27 Mayıs 1960 etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
27 Mayıs 1960 etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

5 Aralık 2018 Çarşamba

27 MAYIS ASKERİ DARBESİ SONRASINDA ORDU İÇİNDE İKTİDAR MÜCADELESİ., BÖLÜM 1

27 MAYIS ASKERİ DARBESİ SONRASINDA ORDU İÇİNDE İKTİDAR MÜCADELESİ., BÖLÜM 1



MİLLİ BİRLİK KOMİTESİ VE SİLAHLI KUVVETLER BİRLİĞİ 
Arş. Gör. Dr. Levent BÖRKLÜOĞLU1 

1 Osmaniye Korkut Ata Üniversitesi, İİBF, Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü, leventborkluoglu@osmaniye.edu.tr 

Özet 

27 Mayıs 1960 askeri darbesi sonrasında Demokrat Parti iktidarının devrilmesiyle birlikte, müdahaleyi gerçekleştiren çekirdek subay kadrosu Milli Birlik Komitesi ismiyle ülkeyi yönetmeye başlamış ve devletin hemen her kademesinde yürütülen faaliyetlerde tek başına söz sahibi olmuştur. 
Zaman içerisinde ülke yönetiminde takip edilecek yönteme dair yaşanan düşünce farklılıkları komitenin yıpranarak zayıflamasına neden olmuş, ortaya çıkan otorite boşluğu ise ordu içerisinde Milli Birlik Komitesi’ne alternatif bir örgütlenme olarak meydana getirilen Silahlı Kuvvetler Birliği oluşumu ile 
doldurulmuştur. Bir an önce genel seçimlere gidilerek idarenin sivil iktidara bırakılmasından yana olan Milli Birlik Komitesine karşı siyaset mekanizmasına hiçbir şart altında güvenmeyen, 27 Mayıs müdahalesinin öngördüğü reformlar yerleşik kılınıncaya kadar ülke idaresinin askerlerin elinde olmasını savunan Silahlı Kuvvetler Birliği arasındaki mücadele darbe sonrasındaki iki yıl boyunca devam etmiştir. Bu çalışmanın dayandığı temel hipotez, modernleşme projesini askeri elit eliyle gerçekleştiren Türkiye’de, siyasal yaşamda ordunun kısa vadede ülke yönetimine yön verme iddiasından vazgeçmediği yönündedir. 

1. GİRİŞ 

Modern Türkiye’nin siyasal yaşamı asker-siyaset ilişkileri özelinde incelemeye tabi tutulduğunda doğal olarak öncelikle askeri darbeler üzerine odaklanılmış, ülke yönetiminin ordu tarafından yeniden sivil siyasete bırakılıncaya kadar geçen zaman dilimi askeri bir ara rejim süreci olarak değerlendirilmiştir. 

27 Mayıs 1960 müdahalesi gibi, emir-komuta zincirine bağlı kalınmadan, pek çok farklı dünya görüşüne mensup, siyasal iktidarı tasfiye etme amacı güden bir ortak zeminde buluşmuş, çoğunluğunu hırslı, ihtiraslı ve idealist orta ve alt kademe subay grubunun oluşturduğu zümrelerin öncülüğünde gerçekleşen darbeler; sonrasındaki işleyiş sürecinin devamlılığı açısından ordu içindeki güç merkezlerinin birbirlerine karşı üstünlük mücadelelerine girmesiyle birlikte ciddi sıkıntılarla karşılaşmıştır. Yalnızca hükümeti darbe yoluyla devirmek gibi bir 
ortak paydada sorunsuz bir biçimde bir araya gelen gruplar, darbe sonrasında çatısı altında toplandıkları örgütlenmeler vasıtasıyla devlet yönetimine dair izlenmesi gereken yol ve yöntem hususunda karşı karşıya gelmişlerdir. 

Bu bağlamda ele alındığında 27 Mayıs 1960 askeri darbesi sonrasında ordu içerisinde ülke yönetiminde -belli bir müddeti içerse de- söz sahibi olmak isteyen iki temel yapılanma dikkati çekmektedir. 
Bunlardan birincisi darbeyi gerçekleştiren ve ideolojik yönden homojen bir yapıya sahip olmayan subayların oluşturduğu Milli Birlik Komitesi olup, müdahale sonrası ilk bir yıl içerisinde fikirsel anlaşmazlıklar yüzünden kendi içinde bir tasfiyeye gittikten sonra yeni devlete dair bir takım temel düzenlemelere öncülük eden bir profil sergilemiştir. Silahlı kuvvetler personeli ve üniversiteler bünyesinde girişilmesi planlanan revizyon, yeni anayasa yapımı ve yönetimin olabildiğince kısa bir süre içerisinde düzenlenecek seçimler aracılığıyla sivil idareye teslim edilmesi düşüncesi komitenin genel eğiliminin karakteristiğini sunan unsurlar olarak karşımıza çıkmıştır. 

Milli Birlik Komitesine rakip olarak değerlendirilebilecek ve ordu içerisinde çok 
kapsamlı bir örgütlenmeye giderek bilhassa Yassıada Yargılamalarıyla birlikte ilk güçlü mesajını veren yapılanma ise Silahlı Kuvvetler Birliği olmuştur. Özellikle devrik Demokrat Parti iktidarı ve onun temsil ettiği zihniyet dünyasına karşı son derece katı ve tavizsiz tutumlarıyla bilinen Silahlı Kuvvetler Birliği, 1962’den sonra daha da radikal bir tutum izlemiş, başını albayların çektiği cunta yapılanmalarıyla kendisinden söz ettirir olmuştur. Cumhuriyetin kurucu felsefesinin ışığında 27 Mayıs’ın öngördüğü reformları yerleşik kılıp, düzeni rayına oturtana kadar siyaset mekanizmasının devre dışı kalmasını savunan birlik içerisindeki albaylar grubu, 1962 ve 1963’te Talat Aydemir öncülüğünde iki adet başarısız darbe girişimine de imza atmışlardır. 

1965 genel seçimleriyle birlikte karşıtı oldukları politik duruşun mirasçısı konumuyla Adalet Partisi’nin tek başına iktidara gelişi, 27 Mayıs felsefesinin toplum nezdindeki geçerliğini beş yılla sınırlı tutsa da gerek Milli Birlik Komitesinin gerekse Silahlı Kuvvetler Birliği’nin beslendiği düşünce ikliminin etkileri 1971 yılına kadar geçerliliğini sürdürmüştür. Farklı saiklerden hareketle olsa da hem sonuçsuz kalmış 9 Mart 1971 askeri darbe girişimi hem de 
başarıya ulaşmış 12 Mart 1971 askeri muhtırasının genetik ve zihinsel kodlarında 1960-1964 yılları arasında damga vuran bu iki askeri örgütlenmenin izlerini görmek mümkündür. 

Bu çalışmada da ilk aşamada askeri rejim tiplerinin teorik temelleri üzerinde durularak, Türkiye’nin siyasal yaşamındaki askeri müdahalelerin arkasında yatan düşünsel arka plan ortaya konulacaktır. Devamında ise Milli Birlik Komitesinin ortaya çıkışı, yapısı, temel felsefesi ve faaliyetleri, daha sonra kurulan Silahlı Kuvvetler Birliği örgütü ile aynı parametreler üzerinden karşılaştırmalı olarak ele alınacaktır. Sonuç kısmında ise bu iki yapının işleyiş tarzı üzerinden askerin düşünce dünyasına dair bir değerlendirme yapılacaktır. 

2. ASKER-SİVİL İLİŞKİLERİ VE ASKERİ REJİMLERİN İŞLEYİŞİNE DAİR TEORİK BİR ÇERÇEVE 

Asker-sivil ilişkileri ile ilgili olarak ilk etapta siyaset bilimci Eric Nordlinger’in ortaya koyduğu üç temel model göze çarpmaktadır. Sivil ve askeri güçlerin aynı aristokrat sınıf tarafından paylaşıldığı “Geleneksel-Aristokratik Model”; ordunun oldukça profesyonelleşmiş, politika dışında yer almış ve sivil iktidara bağlı olduğu, Batı Avrupa ve Kuzey Amerika gibi bölgelerde bilinen “Liberal Demokratik Model”; askeri subayların iktidar partisinin düşünce süzgecinden geçtiği ve siyasi subayların doğrudan kontrol mekanizması olarak askeri birliklerle iç içe olduğu, örneklerine Çin Halk Cumhuriyeti’nde rastladığımız “Totaliter Nüfuz Edici Model” bu sınıflandırmanın özünü teşkil etmektedir (Nordlinger, 1977, s. 10-18). 

Modern siyasal ideolojiler bağlamında ordunun devlet yönetiminde kapsadığı 
pozisyonu anlamak için ise Samuel Huntington tarafından yapılan analiz dikkat çekici bir mahiyet taşır. Örneğin Liberalizmde genel olarak silahlanma ve sürekli ordular pek benimsenmez. Bunlar hem barışa hem de anayasal düzene tehdit olarak algılanır. Şayet askeri örgütlenme gerekliyse bu liberal ilkeleri yansıtan bir askeri örgütlenme olmalıdır. Ulusal savunma sadece bir avuç insanın değil herkesin sorumluluğudur. Savaş gerekli hâle gelirse devlet, halk milisleri ve vatandaş ordularına dayanıp “silah altında bir ulus” olarak savaşmalıdır 
(Huntington, 2006, s. 97). 

Faşizmde güçlü bir ordu hayati önem taşır. Faşist öğretiye göre savaş, siyasetin aracı değil amacıdır. Askerin dikkatli ve savaş yanlısı olmayan dış politikasına karşın; faşist, çatışmaya girilmesi ve devletin gücünün nihai sınırına kadar genişlemesi gibi ilân ettiği amaçları çerçevesinde dinamik, saldırgan ve devrimci bir politikayı savunur. Faşizm, diğer tüm toplumsal kurumların devlet ve partiye tabi kılınması gerektiğine inanır. Dolayısıyla devlet dışındaki potansiyel güç odaklarının varlığına düşmanca yaklaşır. Bizzat askerlik mesleğinin 
uygun bir ideolojik rengi olması gerekir. Ayrıca Faşizm de tıpkı Liberalizm gibi topyekûn savaşa, kitlesel ordulara ve askerliğin her vatandaşın görevi olduğuna inanmaktadır (Huntington, 2006, s. 98). 

Marksizm için temel grup sınıftır, insanlık yatay bir sıralama içindedir. Asker içinse temel grup ulus devlettir ve insanlık dikey bir sıralama içerisindedir. Asker, devletin birçok değişik nedenle savaşa girebileceğini kabul ederek güç ve güvenlik endişelerini vurgular. 
Marksizm içinse devletlerin arasında meydana gelen savaşların temelinde ekonomik emperyalizm vardır. Marksizm’in meşruiyet tanıdığı tek savaş sınıf savaşları, onayladığı tek silahlı kuvvetler türü ise sınıf araçlarıdır. Marksizm evrensel askeri değer ve yapıları tanımaz, her silahlı gücün niteliği, uğrunda savaştığı sınıfın çıkarları ile belirlenir. Bu bağlamda Marksist öğreti, “proleter” niteliklerde örgütlenmiş ve kapitalist çıkarlara muhalif bir silahlı güç 
yanlısıdır (Huntington, 2006, s. 99). 

Muhafazakârlık düşüncesi2 ise kendi mantığının dürtüsüyle askeri işlevlerin 
taleplerinden kaynaklanan askeri değerlerle çatışmaya girmez. Askeri kurumlara yüklenmek istenilen belli bir kalıp yoktur. Askeri davranış kalıpları ile Liberalizm, Marksizm ve Faşizm arasında doğalarından kaynaklanan karşıtlıklar ve çatışmalar söz konusu iken; Muhafazakârlık açısından hiçbir uyum problemi yaşanmaz (Huntington, 2006, s. 99-100). 

2 Belirtmek gerekir ki Huntington’un bu noktada ölçü aldığı muhafazakârlık modeli, Edmund Burke öncülüğünde gelişen Anglo-Amerikan Muhafazakârlığıdır. 

Askeri rejimler özelinde mesele ele alındığında ise öncelikle tarihsel arka plan ışığında “Pretoryanizm” düşüncesi karşımıza çıkmaktadır. Pretoryanizmin kökenini teşkil eden “pretoryen” kavramı tarihte ilk kez eski Roma’da imparatoru korumakla görevli seçkin askerlerden kurulu bir gücü anlatmak adına kullanılmış tır. Bizzat imparator tarafından tayin edilen seçkin ve yetenekli askerlerden oluşan Pretorlar, onu dışarıdan gelmesi muhtemelen tehditlere karşı korumakla görevlendirilmişlerdir. Fakat ilerleyen zamanlarda merkezi otoriteye 
yakın olmanın ve söz konusu otoriteyi korumanın verdiği imtiyazla giderek güçlenmişler ve kendilerini devletin gerçek sahibi olarak addeden muhafızlar olarak görmeye başlamışlardır. 
Böylelikle günümüze kadar gelen tarihsel süreç içerisinde pretoryanizm, ordunun kendisini devletin ve rejimin bekçisi olarak gördüğü politik yapıları anlatmak için kullanılmaktadır (Balta, 2016, s. 180). 

Türkiye’deki ordu-siyaset ilişkileri ile uyum sağlayabilecek farklı askeri rejim tiplerinin neler olduğu konusunda ise yine Nordlinger’in sınıflandırması aydınlatıcı olacaktır. Söz konusu rejim tipleri; meşruiyetlerini dayandırdıkları temeller, yönetimde kalmak için belirledikleri süreler ve siyasi, ekonomik, toplumsal reformları gerçekleştirebilme yetkinlikleri gibi ölçütler göz önünde bulundurularak ayrıma tabi tutulmuşlardır. 

İktidarı devralmadan hükümet kararları üzerinde veto yetkisini kullanan, meclis, 
anayasa gibi devlet mekanizmalarının almış olduğu kararların ordu tarafından sınırlandırıldığı “Riyaset Rejimler”, siyasal iktidarı doğrudan doğruya devralan fakat onu süresiz olarak elinde tutmaya niyetli olmayan, askeri müdahaleye yol açan durumun yeniden yaratılmasına olanak vermeyeceği umulan koşullar sağlandıktan sonra iktidarı yeniden sivil ellere devretmeyi hedefleyen “Muhafız Rejimler”, ileri derecede siyasi denetim uygulayan, uzun süre iktidarda kalmayı amaçlayan, büyük ideallere sahip liderleri bünyesinde barındıran, ulusallaştırma ve toprak reformu gibi yöntemler aracılığıyla yeniden yapılanma plânları yapan “Hükmedici Rejimler” bu çerçevede örnek olarak gösterilebilecek başlıca askeri rejim tipleri arasındadır (Nordlinger, 1977, s. 21-27). 

Söz konusu rejim tipleri Türkiye’nin siyasal yaşamı ölçü alındığında belirli dönemsel kesitlere göre ayrı ayrı karşımıza çıkmış olup, işleyiş tarzındaki farklılıklar doğal olarak birbirinden farklı sonuçları da beraberinde getirmiştir. Örneğin çok partili hayat geçişe kadar olan cumhuriyetin erken döneminde hükümet ve ordu arasında bir organik bağdan söz etmek mümkündür. 27 Mayıs ve 12 Eylül ise muhafız tipi askeri rejime daha yakın duran bir içeriğe 
sahiptirler. Nitekim ilkinde bir yıl, ikincisinde ise üç yıl içerisinde yeni partiler kurulmuş ve genel seçimlere gidilerek idare sivil iktidarlara devredilmiştir. Hükmedici askeri rejim tipini tesis etmeyi amaçlayan subay tipi (Alparslan Türkeş, Talat Aydemir) Türk Silahlı Kuvvetleri bünyesinden çıkmış olması rağmen bu örneklerin kafalarındaki düşüncelerini uygulamaya koymaları pek mümkün olmamış, çok zorda kalmadıkça sivil iradeyle ters düşmek istemeyip 
çok partili siyasal yaşamı benimseyen yüksek komuta kademesi tarafından bir şekilde pasifize edilmişlerdir. 

Linz’e göre toplumların birçoğunda sivil karaktere sahip, demokrasinin kuralları 
işletilerek yapılan anayasalar orduya, onun siyasi idareye müdahalesini meşrulaştıran bir tayin edici yetki vermektedir. Ayrıca sivil grupların siyasal bakımdan tarafsız bir subay kadrosunu kabullenememe durumu ve çeşitli siyasal oluşumların askeri alandaki nüfuzlarını pekiştirme isteği devam ettiği sürece silahlı kuvvetlerin liberal modele uygun olarak objektif bir 
denetimden geçmesi pek mümkün gözükmemektedir (Linz, 2017, s. 219-223). 

Öte yandan önemli politik aktörler, belli şartlar söz konusu olduğunda ordunun süreçte hakem rolü oynamasını, gerektiğinde de siyasal iktidarı engellemesini yahut devirmesini meşru karşılarlar. Sivil elitlerin politik bakış açısı benzerliğinden yoksun bir ordunun hükümet darbesi yapmasını onaylaması, darbesi sonrasında bu girişimi destekleyen güçler arasında kurulması 
muhtemel bir ittifakı kolaylaştırır. Sivil elitler, silahlı kuvvetlerin yönetime müdahalesini meşru görürken, uzun bir dönem için yönetimin askeri idarenin elinde bulunmasını anti demokratik bir tavır olarak değerlendirirler. Değerler üzerinden sağlanan bu yüksek oranlı uyum sivil ve askeri elitlerin okullar aracılığıyla sosyalleşmesi ile ilintilidir. Subayların sivillere karşı duyduğu entelektüel ve sosyal saygı ordunun yönetime katılmasını ve sivil liderliğin devamının önünü açar (Stepan, 1971, s. 64). 

Nitekim 27 Mayıs’a giden süreçte dönemin başat politik aktörlerinden Cumhuriyet Halk Partisi genel başkanı İsmet İnönü’nün meclis kürsüsünden sarfettiği “Şartlar tamam olduğunda ihtilal meşru bir haktır.” cümlesi böylesi bir girişimin kendileri tarafından meşru karşılanacağının somut bir kanıtıdır. Özellikle akademisyenler ve yargı bürokrasinin oluşturduğu sivil elitler de darbeyi gerçekleştiren cunta ile aynı doğrultuda hareket etmiş, belli bir süre sonra da iktidarın sivil siyasetçilere bırakılması gerekliliğinin de altını çizmişlerdir. 

Bu bağlamda Türk Siyaseti açısından değerlendirdiğimizde ister muhtıra isterse darbe olsun askerin bir şekilde sivil idareye müdahale ediş tarzını kendilerince haklı nedenlere dayandıracak sivil zümreler veya politik teşekküller mutlaka olmuştur. Yine aynı çevreler darbe yahut muhtıra sonrasında bir an önce seçimlere gidilerek hükümetin yeniden sivillere devredilmesi gerekliliğini de her fırsatta vurgulamışlardır. Ordu içinde darbe sonrası daha uzun 
süreli yönetimden yana eğilimler belirdiğinde, darbeyi destekleyen sivil oluşumlarla bu eğilimdeki askeri gruplar arasında gerilim yaşanmıştır. Kurmay Albay Talat Aydemir’in 1962 ve 1963 tarihindeki iki darbe girişimi bu gerilim hattının somut bir neticesi olarak karşımıza çıkmıştır. 

3. 27 MAYIS DARBESİNİN KURUMSAL OTORİTESİ OLARAK MİLLİ BİRLİK KOMİTESİ: MUHAFIZ REJİMİN TESİSİ 

 Nordlinger’in yapmış olduğu sınıflandırma bağlamında meseleye yaklaşılacak olunursa 27 Mayıs darbesi sorasında idareyi ele alan Milli Birlik Komitesi cuntasının genel eğilimi kendilerince darbeye yol açan şartların ortadan kaldırılmasından sonra iktidarın sivil siyaset mekanizmasına devredilmesi yönünde şekillenmiştir. Ordu tehlikeye düştüğünü düşündüğü rejimin bir müddet muhafızlığını üstlendikten sonra genel seçimler yoluyla iktidarı elde edecek 
siyasi parti veya partilere ülke idaresini devretme düşüncesinde olmuştur. Bu muhafızlık dönemi boyunca, darbenin temel felsefesi ile uyum sağlayamayacak olan askeri ve sivil bürokrasi bünyesindeki grupların sistemin dışına itilmesi benimsenen temel yöntem olarak karşımıza çıkmıştır. Ayrıca kurucu ideolojinin prensiplerini egemen bürokrasinin istediği doğrultuda yeniden hayata geçirmek adına gerekli hukuki alt yapının sağlanması için başta üniversiteler olmak üzere pek çok kurumun desteğine başvurulmuştur. 

27 Mayıs 1960 askeri müdahalesinin gerçekleştirilerek on yıl süren Demokrat Parti iktidarının devrilmesinden sonra ilk etapta darbe oluşumunun lideri kabul edilen Orgeneral Cemal Gürsel’in yeniden Ankara’ya davet edilmesi, müdahalenin hukuksal bir zemine oturtulması, devrik iktidar mensuplarının yargılanması ve ülke yönetiminin yeniden seçimler vasıtasıyla sivil siyaset mekanizmalarına devredilmesine kadar geçecek süre içerisinde bir tür 
ara rejim idaresi kurulması çalışmaları siyasal gündemin başlıca meselelerini teşkil etmiştir. Bu doğrultuda darbeyi gerçekleştiren subay grubu öncelikle İstanbul Üniversitesi ve Ankara Üniversitesi hukuk fakültelerindeki öğretim üyelerinden 27 Mayıs’ı meşru bir zemine oturtma amacından hareketle bir anayasa hazırlamalarını talep etmişlerdir. Bununla birlikte müdahalenin planlayıcısı ve uygulayıcısı olarak bir komite oluşturulmuş ve Milli Birlik 
Komitesi ismini almıştır. 

38 Subaydan oluşan komitede en yaşlı subay 65, en genç subay 27 yaşındadır. Bu 38 üyenin 32’si Kurmay subaydır. Bunlardan dört tanesi (Sami Küçük, Ahmet Yıldız, Numan Esin ve Muzaffer Özdağ) Harp Okulu’nu kendi dönemlerinin birincisi olarak bitirmişlerdir. Komite üyelerinin 32’si karacı, 3’ü havacı, 2’si denizci, 1 tanesi de jandarmadır. Komite içerisinde 2 orgeneral, 2 tümgeneral, 1 tuğgeneral, 9 albay, 6 yarbay, 11 binbaşı ve 7 yüzbaşı bulunmaktadır. 

Komite üyelerinin statüleri de net değildir. Üyeler bakanların üstünde bir statüye sahiptirler. Bu da onları o günün protokol anlayışında Genelkurmay Başkanı’nın da önüne geçirmektedir. 

Ancak bir de üniformaları üzerindeki yıldızları vardır ki bu durum ilerleyen dönemde rahatsızlık yaratacaktır (Özdağ, 1997, s. 270). Komitede askeri yüksek öğrenim dışında yüksek öğrenim yapanlar, Orhan Erkanlı (TODAİE)3 ve Muzaffer Özdağ (Hukuk) olup; Alpaslan Türkeş, Washington’da Uluslararası Ekonomi tahsiline; Numan Esin ise Edebiyat Fakültesi’ne devam etmektedir. Milli Birlik Komitesi üyelerinin geldikleri aileler alt ve orta sınıftır. Sekiz üyenin babası subay, altısının memur, altısının esnaf ve zanaatkâr, dördünün serbest meslek, ikisininki de çiftçidir (Özbudun, 1966, s. 29). 

3 Türkiye ve Ortadoğu Amme İdaresi Enstitüsü. 

Yeni anayasa yürürlüğe girene kadar komite ülkeyi yönetebilmek adına, hukuk 
profesörlerince hazırlanan 27 maddelik bir geçici anayasaya başvurmuştur. Buna göre yeni anayasa hazırlanıp, iktidar seçimlerle parlamentonun takdirine bırakılana kadar meclisin 1921 Anayasasına göre sahip olduğu tüm yetkiler Milli Birlik Komitesine geçmiştir. Yasama yetkisi doğrudan komiteye ait olup, yürütme yetkisini ise devlet başkanınca atanıp kendisinin onaylayacağı hükümet vasıtasıyla kullanacaktır. Bakanlar kurulu ve komitenin ayrı ayrı her 
üyesi kanun teklif etme yetkisine sahiptir. Komitenin hukuki varlığı ise T.B.M.M’nin genel seçimlerle yeniden kurulmasıyla sona erecektir (T.C. Resmi Gazete, 1961, s. 2766). 

27 Mayıs sonrasında komitenin en kritik icraatı silahlı kuvvetler bünyesinde girişilen geniş çaplı tasfiye hamlesidir. Bu tasfiyelerde ilk etapta üst rütbeli komutanlar odağa alınmıştır. Darbeyi hazırlayan, gerçekleştiren ve komiteyi oluşturan subaylar, yüzbaşıdan başlamak üzere ağırlıkla alt ve orta rütbeliler olup, general ve amiraller ilk anda fiili durumu kabullenmekle birlikte kısa bir süre sonra kızgınlığa kapılmış ve komite ile ordunun bu en üst kademedeki 
komutanları arasında ister istemez gizli sürtüşme belirtileri başlamıştır (Seyhan, 1966, s. 101). 

Komite üyeleri de generallere, Demokrat Parti (DP) iktidarına karşı tavır alamayışlarından, sivil yetkililerle olan ilişkilerinde “ordunun şerefine ters düşecek şekilde” davranmalarından dolayı tepkilidirler (Ulay, 1969, s. 144). 

Cemal Gürsel’in fazla sayıdaki generalin emekliye ayrılmasını sağlayacak 
kararnamenin altına imza atmaya direnmesine rağmen, sert tartışmalar sonucunda komitenin diğer üyelerinin istediği olmuş; emekliye sevk edilen generallerin yerlerine genç ve rütbeleri komutanlıklarına atandıkları birliklere oranla düşük olan subaylar getirilmiştir. Ordu komutanlıklarına korgeneral veya tümgeneraller, kolordu komutanlıklarına tümgeneral veya tuğgeneraller, tümen komutanlıklarına da albaylar getirilmiştir (Erkanlı, 1973, s. 42). Neticede 
3 Ağustos 1960 tarihi saat 19.00 itibarıyla Türk Silahlı Kuvvetleri’nin yüksek komuta kademesi tamamen değiştirilmiş; sayısı 235’i bulan general ve amiral emekliye sevk edilmiştir. Operasyon sonunda orduda 20 general kalmıştır. Bu gelişmeyi takiben 20 Ağustos – 2 Eylül tarihleri arasında 3672’si Kara Kuvvetlerinden olmak üzere 4000 civarında subay emekliye ayrılmıştır (Özdağ, 1997, s. 307-311). 

Milli Birlik Komitesi’nin ikinci büyük tasfiye girişiminin muhatabı ise üniversiteler 
olmuştur. Komite tarafından “tembel, yeteneksiz, reform düşmanı” olarak nitelenen 147 öğretim üyesi ve elemanı üniversitelerden atılmıştır. Bu karar üzerine üniversitelerden rektörlük düzeyinde tepkiler yükselmiş, İstanbul, Ankara ve Ortadoğu Teknik Üniversitesi rektörleri görevlerinden istifa etmişlerdir. 27 Mayıs askeri darbesinin en kritik bileşenlerinden ve  destekçilerinden olan, 27 Mayıs’ı bir nevi “demokrasinin zaferi” olarak nitelendiren üniversitelerin, darbe sonrasında askeri otorite tarafından bu tip davranışa maruz kalması iktidarı elinde bulunduran güç merkezlerinin keyfi hareket edişini göstermesi bakımından dikkat çekicidir.4 

4 1962 yılında çıkarılan bir yasa ile 147’ler yeniden görevlerine dönmüşlerdir. 

Darbe sonrasında komitenin en çok önem verdiği hususlardan bir tanesi de yapmış oldukları müdahalenin başta Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) olmak üzere, herhangi bir muhalif parti veya grubun güdümünde yapıldığı izleniminin doğmasına izin vermemek olmuştur. Zira başta İsmet İnönü olmak üzere pek çok siyaset eliti Demokrat Parti veya onun politik mirasçısı herhangi bir oluşumun ortaya çıkmadığı bu boşluk ortamından faydalanmak amacıyla 
olabildiğince çabuk bir süre içerisinde genel seçimlere gidilmesi noktasında komiteyle sıkça karşı karşıya gelmeye başlamışlardır. Bu çerçevede Milli Birlik Komitesi pek çok defa 27 Mayıs’ın herhangi bir politik zümreyi hedef alarak yapılmadığının, temel hareket noktasının kardeş kavgasına son vermek olduğunun altını çizmek durumunda kalmıştır. 

Milli Birlik Komitesi’nin, 27 Mayıs’ın siyasal ve hukuksal meşruluğu üzerinden 
faaliyetlerini yürütmeye odaklanan bir otorite olmuş, 27 Mayıs’ın temel felsefesiyle çelişen tüm kişi ve kurumlara yönelik agresif bir tutum takınmıştır. Komite içerisinde ülkenin bundan sonraki geleceğinin hangi doğrultuda çizilmesi gerektiğine dair üzerinde konsensüs sağlanmış bir fikri birliktelikten bahsetmek zordur. Zira çok çeşitli ideolojik kaynaklardan beslenerek dünya görüşlerini şekillendiren komite üyelerini 27 Mayıs darbesi için bir araya getiren ortak zemin cumhuriyetin temel niteliklerine bağlılık ve söz konusu niteliklerle çelişen çalışmalar yürüttüğünü düşündükleri Demokrat Parti iktidarına karşı bu doğrultuda geçtikleri muhalif pozisyon olmuştur. Darbenin üzerinden henüz bir yıl geçmişken bundan sonra nasıl bir yöntem takip edilmesi gerektiği hususunda su yüzüne çıkan düşünce farklılıkları komiteyi siyaseten yıpratmıştır. 

4. MİLLİ BİRLİK KOMİTESİ İÇİNDEKİ FİKRİ BÖLÜNMELER VE 14’LER OLAYI 

Milli Birlik Komitesi içindeki görüş ayrılıklarının temel olarak üç noktada şekillendiği söylenebilir. Meselenin özünü ise iktidarın sahibinin kim olacağı ve bunu hangi şartlar altında paylaşacağı teşkil etmiştir. Komite içerisinde askeri müdahale sonra iktidarı sivillere devretmek hususunda acele edilmemesi gerektiğini, hızlı bir şekilde seçimlere gidilerek iktidarın seçimi kazanan partinin ya da partilerin kontrolüne verilmesi gerektiğini ve geçiş sürecinin aşılması adına yetkilerin doğrudan CHP’ye aktarılmasının gerektiğini savunan üç grubun otorite 
çatışması ilerleyen süreçte fiili anlamda bölünmelere de sebep olacaktır. 

Komite içerisinde Alparslan Türkeş, Dündar Taşer, Muzaffer Özdağ gibi isimlerin 
başını çektiği grup, 27 Mayıs’ı gerçekleştiren kadroların belli bir müddet daha ülke yönetiminde söz sahibi olması gerektiğini, ülkenin ihtiyaç duyduğu kalkınma hamlelerinin ve reformların sivil siyasetçiler aracılığıyla hayata geçirilemeyeceğini savunmuşlardır. 
Türkiye’nin yüz yüze olduğu bölgesel gelişmişlik farkları kesintiye uğratılmış Atatürk devrimlerinin sonuçlandırılmasıyla giderilecektir. Gerçek demokrasi ancak sosyal reformların uygulanmasıyla tesis edilebilir. Bunun için de öncelikle Atatürk devrimlerinin ve 27 Mayıs’ın gereklerine karşı çıkan tüm odakların bertaraf edilmesi gerekmektedir. Siyasi partilerin yönetici kadroları fikri ve ahlaki yapı bakımından temsil ettikleri çıkar gruplarının tutumlarını  yansıtmakta dır. Statükonun devamından yana olan bu merkezler, özellikle feodal ilişkilerin 
hâkim olduğu Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesinde “demokrasi oyunu” oynamaktadır (Özdağ, 1997, s. 281-282). 

Türkeş grubu hızla yapılması gereken reformlar arasında toprak reformunu, sağlık reformunu, eğitim reformunu, sosyal yardımlaşma reformunu ve din reformunu ön plâna çıkarmıştır. Ayrıca iş seferberliğine gidilmeli, ağır sanayinin kurulması için çalışılmalı, atom enerjisi için çalışmalar yapılmalıdır. Milli Savunma yeniden örgütlenmelidir. Ordunun eğitimi ve vurucu gücü arttırılmalı dır. Kuvvet komutanlıkları kaldırılmalı ve Genelkurmay Başkanlığı yeniden yapılandırılarak, kuvvetler doğrudan doğruya buradan idare edilmelidir (Özdağ, 1997, s. 282-283). Ülkenin kurtulabilmesi için ‘bir sıçrama yapma’ gerektiğine inanan Türkeş ve arkadaşları; bu işi ancak Milli Birlik Komitesi gibi her şeye hâkim olan bir hükümetle ve bir meclisle bir süre daha iş başında kalmak suretiyle gerçekleştirebileceklerine ve gerçekleşen bu sıçrama ile verimli sonuçlar alabileceklerine inanmışlardır (Elevli, 1967, s. 381). 

Komite içerisinde etkili olan bir başka grup ise idareyi uzun süreliğine ordunun elinde tutmaya niyetli olmayan, çok partili demokratik hayatın işleyiş prensiplerini makul bir süre içerisinde uygulamaktan yana tavır gösteren subay kadrosudur. 27 Mayıs Türkiye’sinin özellikle Batı dünyası nezdindeki prestijini yitirmemesi ve askeri diktatörlükle yönetilen bir ülke izlenimini vermemesi adına gereken tüm hamlelerin yapılmasını temel amaç edinmişlerdir. 

Başta devlet başkanı Cemal Gürsel olmak üzere, Cemal Madanoğlu, Osman Köksal, Sami Küçük gibi isimlerin içinde yer aldığı söz konusu oluşum, 27 Mayıs sürecinin kansız bir şekilde sonuçlandırılmasını, yeni bir anayasa hazırlanmasını, Atatürk devrimlerine dönülmesini, silahlı kuvvetlerde yeniden bir yapılanmayı ve seçimlere gidilmesini hedeflemişlerdir (Özdağ, 1997, s. 283). Böylelikle ordu içine girmiş olduğu siyasetten çıkarılacak ve kışlasına çekilerek asli görevleriyle ilgilenecektir. 

Fikret Kuytak, Refet Aksoyoğlu ve Ekrem Acuner gibi isimlerin bulunduğu üçüncü grup ise herhangi bir seçime başvurulmaksızın iktidarın direkt olarak CHP’ye devredilmesi görüşündedir (Altuğ, 1991, s. 37). Bu grubun tavrını belirleyen görüşün, içinden geçilen zor süreçte ülkeyi ancak hem eski bir komutan hem de milli mücadelenin iki numaralı ismi olan, devlet tecrübesi yüksek İsmet İnönü’nün düzlüğe çıkarabileceği yönündeki kuvvetli inanç 
olduğu söylenebilir. Geçiş sürecinin aşılmasında başında “İsmet Paşa” olan bir hükümetin görev almasının ülke açısında büyük bir şans olduğu düşünülmüştür. 

1961 yılı itibariyle iktidarın sivillere devredilip devredilmeyeceği hususu komite 
içerisinde artık daha sert tartışmalara neden olmaya başlamış, gruplar bu konuda düşüncelerini birbirlerine karşı daha sert ve net bir şekilde ifade etme yolunu seçmişlerdir. Tartışmaların bir başka temel noktasını, Milli Birlik Komitesi’nin iktidar süresini uzatıp; ilköğretim seferberliği, toprak reformu, sağlık işlerinin sosyalizasyonu, ticarette liberalizm yerine devletçiliği benimseyen hamlelerde bulunup bulunmama meselesi oluşturmuştur (İpekçi, 1961, s. 15). 

Komitenin Türkeş kanadına göre siyasi partilerin yürüttüğü hiçbir siyasal iktidar, ülkeyi sınıf atlatacak reformları gerçekleştirebilme yeteneğine sahip değildir. Dolayısıyla bu çerçevede devrilen DP ile CHP arasında herhangi bir fark yoktur. Grubun eleştirileri bu noktada CHP üzerinde yoğunlaşmış, bu partinin devrimciliğinin ve halkçılığının bir samimiyet tabanı üzerine kurulmadığı, bürokrasinin sultasına dayalı hantal yapıda bir memur devleti, aydın 
diktası ve askeri idare arasında mekik dokuyan çarpık bir cumhuriyet anlayışına sahip oldukları vurgulanmıştır (Özdağ, 1997, s. 343). 

Gücü ele geçirme mücadelesinin bu derece keskinleştiği bir dönemde Cemal Gürsel ve Cemal Madanoğlu’nun başını çektiği grup, radikal çizgide düşünce ve planlara sahip olduklarını gördükleri Türkeş ve ekibini komitenin dışına itmeye karar vermişlerdir. Bu doğrultuda Alparslan Türkeş de dahil olmak üzere toplam 14 üyenin komitedeki görevlerine son verilmiş, söz konusu subaylar dünyanın çeşitli ülkelerindeki başkentlerde askeri ateşe olarak görevlendirilmişlerdir. 

14’ler, 1962 yılına kadar Türkiye’ye dönememişler, bu nedenle sivil bir hükümet 
kuruluncaya kadar olayların seyri üzerinde etkili olamamışlardır. Öte yandan bu tasfiye hareketi paradoksal bir şekilde Milli Birlik Komitesi’nin zayıflamasına yol açmış; Türkiye’nin kısa sürede sivil yönetime döneceği çok büyük bir olasılık olarak görüldüğü için komite içindeki subaylar siyasi geleceklerini güvence altına alma çabasıyla başka mecralara yönelmeye başlamıştır (Hale, 1996, s. 123). Ayrıca girişilen bu tasfiye hareketinin bir başka sonucu da Birinci Milli Birlik Komitesi Dönemi’nin fiilen sona ermiş olmasıdır. Bundan sonra bir bakıma 
kısa bir geçiş süreci niteliği taşıyacak olan İkinci Milli Birlik Komitesi Dönemi başlayacaktır. 


***

14 Mart 2018 Çarşamba

29 Nisan 1960’da Siyasal Bilgiler Fakültesi ve Adım Adım 27 Mayıs BÖLÜM 2

29 Nisan 1960’da Siyasal Bilgiler Fakültesi ve Adım Adım 27 Mayıs BÖLÜM 2


FEHMİ YAVUZ HOCA’NIN ANILARI İLE GELİŞMELERİ İZLEMEYİ SÜRDÜRÜYORUZ: 

29 Nisan‘ı izleyen günlerde, binanın cephesindeki kurşunlamadan ötürü kırılan camları, çerçeveleri, binanın içindeki kurşunlanan yerleri, kan lekelerini vs. görmek için gelenlerin sayısı durmadan artıyordu. Partililer, Parlamenterler, dostlar Dekanlığa kadar gelip geçmiş olsun dileklerinde bulundular. Ankara‘ya kısa bir süre için uğrayanlar bile, olay yerine geliyor, ağızdan bilgi alıyordu. Bunların çarpıcı özelliği duyduklarını, gördüklerini, Kanlı Cuma deyiminin ne 
anlama geldiğini yurdun dört bucağına yaymak olmuştur. 

Namık Paşa 30 Nisan sabahı hiç o değilden, Fakülteye uğradı. Kendisini ve yanındakileri Dekanlık odasına aldık. Çay kahve ikram ettik. Ben, bir gün önce olup bitenlere değinmemek için çaba gösteriyordum. Sıkıyönetim Komutanı'nın bir yerde 3–5 dakikadan fazla kalamayacağını düşünerek: 

— Paşam siz Kore 'ye de gitmiştiniz değil mi? dedim. 

Paşa Kore anılarından, kendine göre seçmeler yapmaya başladı. 

Bir kaç dakika geçmeden, bir subay içeriye girdi ve Paşa'ya, Gazi Eğitim Enstitüsü yöresinde güvenlik kuvvetleri ile öğrencilerin çatıştığı haberini verdi. Paşa ve yanındakiler ayrılıp gitti. 

30 Nisan günü, üniversitenin, bir ay süre ile tatil edildiği, öğrenci yurtlarının kapatıldığı ve yurtlarda barınan öğrencilerinin memleketlerine gitmelerinin kararlaştırıldığı haberi geldi.(*) 

(*) O dönemin son sınıf öğrencilerinden Utku Acun‘un Dekan Fehmi Yavuz Hocaya yazdığı satırlarda dönemin atmosferi çok güzel özetleniyor. Bakınız: Ek: 1 ve Dekanın öğrenciye yanıtı için de Bakınız Ek: 2. 

İktidarı kuşatan bunalım çemberi durmadan yoğunlaşıyor, daralıyor ve kırılmaz boyutlara ulaşıyordu. 

1960 Mayıs.ında olup bitenler arasından, Üniversiteleri ve de Fakültemizi ilgilendiren olaylardan şu örnekleri vermek isterim: 


Kaynak: www.editorler.org. Erişim tarihi: 26 Mayıs 2010 

1 Mayıs‘ta, Menderes bir radyo konuşmasında Fakültemizden .Siyasal Bilgiler Okulu. diye söz etmiştir. 

Hükümeti protesto için düzenlenen 555 K gösterisi; 5’inci ayın 5’inci günü saat 5’te Kızılay Meydanı. 

5 Mayıs bilindiği gibi 555 K. günüdür. (Beşinci ayın, beşinci günü, saat beşte Kızılay‘da yapılacak büyük mitinge çağrı parolası) onbinlerce Ankaralının, öğrencinin, öğretim üyesinin, birkaç dakika içinde toplanıverdiği bu mitingde öğretim üyelerimizden, öğrencilerimizden gözaltına alınanlar olmuştur. Aynı gün Hukuk Fakültesi‘nde, önceden düzenlenmiş ve davetiyeleri gönderilmiş olan, NATO Genel Sekreteri Spaak‘ın konferansı yapılamamıştır. 

5 Mayıs‘ta bir Japon Profesörüne onursal doktora verilmesi töreni vardı. Tören Dil ve Tarih – Coğrafya Fakültesi konferans salonunda yapılacaktı. Tören Rektörlüğün bir odasında 10 – 15 kişinin katılmasıyla yapıldı. Yaşlı Japon Profesör kendisi gelememiş yine Profesör olan oğlunu göndermiş. Babasının Dr. diplomasını alırken, Japon Profesör yaptığı konuşmayı şu sözlerle bitirdi: 

— Bu görkemli töreni bütün ayrıntılarıyla babama anlatacağım. 

11 Mayıs'ta, Ankara'da bulunan bir grup Fransız Kaymakamı ile SBF‘de bir toplantı yapılması önceden planlanmıştı. SBF‘nin duvarlarındaki, pencere ve kapılarındaki kurşun izlerini, içerdeki kan lekelerini misafirlere göstermemek için, toplantı Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi'nde yapıldı. 

11 Mayıs akşamı Rektör vekili evime telefon ederek şunları söyledi: 

-Milli Eğitim Bakanlığı Müsteşarı bana telefon etti.. Sıkıyönetimin sözlü emri varmış. Hemen yarın SBF‘ deki 29 Nisan'dan kalma bütün izleri kaldırmak üzere harekete geçeceksiniz. Rektör vekili ile aramızda şöyle bir konuşma oldu. 

Ben: 

— Yazılı emir versinler, O 

— Onları kapatmak istemiyor musunuz? Ben, 

— Yazılı emir geldikten sonra düşünürüz. O, 

— Siz bilirsiniz, ben, 

— İyi geceler. 

Profesörler Kurulu9, 29 Nisan'da olup bitenleri saptayarak, Üniversite Senatosu‘na bildirme kararı almıştı. Bu amaçla kurulan komisyonun hazırladığı rapor, kurulda oybirliğiyle kabul edildi. Senato, yöntem tartışmaları yapmış raporu ele almamıştır. 

9 Aynı Profesörler Kurulu 27 Mayıs‘tan bir süre sonra toplanarak dekanlıktan ayrılan ve İmar İskân Bakanı olan Fehmi Yavuz Hocaya “Gükran borçlarını” bir teşekkür yazısı ile iletiyordu. Bakınız; Ek: 3 

15 Mayıs‘ta Sıkıyönetim Komutanlığı‘ndan Fakülteye bir yazı geldi. Bu yazıda Fakülte‘ye ateş açıldığı kabul edilmekte, ancak .Erlere havaya ateş etmeleri komutası verilmiş olmasına rağmen bunlardan bazılarının yanlışlıkla çatı altına ateş etmiş bu1unduk1arı bu yüzden duvarlarda ve camlarda bazı tahribat olduğu, bu tahribatın bir an önce Fakültece tamiri gerektiği. bildiriliyordu. 

Fakülte Yönetim Kurulu 16 Mayıs‘ta toplanarak, Sıkıyönetim Komutanlığı‘ na verilecek yanıtı hazırladı ve yapılan onarımlara ait masraf faturalarının ekli olarak gönderilmesine, geri kalan onarımların yapılmasını sağlamak üzere ödenek istenmesine, Sıkıyönetim Komutanlığı‘ndan bir tahkik ve tedbir heyeti istenmesine karar verdi. 

18 Mayıs günü bir Kurmay Albay, bir Yargıç Yarbay, bir Yargıç Yüzbaşı bir de fotoğrafçıdan oluşan heyet Fakülteye geldi. Heyet havaya açılan ateşin bu kadar çok tahribata neden olamayacağını raporunda belirtti. Tahribatın listesi rapora eklendi. Fotoğraflar çekildi. 

19 Mayıs‘ta hiçbir tören yapılmadı. Ankara halkının kadın - erkek, genç - yaşlı Anıtkabri ziyaret için, sanki yarışa girdiği havası canlı olarak görülüyordu. 


* * * 

MENDERES’TEN GECE GELEN TELEFON 

(Fehmi Yavuz Hoca’nın anıları devam ediyor) 

19 Mayıs gecesi saat 24‘e doğru evimin telefonu çalmağa başladı. Hepimiz yataklarımızdan fırladık. Telefonu ben açtım. Karşıdaki, Başbakanlık Özel Kalemi‘nden aradığını Sayın Menderes‘in evinde şu numaraya (23403) telefon etmemi istediğini söyledi. O günlerde argo deyimiyle işletme amacı ile pek çok kimse rahatsız ediliyordu. Ben telefon edenin adını da sordum. H. bey imiş. 

Evdekiler hep heyecanlıyız. Ben telefon etmeye hazırlanırken, eşim ve çocuklar: 

— Bu kadar acele etme, 5 – 10 dakika düşün, niçin arayabilir? diyorlardı. Ben; 

— Yaşım 50, bugüne kadar bir Başbakanla nasıl konuşulacağını öğrenmedimse, 5–10 dakikada mı öğreneceğim? dedim ve numaraları çevirmeye başladım. Telefon açıldı ve Menderes'le aramızda şöyle bir konuşma geçti, ben: 

— Ben SBF Dekanı Fehmi Yavuz. O: 

— Ben Adnan Menderes, Ben: 

— Hoş geldiniz (Başbakan İzmir‘den o gün gelmişti) O: 

— Fehmi Bey, Fakülte binasının cephesindeki camları ve kurşun izlerini tamir ettirmek istemiyormuş sunuz, doğru mu? Ben: 

— Bu nereden çıkmış, bir kesimini tamir ettirdik, hatta faturalarını da gönderdik. Geri kalanları tamir ettireceğiz. Tesbit için, Sıkıyönetim Komutanlığından bir heyet geldi. Tesbit işi de bitmiş, sayılır, O: 

— Yani tarihi hatıra olarak saklamak, onun için tesbit ettirmek istiyorsunuz? Bu Mülkiye için yüz karasıdır, Ben; 

— Şereftir, O: 

— Yüz karasıdır, yüz karasıdır Ben: 

— O halde bırakalım bunu tarih tesbit etsin. 

Karşılıklı iyi gece1er dileyerek, telefonu kapattık. 

20 Mayıs‘ta Profesörler Kurulumuz toplandı. Menderes, Turgutlu‘ da yaptığı ve Üniversiteye ağır sözlerle çatan konuşmasında KARA CÜBBELILER sözünü kullanmıştı. Kurul bu konuşmaya verilecek yanıtı hazırlamış ve Rektörlüğe göndermiştir. 

23 Mayıs‘ta yapılması gereken Üniversite Senatosu toplantısı Sıkıyönetim Komutanlığı‘nın bütün toplantıları yasaklaması yüzünden, yapılamadı. 


Böylece adım adım 27 Mayıs’ a yaklaşıldı. 



27 Mayıs sonrası Ordu’ya teşekkür gösterilerinden birinde Mülkiyeliler. 
Kaynak: Dr. Cengiz Aslantepe, 2009 


Ek 1: Öğrenci Utku ACUN’un Dekan Prof. Fehmi Yavuz’a Mektubu, 16 Mayıs 1960 

Kaynak: Siyasal Bilgiler Fakültesi Personel Müdürlüğü Arşivi, Prof. Fehmi Yavuz Özlük Dosyası :1 



Ek 2: Dekan Prof. Fehmi Yavuz’un Öğrenci Utku ACUN10’a Cevabı 

10 O dönemin öğrencisi UTKU ACUN Hakkında: 

Utku Acun, 1938 yılında Bolu‘da doğmuştur. Bir öğretmen ailesinin çocuğudur. İlk ve orta öğremini Kula ve Akhisar da liseyi Balıkesir de birincilikle bitirdi 
Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'ni 1960 yılında mezun oldu.. 

Utku Acun, Matematik Öğretmeni Yüksel ACUN ile evlendi. Öğrenciliği sırasında SBF Talebe cemiyeti ve MTTB Ankara, Üniversite ve yüksek Okullar Başkanlığı‘n da bulunmuştur. Ülkemizin gençliğini Dünya Gençlik Teşkilatı [1957] ve genel kurullarında temsil etmiştir 

Meriç, Çaykara, Eleşkirt, Samandağ, Beypazarı kaymakamlıkları, İstanbul Vali Yardımcılığı yaptı. 1980 yılında Adıyaman Valiliğine atandı. Daha sonra da 1983'te Isparta, 1986'da Merkez, 1987'de Konya, 1988'de Ordu, 1991'de Hatay, 1997'de Kütahya, 2000'de Balıkesir Valiliklerinde bulundu. 2003 Ağustos ayında yaş haddinden emekli oldu. Evli ve iki çocuk babasıdır. Türk İdareciler Derneği Yönetim Kurulunda uzun yıllar idarecilik yapmıştır. 

http://tr.wikipedia.org/wiki/Utku_Acun ve http://antakyavaliutkuacun.meb.k12.tr/ den yararlanılmıştır. 28 Mayıs 2010 

Kaynak: Siyasal Bilgiler Fakültesi Personel Müdürlüğü Arşivi, Prof. Fehmi Yavuz Özlük Dosyası :1 


Ek: 3. SBF Profesörler Kurulundan Prof. Fehmi Yavuz’a gükran Borcu 

Kaynak: Siyasal Bilgiler Fakültesi Personel Müdürlüğü Arşivi, Prof. Fehmi Yavuz Özlük Dosyası :1 

Ek: 4. Yüzbaşı Fethi GÜRCAN’ın Anılarından 28 – 29 Nisan 1960 Olayları(*) 

(*)http://kutuphane.halkcephesi.net/Ben%20Ihtilalciyim/Bolum%201.htm den alınmıştır. Erişim tarihi 27 Mayıs 2010 



FETHi GÜRCAN ÖĞRENCiLERE ATEŞ AÇILMASINI ENGELLiYOR 

Ankara‘da ise, Genelkurmay Başkanı ve Ankara Sıkıyönetim Komutanı‘nın emri netti: .Ateş açın!.. Bu emri yerine getirmekle görevli Bnb.Vehbi Ersü‘nün ise buna hiç niyeti yoktu. Ancak, talimata karşı geldiği için hakkında tahkikat açılabilirdi. Ersü, emri vermemek için baygınlık geçiriyor numarası yaptı ve hastalanmış gibi Gülhane Hastahanesi‘ne kaldırıldı. Bnb. Vehbi Ersü'nün yerine süvari birliğinde yine inisiyatifi Yüzbaşı Fethi Gürcan ele aldı. Sıkıyönetim Komutanı‘yla şiddetli bir şekilde tartışarak ateş emrini durdurttu. 

Yassıada Mahkemeleri iddianamesi: 


[Fethi Gürcan,]

.İstanbul‘daki üniversite olaylarını haber alan Ankara Üniversitesi Hukuk ve Siyasal Bilgiler Fakültesi öğrencileri, Hükümet‘in davranışlarını protesto etmek için 29 Nisan 1960 günü bir toplantı düzenlemişlerdi. 

Bu toplantıyı bir gün önce haber alan Sıkıyönetim Kumandanı General Namık Argüç toplantıya mani olmak için, toplantı ve yürüyüşe müsaade edilmemesi için, Ankara Garnizon ve Merkez Kumandanlıkları‘na ve Emniyet Müdürlüğü‘ne yazılı emir vermiştir. 

28 Nisan 1960 günü saat 21.00‘de 43‘ncü Süvari Alay Kumandanı ve diğer subaylarını Merkez Kumandanlığı‘nda toplayarak .topluluklara, önce üç defa dağılmalarının ihtar edilmesini ve dağılmazlarsa, atlarla üzerlerine yürünmesini, bu da etkili olmazsa havaya, sonra üzerlerine ateş açılmasını‘ emretmiş ve .Eğer vazifemizi yapmazsak başımızda Meclis Tahkikat Komisyonu vardır, bunun icra salahiyeti, sıkıyönetim kumandanı olmama rağmen, benim salahiyetlerimden fazladır. İcabında bu komisyon beni bile tevkif eder‘ diyerek, subaylara da gözdağı vermek istemiştir. 

29 Nisan 1960 sabahı, saat 6.00 sıralarında Süvari Alayı‘na giderek, kumandanlarla bir konuşma yapmış; 6–7 Eylül olaylarında görev aldığını söyledikten sonra .yılanın başı küçükken ezilmeli ve bunun için de şiddetli hareket edilmelidir. Aksi takdirde Meclis Tahkikat Komisyonu kararları çok ağırdır ve temyiz kabiliyeti de yoktur. Şiddet ve gerekirse ateş her şeyi hal edecektir‘ diyerek, sürekli temas halinde bulunduğu iktidar elebaşlarının amaçlarına uygun hareket planını açıklamıştır. 

HUKUK VE SİYASAL BİLGİLER FAKÜLTESİ’NDEKİ PİÇLER 

Namık Argüç, 3 Bölüğün Hukuk Fakültesi bahçesine girmesine emir vermiştir. O sırada bahçede bulunan öğrenciler Namık Argüç‘ün Fakülteye geldiğini görünce 
ordu ve general lehine tezahürata başlamışlar ve askerin bahçeden geri çekilmesi halinde dağılacaklarını söylemişlerdir. Öğrencilerin bu istekleri olumlu 
karşılanmış ve asker bahçeden çıkarak fidanlıklara doğru giderken, Ankara Valisi ile Emniyet Genel Müdürü Cemal Göktan ve birkaç sivil şahıs olay yerine gelmişler .  Hukuk Fakültesi‘nden 20 ve Siyasal Bilgiler‘den 100 kadar piçin alınması lazım geldiğini ve o zaman bunların bellerinin kırılacağı‘ şeklindeki konuşmaları üzerine, Sıkıyönetim Kumandanının verdiği bir emirle 3. ve 4. Bölükler tekrar fakülte bahçesine girmişler ve öğrencileri cop kullanarak binaya sokmaya çalışan emniyet mensuplarına yardıma başlamışlardır. (Bu konuşmalar tanıklarca duyulmuştur) 

Öğrencilerin İstiklal Marşı‘nı söylemeye başlamaları üzerine subaylar selam durmuşlar, bunu gören Ankara Valisi, müdahale ederek aralarında tartışmalar başlamış, o zaman Sıkıyönetim Kumandanı, Hukuk Fakültesi‘nin Siyasal Bilgiler tarafındaki kapısı önüne bir manga askeri saf halinde dizdirerek silahlarını doldurmalarını emretmiştir. 

Bunu görerek müdahale etmek isteyen Grup Kumandanı‘na: .Benim yaptığım işlere burnunu sokma, bu manganın kumandasını eline al ve ateş ettir‘ emrini vermiş. 

Grup Kumandanı ateş ettirecek bir durum olmadığını ve bu tasarrufun yasalara aykırı olduğunu bildirmiş olmasına rağmen Argüç, bu isabetli uyarmayı yapan Birlik Kumandanı‘nı: .Şimdi seni tutuklatırım‘ diye tehdit ederek oradan uzaklaşmıştır. Durumdan yararlanan Grup Kumandanı, birliğin tüfeklerini boşalttırmış ve Teğmen Tanju‘ya kim emir verirse versin katiyen ateş ettirmemesini tembih etmiştir. 

Böylece Hukuk Fakültesi olaylarında ateş açılmamıştır. Öğrencilerin serbest bırakılmaları için Hukuk Fakültesi Dekanı tarafından yapılan müracaatları, Sıkıyönetim Kumandanı: .Ben Meclis Soruşturma Komisyonu‘na bunları tutuklattığımı bildirdim, oradan haber almadan öğrencileri serbest bırakmam‘ diyerek reddetmiştir. 

Binaya giren polislerin tecavüzü sonunda yaralanan bazı öğrencilerin dışarıya çıkmaya başladığı anda fakülte içinden:.Polisler bizi öldürüyorlar‘ diye feryat ve yardım sesleri geldiği halde, Vali, Argüç ve Emniyet Genel Müdürü bu seslere kulak vermemişlerdir. 

Polis ve polis görevlilerinin yaratılan faciadaki rollerini tamamladıkları ve ortalığı kırıp geçirdikleri sırada hukuklu arkadaşları için protestoya başlayan Siyasal Bilgiler Fakültesi öğrencilerinin, Hukuk Fakültesi öğrencilerinin serbest bırakılmalarını istedikleri görülmüştür. 

Saldırganları durdurabileceklerini düşünen öğrenciler bayrak çekmiş ve İstiklal Marşı‘nı söylemeye başlamış ve ordu lehine tezahürat yapmışlardır. 

Bu arada nümayişçilerin merkezi sıkleti Hukuk‘tan Siyasal Bilgiler Fakültesi‘ne kaymıştır. Sıkıyönetim Kumandanı, Vali ve Emniyet Genel Müdürünün, polis kuvvetlerini coplarla Siyasal Bilgiler öğrencilerinin üzerine hücuma geçirdikleri görülmüştür. 

Ankara Valisi ve Cemal Gökhan sürekli olarak telsizle Namık Gedik, Medeni Berk ve Adnan Menderes‘le konuşmuş ve olaylar hakkında bilgi vererek, onlardan yeni direktifler almışlardır. (Dosyadaki telsiz konuşmalarını içeren banttan) 

Polis kuvvetleri birkaç defa dalgalar halinde fakültelerin içine girmeye çalışmışlarsa da, öğrencilerin pencerelerden taş, kömür vesaire atmaya başlamaları karşısında bu girişimlerden vazgeçmişlerdir. Öğleye doğru Namık Argüç, bir saat kadar sonra fakülteler bölgesinden ayrılmıştır. 

Saat 13.00‘te geri geldiğinde 53 adet süvari erini atlarından indirerek cephesi Fakülte binasına gelmek üzere Hukuk ve Siyasal Bilgiler Fakülteleri arasındaki yol üzerine dizdirttiği görülmüştür. Bu ateş hazırlığı safhasında öğrenciler, Argüç‘le konuşmak istemişler, bundan yararlanan 3.Bölük Kumandanı, erlerin dolu tüfeklerini boşalttırmıştır. Bu arada gelen itfaiye arabası, öğrencilere su sıkmak istemiş, fakat öğrenciler tarafından vitesten çıkarılan araba oradan uzaklaştırılmıştır. Bunu gören Argüç, 3. Bölük Kumandanı‘na ateş ettirmesini emretmişse de, Bölük Kumandanı ancak Grup Kumandanı‘ndan emir alacağını söyleyerek, bu emri dinlememiştir. 
Bu kez, Argüç Grup Kumandanı‘na ateş ettirmesi için emir vermiş, fakat o sırada itfaiye arabasının oraya girmesi nedeniyle emir yerine getirilememiştir. Namık 
Argüç, Grup Kumandanı‘na ateş ettirme emrini tekrarlamıştır. 

Grup Kumandanı .Kanun ve emirler muvacehesinde ateş edilecek bir hal yoktur, ateş ettirmem‘ diye karşılık vermiş ve .müsaade edin, polis çekilsin, öğrenciler bize itaat ediyor; biz dağıtalım‘ demişse de, Argüç bu ikaza .sizi tutukluyorum‘ sözü ile karşılık vermiş ve oradaki erlere tekrar silahlarını doldurtarak öğrencilerin bulunduğu binaya karşı cephe aldırmış, bir kısım tanıkların ifadelerine göre .Menzile ateş‘, .Hedefe ateş‘ diyerek emir vermiş ve asker de Fakülte Binasına ve öğrencilerin bulundukları yerlere ateş etmişlerdir. Atılan 100–200 adet mavzer mermileri çatı kısmına, balkona, dershane pencerelerine, dershane içindeki duvar ve tavanlara, fakültenin giriş kapısı sütunlarına ve kapı yanındaki otomobilin motor kısmına isabet etmiştir. Grup kumandanı ve subayların müdahalesiyle ateş kestirilmiştir. 

Askerlerin ateşe başladığı sırada Vali Dilaver Argun ve Cemal Göktan olay yerinde, polis kuvvetlerine .Ne duruyorsunuz, hücum edin‘ demeleri üzerine polislerin bina içine girerek, koridorlara ve sınıflara sığınmış olan öğrencileri dövdükleri, tabanca kullanarak bazılarını yaraladıkları, Dekan ve profesörlerle idarecilerin yaptıkları girişimler sonunda, subayların da gayretiyle Emniyet Kuvvetleri‘nin dışarıya çıkarıldıkları anlaşılmıştır. 

Diğer taraftan Bilirkişi Raporu ve krokinin incelenmesinden anlaşılacağı üzere, askerler tarafından açılan ateşin hedef gözetilerek yapıldığı ve balkonda, pencerelerde ve bahçede gruplar halinde toplu bulunan öğrencilerin yere yatmaları ve ateşten içgüdüleriyle sakınmaları sonunda yaralanmadıkları anlaşılmıştır.. 

“DEMOKRASİ” YERİNE İSYANI SEÇTİ 

Sıkıyönetim Komutanı‘nın .ateş emrini. engelleyen Yzb. Fethi Gürcan, polisin saldırılarından korumak için, Siyasal Bilgiler Fakültesi ve Hukuk Fakültesi önündeki gençleri, sakin bir şekilde cemselere doldurtup bir kaç sokak ötede serbest bıraktırtmaya başladı. 

Bu gençlerden bazıları, tanık olarak geldikleri Yassıada Mahkemeleri‘nde, ismini bilmedikleri kendilerini bırakan uzun boylu süvariden heyecanlı bir övgüyle
bahsedeceklerdi. Bu cesur subayın kim olduğunu bilen söylemekten kaçınmıyordu. 

.Gençlik ve polis arasında kıyasıya bir çatışma cereyan ediyordu. Bu çatışma bir aylık bir zaman süreci içinde silahlı çatışmaya kadar dayandı. Ankara Üniversitesi, Örfi İdare Komutanı Korgeneral Argüç tarafından ateş altına alındı. Merhum Bnb. Fethi Gürcan‘ın cesur müdahalesi ile ateş kestirildi ve büyük bir katliam önlendi. 

Fethi Gürcan 28–29 Nisan 1960 Olayları‘nda Siyasal Bilgiler ve Hukuk Fakültesi‘ndeki öğrencilerin üzerine ateş emrini dinleseydi, 21 Mayıs 1963‘te Harbiyelilerin üzerine ateş emrini dinleyenler gibi demokrasi kahramanı olacaktı. O isyanı seçti. 

"Sıkıyönetim komutanı erlere yeniden silahlarını doldurttu, fakülte binasına cephe aldırdı ve "Menzile ateş!" emrini kendisi verdi. Fethi kendisini emri yerine getiren erlerin önüne attı ve "Ateşi kesin!" diye bağırdı. Sesi, kendisi gibi ateşi durdurmak için ortaya atılan birkaç subayın sesiyle birlikte yankılandı. Sonunda ateş kesildi.” 


***

29 Nisan 1960’da Siyasal Bilgiler Fakültesi ve Adım Adım 27 Mayıs BÖLÜM 1

29 Nisan 1960’da Siyasal Bilgiler Fakültesi ve Adım Adım 27 Mayıs BÖLÜM 1



(*)  Mülkiye 2010 / 267. Sayı.s.97-121‘de yayınlamıştır. 

(*) Yazının hazırlanması sırasında Dekanlık Fotoğraf Arşivini açan ve SBF Personel Müdürlüğü Arşivinde Prof. Fehmi Yavuz‘un özlük dosyasını incelememe izin veren SBF Dekanı Sayın Prof. Dr. Celal Göle Hocama sonsuz teşekkürlerimi sunuyorum. 

1 Fehmi Yavuz (1985): Anılarım. Mülkiyeliler Birliği Vakfı Yayınları: 1. Maya Matbaacılık. 
2 Alpaslan Işıklı (2002) Gün Doğmadan, Anı. İmge Kitabevi. 1. Basım. Kasım. Ankara. 
3 O gece, SBF yurdunda gençlerin kıyma makinelerinde doğranması hikayesi dahil, bize ulaşan söylentileri geç vakitlere kadar tartıştık. Ertesi gün, gösteri yapmak sırası bize gelmişti. SBF öğrencileri, fakülte bahçesinde toplandılar; şimdilerde vaka-i adiye haline gelmiş bulunan tarzda bağırıp çağırmaya başladılar.. 

Alpaslan Işıklı 


Dr. Serdar Şahinkaya 

Anayasa Tartışmaları ve 27 Mayıs tematik çerçeveli bu sayımızda Fakültemizin yaşadıklarına yer vermemek olmazdı. Bu yazı, hem hafızaları tazelemek, hem de genç kuşakları bilgilendirmek amacıyla hazırlandı. İlgili dönemin dekanı, sevgi ve rahmetle andığımız Prof. Fehmi Yavuzun “Anılarım”1 kitabı bu konuda en önemli kaynaktır. Alpaslan Işıklı Hocamızın “Gün Doğmadan2” isimli anılarında da, 29 Nisan 1960 günü Siyasal Bilgiler Fakültesindeki gelişmelere ilişkin ilginç gözlemler bulunmaktadır. 

Bu iki anı, içerden tanıklık etmektedir. Bir de dışarıdan tanıklık eden, yazının ekleri arasında yer verdiğimiz süvari Yüzbaşı Fethi Gürcandır. Gürcanın 
anıları, o gün yani 29 Nisan 1960 da Cebecideki Siyasal Bilgiler ve Hukuk Fakültelerinde nelerin yaşandığını öğrenmemize imkân tanımaktadır. 

* * * 




Üniversite profesörleri DP İktidarı‘na ateş püskürmeye, üniversite gençliği de sokağa dökülmeye başlamıştı. Hükümet, 28 ve 29 Nisan günleri İstanbul ve Ankara'da miting düzenleyen üniversite gençliğinin üzerine önce polisi sürmüş, polis olayları bastırmada etkili olamayınca, Askeri Birlikler öğrencilerin üzerine gönderilmişti. 

28 Nisan 1960 günü sabahı İstanbul Üniversitesi‘nde başlayacağını öğrendikleri protesto gösterisini engellemek için, Vali ve Emniyet Müdürü erken saatlerde polisi üniversite bahçesine tedbir almak için gönderdiler. Öğrenciler protesto gösterisini başlatır başlatmaz polis saldırıya geçmiş, birçok öğrenci ve profesörün polis tarafından dövüldüğü çatışmalarda Orman Fakültesi öğrencisi Turan Emeksiz vurularak öldürülmüş, Hüseyin Onur ayağından yaralanmıştı. Askeri birliklerin olay yerine gelmesi üzerine öğrenciler “ordu – gençlik el ele” diye bağırmaya başladı. 29 Nisan‘da gösteriler Ankara‘ya taşınmıştı.3 



(2002) Gün Doğmadan. s.31. 

4 Fehmi Yavuz (1985): Anılarım. Yazım şekli korunmuştur. Serdar Şahinkaya. 

 Dönemin şarkısı, Gazi Osman Paşa (Plevne) Marşı‘nın uyarlanmış biçimiydi. “Olur mu böyle Olur mu, Kardeş Kardeşi Vurur mu?” . 

* * * 

SÖZ SIRASI PROF. FEHMi YAVUZ HOCAMIZDA; 

Mülkiye'yi Yüksek Okul Yapma Girişimi:4 

 Demokrat Parti iktidarı 1954‘den sonra halkın, özellikle aydın kesimin sevgisini, sempatisini saygısını adım adım yitirmeye başladı. Eşim ve iki çocuğumla 1953–55 yıllarında Londra'da idim. Sonradan gelenlerle bu konuyu ara sıra tartışıyorduk. Ben Demokrat Parti iktidarından hâlâ birşeyler beklenebileceği görüşünü savunuyordum. 
Yeni gelenler ise: .İşler çok değişti. Senin bıraktığın Demokrat Parti hızla gerilemektedir. diyorlardı. Yurda döndükten sonra, bu görüşte olanlara ben de katıldım. 




O zamanki Milli Eğitim Bakanı Atıf Benderlioğlu‘nun makam odasında geçen bir olayı dile getirmekte yarar görüyorum. 
Benderlioğlu ile Ankara Belediye Başkanı iken açılan İmar Planı Yarışması hazırlık çalışmaları nedeni ile çok sıkı işbirliği yapmıştık. Milli Eğitim Bakanı olduktan 
sonra da ara sıra buluşuyorduk. Bun1ardan birinde, odasında bulunan bir kişiye beni .Siyasal Bilgiler Fakültesi Dekanı. diye tanıttı. Adam hal-hatır sormadan, 
saldırıya geçti ve özetle şöyle dedi: 

— Atıf bey, SBF başlangıçta bizim yanımızda idi, şimdi döndü. 

Ben, Benderlioğluna: .Atıf bey beni tanıttınız ama beyin kim olduğunu söylemediniz. Onu öğrendikten sonra yanıtımı vereceğim. dedim. Benderlioğlu, aklımda kaldığına göre, Tekirdağı Milletvekili Dr. X.olduğunu söyledi. Ben : 

—Biz hiçbir zaman filan partinin yanında, ya da karşısında olmadık. Biz hep Türk ulusunun yanında olduk. Padişahlık döneminde bile iktidarın kulu, kölesi olmadık. 

Başlangıçta siz halkın yanında göründünüz ve aynı saflarda yerimizi aldık. Sonradan siz adım adım halktan uzaklaştınız. Biz ise halkın yanındaki yerimizi koruduk. Böylece bizden ve halktan uzaklaşan sizler olmuyor musunuz? dedim. 

Benderlioğlu o zatı uygun biçimde yolcu etti. Biz de teknik konuşmamızı sürdürdük. 

Bu olay ve benzerleri, iktidar çevresinin SBF‘yi cezalandırmaya hazırlandıklarını gösteriyordu. Zafer Gazetesi‘nin 5 Şubat 1960 günlü sayısının 1. sayfasında, 
10 Demokrat Milletvekilinin SBF‘yi, Milli Eğitim Bakanlığı‘na bağlı bir Yüksek Okul durumuna getirmek için hazırladıkları Kanun Tasarısını TC. Büyük Millet Meclisi 
Başkanlığı‘na sundukları haberi yer alıyordu. Bu habere o gün Ankara Radyosu da bültenlerinde yer verdi. 

5 Şubat 1960 tarihli Cumhuriyet Gazetesinde yer alan konuya ilişkin haber 




Kaynak: Dr. Cengiz Aslantepe (2009): Mekteb-i Mülkiye.den Siyasal Bilgiler Fakültesi.ne 1859 – 2009. 150 Yılın Tanıklığı. Koleksiyoncular Derneği Yayın No: 11. Ankara Üniversitesi Basımevi. Ankara. 

Fakülte Yönetimi, öğretim üye ve yardımcıları gecikmeden ve gereken ağırbaşlılıkla konunun üzerine eğildiler. Bu haber, kamuoyunun gündeminde, Fakültemizi ön plana çıkardı. Yerli yabancı çeşitli gazeteler muhabirlerini göndererek, telefonla, Fakültenin bu durum karşısında tutumunu, davranışının ne olabileceğini öğrenmek istediler. 

Ben aynı gün basına yaptığım kısa açıklamada: .TC. Büyük Millet Meclisi‘nin bu tasarıyı kanunlaştıracağına inanmıyorum. dedim. 

Bu girişimin sakıncalarını ortaya koymak üzere kurulan 5 komisyon, kısa sürede raporlarını hazırladı. Basın gereken tepkiyi, ilgiyi gösterdi. Üniversite Senatosu konuyu tartıştı. Aziz Nesin'in Akşam Gazetesi'nde çıkan Üniversite‘nin Kırşehri başlıklı yazısından çokça aktarma yapıyorum. 

<<Kırşehir İlinin hangi gerekçelerle ilçe yapıldığını artık bilmeyen yok. Nasıl bir anlayış, düşünüştür, bilinmez. Kendilerince yerinde, doğru bir gerekçeyle bir İlği ilçeliğe indirenler, bu başarılarından birkaç zaman sonra, bu kez o ilçeyi yeniden il yapmak için gerekçe çıkarabiliyorlar. 

Kırşehir leştirme DP'nin politika güdümlerinden en belirli olanıdır. Basın özgürlüğünü her yandan Kırşehir leştirmek isteyen DP şimdi de, 100. yıldönümünde bulunan SBF.ye sinirlenmektedir. Onu da Kırşehirleş tirmekten başka yol yoktur…Üniversitenin bir Fakültesi olan SBF. küçültülür „ siyaset okulu. yapılırsa öbür Fakülteler de bu örneğe bakıp akıllarını başlarına alır.. 

SBF.yi Kırşehirleştirmenin gerekçesi ne imiş, biliyor musunuz? Bu kurumu 1950.den önceki „hakiki hüviyetine irca. imiş. 
Ah ne olurdu, önce DP. kendisini 1950'den önceki „hüviyetine irca edebilse idi>> 

Ankara Üniversitesi Senatosu.nda yapılan tartışmaları şöyle özetleyeceğim: 

Burada ilk karşılaşılan sorun, konunun bir .SBF sorunu değil, Üniversite sorunu olduğunu. Senato‘ya kabul ettirmekti. Gerçekten üyelerden pek çoğu bu görüşte olmakla birlikte, SBF‘yi yalnızlığa itme eğiliminde olanlar da vardı. Nitekim bir iki üye SBF‘nin Ankara Üniversitesi içindeki yerini savunan bir rapor hazırlanmasını; SBF öğretim üyelerinin ve öğrencilerinin iktidarı eleştiren davranışlarına son vermeleri koşuluyla, bu Fakültenin desteklenmesinin uygun olacağını belirten görüşler de ileri sürmüştür. 

Öğrenci gösterilerinin arttığı 1960 yılında SBF’li ve Hukuk’lu öğrenciler bir mitingde 




Kaynak: Dr. Cengiz Aslantepe, 2009. 

Fakültemiz temsilcileri ile Senato.nun öteki üyelerinin, bu gibi öneriler karşısındaki tutumunu şöyle özetleyebilirim: 

SBF. Ankara Üniversitesi‘nin öteki Fakülteleri gibi bir parçasıdır. Bunun üniversite açısından tartışılması yersizdir. Öte yandan bu yola gidilecekse, her Fakültenin Üniversite içindeki yerini savunan, benzer raporlar hazırlanması gerekebilir. 

SBF öğretim üye ve öğrencilerinin tutumuna gelince: Bunlar akademik özgürlük ilkesine uygun olarak, Anayasa‘nın ve kanunların kendilerine tanıdığı haklardan yurttaş olarak yararlanmaktan, vicdanları uyarınca davranmaktan başka bir şey yapmadıkları kanısındadırlar. 

Ankara Üniversitesi bu konuda herhangi bir karar almamış, Rektörü özel olarak, siyasal iktidar yetkilileri ile temas edip Üniversite topluluğunun bu tasarı karşısındaki üzüntülerini bildirmekle görevlendirmiştir. 

Aracılık etmek isteyenler de türedi. Büyük bir Devlet Bankasının Genel Müdürü, Adnan Menderes‘e gidip, şöyle dersek, her şeyin yoluna gireceğini bana, yönetim kurulu üyelerine, gözüne kestirdiği Mülkiyeli‘lere anlatmaya çalıştı: 

—Bütün Mülkiye, öğrencileri, öğretim üyeleri, mezunları ile emrinizdeyiz. 

Tutumumuz ve gelişmeler şöyle özetlenebilir: 

İktidara karşı Fakültenin davranışında hiçbir değişiklik olmadı. Aracıların Başbakan‘ı görme önerisine uyulmadı. Yönetim Kurulumuz, Başbakan çağırırsa Dekanın yalnız gitmesini, SBF topluluğunun düşünce ve davranışında hiçbir değişikliğin olmadığını bildirmesini, kararlaştırdı. Başbakan böyle bir çağrıda bulunmamıştır. 

İktidarın tutumunda bir değişiklik olamamakla birlikte, yurt içindeki önemli gelişmeler SBF'yi Yüksek Okul yapma düşünü arka plana itmiştir, diyebilirim. 
Gerçekten bu arada basını, muhalefeti susturmak, sindirmek için Tahkikat Komisyonları kurulmuş, özgürlükleri kısıtlayan önlemler getirilmiştir. 

Tahkikat Komisyonu‘na ben de çağrıldım. Üzerinde durdukları önemli nokta bizim CHP ile işbirliği içinde olmamız ve bunu artırma çabasını sürdürmemiz, idi. 
SBF‘ye sık sık CHP‘li Milletvekilleri geliyormuş vb. Komisyon üyeleri çok saygılı davrandılar, kahve, çay, gazoz ısmarlamakta birbirleriyle yarış ettiler. Komisyon 
üyelerinden yalnız Osman Kavuncu‘yu anımsıyorum. Kavuncu Kayseri Belediye Başkanı iken büyük işler yapmıştı. Türkiye‘ye uzun ya da kısa bir süre için gelen yabancı uzmanlardan kimileri onun başarısını yerinde görmek için, Kayseri'ye gitmişlerdi. Türkiye ve Orta Doğu Amme İdaresi Enstitüsü'ndeki yabancı uzmanlar, yaptıkları yayınlarda ona da yer verdiler. Kavuncu Meclise girmekle eriyip gitti, hem de Yassıadalık oldu. Bir genelleme yaparak, DP‘nin gemi azıya almışçasına, demokrasiden, başta laiklik olmak üzere. Atatürk Devriminden uzaklaşması yüzünden birçok değerli gencin de çürütüldüğü söylenebilir. 


29 Nisan 1960, Hukuk Fakültesi, Ön Bahçesi. Ankara 

29 NİSAN 1960 SBF OLAYI: 

İktidarın özgür basını, muhalefeti sindirme çabalarına, Tahkikat Komisyonlarının girişimlerine ilk büyük tepki 28 Nisan‘da, İstanbul Üniversitesi‘nden geldi. 

Bu olayı anmakla yetiniyorum. 29 Nisan günü Ankara‘daki Yüksek Okullar, Üniversite karıştı. Öğrenciler binalara, derslere girmiyor, slogan atıyor. Gösteri yapıyorlarmış. 
Biz Rektörlükte, Yönetim Kurulu toplantısındayız. Telefon durmadan çalışıyor. Hepimizin Fakültelerinde bir şeyler olduğu haber veriliyor. Toplantıyı keserek, 
Fakültelerimizin başına gitmeye karar verdik ve dağıldık. 



29 Nisan 1960, Siyasal Bilgiler Fakültesi Bahçesi 

Kaynak: Siyasal Bilgiler Fakültesi Dekanlığı, 
Fotoğraf Arşivi 

Fakülteme döndüğümde, bizde aşırı bir birikimin olmadığını gördüm. Öğrenciler ve ha1k daha çok komşu Hukuk Fakültesi‘nin bahçesinde ve de çevresinde toplanmışlardı. 
Biz öğretim üye ve yardımcıları yönetim kurulu üyeleri ile durumu değerlendirmeye çalışırken şu haber geldi: 

Güvenlik kuvvetleri, öğrencileri Hukuk Fakültesi binasına sokmuş, koridorlarda, sınıflarda, salonlarda kovalamaca başlamış.. 

Biz hemen olayı izlemek için, pencerelere koştuk. Fakülte dışına çıktık. Hukuk Fakültesi'nin pencerelerinden atlayanlar, düşenler oluyor, biriken halk, bizim öğrenciler bunlara yardıma çalışıyordu… 

 Tıp Fakültesi‘nin gönderdiği ambulans aralıksız çalışıyor, bunları hastahaneye taşıyordu. Ambulanslarla gidenlerin ölü, baygın, hafif ya da ağır yaralı olduğu 
bilinmiyordu. Ambulansın (belki de ambulansların) sık sık gelip gitmesi gerginliği büsbütün artırdı. Gösterilerin ağırlığı da bizim Fakültenin çevresine kaydı. 

Öğrencilerimiz Hukuk Fakültesi‘nin başına gelenleri gördükten sonra binaya girmemekte direndiler. Güvenlik kuvvetleri Fakülteyi ve çevresini sarmıştı. Çemberi yarıp çıkmak da kolay olmuyordu. (Bir arkadaşımız 28 Nisan olayları nedeni ile İstanbul Üniversitesi Rektörü Sıddık Sami Onar'a çekmek istediğimiz telgrafı Cebeci Postanesine götürmeyi başarmıştı.) 

Öğrenciler itfaiye arabalarını devirdiler, hortumları kestiler; bina içinde sıralardan, sandalyelerden yararlanarak barikatlar kurdular. Bu durum birkaç saat sürdü. 
Akşam doğru, Fakülte giriş kapısının karşısında yüzleri Fakülteye dönük, ayakta, piyade tüfekleri ile ateşe hazır 20 kadar asker göründü. Biz durumu balkondan izliyoruz. 
Bir subayın emri ile (sonradan bunun Sıkıyönetim Komutanı General Namık Argüç olduğunu öğrendik) yaylım ateşi başladı. Önce çatının altına doğru ateş edildiği anlaşılıyordu. Ateş emri verenin, eliyle işaret ederek, ateş alanını aşağıya kaydırıldığını gördük ve hemen balkona yattık. Sürünerek içeriye girip çıkıyor, bundan sonra neler olabileceğini anlamaya çalışıyorduk. Bu arada, yerde uzanan bir Harbiye öğrencisinin telefonla, olup bitenleri bir yere duyurmaya çalıştığı dikkatimi çekti. 


29 Nisan 1960, Siyasal Bilgiler Fakültesi Bahçesi 
Kaynak: Siyasal Bilgiler Fakültesi Dekanlığı, Fotoğraf Arşivi 

Öğrenciler içeriye kaçıştı. Öğretim üye ve yardımcılarının pek çoğu Dekanlığa doldu. Hukuk Fakültesi‘nin başına gelenlere biz de uğramağa başlamıştık. 

Ben koşarak, Cebeci Caddesi‘nin kavşağına ulaştım. Orada Ankara Valisi, Emniyet Genel Müdürü, Sıkıyönetim Komutanı, daha başka görevliler ve yetkililerle karşılaştım. Sıkıyönetim Komutanı Namık Argüç‘e: 

—İstediğiniz oldu. Öğrencilerle güvenlik kuvvetleri oradan oraya koşturuyorlar. Kan gövdeyi götürebilir. Bu durumda en uygun olan, Güvenlik kuvvetlerini binanın dışına çıkarmaktır. Ben öğrencileri, herhangi bir olaya neden olmadan binadan çıkarıp evlerine, yerlerine göndermeye söz veriyorum dedim. 

Argüç Paşa . Binadan çıkarken, ya da yollarda uygunsuz hareketlerde bulunurlarsa. dedi. Ben .kesinlikle bu olmayacaktır, çıkacak olaylardan ben sorumluyum. dedim. 

Namık Paşa‘nın bu pazarlığa aklı yattı. Ankara Emniyet Müdürü, bir binbaşı, emniyet kuvvetlerini binadan çıkarma işini üstlenmeye hazırdı. 

Ankara Valisi, pişmiş aşa soğuk su katarcasına: 

—Paşam, Paşam önce elebaşları5 versinler, sonra binayı boşaltalım demez mi? Ben Valiye dönerek: 

5 Ek 4‘de yer alan Yüzbaşı Fethi Gürcan‘ın anlattıkları arasındaki konu ile ilgili satırlar; “ Namık Argüç, 3 Bölüğün Hukuk Fakültesi bahçesine girmesine emir vermiştir. O sırada bahçede bulunan öğrenciler Namık Argüçün Fakülteye geldiğini görünce ordu ve general lehine tezahürata başlamışlar ve askerin bahçeden geri çekilmesi halinde dağılacaklarını söylemişlerdir. Öğrencilerin bu istekleri olumlu karşılanmış ve asker bahçeden çıkarak fidanlıklara doğru giderken, Ankara Valisi ile Emniyet Genel Müdürü Cemal Göktan ve birkaç sivil şahıs olay yerine gelmişler „Hukuk Fakültesi.nden 20 ve Siyasal Bilgiler.den 100 kadar piçin alınması lazım geldiğini ve o zaman bunların bellerinin kırılacağı. şeklindeki konuşmaları üzerine, Sıkıyönetim Kumandanının verdiği bir emirle 3. ve 4. Bölükler tekrar fakülte bahçesine girmişler ve öğrencileri cop kullanarak binaya sokmaya çalışan emniyet mensuplarına yardıma başlamışlardır. (Bu konuşmalar tanıklarca duyulmuştur)”şeklindedir. 

—Benim size vereceğim elebaşı niteliğinde kimse yoktur. Eğer onların başında ben geliyorsam, önce beni tutuklar, götürürsünüz, sonra da yöntemlerinizi uygulayarak, öteki elebaşlarını bulursunuz, dedim. 



29 Nisan 1960, Siyasal Bilgiler Fakültesi Bahçesi 
Kaynak: Siyasal Bilgiler Fakültesi Dekanlığı, Fotoğraf Arşivi 

Namık Paşa sağduyusunu kullandı, koluma girdi, onlardan 5 – 6 metre uzakta, pazarlığı yineledik ve hemen Ankara Emniyet Müdürü ve birkaç subayla içeriye koştuk. 
Çok kısa bir sürede emniyet kuvvetleri dışarıya çıkarıldı, örgenciler, öğretim üyeleri birer ikişer binadan ayrıldı. Böylece Hukuk Fakültesinin başına gelenler bir ölçüde bizim de başımıza gelmemiş oldu. 

Ben bir Tıp Fakültesi öğretim üyesinin arabası ile hastaneleri dolaştım, yaralıları ziyaret ettim. Ayakta tedavi görenler, hatta yatırılanlar, fişlere geçirilmek korkusu ile kimliklerinin yazılmasını istememişler. Hastane görevlileri de buna gerek duymadan ellerinden geleni yapmış. Bu nedenle ziyaretimiz, büyük ölçüde anonim kaldı. 

Cebeci Caddesi, uzun süre, araba trafiğine kapatıldı. Olayı duyan binlerle, belki onbinlerle 

Ankaralı kadın, erkek, büyük küçük, çoluk çocuk, Kurtuluş‘la Dikimevi arasında, tam anlamıyla sessiz. diyeceğimiz yürüyüş yaptılar, gidip geldiler. Halk 29 Nisan SBF olayına KANLI CUMA adını takıvermişti. 

* * * 

29 NİSAN 1960 GÜNÜNÜ BİR DE ALPASLAN IŞIKLI HOCAMIZIN SATIRLARINDAN ÖĞRENELİM: 

6 Alpaslan Işıklı hocamın, bu sayıdaki yazısında bu olay çok daha genişçe anlatılmaktadır. Serdar Şahinkaya. 
7 Alpaslan Işıklı (2002) Gün Doğmadan. s.31–32 

İnek Bayramının Kırmızı Boyası ve 27 Mayıs (…) 

Sıkıyönetim emrindeki atlı birlikler gençleri kuşatma altına aldı. Gençlerin dağılacağı yoktu. Bu arada, iç yüzünü benden başka çok az kişinin bildiği ilginç bir olayı anlatmadan geçmemem gerekir diye düşünüyorum. 

SBF'nin ünlü bir İnek Bayramı vardır. İnek Bayramı, her yılın sonunda öğrencilerin mizah ustalığının sergilendiği birkaç günlük bir eğlence ve özeleştiri ortamı oluşturur. 
O yılki İnek Bayramı için alınan kırmızı boyalar, bambaşka ve hiç tahmin edilemeyecek bir işlev gördüler. Fakültenin etrafı atlı birlikler tarafından kuşatılınca, bu boyaları kullanarak geniş karton kâğıtlara “ya hürriyet, ya ölüm!” yazarak fakülte binasının caddeden görünen duvarlarına astık. Aceleyle ve özentisiz yazıldığı için, boyalar, yer yer akıp damlamış, uzaktan bakıldığında kanla yazılmış görüntüsü veriyordu. Bu yazının, bizim maksadımızı çok aşan sonuçları oldu. 

27 Mayıs'ın ardından Altan ve Örsan Öymen'in hazırlayıp yayınladıkları bir yazı dizisinde, SBF öğrencilerinin, Fakültelerinin duvarına kanlarıyla “ya hürriyet, ya ölüm” yazdıkları anlatıldı. Bundan kısa bir süre sonra aynı haber, ünlü Amerikan dergisi Time'da da yer aldı. Kuşkusuz, Fakülte binasına doğru ateş açılmış, duvarlar delik deşik edilmişti. Ancak, kaçarken kolunu bacağını inciten arkadaşlarımızın dışında yaralanan olmamıştı. 

Bu haberi okuyunca, farkında olmadan Amerikalıları da işletmişiz diye düşündüğümüz oldu. Ancak, aradan geçen zaman boyunca olaylar üzerinde düşündükçe, kimin kimi nasıl işlettiği konusunda farklı bir takım boyutlar ortaya çıkmaya başladı. Acaba, 27 Mayıs'ın Amerika ile bağlantılı bazı dış boyutları var mıydı?7 


2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR



* * *