tabii senatörlük etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
tabii senatörlük etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

5 Aralık 2018 Çarşamba

27 MAYIS ASKERİ DARBESİ SONRASINDA ORDU İÇİNDE İKTİDAR MÜCADELESİ., BÖLÜM 2

27 MAYIS ASKERİ DARBESİ SONRASINDA ORDU İÇİNDE İKTİDAR MÜCADELESİ., BÖLÜM 2



5. 27 MAYIS REJİMİNİN RADİKAL UZANTISI: SİLAHLI KUVVETLER BİRLİĞİ 

27 Mayıs darbesinin üzerinden bir yıl geçmesinin ardında siyasal yaşamda normalleşme süreci başlamış, CHP’nin yanı sıra Demokrat Parti geleneğini politik miras olarak kendi üzerine devralan Adalet Partisi (AP) sivil siyasetin öne çıkan iki önemli aktörü olmuştur. Dikkat çekici bir diğer gelişme ise AP’nin genel başkanlığına, 27 Mayıs darbesine karşı mesafeli durmasıyla bilindiği için Milli Birlik Komitesi ile arası pek de iyi olmayan ve Genelkurmay Başkanlığını 
yürütürken komite tarafından emekliye ayrılarak tasfiye edilen Ragıp Gümüşpala’nın getirilmesidir. 

Asker kanadına bakıldığında ise Milli Birlik Komitesi üyelerinin bölünmesine neden olan hadiseler ağı, ordu içerisindeki bazı genç komutanları endişelendirmeye başlamıştır. Komite üyelerinin bir kısmının tabii senatörlük veya milletvekili olma arzusuyla siyasi ikbal peşinde koşarken, orduyu bu gayelerine ortak etmeye çalışmaları orta ve alt kademedeki subay kadrosunun tepkilerini çekmelerine sebep olmuştur. Bu çerçevede Ankara ve İstanbul’da 
çoğunluğu albay rütbesinde bulunan bazı subaylar; ordunun siyasete karıştığını, emir ve kumanda zincirinin koparılmaya çalışıldığını iddia ederek birtakım tedbirler alınmasını istemişlerdir (İsen, 1964, s. 15). Öte yandan 27 Mayıs’ın komuta kademesinin subay kadrosunun gönlünde yatan, arzuladığı reformları gerçekleştirememiş olması zaten var olan memnuniyetsizliği daha da ileri boyutlara taşımıştır. 

Aktif komuta mevkilerindeki üst rütbeli subaylar da bu tehlikenin farkına varmış ve ordu bünyesindeki bütün rahatsız zümreleri bir araya toplayıp kontrol etmek amacıyla bir şemsiye örgüt oluşturarak tepkilerin önüne geçmeye çalışmıştır (Ahmad, 2007, s. 217). 1961 yılının Nisan ayında, ordunun birliğini ve disiplinini temin etmek hedefi ile kurulan bu çatı örgütlenmenin ismi “Türk Silahlı Kuvvetler Birliği” olarak belirlenmiştir (İsen, 1964, s. 15). 
İlerleyen süreçte Genelkurmay Başkanı Orgeneral Cevdet Sunay’ın da bu yapılanmanın üyesi olacağının göz önünde bulundurulması, örgütün etki alanının ulaştığı noktayı göstermesi açısından oldukça fikir vericidir. 

Silahlı Kuvvetler Birliği oluşumunun amaçları; Milli Birlik Komitesi’ni doğru yola 
sevketmek ve onu ordunun saygınlığını sarsıcı hareketlerden men etmek, ordu içinde yapılan tasfiyelerden sonra ortaya çıkan grupları birleştirmek ve emir kumanda zincirine bağlamak, politika ve politikacının orduya sızmasına engel olmak, süratle seçimlere gitmek ve idareyi milli iradeye teslim etmek olarak özetlenebilir (Deniz, 2003, s. 21). Buna ek olarak her komutanın ve subayın yalnızca kendi üstünden emir alması, ordu dışındaki hiçbir siyasi gücün etkisinde kalmaması istenilmiştir (Yurdsever, 1983, s. 122). 

Silahlı Kuvvetler Birliği örgütünün her bir ünitesi kendi içerisinde ayrıca örgütlenmiş; böylece tümen, kolordu, ordu, kuvvet komutanlıkları, Genelkurmay ve Deniz Kuvvetleri ile yüksek okullar asli görevlerinin dışında 27 Mayıs yönetimine katkıda bulunma amacını taşıyan bir kurumsal ağ içinde yer almışlardır. Örgütün İstanbul kolunda Faruk Gürler, Ankara kolunda ise Talât Aydemir başı çekmiştir. Toplantıların gündeminin belirlenmesinde ve alınan 
kararlarda bu iki kumandanın rolü oldukça büyüktür. Yapılan toplantılarda çeşitli yöndeki siyasal gelişmeler istihbarat hâline dönüştürülmüş, hazırlanan istihbarat bültenleri komutanlara ulaştırılmıştır. Örgütün kontrol altında tuttuğu hedefler; Milli Birlik Komitesi, CHP, AP ve diğer partilerin faaliyetleri, Kurucu Meclisin çalışmaları ve ordu içinde 14’lere dayalı genç subayların faaliyetleri şeklinde özetlenebilir. Ankara’daki toplantılarda ağırlıklı olarak DP’nin devamı olarak kurulan, ordu kumandanı iken emekliye ayrılan Ragıp Gümüşpala’nın kurduğu 
AP’nin faaliyetleri ve CHP’nin Milli Birlik Komitesi ile olan ilişkileri gündeme gelmiştir (Deniz, 2003, s. 22-23). 

AP’nin, Demokrat Parti’den doğan siyasi boşluğu doldurarak açıkta ve sahipsiz kalan merkez sağ seçmeninin oylarının toplanma merkezi hâline gelmesi, Milli Birlik Komitesi ve CHP tarafından temkinli ve endişeli şekilde takip edilmiştir. Olası endişelerin temel dayanak noktasını, Adalet Partisi’nin ‘intikamcı’ bir bakış açısıyla gündemi yorumlayıp, devrik DP üyelerinin yeniden siyasete dâhil olabilmesi için izledikleri gerilim stratejisi oluşturmuştur. 
Ancak üçüncü bir güç merkezi olarak ortaya çıkan Silahlı Kuvvetler Birliği, hem 27 Mayıs darbesinin doğrudan muhatabı olarak tanımladığı Demokrat Parti çizgisinin devamı olan AP’yi hedef almış, hem de 27 Mayıs’ın “ruhu” ile örtüşmeyecek faaliyetler içerisinde bulunduğunu ve bu hareketi hedeflerinden saptırdığını düşündükleri CHP ve Milli Birlik Komitesinin karşısında bir duruş sergilemiştir. Tüm bu süreç Silahlı Kuvvetler Birliği içerisinde yeniden bir 
askeri darbe yapılmasına ihtiyaç duyan düşüncelerin filizlenmesine öncülük etmiş, özellikle albay rütbesindeki subayların başını çektiği gruplar, tekrardan denenecek bir CHP hükümetinin veya yeniden siyaset sahnesine güçlü şekilde çıkacak bir Demokrat Parti zihniyetinin, 27 Mayıs’ı anlamsız kılacağı görüşünde birleşmişlerdir. Öncülüğünü Talat Aydemir’in üstlendiği albaylara göre DP-CHP çekişmesinin ülkeye verdiği hasarın tamiri 27 Mayıs kadrolarının hayata geçireceği reformlarla yapılacakken, bu kez de olası bir AP-CHP rekabetinin ülke gündemini meşgul etmesi ister istemez yeni bir müdahaleyi zaruri kılacaktır. 

6. SİLAHLI KUVVETLER BİRLİĞİ’NİN ORDU İÇİNDE ÜSTÜNLÜĞÜ ELE ALMASI 

Silahlı Kuvvetler Birliği oluşumunun Türk ordusu içinde oldukça geniş bir yayılma alanı bularak, git gide güçlenmesi kurum içindeki gücünü kaybetmek istemeyen Milli Birlik Komitesini endişelendirmiştir. Siyasal iktidarı bir an önce sivil siyasete devretme yanlısı olan komite, kurulurken belirlemiş olduğu amaçların bütünüyle dışına çıkmış olan Silahlı Kuvvetler Birliğini tasfiye etmek adına çalışmalara başlamıştır. 

Milli Birlik Komitesi ile Silahlı Kuvvetler Birliği’ni karşı karşıya getiren ilk ciddi olay Hava Kuvvetleri Komutanı İrfan Tansel’in görev değişikliğinin gündeme gelmesi olmuştur. 

Şöyle ki Silahlı Kuvvetler Birliğini zayıflatmak isteyen Milli Birlik Komitesi, örgütün kurulmasında önemli rol oynayan Tansel’i Washington’da NATO bünyesinde çalışmak üzere görevlendirmiştir (Hale, 1996, s. 127). Düzenlenen tertiplerden haberdar olan Silahlı Kuvvetler Birliği üyesi ve Genelkurmay İkinci Başkanı Korgeneral Muhittin Önür, örgütü olup bitenler konusunda bilgilendirir. Bunun üzerine hiç vakit kaybetmeden örgütün güdümünde bulunan Ankara ’ daki Harp Okulu başta olmak üzere, 28. Tümen, Askeri Okullar ve Zırhlı Birlikler Kumandanlığı alarma geçirilir (Deniz, 2003, s. 24). 

Bunu takiben Silahlı Kuvvetler Birliği, Milli Birlik Komitesi’ne ve Devlet Başkanı 
Cemal Gürsel’e bir ültimatom verir. Ültimatomda, Tansel’in görevine iadesi, Tansel’in Washington’a atanmasının planlayıcıları olan Cemal Madanoğlu ve Osman Köksal’ın görevlerinden alınması, bazı generallerin emekliye sevkedilmesi ve Savunma Bakanı Emekli General Muzaffer Alankuş’un kabineden uzaklaştırılması istenmiştir. Bu tepki olumlu yönde karşılık bulur ve 8 Haziran’da Genelkurmay Başkanı Orgeneral Cevdet Sunay, Korgeneral İrfan Tansel’in Hava Kuvvetleri Komutanı olarak kalmasını uygun gördüğünü belirten bir talimat 
yayınlar. Madanoğlu ve Köksal da görevlerinden alınır (Ahmad, 2007, s. 218-219). Ordu içerisinde de Silahlı Kuvvetler Birliği’nin istemiş olduğu emeklilik istemleri işleme konulmuş; bu minvalde Kara Kuvvetleri Komutanı Celal Alkoç’un yerine Genelkurmay İkinci Başkanı Muhittin Önür getirilmiş, İkinci Ordu Komutanı Şefik İlter ve bazı havacı subaylar emekli edilmiş, Milli Savunma Bakanı Muzaffer Alankuş görevden alınmıştır (Deniz, 2003, s. 25). 

Ayrıca Milli Birlik Komitesi üyelerinin artık askeri birlikleri komuta etmeleri, karargâh, kışla ve garnizonlara girmeleri ile subay ataması girişimleri tamamen yasaklanmıştır. Milli Birlik Komitesi bundan sonra yönetim faaliyetlerini Silahlı Kuvvetler Birliği örgütünün gözetimi ve denetimi altında yapacaktır. Böylelikle ordunun dışarıdan istismar edilmesinin önüne geçileceği düşünülmüştür (Deniz, 2003, s. 25). 

İrfan Tansel hadisesinin bu şekilde sonuçlanması Silahlı Kuvvetler Birliği’nin Milli 
Birlik Komitesi karşısında mutlak üstünlüğü ele geçirdiği anlamına gelmektedir. Zira bu tarihe kadar genelde kurmay albay rütbesindeki subaylar ile bazı kilit noktalardaki general ve amiraller tarafından temsil edilen Silahlı Kuvvetler Birliği, bu operasyonla birlikte ordunun en tepesine kadar sıçrama olanağı bulmuştur. Artık bir nevi perde arkası iktidar konumunda bulunan örgütün görüşleri, komiteden tasfiye edilmeden önceki 14’lerin düşünceleriyle paralellik arzetmeye başlamıştır. Sivil siyasete içinde bulundukları süreçte hiçbir şekilde güven duymayan örgüt, kendileriyle aynı doğrultuda politika gütmeyecek bir hükümetin varlığını çok da anlamlı bulmamıştır. 27 Mayıs öncesindeki ikili siyasal yapıya dönülmesini kesinlikle istemeyen Silahlı Kuvvetler Birliği, Yassıada yargılamaları sonrasında verilen idam kararlarının bir an önce uygulanması için komiteye ve Cemal Gürsel’e baskı yapmış, olası bir af düşüncesinin önüne infazların hızlandırılması yoluyla geçmiştir. 

Böylesine gergin bir atmosfer içinde gidilen 1961 genel seçimlerinde merkez sağ cenahta yürütülen kampanyalar 27 Mayıs karşıtlığı üzerinden şekillenmiştir. Bu tutum, hem Milli Birlik Komitesi’ni hem de Silahlı Kuvvetler Birliğini endişeye sevketmiştir. CHP dışındaki üç parti –özellikle de Adalet Partisi- Menderes taraftarlığını gizleme gereği duymamış ve iktidara gelmeleri hâlinde, 27 Mayıs öncesi ve sonrasındaki eylemlerinden ötürü Milli Birlik Komitesi’nden hesap soracakları izlenimini yaratmıştır. Bu gidişatı engellemeye çalışan komite, hazırlamış olduğu ‘Milli Deklarasyon’ belgesini seçime katılacak olan partilerin kabul etmesini istemiştir. Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi (CKMP) dışındaki bütün partiler kabul ettikleri bu deklarasyonla “DP zihniyetini” diriltmemeyi, bir bütün olarak Atatürk devrimlerini korumayı ve Yassıada Mahkemeleri’nin sonuçlarını etkileyebilecek beyanlarda bulunmamayı kabul etmiştir. (Hale, 1996, s. 129). 

1961 genel seçimlerinin sonuçlarının ise Milli Birlik Komitesi’nden ziyade Silahlı 
Kuvvetler Birliği’nin endişelerini daha çok arttırdığı söylenebilir. Zira 27 Mayıs rejimine ve onun getirdiklerine eleştirel yaklaşan Adalet Partisi, Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi ve Yeni Türkiye Partisi (YTP) kullanılan oyların %62’sini almayı başarmışlardır. 27 Mayıs darbesini alenen desteklemese de pek karşı çıkmayan CHP az bir farkla milletvekili seçimlerinde birinci parti olsa da senato seçimlerinde AP’nin arkasından ikinci olabilmiştir. AP, CKMP ve YTP’ye 
verilen oylar pratikte bir bakıma hem 27 Mayıs kadrosuna hem de CHP’ye karşı verilmiş sayıldığından, seçim sonuçları iç ve dış çevrelerde “Menderes’in zaferi” olarak yorumlanacak ve halk oylaması şeklinde kabul edilecektir (Özdemir, 2008, s. 242). 

1961 genel seçimleri sonrasında Silahlı Kuvvetler Birliği örgütü içerisinde iki ayrı görüş hâkim olmuştur. Bir kısım komutanlar kuvvetli bir hükümet kurulamayacağı nı kabul etmekle birlikte verilen sözün yerine getirilmesi gerektiğini vurgulayarak idarenin yeni iktidara devredilmesini istemişlerdir. Ancak başta Talât Aydemir olmak üzere onunla aynı fikirde olan subayların oluşturduğu ‘şahinler’ grubu ise ‘Bu seçimle meydana gelen meclis ömürsüzdür. Bu şekilde Türkiye’nin beklediği kalkınma ve reformlar sağlanamaz’ diyerek seçimlerin iptalini ve Milli Birlik Komitesi ile bütün siyasi partilerin feshedilmesini talep etmişlerdir (İsen, 1964, s. 18). 

Tüm bu gelişmelerden sonra Silahlı Kuvvetler Birliği örgütünün 21 Ekim 1961 tarihinde yapmış olduğu toplantısında genel kanaat, seçim sonuçlarıyla yeniden 27 Mayıs öncesi karışık siyasi ortama dönüleceği, bunun ordu tarafından kabul edilemez olduğu yönünde şekillenmiştir. 

Görüşmeler sonucunda “21 Ekim Protokolü” adı verilen belge kabul edilmiş, söz konusu protokol çerçevesinde ordunun 15 Ekim 1961 günü yapılmış olan seçimlerden sonra gelecek yeni TBMM toplanmadan evvel fiilen duruma müdahale etmesi, iktidarın milletin gerçek ve kabiliyetli temsilcilerine bırakılması, seçim sonuçlarının tanınmayarak bütün siyasi partilerin 
siyasetten men edilmesi, Milli Birlik Komitesi’nin feshedilmesi ve tüm bu kararların 25 Ekim 1961 günü uygulamaya konulması kararlaştırılmıştır (Yurdsever, 1983, s. 125). 

Ancak protokolün Genelkurmay Başkanı ve kuvvet komutanlarına onaylatılması 
aşamasında örgüt üyeleri bir dirençle karşılaşmışlardır. Kendisi de Silahlı Kuvvetler Birliği örgütünün bir üyesi olan Genelkurmay Başkanı Sunay, Cemal Gürsel’in cumhurbaşkanı, İnönü’nün de başbakan olması hâlinde sorunların çözüleceğine inanmaktadır. Ordunun millete verdiği sözün âdil seçimlerle yerine getirildiğini, bunun sonucunda idarenin devredilmesi gerektiğini ifade eden Sunay, müdahaleden vazgeçilerek imzaların geri alınmasını istemiştir. 
Toplantıya katılan kumandanlar da bu fikre iştirak etmişlerdir. Bu noktada tüm siyasi parti başkanlarının bir araya getirilerek bir protokol imzalanması kararlaştırılmıştır (İsen, 1964, s. 20) 

Bu doğrultuda 24 Ekim 1961 tarihinde dört parti başkanı ile yapılan pazarlıkların 
ardından, Çankaya’da Devlet Başkanı Cemal Gürsel’in huzurunda bir toplantı yapılarak partilerin 27 Mayıs’a ve orduya bağlılıklarını Türk ulusuna ilân etmelerine karar verilmiştir. Siyasi partiler, Silahlı Kuvvetler Birliği örgütünün hazırlamış olduğu ve ‘Çankaya Protokolü’ olarak bilinen belgeyi imzalamak zorunda kalmışlardır. Protokol gereğince; 27 Mayıs’ı meşru kabul ettiklerini ve ona sadık kalacaklarını, orduya bağlılıklarını, yıkıcı faaliyetlerden uzak 
durarak Türkiye’nin esenliği için çalışacaklarını ve Gürsel’in cumhurbaşkanı olmasını onayladıklarını açıkça ilân etmişlerdir (Deniz, 2003, s. 36). 

Böylelikle bir tür darbe metni vasfını taşıyan 21 Ekim Protokolü, tepe noktasındaki komuta kademelerinin desteğini alamayarak kadük bir nitelik kazanmıştır. İlginçtir ki onu geçersiz kılan Çankaya Protokolü de siyasi partiler üzerinde yaratmış olduğu tahakküm açısından çok da demokratik teamüllere uygun gözükmemektedir. Ordunun yüksek komuta kademesi bir yandan alt kademelerdeki darbe yanlısı yükselişleri bastırmak adına siyaset mekanizmasına bir nevi rejime sadakat belgesi imzalatırken; öte yandan da çok partili siyasal 
yaşamın sıkıntılı da olsa yürümesini sağlayarak uluslararası çevrelerin gözünde saygınlığını yitirmemiş olacaktır. Fakat takip gelişmeler ışığında görülmektedir ki siyaset üzerinde etkinliği kısmen yumuşatılmış bu askeri vesayet şekli yeniden bir askeri darbe yanlısı olan subay kadrosunu tatmin etmemiştir. 

Bundan sonraki süreçte mücadele sivil siyasetin yerleşik kılınmasından yana olan Başbakan İnönü, Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel ve Milli Birlik Komitesi üyeleri, Silahlı Kuvvetler Birliği’nin -başta Genelkurmay Başkanı Cevdet Sunay olmak üzere- üst rütbeli komutanları ile askerin bir an önce idareyi ele alması ve 27 Mayıs’ın yarım kalan reformlarının tamamlanması gerekliğini savunan Silahlı Kuvvetler Birliği’nin başını Talat Aydemir’in çektiği albaylar grubu arasında geçmiştir. 

Genel seçimler sonrası kurulan CHP-AP koalisyonu, Aydemir ve arkadaşlarının daha çok tepkisini çekmiş; yeni bir müdahale için ordunun tepe yönetimine baskıda bulunmuşlardır. 

O dönem Doğan Avcıoğlu öncülüğünde çıkarılan Yön Dergisi’nin kaynaklık ettiği 
düşüncelerden de etkilenen Aydemir ve ekibi, Türkiye’nin düze çıkışının Batılı anlamda bir parlamenter demokrasi ile mümkün olamayacağını savunmuşlardır. Aydemir’e göre kurucu değerler çerçevesinin ve 27 Mayıs’ın öngördüğü prensiplerin dışına taşmadan kapitalist olmayan milli bir kalkınma yolu benimsenerek gerçekleştirilecek köklü reformlarla ülke arzulanan noktaya gelecektir. Söz konusu reformların uygulanması CHP’nin, 27 Mayıs 
anlayışına muhalif AP ile koalisyon hükümeti kurmasıyla yarıda kalmış olup, kalınan noktadan devam edilebilmesi adına yeni bir askeri müdahale şarttır. 

Silahlı Kuvvetler Birliği örgütü içinde askeri müdahalenin gerekliliği konusunda net bir şekilde iki bölünmenin söz konusu olduğunu söylemek mümkündür. General rütbesindeki komutanların oluşturduğu üyeler, Başbakan İsmet İnönü’nün manevi şahsının, tarihsel kişiliğinin ve karizmasının da verdiği güvenle rejimin tehdit altında olmadığını, 27 Mayıs’ın lideri Cemal Gürsel’in de cumhurbaşkanı seçilmesiyle birlikte oluşan politik ortamda kalkışılacak bir darbenin ülkeye zarar vereceğini savunmuşlardır. Aydemir’in sözcülüğünü 
yaptığı, rütbeleri albay ile teğmenlik arasında değişen genç ve ateşli subay grubu ise DP’nin devamı olduğunu açıkça belirten bir siyasi partinin iktidar ortağı olmasının 27 Mayıs’ın ruhu ve gerçekleştirilme amacıyla çeliştiğini iddia ederek yeni bir müdahalenin gerekliliği vurgusunu sıkça yapmışlardır. 

Nitekim İnönü, Sunay ve Gürsel’in tüm ikazlarına ve karşı çıkışlarına rağmen Aydemir öncülüğünde 1962 ve 1963 yılında iki başarısız askeri darbe girişiminde bulunulmuş, ilkinde herhangi bir adli cezaya çarptırılmadan hükümet tarafından emekli edilen subaylar, ikinci denemenin sonucunda ise çeşitli hapis cezalarına çarptırılmışlardır. Girişimin tepe noktasındaki iki ismi Talat Aydemir ve Fethi Gürcan idam edilmiştir. Bunun yanı sıra darbe girişimine katılan Harp Okulu öğrencilerinin büyük bir kısmı beraat etmiş, az bir bölümü de hapis cezası 
almıştır. Ancak gelecek kuşaklara da bir tür ikaz olması açısından 1459 Harbiye öğrencisinin okulla olan ilişikleri kesilmiş, bu kararla Harbiye iki yıl boyunca mezun verememiştir. Okulla ilişikleri kesilen Harbiyelilere daha sonradan çıkarılan bir afla yükseköğretim kurumlarına kaydolma hakkı tanınmıştır (Akyaz, 2002, s. 231). 

Aydemir ve arkadaşlarının, dolayısıyla Silahlı Kuvvetler Birliğinin Nordlinger’in 
yapmış olduğu sınıflandırmanın ışığında “Hükmedici Rejim” tipini benimseyen bir oluşum olduğu söylenebilir. Siyaset kurumuna duyulan derin güvensizlik, kurucu ideolojinin ilkeleriyle yoğurulmuş radikal bir idealizm, asker olmanın doğal bir gereği olarak kendilerine biçtikleri kurtarıcılık misyonu söz konusu grubun, Milli Birlik Komitesine oranla daha ayırt edici özellikleri arasındadır. “Ülke düze çıkarılıncaya kadar” askerin hükmedeceği bir rejim altında geçecek bir zaman diliminin ardından uygun gördükleri bir dönemde iktidarın sivil siyasete 
devredilmesi bu yapının temel felsefesini teşkil etmiştir. Ancak bu düşünce modeli ne ordunun geneli, ne siyaset mekanizması, ne de sermaye kesiminden ciddi bir destek görmüştür. 

7. SONUÇ 

Selçuklu’dan Osmanlı’ya, oradan da günümüze kadar gelen, üzerinde yaşadığımız coğrafya, onun nüfuz alanında belirleyici güç olma hedefi ve buradan yola çıkarak dünyaya bir düzen getirme ideali, ordu ile millet arasında oluşan kuvvetli birlikteliği daha da perçinlemiş; milli mücadele yıllarında zirve noktasına ulaşan bu dayanışma hâli, milletin ordusuna olan inanç ve sevgisini geleneksel/dini atıflarda bulunarak göstermesini de beraberinde getirmiştir. 
“Peygamber Ocağı”, “Mehmetçik” gibi kavramlar veya “Her Türk asker doğar” felsefesi bu bağlılığın çarpıcı örneklerini teşkil etmektedir. Ordunun da kamuoyuna yazılı açıklama yaptığı dönemlerde örneklerine günümüzde de rastlamış olduğumuz “Türk Silahlı Kuvvetleri ve onun özünü oluşturan Türk Milleti” şeklindeki tanımlamalar, “ Asker-Millet” anlayışını yeterince İçseleştirdiğinin bir kanıtıdır. 

Ancak bu kaynaşmış birlikteliğin bilhassa çok partili siyasal yaşama geçildikten sonra birtakım sıkıntıları beraberinde getirmiş olduğu dikkati çekmektedir. Ordu kurumunun özellikle Jön Türkler döneminden itibaren siyasetin görev alanına girmek suretiyle gerek doğrudan gerekse perde arkasında aktif olarak müdahil olduğu bir tarihsel geçmişten gelen Türkiye’de halkın oyu ile seçilmiş sivil iktidarların maruz kaldığı askeri darbeler, 1950’li yıllarda henüz yeni filizlenmeye başlayan demokrasi sürecinin arzulanan noktalara gelmesini engellemiştir. 

“Ordu-Devlet/Asker-Millet” geleneğinin yerleşik durumda olduğu bir sosyo-politik mirası devralan düşünce yapısı içerisinde, silahlı kuvvetler iktidar gücünün temel unsuru olarak ortaya çıkmış; devletin ve halkın çıkarı için gerçekleştirilme si gereken reformların yalnızca ordu tarafından başarılabileceği fikrine dayanan bir örgütlenme modeli, demokratik siyaset mekanizmalarının yerine ikame edilmek istenmiştir. 

Ordu, Milli Mücadelenin kazanılması ile yeniden elde etmiş olduğu prestijden güç alarak kendisini Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve onu birincil derecede niteleyen ilkelerin gerçek koruyucusu olarak görmüş; sahip olduğu bu ruh hâli kendisinin iç politikada yaşanan gelişmelere taraf olmamasını olanaksız kılmıştır. Korunması gereken değerler (Cumhuriyet, laiklik, vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğü vb.) tehlikeye düştüğünde harekete geçmeyi asli bir görev kabul eden askeri mantık, “özensiz”, “çıkarcı”, “bencil” ve “beceriksiz” olarak değerlen dirdiği sivil siyasetçileri tehdit algılamasında ön sıralara koymuştur. 

Siyaset kurumlarının ülkeyi belirlenen hedeflere götürmekte yetersiz kalacağı ön kabulünden hareket eden gruplar, iç hizmet kanununun kendilerine verdiğini düşündükleri “rejimi koruma ve kollama görevi”ni 27 Mayıs 1960’ta doğrudan müdahale ile yerine getirmiş; takip eden beş yıllık dönem içerisinde de iki kez müdahale girişiminde bulunmuştur. “Ülkeyi içinde düştüğü durumdan kurtarma” güdüsünün belirleyici olduğu bu girişimler; bizzat düzenleyicileri tarafından Atatürk’ün belirlemiş olduğu ve Türkiye’yi muasır medeniyetler seviyesinin üzerine çıkarma hedefini gerçekleştirme idealine hizmet etmek şeklinde 
nitelendirilse de, gerçekte ulaşılmak istenen noktanın itici gücünü oluşturan “demokratik hukuk devleti” anlayışı onarılması güç hasarlara uğramış, toplumun bütün kesimleri özellikle ekonomik ve sosyal açıdan ciddi bedeller ödemek durumunda kalmıştır. 

27 Mayıs askeri müdahalesi ile yönetime el koyan Türk Silahlı Kuvvetleri, oluşturduğu Milli Birlik Komitesi aracılığıyla bir tür ara rejimi beraberinde getirmiş, demokratik siyasal düzene geçiş öncesinde yeni bir anayasa hazırlanması çalışmalarına hız vermiştir. Ülke için en iyisini, en idealini ve en doğrusunu kimin istediğine yönelik fikir ayrılıklarının kaynaklık ettiği otorite ve iktidar mücadelesi ise 27 Mayıs darbesi sonrasında ordunun temel meşguliyet alanını oluşturmuştur. Modernleşme aşamasını büyük ölçüde askeri elitleri araçlığıyla tamamlamış, kalkınma sürecinde ise hedeflediği noktanın gerisinde kalmış 1960’ların Türkiye’sinde orta ve alt rütbeli idealist ve ihtiraslı subaylar bu doğrultuda inisiyatif üstlenmeyi doğal bir sorumluluk olarak addetmiştir. Üst düzey komuta kademesi ise uzun süreli bir askeri idareyi risk ve macera 
olarak değerlendirmiş, İsmet İnönü gibi tecrübeli bir eski asker ve devlet adamının varlığının rejimin geleceğinin sağlıklı temellere oturtulması açısından yeterli olacağını düşünmüştür. 

İşte bu iki ayrım üzerinden ordu içinde yükselen iki güç merkezi – Milli Birlik Komitesi ve Silahlı Kuvvetler Birliği- 1960’ların ilk yarısında iktidar kavgasına girişmiştir. Yönetimi güvenebileceği sivil odaklara bırakıp, politik alandan da bütünüyle el çekmeden sadece gözetleme ve denetleme fonksiyonlarını yerine getirmek isteyen komite ile 27 Mayıs’ın çizmiş olduğu hedefleri gerçekleştirmek adına askerin doğrudan yönetimi ele alması gerektiğini savunan Silahlı Kuvvetler Birliği’nin mücadelesi, devrik DP iktidarının temsilcisi konumundaki AP’nin hükümet ortağı olmasıyla zirve noktasına ulaşmıştır. 

27 Mayıs sonrası askeri bir güç merkezi olarak ortaya çıkan Milli Birlik Komitesi ile komitenin yaklaşım ve faaliyetlerini müspet bulmadığı için yeni bir atılımın gerekliliğine inanaraktan kurulan Silahlı Kuvvetler Birliği arasındaki otorite mücadelesi 1962 ve 1963’teki iki darbe girişiminin de başarısızlığa uğraması sonucu fiilen sona ermiştir. Milli Birlik Komitesi, seçimlere gidilmesi, yeni parlamentonun ve hükümetin kurulması neticesinde otomatikman kendisini feshetmiş olsa da zihniyet olarak hükümet ve cumhurbaşkanı nezdinde 
varlığını sürdürmeye devam etmiştir. Silahlı Kuvvetler Birliği örgütü ise sadece bir kanadıyla bu mücadeleden yenik ayrılmış gibi gözükse de Aydemir’in girişimlerine karşı çıkan ve engelleyen üst rütbeli komutanların oluşturduğu üyeler 12 Mart 1971 muhtırasını veren ekip olarak çok geçmeden yeniden siyasetin merkezine yerleşmişlerdir. 

Bu gelişme de göstermektedir ki ülkenin gidişatına siyaset mekanizmasının yerine yön verme arzusu, gayreti ve çabası Türkiye’de ordunun kültürel kodlarına özellikle II. Meşrutiyet yılları ile işlenmeye başlamış, bu durum çok partili hayata geçiş süreci ile de kesintisiz olarak devam etmiştir. Ordu içerisindeki anlaşmazlık ve görüş ayrılıklarının özünde ise doğru zamanın 
tayin edilmesinde yaşanan uyuşmazlık yatmaktadır. 

KAYNAKÇA 

Ahmad, F. (2007). Demokrasi Sürecinde Türkiye 1945-1980 (Çev. Ahmet Fethi Yıldırım), Hil Yayınları, İstanbul. 
Akyaz, D. (2002). Askeri Müdahalelerin Orduya Etkisi, İletişim Yayınları, İstanbul. 
Altuğ, K. (1991). 27 Mayıs’tan 12 Mart’a, Yılmaz Yayınları, Ankara. 
Balta, E. (2016). “Siyasal Şiddetin Örgütlenmesi”, Siyaset: Kavramlar, Kurumlar, Süreçler (Ed. Yüksel Taşkın), 3. Basım, İletişim Yayınları, İstanbul, s. 171-203. 
Deniz, O. (2003). Parola: Harbiyeli Aldanmaz (Der. Yasemin Bradley), Yapı Kredi Yayınları, İstanbul. 
Elevli, A. (1967). 1960-1965 Olayları ve Batırılamayan Gemi Türkiye, Balkanoğlu Matbaacılık, Ankara. 
Erkanlı, O. (1973). Anılar… Sorunlar… Sorumlular…, Baha Matbaası, İstanbul. 
Hale, W. (1996). 1789’dan Günümüze Türkiye’de Ordu ve Siyaset (Çev. Ahmet Fethi), Hil Yayınları, İstanbul. 
Huntington, S. (2006). Asker ve Devlet (Çev. K. Uğur Kızılaslan), Salyangoz Yayınları, İstanbul. 
İpekçi, A. (1961). “14’ler Faşist miydi, Sosyalist mi?”, Yön, Yıl: 1, Sayı: 1, s. 15. 
İsen, C. (1964). Geliyorum Diyen İhtilal: 22 Şubat 21 Mayıs, Tan Matbaası, İstanbul. 
Linz, Juan J. (2017). Totaliter ve Otoriter Rejimler (Çev. Ergun Özbudun), 4. Basım, Liberte Yayınları, İstanbul. 
Nordlinger, Eric A. (1977). Soldiers in Politics: Military Coups and Governments, Englewood Cliffs, Prentice Hall, New Jersey. 
Özbudun, E. (1966). The Role of the Military in Recent Turkish Politics, Center for International Affairs, Harvard University. 
Özdağ, Ü. (1997). Menderes Döneminde Ordu-Siyaset İlişkileri ve 27 Mayıs İhtilali, Boyut Yayınları, İstanbul. 
Özdemir, H. (2008). “Siyasi Tarih (1960-1980)”, Türkiye Tarihi: Çağdaş Türkiye 1908-1980 (Ed. Sina Akşin), 4. Cilt, 10. Basım, Cem Yayınevi, İstanbul, s. 227-286. 
Seyhan, D. (1966). Gölgedeki Adam, Nurettin Uycan Matbaası, İstanbul. 
Stepan, A. (1971). The Military in Politics Changing Patterns in Brazil, Princeton University Press, Princeton. 
Ulay, S. (1969). Harbiye Silah Başına, Kitapçılık Ticaret Ltd. Şirketi Yayınları, Ankara. 
Yurdsever, N. (1983). Türkiye’de Askeri Darbe Girişimleri (1960-1964), Üçdal Neşriyat, İstanbul. 


T.C. Resmî Gazete. (1960). 1924 tarih ve 491 sayılı Teşkilâtı Esasiye Kanununun Bazı Hükümlerinin Kaldırılması ve Bazı Hükümlerinin Değiştirilmesi Hakkındaki 12 Haziran 1960 tarihli ve 1 sayıh Geçici Kanuna ek «Kurucu Meclis Teşkili» Hakkında Kanun (Yayın No. 10862). 
Erişim Adresi: 


 
***

8 Ocak 2015 Perşembe

27 MAYIS 1960' A NASIL GELİNDİ.. KAYNAYAN KAZAN ANKARA, BÖLÜM 7



27 MAYIS 1960' A NASIL GELİNDİ.. KAYNAYAN KAZAN ANKARA, BÖLÜM 7



İNÖNÜ KURMAYLIĞINDA KARŞI DEVRİMİN TEZGAHLANIŞI

LİDERSİZLİK VE ÖRGÜTSÜZLÜK 

Milli Birlik Komitesi yukarıda anlatılan kargaşa içinde kurulup çalışmalarını körün değneğiyle sürdürmeye başlamıştı. Şüphesiz, kurulu sistem de kendi karşı reaksiyonlarını gösterecekti. 

Sistemin en çok oy alan partisi DP kapatılmış, tüm milletvekilleri de Yassıada'ya gönderilmişti. 27 Mayıs'ı basit bir hükümet darbesi olmaktan çıkaran genç subaylar ve üniversite gençliği ile şehir halkı “birinci raundu” kazanmışlardı. Yolsuzlukların üzerine gidilerek, “köklü değişikliklerin” yapılmasını talep ediyorlardı. Ama lidersiz ve örgütsüz idiler, üstelik hedefleri de net değildi.

BÜYÜK SERMAYE – İSMET PAŞA – GENÇ SUBAYLAR
Oysa, mevcut sistemin örgütlü, hedefleri belli ve de uluslararası sermaye ile güçlü bağları olan “Büyük Sermaye” sınıfı vardı. Lider derseniz, koskoca “Kurtuluş Savaşı kahramanı İsmet Paşa” tam bu kargaşa için biçilmiş kaftandı.

Ama, daha önce İnönü'yü lider olarak görmek isteyen Tevfik Subaşı gibi bir yüzbaşı bile ihtilalden büyülenmişti.

“Eylem hazırlıklarının kuvveden fiile dönüşmesi safhasında öğrenildi ki, CHP, askeri kullanabilmenin davranışları, hazırlıkları içerisindedir. İktidarın zafiyetinin üzerine giderken, ordunun Atatürk'e ve onun ilkelerine olan bağlılığından istifade etmenin zamanı geldiği kanaatleri pekişmişti. Asker, el koyacak ve devrimlerin sadık bekçisi CHP'ye "Buyurun" diyecek. Çoğumuz şoke olmuştuk.

İhtilalin beklenmedik bir şekilde direnişsiz gerçekleşmesi ve iktidarın alelacele kurulan bir komite ile yürütülme sorumluluğunun üstlenilmesi, bu sefer de iktidar bekleyen CHP'de şoka sebep olmuştu. Devlet yönetimini bilmeyen gençleri, zamanla etki altına alıp yönlendirmenin kolay olduğunu tahmin ediyorlardı. Gerçekten CHP sempatizanı veya taraftarı olan bazı komite üyelerinin, zaaflarından da istifade pekala mümkün görünmekteydi.” 

Bu nedenle, alttan alta kışkırttığı 27 Mayıs İhtilali’nin açıkça başına geçme inisiyatifini gösteremeyen İnönü, artık istese bile kolay kolay ipleri ele alamayacaktı. Moment kaçmıştı. Komite içindeki bir sürü subayla iyi bağları olduğu halde, genç subaylar iktidarı altın tepsi içinde kendisine sunmamışlardı. Uygun zamanı yaratmak zaman alacaktı.

Oysa bir kaç uyduruktan mahkeme kurulup, bir kaç D.P.'li yargılanabilirdi. Belki de mahkemeler uzatılıp ihtilalin gürültüsü dinince bu davalar da unutulmaya terk edilebilirdi. Ama genç subaylar üzerine üzerine gidiyorlardı.

“(Haziran ve Ağustos 1960 tarihlerinde soygun ve suiistimallerin araştırılması amacıyla Mal Beyannameleri doldurmaları istenmesi üzerine) Yepyeni bir muamele ile karşı karşıya olduğumuzu anlamakta güçlük çekmedik...

Mal Beyanı talebinin dışarıda serbest olan bazı şahıslara da yapıldığını öğrenmiştik. Bunlar daha ziyade DP’nin Genel Kurul üyeleri, il, ilçe başkanları gibi milletvekili olmayan ileri gelenleri ile, partiye sempatisi ve yakınlığı bilinen veya öğrenilen tüccarlar, sanayiciler vs., devlet dairelerinin valilik, kaymakamlık, genel müdürlük, müsteşarlık gibi yüksek kademelerinde vazife almış olanlardı.

... Özel şekilde teşkil edilmiş bir takım heyetlerin zorla evlerimize girerek halılarımızın metrekarelerini ölçtükleri, gümüşleri tartıp ayar ve kilolarını tespit ettikleri, antika ve ziynet eşyası için bilhassa davet ettikleri bazı kişilere hayali rakamlar halinde kıymetler biçtiklerini...” 

Biçilen kıymetlerdeki rakamların hayali olup olmadığı bilinmez ama, bu rakamlar radyodan hemen her akşam “Hırsızlar Kervanı” adı altında yayınlanıyordu. 

KURMAYLIK
Şu Menderes de sistemin kurallarını fazlasıyla çiğnemişti! Şimdi de bu genç subayları hizaya getirmek ona düşmüştü. Ve İsmet İnönü kolları sıvadı.

“..İnönü 27 Mayısçıları ilgiyle, hatta kuşkuyla izliyor, başarıya ulaşmalarını istemiyordu hiç. Yanlışlarını görünce gülümsediğini anlatırlar. “Bırakın ne kadar hata yaparlarsa, o kadar çabuk giderler” demiş!.. Yıpratmaktan da geri kalmazdı CHP'liler” 

“Cumhuriyet Halk Partisi sahneden çekilmek bir yana, öne çıkmak çabasında. Çok ilginç sahneler seyrettik, sözler dinledik CHP'lilerden. İhtilalin gerçek yapıcısı gibi göğüslerini kabartarak yürüyorlardı. Çoluk çocuğun politikaya aklının ermeyeceğini söylüyorlardı. Seçimlerin bir an önce yapılmasında sayısız yararlar olduğunu anlatıyorlardı. Çoğu CHP'li iktidar görüntüsündeydi. Tatsız olaylara yol açmaktan geri kalmıyorlardı. Olayların ters tepkilerini anlamak uzun sürmedi, ama neye yarar!..” 

Esas kurmaylık şimdi başlamıştı işte. Zaten birbirlerine parantezli olan “kurmay”lar birbirine düşürülüp, birbirlerine yedirtilecekti. İçlerinden bazılarına, özellikle kendisine yaranma duygusuyla tatmin olanlara azıcık koltuk vermek yetecekti. Sonra onların da hesabını kendisi görürdü.

Şimdi, komitenin en zayıf noktasını bulup oradan yüklenilmeliydi. Şüphesiz siyasi tecrübesi olmayan genç subaylar yığınla hatalar yapacaklardı. Önemli olan aralarındaki dayanışmayı kırmaktı.

KOLAY LOKMA VE 14’LERİN TASFİYESİ
Oysa komite üyeleri arasındaki dayanışma ruhu kırılmaya başlamıştı bile. İnönü'nün açıkça ortaya çıkmaması, artık kurulmuş olan MBK üyelerinin eğilimlerinin ortaya çıkmasını geciktiriyordu. Dolayısıyla MBK dışarıdan oldukça güçlü görünüyordu. Fakat, Türkeş'in Başbakanlık Müsteşarlığı gibi önemli bir makamı komitenin onayı olmadan işgal etmesi ise M.B.K.'sinin en zayıf noktası olarak apaçık sırıtıyordu.

Alpaslan Türkeş:

“.. Ben o günlerde en güçlü kişiydim. Ve ihtilal olur olmaz da, Başbakanlık Müsteşarlığı’nı işgal ettim. Diğer arkadaşlarım, Başbakanlık Müsteşarlığı’nın önemi hakkında bir fikre sahip değildiler.” 

Türkeş’in ihtilalin en güçlü kişisi olduğu tartışılır da, Başbakanlık Müsteşarlığı’nı arkadaşlarının onayını almadan Cemal Gürsel’e yakın olmanın verdiği avantajla işgal ettiği kesindir. Gücü saat 03:00 da başlayan 27 Mayıs İhtilali’nin bildirisini Ankara Radyosu’nda 05:25 te okumasından kaynaklanmıştı!! Hareket sonrası bu 2 saatlik gecikme sorun edilmedi. Tüm kurmayların işine gelmedi. Onun güç kaynağı Cemal Gürsel, bir süre sonra onu Başbakanlık Müsteşarlığı koltuğundan alırken ve daha sonra da 13 Kasım’da yurtdışına yollayan kararnameyi imzalarken başka hiç bir “güç”ün kılı kıpırdamayacaktı.

Türkeş'in, uyanıklık yapıp Başbakanlık Müsteşarlığı’nı kapmasıyla birlikte komite içinde tepkiler de başlamıştı.

Bir yandan da, genç subay tepkisini temsil etmeye çalışanlar, iktidarı hemen İnönü'ye bırakmak istemiyorlardı. Ordu içinde İnönü'nün “devrimci” yanı tartışılır hale gelmişti ve genç subaylar Atatürk'ün bıraktığı yerden “devrimlere” devam edilmesini istiyorlardı. 

Ümit Özdağ:

“14 ler belirli bir fikir sistemi önermemek ile birlikte, bünyevi reformlar yapmak istemekle belirginleşmektedirler.

Hem “Sosyalist eğilimli” olarak tanınmaktadırlar, hem “Turancı” olarak tanınmaktadırlar. CHP yanlısı basın Türkeş'in Turancılığını gündeme getirirken, Özdağ'ın danışmanlarının 'anti-parti' fikirlere sahip Sosyalist aydınlar olduğunu yazmaktadır. (Akis 24 ekim 1960)

Tartışma, Komite’nin iktidar süresini uzatıp ilk öğretim seferberliği, toprak reformu, sağlık işlerinin sosyalizasyonu, ticarette liberalizm yerine devletçiliği getirecek eylemlerde bulunup bulunmama meselesidir. (Yön 20 aralık 1961 Abdi İpekçi). Radikallere göre hiçbir parti ülkenin ihtiyaç duyduğu bünyevi reformları yapacak durumda değildir. Çünkü hepsi küçük bir azınlığın menfaatlerine hizmet etmektedirler.

Radikaller için DP ile CHP'nin hiç farkı yoktur. CHP sözde halkçıdır. Halktan kopmuştur, eşrafa dayanır, eşrafın menfaatini korur. CHP lafzen devrimcidir. CHP'nin devletçiliği, devlet kapitalizmi ile bürokrasi yaratıp devleti daha hantal, kabiliyetsiz bir cihaz yaratmakla sonuçlandırmıştır. CHP'nin Cumhuriyetçilik prensibi demokratik değildir. Plütokratik bir oligarşi (ağa-paşa demokrasisi) ile memur saltanatı ve aydın diktası, askeri idare arasında yalpalayan bir inançsızlık halini ifade etmektedir' değerlendirmesini yapmaktadırlar. 

Dış politikada daha bağımsız davranılmasından yana olan radikallerin baskısı ile 16 Eylülde bir MBK bildirisi Ankara Radyosu’ndan yayınlanmıştır.

Bildiri ile Türkiye'nin “Milli Kurtuluş Savaşları’nı” özellikle de Cezayir'in Fransa'ya karşı savaşının desteklendiği bildirilmiştir. Bu arada Erkanlı yurt gezisi sırasında “Amerikan Emperyalizminden” bahsetmiş, ABD'nin Türkiye'ye karşı Emperyalist bir Siyaset izlediğini ileri sürmüştür. (Vatan 30 Eylül 1960 )

Ekimin birinci günü gazetelerde Gürsel'in Komite içinde dikta yanlılarının olmadığını, Komite’nin ikiye ayrılmadığını anlatan bir demeci çıkmıştır. Oysa Komite hem bölünmüştür, hem birbirine eskisinden daha fazla kızgındır. Bu kızgınlık bir Komite toplantısında Madanoğlu ile Özdağ arasında sert bir tartışma çıkmasına neden olmuştur. Bu tartışmadan sonra Madanoğlu uzun bir süre Komite toplantılarına uğramamıştır.

Esin'in başkanlık yaptığı Komite toplantısında Özdağ, milletin kaderini değiştirme ve devrim üzerine bir konuşma yaparken, Madanoğlu oturduğu yerden müdahale ederek: “Biz bu uzun işleri bırakalım, bizim bunlara aklımız ermez. Vazifemiz DP iktidarını yıkmaktı, yıktık bitti. Çağıralım İsmet Paşa’yı iktidarı devredelim, biz de kenara çekilelim.” demiştir.

İSMET PAŞA’NIN KİRALIK ASKERİ
Özdağ'ın Madanoğlu'nun bu müdahalesine tepkisi sert olmuştur.

Muzaffer Özdağ:

“Paşam siz istediğiniz yere gidebilirsiniz, kimse sizi zorla tutmuyor. Zaten yanlışlıkla geldiğiniz ve bir türlü vazifenizi, fonksiyonunuzu idrak edemediğiniz bu topluluk bir İhtilal Meclisi’dir

Burada herkesin rütbesi ve sıfatı eşittir ve birdir; ihtilal meclisi üyeliği... Burası kışla değil, siz de general değilsiniz; oturduğunuz yerden müdahale etmeyin, fikriniz varsa, söz alın ve kürsüden söyleyin. Şunu da bilin ki biz İsmet Paşa’nın kiralık askerleri değiliz ve olmayacağız.

İhtilal İsmet Paşa’yı iktidara getirmek için yapılmamıştır. Her defa İsmet Paşa’ya iktidarı devretmekten bahsediyorsunuz.

Kimin malını kime veriyorsunuz. Milli Birlik İktidarı’nın gerçek sahibi Türk ordusudur, biz onun temsilcisiyiz.

İktidarı zamanı gelince yapılacak seçimleri kazanana devrederiz; önce devrimler yapılacak sonra da seçimler”

Özdağ'ın konuşması Madanoğlu'na bir cevap olduğu kadar Komitenin CHP'li ve Demokrat kanatlarına da Radikallerin ilk açık taarruzudur.” 

Dolayısıyla, bir şekilde MBK koltuğuna oturmuş, statüko ile pek bir sorunu olmayan ve İnönü'yü başa getirerek itibarlarını sürdürdürmeye çalışacak eğilimin karşısında genç subayların devrimci eğilimlerinden güç alan komite üyeleri de Türkeş'le aynı görüntüyü vereceklerdi: “Siyasi hırslara kapıldılar, gitmek istemiyorlar.” 

İktidarın bir an evvel sivillere bırakılması yönünde yerli - yabancı baskılar artıyordu. 

O şartlarda iktidarın sivillere bırakılması aslında, tek örgütlü sivil güç olan “Büyük Sermaye'ye” bırakılması anlamına geliyordu. Bunu tam olarak böyle yorumlamasalar da, genç subayların bir kısmı iktidarın sivillere bırakılmasından önce, Atatürk'ün ömrünün yetmemesinden dolayı yapılamadığını düşündükleri bazı hamlelerin (örneğin toprak reformu gibi) başarılmasını istiyorlardı.



İSMET PAŞA’NIN KEMİĞİ

CHP'nin Komite üyelerinin ihtilalden sonra hayatları garanti altına alınırsa, iktidarı bırakmaları daha kolay olur şeklindeki görüşü yaz başında şekillenmiştir. Ecevit'in, Ulus Gazetesi’nde savunduğu tabii senatörlük fikri Komite’de benimsemiştir. Sonbaharda konu tekrar gündeme gelmiştir.

14 Ekimde Gürsel’in başkanlığında toplanan Komite’de Milli Birlik Partisi ve tabii senatörlük ele alınmıştır.

Ahmet Er teklifi sert bir şekilde eleştirmiştir:

“Bu bir siyasi rüşvettir, İsmet Paşa’nın iktidarı elimizden almak için bize uzattığı bir kemiktir. Ve modern hiçbir memlekette böyle bir müessese yoktur. Bu bizim yeminimize de aykırıdır. Biz millet önünde hiçbir karşılık beklemeden millete hizmet edeceğimize yemin ettik. Onun için tabii senatörlük diye bir şey kabul edilemez. Biz kendimizi millete adadık.” demiştir.

Tartışmalardan sonra tabii senatörlük teklifi 26 oyla reddedilmiştir

Komite üyeleri CHP'nin senatörlük teklifini reddetmişlerdir. Ancak Komitenin Başkanı, 17 Ekimde basın toplantısında Cumhurbaşkanlığı’na adaylığını ilan etmiştir. Gürsel: “Millet bana zaten başvurarak Cumhurbaşkanlığı’nı asla bırakmamamı, bu görevde kalmamı istiyor. Eğer milletin arzusunu ciddi, samimi ve çoğunluğun isteği olarak kabul edersem vazifeden kaçmam.” demektedir. Gürsel'in bu açıklamasının hemen ertesi günü Komitenin CHP kanadından Kuytak ve Acuner İnönü ile pazarlığa oturmuşlardır. 18 Ekim saat 20.30'da Kuytak ve Acuner, Afet İnan'ın evinde İnönü ile buluşmuşlardır.

İnönü'den istedikleri İnönü'nün Cumhurbaşkanlığı’na adaylığını koymamasıdır. CHP'liler de Cumhurbaşkanlığı seçiminde, ister halkoyu ile ister parlamento oyu ile olsun, oylarını Gürsel’e vermelidirler. İnönü, Kuytak ve Acuner'in teklifini kabul etmiştir. Ancak “Cumhurbaşkanı halkoyu ile seçilmemelidir. İnönü'nün başka hiçbir şartı yoktur.” 

14 lerin tasfiyesinden sonra yapılan seçim sonrası, MBK üyeleri ömür boyu sürecek biçimde Senatör, Cemal GÜRSEL Cumhurbaşkanı ve İsmet İnönü Başbakan olmuştur. Kısacası MBK üyeleri siyasi rüşveti kabullenmişler ve İsmet Paşa’nın kemiğini almışlardır. Neye karşılık? Ordu gençliğinin devrimci ruhunu peşkeş çekerek..

İlerdeki yıllarda, rüşveti kabul eden Büyük Sermayenin oltasına takılan “27 Mayıs İhtilalcileri”, Harbiye’nin uçaklarla taranıp harbiyelilerin kurşunlanmasını, iki subay arkadaşlarının asılmasını, 70’lerde Denizler’in asılmasını, öğrenci gençliğin yok edilmesini tabii senatör koltuklarında oturarak el kaldırıp indirerek izlemişlerdir. “27 Mayıs Anayasası yok edilirken” kendi deyimleriyle “27 Mayıs devriminin muhafazasını” yapmışlardır. 12 Eylül 1980 de ortaya çıkan “Silah ve Dava arkadaşları” “görevi ve bayrağı“ onların elinden almış; Onlar’ın koltuklarına oturmuşlardır.

KONTROLDEN ÇIKAN GENÇ SUBAYLAR
İlk başlarda sadece baskıcı tutumundan dolayı DP'nin düşürülmesi amacıyla yola çıkan genç subaylar yavaş yavaş ülkenin sorunlarına kafa yormaya başlamışlardı. 

Atatürk'ün Türkiye'sinin çağdaş dünyanın gerisinde kalmasını kendilerine yediremiyorlardı.

Aydemir 8 Ağustos 1960'ta Türkiye'ye döndüğü zaman kafasında bir sürü soru işareti vardı

Özellikle beraber ihtilal planları yaptığı arkadaşlarının kendisini nasıl karşılayacakları, hangi görevi vereceklerini merak ediyordu. Dündar Seyhan'ın aksine, anılarında, yurtdışında olduğu için Milli Birlik Komitesi'ne alınmamasıyla ilgili en ufak bir yakınma yoktur.

Kendisinin istediği görev “Milli Savunma Bakanlığı Genel Sekreterliği” kadrosudur. 20 senelik tecrübesine dayanarak orduda yapılmasını gerekli gördüğü ıslahat hareketinde yer almak istemektedir. Ama Harp Okulu Kurmay Başkanlığı'na tayin edilir. 

Aydemir, komitedeki arkadaşlarıyla karşılaştığı zaman önce havayı anlamaya çalıştı. Hepsi ile ayrı ayrı konuştu. Kimisinden yakınlık, kimisinden soğukluk görüyordu. Karşısına hemen Türkeş sorunu çıktı.

Talat Aydemir:

“(Türkeş) ‘Sen Kore'ye gittikten sonra Komite ne durum aldı. Sana bunu geniş bilgi vererek anlatacağım. Kimseyi dinlemeden beni dinlersen daha iyi olur’ dedi. 

Biraz sonra ayrıldık, ben Sezai'nin yanına döndüm, öğle yemeğini beraberce mecliste yedik, yemek salonunda Osman Köksal, Ekrem Acuner de vardı. Osman Köksal, Türkeş'in durumu hakkında bilgi veriyordu. Bana dönerek: ‘Hayatta bir tek hata yaptın. O da Türkeş'i içeriye soktun’ dedi. Çünkü Türkeş'i komiteye ben Elazığ'dan yazıp teklif etmiştim. Ekrem de tasdik etti. 

Ben de kendilerine aynen şöyle söyledim: ‘Evet, içinize soktum, fakat ben Kore'ye gittikten sonra siz aranızda, ona neden bu kadar fırsat verip sivrilttiniz, niye frenleyemediniz?’

Sonra şöyle bir şart koştum.

‘Yegane endişeniz bu ise, ben onu hareketlerinden frenlerim, olmazsa hayatım pahasına da olsa ona bir çare bulurum.’ dedim. 

Ekrem Acuner güldü. Ben o anda her şeyi anlar gibi olmuştum. Hemen inceden inceye etrafı tetkike koyuldum. Türkeş'in Başbakanlık Müsteşarlığı herkesi ürkütmeye başlamıştı.” 

İnönü'nün stratejisinde ilk taktik adım meyvesini kısa zamanda verecekti.

CHP milletvekilleriyle ve basınla kuşatılmış komite üyelerinin kafaları karmakarışıktı ve birbirlerine giriyorlardı. Türkeş kolay lokmaydı ve hedef alınması için çok açık veriyordu. Gizli arşivlerden bulunan 1944 yılında “Turancılıktan” yargılandığı haberi her yerde yayılıyordu.

Talat Aydemir:

“Hiç bir görev kabul etmeden komitenin çalışma tarzını incelemeye koyuldum. İlk anda bir ahenksizlik göze çarpıyordu. Hiç bir beyanat birbirini tutmuyordu. Ortada bir Türkeş muamması vardı. Başbakanlık müsteşar makamını işgal etmesi herkesi ürkütüyordu.

Çünkü orada Türkeş her şeye hakim durumdaydı. İlerisi için tehlikeli olarak görülüyordu. Onun için arkadaşlarla olan görüşmelerde O’nun oradan uzaklaştırılmasına karar verildi. Bu işi, Orgeneral Cemal Gürsel'e anlatmak icap ediyordu. Bu görevi Osman Köksal ile Sezai Okan üzerine aldı ve layıkıyla yaptılar. Nihayet Cemal Paşa Türkeş'i değiştirmek için karar vermişti, o sırada bütün komite üyeleri de Anadoluda yapacakları gezi programına göre hazırlıklar yapıyorlardı.” 

Türkeş ve arkadaşları ise birlik birlik dolaşıp taraftar toplamaya çalışıyorlardı. Muzaffer Özdağ, Rıfat Baykal, Dündar Taşer, Harp Okulu başta olmak üzere, diğer birliklerde özellikle genç subayları etkileyebilmek için yoğun çaba harcıyorlardı. 

Harbiyeli Önder Aydınlı:

“27 Mayıs’tan hemen sonra gelmiştim Harbiye’ye Kuleli’ den.. Ve işte ilk örgütlenmeler MBK’nin 14’ler kanadının Harbiye ile devamlı temas kurmasıyla başlamıştır. Eğer 13 Kasım’da Komutan Albay Talat Aydemir basiretli davranmasaydı, 21 Mayıs’ta General Kemalettin Eken’in başına gelenler* O’nun da başına gelebilirdi.”

GENÇ SUBAYLAR BİRBİRİNE DÜŞÜRÜLÜYOR
Süvari Yüzbaşı Nusret Kocabey :

“12 Kasım 1960 günü saat 21:00’a doğru yatmaya hazırlandığım sıra Yılmaz Akkılıç geldi, üzgün ve düşünceli bir hali vardı. Bana: ‘Ersü bugün, akşam üzeri alay lokaline geldi. Ayrılırken beni ve beraber gelmek isteyen Turan Odabaşı’nı da arabasına aldı. Evlerimizin hizasında arabadan inerken Vehbi Bey bana usulca ‘yemekten sonra eve gel’ dedi. Vehbi Beyin evinde konuştuklarımızı, neyi kastettiğini nakletmek güç, ağzının içinde bir şeyler yuvarladı, konuştuklarımızdan kimseye, hatta size bile bahsetmememi tembih etti. Evvela gelişi güzel mevzular üzerinde konuşuyorduk, laf arasında ‘Bşk Cemal Gürsel’in bir karar aldığını, henüz mealine muttaki olmadığını iki üç güne kadar bir hareket beklendiğini bu gibi hareketlerin sabaha karşı yapıldığının unutulmaması lazım geldiğini’ söyledi. Ne kadar üzerinde durduysam da ağzından başka laf alamadım, birde ‘Tank Taburu’nu göz altında bulundurun’ diye bir söz sarf etti! Yüzbaşım ben bu işten bir şey anlayamadım, siz ne dersiniz’ dedi.”

Muhtelif ihtimaller üzerinde konuştuktan sonra bazı ihtimalleri sigara paketinin arkasına yazdım.

1. Komite çoğunluğu, Türkeş taraftarlarını tasfiye edecekler

2. Türkeş taraftarları C. Gürsel ve V. Ersü’yü kendi saflarına aldılar, karşı tarafı tasfiye edecekler.

Birinci şıkkın tahakkuk etmesini temenni ettik.



13 Kasım 1960 saat 05:00 sıralarında sokak kapısına vurulan sert darbelerle uyandım, kapının penceresinden baktım. Bir er: ‘Alay komutanı arkadaşlarını da alsın alaya gelsin diyor’ dedi. Mümkün olduğu kadar çabuk giyindim. Evvela bitişik oturduğumuz Yzb. L. Dedeoğlu’nu sonra 4 numarada oturan Y. Akkılıç’ı uyandırdım. Haberciye ‘Git diğer arkadaşları da uyandır ve alarm verildi de’ emrini verdim.

Alay Kh. Binası önünde Yb. R.Çölok’la karşılaştım. Beni bir kenara çekti. ‘Radyo bu haberi verinceye kadar kimseye bahsetme, komitede tasfiye var. 14 M.B.K. üyesi emekliye ayrılıyor. Çok sık yerleştireceğin nöbetçileri ve kuvvetli bir devriye ile Kışla kuzeyini emniyete al, yanıma gel’ dedi.

Saat 06:30-07:00 sıralarında Tnk.Yzb. Cahit alaya geldi. ‘Tank Tb.undan geliyorum, Ankara K.lığınca bana Tb.a git, komutayı bir yarbay alacak. Onun emrine gir demişlerdi. Halbuki Tb.da tanımadığım bir binbaşı var şimdi ne yapmalıyım’ dedi. Ankara K.lığına telefon ettik. ‘Bnb. Haldun tabura, komuta etmek üzere vasıl olmuştur’ dediler. Yarbay Reşit Çölok bana döndü: ‘Yüzbaşı’yı yanına al, kendi usulünce tabura gir, durumu anla bana da bildir’ dedi. Söyleneni yaptım.” 

Genç subayların İnönü’ye bağlılıkları, O’nun tarihi şahsiyetine güvenleri, İnönü’nün karşı devriminde vurucu güç olarak kullanılmalarını sağlayacaktı.

Fethi Gürcan; mesleğine olan bağlılığı, siyasi iddiası olmaması, komite üyelerinin çoğunun arkadaşı olmasıyla memlekette işlerin kötü olması arasında sıkışıp kalmıştı. Bu çelişkilerden çıkamayınca sağlığı bozulmaya başladı. Oyunu anlamıştı. Ancak bir çıkış yolu bulamaması onu kahretmekteydi. Gittikçe hastalığı arttı. Doktora gittiğinde tüberküloz teşhisi konuldu hastalığına. Halk dilinde verem olmuştu üzüntüsünden. Gülhane Hastanesi’ne yatırıldı. O kışı hastahanede geçirecekti. 

Türkeş ve bazı MBK üyelerinin diğer Komite üyelerinden habersiz yapılan toplantıları dikkat çekici olmaya başlamıştı.

Bazı komite üyelerini komiteden atabilmek için yeniden ihtilal hazırlıklarına başlamışlardı. Toplanıp toplanıp bu konuda tartışıyorlar, planlar yapıyorlardı. Ama toplantı yapmak başka ihtilal yapmak başka idi.


Dündar Seyhan:

“... Kabibay, Erkanlı, Türkeş ve çevremizdeki diğer arkadaşlarla, tereddütsüz olarak başka bir hal çaresi kalmadığında birleşiverdik.

Komiteden, ihtilalin gayelerine aykırı çalışmaları görülen dört - beş kişinin memleket dışında mecburi ikamete gönderilmesi meseleyi kökünden temizleyecekti. Herkesin çekinmeden kabullendiği bu kararın uygulanması, kilit mevkilere yerleştirdiğimiz eski ihtilalcilerin de desteği ile kolaylıkla icra edilebilecekti. Her şey hazırdı. İş, gün ve saatini tespit etmeye kalmıştı.

... Karar, bu sefer bizim aramızda tartışma konusu olmaya başladı. Hepimiz başka bir şekil göremiyorduk. Ya onlar gidecek, ya biz temizlenecektik.

Fakat iş, kararın uygulanması sorununa dayanınca çekimserlikler doğuyordu. 

“Eylül'ün başından beri, aramızdaki tek tartışma konusu, bu olmuştu. Her gece saat en az üçe kadar, çoğu zaman Türkeş'in odasında, birbirimize giriyorduk. Fakat, bütün bu çabalamalar, verilmiş kararın uygulanması için harekete geçmeye yetmiyordu” 

İnönü ekibi ise daha ihtilalin ilk günlerinden itibaren adım adım karşı-devrimi örmeye başlamıştı.

Zaten MBK Başkanı Orgeneral Cemal Gürsel, her önemli karar öncesinde İnönü’ye danışıyordu. Güç'e gelen insan, siyasi bir görev aldığında bu konuda tecrübesine inandığı İsmet Paşa'yı güçlü görmekten başka ne yapabilirdi?

MODERN Türk Ordusu’nun MBK'sine giren bu ANTİKA Kurmayları, kendilerine zoraki baş bulmakla ilk önemli hatayı yapmışlardı. Kendi içlerinde organize olmayı beceremeyen yine aynı antika yanları aralarında çatlaklar oluşturuyor, İnönü'nün hamleleri de aralarındaki bu çatlakları derinleştiriyordu.

İnönü, kendisi ortalıkta gözükmüyordu ama, “kendisini kurtarıcı olarak gören bazı subaylar” aracılığı ile “memleketi idare edebilecek kadro”nun “İsmet Paşa ve Partisi” olduğu fikrini yayabiliyordu. 

“Halim Menteş'in Türkiye'ye gelmesinden sonra, komitedeki havacılar belli bir fikrin savunucusu olarak ortaya çıkmışlardır. Onlara göre; iktidarın hemen devredilmesi hususunda millete verilmiş söz derhal yerine getirilmeliydi.

...Mevcut komite kadrosunun memleketi idare edebilecek nitelikte olmadığı fikrini ileri sürerdi. ...Ona göre, iktidar, İsmet Paşa ve partisine hemen devredilmeli, komite sahneden çekilmeliydi. ...Böyle bir kanaat taşımaları, havacıları, ister istemez Madanoğlu grubu ile gaye birliğine götürüyordu.” 

Bir diğer adım da, subayların ekonomik durumunu rahatlatmaktı. Bu konuda hızla kanuni düzenlemelere gidildi. 

Talat Turhan:

“Tabiîdir ki, 27 Mayıs'tan sonra çıkan kanunlar Silahlı Kuvvetler mensuplarını maddeten kalkındırmış ve bir çok garanti ve kolaylıkları hizmetlerine amade kılmıştır. Bu gerçeği inkar gayri mümkündür” 

Türkeş'in Başbakanlık müsteşarlığından alınmasının arkasından 13 Kasım 1960 karşı-ihtilali başlatıldı. 

TALAT AYDEMİR DE OYUNA GELDİ
Hedefin yalnız Türkeş ekibi olduğunu zanneden Aydemir bile bu hareketi alkışladı.

Talat Aydemir:

“..Menteş'e gittim. Binbaşı Emanullah Çelebi ile beraber beni evlerinin önünde bekliyordu. Otomobilimi değiştirerek Halim Menteş'in otomobiline bindim. Otomobilde üçümüz vardık. Jandarma Okulunun önüne doğru gelirken Halim otomobili durdurdu. Bana dönerek ‘Talat eskiden ettiğimiz yemini hatırla ve içinden tekrar et, sana ikinci tarihi kararı bildireceğim’ dedi ve verilen kararı açıkladı.

Buna göre: ‘Artık komite içinde tam bir birlik teşkil etmeye imkan yoktu. Sonuç daha kötüye gitmeden anlaşamadığımız arkadaşları komiteden ayırarak uzaklaştırmaya karar verdik. Bunlar emekliye sevkedilerek yurt dışına çıkarılacak ve bu hareket bu gece sabaha karşı tatbik edilecek’ dedi. Ben de derhal kabul ettim. Bana uzaklaştırılacak olanların listesini okudu. Hepsi dokuz kişi idi. Fakat o gece komiteden uzaklaştırılanların ondört kişiye yükseldiğini ertesi gün Cemal Madanoğlu’ndan emir alınca öğrendim.” 

Aydemir de tuzağa düşen kurmaylardandı. 

Kendi ayağına basılmadan, 27 Mayıs ihtilalini yeme planının farkına varamayacaktı. Daha 13 Kasım sabahı MBK komitesinden uzaklaştırılacak üye sayısının 9'dan 14'e yükselmesi bile ayılmasını sağlamadı. Sıranın kendisine gelmesi gerekiyordu.

Talat Aydemir:

“Bir kısım öğrenciler okulda kalmıştı. Saat on sıralarında Sıtkı Ulay Paşa geldi, eski öğrencilerini havuz başına topladı ve onlara bir nutuk çekti. Ben pek dinleyemedim. Yalnız şu hava seziliyordu. Bu durum karşısında demek bana pek itimat edilmemişti. Çünkü ben Okul Kumandanı iken onun gelmemesi gerekirdi. Öğrencilere zamanında çok taviz vermiş olduğu için öğrenciler onu görünce çok şımarıyorlardı. Çok gereksiz konuşmalar olduğu için ben hiç bir zaman Sıtkı Paşa’nın yanına sokulmadım.

Öğle üzeri evime gittim. Saat 14 sıralarında Emniyet’e ait bir araba evin önünde durdu. Polis, şoförümle görüşerek Alpaslan Türkeş'in evinin nerede olduğunu sormuş. Fakat araba ben evden çıkıncaya kadar bizim kapının önünden ayrılmadı.

... Evimde olan telefon konuşmalarımı bile kestiler. Beni hariçten arayanlar telefon başında ilk önce Cemal Madanoğlu’nu buldular. Çünkü telefonumun oraya bağlanılması için emir verilmişti. Yeni esaslı tedbirlerin alındığının farkında bile olmamıştım. 

Bu tasfiye hareketinden sonra da Kara Kuvvetleri’nde bir tayin kampanyası başladı, listeler hazırlanarak on dörtlerin adamı olduğu gerekçesi ile bir çok subayın tayin listesi tanzim edildi. Beni de bu listelerden birinin başına Türkeş'in adamı olduğumu ileri sürerek koydular. Komitede kalan arkadaşlar zamanında duruma müdahale ederek kimsenin adamı olmadığım için bu yanlışlığı tam zamanında önlediler. Bu durumu duyar, duymaz derhal Meclise gittim. Arkadaşlara ‘Benim için yanılanlar diğerleri için de yanılırlar, bu şekilde tayinler yapmaya kalkmayın orduyu ikiye ayırırız, çok kötü neticeler doğar’ dedimse de kimseye dinletemedim.” 

TANK OKULU
Türkeşçilerin en yoğun oldukları yer Tank Okulu idi. 

Türkeş'in ırkçı düşüncelerine karşı, devrimci düşüncelere doğru yönelen süvariler 13 Kasım 1960 günü Tank Okulu'nun etrafını sarmışlardı.

Fethi Gürcan gibi genç subaylar da, CHP nin hakim olduğu basın ve Üniversite çevrelerinin propaganda bombardımanı etkisiyle, Türkeş ve çevresini karşı devrimci olarak görüyorlardı. Ne büyük diyalektik çelişkiydi. Ne büyük oyundu. İsmet İnönü ve generaller, 27 Mayıs’ın devrimci ruhunu taşıyan ordu gençliğini 13 Kasım’da birbirine kırdırarak geriye püskürttüler. 

Abdi İpekçi:

“İktidarda uzunca süre kalarak icraat yapmak isteyen gruptan Dündar Taşer, Ankara’daki tank taburu ile devamlı münasebet halindeydi. Birçok geceler tabur karargahında kalıyor, orada yatıyordu. Buna karşılık diğerleri Vehbi Ersü vasıtasıyla Süvari Alayını elde etmişlerdi. Gerginliğin kopacak hale geldiği günlerde Süvari Alayı, Tank Taburunun girişeceği muhtemel bir harekete karşı bazukalarını hazırlamış vaziyette bekletiliyordu.” 

Genç Subaylar farkında değildi ama karşı devrim hızla sürecekti. Karşı devrim herkesten fazla 27 Mayıs’çı görünmeye çalışırken 27 Mayıs'ın altını boşaltıyor, devrimci yanını, ruhunu boğuyordu. Genç süvari subayları da Türkeş'e karşı olduklarından bu oyuna gelmişlerdi.

Karşı devrim atağa geçmişti. 27 Mayıs adına 7 Aralık 1960'ta yeni Anayasa'yı oluşturup seçimleri hazırlayacak olan Kurucu Meclis oluşturuldu.

Bu sırada M.B.Komitesi'ne de son darbe vurulmak istendi.

Teyfik Subaşı:

“Kurucu Meclis'in açılmasının yaklaştığı günlerde, komitenin görevini bitirdiği gerekçesi ile, dağıtma girişimi sonuç vermedi ve olay gizlilik içinde gömüldü gitti.” 

MBK'sini dağıtma girişimi sonuç vermedi ama, 27 Mayıs gecesi en büyük gücü oluşturan 43. Süvari Alayı, süvariler 13 Kasım'da Türkeşçilere karşı tavır aldıkları halde Ankara'dan uzaklaştırılıp Siirt'e sürüldü

Nusret Kocabey:

“Söz geçirilemez durumuna gelmiştik. Tehlikeli olmaya başladık onlara göre. Gitmemiz daha elverişli olacak diye düşündüler o zaman ve aniden hiçbir jeopolitik nedene bağlı olmadan, stratejik taktik bir nedene bağlı olmadan Siirt’e intikalimiz kararlaştırıldı. Siirt’e gittik. 

Ben o zaman yeni kurulan hükümette, geçici hükümette, istihbarat bölümünde Cemal Madanoğlu’nun karargahında istihbarat Şube Müdürlüğü’nde görevliydim. Kurmay Yarbay Zeki Ergün, bir denizci, bir de ben (Nusret Kocabey) olmak üzere yorum yapıyorduk. Buradan hükümete yorumları götürüyorduk. Fethi de rahatsızdı. Hastalanmıştı. Hastanedeydi o günlerde.” 

14'LERİN TEMİZLENMESİ (SOSYALİZME VURUŞ) 
Hikmet Kıvılcımlı:

“Millî Birlik Komitesi, kendi içinde birlik miydi? Daha 27 Mayıs başarı kazanır kazanmaz, en başta 38 kişilik MBK içinden 38 parça gibi göründü. Altı ay geçmedi. Milli Birlikçiler ikiye bölündüler. M.B.K.'de yarıya yakın (kimine göre sekizde yedi) ‘muhalif’ üyelerden 14 birlikçi baskınla ayrılıp sınır dışına atıldı. 

Atılan 14'ler birlik miydiler? Hayır. Sonradan anlaşıldığına göre, 4'ü Türkeş çevresinde faşizan (kafatasçılığa eğilimli), 10'u Kabibay'la Erkanlı arasında ikircikli, halkçı göründüler. Ama, rahmetlik Cemal Gürsel Paşa, o zaman M.B.K. Başkanı, Devlet Başkanı, Silahlı Kuvvetler Başkanı sıfatıyla verdiği demeçte, bunların atılma sebebi açısından şöyle dedi: ‘İnsanı gayrı samimi beyanda bulunmak zorunda bırakıyorlardı!.’ Rahmetli Gürsel Paşa, basına şöyle bir bildiri vermişti: ‘Türkiye'de komünistlerin başarı kazanabileceklerini sanmıyorum. Ama, Türkiye için bir sosyalist partinin lüzumlu olduğuna inanıyorum.’ 

MBK başkanının bu ‘beyanları’ mı ‘gayrı-samimi’ idi? Anlaşılmadı. Yalnız, çok geçmeden, Türkiye'de sosyalistim diyeni haysiyet divanına verdiği halde, bir gün sosyalistliği kimseye bırakmayacak olan bir İşçi Partisi kuruldu. Ve rahmetlik Gürsel Paşa, Amerika'da komaya götürülmeden bir hafta önce, bir kuğu çığlığı gibi, ansızın: ‘Türkiye'de bir komünist partisinin kurulmasına lüzum vardır’ haykırışını yaptı. Ve uçakla Amerika'ya apar topar götürüldüğü günün akşamı, kendi cumhurbaşkanları Kennedy'yi kim vurduya getiren Amerika uzmanlarının hazakati sayesinde; bir daha kalkamayacağı komaya daldı. Öldü gitti. 

Ötede 14'ler, 2 yıl, 5'er bin lira maaşlı elçi danışmanlığı ile yurt dışında tecrübeye tabi tutuldular. Sansasyonel yasak buluşmalar yaptılar. İçeriden, dışarıdan birleşme denemelerine kalkıştırıldılar. Öngörüp birleşemediler. Yurda dönüşlerinde hepsinin ayakları suya erdi. Sosyal ve siyasi yönsüz hiç bir iş yapılamayacağını anladılar. Faşizmsi düşünenler CKMP'ye halkçımsı düşünenler CHP'ye, sosyalistimsi düşünenler TİP'e girdiler.” 

Kurucu Meclis, neredeyse CHP Meclisi olarak açılıyordu

Hikmet Bila:

“… Kurucu Meclis’te her yönden CHP ağırlığını göstermektedir.

Meclise siyasal partiler kontenjanı olarak 49 CHP’li, 25 CKMP’li girmiştir. Ancak, çeşitli meslek, işçi ve yargı kuruluşlarıyla illerden gelen temsilcilerin de çoğunu CHP’lilerin oluşturması nedeniyle, CHP, Kurucu Meclis’te üstünlüğünü sağlamıştır. İnönü ve CHP’nin yönetici kadrosu Kurucu Meclis’te yer almıştır.” 

14'lerin tasfiyesinden sonra siyasette ve orduda karışıklık daha da artmıştı. Ordu gençliğine, bir takım dedikodularla 14'lere karşı tavır aldırılmıştı ama, M..B.K.'sinin tümüne karşı bir tavır aldırılamazdı. Dağınık ta olsalar, Ordu ve Üniversite 27 Mayıs'ı sahiplenmişti. Kızsalar da, eleştirseler de M.B.K.'ni 27 Mayıs ruhunun temsilcisi olarak görüyorlardı. Üstelik, rakip güçler de dağınıktı. 

Dolayısıyla, M.B.K.'nin tamamen tasfiyesine, ne Kurucu Meclis'in ne de Cemal Gürsel'in gücü yeterdi. Çünkü İnönü hala otorite olarak açıkça ortaya çıkmaya cesaret edemiyor ve suyu daha da bulandırmaya uğraşıyordu. Hiç kimsenin işin içinden çıkamayıp kendisine muhtaç olacakları zamanlamayı sürdürüyordu.


..