5 Aralık 2018 Çarşamba

27 MAYIS ASKERİ DARBESİ SONRASINDA ORDU İÇİNDE İKTİDAR MÜCADELESİ., BÖLÜM 2

27 MAYIS ASKERİ DARBESİ SONRASINDA ORDU İÇİNDE İKTİDAR MÜCADELESİ., BÖLÜM 2



5. 27 MAYIS REJİMİNİN RADİKAL UZANTISI: SİLAHLI KUVVETLER BİRLİĞİ 

27 Mayıs darbesinin üzerinden bir yıl geçmesinin ardında siyasal yaşamda normalleşme süreci başlamış, CHP’nin yanı sıra Demokrat Parti geleneğini politik miras olarak kendi üzerine devralan Adalet Partisi (AP) sivil siyasetin öne çıkan iki önemli aktörü olmuştur. Dikkat çekici bir diğer gelişme ise AP’nin genel başkanlığına, 27 Mayıs darbesine karşı mesafeli durmasıyla bilindiği için Milli Birlik Komitesi ile arası pek de iyi olmayan ve Genelkurmay Başkanlığını 
yürütürken komite tarafından emekliye ayrılarak tasfiye edilen Ragıp Gümüşpala’nın getirilmesidir. 

Asker kanadına bakıldığında ise Milli Birlik Komitesi üyelerinin bölünmesine neden olan hadiseler ağı, ordu içerisindeki bazı genç komutanları endişelendirmeye başlamıştır. Komite üyelerinin bir kısmının tabii senatörlük veya milletvekili olma arzusuyla siyasi ikbal peşinde koşarken, orduyu bu gayelerine ortak etmeye çalışmaları orta ve alt kademedeki subay kadrosunun tepkilerini çekmelerine sebep olmuştur. Bu çerçevede Ankara ve İstanbul’da 
çoğunluğu albay rütbesinde bulunan bazı subaylar; ordunun siyasete karıştığını, emir ve kumanda zincirinin koparılmaya çalışıldığını iddia ederek birtakım tedbirler alınmasını istemişlerdir (İsen, 1964, s. 15). Öte yandan 27 Mayıs’ın komuta kademesinin subay kadrosunun gönlünde yatan, arzuladığı reformları gerçekleştirememiş olması zaten var olan memnuniyetsizliği daha da ileri boyutlara taşımıştır. 

Aktif komuta mevkilerindeki üst rütbeli subaylar da bu tehlikenin farkına varmış ve ordu bünyesindeki bütün rahatsız zümreleri bir araya toplayıp kontrol etmek amacıyla bir şemsiye örgüt oluşturarak tepkilerin önüne geçmeye çalışmıştır (Ahmad, 2007, s. 217). 1961 yılının Nisan ayında, ordunun birliğini ve disiplinini temin etmek hedefi ile kurulan bu çatı örgütlenmenin ismi “Türk Silahlı Kuvvetler Birliği” olarak belirlenmiştir (İsen, 1964, s. 15). 
İlerleyen süreçte Genelkurmay Başkanı Orgeneral Cevdet Sunay’ın da bu yapılanmanın üyesi olacağının göz önünde bulundurulması, örgütün etki alanının ulaştığı noktayı göstermesi açısından oldukça fikir vericidir. 

Silahlı Kuvvetler Birliği oluşumunun amaçları; Milli Birlik Komitesi’ni doğru yola 
sevketmek ve onu ordunun saygınlığını sarsıcı hareketlerden men etmek, ordu içinde yapılan tasfiyelerden sonra ortaya çıkan grupları birleştirmek ve emir kumanda zincirine bağlamak, politika ve politikacının orduya sızmasına engel olmak, süratle seçimlere gitmek ve idareyi milli iradeye teslim etmek olarak özetlenebilir (Deniz, 2003, s. 21). Buna ek olarak her komutanın ve subayın yalnızca kendi üstünden emir alması, ordu dışındaki hiçbir siyasi gücün etkisinde kalmaması istenilmiştir (Yurdsever, 1983, s. 122). 

Silahlı Kuvvetler Birliği örgütünün her bir ünitesi kendi içerisinde ayrıca örgütlenmiş; böylece tümen, kolordu, ordu, kuvvet komutanlıkları, Genelkurmay ve Deniz Kuvvetleri ile yüksek okullar asli görevlerinin dışında 27 Mayıs yönetimine katkıda bulunma amacını taşıyan bir kurumsal ağ içinde yer almışlardır. Örgütün İstanbul kolunda Faruk Gürler, Ankara kolunda ise Talât Aydemir başı çekmiştir. Toplantıların gündeminin belirlenmesinde ve alınan 
kararlarda bu iki kumandanın rolü oldukça büyüktür. Yapılan toplantılarda çeşitli yöndeki siyasal gelişmeler istihbarat hâline dönüştürülmüş, hazırlanan istihbarat bültenleri komutanlara ulaştırılmıştır. Örgütün kontrol altında tuttuğu hedefler; Milli Birlik Komitesi, CHP, AP ve diğer partilerin faaliyetleri, Kurucu Meclisin çalışmaları ve ordu içinde 14’lere dayalı genç subayların faaliyetleri şeklinde özetlenebilir. Ankara’daki toplantılarda ağırlıklı olarak DP’nin devamı olarak kurulan, ordu kumandanı iken emekliye ayrılan Ragıp Gümüşpala’nın kurduğu 
AP’nin faaliyetleri ve CHP’nin Milli Birlik Komitesi ile olan ilişkileri gündeme gelmiştir (Deniz, 2003, s. 22-23). 

AP’nin, Demokrat Parti’den doğan siyasi boşluğu doldurarak açıkta ve sahipsiz kalan merkez sağ seçmeninin oylarının toplanma merkezi hâline gelmesi, Milli Birlik Komitesi ve CHP tarafından temkinli ve endişeli şekilde takip edilmiştir. Olası endişelerin temel dayanak noktasını, Adalet Partisi’nin ‘intikamcı’ bir bakış açısıyla gündemi yorumlayıp, devrik DP üyelerinin yeniden siyasete dâhil olabilmesi için izledikleri gerilim stratejisi oluşturmuştur. 
Ancak üçüncü bir güç merkezi olarak ortaya çıkan Silahlı Kuvvetler Birliği, hem 27 Mayıs darbesinin doğrudan muhatabı olarak tanımladığı Demokrat Parti çizgisinin devamı olan AP’yi hedef almış, hem de 27 Mayıs’ın “ruhu” ile örtüşmeyecek faaliyetler içerisinde bulunduğunu ve bu hareketi hedeflerinden saptırdığını düşündükleri CHP ve Milli Birlik Komitesinin karşısında bir duruş sergilemiştir. Tüm bu süreç Silahlı Kuvvetler Birliği içerisinde yeniden bir 
askeri darbe yapılmasına ihtiyaç duyan düşüncelerin filizlenmesine öncülük etmiş, özellikle albay rütbesindeki subayların başını çektiği gruplar, tekrardan denenecek bir CHP hükümetinin veya yeniden siyaset sahnesine güçlü şekilde çıkacak bir Demokrat Parti zihniyetinin, 27 Mayıs’ı anlamsız kılacağı görüşünde birleşmişlerdir. Öncülüğünü Talat Aydemir’in üstlendiği albaylara göre DP-CHP çekişmesinin ülkeye verdiği hasarın tamiri 27 Mayıs kadrolarının hayata geçireceği reformlarla yapılacakken, bu kez de olası bir AP-CHP rekabetinin ülke gündemini meşgul etmesi ister istemez yeni bir müdahaleyi zaruri kılacaktır. 

6. SİLAHLI KUVVETLER BİRLİĞİ’NİN ORDU İÇİNDE ÜSTÜNLÜĞÜ ELE ALMASI 

Silahlı Kuvvetler Birliği oluşumunun Türk ordusu içinde oldukça geniş bir yayılma alanı bularak, git gide güçlenmesi kurum içindeki gücünü kaybetmek istemeyen Milli Birlik Komitesini endişelendirmiştir. Siyasal iktidarı bir an önce sivil siyasete devretme yanlısı olan komite, kurulurken belirlemiş olduğu amaçların bütünüyle dışına çıkmış olan Silahlı Kuvvetler Birliğini tasfiye etmek adına çalışmalara başlamıştır. 

Milli Birlik Komitesi ile Silahlı Kuvvetler Birliği’ni karşı karşıya getiren ilk ciddi olay Hava Kuvvetleri Komutanı İrfan Tansel’in görev değişikliğinin gündeme gelmesi olmuştur. 

Şöyle ki Silahlı Kuvvetler Birliğini zayıflatmak isteyen Milli Birlik Komitesi, örgütün kurulmasında önemli rol oynayan Tansel’i Washington’da NATO bünyesinde çalışmak üzere görevlendirmiştir (Hale, 1996, s. 127). Düzenlenen tertiplerden haberdar olan Silahlı Kuvvetler Birliği üyesi ve Genelkurmay İkinci Başkanı Korgeneral Muhittin Önür, örgütü olup bitenler konusunda bilgilendirir. Bunun üzerine hiç vakit kaybetmeden örgütün güdümünde bulunan Ankara ’ daki Harp Okulu başta olmak üzere, 28. Tümen, Askeri Okullar ve Zırhlı Birlikler Kumandanlığı alarma geçirilir (Deniz, 2003, s. 24). 

Bunu takiben Silahlı Kuvvetler Birliği, Milli Birlik Komitesi’ne ve Devlet Başkanı 
Cemal Gürsel’e bir ültimatom verir. Ültimatomda, Tansel’in görevine iadesi, Tansel’in Washington’a atanmasının planlayıcıları olan Cemal Madanoğlu ve Osman Köksal’ın görevlerinden alınması, bazı generallerin emekliye sevkedilmesi ve Savunma Bakanı Emekli General Muzaffer Alankuş’un kabineden uzaklaştırılması istenmiştir. Bu tepki olumlu yönde karşılık bulur ve 8 Haziran’da Genelkurmay Başkanı Orgeneral Cevdet Sunay, Korgeneral İrfan Tansel’in Hava Kuvvetleri Komutanı olarak kalmasını uygun gördüğünü belirten bir talimat 
yayınlar. Madanoğlu ve Köksal da görevlerinden alınır (Ahmad, 2007, s. 218-219). Ordu içerisinde de Silahlı Kuvvetler Birliği’nin istemiş olduğu emeklilik istemleri işleme konulmuş; bu minvalde Kara Kuvvetleri Komutanı Celal Alkoç’un yerine Genelkurmay İkinci Başkanı Muhittin Önür getirilmiş, İkinci Ordu Komutanı Şefik İlter ve bazı havacı subaylar emekli edilmiş, Milli Savunma Bakanı Muzaffer Alankuş görevden alınmıştır (Deniz, 2003, s. 25). 

Ayrıca Milli Birlik Komitesi üyelerinin artık askeri birlikleri komuta etmeleri, karargâh, kışla ve garnizonlara girmeleri ile subay ataması girişimleri tamamen yasaklanmıştır. Milli Birlik Komitesi bundan sonra yönetim faaliyetlerini Silahlı Kuvvetler Birliği örgütünün gözetimi ve denetimi altında yapacaktır. Böylelikle ordunun dışarıdan istismar edilmesinin önüne geçileceği düşünülmüştür (Deniz, 2003, s. 25). 

İrfan Tansel hadisesinin bu şekilde sonuçlanması Silahlı Kuvvetler Birliği’nin Milli 
Birlik Komitesi karşısında mutlak üstünlüğü ele geçirdiği anlamına gelmektedir. Zira bu tarihe kadar genelde kurmay albay rütbesindeki subaylar ile bazı kilit noktalardaki general ve amiraller tarafından temsil edilen Silahlı Kuvvetler Birliği, bu operasyonla birlikte ordunun en tepesine kadar sıçrama olanağı bulmuştur. Artık bir nevi perde arkası iktidar konumunda bulunan örgütün görüşleri, komiteden tasfiye edilmeden önceki 14’lerin düşünceleriyle paralellik arzetmeye başlamıştır. Sivil siyasete içinde bulundukları süreçte hiçbir şekilde güven duymayan örgüt, kendileriyle aynı doğrultuda politika gütmeyecek bir hükümetin varlığını çok da anlamlı bulmamıştır. 27 Mayıs öncesindeki ikili siyasal yapıya dönülmesini kesinlikle istemeyen Silahlı Kuvvetler Birliği, Yassıada yargılamaları sonrasında verilen idam kararlarının bir an önce uygulanması için komiteye ve Cemal Gürsel’e baskı yapmış, olası bir af düşüncesinin önüne infazların hızlandırılması yoluyla geçmiştir. 

Böylesine gergin bir atmosfer içinde gidilen 1961 genel seçimlerinde merkez sağ cenahta yürütülen kampanyalar 27 Mayıs karşıtlığı üzerinden şekillenmiştir. Bu tutum, hem Milli Birlik Komitesi’ni hem de Silahlı Kuvvetler Birliğini endişeye sevketmiştir. CHP dışındaki üç parti –özellikle de Adalet Partisi- Menderes taraftarlığını gizleme gereği duymamış ve iktidara gelmeleri hâlinde, 27 Mayıs öncesi ve sonrasındaki eylemlerinden ötürü Milli Birlik Komitesi’nden hesap soracakları izlenimini yaratmıştır. Bu gidişatı engellemeye çalışan komite, hazırlamış olduğu ‘Milli Deklarasyon’ belgesini seçime katılacak olan partilerin kabul etmesini istemiştir. Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi (CKMP) dışındaki bütün partiler kabul ettikleri bu deklarasyonla “DP zihniyetini” diriltmemeyi, bir bütün olarak Atatürk devrimlerini korumayı ve Yassıada Mahkemeleri’nin sonuçlarını etkileyebilecek beyanlarda bulunmamayı kabul etmiştir. (Hale, 1996, s. 129). 

1961 genel seçimlerinin sonuçlarının ise Milli Birlik Komitesi’nden ziyade Silahlı 
Kuvvetler Birliği’nin endişelerini daha çok arttırdığı söylenebilir. Zira 27 Mayıs rejimine ve onun getirdiklerine eleştirel yaklaşan Adalet Partisi, Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi ve Yeni Türkiye Partisi (YTP) kullanılan oyların %62’sini almayı başarmışlardır. 27 Mayıs darbesini alenen desteklemese de pek karşı çıkmayan CHP az bir farkla milletvekili seçimlerinde birinci parti olsa da senato seçimlerinde AP’nin arkasından ikinci olabilmiştir. AP, CKMP ve YTP’ye 
verilen oylar pratikte bir bakıma hem 27 Mayıs kadrosuna hem de CHP’ye karşı verilmiş sayıldığından, seçim sonuçları iç ve dış çevrelerde “Menderes’in zaferi” olarak yorumlanacak ve halk oylaması şeklinde kabul edilecektir (Özdemir, 2008, s. 242). 

1961 genel seçimleri sonrasında Silahlı Kuvvetler Birliği örgütü içerisinde iki ayrı görüş hâkim olmuştur. Bir kısım komutanlar kuvvetli bir hükümet kurulamayacağı nı kabul etmekle birlikte verilen sözün yerine getirilmesi gerektiğini vurgulayarak idarenin yeni iktidara devredilmesini istemişlerdir. Ancak başta Talât Aydemir olmak üzere onunla aynı fikirde olan subayların oluşturduğu ‘şahinler’ grubu ise ‘Bu seçimle meydana gelen meclis ömürsüzdür. Bu şekilde Türkiye’nin beklediği kalkınma ve reformlar sağlanamaz’ diyerek seçimlerin iptalini ve Milli Birlik Komitesi ile bütün siyasi partilerin feshedilmesini talep etmişlerdir (İsen, 1964, s. 18). 

Tüm bu gelişmelerden sonra Silahlı Kuvvetler Birliği örgütünün 21 Ekim 1961 tarihinde yapmış olduğu toplantısında genel kanaat, seçim sonuçlarıyla yeniden 27 Mayıs öncesi karışık siyasi ortama dönüleceği, bunun ordu tarafından kabul edilemez olduğu yönünde şekillenmiştir. 

Görüşmeler sonucunda “21 Ekim Protokolü” adı verilen belge kabul edilmiş, söz konusu protokol çerçevesinde ordunun 15 Ekim 1961 günü yapılmış olan seçimlerden sonra gelecek yeni TBMM toplanmadan evvel fiilen duruma müdahale etmesi, iktidarın milletin gerçek ve kabiliyetli temsilcilerine bırakılması, seçim sonuçlarının tanınmayarak bütün siyasi partilerin 
siyasetten men edilmesi, Milli Birlik Komitesi’nin feshedilmesi ve tüm bu kararların 25 Ekim 1961 günü uygulamaya konulması kararlaştırılmıştır (Yurdsever, 1983, s. 125). 

Ancak protokolün Genelkurmay Başkanı ve kuvvet komutanlarına onaylatılması 
aşamasında örgüt üyeleri bir dirençle karşılaşmışlardır. Kendisi de Silahlı Kuvvetler Birliği örgütünün bir üyesi olan Genelkurmay Başkanı Sunay, Cemal Gürsel’in cumhurbaşkanı, İnönü’nün de başbakan olması hâlinde sorunların çözüleceğine inanmaktadır. Ordunun millete verdiği sözün âdil seçimlerle yerine getirildiğini, bunun sonucunda idarenin devredilmesi gerektiğini ifade eden Sunay, müdahaleden vazgeçilerek imzaların geri alınmasını istemiştir. 
Toplantıya katılan kumandanlar da bu fikre iştirak etmişlerdir. Bu noktada tüm siyasi parti başkanlarının bir araya getirilerek bir protokol imzalanması kararlaştırılmıştır (İsen, 1964, s. 20) 

Bu doğrultuda 24 Ekim 1961 tarihinde dört parti başkanı ile yapılan pazarlıkların 
ardından, Çankaya’da Devlet Başkanı Cemal Gürsel’in huzurunda bir toplantı yapılarak partilerin 27 Mayıs’a ve orduya bağlılıklarını Türk ulusuna ilân etmelerine karar verilmiştir. Siyasi partiler, Silahlı Kuvvetler Birliği örgütünün hazırlamış olduğu ve ‘Çankaya Protokolü’ olarak bilinen belgeyi imzalamak zorunda kalmışlardır. Protokol gereğince; 27 Mayıs’ı meşru kabul ettiklerini ve ona sadık kalacaklarını, orduya bağlılıklarını, yıkıcı faaliyetlerden uzak 
durarak Türkiye’nin esenliği için çalışacaklarını ve Gürsel’in cumhurbaşkanı olmasını onayladıklarını açıkça ilân etmişlerdir (Deniz, 2003, s. 36). 

Böylelikle bir tür darbe metni vasfını taşıyan 21 Ekim Protokolü, tepe noktasındaki komuta kademelerinin desteğini alamayarak kadük bir nitelik kazanmıştır. İlginçtir ki onu geçersiz kılan Çankaya Protokolü de siyasi partiler üzerinde yaratmış olduğu tahakküm açısından çok da demokratik teamüllere uygun gözükmemektedir. Ordunun yüksek komuta kademesi bir yandan alt kademelerdeki darbe yanlısı yükselişleri bastırmak adına siyaset mekanizmasına bir nevi rejime sadakat belgesi imzalatırken; öte yandan da çok partili siyasal 
yaşamın sıkıntılı da olsa yürümesini sağlayarak uluslararası çevrelerin gözünde saygınlığını yitirmemiş olacaktır. Fakat takip gelişmeler ışığında görülmektedir ki siyaset üzerinde etkinliği kısmen yumuşatılmış bu askeri vesayet şekli yeniden bir askeri darbe yanlısı olan subay kadrosunu tatmin etmemiştir. 

Bundan sonraki süreçte mücadele sivil siyasetin yerleşik kılınmasından yana olan Başbakan İnönü, Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel ve Milli Birlik Komitesi üyeleri, Silahlı Kuvvetler Birliği’nin -başta Genelkurmay Başkanı Cevdet Sunay olmak üzere- üst rütbeli komutanları ile askerin bir an önce idareyi ele alması ve 27 Mayıs’ın yarım kalan reformlarının tamamlanması gerekliğini savunan Silahlı Kuvvetler Birliği’nin başını Talat Aydemir’in çektiği albaylar grubu arasında geçmiştir. 

Genel seçimler sonrası kurulan CHP-AP koalisyonu, Aydemir ve arkadaşlarının daha çok tepkisini çekmiş; yeni bir müdahale için ordunun tepe yönetimine baskıda bulunmuşlardır. 

O dönem Doğan Avcıoğlu öncülüğünde çıkarılan Yön Dergisi’nin kaynaklık ettiği 
düşüncelerden de etkilenen Aydemir ve ekibi, Türkiye’nin düze çıkışının Batılı anlamda bir parlamenter demokrasi ile mümkün olamayacağını savunmuşlardır. Aydemir’e göre kurucu değerler çerçevesinin ve 27 Mayıs’ın öngördüğü prensiplerin dışına taşmadan kapitalist olmayan milli bir kalkınma yolu benimsenerek gerçekleştirilecek köklü reformlarla ülke arzulanan noktaya gelecektir. Söz konusu reformların uygulanması CHP’nin, 27 Mayıs 
anlayışına muhalif AP ile koalisyon hükümeti kurmasıyla yarıda kalmış olup, kalınan noktadan devam edilebilmesi adına yeni bir askeri müdahale şarttır. 

Silahlı Kuvvetler Birliği örgütü içinde askeri müdahalenin gerekliliği konusunda net bir şekilde iki bölünmenin söz konusu olduğunu söylemek mümkündür. General rütbesindeki komutanların oluşturduğu üyeler, Başbakan İsmet İnönü’nün manevi şahsının, tarihsel kişiliğinin ve karizmasının da verdiği güvenle rejimin tehdit altında olmadığını, 27 Mayıs’ın lideri Cemal Gürsel’in de cumhurbaşkanı seçilmesiyle birlikte oluşan politik ortamda kalkışılacak bir darbenin ülkeye zarar vereceğini savunmuşlardır. Aydemir’in sözcülüğünü 
yaptığı, rütbeleri albay ile teğmenlik arasında değişen genç ve ateşli subay grubu ise DP’nin devamı olduğunu açıkça belirten bir siyasi partinin iktidar ortağı olmasının 27 Mayıs’ın ruhu ve gerçekleştirilme amacıyla çeliştiğini iddia ederek yeni bir müdahalenin gerekliliği vurgusunu sıkça yapmışlardır. 

Nitekim İnönü, Sunay ve Gürsel’in tüm ikazlarına ve karşı çıkışlarına rağmen Aydemir öncülüğünde 1962 ve 1963 yılında iki başarısız askeri darbe girişiminde bulunulmuş, ilkinde herhangi bir adli cezaya çarptırılmadan hükümet tarafından emekli edilen subaylar, ikinci denemenin sonucunda ise çeşitli hapis cezalarına çarptırılmışlardır. Girişimin tepe noktasındaki iki ismi Talat Aydemir ve Fethi Gürcan idam edilmiştir. Bunun yanı sıra darbe girişimine katılan Harp Okulu öğrencilerinin büyük bir kısmı beraat etmiş, az bir bölümü de hapis cezası 
almıştır. Ancak gelecek kuşaklara da bir tür ikaz olması açısından 1459 Harbiye öğrencisinin okulla olan ilişikleri kesilmiş, bu kararla Harbiye iki yıl boyunca mezun verememiştir. Okulla ilişikleri kesilen Harbiyelilere daha sonradan çıkarılan bir afla yükseköğretim kurumlarına kaydolma hakkı tanınmıştır (Akyaz, 2002, s. 231). 

Aydemir ve arkadaşlarının, dolayısıyla Silahlı Kuvvetler Birliğinin Nordlinger’in 
yapmış olduğu sınıflandırmanın ışığında “Hükmedici Rejim” tipini benimseyen bir oluşum olduğu söylenebilir. Siyaset kurumuna duyulan derin güvensizlik, kurucu ideolojinin ilkeleriyle yoğurulmuş radikal bir idealizm, asker olmanın doğal bir gereği olarak kendilerine biçtikleri kurtarıcılık misyonu söz konusu grubun, Milli Birlik Komitesine oranla daha ayırt edici özellikleri arasındadır. “Ülke düze çıkarılıncaya kadar” askerin hükmedeceği bir rejim altında geçecek bir zaman diliminin ardından uygun gördükleri bir dönemde iktidarın sivil siyasete 
devredilmesi bu yapının temel felsefesini teşkil etmiştir. Ancak bu düşünce modeli ne ordunun geneli, ne siyaset mekanizması, ne de sermaye kesiminden ciddi bir destek görmüştür. 

7. SONUÇ 

Selçuklu’dan Osmanlı’ya, oradan da günümüze kadar gelen, üzerinde yaşadığımız coğrafya, onun nüfuz alanında belirleyici güç olma hedefi ve buradan yola çıkarak dünyaya bir düzen getirme ideali, ordu ile millet arasında oluşan kuvvetli birlikteliği daha da perçinlemiş; milli mücadele yıllarında zirve noktasına ulaşan bu dayanışma hâli, milletin ordusuna olan inanç ve sevgisini geleneksel/dini atıflarda bulunarak göstermesini de beraberinde getirmiştir. 
“Peygamber Ocağı”, “Mehmetçik” gibi kavramlar veya “Her Türk asker doğar” felsefesi bu bağlılığın çarpıcı örneklerini teşkil etmektedir. Ordunun da kamuoyuna yazılı açıklama yaptığı dönemlerde örneklerine günümüzde de rastlamış olduğumuz “Türk Silahlı Kuvvetleri ve onun özünü oluşturan Türk Milleti” şeklindeki tanımlamalar, “ Asker-Millet” anlayışını yeterince İçseleştirdiğinin bir kanıtıdır. 

Ancak bu kaynaşmış birlikteliğin bilhassa çok partili siyasal yaşama geçildikten sonra birtakım sıkıntıları beraberinde getirmiş olduğu dikkati çekmektedir. Ordu kurumunun özellikle Jön Türkler döneminden itibaren siyasetin görev alanına girmek suretiyle gerek doğrudan gerekse perde arkasında aktif olarak müdahil olduğu bir tarihsel geçmişten gelen Türkiye’de halkın oyu ile seçilmiş sivil iktidarların maruz kaldığı askeri darbeler, 1950’li yıllarda henüz yeni filizlenmeye başlayan demokrasi sürecinin arzulanan noktalara gelmesini engellemiştir. 

“Ordu-Devlet/Asker-Millet” geleneğinin yerleşik durumda olduğu bir sosyo-politik mirası devralan düşünce yapısı içerisinde, silahlı kuvvetler iktidar gücünün temel unsuru olarak ortaya çıkmış; devletin ve halkın çıkarı için gerçekleştirilme si gereken reformların yalnızca ordu tarafından başarılabileceği fikrine dayanan bir örgütlenme modeli, demokratik siyaset mekanizmalarının yerine ikame edilmek istenmiştir. 

Ordu, Milli Mücadelenin kazanılması ile yeniden elde etmiş olduğu prestijden güç alarak kendisini Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve onu birincil derecede niteleyen ilkelerin gerçek koruyucusu olarak görmüş; sahip olduğu bu ruh hâli kendisinin iç politikada yaşanan gelişmelere taraf olmamasını olanaksız kılmıştır. Korunması gereken değerler (Cumhuriyet, laiklik, vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğü vb.) tehlikeye düştüğünde harekete geçmeyi asli bir görev kabul eden askeri mantık, “özensiz”, “çıkarcı”, “bencil” ve “beceriksiz” olarak değerlen dirdiği sivil siyasetçileri tehdit algılamasında ön sıralara koymuştur. 

Siyaset kurumlarının ülkeyi belirlenen hedeflere götürmekte yetersiz kalacağı ön kabulünden hareket eden gruplar, iç hizmet kanununun kendilerine verdiğini düşündükleri “rejimi koruma ve kollama görevi”ni 27 Mayıs 1960’ta doğrudan müdahale ile yerine getirmiş; takip eden beş yıllık dönem içerisinde de iki kez müdahale girişiminde bulunmuştur. “Ülkeyi içinde düştüğü durumdan kurtarma” güdüsünün belirleyici olduğu bu girişimler; bizzat düzenleyicileri tarafından Atatürk’ün belirlemiş olduğu ve Türkiye’yi muasır medeniyetler seviyesinin üzerine çıkarma hedefini gerçekleştirme idealine hizmet etmek şeklinde 
nitelendirilse de, gerçekte ulaşılmak istenen noktanın itici gücünü oluşturan “demokratik hukuk devleti” anlayışı onarılması güç hasarlara uğramış, toplumun bütün kesimleri özellikle ekonomik ve sosyal açıdan ciddi bedeller ödemek durumunda kalmıştır. 

27 Mayıs askeri müdahalesi ile yönetime el koyan Türk Silahlı Kuvvetleri, oluşturduğu Milli Birlik Komitesi aracılığıyla bir tür ara rejimi beraberinde getirmiş, demokratik siyasal düzene geçiş öncesinde yeni bir anayasa hazırlanması çalışmalarına hız vermiştir. Ülke için en iyisini, en idealini ve en doğrusunu kimin istediğine yönelik fikir ayrılıklarının kaynaklık ettiği otorite ve iktidar mücadelesi ise 27 Mayıs darbesi sonrasında ordunun temel meşguliyet alanını oluşturmuştur. Modernleşme aşamasını büyük ölçüde askeri elitleri araçlığıyla tamamlamış, kalkınma sürecinde ise hedeflediği noktanın gerisinde kalmış 1960’ların Türkiye’sinde orta ve alt rütbeli idealist ve ihtiraslı subaylar bu doğrultuda inisiyatif üstlenmeyi doğal bir sorumluluk olarak addetmiştir. Üst düzey komuta kademesi ise uzun süreli bir askeri idareyi risk ve macera 
olarak değerlendirmiş, İsmet İnönü gibi tecrübeli bir eski asker ve devlet adamının varlığının rejimin geleceğinin sağlıklı temellere oturtulması açısından yeterli olacağını düşünmüştür. 

İşte bu iki ayrım üzerinden ordu içinde yükselen iki güç merkezi – Milli Birlik Komitesi ve Silahlı Kuvvetler Birliği- 1960’ların ilk yarısında iktidar kavgasına girişmiştir. Yönetimi güvenebileceği sivil odaklara bırakıp, politik alandan da bütünüyle el çekmeden sadece gözetleme ve denetleme fonksiyonlarını yerine getirmek isteyen komite ile 27 Mayıs’ın çizmiş olduğu hedefleri gerçekleştirmek adına askerin doğrudan yönetimi ele alması gerektiğini savunan Silahlı Kuvvetler Birliği’nin mücadelesi, devrik DP iktidarının temsilcisi konumundaki AP’nin hükümet ortağı olmasıyla zirve noktasına ulaşmıştır. 

27 Mayıs sonrası askeri bir güç merkezi olarak ortaya çıkan Milli Birlik Komitesi ile komitenin yaklaşım ve faaliyetlerini müspet bulmadığı için yeni bir atılımın gerekliliğine inanaraktan kurulan Silahlı Kuvvetler Birliği arasındaki otorite mücadelesi 1962 ve 1963’teki iki darbe girişiminin de başarısızlığa uğraması sonucu fiilen sona ermiştir. Milli Birlik Komitesi, seçimlere gidilmesi, yeni parlamentonun ve hükümetin kurulması neticesinde otomatikman kendisini feshetmiş olsa da zihniyet olarak hükümet ve cumhurbaşkanı nezdinde 
varlığını sürdürmeye devam etmiştir. Silahlı Kuvvetler Birliği örgütü ise sadece bir kanadıyla bu mücadeleden yenik ayrılmış gibi gözükse de Aydemir’in girişimlerine karşı çıkan ve engelleyen üst rütbeli komutanların oluşturduğu üyeler 12 Mart 1971 muhtırasını veren ekip olarak çok geçmeden yeniden siyasetin merkezine yerleşmişlerdir. 

Bu gelişme de göstermektedir ki ülkenin gidişatına siyaset mekanizmasının yerine yön verme arzusu, gayreti ve çabası Türkiye’de ordunun kültürel kodlarına özellikle II. Meşrutiyet yılları ile işlenmeye başlamış, bu durum çok partili hayata geçiş süreci ile de kesintisiz olarak devam etmiştir. Ordu içerisindeki anlaşmazlık ve görüş ayrılıklarının özünde ise doğru zamanın 
tayin edilmesinde yaşanan uyuşmazlık yatmaktadır. 

KAYNAKÇA 

Ahmad, F. (2007). Demokrasi Sürecinde Türkiye 1945-1980 (Çev. Ahmet Fethi Yıldırım), Hil Yayınları, İstanbul. 
Akyaz, D. (2002). Askeri Müdahalelerin Orduya Etkisi, İletişim Yayınları, İstanbul. 
Altuğ, K. (1991). 27 Mayıs’tan 12 Mart’a, Yılmaz Yayınları, Ankara. 
Balta, E. (2016). “Siyasal Şiddetin Örgütlenmesi”, Siyaset: Kavramlar, Kurumlar, Süreçler (Ed. Yüksel Taşkın), 3. Basım, İletişim Yayınları, İstanbul, s. 171-203. 
Deniz, O. (2003). Parola: Harbiyeli Aldanmaz (Der. Yasemin Bradley), Yapı Kredi Yayınları, İstanbul. 
Elevli, A. (1967). 1960-1965 Olayları ve Batırılamayan Gemi Türkiye, Balkanoğlu Matbaacılık, Ankara. 
Erkanlı, O. (1973). Anılar… Sorunlar… Sorumlular…, Baha Matbaası, İstanbul. 
Hale, W. (1996). 1789’dan Günümüze Türkiye’de Ordu ve Siyaset (Çev. Ahmet Fethi), Hil Yayınları, İstanbul. 
Huntington, S. (2006). Asker ve Devlet (Çev. K. Uğur Kızılaslan), Salyangoz Yayınları, İstanbul. 
İpekçi, A. (1961). “14’ler Faşist miydi, Sosyalist mi?”, Yön, Yıl: 1, Sayı: 1, s. 15. 
İsen, C. (1964). Geliyorum Diyen İhtilal: 22 Şubat 21 Mayıs, Tan Matbaası, İstanbul. 
Linz, Juan J. (2017). Totaliter ve Otoriter Rejimler (Çev. Ergun Özbudun), 4. Basım, Liberte Yayınları, İstanbul. 
Nordlinger, Eric A. (1977). Soldiers in Politics: Military Coups and Governments, Englewood Cliffs, Prentice Hall, New Jersey. 
Özbudun, E. (1966). The Role of the Military in Recent Turkish Politics, Center for International Affairs, Harvard University. 
Özdağ, Ü. (1997). Menderes Döneminde Ordu-Siyaset İlişkileri ve 27 Mayıs İhtilali, Boyut Yayınları, İstanbul. 
Özdemir, H. (2008). “Siyasi Tarih (1960-1980)”, Türkiye Tarihi: Çağdaş Türkiye 1908-1980 (Ed. Sina Akşin), 4. Cilt, 10. Basım, Cem Yayınevi, İstanbul, s. 227-286. 
Seyhan, D. (1966). Gölgedeki Adam, Nurettin Uycan Matbaası, İstanbul. 
Stepan, A. (1971). The Military in Politics Changing Patterns in Brazil, Princeton University Press, Princeton. 
Ulay, S. (1969). Harbiye Silah Başına, Kitapçılık Ticaret Ltd. Şirketi Yayınları, Ankara. 
Yurdsever, N. (1983). Türkiye’de Askeri Darbe Girişimleri (1960-1964), Üçdal Neşriyat, İstanbul. 


T.C. Resmî Gazete. (1960). 1924 tarih ve 491 sayılı Teşkilâtı Esasiye Kanununun Bazı Hükümlerinin Kaldırılması ve Bazı Hükümlerinin Değiştirilmesi Hakkındaki 12 Haziran 1960 tarihli ve 1 sayıh Geçici Kanuna ek «Kurucu Meclis Teşkili» Hakkında Kanun (Yayın No. 10862). 
Erişim Adresi: 


 
***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder