6 Aralık 2018 Perşembe

SEVR'İN ÖZLEMİ: BÜYÜK KÜRDİSTAN., Batı PKK'yı, PKK ise Batı'yı Kullanıyor.. BÖLÜM 1

SEVR'İN ÖZLEMİ: BÜYÜK KÜRDİSTAN., Batı PKK'yı, PKK ise Batı'yı Kullanıyor..  BÖLÜM 1 




SEVR'İN ÖZLEMİ: BÜYÜK KÜRDİSTAN.,

1920'de imzalanan ve Atatürk tarafından geçersiz kılınan Sevr Anlaşması, hatırlanacağı gibi Osmanlı'nın varlığından beri, Batı'nın süregelen en büyük özlemlerini resmi olarak Türk milletinin önüne koymuştu. Ortadoğu'yu, Arap Yarımadası'nı, Balkanları ve Afrika'yı kaybetmiş olan Osmanlı'dan batıda Ege kıyıları talep ediliyor, kuzeydoğuda Ermenistan ve güneydoğuda ise Kürdistan için toprak isteniyordu. TBMM tarafından tanınmaması anlaşmayı rafa kaldırsa da Sevr'in Kürdistan özlemi hiçbir zaman sona ermedi. Çünkü bazılarına göre Mezopotamya, kehanetlerin kalbindeki bir merkezdi ve mutlaka idare altına alınmalıydı. 

Mezopotamya bölgesi, bilindiği gibi, Türkiye'nin güneydoğusu, İran'ın güneybatısı, Irak ve Suriye'nin bir bölümünü kapsayan bir bölgedir. Bu bölgenin önemli özelliği ise bölgenin etnik olarak Kürtlerin yaşadığı bir coğrafya olmasıdır. Dolayısıyla geçmişten bu yana bir kısım Evanjelik Hristiyanların ve onların politik kollarının hedefi, bölgenin güçlü devletlerinin –yani Türkiye, İran, Suriye ve Irak'ın– parçalanarak bu bölgede yeni bir Kürt devleti kurulabilmesi olmuştur. Bu devletin iki önemli özelliği olmalıdır: ABD ve Avrupa'nın kayıtsız şartsız müttefiki olmalı, dahası ABD ve Avrupa'nın tüm isteklerini yerine getiren bir piyon devlet olmalıdır. 
Bu piyon devlet, Batı'ya, Ortadoğu topraklarında oldukça stratejik bir alan sağlayacak, üsler kurabilmeleri için mükemmel stratejik coğrafya sunacak ve beklenen Armageddon Savaşı için de ortam, imkan ve mekan oluşturacaktır.
Dolayısıyla Büyük Kürdistan projesi, Sevr'den beri resmi olarak işleyen bir projedir. Kürt nüfusunu barındıran dört ülkeyi hedeflemektedir. İstikrarsızlaştırma planı dahilinde bu hedef, Irak ve Suriye açısından başarıya ulaşmıştır. Irak'ta özerk, Suriye'de ise kantonlardan oluşan bir Kürt yerleşim alanı vardır. Irak'ın her geçen gün daha da karışması Kürt Özerk Yönetimi'nin "bağımsızlık ilan edebiliriz" söylemlerine yol vermiştir. Nitekim Irak anayasası buna müsaittir. Yerel halk oyladığı takdirde, özerk yönetim Irak'tan bağımsız bir devlet olarak ayrılabilir. 

Planın ikinci aşaması olan Suriye Kürtleri açısından da beklenen ilerleme kaydedilmiş görünmektedir. Kanton yönetimlere bölünmüş olan Kürt yönetimi burada sık sık özerklik ilan etmekte, fakat Suriye'deki iç savaş sebebiyle muhatap bulamamanın bir sonucu olarak mevcut sisteme geri dönülmektedir. Fakat bu aşamada dikkat çeken bir husus vardır: Batı ülkelerinin Suriye'deki Kürt bölgesine karşı aşırı hassasiyeti. Bu konu birazdan incelenecektir. 
Hedefin üçüncü ve dördüncü safhası yani İran ve Türkiye ise, daha önce de belirttiğimiz gibi, istikrarlı ülkeler olmaları bakımından önemli bir sorun teşkil ederler. Dolayısıyla ince plan şu günlerde bu iki ülkeyi dize getirmek üzerine devam etmektedir. Burada konumuz olan hedefin Türkiye yönünü ele alırken bahsetmemiz gereken temel unsur PKK'dır. Çünkü Avrupa ve ABD'nin yıllardır terör listesinde bulunan, Marksist, Leninist, komünist PKK, şu anda Türkiye'yi bölmek için Batı'ya yaranmakta; Batı'nın bazı derin güçleri ise yine Türkiye'yi bölmek için PKK'nın maskesini görmezden gelmektedir. Dolayısıyla karşımızda, PKK'nın Batı'yı, Batı'nın ise PKK'yı kullandığı tehlikeli bir ortam vardır. 

Batı PKK'yı, PKK ise Batı'yı Kullanıyor .

PKK'yı, günümüzdeki bazı gazetelerde çıkan yazılardan tanımış olan biri, gerçekte şiddet yanlısı olan bu komünist terör örgütünü kolaylıkla Batı'nın destek vermesi gereken "Kürt savaşçılar" olarak değerlendirecektir. Çünkü uluslararası ana akım medyanın, özellikle son günlerde, PKK'yı takdim edişi bu şekildedir. 

Bunun sebebi çift taraflı bir menfaat alanının doğmuş olmasıdır. Yaklaşık 40 yıldır Türkiye'den Güneydoğu bölgesini koparmaya çalışan komünist PKK ile yaklaşık 100 yıldır bu bölgeyi koparmaya çalışan Batılı derin güçler ortak paydada buluşmuştur. Batı için en büyük itiraz olan "komünizm" faktörü, PKK'nın girdiği sahte kılıklar altında sinsice gözlerden ırak hale getirilmeye çalışılmıştır. Komünist kahpe teröristler yüzlerine maske geçirmiş ve kimlik mücadelesi veren, haklarını arayan emperyalist Kürt savaşçıları görünümüne bürünmüşlerdir. Bu durum Batı'nın işine gelmiş ve PKK'yı hedeflerini gerçekleştirmek için iyi bir koz olarak görmüşlerdir. Nasıl bir belanın içine girdiklerinin farkına dahi varmadan... 

Bu belayı tarif etmemiz şarttır. Çünkü PKK, Kürt kimliğinin mücadelesini veren kahraman savaşçılar falan değil, emperyalist kılığa bürünen, gerçekte HALEN komünizmi yaymayı hedefleyen, Kürtlük veya Kürtler umurlarında bile olmayan Leninist, eli kanlı bir terör örgütüdür. Bölgede yaşayan Kürtler ile PKK'lı teröristlerin arasındaki ayrımı çok iyi yapmak gerekmektedir. 
PKK ile ittifaka girmeyi düşünen bir kısım Batılıların nasıl bir bela ile karşı karşıya olduğunu gösterebilmek için PKK'nın emperyalizm maskesini deşifre etmek gerekmektedir. Söz konusu Batılı güçler eğer hala komünizmle mücadeleyi esas alan ideolojilerini koruyorlarsa, şu durumda onlara kötü haber: Kanlı komünistlerle ittifak içindeler!

PKK neden kuruldu?.,

Üniversitelerde bir öğrenci hareketi olarak başlayan ve 1977 döneminde kendilerine Apocular denen PKK hareketi, zaman içinde Kürt Devrimcileri veya Apocular isimlerini bırakarak Ulusal Kurtuluş Ordusu adını almıştır. Zaman içinde sol grupların birçoğu bu örgüt ile çeşitli bağlantılar kurmaya başlamıştır. Çünkü örgütün temel ideolojisi Marksizm-Leninizm üzerine kuruludur. O dönemde söz konusu grubun lideri konumunda olan Abdullah Öcalan'ın şu açıklamaları PKK'nın ilk kuruluş bildirgesi sayılabilir: 

Klasik manada bizler Marksizm ve Leninizm'i araştırıp inceleyeceğiz. Bu ideolojilerin kılavuzluğunda dünyanın, Ortadoğu'nun ve Türkiye'nin genel bir tahlilini yapacağız. Bu bakış açısına göre Doğu ve Güneydoğu Anadolu (Kuzey Kürdistan) sömürge durumundadır. Türkiye de sömürgeci devlettir. Ayrıca Kürdistan'ın diğer parçaları da İran, Irak ve Suriye'nin sömürgeci idaresi altındadır.7

PKK'nın amacını açıklayan diğer bir yazılı belge 1978 yılında yayınlanan Kürdistan Devriminin Yolu (Manisfesto) ile Parti Programı'dır. Parti Programı'nda daha doğrusu Öcalan'ın hazırladığı Taslak'ta PKK'nın amacı şöyle özetlenmektedir:

Kürdistan, sömürgeci 4 devlet Türkiye, İran, Irak ve Suriye tarafından dörde bölünmüştür. En büyük parça Türkiye Kürdistanı'dır. Burada yarı feodal ilişkiler geçerlidir. Devrimde Türkiye Kürdistan'ı önderlik yapacaktır. Devrimin niteliği ulusun demokratik devrimidir. Asgari hedef, sömürgeciliği yıkarak bağımsız, demokratik ve birleşik bir Kürdistan devleti kurmaktır. Azami hedef, Marksist-Leninist ilkelere dayalı bir devlet kurmaktır. Devrime öncü güç proletaryadır. Devrimde temel güç köylüdür. Temel ittifak da işçi-köylü-aydın ittifakıdır.8
Aynı dönemde yayınlanan Tüzük ise programda belirlenen hedefleri gerçekleştirmek için oluşturulacak partinin temel niteliğini açıklamaktadır. Hem Manifesto, hem Program, hem de Tüzük'te kendisini Marksist-Leninist olarak tanımlayan örgütün tüm ideolojisi "zor ve sömürge" kavramları üzerine inşa edilmiştir. Buna göre sömürgeci güçlere karşı devrimci şiddet sonuna kadar kullanılmalı ve sömürgeci güçler bu şiddet sonucunda örgütü kabullenmeye zorlanmalıdır.9 Burada, Engels'in "Zor Teorisi" esas alınmış ve Marks ve Engels'in proletarya iktidara giderken şiddetin göz ardı edilmemesine dair ifadeleri yol gösterici kabul edilmiştir.  

Abdullah Öcalan da, bu görüşlere sahip çıkarak şiddetin vazgeçilmezliğini ileri sürmüş ve Kürdistan'da Zor'un Rolü isimli kitabında bu görüşlerini açıklamıştır: 
….Biz gerilla savaşıyla hareketli savaşı bir arada uygulayarak düşmanın askeri üstünlüğünü yok etmeye ve onu daha da geriletmeye ve Türkiye'deki devrimin gelişimini hızlandırmaya çalışacağız. Bu trajik denge aşamasında Kürdistan'da devam eden gerilla savaşıyla hareketli savaş eğer Türkiye'de de gelişmiş bir devrimci savaşla desteklenirse ve Türkiye'de büyük kentlerde dahil olmak üzere bir proletarya ve halk ayaklanması gündeme gelirse bu ayaklanma durumu Kürdistan'a kadar genişletilerek, Türkiye ve Kürdistan'da girişilecek halk ayaklanmalarıyla burjuva ordusu dağıtılabilecek, devrimin siyasi üstünlüğü böylece askeri üstünlüğe de dönüştürülerek burjuva iktidarı yıkılıp devrim zafere götürülebilecektir…10 
"Burjuva"ya karşı "Proletarya diktatörlüğü" isteyen, bunun ancak bir "devrim" ve "terör" yoluyla yapılabileceğini anlatan Öcalan, Marks'ın ideallerini, Lenin'in uygulamalarını tarif etmektedir. Lenin, kendi idealindeki devrimi şu şekilde tarif etmiştir: 

Bir burjuvazi devrimi, proletaryanın çıkarları için kesinlikle gereklidir. Burjuvazi devrimi ne kadar tamamlanmış, kararlı ve tutarlı olursa, sosyalizm için proletaryanın burjuvaziye karşı mücadelesi o kadar emin olacaktır. ... Fransızların söylediği gibi işçiler için 'tüfeği bir omuzdan diğerine almak' daha kolay olacaktır. Devrimin sağladığı özgürlük ile burjuvazi devriminin onlara verdiği silahı, burjuvazinin kendisine çevirecekler.11
Felsefesini bu fikirler doğrultusunda belirleyen Öcalan da, Marksist çizgiye gelmesini ve kendisini bu yüzyılın Lenin'i ilan etmesi zihniyetini hiçbir zaman gizlememiştir: 

...Tabii daha sonra tercih Marksizm-Leninizm'e yapılır. Sosyalizmin Alfabesi (Leo Huberman) elime aldığım ilk klasiktir. Okuduğumda yastığımın altına koydum ve bu iş burada biter dedim. Sanırım 1969'da Sosyalizm tercihi kesinleşti.12 
Lenin 1900'de ne ise ben de 21. yüzyıl sosyalizmini temsil ediyorum, reel sosyalizmle savaşarak, emperyalizmle savaşarak yeni sosyalizmi inşa ediyorum. 13
Öcalan, PKK'nın Marksizm-Leninizm geleneği üzerine inşa edildiğini ve bundan sonra da bu ilkeler üzerinde devam edeceğini şu sözlerle ifade etmiştir: 
PKK, Marksizm-Leninizm geleneğine uygun bir gelişme yaşamıştır. Bundan sonrası açık ki etle tırnak gibi birbirinden ayrılmayan bu miras üzerine şekillenecektir.14 

Öcalan, 1 Mayıs 1982 yılında yaptığı konuşmasında ise şunları söylemiştir:
Ama şunu iyi bilmeliyiz ki, Kürdistan tarihi bugün çağa ulaşmak istiyorsa, tamamıyla işçi sınıfı gerçeğine dayanmak zorundadır. Ne kadar elverişsiz koşulları yaşarsa yaşasın, işçi sınıfının objektif gücüne ve onun eylem kılavuzu olan bilimine, MARKSİZM-LENINİZM'E DAYANMAK ZORUNDADIR VE DİKKAT EDİLİRSE BİZİM VARLIK NEDENİMİZ TÜMÜYLE BU GERÇEK ETRAFINDA OLUŞMUŞTUR. ... Eğer o aşiret duvarları, o feodal çitler aşılmasaydı, MODERN DÜŞÜNCE, EN DEVRİMCİ DÜŞÜNCE OLAN MARKSİZM-LENINİZM kafalarımıza sıçramayacaktı.

Öcalan'ın açık izahları, örgüt Manifestosu, Programı ve Tüzüğünde yer alan bilgilere şöyle bir bakıldığında, PKK'nın nihai amacının, Marksist-Leninist temeller üzerine inşa edilmiş bir Kürdistan oluşturmak olduğu görülecektir. Bu bölgeyi içine alan İran, Irak, Suriye ve Türkiye'nin "sömürgeci" devletler olduğu belirtilmekte ve PKK, hedefini meşru kılmak için sömürge yaklaşımını temel almaktadır. Örgüt mensupları, kapitalist ülkelerdeki işçi sınıfı hareketlerini örnek almakta ve bu hareketleri gerçekleştirenleri müttefikleri olarak görmektedir. Amaçları, "Sosyalist Kürdistan" adı altında kurulan bir bölge içinde "sınıfsız" bir toplum meydana getirmek, komün sistemini oluşturmaktır; manifestolarında bunun için savaş çağrısı yapılmaktadır. 
Bu hedefin en önemli gereklerinden biri kuşkusuz emperyalist güçlerin tümüne karşı koyma arzusudur. Bu sebeple Amerika ve Amerika destekçisi Batı'nın tüm uygulamalarına, hatta varlıklarına karşı çıkılmıştır. Manifesto, asıl olarak Amerikan emperyalist zihniyetini yok etme hedefine odaklanılmıştır. Dolayısıyla Marksist PKK, Marksizm'in gereği olarak emperyalizme ve dolayısıyla emperyalist odak olarak gördükleri ABD'ye şiddetle karşı çıkmaktadır. 
PKK programının "Kürdistan Devriminin Görevleri" başlıklı bölümünde "sömürgeci" olarak tanımlanan Türkiye Cumhuriyeti'nin sunacağı her türlü çözüm arayışlarını (buna bölgesel özerklik de dahildir) reddetmek gerektiği bildirilmiştir. Bu reddedişteki amaç, Türkiye Cumhuriyeti'nin mutlaka parçalanması gerektiği düşüncesinden kaynaklanmaktadır. 
Manifestoda, Komünist Kürdistan'ı inşa edebilmek için, Türk güvenlik güçlerini kırsal bölgelerden ve Türk-Irak sınırından geri çekilmeye zorlayarak, Türkiye'nin güneydoğusunun bazı bölümlerinde askeri ve politik denetim kurmak hedef olarak belirtilmektedir. Kurtarılmış bölgeler oluşturulduktan sonra, kentlerde saldırılar ve bölge çapında kargaşa ve ayaklanmalar başlatılacaktır. PKK'nın mevcut silahlı güçleri konvansiyonel bir orduya dönüştürülecek ve hedef Türk ordusunu bozguna uğratmak olacaktır. Bütün bunların sonucunda, Türk ordusunun "Kürdistan" olarak nitelendirilen toprakları terk edeceği beklentisi vardır.15
PKK manifestosundaki bu detayları vermemizin amacı, PKK'nın Marksist Leninist bir örgütlenme olarak kurulduğunu gözler önüne sermek ve başta ABD olmak üzere her türlü emperyalist, kapitalist ülke, devlet ve sisteme karşı savaş hedefini gözettiğini belirtmektir. PKK, Türkiye'yi ve Kürtleri barındıran civar ülkeleri "yıkarak" bir komünist devlet kurma azmindedir. Kuruluş amacı budur ve bu amaçtan şimdiye kadar hiçbir şekilde vazgeçilmiş değildir. 
Dünya değiştikçe, Ortadoğu'da sınırlar hassaslaştıkça, güç dengeleri değişim gösterdikçe, PKK yıllar içinde emperyalist bir maske takma zorunluluğu duymuştur. Bunun için sebepler çoktur; bu sebepleri sonraki başlıklarda inceleyeceğiz. Burada özellikle vurgulanması gereken nokta, PKK'nın kuruluş günlerindeki Marksist görünümü ile bugünkü emperyalist maskesinin pek çok ülke ve fikir adamı için aldatıcı olmasını engellemektir. PKK, bugünkü sahte görünümü altında, hala, komünist dünya devleti kurma azminde olan Marksist Leninist bir terör örgütüdür. 

PKK'nın Emperyalizm Maskesi

SORU: Saddam'a razı olmayan Batı, niye Türkiye'nin güçlenmesini istesin ki?
ÖCALAN: Fakat bu bir Kürt özerkliği de yaratır. Türkiye'yi de zayıflatır bu, zayıflatmasını bilir.
SORU: Kürt özerkliği aynı zamanda Türkiye'yi de frenler mi demek istiyorsunuz?
ÖCALAN: Batı yanlısı bir Kürt özerk bölgesi, Batı için Türkiye'yi frenler. Arapları frenler, İran'ı frenler. Bu açıdan Batı, Kürtlerin özerkliğine sevdalanacak gibime geliyor. Bu bölgeyi Türkiye'ye doğru, İran'a doğru yayacaklar. Tabii bu, Batı'nın isteğidir.16 
PKK lideri Abdullah Öcalan'ın Rafet Ballı'ya 1991 yılında verdiği röportajda sarf ettiği bu sözler, aslında konunun özünü anlamak için yeterlidir. Batı'da bir kısım güçler, Türkiye'de Kürtlerin özerkliğine sevdalanmıştır. Bunun hedefi, tam da Öcalan'ın belirttiği gibi Türkiye'yi, Arapları ve İran'ı frenlemek olacaktır. Türkiye'ye ve İran'a yayılmış olan bir Kürt bölgesi tümüyle Batı'daki söz konusu güçlerin isteğidir. Çünkü yukarıda detaylı şekilde bahsini ettiğimiz derin güçlerin çıkarları, buna son derece uygun düşmektedir. 

Söz konusu plan aslında Öcalan tarafından 90'lı yılların başlangıcında keşfedilmiştir. Bu yıllar, PKK'nın Türkiye toprakları üzerinde ciddi kayıplar verdiği, örgütün büyük oranda kan kaybettiği, taraftarlarını yitirdiği ve yeni katılımlar elde edemediği dönemdir. Kendi söylemlerine göre, Marksist ve Leninist bir örgüt olarak yaptıkları eylemler çok büyük oranda kendilerine dönmüş, güçlerini yitirmelerine neden olmuştur. 
Aynı dönem, Körfez Savaşı'nın başladığı ve bu savaşın bir neticesi olarak 36. paralelin kuzeyinde bir güvenli bölgenin inşa edildiği ve Irak Kürtlerinin korumaya alındığı dönemdir. Kan kaybeden PKK, Batı koalisyon güçlerinin Kürtleri koruma altına almasını ve Irak'ta bir Kürt özerk bölge sinyalinin oluşmasını kendisine baz alarak, dev bir taktiksel değişim politikasına yönelmiştir. Bu değişim öylesine kapsamlıdır ki, PKK, Leninist özünü hissettirmeyecek şekilde bir maske takmış, emperyalizm kılıfı altına gizlenmiş ve başta ABD olmak üzere tüm Batı'yı en hararetli müttefiki ilan etmiştir. Öyle ki temel hedefi emperyalizm ve onun başını çeken ABD'yi yok etmek olan PKK, ABD'nin himayesi altına girebilmek için bayrağından söylemlerine kadar her şeyi değiştirmiştir. 

PKK'ya bir Sığınak: 36. Paralelin kuzeyi .,




1991 Körfez Savaşı'nın hemen sonrasında Irak'tan kaçan Kürt mültecilerin sayısı ciddi anlamda yükselince, Irak-Türkiye sınırında bir güvenli bölge oluşturulmuştur. Nisan 1991'de, ABD yönetimi Irak'a, Kürtlerin bulunduğu bölge olan 36. paralelin kuzeyinde, karada ve havada faaliyet göstermemesi uyarısında bulunmuştur. Bu çerçevede 36. paralelin kuzeyinin Irak uçuşlarına yasaklanması, Birleşik Görev Gücü adındaki uluslararası bir askeri gücün bölgeye yerleştirilmesi ve sonraki gelişmeler, Kuzey Irak'ta fiili bir Kürt yönetiminin oluşmasını beraberinde getirmiştir. Temmuz 1991 tarihinde ise Kürtler için oluşturulan güvenlik bölgesinin korunması için aralarında Türkiye, ABD, İngiltere ve Fransız askeri kuvvetlerinin bulunduğu 77 uçak ve helikopter ve 1862 personelden oluşan Çekiç Güç, Türkiye sınırları içinde konuşlandırılmıştır. Çekiç Güç'ün buradaki varlığı ile söz konusu Kürt bölgesi özel bir koruma altına alınmıştır. 
Bu dönem, ciddi kayıplar veren ve kan kaybeden PKK'nın mecburi taktik değişiminin başlangıç dönemidir. Güvenli bölge içine alınan ve ABD denetiminde olan 36. paralelin kuzeyi, PKK açısından paha biçilmez bir fırsat olmuştur. PKK bu şekilde, barınacak, güçlenecek, hatta eğitilecek bir alan edinmiştir. Fakat bu imkanlardan faydalanabilmek için "komünizm karşıtı" olan ABD'nin gözüne girecek bir şeyler yapması gerekmiştir. Amerika yandaşı görünümü alması, komünizm adına terör gerçekleştirdiğini unutturması şart olmuştur. Eğer bunu başarabilirse, bir süper gücün desteğini almış olacaktır. Ve ne garip bir tevafuktur ABD'de bir kısım birimler, tıpkı kendileri gibi Türkiye üzerinde bir Büyük Kürdistan emeli peşinde koşmaktadır. 

İşte bu sebeplerle PKK, söylemlerini, taktiklerini, bayrağını değiştirmiş; Rus-Çin destekçisiyken bir anda ABD destekçisi olmuş; sahtekarca emperyalist görünüme bürünmüştür. Bu durum, aslında PKK gerçeğini gayet iyi bilen Amerikan derin devletinin de işine gelmiş, derin devlet, bu emperyalist maskeye çok inanmak istemiştir. Bölgede Kürt devletinin kurulması için PKK'nın kullanılmasında sakınca görmemiştir. 
Öcalan'ın, başından beri emperyalist gördüğü ABD'ye yaranmak için sarf ettiği şu sözler, bu maskenin hangi boyutlarda olduğunu gözler önüne sermektedir: 
İslam'ın unutur, inkar edilir kıldığı bu halk, tüm tarikatçı yapılanmalara karşı Armageddon'da ağırlıklı olarak Hristiyanlar ve Musevilerin yanında yer alacaktır.17 

Taktik bilindiktir: Öcalan, ABD'nin gözüne girecek şekilde İslam'ı eleştirmekte, İslam ile bütünleşmiş olarak yaşayan Kürt halkını inkar etmekte, herhangi bir dine inancı veya saygısı varmış gibi davranarak, Hristiyan ve Musevi inancının destekçisi görünmektedir. Hristiyan Evanjeliklerin Mezopotamya'da gerçekleşmesini bekledikleri Armageddon Savaşına kurnazca vurgu yapması ise kuşkusuz oldukça dikkat çekicidir. Nitekim bu taktik şu an PKK tarafından uygulanmakta, günümüzde Ortadoğu’da devam eden kanlı çatışmalarda PKK, Batılı devletlerden yardım alarak silahını Müslümanlara yöneltmektedir. 
Bu görüntü son derece göz boyayıcı olmuş, nitekim 36. paralelin kuzeyinin özel bir idareye ayrılmasının hemen ardından aniden 70 PKK kampı ortaya çıkmıştır.18 Jay Walker adlı bir araştırmacı, PKK kamplarındaki gözlemlerini ‘’Türkiye'de Kürt Ayaklanması’’ adlı yazısında şöyle aktarmıştır: “...sınır boyunca 20 PKK eğitim kampı gördüm. Kamplarda Fransız peynirleri yenmekte, Amerikan kakao ve kahveleri içilmekteydi.’’19
PKK, bu dönemde, özellikle ABD'nin büyük bir risk olarak gördüğü İran'a yönelik olarak güçlendirilmiştir. Çöküş aşamasına geldikleri bir anda söz konusu güvenli bölge, adeta bir PKK özel bölgesi gibi görev yapmış ve bu sayede terör örgütü silahlanmış, eğitilmiş ve kendini toparlanmıştır. 

Bunun sonucu olarak da Çekiç Güç uygulamasının hemen ardından PKK güçlenmiş ve silahlanmış olarak Türkiye toprakları üzerinde terör eylemlerine geri dönmüştür. Nitekim 90'lı yıllar, PKK'nın Türkiye üzerinde en fazla eylem yaptığı ve en fazla can aldığı dönemdir. 

Şunu belirtelim, Kürtlerin bir devlet kurmasına itirazımız yoktur. Bilindiği gibi Irak'ın kuzeyinde hali hazırda özerk bir Kürt devleti zaten bulunmaktadır ve Türkiye bu devlet ile son derece iyi ilişkiler içindedir. Devlet Başkanı Mesud Barzani ve Başbakan Neçirvan Barzani samimi ve dindar iki önemli liderdir. Elbette ülkelerin bütünlüğünü korumaları daima isteyeceğimiz bir şeydir fakat özellikle Irak'ın içinde bulunduğu karmaşa ortamının mecburi bir getirisi olarak eğer önümüzdeki günlerde Barzani liderliğinin denetiminde Kuzey Irak'ta bağımsız bir Kürdistan kurulursa, buna da desteğimiz elbette olacaktır. Fakat bunun için öncelikle o bölgeden de PKK tehdidinin temizlenmesi ve özellikle bu tehdidin Barzani ailesinin üzerinden kalkması gerekmektedir. Görülebileceği gibi itirazımız bir Kürt devleti kurulmasında değil, fakat iki önemli noktadadır: 

1. Türkiye topraklarına göz dikilmesi 
2. Kürdistan kurma hayalinin PKK ile gerçekleştirilmek istenmesi. 

Türkiye, Kürtleri ile bir bütündür. Bin yıldır bu topraklar üzerinde Kürtler ve Türkler birlikte yaşamışlardır ve kardeştirler. Türkiye'de hiçbir Kürt, kendi anavatanından ayrılmaya niyetli değildir. Türkler de Kürtleri bırakmak niyetinde asla değildirler. Kürt kardeşlerimiz tedirgin olmamalıdırlar; Türkiye devleti içinde çöreklenmiş ve şu anda yargı önünde olan Ergenekon terör örgütünün mensuplarının geçmişte Kürtlere yönelik ayrımcı ve zulüm dolu bir politika izlemiş oldukları bizim tarafımızdan gayet iyi bilinmektedir. İlerleyen bölümlerde bu konuya kapsamlı yer ayrılmış ve Türk hükümetinin ve milletinin bu konuda yapması gerekenler tarif edilmiştir. 

Fakat şu bilinmelidir: O dönemde Ergenekon terör örgütünün yaptıklarının tüm Türkiye'ye mal edilmesi hatalı olacaktır. Bölünme, başından beri PKK terör örgütünün dillendirdiği bir söylemdir. Bu terör örgütünün, Kürt milliyetçiliğiyle ise alakası yoktur. Aksine bu terör örgütü asıl zulmü daima Kürtlere yöneltmiştir. Dolayısıyla Türkiye'nin güneydoğusunda Türkiye'den ayrılmak isteyen bir Kürt etnik grubu olduğu tümüyle yalandır. Doğrudur, Kürtler, çoğunlukla Türkiye'nin güneydoğusundadırlar. Fakat aynı zamanda Kürtler Türkiye'nin her yerindedirler. Yine güneydoğuda da Kürtlerden farklı olarak Zaza, Türkmen, Arap, Süryani, Ermeni nüfuslar yoğunluktadır. Dolayısıyla Türkiye, her metrekaresinde farklı halkların yaşadığı ve tüm halkların iç içe var olduğu bir bütündür. Kürt ayrımcılığı şimdiye dek hep Ergenekon ve PKK çetelerinin söylemleriyle gündeme gelmiştir. Irkçılık yapan ruh hastalarının zihinlerinde yer almıştır. Günlük hayatta hiçbir zaman Kürt-Türk ayrımı diye bir şey yoktur. Buna iznimiz de yoktur. Kürtler Anadolu topraklarının güzel bir süsü; maddi manevi önemli birer değeri; dostluğun, dürüstlüğün, maneviyatın, vefa ve sadakatin mühim birer sembolüdürler. Kürt kardeşlerimizi bizden ayırmaya kalkan zihniyet, asla ve asla başarılı olamayacak daima hüsranla karşılaşacaktır. 
Dolayısıyla Amerika derin devletinin planladığı Büyük Kürdistan hayalinde, Türkiye olmayacaktır. Amerika ve onu destekleyen Avrupa ülkelerinin derin devlet yapılanmalarının en büyük hatası, kurguladıkları Kürdistan hayalinin PKK ile gerçekleşeceğine inanmalarıdır. Bu hatadır çünkü PKK, belki de geçmiştekinden çok daha güçlü olarak Marksist temeller üzerinde varlığını sürdürmektedir. Emperyalizm maskesi kullanarak yaptığı ise, tarihte tüm ünlü komünistlerin başvurduğu kirli bir taktiktir. 

Tarihteki Ünlü Komünist taktikler 

Lenin ve Stalin, komünizm ideolojisinin en vahşi temsilcileridir ve komünizmin gereği olarak dine de keskin bir üslupla karşıdırlar. Lenin, komünizmi Sovyet Rusya'ya yerleşik kılmak amacıyla 200 bin rahip öldürmüş, milyonlarca Hristiyan'a zulmetmiş, binlerce kiliseyi yok etmiş, bazılarını ise ateist müzelere dönüştürmüştür. Lenin'in izinden gitmiş olan Stalin'in ise din konusuyla ilgili sözleri şöyledir: 
Biz dine karşı propaganda yapıyoruz ve propaganda yapmaya devam edeceğiz. Parti dine karşı tarafsız kalamaz. Bütün dinlere karşı din aleyhtarı propaganda yapmaktadır. 20
Bütün dinlere karşı din aleyhtarı propaganda yapmanın gerekliliğinden bahseden aynı Stalin, şaşırtıcı bir şekilde, 2. Dünya Savaşı'nın ilk yıllarında Rus Ortodoks Kilisesi ile bir akit imzalamış, on binlerce kilisenin yeniden açılmasına ve kilise liderliğindeki hiyerarşinin yeniden tesis edilmesine izin vermiştir. Bunun yanı sıra güneyde Müslüman şeriatına izin verilmiş, Doğu'da Budizm desteklenmiş ve antisemitizme güçlü bir biçimde karşı çıkılmıştır. Bu ilginç açılımın ise tek sebebi vardır: 2. Dünya Savaşı'nda komünizme karşı büyük bir tehdit olarak yükselen faşizmi ortadan kaldırabilmek ve Hitler'i mağlup edebilmek için başlatılan mücadeleye karşı destek alabilmek. Nazilere karşı koyabilmek için Stalin, özellikle kilisenin etkisini bu yolla uzun süre kullanmıştır. 
Lenin ise, çöküşe giden Rus ekonomisini canlandırabilmek ve kapitalist ülkelerin seviyelerine ulaşabilmek için, ekonomide kısa dönemli bir politika değişimine gitmiş ve kapitalizmin ilkelerini takip etmiştir. Yeni Ekonomi Politikası (New Economic Policy – NEP) adı verilen bu düzenlemeye göre küçük işletmelerin kapitalizmde olduğu gibi kâr mantığıyla devam etmesini içeren bir politikaya geçilmiştir. NEP politikası Bolşevikler arasında geçici bir düzenleme olarak görülmüş ve özellikle içinde barındırdığı kapitalist ekonomiye ait uygulamalar yüzünden parti içinde eleştirilmiştir. Komünist ekonomi anlayışının tamamen dışında bir politika olan NEP, bir mecburiyet olarak benimsenmiş ve yeterli ekonomik gelişme sağlandıktan sonra terk edilmiştir. Bugün, söz konusu taktiği Çin'in Hong Kong politikalarında da izlemek mümkündür. 
Komünistlerin şekil değiştirme ve geri adım politikalarıyla ilgili bir başka örnek ise aile ve devlet konusundaki yaklaşımlarıdır. Bilindiği gibi komünizm, aile ve devlet kurumlarına şiddetle karşıdır ve bu iki kurumu, komün toplumlarına geri dönüş mücadelesinde oldukça büyük engeller olarak görür. Fakat buna rağmen komünistler genellikle bir taktik uygular ve aile kurumunu ortadan kaldırabilmek için öncelikle güçlü bir devletin var olması gerektiğini söylerler. Güçlü bir devlet için ise önce aile kurumunun güçlenmesi gerekmektedir. Bu nedenle önce geri adım atarak aileyi güçlendirirler. Bu sayede komünist devlet güçlenir ve bir aşama sonra ise aile kurumu tamamen ortadan kaldırılır. Bir sonraki aşama ise devleti ortadan kaldırmaktır ki, ailenin ve dini değerlerin kalmadığı bir toplumda, artık bu komünistler açısından çok kolay aşılacak bir safhadır.21 

PKK'nın kullandığı Komünist taktikler .,


Komünist taktikler çoğu komünist lider tarafından istikrarla uygulanmış ve komünizmin kökleşerek yerleşmesi için gerekli görülmüştür. Bir başka deyişle güçlü bir komünist devlet için gereken her yola başvurulmuştur. Gerçekte Stalin'in kiliselere asla destek vermeyeceği, Lenin'in asla kapitalist bir ekonomiye mahal vermeyeceği açıktır. Fakat ortam ve şartlar gerektirdiğinde bu maske daima ustalıkla kullanılmıştır. 
Şu anda aynı yöntem PKK tarafından da uygulanmaktadır. PKK, komünist dünya devleti hedefinin birinci aşaması olan Komünist Kürdistan'ı oluşturabilme yolunun Batı ile yakınlaşmak olduğunun farkına varmıştır. Komünist kimliği ile ortaya çıkmasının, dünya süper gücü ABD tarafından tepki çekeceğini ve bu tepkinin kendilerini kaçınılmaz bir başarısızlığa götüreceğini gayet iyi bilmektedir. 
Bu taktiksel değişim içinde zikredilen meşhur kelime "özerklik"tir. Gerçekte örgüt Manifestosu'nda şiddetle karşı çıkılan bu ifade bir anda gece gündüz kullanılır olmuş, Manifesto'daki Komünist Kürdistan'ın kurulması için Türkiye Cumhuriyeti'nin yıkılmasını şart koşan ifadeler örtbas edilmiştir. Çünkü burada geçen komünizm ifadesinin, Batı tarafından doğrudan destek görmeyeceği örgüt tarafından bilinmektedir. Özerklik, ABD ve Avrupa için oldukça göz boyayıcı bir kelimedir; ayrıca PKK'ya Batı'nın gözünde sahte bir "Kürt halkının kurtuluş mücadelesini veren örgüt" kimliği de kazandırmaktadır. Batı'nın bu talebi demokrasinin gereği olarak görmesi ve mutlaka destek vermesi beklenmektedir. 
Öyle ki, özerklik kelimesine Türk toplumunu alıştırma çalışmaları başarısız olunca bu kelimeyi de yumuşatma politikasına başvurulmuştur. Son günlerde oldukça sık duyduğumuz demokratik özerklik, kanton, demokratik konfederalizm gibi öneriler, PKK'nın taktiksel yöntemlerinden bazıları olarak gündeme getirilmektedir. 
Ayrıca örgüt, şiddetle devlet sistemine karşı olmasına, devleti yok etmek üzere örgütlenmesine rağmen ağız değiştirmiş ve aniden Türkiye Cumhuriyeti'nin varlığının kendileri için garanti olduğundan bahseder olmuştur. Bu aslında kullanılan komünist taktiklerinin en bilinenleridir. Devleti yıkmak için önce güçlü bir devletin himayesinde olma planı hayata geçmiştir. Hedefteki ilk aşama olan özerklik, Türkiye Cumhuriyeti'nin varlığının elbette kendileri için garanti olmasını gerektirmektedir. Çünkü böylelikle, Türkiye devletinin kendilerine para, silah, altyapı sağlayacak bir ana kaynak olmasını hayal etmektedirler. Türk devletinin parasıyla ileride Türk devletine karşı kullanacakları bir ordu oluşturmayı planlamaktadırlar. Dolayısıyla şu aşamada devletin varlığının önemi PKK ve PKK destekçileri tarafından sürekli olarak dillendirilir. Fakat gerçekte amaç, güçlenip bir devlet haline geldikten sonra Türkiye Cumhuriyeti dahil olmak üzere civardaki tüm devletleri yok etmek ve komünist dünya devleti hedefine erişene kadar bu şekilde ilerlemektir. Dolayısıyla bu söylemler de bir taktikten öte değildir. 
PKK'nın emperyalizm maskesini taktıktan sonra üstlendiği diğer taktikler ise, kadınları, aileyi ve dini kullanıyor olmalarıdır. Bu taktikleri farklı başlıklar altında inceleyelim: 

1. Emperyalizm maskesi altında kadınlar.,




PKK, Marksist Leninist ideolojisini açık açık sürdürdüğü 1990'lı yıllara kadar aileyi, dini, aşiretleri ve kadınları kendi ideolojisinin zararlı elemanları olarak görmüştür. Örgüte göre, sömürgeciliğin ajan kurumu olarak gördüğü din ve aile ortadan kesin olarak kalkmalıdır. İşte bu sebeple de örgütün en önemli mücadele alanlarından bir tanesi aileler, din görevlileri ve aşiretler olmuş, oldukça fazla sayıda din görevlisi öldürülmüş, aşiretlere savaş açılmıştır.22 Öcalan, kaleme aldığı ilk yazılarında Marksist-Leninist çizginin bir sonucu olarak kadını ciddi şekilde aşağılamış, hatta kadını, ailenin içerisinde "erkeği düşüren, yozlaştıran" bir unsur olarak tarif etmiştir. Hatta örgütün içinde zararlı birer eleman olacakları endişesi, erkeklerin savaşma kabiliyetini azaltacağı ve örgüt içi iklimi bozacağı iddiasıyla kadınların örgüt içinde yer almalarına hiçbir zaman sıcak bakmamıştır.23 

Bu noktada Öcalan'ın kadınlar, özellikle Kürt kadınları hakkındaki gerçek fikirlerine göz atmak yerinde olacaktır: 

   Kürt kadınlarının çoğunun bedenleri ölü, kokuşmuş, soğuk ve çok kabadır. Fizikleri biraz böyledir, ruhları donuktur. Fikir düzeyi hiç yoktur... Bir papağan kadar bile sözcükleri tekrarlayamaz.24
Fakat daha önce de belirttiğimiz gibi 90'lı yıllar, örgüt içinde kopmaların meydana geldiği, örgütün güçsüzleştiği ve küçüldüğü ve oldukça ciddi kayıplar vermiş olduğu bir dönemdir. Taktik değişimini gerektiren bu önemli sebep, PKK'nın kadınlar konusunda da bir atılım yapmasını gerektirmiştir. O dönemde ani bir kararla örgüte kadın militan alınmaya başlanmıştır. 1996 yılında örgütün küçülmeye başladığı ve kitle desteğini kaybetmeye başladığı bir dönemde ise PKK, kadınları, intihar eylemlerinde ilk defa bir araç olarak kullanmıştır.25
Terör örgütüne kadınların alınmasındaki temel amaç, yok olma tehlikesi içine giren PKK'da, erkek teröristleri teşvik amacıyla kadınların birer savaşçı olarak kullanılmasıdır. PKK, o tarihten itibaren ön plana çıkardığı kadın savaşçılar ile bir nevi rekabetin yolunu açmış ve örgüt ile bağlarını yitirmek üzere olan erkekler bu yolla teşvik edilmişlerdir. 
Nitekim, PKK'da kadınların intihar eylemlerinde kullanılma oranının, dünyadaki diğer terör örgütleriyle kıyaslandığında daha fazla olduğu görülmektedir. Gerçekleşen ve gerçekleşmek üzereyken yakalanan intihar eylemcilerinin %55'nin kadınlardan oluştuğu gözlemlenmiştir.26 Kadınlar, çeşitli aldatma yöntemleriyle bu Marksist örgütün birer maşası haline gelmişlerdir. 
Bu tarihten sonra PKK, kadınları çok çeşitli şekillerde emperyalizm maskesinin oldukça can alıcı bir parçası haline getirmiştir. Feodal görüşler ve hurafeci İslam anlayışının yanlış bir sonucu olarak özellikle kadınların ikinci sınıf vatandaş olarak görüldüğü Ortadoğu'da kendisini, kadın haklarından bahseden, kadınları ön plana çıkaran bir grup olarak göstermiştir. Batı için bu hassas bir noktadır; PKK ise bunu ustaca kullanmıştır. PKK, Batı'nın gözünde, kadına önem vermeyen bağnaz bir coğrafyanın içinde kadın özgürlüğünden bahseden yegane topluluk olarak göze çarpmıştır. Günümüzde, PKK hareketini tam anlamıyla tanımayan Batılı yazarların en fazla kandıkları maske, düştükleri oyun budur. 
Gerçekte kadını "yozlaştırıcı bir etken" olarak gören, kadını savaşta bir tökez, önüne geçilmesi gereken "aile belası"nın da baş etmeni olarak niteleyen Öcalan, taktik değişiminin bir gereği olarak 1990'lardan sonra aniden kadınlara yönelik bir özgürlük teması geliştirmiştir. Kadını "kurtarılması gereken bir vatan gibi" göstermiş ve "özgürleşen kadın, özgürleşen Kürdistan'dır" sloganını geliştirmiştir. Çünkü bu sloganın hem örgüt içine alınacak kadın militanlar, hem de Batı nezdinde ne kadar göz boyayıcı olduğunu çok iyi bilmektedir.  
Illinois Üniversitesi yayınlarında, PKK'daki bu değişim şu şekilde ifade edilmiştir: 
Kadınlar PKK hareketinin aktif üyeleri haline gelmeden önce, yani 1990'lı yıllara kadar, tüm odaklanma erkekler üzerineydi ve kadınlar 'güvenilmemesi gereken zayıf insanlar' olarak değerlendiriliyordu. Ancak bu hareket içinde kadınların sayısı arttığında, Öcalan ve genel olarak PKK, Kürt erkeğinin geleneksel, 'feodal' iktidarını eleştirerek, kadının rolü üzerine vurgu yapmaya başladılar.27 
Şunu belirtmek gerekir. Kadın özgürlüğü ve üstünlüğünün savunucusu olmak elbette şarttır ve İslam dininin temel unsurlarından biridir. Ortadoğu gerçek anlamda bu konuda geri kalmış bir coğrafyadır ve bunun en temel sebebi İslam coğrafyasının Kuran'dan uzaklaşıp hurafelere yönelmiş olmasıdır. Hurafeci mantık, sadece kadınlar konusunda değil, kalite, demokrasi, savaş/barış, sanat, bilim gibi her türlü konuda olağanüstü derecede bir yozlaşma ve felaket getirmiştir. Burada dikkat edilmesi gereken en önemli husus, gerçek İslam dininin kadını yücelten, sanatı, bilimi ve demokrasiyi en mükemmel tarif eden anlayış olması; felaketi getirenlerin Kuran'daki gerçek İslam dininden uzaklaşıp hurafeci, sahte bir dine uyanlar olmasıdır. (Konuyla ilgili olarak bkz. Harun Yahya, "Bağnazların Kadın Nefreti", Karanlık Tehlike Bağnazlık) 
Burada şunu belirtmekte de fayda vardır. Türkiye'nin Güneydoğu bölgesinde de özellikle o dönemlerde yaygın olan kız çocuklarını okula göndermeme, küçük yaşta evlendirme, onları değersiz ve önemsiz görme, hatta töre cinayeti gibi korkunç uygulamalara maruz bırakma sebebiyle kadınların hor görüldüğü bir sistemin toplum içinde yaygın olduğu doğrudur. Ve PKK'nın bu yaygın sistemi kendisi için koz olarak kullandığı, "silahlanırsan özgürleşirsin" fikrini aşıladığı görülmektedir. Kürt köylerindeki genç kızların pek çoğu, genel olarak aile veya aşiret içindeki baskılardan kaçmak için bu özgürlük görüntüsüne aldandıklarını açıkça belirtmişlerdir. Pişman olanların arasında ise geri dönebilenlerin sayısı azdır, çünkü genellikle örgüt tarafından tehdit hatta infaz edilmişlerdir. 
Türkiye, hem İslam hem de demokrasi ülkesi olması sebebiyle, özellikle kadınlara verilen değer konusunda mutlaka öncü olmalı ve Ortadoğu'ya mükemmel bir örnek teşkil etmelidir. Bu konuda PKK gibi Batı'ya yaranma amacıyla maske takmış kanlı terör örgütlerine meydanı boş bırakmamalı, Kuran'da kadın ve demokrasi konusunda en mükemmel, en adil ve en doğru uygulamanın olduğunu tüm dünyaya anlatmalıdır. Bu, Türkiye'nin batısında da doğusunda da hakim bir uygulama olarak hayata geçirildiğinde hem Ortadoğu'nun bu beladan kurtulması için bir yol açılacak, hem de Türkiye, bunu uygulayan bir İslam ülkesi olarak Kuran'daki güzel ahlakı Ortadoğu'ya göstermiş olacaktır. 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,

***

5 Aralık 2018 Çarşamba

27 MAYIS ASKERİ DARBESİ SONRASINDA ORDU İÇİNDE İKTİDAR MÜCADELESİ., BÖLÜM 2

27 MAYIS ASKERİ DARBESİ SONRASINDA ORDU İÇİNDE İKTİDAR MÜCADELESİ., BÖLÜM 2



5. 27 MAYIS REJİMİNİN RADİKAL UZANTISI: SİLAHLI KUVVETLER BİRLİĞİ 

27 Mayıs darbesinin üzerinden bir yıl geçmesinin ardında siyasal yaşamda normalleşme süreci başlamış, CHP’nin yanı sıra Demokrat Parti geleneğini politik miras olarak kendi üzerine devralan Adalet Partisi (AP) sivil siyasetin öne çıkan iki önemli aktörü olmuştur. Dikkat çekici bir diğer gelişme ise AP’nin genel başkanlığına, 27 Mayıs darbesine karşı mesafeli durmasıyla bilindiği için Milli Birlik Komitesi ile arası pek de iyi olmayan ve Genelkurmay Başkanlığını 
yürütürken komite tarafından emekliye ayrılarak tasfiye edilen Ragıp Gümüşpala’nın getirilmesidir. 

Asker kanadına bakıldığında ise Milli Birlik Komitesi üyelerinin bölünmesine neden olan hadiseler ağı, ordu içerisindeki bazı genç komutanları endişelendirmeye başlamıştır. Komite üyelerinin bir kısmının tabii senatörlük veya milletvekili olma arzusuyla siyasi ikbal peşinde koşarken, orduyu bu gayelerine ortak etmeye çalışmaları orta ve alt kademedeki subay kadrosunun tepkilerini çekmelerine sebep olmuştur. Bu çerçevede Ankara ve İstanbul’da 
çoğunluğu albay rütbesinde bulunan bazı subaylar; ordunun siyasete karıştığını, emir ve kumanda zincirinin koparılmaya çalışıldığını iddia ederek birtakım tedbirler alınmasını istemişlerdir (İsen, 1964, s. 15). Öte yandan 27 Mayıs’ın komuta kademesinin subay kadrosunun gönlünde yatan, arzuladığı reformları gerçekleştirememiş olması zaten var olan memnuniyetsizliği daha da ileri boyutlara taşımıştır. 

Aktif komuta mevkilerindeki üst rütbeli subaylar da bu tehlikenin farkına varmış ve ordu bünyesindeki bütün rahatsız zümreleri bir araya toplayıp kontrol etmek amacıyla bir şemsiye örgüt oluşturarak tepkilerin önüne geçmeye çalışmıştır (Ahmad, 2007, s. 217). 1961 yılının Nisan ayında, ordunun birliğini ve disiplinini temin etmek hedefi ile kurulan bu çatı örgütlenmenin ismi “Türk Silahlı Kuvvetler Birliği” olarak belirlenmiştir (İsen, 1964, s. 15). 
İlerleyen süreçte Genelkurmay Başkanı Orgeneral Cevdet Sunay’ın da bu yapılanmanın üyesi olacağının göz önünde bulundurulması, örgütün etki alanının ulaştığı noktayı göstermesi açısından oldukça fikir vericidir. 

Silahlı Kuvvetler Birliği oluşumunun amaçları; Milli Birlik Komitesi’ni doğru yola 
sevketmek ve onu ordunun saygınlığını sarsıcı hareketlerden men etmek, ordu içinde yapılan tasfiyelerden sonra ortaya çıkan grupları birleştirmek ve emir kumanda zincirine bağlamak, politika ve politikacının orduya sızmasına engel olmak, süratle seçimlere gitmek ve idareyi milli iradeye teslim etmek olarak özetlenebilir (Deniz, 2003, s. 21). Buna ek olarak her komutanın ve subayın yalnızca kendi üstünden emir alması, ordu dışındaki hiçbir siyasi gücün etkisinde kalmaması istenilmiştir (Yurdsever, 1983, s. 122). 

Silahlı Kuvvetler Birliği örgütünün her bir ünitesi kendi içerisinde ayrıca örgütlenmiş; böylece tümen, kolordu, ordu, kuvvet komutanlıkları, Genelkurmay ve Deniz Kuvvetleri ile yüksek okullar asli görevlerinin dışında 27 Mayıs yönetimine katkıda bulunma amacını taşıyan bir kurumsal ağ içinde yer almışlardır. Örgütün İstanbul kolunda Faruk Gürler, Ankara kolunda ise Talât Aydemir başı çekmiştir. Toplantıların gündeminin belirlenmesinde ve alınan 
kararlarda bu iki kumandanın rolü oldukça büyüktür. Yapılan toplantılarda çeşitli yöndeki siyasal gelişmeler istihbarat hâline dönüştürülmüş, hazırlanan istihbarat bültenleri komutanlara ulaştırılmıştır. Örgütün kontrol altında tuttuğu hedefler; Milli Birlik Komitesi, CHP, AP ve diğer partilerin faaliyetleri, Kurucu Meclisin çalışmaları ve ordu içinde 14’lere dayalı genç subayların faaliyetleri şeklinde özetlenebilir. Ankara’daki toplantılarda ağırlıklı olarak DP’nin devamı olarak kurulan, ordu kumandanı iken emekliye ayrılan Ragıp Gümüşpala’nın kurduğu 
AP’nin faaliyetleri ve CHP’nin Milli Birlik Komitesi ile olan ilişkileri gündeme gelmiştir (Deniz, 2003, s. 22-23). 

AP’nin, Demokrat Parti’den doğan siyasi boşluğu doldurarak açıkta ve sahipsiz kalan merkez sağ seçmeninin oylarının toplanma merkezi hâline gelmesi, Milli Birlik Komitesi ve CHP tarafından temkinli ve endişeli şekilde takip edilmiştir. Olası endişelerin temel dayanak noktasını, Adalet Partisi’nin ‘intikamcı’ bir bakış açısıyla gündemi yorumlayıp, devrik DP üyelerinin yeniden siyasete dâhil olabilmesi için izledikleri gerilim stratejisi oluşturmuştur. 
Ancak üçüncü bir güç merkezi olarak ortaya çıkan Silahlı Kuvvetler Birliği, hem 27 Mayıs darbesinin doğrudan muhatabı olarak tanımladığı Demokrat Parti çizgisinin devamı olan AP’yi hedef almış, hem de 27 Mayıs’ın “ruhu” ile örtüşmeyecek faaliyetler içerisinde bulunduğunu ve bu hareketi hedeflerinden saptırdığını düşündükleri CHP ve Milli Birlik Komitesinin karşısında bir duruş sergilemiştir. Tüm bu süreç Silahlı Kuvvetler Birliği içerisinde yeniden bir 
askeri darbe yapılmasına ihtiyaç duyan düşüncelerin filizlenmesine öncülük etmiş, özellikle albay rütbesindeki subayların başını çektiği gruplar, tekrardan denenecek bir CHP hükümetinin veya yeniden siyaset sahnesine güçlü şekilde çıkacak bir Demokrat Parti zihniyetinin, 27 Mayıs’ı anlamsız kılacağı görüşünde birleşmişlerdir. Öncülüğünü Talat Aydemir’in üstlendiği albaylara göre DP-CHP çekişmesinin ülkeye verdiği hasarın tamiri 27 Mayıs kadrolarının hayata geçireceği reformlarla yapılacakken, bu kez de olası bir AP-CHP rekabetinin ülke gündemini meşgul etmesi ister istemez yeni bir müdahaleyi zaruri kılacaktır. 

6. SİLAHLI KUVVETLER BİRLİĞİ’NİN ORDU İÇİNDE ÜSTÜNLÜĞÜ ELE ALMASI 

Silahlı Kuvvetler Birliği oluşumunun Türk ordusu içinde oldukça geniş bir yayılma alanı bularak, git gide güçlenmesi kurum içindeki gücünü kaybetmek istemeyen Milli Birlik Komitesini endişelendirmiştir. Siyasal iktidarı bir an önce sivil siyasete devretme yanlısı olan komite, kurulurken belirlemiş olduğu amaçların bütünüyle dışına çıkmış olan Silahlı Kuvvetler Birliğini tasfiye etmek adına çalışmalara başlamıştır. 

Milli Birlik Komitesi ile Silahlı Kuvvetler Birliği’ni karşı karşıya getiren ilk ciddi olay Hava Kuvvetleri Komutanı İrfan Tansel’in görev değişikliğinin gündeme gelmesi olmuştur. 

Şöyle ki Silahlı Kuvvetler Birliğini zayıflatmak isteyen Milli Birlik Komitesi, örgütün kurulmasında önemli rol oynayan Tansel’i Washington’da NATO bünyesinde çalışmak üzere görevlendirmiştir (Hale, 1996, s. 127). Düzenlenen tertiplerden haberdar olan Silahlı Kuvvetler Birliği üyesi ve Genelkurmay İkinci Başkanı Korgeneral Muhittin Önür, örgütü olup bitenler konusunda bilgilendirir. Bunun üzerine hiç vakit kaybetmeden örgütün güdümünde bulunan Ankara ’ daki Harp Okulu başta olmak üzere, 28. Tümen, Askeri Okullar ve Zırhlı Birlikler Kumandanlığı alarma geçirilir (Deniz, 2003, s. 24). 

Bunu takiben Silahlı Kuvvetler Birliği, Milli Birlik Komitesi’ne ve Devlet Başkanı 
Cemal Gürsel’e bir ültimatom verir. Ültimatomda, Tansel’in görevine iadesi, Tansel’in Washington’a atanmasının planlayıcıları olan Cemal Madanoğlu ve Osman Köksal’ın görevlerinden alınması, bazı generallerin emekliye sevkedilmesi ve Savunma Bakanı Emekli General Muzaffer Alankuş’un kabineden uzaklaştırılması istenmiştir. Bu tepki olumlu yönde karşılık bulur ve 8 Haziran’da Genelkurmay Başkanı Orgeneral Cevdet Sunay, Korgeneral İrfan Tansel’in Hava Kuvvetleri Komutanı olarak kalmasını uygun gördüğünü belirten bir talimat 
yayınlar. Madanoğlu ve Köksal da görevlerinden alınır (Ahmad, 2007, s. 218-219). Ordu içerisinde de Silahlı Kuvvetler Birliği’nin istemiş olduğu emeklilik istemleri işleme konulmuş; bu minvalde Kara Kuvvetleri Komutanı Celal Alkoç’un yerine Genelkurmay İkinci Başkanı Muhittin Önür getirilmiş, İkinci Ordu Komutanı Şefik İlter ve bazı havacı subaylar emekli edilmiş, Milli Savunma Bakanı Muzaffer Alankuş görevden alınmıştır (Deniz, 2003, s. 25). 

Ayrıca Milli Birlik Komitesi üyelerinin artık askeri birlikleri komuta etmeleri, karargâh, kışla ve garnizonlara girmeleri ile subay ataması girişimleri tamamen yasaklanmıştır. Milli Birlik Komitesi bundan sonra yönetim faaliyetlerini Silahlı Kuvvetler Birliği örgütünün gözetimi ve denetimi altında yapacaktır. Böylelikle ordunun dışarıdan istismar edilmesinin önüne geçileceği düşünülmüştür (Deniz, 2003, s. 25). 

İrfan Tansel hadisesinin bu şekilde sonuçlanması Silahlı Kuvvetler Birliği’nin Milli 
Birlik Komitesi karşısında mutlak üstünlüğü ele geçirdiği anlamına gelmektedir. Zira bu tarihe kadar genelde kurmay albay rütbesindeki subaylar ile bazı kilit noktalardaki general ve amiraller tarafından temsil edilen Silahlı Kuvvetler Birliği, bu operasyonla birlikte ordunun en tepesine kadar sıçrama olanağı bulmuştur. Artık bir nevi perde arkası iktidar konumunda bulunan örgütün görüşleri, komiteden tasfiye edilmeden önceki 14’lerin düşünceleriyle paralellik arzetmeye başlamıştır. Sivil siyasete içinde bulundukları süreçte hiçbir şekilde güven duymayan örgüt, kendileriyle aynı doğrultuda politika gütmeyecek bir hükümetin varlığını çok da anlamlı bulmamıştır. 27 Mayıs öncesindeki ikili siyasal yapıya dönülmesini kesinlikle istemeyen Silahlı Kuvvetler Birliği, Yassıada yargılamaları sonrasında verilen idam kararlarının bir an önce uygulanması için komiteye ve Cemal Gürsel’e baskı yapmış, olası bir af düşüncesinin önüne infazların hızlandırılması yoluyla geçmiştir. 

Böylesine gergin bir atmosfer içinde gidilen 1961 genel seçimlerinde merkez sağ cenahta yürütülen kampanyalar 27 Mayıs karşıtlığı üzerinden şekillenmiştir. Bu tutum, hem Milli Birlik Komitesi’ni hem de Silahlı Kuvvetler Birliğini endişeye sevketmiştir. CHP dışındaki üç parti –özellikle de Adalet Partisi- Menderes taraftarlığını gizleme gereği duymamış ve iktidara gelmeleri hâlinde, 27 Mayıs öncesi ve sonrasındaki eylemlerinden ötürü Milli Birlik Komitesi’nden hesap soracakları izlenimini yaratmıştır. Bu gidişatı engellemeye çalışan komite, hazırlamış olduğu ‘Milli Deklarasyon’ belgesini seçime katılacak olan partilerin kabul etmesini istemiştir. Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi (CKMP) dışındaki bütün partiler kabul ettikleri bu deklarasyonla “DP zihniyetini” diriltmemeyi, bir bütün olarak Atatürk devrimlerini korumayı ve Yassıada Mahkemeleri’nin sonuçlarını etkileyebilecek beyanlarda bulunmamayı kabul etmiştir. (Hale, 1996, s. 129). 

1961 genel seçimlerinin sonuçlarının ise Milli Birlik Komitesi’nden ziyade Silahlı 
Kuvvetler Birliği’nin endişelerini daha çok arttırdığı söylenebilir. Zira 27 Mayıs rejimine ve onun getirdiklerine eleştirel yaklaşan Adalet Partisi, Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi ve Yeni Türkiye Partisi (YTP) kullanılan oyların %62’sini almayı başarmışlardır. 27 Mayıs darbesini alenen desteklemese de pek karşı çıkmayan CHP az bir farkla milletvekili seçimlerinde birinci parti olsa da senato seçimlerinde AP’nin arkasından ikinci olabilmiştir. AP, CKMP ve YTP’ye 
verilen oylar pratikte bir bakıma hem 27 Mayıs kadrosuna hem de CHP’ye karşı verilmiş sayıldığından, seçim sonuçları iç ve dış çevrelerde “Menderes’in zaferi” olarak yorumlanacak ve halk oylaması şeklinde kabul edilecektir (Özdemir, 2008, s. 242). 

1961 genel seçimleri sonrasında Silahlı Kuvvetler Birliği örgütü içerisinde iki ayrı görüş hâkim olmuştur. Bir kısım komutanlar kuvvetli bir hükümet kurulamayacağı nı kabul etmekle birlikte verilen sözün yerine getirilmesi gerektiğini vurgulayarak idarenin yeni iktidara devredilmesini istemişlerdir. Ancak başta Talât Aydemir olmak üzere onunla aynı fikirde olan subayların oluşturduğu ‘şahinler’ grubu ise ‘Bu seçimle meydana gelen meclis ömürsüzdür. Bu şekilde Türkiye’nin beklediği kalkınma ve reformlar sağlanamaz’ diyerek seçimlerin iptalini ve Milli Birlik Komitesi ile bütün siyasi partilerin feshedilmesini talep etmişlerdir (İsen, 1964, s. 18). 

Tüm bu gelişmelerden sonra Silahlı Kuvvetler Birliği örgütünün 21 Ekim 1961 tarihinde yapmış olduğu toplantısında genel kanaat, seçim sonuçlarıyla yeniden 27 Mayıs öncesi karışık siyasi ortama dönüleceği, bunun ordu tarafından kabul edilemez olduğu yönünde şekillenmiştir. 

Görüşmeler sonucunda “21 Ekim Protokolü” adı verilen belge kabul edilmiş, söz konusu protokol çerçevesinde ordunun 15 Ekim 1961 günü yapılmış olan seçimlerden sonra gelecek yeni TBMM toplanmadan evvel fiilen duruma müdahale etmesi, iktidarın milletin gerçek ve kabiliyetli temsilcilerine bırakılması, seçim sonuçlarının tanınmayarak bütün siyasi partilerin 
siyasetten men edilmesi, Milli Birlik Komitesi’nin feshedilmesi ve tüm bu kararların 25 Ekim 1961 günü uygulamaya konulması kararlaştırılmıştır (Yurdsever, 1983, s. 125). 

Ancak protokolün Genelkurmay Başkanı ve kuvvet komutanlarına onaylatılması 
aşamasında örgüt üyeleri bir dirençle karşılaşmışlardır. Kendisi de Silahlı Kuvvetler Birliği örgütünün bir üyesi olan Genelkurmay Başkanı Sunay, Cemal Gürsel’in cumhurbaşkanı, İnönü’nün de başbakan olması hâlinde sorunların çözüleceğine inanmaktadır. Ordunun millete verdiği sözün âdil seçimlerle yerine getirildiğini, bunun sonucunda idarenin devredilmesi gerektiğini ifade eden Sunay, müdahaleden vazgeçilerek imzaların geri alınmasını istemiştir. 
Toplantıya katılan kumandanlar da bu fikre iştirak etmişlerdir. Bu noktada tüm siyasi parti başkanlarının bir araya getirilerek bir protokol imzalanması kararlaştırılmıştır (İsen, 1964, s. 20) 

Bu doğrultuda 24 Ekim 1961 tarihinde dört parti başkanı ile yapılan pazarlıkların 
ardından, Çankaya’da Devlet Başkanı Cemal Gürsel’in huzurunda bir toplantı yapılarak partilerin 27 Mayıs’a ve orduya bağlılıklarını Türk ulusuna ilân etmelerine karar verilmiştir. Siyasi partiler, Silahlı Kuvvetler Birliği örgütünün hazırlamış olduğu ve ‘Çankaya Protokolü’ olarak bilinen belgeyi imzalamak zorunda kalmışlardır. Protokol gereğince; 27 Mayıs’ı meşru kabul ettiklerini ve ona sadık kalacaklarını, orduya bağlılıklarını, yıkıcı faaliyetlerden uzak 
durarak Türkiye’nin esenliği için çalışacaklarını ve Gürsel’in cumhurbaşkanı olmasını onayladıklarını açıkça ilân etmişlerdir (Deniz, 2003, s. 36). 

Böylelikle bir tür darbe metni vasfını taşıyan 21 Ekim Protokolü, tepe noktasındaki komuta kademelerinin desteğini alamayarak kadük bir nitelik kazanmıştır. İlginçtir ki onu geçersiz kılan Çankaya Protokolü de siyasi partiler üzerinde yaratmış olduğu tahakküm açısından çok da demokratik teamüllere uygun gözükmemektedir. Ordunun yüksek komuta kademesi bir yandan alt kademelerdeki darbe yanlısı yükselişleri bastırmak adına siyaset mekanizmasına bir nevi rejime sadakat belgesi imzalatırken; öte yandan da çok partili siyasal 
yaşamın sıkıntılı da olsa yürümesini sağlayarak uluslararası çevrelerin gözünde saygınlığını yitirmemiş olacaktır. Fakat takip gelişmeler ışığında görülmektedir ki siyaset üzerinde etkinliği kısmen yumuşatılmış bu askeri vesayet şekli yeniden bir askeri darbe yanlısı olan subay kadrosunu tatmin etmemiştir. 

Bundan sonraki süreçte mücadele sivil siyasetin yerleşik kılınmasından yana olan Başbakan İnönü, Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel ve Milli Birlik Komitesi üyeleri, Silahlı Kuvvetler Birliği’nin -başta Genelkurmay Başkanı Cevdet Sunay olmak üzere- üst rütbeli komutanları ile askerin bir an önce idareyi ele alması ve 27 Mayıs’ın yarım kalan reformlarının tamamlanması gerekliğini savunan Silahlı Kuvvetler Birliği’nin başını Talat Aydemir’in çektiği albaylar grubu arasında geçmiştir. 

Genel seçimler sonrası kurulan CHP-AP koalisyonu, Aydemir ve arkadaşlarının daha çok tepkisini çekmiş; yeni bir müdahale için ordunun tepe yönetimine baskıda bulunmuşlardır. 

O dönem Doğan Avcıoğlu öncülüğünde çıkarılan Yön Dergisi’nin kaynaklık ettiği 
düşüncelerden de etkilenen Aydemir ve ekibi, Türkiye’nin düze çıkışının Batılı anlamda bir parlamenter demokrasi ile mümkün olamayacağını savunmuşlardır. Aydemir’e göre kurucu değerler çerçevesinin ve 27 Mayıs’ın öngördüğü prensiplerin dışına taşmadan kapitalist olmayan milli bir kalkınma yolu benimsenerek gerçekleştirilecek köklü reformlarla ülke arzulanan noktaya gelecektir. Söz konusu reformların uygulanması CHP’nin, 27 Mayıs 
anlayışına muhalif AP ile koalisyon hükümeti kurmasıyla yarıda kalmış olup, kalınan noktadan devam edilebilmesi adına yeni bir askeri müdahale şarttır. 

Silahlı Kuvvetler Birliği örgütü içinde askeri müdahalenin gerekliliği konusunda net bir şekilde iki bölünmenin söz konusu olduğunu söylemek mümkündür. General rütbesindeki komutanların oluşturduğu üyeler, Başbakan İsmet İnönü’nün manevi şahsının, tarihsel kişiliğinin ve karizmasının da verdiği güvenle rejimin tehdit altında olmadığını, 27 Mayıs’ın lideri Cemal Gürsel’in de cumhurbaşkanı seçilmesiyle birlikte oluşan politik ortamda kalkışılacak bir darbenin ülkeye zarar vereceğini savunmuşlardır. Aydemir’in sözcülüğünü 
yaptığı, rütbeleri albay ile teğmenlik arasında değişen genç ve ateşli subay grubu ise DP’nin devamı olduğunu açıkça belirten bir siyasi partinin iktidar ortağı olmasının 27 Mayıs’ın ruhu ve gerçekleştirilme amacıyla çeliştiğini iddia ederek yeni bir müdahalenin gerekliliği vurgusunu sıkça yapmışlardır. 

Nitekim İnönü, Sunay ve Gürsel’in tüm ikazlarına ve karşı çıkışlarına rağmen Aydemir öncülüğünde 1962 ve 1963 yılında iki başarısız askeri darbe girişiminde bulunulmuş, ilkinde herhangi bir adli cezaya çarptırılmadan hükümet tarafından emekli edilen subaylar, ikinci denemenin sonucunda ise çeşitli hapis cezalarına çarptırılmışlardır. Girişimin tepe noktasındaki iki ismi Talat Aydemir ve Fethi Gürcan idam edilmiştir. Bunun yanı sıra darbe girişimine katılan Harp Okulu öğrencilerinin büyük bir kısmı beraat etmiş, az bir bölümü de hapis cezası 
almıştır. Ancak gelecek kuşaklara da bir tür ikaz olması açısından 1459 Harbiye öğrencisinin okulla olan ilişikleri kesilmiş, bu kararla Harbiye iki yıl boyunca mezun verememiştir. Okulla ilişikleri kesilen Harbiyelilere daha sonradan çıkarılan bir afla yükseköğretim kurumlarına kaydolma hakkı tanınmıştır (Akyaz, 2002, s. 231). 

Aydemir ve arkadaşlarının, dolayısıyla Silahlı Kuvvetler Birliğinin Nordlinger’in 
yapmış olduğu sınıflandırmanın ışığında “Hükmedici Rejim” tipini benimseyen bir oluşum olduğu söylenebilir. Siyaset kurumuna duyulan derin güvensizlik, kurucu ideolojinin ilkeleriyle yoğurulmuş radikal bir idealizm, asker olmanın doğal bir gereği olarak kendilerine biçtikleri kurtarıcılık misyonu söz konusu grubun, Milli Birlik Komitesine oranla daha ayırt edici özellikleri arasındadır. “Ülke düze çıkarılıncaya kadar” askerin hükmedeceği bir rejim altında geçecek bir zaman diliminin ardından uygun gördükleri bir dönemde iktidarın sivil siyasete 
devredilmesi bu yapının temel felsefesini teşkil etmiştir. Ancak bu düşünce modeli ne ordunun geneli, ne siyaset mekanizması, ne de sermaye kesiminden ciddi bir destek görmüştür. 

7. SONUÇ 

Selçuklu’dan Osmanlı’ya, oradan da günümüze kadar gelen, üzerinde yaşadığımız coğrafya, onun nüfuz alanında belirleyici güç olma hedefi ve buradan yola çıkarak dünyaya bir düzen getirme ideali, ordu ile millet arasında oluşan kuvvetli birlikteliği daha da perçinlemiş; milli mücadele yıllarında zirve noktasına ulaşan bu dayanışma hâli, milletin ordusuna olan inanç ve sevgisini geleneksel/dini atıflarda bulunarak göstermesini de beraberinde getirmiştir. 
“Peygamber Ocağı”, “Mehmetçik” gibi kavramlar veya “Her Türk asker doğar” felsefesi bu bağlılığın çarpıcı örneklerini teşkil etmektedir. Ordunun da kamuoyuna yazılı açıklama yaptığı dönemlerde örneklerine günümüzde de rastlamış olduğumuz “Türk Silahlı Kuvvetleri ve onun özünü oluşturan Türk Milleti” şeklindeki tanımlamalar, “ Asker-Millet” anlayışını yeterince İçseleştirdiğinin bir kanıtıdır. 

Ancak bu kaynaşmış birlikteliğin bilhassa çok partili siyasal yaşama geçildikten sonra birtakım sıkıntıları beraberinde getirmiş olduğu dikkati çekmektedir. Ordu kurumunun özellikle Jön Türkler döneminden itibaren siyasetin görev alanına girmek suretiyle gerek doğrudan gerekse perde arkasında aktif olarak müdahil olduğu bir tarihsel geçmişten gelen Türkiye’de halkın oyu ile seçilmiş sivil iktidarların maruz kaldığı askeri darbeler, 1950’li yıllarda henüz yeni filizlenmeye başlayan demokrasi sürecinin arzulanan noktalara gelmesini engellemiştir. 

“Ordu-Devlet/Asker-Millet” geleneğinin yerleşik durumda olduğu bir sosyo-politik mirası devralan düşünce yapısı içerisinde, silahlı kuvvetler iktidar gücünün temel unsuru olarak ortaya çıkmış; devletin ve halkın çıkarı için gerçekleştirilme si gereken reformların yalnızca ordu tarafından başarılabileceği fikrine dayanan bir örgütlenme modeli, demokratik siyaset mekanizmalarının yerine ikame edilmek istenmiştir. 

Ordu, Milli Mücadelenin kazanılması ile yeniden elde etmiş olduğu prestijden güç alarak kendisini Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve onu birincil derecede niteleyen ilkelerin gerçek koruyucusu olarak görmüş; sahip olduğu bu ruh hâli kendisinin iç politikada yaşanan gelişmelere taraf olmamasını olanaksız kılmıştır. Korunması gereken değerler (Cumhuriyet, laiklik, vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğü vb.) tehlikeye düştüğünde harekete geçmeyi asli bir görev kabul eden askeri mantık, “özensiz”, “çıkarcı”, “bencil” ve “beceriksiz” olarak değerlen dirdiği sivil siyasetçileri tehdit algılamasında ön sıralara koymuştur. 

Siyaset kurumlarının ülkeyi belirlenen hedeflere götürmekte yetersiz kalacağı ön kabulünden hareket eden gruplar, iç hizmet kanununun kendilerine verdiğini düşündükleri “rejimi koruma ve kollama görevi”ni 27 Mayıs 1960’ta doğrudan müdahale ile yerine getirmiş; takip eden beş yıllık dönem içerisinde de iki kez müdahale girişiminde bulunmuştur. “Ülkeyi içinde düştüğü durumdan kurtarma” güdüsünün belirleyici olduğu bu girişimler; bizzat düzenleyicileri tarafından Atatürk’ün belirlemiş olduğu ve Türkiye’yi muasır medeniyetler seviyesinin üzerine çıkarma hedefini gerçekleştirme idealine hizmet etmek şeklinde 
nitelendirilse de, gerçekte ulaşılmak istenen noktanın itici gücünü oluşturan “demokratik hukuk devleti” anlayışı onarılması güç hasarlara uğramış, toplumun bütün kesimleri özellikle ekonomik ve sosyal açıdan ciddi bedeller ödemek durumunda kalmıştır. 

27 Mayıs askeri müdahalesi ile yönetime el koyan Türk Silahlı Kuvvetleri, oluşturduğu Milli Birlik Komitesi aracılığıyla bir tür ara rejimi beraberinde getirmiş, demokratik siyasal düzene geçiş öncesinde yeni bir anayasa hazırlanması çalışmalarına hız vermiştir. Ülke için en iyisini, en idealini ve en doğrusunu kimin istediğine yönelik fikir ayrılıklarının kaynaklık ettiği otorite ve iktidar mücadelesi ise 27 Mayıs darbesi sonrasında ordunun temel meşguliyet alanını oluşturmuştur. Modernleşme aşamasını büyük ölçüde askeri elitleri araçlığıyla tamamlamış, kalkınma sürecinde ise hedeflediği noktanın gerisinde kalmış 1960’ların Türkiye’sinde orta ve alt rütbeli idealist ve ihtiraslı subaylar bu doğrultuda inisiyatif üstlenmeyi doğal bir sorumluluk olarak addetmiştir. Üst düzey komuta kademesi ise uzun süreli bir askeri idareyi risk ve macera 
olarak değerlendirmiş, İsmet İnönü gibi tecrübeli bir eski asker ve devlet adamının varlığının rejimin geleceğinin sağlıklı temellere oturtulması açısından yeterli olacağını düşünmüştür. 

İşte bu iki ayrım üzerinden ordu içinde yükselen iki güç merkezi – Milli Birlik Komitesi ve Silahlı Kuvvetler Birliği- 1960’ların ilk yarısında iktidar kavgasına girişmiştir. Yönetimi güvenebileceği sivil odaklara bırakıp, politik alandan da bütünüyle el çekmeden sadece gözetleme ve denetleme fonksiyonlarını yerine getirmek isteyen komite ile 27 Mayıs’ın çizmiş olduğu hedefleri gerçekleştirmek adına askerin doğrudan yönetimi ele alması gerektiğini savunan Silahlı Kuvvetler Birliği’nin mücadelesi, devrik DP iktidarının temsilcisi konumundaki AP’nin hükümet ortağı olmasıyla zirve noktasına ulaşmıştır. 

27 Mayıs sonrası askeri bir güç merkezi olarak ortaya çıkan Milli Birlik Komitesi ile komitenin yaklaşım ve faaliyetlerini müspet bulmadığı için yeni bir atılımın gerekliliğine inanaraktan kurulan Silahlı Kuvvetler Birliği arasındaki otorite mücadelesi 1962 ve 1963’teki iki darbe girişiminin de başarısızlığa uğraması sonucu fiilen sona ermiştir. Milli Birlik Komitesi, seçimlere gidilmesi, yeni parlamentonun ve hükümetin kurulması neticesinde otomatikman kendisini feshetmiş olsa da zihniyet olarak hükümet ve cumhurbaşkanı nezdinde 
varlığını sürdürmeye devam etmiştir. Silahlı Kuvvetler Birliği örgütü ise sadece bir kanadıyla bu mücadeleden yenik ayrılmış gibi gözükse de Aydemir’in girişimlerine karşı çıkan ve engelleyen üst rütbeli komutanların oluşturduğu üyeler 12 Mart 1971 muhtırasını veren ekip olarak çok geçmeden yeniden siyasetin merkezine yerleşmişlerdir. 

Bu gelişme de göstermektedir ki ülkenin gidişatına siyaset mekanizmasının yerine yön verme arzusu, gayreti ve çabası Türkiye’de ordunun kültürel kodlarına özellikle II. Meşrutiyet yılları ile işlenmeye başlamış, bu durum çok partili hayata geçiş süreci ile de kesintisiz olarak devam etmiştir. Ordu içerisindeki anlaşmazlık ve görüş ayrılıklarının özünde ise doğru zamanın 
tayin edilmesinde yaşanan uyuşmazlık yatmaktadır. 

KAYNAKÇA 

Ahmad, F. (2007). Demokrasi Sürecinde Türkiye 1945-1980 (Çev. Ahmet Fethi Yıldırım), Hil Yayınları, İstanbul. 
Akyaz, D. (2002). Askeri Müdahalelerin Orduya Etkisi, İletişim Yayınları, İstanbul. 
Altuğ, K. (1991). 27 Mayıs’tan 12 Mart’a, Yılmaz Yayınları, Ankara. 
Balta, E. (2016). “Siyasal Şiddetin Örgütlenmesi”, Siyaset: Kavramlar, Kurumlar, Süreçler (Ed. Yüksel Taşkın), 3. Basım, İletişim Yayınları, İstanbul, s. 171-203. 
Deniz, O. (2003). Parola: Harbiyeli Aldanmaz (Der. Yasemin Bradley), Yapı Kredi Yayınları, İstanbul. 
Elevli, A. (1967). 1960-1965 Olayları ve Batırılamayan Gemi Türkiye, Balkanoğlu Matbaacılık, Ankara. 
Erkanlı, O. (1973). Anılar… Sorunlar… Sorumlular…, Baha Matbaası, İstanbul. 
Hale, W. (1996). 1789’dan Günümüze Türkiye’de Ordu ve Siyaset (Çev. Ahmet Fethi), Hil Yayınları, İstanbul. 
Huntington, S. (2006). Asker ve Devlet (Çev. K. Uğur Kızılaslan), Salyangoz Yayınları, İstanbul. 
İpekçi, A. (1961). “14’ler Faşist miydi, Sosyalist mi?”, Yön, Yıl: 1, Sayı: 1, s. 15. 
İsen, C. (1964). Geliyorum Diyen İhtilal: 22 Şubat 21 Mayıs, Tan Matbaası, İstanbul. 
Linz, Juan J. (2017). Totaliter ve Otoriter Rejimler (Çev. Ergun Özbudun), 4. Basım, Liberte Yayınları, İstanbul. 
Nordlinger, Eric A. (1977). Soldiers in Politics: Military Coups and Governments, Englewood Cliffs, Prentice Hall, New Jersey. 
Özbudun, E. (1966). The Role of the Military in Recent Turkish Politics, Center for International Affairs, Harvard University. 
Özdağ, Ü. (1997). Menderes Döneminde Ordu-Siyaset İlişkileri ve 27 Mayıs İhtilali, Boyut Yayınları, İstanbul. 
Özdemir, H. (2008). “Siyasi Tarih (1960-1980)”, Türkiye Tarihi: Çağdaş Türkiye 1908-1980 (Ed. Sina Akşin), 4. Cilt, 10. Basım, Cem Yayınevi, İstanbul, s. 227-286. 
Seyhan, D. (1966). Gölgedeki Adam, Nurettin Uycan Matbaası, İstanbul. 
Stepan, A. (1971). The Military in Politics Changing Patterns in Brazil, Princeton University Press, Princeton. 
Ulay, S. (1969). Harbiye Silah Başına, Kitapçılık Ticaret Ltd. Şirketi Yayınları, Ankara. 
Yurdsever, N. (1983). Türkiye’de Askeri Darbe Girişimleri (1960-1964), Üçdal Neşriyat, İstanbul. 


T.C. Resmî Gazete. (1960). 1924 tarih ve 491 sayılı Teşkilâtı Esasiye Kanununun Bazı Hükümlerinin Kaldırılması ve Bazı Hükümlerinin Değiştirilmesi Hakkındaki 12 Haziran 1960 tarihli ve 1 sayıh Geçici Kanuna ek «Kurucu Meclis Teşkili» Hakkında Kanun (Yayın No. 10862). 
Erişim Adresi: 


 
***

27 MAYIS ASKERİ DARBESİ SONRASINDA ORDU İÇİNDE İKTİDAR MÜCADELESİ., BÖLÜM 1

27 MAYIS ASKERİ DARBESİ SONRASINDA ORDU İÇİNDE İKTİDAR MÜCADELESİ., BÖLÜM 1



MİLLİ BİRLİK KOMİTESİ VE SİLAHLI KUVVETLER BİRLİĞİ 
Arş. Gör. Dr. Levent BÖRKLÜOĞLU1 

1 Osmaniye Korkut Ata Üniversitesi, İİBF, Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü, leventborkluoglu@osmaniye.edu.tr 

Özet 

27 Mayıs 1960 askeri darbesi sonrasında Demokrat Parti iktidarının devrilmesiyle birlikte, müdahaleyi gerçekleştiren çekirdek subay kadrosu Milli Birlik Komitesi ismiyle ülkeyi yönetmeye başlamış ve devletin hemen her kademesinde yürütülen faaliyetlerde tek başına söz sahibi olmuştur. 
Zaman içerisinde ülke yönetiminde takip edilecek yönteme dair yaşanan düşünce farklılıkları komitenin yıpranarak zayıflamasına neden olmuş, ortaya çıkan otorite boşluğu ise ordu içerisinde Milli Birlik Komitesi’ne alternatif bir örgütlenme olarak meydana getirilen Silahlı Kuvvetler Birliği oluşumu ile 
doldurulmuştur. Bir an önce genel seçimlere gidilerek idarenin sivil iktidara bırakılmasından yana olan Milli Birlik Komitesine karşı siyaset mekanizmasına hiçbir şart altında güvenmeyen, 27 Mayıs müdahalesinin öngördüğü reformlar yerleşik kılınıncaya kadar ülke idaresinin askerlerin elinde olmasını savunan Silahlı Kuvvetler Birliği arasındaki mücadele darbe sonrasındaki iki yıl boyunca devam etmiştir. Bu çalışmanın dayandığı temel hipotez, modernleşme projesini askeri elit eliyle gerçekleştiren Türkiye’de, siyasal yaşamda ordunun kısa vadede ülke yönetimine yön verme iddiasından vazgeçmediği yönündedir. 

1. GİRİŞ 

Modern Türkiye’nin siyasal yaşamı asker-siyaset ilişkileri özelinde incelemeye tabi tutulduğunda doğal olarak öncelikle askeri darbeler üzerine odaklanılmış, ülke yönetiminin ordu tarafından yeniden sivil siyasete bırakılıncaya kadar geçen zaman dilimi askeri bir ara rejim süreci olarak değerlendirilmiştir. 

27 Mayıs 1960 müdahalesi gibi, emir-komuta zincirine bağlı kalınmadan, pek çok farklı dünya görüşüne mensup, siyasal iktidarı tasfiye etme amacı güden bir ortak zeminde buluşmuş, çoğunluğunu hırslı, ihtiraslı ve idealist orta ve alt kademe subay grubunun oluşturduğu zümrelerin öncülüğünde gerçekleşen darbeler; sonrasındaki işleyiş sürecinin devamlılığı açısından ordu içindeki güç merkezlerinin birbirlerine karşı üstünlük mücadelelerine girmesiyle birlikte ciddi sıkıntılarla karşılaşmıştır. Yalnızca hükümeti darbe yoluyla devirmek gibi bir 
ortak paydada sorunsuz bir biçimde bir araya gelen gruplar, darbe sonrasında çatısı altında toplandıkları örgütlenmeler vasıtasıyla devlet yönetimine dair izlenmesi gereken yol ve yöntem hususunda karşı karşıya gelmişlerdir. 

Bu bağlamda ele alındığında 27 Mayıs 1960 askeri darbesi sonrasında ordu içerisinde ülke yönetiminde -belli bir müddeti içerse de- söz sahibi olmak isteyen iki temel yapılanma dikkati çekmektedir. 
Bunlardan birincisi darbeyi gerçekleştiren ve ideolojik yönden homojen bir yapıya sahip olmayan subayların oluşturduğu Milli Birlik Komitesi olup, müdahale sonrası ilk bir yıl içerisinde fikirsel anlaşmazlıklar yüzünden kendi içinde bir tasfiyeye gittikten sonra yeni devlete dair bir takım temel düzenlemelere öncülük eden bir profil sergilemiştir. Silahlı kuvvetler personeli ve üniversiteler bünyesinde girişilmesi planlanan revizyon, yeni anayasa yapımı ve yönetimin olabildiğince kısa bir süre içerisinde düzenlenecek seçimler aracılığıyla sivil idareye teslim edilmesi düşüncesi komitenin genel eğiliminin karakteristiğini sunan unsurlar olarak karşımıza çıkmıştır. 

Milli Birlik Komitesine rakip olarak değerlendirilebilecek ve ordu içerisinde çok 
kapsamlı bir örgütlenmeye giderek bilhassa Yassıada Yargılamalarıyla birlikte ilk güçlü mesajını veren yapılanma ise Silahlı Kuvvetler Birliği olmuştur. Özellikle devrik Demokrat Parti iktidarı ve onun temsil ettiği zihniyet dünyasına karşı son derece katı ve tavizsiz tutumlarıyla bilinen Silahlı Kuvvetler Birliği, 1962’den sonra daha da radikal bir tutum izlemiş, başını albayların çektiği cunta yapılanmalarıyla kendisinden söz ettirir olmuştur. Cumhuriyetin kurucu felsefesinin ışığında 27 Mayıs’ın öngördüğü reformları yerleşik kılıp, düzeni rayına oturtana kadar siyaset mekanizmasının devre dışı kalmasını savunan birlik içerisindeki albaylar grubu, 1962 ve 1963’te Talat Aydemir öncülüğünde iki adet başarısız darbe girişimine de imza atmışlardır. 

1965 genel seçimleriyle birlikte karşıtı oldukları politik duruşun mirasçısı konumuyla Adalet Partisi’nin tek başına iktidara gelişi, 27 Mayıs felsefesinin toplum nezdindeki geçerliğini beş yılla sınırlı tutsa da gerek Milli Birlik Komitesinin gerekse Silahlı Kuvvetler Birliği’nin beslendiği düşünce ikliminin etkileri 1971 yılına kadar geçerliliğini sürdürmüştür. Farklı saiklerden hareketle olsa da hem sonuçsuz kalmış 9 Mart 1971 askeri darbe girişimi hem de 
başarıya ulaşmış 12 Mart 1971 askeri muhtırasının genetik ve zihinsel kodlarında 1960-1964 yılları arasında damga vuran bu iki askeri örgütlenmenin izlerini görmek mümkündür. 

Bu çalışmada da ilk aşamada askeri rejim tiplerinin teorik temelleri üzerinde durularak, Türkiye’nin siyasal yaşamındaki askeri müdahalelerin arkasında yatan düşünsel arka plan ortaya konulacaktır. Devamında ise Milli Birlik Komitesinin ortaya çıkışı, yapısı, temel felsefesi ve faaliyetleri, daha sonra kurulan Silahlı Kuvvetler Birliği örgütü ile aynı parametreler üzerinden karşılaştırmalı olarak ele alınacaktır. Sonuç kısmında ise bu iki yapının işleyiş tarzı üzerinden askerin düşünce dünyasına dair bir değerlendirme yapılacaktır. 

2. ASKER-SİVİL İLİŞKİLERİ VE ASKERİ REJİMLERİN İŞLEYİŞİNE DAİR TEORİK BİR ÇERÇEVE 

Asker-sivil ilişkileri ile ilgili olarak ilk etapta siyaset bilimci Eric Nordlinger’in ortaya koyduğu üç temel model göze çarpmaktadır. Sivil ve askeri güçlerin aynı aristokrat sınıf tarafından paylaşıldığı “Geleneksel-Aristokratik Model”; ordunun oldukça profesyonelleşmiş, politika dışında yer almış ve sivil iktidara bağlı olduğu, Batı Avrupa ve Kuzey Amerika gibi bölgelerde bilinen “Liberal Demokratik Model”; askeri subayların iktidar partisinin düşünce süzgecinden geçtiği ve siyasi subayların doğrudan kontrol mekanizması olarak askeri birliklerle iç içe olduğu, örneklerine Çin Halk Cumhuriyeti’nde rastladığımız “Totaliter Nüfuz Edici Model” bu sınıflandırmanın özünü teşkil etmektedir (Nordlinger, 1977, s. 10-18). 

Modern siyasal ideolojiler bağlamında ordunun devlet yönetiminde kapsadığı 
pozisyonu anlamak için ise Samuel Huntington tarafından yapılan analiz dikkat çekici bir mahiyet taşır. Örneğin Liberalizmde genel olarak silahlanma ve sürekli ordular pek benimsenmez. Bunlar hem barışa hem de anayasal düzene tehdit olarak algılanır. Şayet askeri örgütlenme gerekliyse bu liberal ilkeleri yansıtan bir askeri örgütlenme olmalıdır. Ulusal savunma sadece bir avuç insanın değil herkesin sorumluluğudur. Savaş gerekli hâle gelirse devlet, halk milisleri ve vatandaş ordularına dayanıp “silah altında bir ulus” olarak savaşmalıdır 
(Huntington, 2006, s. 97). 

Faşizmde güçlü bir ordu hayati önem taşır. Faşist öğretiye göre savaş, siyasetin aracı değil amacıdır. Askerin dikkatli ve savaş yanlısı olmayan dış politikasına karşın; faşist, çatışmaya girilmesi ve devletin gücünün nihai sınırına kadar genişlemesi gibi ilân ettiği amaçları çerçevesinde dinamik, saldırgan ve devrimci bir politikayı savunur. Faşizm, diğer tüm toplumsal kurumların devlet ve partiye tabi kılınması gerektiğine inanır. Dolayısıyla devlet dışındaki potansiyel güç odaklarının varlığına düşmanca yaklaşır. Bizzat askerlik mesleğinin 
uygun bir ideolojik rengi olması gerekir. Ayrıca Faşizm de tıpkı Liberalizm gibi topyekûn savaşa, kitlesel ordulara ve askerliğin her vatandaşın görevi olduğuna inanmaktadır (Huntington, 2006, s. 98). 

Marksizm için temel grup sınıftır, insanlık yatay bir sıralama içindedir. Asker içinse temel grup ulus devlettir ve insanlık dikey bir sıralama içerisindedir. Asker, devletin birçok değişik nedenle savaşa girebileceğini kabul ederek güç ve güvenlik endişelerini vurgular. 
Marksizm içinse devletlerin arasında meydana gelen savaşların temelinde ekonomik emperyalizm vardır. Marksizm’in meşruiyet tanıdığı tek savaş sınıf savaşları, onayladığı tek silahlı kuvvetler türü ise sınıf araçlarıdır. Marksizm evrensel askeri değer ve yapıları tanımaz, her silahlı gücün niteliği, uğrunda savaştığı sınıfın çıkarları ile belirlenir. Bu bağlamda Marksist öğreti, “proleter” niteliklerde örgütlenmiş ve kapitalist çıkarlara muhalif bir silahlı güç 
yanlısıdır (Huntington, 2006, s. 99). 

Muhafazakârlık düşüncesi2 ise kendi mantığının dürtüsüyle askeri işlevlerin 
taleplerinden kaynaklanan askeri değerlerle çatışmaya girmez. Askeri kurumlara yüklenmek istenilen belli bir kalıp yoktur. Askeri davranış kalıpları ile Liberalizm, Marksizm ve Faşizm arasında doğalarından kaynaklanan karşıtlıklar ve çatışmalar söz konusu iken; Muhafazakârlık açısından hiçbir uyum problemi yaşanmaz (Huntington, 2006, s. 99-100). 

2 Belirtmek gerekir ki Huntington’un bu noktada ölçü aldığı muhafazakârlık modeli, Edmund Burke öncülüğünde gelişen Anglo-Amerikan Muhafazakârlığıdır. 

Askeri rejimler özelinde mesele ele alındığında ise öncelikle tarihsel arka plan ışığında “Pretoryanizm” düşüncesi karşımıza çıkmaktadır. Pretoryanizmin kökenini teşkil eden “pretoryen” kavramı tarihte ilk kez eski Roma’da imparatoru korumakla görevli seçkin askerlerden kurulu bir gücü anlatmak adına kullanılmış tır. Bizzat imparator tarafından tayin edilen seçkin ve yetenekli askerlerden oluşan Pretorlar, onu dışarıdan gelmesi muhtemelen tehditlere karşı korumakla görevlendirilmişlerdir. Fakat ilerleyen zamanlarda merkezi otoriteye 
yakın olmanın ve söz konusu otoriteyi korumanın verdiği imtiyazla giderek güçlenmişler ve kendilerini devletin gerçek sahibi olarak addeden muhafızlar olarak görmeye başlamışlardır. 
Böylelikle günümüze kadar gelen tarihsel süreç içerisinde pretoryanizm, ordunun kendisini devletin ve rejimin bekçisi olarak gördüğü politik yapıları anlatmak için kullanılmaktadır (Balta, 2016, s. 180). 

Türkiye’deki ordu-siyaset ilişkileri ile uyum sağlayabilecek farklı askeri rejim tiplerinin neler olduğu konusunda ise yine Nordlinger’in sınıflandırması aydınlatıcı olacaktır. Söz konusu rejim tipleri; meşruiyetlerini dayandırdıkları temeller, yönetimde kalmak için belirledikleri süreler ve siyasi, ekonomik, toplumsal reformları gerçekleştirebilme yetkinlikleri gibi ölçütler göz önünde bulundurularak ayrıma tabi tutulmuşlardır. 

İktidarı devralmadan hükümet kararları üzerinde veto yetkisini kullanan, meclis, 
anayasa gibi devlet mekanizmalarının almış olduğu kararların ordu tarafından sınırlandırıldığı “Riyaset Rejimler”, siyasal iktidarı doğrudan doğruya devralan fakat onu süresiz olarak elinde tutmaya niyetli olmayan, askeri müdahaleye yol açan durumun yeniden yaratılmasına olanak vermeyeceği umulan koşullar sağlandıktan sonra iktidarı yeniden sivil ellere devretmeyi hedefleyen “Muhafız Rejimler”, ileri derecede siyasi denetim uygulayan, uzun süre iktidarda kalmayı amaçlayan, büyük ideallere sahip liderleri bünyesinde barındıran, ulusallaştırma ve toprak reformu gibi yöntemler aracılığıyla yeniden yapılanma plânları yapan “Hükmedici Rejimler” bu çerçevede örnek olarak gösterilebilecek başlıca askeri rejim tipleri arasındadır (Nordlinger, 1977, s. 21-27). 

Söz konusu rejim tipleri Türkiye’nin siyasal yaşamı ölçü alındığında belirli dönemsel kesitlere göre ayrı ayrı karşımıza çıkmış olup, işleyiş tarzındaki farklılıklar doğal olarak birbirinden farklı sonuçları da beraberinde getirmiştir. Örneğin çok partili hayat geçişe kadar olan cumhuriyetin erken döneminde hükümet ve ordu arasında bir organik bağdan söz etmek mümkündür. 27 Mayıs ve 12 Eylül ise muhafız tipi askeri rejime daha yakın duran bir içeriğe 
sahiptirler. Nitekim ilkinde bir yıl, ikincisinde ise üç yıl içerisinde yeni partiler kurulmuş ve genel seçimlere gidilerek idare sivil iktidarlara devredilmiştir. Hükmedici askeri rejim tipini tesis etmeyi amaçlayan subay tipi (Alparslan Türkeş, Talat Aydemir) Türk Silahlı Kuvvetleri bünyesinden çıkmış olması rağmen bu örneklerin kafalarındaki düşüncelerini uygulamaya koymaları pek mümkün olmamış, çok zorda kalmadıkça sivil iradeyle ters düşmek istemeyip 
çok partili siyasal yaşamı benimseyen yüksek komuta kademesi tarafından bir şekilde pasifize edilmişlerdir. 

Linz’e göre toplumların birçoğunda sivil karaktere sahip, demokrasinin kuralları 
işletilerek yapılan anayasalar orduya, onun siyasi idareye müdahalesini meşrulaştıran bir tayin edici yetki vermektedir. Ayrıca sivil grupların siyasal bakımdan tarafsız bir subay kadrosunu kabullenememe durumu ve çeşitli siyasal oluşumların askeri alandaki nüfuzlarını pekiştirme isteği devam ettiği sürece silahlı kuvvetlerin liberal modele uygun olarak objektif bir 
denetimden geçmesi pek mümkün gözükmemektedir (Linz, 2017, s. 219-223). 

Öte yandan önemli politik aktörler, belli şartlar söz konusu olduğunda ordunun süreçte hakem rolü oynamasını, gerektiğinde de siyasal iktidarı engellemesini yahut devirmesini meşru karşılarlar. Sivil elitlerin politik bakış açısı benzerliğinden yoksun bir ordunun hükümet darbesi yapmasını onaylaması, darbesi sonrasında bu girişimi destekleyen güçler arasında kurulması 
muhtemel bir ittifakı kolaylaştırır. Sivil elitler, silahlı kuvvetlerin yönetime müdahalesini meşru görürken, uzun bir dönem için yönetimin askeri idarenin elinde bulunmasını anti demokratik bir tavır olarak değerlendirirler. Değerler üzerinden sağlanan bu yüksek oranlı uyum sivil ve askeri elitlerin okullar aracılığıyla sosyalleşmesi ile ilintilidir. Subayların sivillere karşı duyduğu entelektüel ve sosyal saygı ordunun yönetime katılmasını ve sivil liderliğin devamının önünü açar (Stepan, 1971, s. 64). 

Nitekim 27 Mayıs’a giden süreçte dönemin başat politik aktörlerinden Cumhuriyet Halk Partisi genel başkanı İsmet İnönü’nün meclis kürsüsünden sarfettiği “Şartlar tamam olduğunda ihtilal meşru bir haktır.” cümlesi böylesi bir girişimin kendileri tarafından meşru karşılanacağının somut bir kanıtıdır. Özellikle akademisyenler ve yargı bürokrasinin oluşturduğu sivil elitler de darbeyi gerçekleştiren cunta ile aynı doğrultuda hareket etmiş, belli bir süre sonra da iktidarın sivil siyasetçilere bırakılması gerekliliğinin de altını çizmişlerdir. 

Bu bağlamda Türk Siyaseti açısından değerlendirdiğimizde ister muhtıra isterse darbe olsun askerin bir şekilde sivil idareye müdahale ediş tarzını kendilerince haklı nedenlere dayandıracak sivil zümreler veya politik teşekküller mutlaka olmuştur. Yine aynı çevreler darbe yahut muhtıra sonrasında bir an önce seçimlere gidilerek hükümetin yeniden sivillere devredilmesi gerekliliğini de her fırsatta vurgulamışlardır. Ordu içinde darbe sonrası daha uzun 
süreli yönetimden yana eğilimler belirdiğinde, darbeyi destekleyen sivil oluşumlarla bu eğilimdeki askeri gruplar arasında gerilim yaşanmıştır. Kurmay Albay Talat Aydemir’in 1962 ve 1963 tarihindeki iki darbe girişimi bu gerilim hattının somut bir neticesi olarak karşımıza çıkmıştır. 

3. 27 MAYIS DARBESİNİN KURUMSAL OTORİTESİ OLARAK MİLLİ BİRLİK KOMİTESİ: MUHAFIZ REJİMİN TESİSİ 

 Nordlinger’in yapmış olduğu sınıflandırma bağlamında meseleye yaklaşılacak olunursa 27 Mayıs darbesi sorasında idareyi ele alan Milli Birlik Komitesi cuntasının genel eğilimi kendilerince darbeye yol açan şartların ortadan kaldırılmasından sonra iktidarın sivil siyaset mekanizmasına devredilmesi yönünde şekillenmiştir. Ordu tehlikeye düştüğünü düşündüğü rejimin bir müddet muhafızlığını üstlendikten sonra genel seçimler yoluyla iktidarı elde edecek 
siyasi parti veya partilere ülke idaresini devretme düşüncesinde olmuştur. Bu muhafızlık dönemi boyunca, darbenin temel felsefesi ile uyum sağlayamayacak olan askeri ve sivil bürokrasi bünyesindeki grupların sistemin dışına itilmesi benimsenen temel yöntem olarak karşımıza çıkmıştır. Ayrıca kurucu ideolojinin prensiplerini egemen bürokrasinin istediği doğrultuda yeniden hayata geçirmek adına gerekli hukuki alt yapının sağlanması için başta üniversiteler olmak üzere pek çok kurumun desteğine başvurulmuştur. 

27 Mayıs 1960 askeri müdahalesinin gerçekleştirilerek on yıl süren Demokrat Parti iktidarının devrilmesinden sonra ilk etapta darbe oluşumunun lideri kabul edilen Orgeneral Cemal Gürsel’in yeniden Ankara’ya davet edilmesi, müdahalenin hukuksal bir zemine oturtulması, devrik iktidar mensuplarının yargılanması ve ülke yönetiminin yeniden seçimler vasıtasıyla sivil siyaset mekanizmalarına devredilmesine kadar geçecek süre içerisinde bir tür 
ara rejim idaresi kurulması çalışmaları siyasal gündemin başlıca meselelerini teşkil etmiştir. Bu doğrultuda darbeyi gerçekleştiren subay grubu öncelikle İstanbul Üniversitesi ve Ankara Üniversitesi hukuk fakültelerindeki öğretim üyelerinden 27 Mayıs’ı meşru bir zemine oturtma amacından hareketle bir anayasa hazırlamalarını talep etmişlerdir. Bununla birlikte müdahalenin planlayıcısı ve uygulayıcısı olarak bir komite oluşturulmuş ve Milli Birlik 
Komitesi ismini almıştır. 

38 Subaydan oluşan komitede en yaşlı subay 65, en genç subay 27 yaşındadır. Bu 38 üyenin 32’si Kurmay subaydır. Bunlardan dört tanesi (Sami Küçük, Ahmet Yıldız, Numan Esin ve Muzaffer Özdağ) Harp Okulu’nu kendi dönemlerinin birincisi olarak bitirmişlerdir. Komite üyelerinin 32’si karacı, 3’ü havacı, 2’si denizci, 1 tanesi de jandarmadır. Komite içerisinde 2 orgeneral, 2 tümgeneral, 1 tuğgeneral, 9 albay, 6 yarbay, 11 binbaşı ve 7 yüzbaşı bulunmaktadır. 

Komite üyelerinin statüleri de net değildir. Üyeler bakanların üstünde bir statüye sahiptirler. Bu da onları o günün protokol anlayışında Genelkurmay Başkanı’nın da önüne geçirmektedir. 

Ancak bir de üniformaları üzerindeki yıldızları vardır ki bu durum ilerleyen dönemde rahatsızlık yaratacaktır (Özdağ, 1997, s. 270). Komitede askeri yüksek öğrenim dışında yüksek öğrenim yapanlar, Orhan Erkanlı (TODAİE)3 ve Muzaffer Özdağ (Hukuk) olup; Alpaslan Türkeş, Washington’da Uluslararası Ekonomi tahsiline; Numan Esin ise Edebiyat Fakültesi’ne devam etmektedir. Milli Birlik Komitesi üyelerinin geldikleri aileler alt ve orta sınıftır. Sekiz üyenin babası subay, altısının memur, altısının esnaf ve zanaatkâr, dördünün serbest meslek, ikisininki de çiftçidir (Özbudun, 1966, s. 29). 

3 Türkiye ve Ortadoğu Amme İdaresi Enstitüsü. 

Yeni anayasa yürürlüğe girene kadar komite ülkeyi yönetebilmek adına, hukuk 
profesörlerince hazırlanan 27 maddelik bir geçici anayasaya başvurmuştur. Buna göre yeni anayasa hazırlanıp, iktidar seçimlerle parlamentonun takdirine bırakılana kadar meclisin 1921 Anayasasına göre sahip olduğu tüm yetkiler Milli Birlik Komitesine geçmiştir. Yasama yetkisi doğrudan komiteye ait olup, yürütme yetkisini ise devlet başkanınca atanıp kendisinin onaylayacağı hükümet vasıtasıyla kullanacaktır. Bakanlar kurulu ve komitenin ayrı ayrı her 
üyesi kanun teklif etme yetkisine sahiptir. Komitenin hukuki varlığı ise T.B.M.M’nin genel seçimlerle yeniden kurulmasıyla sona erecektir (T.C. Resmi Gazete, 1961, s. 2766). 

27 Mayıs sonrasında komitenin en kritik icraatı silahlı kuvvetler bünyesinde girişilen geniş çaplı tasfiye hamlesidir. Bu tasfiyelerde ilk etapta üst rütbeli komutanlar odağa alınmıştır. Darbeyi hazırlayan, gerçekleştiren ve komiteyi oluşturan subaylar, yüzbaşıdan başlamak üzere ağırlıkla alt ve orta rütbeliler olup, general ve amiraller ilk anda fiili durumu kabullenmekle birlikte kısa bir süre sonra kızgınlığa kapılmış ve komite ile ordunun bu en üst kademedeki 
komutanları arasında ister istemez gizli sürtüşme belirtileri başlamıştır (Seyhan, 1966, s. 101). 

Komite üyeleri de generallere, Demokrat Parti (DP) iktidarına karşı tavır alamayışlarından, sivil yetkililerle olan ilişkilerinde “ordunun şerefine ters düşecek şekilde” davranmalarından dolayı tepkilidirler (Ulay, 1969, s. 144). 

Cemal Gürsel’in fazla sayıdaki generalin emekliye ayrılmasını sağlayacak 
kararnamenin altına imza atmaya direnmesine rağmen, sert tartışmalar sonucunda komitenin diğer üyelerinin istediği olmuş; emekliye sevk edilen generallerin yerlerine genç ve rütbeleri komutanlıklarına atandıkları birliklere oranla düşük olan subaylar getirilmiştir. Ordu komutanlıklarına korgeneral veya tümgeneraller, kolordu komutanlıklarına tümgeneral veya tuğgeneraller, tümen komutanlıklarına da albaylar getirilmiştir (Erkanlı, 1973, s. 42). Neticede 
3 Ağustos 1960 tarihi saat 19.00 itibarıyla Türk Silahlı Kuvvetleri’nin yüksek komuta kademesi tamamen değiştirilmiş; sayısı 235’i bulan general ve amiral emekliye sevk edilmiştir. Operasyon sonunda orduda 20 general kalmıştır. Bu gelişmeyi takiben 20 Ağustos – 2 Eylül tarihleri arasında 3672’si Kara Kuvvetlerinden olmak üzere 4000 civarında subay emekliye ayrılmıştır (Özdağ, 1997, s. 307-311). 

Milli Birlik Komitesi’nin ikinci büyük tasfiye girişiminin muhatabı ise üniversiteler 
olmuştur. Komite tarafından “tembel, yeteneksiz, reform düşmanı” olarak nitelenen 147 öğretim üyesi ve elemanı üniversitelerden atılmıştır. Bu karar üzerine üniversitelerden rektörlük düzeyinde tepkiler yükselmiş, İstanbul, Ankara ve Ortadoğu Teknik Üniversitesi rektörleri görevlerinden istifa etmişlerdir. 27 Mayıs askeri darbesinin en kritik bileşenlerinden ve  destekçilerinden olan, 27 Mayıs’ı bir nevi “demokrasinin zaferi” olarak nitelendiren üniversitelerin, darbe sonrasında askeri otorite tarafından bu tip davranışa maruz kalması iktidarı elinde bulunduran güç merkezlerinin keyfi hareket edişini göstermesi bakımından dikkat çekicidir.4 

4 1962 yılında çıkarılan bir yasa ile 147’ler yeniden görevlerine dönmüşlerdir. 

Darbe sonrasında komitenin en çok önem verdiği hususlardan bir tanesi de yapmış oldukları müdahalenin başta Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) olmak üzere, herhangi bir muhalif parti veya grubun güdümünde yapıldığı izleniminin doğmasına izin vermemek olmuştur. Zira başta İsmet İnönü olmak üzere pek çok siyaset eliti Demokrat Parti veya onun politik mirasçısı herhangi bir oluşumun ortaya çıkmadığı bu boşluk ortamından faydalanmak amacıyla 
olabildiğince çabuk bir süre içerisinde genel seçimlere gidilmesi noktasında komiteyle sıkça karşı karşıya gelmeye başlamışlardır. Bu çerçevede Milli Birlik Komitesi pek çok defa 27 Mayıs’ın herhangi bir politik zümreyi hedef alarak yapılmadığının, temel hareket noktasının kardeş kavgasına son vermek olduğunun altını çizmek durumunda kalmıştır. 

Milli Birlik Komitesi’nin, 27 Mayıs’ın siyasal ve hukuksal meşruluğu üzerinden 
faaliyetlerini yürütmeye odaklanan bir otorite olmuş, 27 Mayıs’ın temel felsefesiyle çelişen tüm kişi ve kurumlara yönelik agresif bir tutum takınmıştır. Komite içerisinde ülkenin bundan sonraki geleceğinin hangi doğrultuda çizilmesi gerektiğine dair üzerinde konsensüs sağlanmış bir fikri birliktelikten bahsetmek zordur. Zira çok çeşitli ideolojik kaynaklardan beslenerek dünya görüşlerini şekillendiren komite üyelerini 27 Mayıs darbesi için bir araya getiren ortak zemin cumhuriyetin temel niteliklerine bağlılık ve söz konusu niteliklerle çelişen çalışmalar yürüttüğünü düşündükleri Demokrat Parti iktidarına karşı bu doğrultuda geçtikleri muhalif pozisyon olmuştur. Darbenin üzerinden henüz bir yıl geçmişken bundan sonra nasıl bir yöntem takip edilmesi gerektiği hususunda su yüzüne çıkan düşünce farklılıkları komiteyi siyaseten yıpratmıştır. 

4. MİLLİ BİRLİK KOMİTESİ İÇİNDEKİ FİKRİ BÖLÜNMELER VE 14’LER OLAYI 

Milli Birlik Komitesi içindeki görüş ayrılıklarının temel olarak üç noktada şekillendiği söylenebilir. Meselenin özünü ise iktidarın sahibinin kim olacağı ve bunu hangi şartlar altında paylaşacağı teşkil etmiştir. Komite içerisinde askeri müdahale sonra iktidarı sivillere devretmek hususunda acele edilmemesi gerektiğini, hızlı bir şekilde seçimlere gidilerek iktidarın seçimi kazanan partinin ya da partilerin kontrolüne verilmesi gerektiğini ve geçiş sürecinin aşılması adına yetkilerin doğrudan CHP’ye aktarılmasının gerektiğini savunan üç grubun otorite 
çatışması ilerleyen süreçte fiili anlamda bölünmelere de sebep olacaktır. 

Komite içerisinde Alparslan Türkeş, Dündar Taşer, Muzaffer Özdağ gibi isimlerin 
başını çektiği grup, 27 Mayıs’ı gerçekleştiren kadroların belli bir müddet daha ülke yönetiminde söz sahibi olması gerektiğini, ülkenin ihtiyaç duyduğu kalkınma hamlelerinin ve reformların sivil siyasetçiler aracılığıyla hayata geçirilemeyeceğini savunmuşlardır. 
Türkiye’nin yüz yüze olduğu bölgesel gelişmişlik farkları kesintiye uğratılmış Atatürk devrimlerinin sonuçlandırılmasıyla giderilecektir. Gerçek demokrasi ancak sosyal reformların uygulanmasıyla tesis edilebilir. Bunun için de öncelikle Atatürk devrimlerinin ve 27 Mayıs’ın gereklerine karşı çıkan tüm odakların bertaraf edilmesi gerekmektedir. Siyasi partilerin yönetici kadroları fikri ve ahlaki yapı bakımından temsil ettikleri çıkar gruplarının tutumlarını  yansıtmakta dır. Statükonun devamından yana olan bu merkezler, özellikle feodal ilişkilerin 
hâkim olduğu Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesinde “demokrasi oyunu” oynamaktadır (Özdağ, 1997, s. 281-282). 

Türkeş grubu hızla yapılması gereken reformlar arasında toprak reformunu, sağlık reformunu, eğitim reformunu, sosyal yardımlaşma reformunu ve din reformunu ön plâna çıkarmıştır. Ayrıca iş seferberliğine gidilmeli, ağır sanayinin kurulması için çalışılmalı, atom enerjisi için çalışmalar yapılmalıdır. Milli Savunma yeniden örgütlenmelidir. Ordunun eğitimi ve vurucu gücü arttırılmalı dır. Kuvvet komutanlıkları kaldırılmalı ve Genelkurmay Başkanlığı yeniden yapılandırılarak, kuvvetler doğrudan doğruya buradan idare edilmelidir (Özdağ, 1997, s. 282-283). Ülkenin kurtulabilmesi için ‘bir sıçrama yapma’ gerektiğine inanan Türkeş ve arkadaşları; bu işi ancak Milli Birlik Komitesi gibi her şeye hâkim olan bir hükümetle ve bir meclisle bir süre daha iş başında kalmak suretiyle gerçekleştirebileceklerine ve gerçekleşen bu sıçrama ile verimli sonuçlar alabileceklerine inanmışlardır (Elevli, 1967, s. 381). 

Komite içerisinde etkili olan bir başka grup ise idareyi uzun süreliğine ordunun elinde tutmaya niyetli olmayan, çok partili demokratik hayatın işleyiş prensiplerini makul bir süre içerisinde uygulamaktan yana tavır gösteren subay kadrosudur. 27 Mayıs Türkiye’sinin özellikle Batı dünyası nezdindeki prestijini yitirmemesi ve askeri diktatörlükle yönetilen bir ülke izlenimini vermemesi adına gereken tüm hamlelerin yapılmasını temel amaç edinmişlerdir. 

Başta devlet başkanı Cemal Gürsel olmak üzere, Cemal Madanoğlu, Osman Köksal, Sami Küçük gibi isimlerin içinde yer aldığı söz konusu oluşum, 27 Mayıs sürecinin kansız bir şekilde sonuçlandırılmasını, yeni bir anayasa hazırlanmasını, Atatürk devrimlerine dönülmesini, silahlı kuvvetlerde yeniden bir yapılanmayı ve seçimlere gidilmesini hedeflemişlerdir (Özdağ, 1997, s. 283). Böylelikle ordu içine girmiş olduğu siyasetten çıkarılacak ve kışlasına çekilerek asli görevleriyle ilgilenecektir. 

Fikret Kuytak, Refet Aksoyoğlu ve Ekrem Acuner gibi isimlerin bulunduğu üçüncü grup ise herhangi bir seçime başvurulmaksızın iktidarın direkt olarak CHP’ye devredilmesi görüşündedir (Altuğ, 1991, s. 37). Bu grubun tavrını belirleyen görüşün, içinden geçilen zor süreçte ülkeyi ancak hem eski bir komutan hem de milli mücadelenin iki numaralı ismi olan, devlet tecrübesi yüksek İsmet İnönü’nün düzlüğe çıkarabileceği yönündeki kuvvetli inanç 
olduğu söylenebilir. Geçiş sürecinin aşılmasında başında “İsmet Paşa” olan bir hükümetin görev almasının ülke açısında büyük bir şans olduğu düşünülmüştür. 

1961 yılı itibariyle iktidarın sivillere devredilip devredilmeyeceği hususu komite 
içerisinde artık daha sert tartışmalara neden olmaya başlamış, gruplar bu konuda düşüncelerini birbirlerine karşı daha sert ve net bir şekilde ifade etme yolunu seçmişlerdir. Tartışmaların bir başka temel noktasını, Milli Birlik Komitesi’nin iktidar süresini uzatıp; ilköğretim seferberliği, toprak reformu, sağlık işlerinin sosyalizasyonu, ticarette liberalizm yerine devletçiliği benimseyen hamlelerde bulunup bulunmama meselesi oluşturmuştur (İpekçi, 1961, s. 15). 

Komitenin Türkeş kanadına göre siyasi partilerin yürüttüğü hiçbir siyasal iktidar, ülkeyi sınıf atlatacak reformları gerçekleştirebilme yeteneğine sahip değildir. Dolayısıyla bu çerçevede devrilen DP ile CHP arasında herhangi bir fark yoktur. Grubun eleştirileri bu noktada CHP üzerinde yoğunlaşmış, bu partinin devrimciliğinin ve halkçılığının bir samimiyet tabanı üzerine kurulmadığı, bürokrasinin sultasına dayalı hantal yapıda bir memur devleti, aydın 
diktası ve askeri idare arasında mekik dokuyan çarpık bir cumhuriyet anlayışına sahip oldukları vurgulanmıştır (Özdağ, 1997, s. 343). 

Gücü ele geçirme mücadelesinin bu derece keskinleştiği bir dönemde Cemal Gürsel ve Cemal Madanoğlu’nun başını çektiği grup, radikal çizgide düşünce ve planlara sahip olduklarını gördükleri Türkeş ve ekibini komitenin dışına itmeye karar vermişlerdir. Bu doğrultuda Alparslan Türkeş de dahil olmak üzere toplam 14 üyenin komitedeki görevlerine son verilmiş, söz konusu subaylar dünyanın çeşitli ülkelerindeki başkentlerde askeri ateşe olarak görevlendirilmişlerdir. 

14’ler, 1962 yılına kadar Türkiye’ye dönememişler, bu nedenle sivil bir hükümet 
kuruluncaya kadar olayların seyri üzerinde etkili olamamışlardır. Öte yandan bu tasfiye hareketi paradoksal bir şekilde Milli Birlik Komitesi’nin zayıflamasına yol açmış; Türkiye’nin kısa sürede sivil yönetime döneceği çok büyük bir olasılık olarak görüldüğü için komite içindeki subaylar siyasi geleceklerini güvence altına alma çabasıyla başka mecralara yönelmeye başlamıştır (Hale, 1996, s. 123). Ayrıca girişilen bu tasfiye hareketinin bir başka sonucu da Birinci Milli Birlik Komitesi Dönemi’nin fiilen sona ermiş olmasıdır. Bundan sonra bir bakıma 
kısa bir geçiş süreci niteliği taşıyacak olan İkinci Milli Birlik Komitesi Dönemi başlayacaktır. 


***

3 Aralık 2018 Pazartesi

ANDIMIZ YASAK, YUNAN MİLLİ MARŞI SERBEST !...

ANDIMIZ YASAK, YUNAN MİLLİ MARŞI SERBEST !...



16 Kasım 2018

AKP Hükümeti, Danıştay’ın, “Andımız yeniden okutulsun” kararına jet hızıyla itiraz etti. AKP Genel Başkanı Tayyip Erdoğan da Andımız’ı savunanları sert sözlerle eleştirdi. Erdoğan, 03 Kasım 2018’de, Yıldız Teknik Üniversitesi Türkiye Gençlik Zirvesi’nde yaptığı konuşmada, “Vesayet özlemiyle yanıp tutuşanlara müsaade etmeyeceğiz. Danıştay’ın Andımız kararı sonrasında şahit olduğumuz manzara kararlığımızı artırmıştır. Bu metin bu ülkede ezanı Türkçe okutmak isteyenlerin eseridir. Bizim andımız, İstiklal Marşımızdır ve bu marşla yolumuz devam ediyor” dedi.

Andımız, 2013 yılında, sözde Barış Süreci döneminde yasaklandı. Andımızı yasaklayan ve yasağın devam etmesini isteyen, “Bizim andımız, İstiklal Marşımızdır” diyen Tayyip Erdoğan, Türk topraklarında 14 yıldır Yunan Milli Marşı okutulmasını nasıl izah edecek?Türkiye’de Andımız’ı okumak 5 yıldır yasak ancak Yunan Milli Marşını okumak 14 yıldır serbest !...

TÜRKİYE’NİN BATISINDA 14 YILDIR YUNAN MİLLİ MARŞI OKUNUYOR !...

Türkiye’nin batısında, İzmir, Aydın ve Muğla il sınırları içinde bulunan ve Yunan işgali altında olan adalarımızda tam 14 yıldır Yunan Milli Marşı okunuyor. İşte somut örnekler ve belgeler;
Yunan Kara Kuvvetleri Komutanı Korgeneral Alkiviadis Stefanis, 13 Nisan 2017Perşembe günü Muğla Kalolimnoz Adası’nı ziyaret etti. Ziyaret ile ilgili haber, resim ve video görüntüleri Yunan internet haber sitesi kalymnos-news.gr’de yayımlandı. Korgeneral Stefanis, Muğla KalolimnozAdası’ndaki işgalci Yunan askerlerini denetledi.



Geceyi Muğla Kalolimnoz Adası’nda geçiren Stefanis, 14 Nisan 2017 Cuma sabahı yapılan bayrak çekme törenine katıldı. Törende, Korgeneral Stefanis ve Yunan askerleri hep birlikte Yunan Milli Marşını okudular. Yunan Milli Marşı’nın okunduğu bayrak çekme töreninin video görüntüleri hem kalymnos-news.gr’de hem de youtube’da yayınlandı. 1823 yılında yazılan ve Nikolaos Mantzaros tarafından bestelenen Yunan Milli Marşı’nda; “Tanırım seni o korkunç keskinliğinden kılıcının / Tanırım seni o şiddetle sarmalayan bakışından / Kutlu kemiklerinden dirilmiş Yunanların / O eski yiğitliğinle yeniden çok yaşa, çok yaşa ey özgürlük” sözleri yer alıyor.



Yunan Kara Kuvvetleri Komutanı Korgeneral Alkiviadis Stefanis, 05 Ağustos 2017’de de Aydın BulamaçAdası’nı ziyaret etti. Ziyaret ile ilgili haber, resim ve video görüntüleri Yunan internet haber sitesi kalymnos-news.gr’de yayımlandı. Korgeneral Stefanis, Aydın BulamaçAdası’ndaki işgalci Yunan askerlerini denetledi.



Cumartesi gecesini Aydın Bulamaç Adası’nda geçiren Stefanis, 06 Ağustos 2017Pazar sabahı yapılan bayrak çekme törenine katıldı. Törende, Korgeneral Stefanis ve Yunan askerleri hep birlikte Yunan Milli Marşını okudular. Yunan Milli Marşı’nın okunduğu bayrak çekme töreninin video görüntüleri hem kalymnos-news.gr’de hem de youtube’da yayınlandı. Erdoğan, “Bizim andımız, İstiklal Marşımızdır” diyor ama Türkiye’nin batısında 14 yıldır Yunan Milli Marşı okunuyor.



ERDOĞAN, YUNAN ASKERLERİNİ VE YUNAN MİLLİ MARŞINI KANUNLA KORUMA ALTINA ALDI !...

Türk Silahlı Kuvvetleri İç Hizmet Kanunu’nun 35. Maddesi, 13 Temmuz 2013tarihinde değiştirildi. Yapılan değişiklikle Silahlı Kuvvetlerin vazifesi; yurt dışından gelecek tehdit ve tehlikelere karşı Türk vatanını savunmaktır” şeklinde yeniden düzenlendi. TSK’nın, yurt içinden gelecek tehdit ve tehlikelere karşı vatanı savunma görevine son verildi.
Hâlihazırda 18 Türk Adası ve 1 Türk Kayalığını işgal eden 5 binden fazla Yunan askeri İzmir, Aydın ve Muğla il sınırları içinde yani yurt içinde bulunuyor. Yunan askerleri yurt içinde olduğu için TSK’nın Yunan askerlerine müdahale etmesi mümkün değil. Bu durumu bilen Yunan Kara Kuvvetleri Komutanı Korgeneral Alkiviadis Stefanis, hem Bulamaç Adası’nda hem de Kalolimnoz Adası’nda gece yatısına kaldı. Verilen somut örnekten anlaşılacağı üzere Tayyip Erdoğan, Türk topraklarında elini kolunu sallayarak dolaşan Yunan askerlerini ve Türk topraklarında okunan Yunan Milli Marşını kanunla koruma altına aldı.Türkiye’nin batısında 14 yıldır İstiklal Marşı yerine Yunan Milli Marşı okunuyor. Hem de Tayyip Erdoğan’ın himayesi ve koruması altında.

TÜRKİYE’NİN BATISINDA 14 YILDIR EZAN DA OKUNMUYOR !...

Erdoğan, Andımız’daki metin için, “Bu metin bu ülkede ezanı Türkçe okutmak isteyenlerin eseridir” diyor ama Yunanistan’a alenen teslim edilen adalarda bir tek cami bile yok, ezan sesi hiç yok.



İzmir, Aydın ve Muğla il sınırları içindeki adalarımıza Tayyip Erdoğan ve AKP Hükümetlerinin himayesinde onlarca kilise inşa edildi. Vatan toprakları tam 14 yıldır çan sesleri ile inim inim inliyor. Erdoğan ve AKP Hükümetleri marifeti ile Türkiye’nin batısında 14 yıldır ezan okunmuyor.



http://www.haberayyildiz.com/yazarlar/umit-yalim/andimiz-yasak-yunan-milli-marsi-serbest-428m.html


***