ya da yazıklandığı gibi) “geçmişte mi kaldı”? Hiç sanmıyorum. Devletin kılcal damarlarına kadar yayılmış, böylesine girift bir suç örgütünün tasfiye edilmesi ancak cesur, kararlı, sistematik ve çok yönlü politikalarla olur. Ortada bunu başarabilecek, daha doğrusu başarmak isteyen bir siyasal iktidar var mı? (Davaların akibetinden gördüğüm kadarıyla yok.) Aynen Diyanet gibi, aynen YÖK gibi, aynen MGK gibi, OHAL Yasası gibi ele geçirilinceye kadar ‘kötü’, ele geçirilince ‘faydalı’ olabilecek yapıları, mevcut iktidar tasfiye eder mi, yoksa kendi çıkarları için kullanır mı? Bundan PKK veya benzeri örgütler de yararlanır mı? (Merhum MİT’ci Mahir Kaynak’ın kızı Deniz Ülke Arıboğan hocamızın “ülke darbeye doğru gidiyor” kehanetini de not edelim.) Cevabı size bırakıyorum….
Özet Kaynakça: Soner Yalçın, Binbaşı Ersever’in İtirafları, Doğan Kitap, 1994, Çetin Ağaşe, Cem Ersever ve JİTEM Gerçeği, Bilge Karınca Yayınları, 2003, Ersin Kalkan, Katille Buluşma Bir Jitem Dosyası: Musa Anter Cinayeti, Güncel Yayıncılık, Timur Şahan; Uğur Balık, İtirafçı Bir JİTEM'ci Anlattı, Aram Yayınları, 2004, Ecevit Kılıç, JİTEM, Timaş Yayınları, 2009, Nevzat Çiçek, İtirafçı, Timaş Yayınları, 2009, Uğur Balık, KERBEROS-PKK'dan JİTEM'e Bir Tetikçinin Anatomisi, Timaş Yayınları 2011, Milliyet Gazete Arşivi.
http://www.radikal.com.tr/yazarlar/ayse-hur/devletin-karanlik-yuzu-jitem-1420112/
ÖZEL YORUMUDUR; JİTEM..HABERDE DE OLDUGU GİBİ DEĞİL.. BAHSE KONU OLAN FAALİ CİNAYETLERİ SUSURLUK U KAÇAKÇILIGI..YASA DIŞI YOLLARLA YAPILANLARA OLAYLARA KILIF OLARAK GÖSTERİLMİŞ. SİYASETİN VE TSK EMRİNDEKİ JANDARMA İSTİHBARATI YOK EDİLMİŞTİR.! 
JİTEM KALKTI  ŞU SORUYU SORALIM KENDİMİZE?
1 KAÇAKÇILIK BİTTİ Mİ?
2 FAALİ MEÇHUL CİNAYETLER SON BULDU MU.?
3 İNSAN KAÇAKÇILIĞI SON BULDU MU?
4 SINIR GÜVENLİĞİNİ MİT& JİTEM ORTAKLAŞA YÜRÜTÜRKEN BUGÜN ÜLKEM YOL GEÇEN  SINIR GÜVENLİĞİ OLMAYAN BİR KONUMA GİRMİŞTİR..
HANGİSİNİ TERCİH EDERDİNİZ?
SONUÇ MİT VE JİTEM SİYASETÇİ YANLIŞ AMAÇLARI İÇİN KULLANMIŞ İSE MİT  İN VE JİTEM İN SUÇU NEYDİ? ( PKK NIN KORKULU RÜYASIYDI JİTEM DAĞDAN İNİN DÜZ OVADA SİYASET YAPIN DENDİ DE NE OLDU?) SAYGIYLA..