13 Haziran 2017 Salı

KIBRIS ADASININ TÜRKİYE İÇİN ÖNEMİ - 1 -



KIBRIS ADASININ TÜRKİYE İÇİN ÖNEMİ - 1 - 

Atilla ÇİLİNGİR 
www.atillacilingir.com 
19 Temmuz 2016, 10:30

     Ada’nın Jeopolitik ve Jeostratejik yönden değerlendirilmesi;  Kıbrıs adası; Türkiye’ye yakınlığı, 65 km olup: İskenderun ve Mersin körfezlerinin, Akdeniz’in doğusundaki deniz ulaşımı,  İsrail ve Suriye’nin liman ve sahil güvenliğini kontrol ettiği, Türk boğazları ve Süveyş Kanalının emniyeti, Ortadoğu petrolleri ve petrol nakliyatının kontrolü, Doğu Akdeniz’de bir uçak gemisi, füzeler için rampa görevi yapabileceği, Ada çevresinde bulunan zengin doğalgaz ve petrol yatakları; Nedenleriyle jeopolitik,stratejik ve ekonomik yönden Türkiye için hayati öneme haiz bir bölge olup; Türkiye’nin güvenliği açısından yüksek bir değer ifade eder… Kıbrıs, jeopolitik önemi nedeniyle; tarih boyunca çeşitli kavimlerin istilasına uğramıştır. Mısırlıların, Hititlerin, Finikelilerin, Asurluların, Perslerin, Romalıların, Bizanslıların, Arapların, Haçlıların (Aslan Yürekli Richard’ın) , Venediklilerin ve nihayetinde de 307 yıl boyunca Osmanlının hâkimiyetinde kalmıştır. 1877-1878 Osmanlı Rus Harbinde İngiltere’nin Osmanlıyı desteklemesi karşılığında geçici olarak Britanya İmparatorluğuna bırakılmış; Ancak 1’nci dünya savaşının başında, İngiltere; Kıbrıs’ı bir oldubittiye getirerek, ilhak ettiğini açıklamıştır… 

İNGİLTERE’NİN ADAYI İLHAKIYLA BİRLİKTE BAŞLAYAN SÜREÇ VE ENOSİSE GİDEN YOLDA YAŞANANLAR: 

* 1955 yılında Kıbrıs Ortodoks Kilisesinin adayı Yunanistan’a bağlamayı amaçlayan (Enosis) çabaları..! 

* 1 Nisan 1955 Tarihinde E.O.K.A kanlı terör örgütünün kuruluşu ve faaliyetleri çerçevesinde İngilizlere ve Türklere karşı silahlı şiddet eylemlerine başlaması… (Acritas Planı) 

* Bu örgüte karşılık 1 Ağustos 1958 tarihinde Türk tarafında TMT’NİN ( Türk Mukavemet Teşkilatı) kurularak, EOKA ile mücadeleye başlaması… 

* 1959-1960 Londra ve Zürih Antlaşmalarıyla 1 Ağustos 1960 tarihinde Bağımsız Kıbrıs Cumhuriyetinin kuruluşu… (Kurulan bu cumhuriyetin yönetimi:  %70’i Rum, %30’u Türklerden oluşacak. Bakanlar kurulunda 7’si Rum, 3’ü Türk bakan olacak, Cumhurbaşkanlığı görevini Başpiskopos Makarios (asıl adı Mihail Hristodulu), yardımcılığını ise Dr. Fazıl Küçük yürütecekti…) 

* 1960’da kurulan Kıbrıs Cumhuriyetinde Garantör ülke olma sıfatını kullanan Türkiye adaya 650, aynı sıfatı kullanan Yunanistan ise 950 kişilik askeri gücünü adaya çıktı. 1878 yılından 82 yıl sonra ilk kez Türk askeri ata yadigârı Kıbrıs adasına ayak basıyordu… 

* Bu arada Yunanistan da boş durmuyor; 1960’dan 1963 yılına kadar geçen süreçte adaya illegal yollardan asker ve silah yığınağı yapıyordu! Amaç: Enosisi gerçekleştirerek, ‘’Akritas Planını’’ yürürlüğe koymak...! 

* 24 Aralık 1963 tarihinde tarihe Kanlı Noel olarak geçen saldırıyla da bu amaca ulaşmak istedi! Türkleri kadın, çocuk, yaşlı demeden katletmeye başladılar. 
Sadece o gece 103 Türk köyü yakılıp, yıkılmış, yüzlerce Kıbrıs Türk’ü hunharca katledilmiş; tarih sayfalarına o gecenin simgesi ve bir insanlık ayıbı olarak; KTKA’da görevli Dr. Bnb. Nihat İlhan’ın eşi ve çocuklarının bir banyo küvetinde katledildiğini gösteren fotoğraflar kazınmıştır. 

* Kıbrıs adasında Türkleri katletmek/topyekûn imha etmek adına girişilen bu jenosit hareketine adada ki barış gücü de dâhil olmak üzere Batılı Devletler her zaman olduğu gibi sessiz ve seyirci kalmışlardır. 

* Rum Yunan ikilisi; bu saldırılarıyla; Türklerin eşit siyasi haklara ve ortaklığına dayalı olarak kurulan ‘’Kıbrıs Cumhuriyetini’’ yıkmışlar, bu cumhuriyetin temelini teşkil eden Zürih ve Londra antlaşmalarını tek taraflı olarak fesih etmişlerdir. 

* 1967 yılına kadar geçen süreçte Kıbrıs Türk halkına karşı her türlü tedhiş, siyasi ve ekonomik ambargo uygulayan Rumlar bununla da yetinmeyerek, 

* 1967 yılında Yunanlıların Anadolu’yu işgalinde görev alan eli kanlı E.O.K.A’cı e. General Grivas ve Yunanlı subayların idaresinde; Geçitkale ve Boğaziçine saldırdılar… 

* Dönemin Türkiye Hükümetinin haklı tepkisi ve müdahale edeceğinden çekinen Yunanistan, askerlerini ve o katil ruhlu Grivas’ı adadan çekmek zorunda kaldı… * Tam bu süreçte 1967 yılında Yunanistan’da ihtilal olmuş, bir cunta hükümeti kurulmuştur! 

* Makarios’un Cumhurbaşkanı seçildiği dönemeden bu tarihe kadar, izlediği siyaseti, Sovyetler Birliği ile siyasi ve ekonomik işbirliğini, ‘’Dünya Bağlantısızlar Hareketinin’’ önderi haline gelmesini hazmedemeyen ve adanın bir an önce Yunanistan’a bağlanarak, Enosisi gerçekleştirmek isteyen Yunan Cuntası; bu süreçten Makarios’u sorumlu tutmuş, Makarios ile Yunan Cuntasının arası giderek açılmaya başlamıştı…  

Aslında bu süreç Makarios’un istediği gibi olabilseydi! Adada yaşayan Türkler; Rum tarafının uyguladığı insanlık dışı ambargolarla uzun vadede ekonomik yönden çökecek ve Kıbrıs adasını terk edeceklerdi… Ancak Yunan Cuntasının bu süreci beklemeye tahammülü yoktu! Ve en nihayetinde 15 Temmuz 1974’te Yunan Cuntası tarafından desteklenen, Yunanlı subayların yönetimindeki RMMO(Rum Milli Muhafız Ordusu) ile E.O.K.A Kıbrıs’ta Makarios’a karşı bir askeri darbe gerçekleştirdi. Sözde Cumhurbaşkanı Makarios önce Baf’a oradan da Agratur İngiliz üslerine sığınarak, Londra’ya kaçtı. Bunun üzerine, eli kanlı EOKA terör örgütü mensuplarının önde gelenlerinden ‘’Türk Kasabı’’ lakaplı Nikos Sampson, geçici cumhurbaşkanlığı görevine getirildi. Ve adada Kıbrıs Helen Cumhuriyetinin kurulduğu ilan edildi… 

* Adadaki gelişmeleri yakinen takip eden Türkiye; 1959-1960 Zürih ve Londra Atlaşmalarından kaynaklanan garantör ülke olma sıfatını kullanarak; İngiltere ile birlikte adaya müdahale edilmesini istemiş, fakat İngiltere Türkiye’nin bu isteğini geri çevirmiştir. Bunun üzerine Türkiye, bu oldubittiye son vermek amacıyla tek başına Kıbrıs’a müdahale etmeye karar vermiştir. 

BU TARİHİ SÜRECE BAKILDIĞINDA, KIBRIS ADASI HİÇBİR ZAMAN YUNAN ADASI OLMAMIŞTIR… 

Yunanistan Megalo İdea (büyük ülkü-Yunanlı şair Rigos tarafından ortaya atılmştır) fikri çerçevesinde, ‘’Büyük Yunanistan’ı’’ kurma hayali içinde Kıbrıs Adasını topraklarına katma gayreti içinde olmuştur. 

Yunanistan’ın MEGALO İDEA fikri ile başlangıçtan beri gerçekleştirmek istediği faaliyetler şunlardır: 

* Yunanistan’ın bağımsızlığının sağlanması, 

* Batı Trakya ve Selanik’in Yunanistan’a ilhakı, 

* Ege adalarını Yunanistan’a ilhakı, 

* Oniki adaların Yunanistan’a ilhakı, 

* Girit adasının Yunanistan’a ilhakı, 

* Batı Anadolu’nun Yunanistan’a ilhakı, 

* Rum Pontus Devletinin kurulması, 

* Kıbrıs Adasının Yunanistan’a ilhakı, 

* İmroz ve Bozcaada’nın Yunanistan’a ilhakı, 

* İstanbul’un Türklerden geri alınarak, Bizans İmparatorluğunun yeniden kurulması…   

‘’Zafer Süngünün Ucunda’ ise; bu gerçeği tarih sayfaları­mıza kazıyan da bizlerdik...” 

19 Temmuz’un güneşi batıyordu, hava kararmaya başla­mıştı artık…  Binlerce askerin bulunduğu bu bölgeye inanılmaz bir sessiz­lik çökmüştü! Sanki büyük bir patlamaya gebe gibiydi gündüzün sonu!  Araçlarla birlikte yanımızda getirmiş olduğumuz kıta yükü­nün çiğ olarak yenebilecek kısmından Mehmetçiklerimize dağıttık, bu yiyecekler, belki de savaş öncesinde kendi ülkemizde yiyebilece­ğimiz son yemekti. Ancak su ve susuzluk büyük bir problemdi…  Taburumuz artık tamamen istirahata geçmişti. Çevre nöbet­çilerinin dışında herkes, hepimiz yarın sabah neler yaşayacağımızın derinliklerine dalmıştık, kimimiz en sevdiklerinin hayaliyle, kimimiz ise; vicdanımızla baş başa… Bir an kendimle, kendi iç sesimle baş başa kaldım!  Bedenimi sarmalayan, üniformam, başımı koruyan çelik baş­lığım, savaşta kullanacağım silah ve teçhizatım, beni hayata bağla­yacağına inandığım bir matara suyum, ayağımda botlarım (ki, bu botlarımı, savaş meydanına indikten tam 22 gün sonra ayaklarımın altındaki deriyle birlikte çıkaracaktım! Çünkü savaşın gerçekleri in­sanoğlunun tüm bedenini ele geçirdiği gibi o bedeni taşıyan ayakla­rını da ele geçiriyordu…)  Ve beynimde dolaşan yüzlerce soru!  O anda tüm bedenimi sarmalayan, ruhumun derinliklerine kadar işleyen duygu karmaşam, beynimi üç şeye kilitlemişti!  Savaş, yaşamak ve ölmek…  Şakaklarımdan süzülen ter damlacıkları, bu duygu karmaşa­sından uzaklaşmama; dudaklarımda eriyen bu ter damlacıklarının tuzlu tadı ve mataramdan içtiğim bir yudum su, kendime gelme­me neden olmuştu. Kana, kana içtim mataramdaki ılık sudan. Sanki yurdumun bu güzel suyunu bir daha içemeyecekmişim gibi kana, kana… Oh ne güzeldi hayat! Henüz 26 yaşındaydım, genç bir üsteğ­men. Benim gibi on binlerce genç cesur yürek. Hepsi göreve hazır; gözler hep aynı yöne bakıyor, aynı hedefe kilitli: Kıbrıs…  Zaman sanki kum saati şekline bürünmüş; kalan ömrümüzün hesabını yapar gibiydi! Tabur komutanım Bnb. Turgut Aksoy’dan, Yüzbaşı Süha Baykara, Üsteğmen Kamil Aslan ve ben; taburumuzun bulunduğu yerden, sahile doğru yürümeye başladık. Ovacık’ın bu küçük sahil şeridinde, vatan topraklarında oturup, bir şeyler yiyip, en azından bir çay içebileceğimiz bir yer vardır diye düşünmüştük!  Ama savaşın gölgesi bu sahillere de düşmüş ve her yer bo­şaltılmıştı! Savaşın o soğuk yüzünü bir an unutmuşken; bu tablo, o acı gerçeği tüm çıplaklığı ile bize hatırlatıvermişti! Terk edilmiş lokantalar, kimsesiz çay bahçeleri, neşeli kahkahaların olmadığı ıpıs­sız bir sahil…  Güneş kıpkızıl bir tepsi şeklini almış; yavaş, yavaş Akdeniz’in o koyu lacivert sularına doğru gömülürken, adeta etrafa kıvılcımlar sıçratıyordu… Yarın şafak doğarken, cehennemi bir yaşamın içinde olacağımızın bilinciyle bir niyet tuttum, dua ettim…  “Allah’ım, bu cehennemi yaşamı bizim için kolaylaştır. 

Kolaylaştır ki, sevdiklerimize, sevenlerimize kavuşabilelim…”  Denizin enginliklerini bir çizgi gibi ayıran ufuk hattı, en sonunda o güzelim güneşi yutuvermişti! 

Bir an, bu hattın hemen ardında, ağzından alevler fışkıran bir canavarın bizi beklediği gibi bir his kapladı içimi! Savaş denen canavar; işte orada, ufuk hattının he­men gerisinde kalan Kıbrıs adasında bizleri bekliyordu. Hayır, hayır en ufak bir korkumuz yoktu, tam tersine çok gururluyduk, çünkü yakın tarihimizde 
ülkemizin milli menfaatlerini savunma görevi bize kısmet olacaktı. Bizlerin asıl korkusu, adaya inerken görevimizi yerine getiremeden bir kör kurşunla yenilmekti o canavara!  “Hepimizi koru Allahım. Bizlere emanet edilen Mehmetçiklerimize güç ver. Onları, bizleri tüm sevdiklerimize bağışla…” Bu söylemler; kalplerimizdeki duyguları, beyinlerimizin kilitlendiği düşünceleri en iyi anlatan sözlerdi…  Ovacıkta açık olan bir tek yer vardı; o da, tek gözlü postanesi! 

Vatanperver, kahraman, gözü pek bir P.T.T görevlisi, orada göre­vinin başındaydı. 

Aslında o bölgede savaşın tüm kurallarına göre uygulamalar başlamış, bölge halkı buralardan uzaklaştırılmıştı ama o posta görevlisi orada görevinin 
başındaydı. Posta odasının içi son bir kez daha sevdiklerine mektup göndermek, telgraf çekmek isteyenlerce doluydu…  Turgut Binbaşım ve ben; bu tek gözlü, 
tek masalı, tek başına hizmet veren posta memuruna yaklaşarak, bir telgraf çekmek istedi­ğimizi söyledik. Bu telgrafla da olsa, sevdiklerimize son bir kez 
fısıl­dayacağımız cümleler vardı, son kez sesimizi duyurmak istiyorduk: “Yarın sabah Kıbrıs’a hareket ediyoruz. Allaha emanet olun, bizim için dua edin… 
(Atilla)  Yukarıdaki cümlelerim vatan topraklarıma ve sevdiklerime son veda idi…  20 Temmuz’a saatler kala Kıbrıs adası…  Zaman gittikçe kısalıyor, 
Kıbrıs Türkünün adada ki, yaşam hakkı da; an be an yok oluyordu…   Zaman mı kötüydü, yoksa insan mı?  Ama gerçek olan bir şey var ise!  O da, gerçekten Kıbrıs Türklerinin adada ki durumu gittikçe kötüleşiyordu… 

Kıbrıs Türk Mücahidine ait Bayrak Radyosu yaptığı yayınlarda Kıbrıs Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı yardımcısı, Kıbrıs Türk’ünün lideri Rauf Denktaş’ın:  
“Türkler evlerinden dışarı çıkmasınlar, “mesajını yayınlıyordu…’’

http://www.oncevatan.com.tr/kibris-adasinin-turkiye-icin-onemi-1-makale,36279.html



****

Bir Tek Yunan Bankası Eksikti, O Da Geldi,

Bir Tek Yunan Bankası Eksikti, O Da Geldi,



HASAN ÜNAL 
05 Nisan 2006 Çarşamba 

Gazeteler evvelki gün Yunanistan Milli Bankası (Ethniki Trapezi tis Elladas - National Bank of Greece)'nın, Finansbank'ın hisselerinin yüzde kırk altılık kısmını satın aldığını yazıyorlardı. Müzakere/mütareke basın ve televizyonlarına göre, bu satış gayet sıradan. Oysa normal devletler açısından, bir ülkenin finans ve bankacılık sisteminin yabancıların kontrolüne geçmesi üzerinde ciddi ciddi düşünmeyi gerektiren bir gelişme. Finans ve bankacılık insan vücudundaki kalp ve damarlar gibidir. Ülkedeki bütün para hareketlerini kontrol eder ve herkesin mali sırlarına sahiptir. Bütün finans ve bankacılık sistemi yabancıların eline geçtiği takdirde, herkesin finansal sırlarını bildikleri için, istedikleri kişilerin veya şirketlerin üzerine gidebilirler, istediklerini batırıp, istediklerini de zengin edebilirler. 

Çünkü paranın kontrolü ellerindedir. Üstelik bu yabancı bankalar global anlaşmalar ve düzenlemeler gereği Türkiye açısından hayati öneme sahip sektörlere destek vermeyebilirler. Türkiye'de pamuk ve tekstil önemli olabilir; ama bankalar bu sektörlerin Mısır ve/veya Sri Lanka'da ilerletilmesi, buna karşılık Türkiye gibi ülkelerde bu sektörlerin desteklenmemesi kararlarını almış olabilirler. O zaman akreditif açmadan başlayın da her alanda bu sektörlerdeki üreticiler için sorunlar çıkar. Kriz zamanlarında bu bankalar kendilerini garantiye almak için dövize çevrilmiş olan ülke kaynaklarını tıpkı Arjantin'de yaptıkları gibi ülke dışına çıkarabilirler ve kriz derinleşir. Bu saydıklarım ortalama riskler. Türkiye gibi bir ülkede bankaların Yunanistan'a satılması başladı. Bir Yunan bankası daha önceden gelmişti. Şimdi Finansbank'ın hakim hisselerini Yunanistan'ın en büyük bankası aldı. Önce tamamen devlet bankası olarak kurulmuş. Sonra hisseler Yunan vatandaşlarına ve Yunan kuruluşlarına satılmış. Şu anda Yunan vatandaşlarının elindeki hisse miktarı % 28.10.Bu hissedarların hiçbirinin elinde yüzde üçten fazlasının olmamasına itina gösteriliyormuş. Yunan mahalli kuruluşlarının hissesi (galiba belediyeler ve başka Yunan kuruluşları) hisselerin %16.80'lik kısmına sahip. 

Yunan Emekli sandığı % 22.70'lik bir kısmını kontrol ediyor. 
Yabancı kişi ve kuruluşlar toplam hisselerin sadece %29.50'sine sahip. 

Bankanın iştirakleri ise %2.90 oranında hissedarlar. Yani bankadaki yabancıların oranı sadece % 29.50 oranında. Gerisi Yunan resmi kuruluşları ve Yunan 
vatandaşları. Bankanın özerk görünen profesyonel bir yapısı var. Tıpkı devlet kontrolündeki Yunan Telekom şirketinin Balkan ülkelerindeki telekom şirketlerinin çoğunluk hisselerini alması gibi, bu banka da atakta. Makedonya'nın en büyük bankasını, Bulgaristan'ın en büyüklerinden birini ve Romanya'daki ikinci büyük bankayı almış. Finansbank'ı alarak Türkiye'ye de giriyor. Türk Telekom'un ve cep telefonu şirketlerinin yabancılara satılmasıyla ilgili olarak Yunanistan'da ortaya çıkan ve bu köşede ayrıntılarıyla ele aldığımız telekulak skandalını hatırlayalım. Halen mahkeme safhası devam eden bu skandal bizde neler olabileceğiyle ilgili bilgiler veriyordu. Bizim Telsim'i almaya çalışan İngiliz Vodaphone cep telefonu şirketinin Yunan başbakanı, bakanları, Genelkurmay 
ve askeri kuruşları ve muhtemelen Yunan istihbaratının telefonlarını dinlediği ortaya çıkmıştı. Üstelik bu dinlemelerin Amerikan büyükelçiliği için yapıldığı 
tesbit edilmişti. Türkiye'de bütün telekomünikasyon şirketleri yabancıların kontrolünde. Bankaları peş peşe yabancılar satın alıyor. Sanki bütün renkler 
tamam ve sadece fıstiki yeşil eksikmiş gibi Yunan Milli Bankası geliyor. Ve bütün bunlar gayet normal, öyle mi? O zaman sormak lazım: 

Fransızlar kendi enerji şirketleri olan Gaz de France'ın bir İtalyan şirketine satılmasına milli güvenlik gerekçesiyle neden karşı çıktılar? Amerikalılar liman 
işletmelerinin Dubaililere verilmesi işlemini neden durdurdular? Ve yine Amerika Los Angeles'deki bir petrol şirketinin herkesten fazla para veren Çin 
firmasına satılmasına neden mani oldu? Dünyanın en akıllısı biz miyiz? Yoksa bu dalaletin ötesine giden bir durum mu? 

H E D D A M ..

***

Davos Fos Çıktı


Davos Fos Çıktı

DAVOS'TAKİ efelenmenin yapısal bir politika değişikliğiyle alakası olmadığı giderek belirginleşiyor.  

Hasan ÜNAL
05 Şubat 2009 Perşembe

İsrail ile ilişkilerimiz önemliymiş ve bunları korumak istiyormuşuz. Ayrıca Türkiye'nin dış politikasında - ki, buna AKP'nin izlediği dış politika demek lazım gelir - hiçbir değişiklik olmayacakmış. Yani Davos'ta gürleyen Erdoğan'ın Kıbrıs konusunda, Ermeni dayatmaları hakkında veya Barzani'nin devletleşme çabalarına karşı, içimizde «keşke» diye beklediğimiz çıkışları olmayacakmış. Davos, sadece insani bir çıkışmış. Biraz da Hamas'ı kollamak için yapılmış. O kadar... 

O halde??? SORMAK lazım, o halde bu kadar tantanalı bir çıkışa ne ihtiyaç vardı? Çünkü bu tür çıkışlar ancak ve ancak temel bir dış politika değişikleri veya dış politikaya dair köklü bir gözden geçirme çalışmasının sonunda yapılır. Kapsamlı bir gözden geçirme yapıldığı ve mevcut halden neden memnun olmadığının izah edilmesi ihtiyacı duyulduğunda çıkış yapılır. O zaman da salon terk edilmez. Oturum başkanının yanlı bile olsa tavırları fazlaca ciddiye alınmaz. Ve söylenmek istenenlerin tamamı hem yazılı olarak medyaya dağıtılır hem de sözlü olarak bütünü veya ana başlıkları açıklanır. 

Örneğin Rusya yakın zamanda bu tür girişimler yaptı. 
Epeyce de güzel yaptı. 

Nasıl mı? 

Putin Rusya'sının uzunca bir zamandır tek kutuplu dünya düzeninden ve Amerikan hegemonyasından fevkalade rahatsız olduğu açıkça gözlenmekteydi. Rusya buna dair görüşlerini değişik platformlarda dile getirdikten sonra nihayet 2007 yılının Şubat ayında Münih'teki güvenlik konferansında ne demek istediğini ayrıntılı bir şekilde dile getirdi. Putin ve Rusya örneği METİN hem Putin tarafından okundu hem de yazılı olarak anında herkese dağıtıldı. Hatta o metin aynı günlerde bizim Genelkurmay'ın internet sitesine bile konulmuştu. Çünkü Putin'in ifade ettikleri uluslararası politika açısından çok önemli değişimler anlamına gelmekteydi. Sonra da o metinde ifade edilen görüşler Rusya'nın yeni politikasının unsurları olarak karşımıza çıktı. 

Mesela Kosova'nın bağımsızlığını ilan ettiği zamanı hatırlayalım. Rusya ve Putin oldukça sert demeçler vermişlerdi. Kosova'nın bağımsızlığının geri döndürülemeyecek bir süreç olduğunu Putin'in ve Rusya'nın bilmemesi düşünülemezdi. O halde neden o derece sert demeçler vermişler ve neden o kadar aşırı gitmişlerdi? Bunun cevabını 8 Ağustos günü Gürcistan ile Rusya arasında başlayan krizle gördük. Rusya sanki Sırbistan'ın toprak bütünlüğünün bozulması olarak sunmak istediği Kosova meselesini Abhazya ve Osetya meselelerine emsal haline getirmek istemişti. Ve bunu da başarılı bir şekilde uygulamaya koydu. Bizimkinin amacı BİZİMKİ bu açıdan hiçbir şeye benzemiyor. Ne yeni bir politika açıklaması söz konusu... Ne de mevcut politikalardan duyulan şiddetli rahatsızlıkların yeni bir politika oluşturma sürecini başlattığına dair işaretlerin kamuoyuna açıklanması... Hiç birisine benzemiyor. Tamam; Peres'in konuşması kışkırtıcıydı. Ama aynı Peres'i sizler Mahmud Abbas ile birlikte 2007 Kasım ayında Ankara'ya davet edip ağırlamadınız mı? Hatta o zaman sadece Peres'e Bilkent Üniversitesi'nin doktora vermesini de Cumhurbaşkanı Gül ve hükümet organize etmemiş miydi? 

Oysa en basitinden Mahmud Abbas ile ikisine birden doktora verdirtebilirdiniz... Eğer her hangi bir politika değişikliği anlamına gelmiyorsa, bu kadar tepkiye ne gerek vardı? Tepki daha farklı olamaz mıydı? Mademki bu kadar tepki gösterdiniz, o halde başka konularda neden kuzu gibisiniz... Arap ülkeleri nezdinde Türkiye'nin büyük bir prestij sağladığı yönündeki açıklamalar evvelki gün toplanan Arap Birliği zirvesinden gelen haberlerle darmadağın olmadı mı? Arap ülkeleri Arap olmayanların kendi işlerine karışmasından fevkalade rahatsız olduklarını açıklamadılar mı? Haklar ve çıkarlar EĞER Araplar, İran ve diğer İslam ülkeleri nezdinde prestijimiz varsa, bunları neden KKTC'nin tanınması için kullanmıyoruz?  Kıbrıs Türkleri Müslüman değil mi? Zaten gözden çıkardığınız Kıbrıs davasını elden de çıkarmak için bu gayret neden? Veya aynı İslam ülkelerinin dikkatini Azerbaycan-Ermenistan ihtilafına çeksek ve Azerbaycan'ı desteklemeleri konusunda talepte bulunsak olmaz mı? Kabul etmek lazımdır ki, Filistin meselesi bizim milli davamız değildir. Filistin konusunda Türkiye'nin hayati çıkarları yoktur. 

Türk milleti olarak bizim isyanımız insanidir, tarihidir ve dinidir. 

Ama Kıbrıs konusu bir milli davadır. Azerbaycan ve Ermenistan meselesi hayati çıkarların olduğu bir konudur. 

Barzani'nin devletleşme çabaları ise Türkiye Cumhuriyeti'nin milli birliğine ve ulusal güvenliğine karşı en büyük tehlikedir. 
Yoksa değil mi? 

Öyle mi düşünüyorsunuz??? 
Eğer 6 yılı aşkın bir süredir Amerika ve İsrail eksenli Ortadoğu politikaları aynen uygulanacak idiyse, bu kadar gürültüye ne gerek vardı? 

Bunun kuru gürültü olduğu anlaşılmayacak mı? 

http://www.Heddam.com/index.asp?M=4963

**

Finansbank'ı kim aldı?


Finansbank'ı kim aldı?

Hasan ÜNAL 
09 Nisan 2006 Pazar 

Yunan devleti Finansbank'ın alımı için stratejik bir karar veriyor ve bankanın değerinin bir kaç katını bu alım için peşin olarak sayabiliyorsa, burada bir bit 
yeniği vardır. Müzakere/mütareke basınına sorarsanız cevap hazır. Yunan Milli Bankası (Ethniki Trapezi tis Elladas ) Finansbank'ın % 46'lık hisselerini 
2.8 milyar dolara aldı. Ve bu, harika bir gelişme. Türk ekonomisine ve Türk-Yunan ilişkilerine katkıda bulunacak. Finansbank'ın sahibi Hüsnü Özyeğin 
açısından da mesele basit. Birden fazla müşteri çıkıyor ve fiyat pazarlığı beklenmedik noktalara yükseliyor. Bu noktaya kadar olan bölümle ilgili olarak, ancak genel manada şikayetler dile getirilebilir. Mesela, bir ülkenin finans ve bankacılık sektörünün yabancılara satılması ne kadar doğru? Bankacılık ve finans insan vücudundaki kan gibidir. Bunun başkaları tarafından kontrol edilmesi günün birinde milli güvenlik sorunu bile yaratabilir. Ama aklını küreselleşme ezberi ile bozmuş olanlar açısından, bu endişeler hiç mi hiç geçerli ve inandırıcı değil. Oysa günümüzde Fransa kendi ülkesinde başkalarının üstelik de AB üyesi ülke şirketlerinin stratejik sektörlere girmesini istemiyor. Gaz de France İtalyan şirketine satılacak diye neredeyse kıyamet koptu. Almanlar İspanya'daki bir enerji şirketini satın alacak diye İspanya ayağa kalktı. Aynı şekilde Amerika'daki liman işletmelerini bizim AKP'nin baş tacı ettiği Dubaililer aldı diye Amerika 
neredeyse toplumsal çılgınlık geçirdi ve satışı önledi. Amerikan enerji şirketlerinden birinin Çinlilere satılması durduruldu. Ama küresel çetenin bizdeki 
uzantılarına göre, bütün bunlar o ülkeler için doğru olabilir; ama bizim için değil. Onlar ellerindeki varlıklarını stratejik oldukları gerekçesiyle başka ülkelerin 
üstelik de AB üyesi ülkelerin şirketlerine satmayacaklar; ama biz, elimizde ne varsa satacağız. Çoğu zaman da çok ucuz fiyatlara. Demek ki, biz akıllıyız!!! 

Ekonomide milliyetçilik yapan Fransa, İspanya, Amerika ve diğerleri de enayi!!! İşin bu genel eleştiriler kısmını bir kenara bırakıp, tekrardan Finansbank işine 
dönecek olursak, eğer bu bankanın satılması sıradan bir ticari işlem olsa, yukarıdaki eleştiriler geçerli olmakla birlikte, aciliyet ifade etmeyebilir. 

Veya en azından bu şekilde düşünenler açısından satışın savunulabilirliliği vardır. Ama, eğer Yunan devleti Finansbank'ın alımı için stratejik bir karar veriyor 
ve bankanın değerinin bir kaç katını bu alım için peşin olarak sayabiliyorsa, burada bir bit yeniği vardır. Çarşamba günü yayımlanan Yunan gazeteleri bu alım konusunda doğrudan doğruya Yunan hükümetinin devrede olduğunu; devlet bankası olması (bizdeki Ziraat Bankası gibi) hasebiyle zaten kendi başına çok kolay karar veremeyeceğini; Karamanlis'in yeşil ışık yakması üzerine harekete geçildiğini ve bunun sebeplerinden birinin de sarsılmaya başlamış olan Erdoğan hükümetine destek olduğunu yazıyorlardı. İşte bu noktada işler karışıyor. Çünkü banka alımının sıradan bir şey olmadığı ve bir devlet girişimi olduğu ortaya çıkıyor. 

Ayrıca Yunan gazeteleri sadece % 46'lık kısımla yetinilmeyeceğini, Türk satıcının Yunan tarafının çoğunluğu elde etmesini garanti ettiğini ve belki bir gizli sözleşme bulunduğunu; buradaki 'gizliliklerin' ise Amerikan piyasalarına Wall Street'e kadar uzanabileceğini yazıyorlardı. Bunlar varsa, bunları bulmak Türkiye'deki hükümetin görevidir. Oysa Yunan bankasının yöneticileri Ali Babacan ile görüşmüşler ve o da kendilerini Türkiye'ye gelmeye zaten davet etmiş. Ayrıca Yunan gazetelerinin iddasına göre Yunan tarafı Türk Genelkurmayı ile de temas kurmuş ve onların da desteğini almış. Bunların hepsi doğruysa, bir bankacılık işlemiyle değil, Yunan devletinin kapsamlı bir operasyonuyla karşı karşıyayız. 

Bu arada Yunan Milli Bankası'da bir tavsiye... 

Karşılaştıkları Türk gazetecilerin söylediklerine ve yaptırdıklarını söyledikleri kamuyou anketine pek inanmasınlar. 
Yunan bankası gerçeği ortaya çıkınca müşteriler çekilebilir. Son bir iki gündür yazdıklarıma ve televizyon konuşmalarıma bu türden çok yoğun tepkiler 
alıyorum da... 

HEDDAM ..

***


ŞEHİT TABİP HALİL AKÇİÇEK



ŞEHİT TABİP HALİL AKÇİÇEK


Kahramanlık, Saldırıp Bir Daha Dönmemektir; 
Şehit Tabip Üsteğmen Halil Akçiçek

























Yazar: Op. Dr. Tayfun Özdem
KIBRIS 18 MAYIS 2017 PERŞEMBE

“Ecdadını yâd et ki, sen de yâd edilesin
Tarihini bilmeyenin sonu hüsran, bilesin!”  (1)

*
Tarih, kahramanları olmayan toplumların millet olma şerefine eriştiğini kaydetmemiştir.Dağlar yeryüzü için nasıl bir özelliğe sahipse kahramanlar da bir 
millet için o özelliğe haizdir. Milletler için kahramanlar, yeryüzünün dağları, gökyüzünün yıldızları gibidir.

“Kahramanlık ne yalnız bir yükseliş demektir,

Ne de yıldızlar gibi parlayıp sönmektir.

Ölmezliği düşünmek boşuna bir emektir;

Kahramanlık; saldırıp bir daha dönmemektir.

Sızlasa da gönüller düşenlerin yasından

Koşar adım gitmeli onların arkasından..

Kahramanlık; içerek acı ölüm tasından

İleriye atılmak ve sonra dönmemektir.”

H.Nihal Atsız (2)

*

Tarih 5 Ekim 1945. Bulgaristan’ın Ruscuk, Bisertsi Köyü.  Akçiçek ailesi bir erkek çocuğunu dünyaya getirmenin buruk sevincini yaşamaktadır. 

Çünkü Osmanlının Balkanlardaki hakimiyetini yitirmesinden sonra Rumeli Türkleri, mütemadiyen Bulgar, Sırp, Moskof çetelerinin imha hareketine, insanlık dışı işkencelerine maruz kalmış ve büyük göçlere zorlanmıştır. Bu zulüm 20.yy’da da devam ettirilmiştir.    

Yıl 1950... Dönemin Bulgar yönetimi, “ Tek bir Ulusun Yaratılması” siyasetini cehennemleştirir. 

Amaç içlerindeki büyük azınlık olan Türkleri, dayanılmaz baskı, şiddet, zulüm ve işkenceyle göçe zorlamaktır. Neticede Bulgar mezalimi altında inleyen, 
hafızaları asimilasyon törpüsüyle kazınmak istenen 200 bin Türk insanı asırlarca yaşadığı topraklarından sökülür, atılır. Akçiçek ailesi de bunlardan biridir; 
artık bu baskılara dayanamaz, neticede toprağını, evini barkını, bağını, bahçesini, akrabalarını, hatıralarını bırakarak 1950’de İzmir’e göç etmek zorunda kalır. (3,4,5)



Her şeyini Bulgaristan topraklarında bırakan Akçiçek ailesini İzmir’de işsizlik, sefalet, yoksulluk beklemektedir. Üstelik aile uğradığı zulmün travmasını 
hala üzerinden atamamıştır. Bir müddet İzmir’de kaldıktan sonra 1959’da Bursa’ya göç eder. Ailenin tek geçim kaynağı küçük bir baharat dükkanı olur. 
Zor şartlarda geçimini sürdürmeye çalışan Akçiçek ailesi tek umutları Halil’i en güzel şekilde yetiştirmenin gayret ve çabası içindedir. 

Her Türk evladı gibi Halil de, Türklük şuuru ve vatan sevgisiyle dolu yetiştirilmeli, vatana ve millete en hayırlı insan olması için her zorluğa göğüs gerilmeliydi. 

Ve öyle de olur. Halil her gittiği okulda yüksek başarı elde eder.

Yıl 1963. Orta öğrenimini Tophane Erkek Lisesi'nde yüksek başarıyla tamamlayan Halil, askeri öğrenci olarak Ankara Tıp Fakültesi'ne girer.



1963 yılı aynı zamanda, kahpe Yunan’ın, Türk milletini Kıbrıs’tan silmek için kurduğu katliam timi EOKA’nın yarattığı vahşetle bütün dünyanın çalkalandığı 
zamandır. 4 Aralık 1963’te Kıbrıs Lefkoşa’daki bir Yunan EOKA eylemcisi tarafından, kendileri için çok kutsal olan Markos Dragos’un heykeline bomba 
konularak Kıbrıs Türklerinin katledilmesine zemin hazırlanır. (6).  Bu bahaneyle derhal masum iki Türk evladı vahşice öldürülür. Artık ok yaydan çıkmış ve 
“Kanlı Noel”in fitili ateşlenmiştir. 23 Aralık 1963’te Kıbrıs Türk Alayı doktoru Tabip Binbaşı Nihat İLHAN’ın eşi ve 3 çocuğu saklandıkları banyoda, EOKA’lı 
katil Rumlar tarafından vahşice katledilince başta üniversite gençliği olmak üzere Türkiye ayağa kalkar (7).  Kıbrıs’ta ardı arkası kesilmeyen katliamlar 
bütün Türk dünyasını sarstığı gibi vatan aşkıyla kavrulan askeri tıbbiyeli öğrencilerin yüreklerini de derinden sızlatmaktadır. Üniversite öğrencileri nümayişte, nutuklar atılıyor, anavatan soykırıma marşlarla isyan bayrağı açıyor. Bu da gösteriyor ki Kıbrıs Türk’ünün ana vatandan yardım elini beklediği günler daha yoğun olarak gönüllerde hissedilmektedir.(8)

 Askeri tıbbiyeli Halil Akçiçek; uzun boylu, atletik vücutlu, sarışın, yeşil gözlü, yakışıklı fidan gibi delikanlı olmuştur. Bu fiziksel özellikleri ile diğer askeri 
tıbbiyelileri kıskandıran Halil, askeri tıbbiye deontolojisine uygun olarak da kendinden büyük ağabeylerine saygı ve hürmetini eksik etmeyen bir kardeş, 
kardeşlerini koruyan bir ağabeydir. Askeri tıbbiye günleri yoğun ders programları yanında lisanslı voleybolcu olarak oynadığı Ankara Tıp Fakültesi ve Harita Gücü Voleybol Takımlarında aldığı kupalar ile de hayatı taçlanmaktadır. Tiyatro ile de ilgilenmektedir. Askeri tıbbiyedeki son yıllarda beraber oyun sergiledikleri ve daha sonra eşi olacak Nesrin Hanımefendi ile tanışır. Prof. Dr. Yücel PAK, Halil’in yeşil gözlerindeki mutluluğu ve kalbindeki sevgiyi ‘’Bundan sonra göreceksiniz daha başarılı olacağım, yengenize söz verdim!’’ sözleriyle yâd edecektir. (9) 

1969 yılında Ankara Tıp’tan mezun olduktan sonra Gülhane Askeri Tıp Akademisinde genel cerrahi ihtisası yapma hakkı kazanır. 
4 Eylül 1969’da da Nesrin hanımla evlenir. 1970 yılında kızları Aslıgül ve 1972 yılında oğlu Alp dünyaya gelir.

30 Ağustos 1970. Tabip Üsteğmen olan Halil Akçiçek, Ankara Mamak’ta 28. Mekanize Piyade Tümeni Sıhhiye Taburu Ayırma Bölük Komutanıdır. 



Aynı zamanda stajyer tabip teğmenlerin ilk kıta eğitimlerini almaya başladıkları 28.Tümenin de bir eğitmenidir. Üsteğmen Halil, bölük ilk yardım yeri, yaralı toplama yerleri, mekik sistemi, sahrada tıbbi müdahale kursları ve seyyar cerrahi hastaneye yaralı tahliye eğitimleri genç teğmenlere kendisi tarafından anlatılacaktır.

Kıbrıs’a müdahale amacıyla en kapsamlı plan olan Yıldız Atma-4’e göre 28.Mekanize Piyade Tümeni Kıbrıs’a çıkartma yapacak birliklerin başındadır ve 
tümen hazırlıklarını bütün bağlı birlik ve unsurları ile buna yönelik yapmaktadır. (10) Askeri sağlık sistemi Metehan’dan beri Türk ordusunun ayrılmaz bir parçası olmuştur, olmaya da devam edecektir. 15 Mayıs 1919’da kahpe Yunan’ın İzmir’i işgali sırasında ‘Kato (kahrolsun) Venizelos’ diye haykırdıktan sonra şehit edilen Tabip Yarbay Şükrü Bey’den ve her türlü manda ve himayeyi reddeden Tıbbiyeli Hikmet’ten (11)  aldıkları Kürşat ruhu (12) ile Kore, Kıbrıs ve iç güvenlik harekatında kahraman tıbbiyelilerin yararlılıkları bunun en güzel örneğidir ki, Tabip Üsteğmen Halil ERDOĞAN Kore’de, Tabib Üsteğmen Doğan GÖKBULUT iç güvenlik harekatında şehit olmuşlardır.(13)

 Kıbrıs Türk’ü yıllardır acı ve özlemle anavatandan yardım beklerken kahraman Türk ordusu da müdahale için hasretle yanıp tutuşmaktadır:

‘’Sabır ver Allah’ım!

Sabrım kalmadı

Vatanım Kıbrıs’a çıkmak isterim!

Vatan ellerini yad (yabancı) edenlerin

Dünyayı başına yıkmak isterim!’’

 Bu marş 28.Mekanize Piyade Tümeni Sıhhiye Taburu sabah koşusunda Halil Üsteğmen’in gür sesiyle yankılanmaktadır. Asil Türk milletinin kahraman 
evlatlarının hasret türküleri bütün birliklerde, Beşparmak dağlarını inletsin diye sevda marşlarına karışmaktadır.

Tarihi ve siyasi hiçbir hakkı olmadığı halde 1571 yılından beri Türk toprağı olan Kıbrıs’ta yaşayan bütün Türkleri yok etmek isteyen Yunan EOKA’cıların 
“Kanlı Noel” olarak tarihe geçen vahşetiyle başlayan ve Akritas Planı’yla devam eden nice katliamlar ve cinayetler ne ilkti ne de son olacaktı. 

Nitekim 1963 yılında başlatılan bu kıyım ve adada ENOSİS’i gerçekleştirme gayretleri; Türkiye’nin garantörlük hakkını kullanmasına karar verdiği ve bu 
haktan aldığı güçle başlattığı 1974 Kıbrıs Barış Harekâtına kadar devam edecekti.(14)

 Anadolu insanı, Kıbrıs’taki kardeşlerinin geleceğinden emin olmaları, onların hür ve bağımsız bir biçimde yaşamaları için gerekirse canını vermeye her 
zaman hazır olduğunu her vesileyle göstermiştir. Çünkü Kıbrıs Türkleri bizim kardeşlerimizdir, Kıbrıs da Türkiye’nin millî bir davasıdır. 

Kıbrıs Türk’ü de, Türkiye’den kopartıldığından bu yana Türkiye’yi anavatan olarak görmüş, sürekli maruz kaldığı Rum tehdidine ve baskısına karşı umudunu 
Türkiye’ye bağlamıştır. 

Türkiye de yavru vatan olarak gördüğü Kıbrıs’a hep sahip çıkmış, devleti ve milletiyle her zaman ve her durumda Kıbrıs Türkü’nün yanında yer almıştır.

15 Temmuz’da Yunanistan’ın desteklediği Rum Milli Muhafız Ordusu tarafından gerçekleştirilen darbeyle Kıbrıs’ta Makarios yönetimine el konulur. 
Makarios ülke dışına kaçar. Bu darbeyle Kıbrıs’ın Yunanistan’a bağlanması ve Türklerin yok edilmesi amaçlanmaktadır. Ancak bu darbe, Türkiye’nin 
Kıbrıs’a müdahale sebebinin argümanı olacaktır. Artık rahmetli Denktaş’ın rüyasında Atatürk’ten ‘’Aman bizi kurtar, artık dayanamıyoruz!’’ ve Atatürk’ün 
‘’Konjonktüre dikkat et Denktaş! Konjonktür çok önemlidir!’’ dediği ortam doğmuştur.(15)

 Ayrıca Türk’ün büyük ATA'sı Mustafa Kemal’in: ‘’Efendiler, Kıbrıs düşman elinde bulunduğu sürece Akdeniz bölgesinin ikmal yolları tıkanmıştır. 
Kıbrıs’a dikkat ediniz. Bu ada bizim için çok önemlidir.’’ stratejik uyarısının idrakiyle Kıbrıs’a müdahale şart olmuştur.

 Bunun üzerine 28.inci Piyade Tümeninin Sıhhiye Taburu ve bağlı bütün unsurlarına sefer görev emri verilmiştir. Aylardır teyakkuzda bekleyen 
12  bin kişilik tümen yükleriyle intikale hazırlanmaya başlamıştır. Bu esnada izinde olan Halil Üsteğmen de emir beklemeden derhal birliğine katılmıştır. 
Eş zamanlı olarak 28’inci ve 39’uncu tümen emrindeki seyyar cerrahi hastaneler doktor, hemşire ve personel ile teşkilat malzeme kadro oranlarını aşan 
oranlarda desteklenmiştir.(16)

 Kahpe Rumlara cehennem olacak 1600 araç, binlerce asker, 40 kilometrelik konvoyuyla kahraman Türk ordusu kükremektedir. Gazan mübarek olsun şanlı 
tümen!

 20 Temmuz 1974 sabahı Kıbrıs’ta havadan ve denizden harp çiçekleri açmaya başlamıştır. Mehmetçik yavru vatana, Kıbrıs Mehmet’ine kavuşmuştur artık. 
28’inci tümen ağırlıkları Mersin Taşucu bölgesinde hazır kıta beklemektedir. 29 Temmuz 1974, saat 15:30’da 28’inci tümen komutanı Tümgeneral Osman Fazıl Polat, sağlık şube müdürü Tabip Üsteğmen Ersoy IŞIK’ (Em. Prof. Tbp. Tuğg.,Kardiyolog)’ın da (17)  aralarında bulunduğu Tümen karargahı ile birlikte Ovacık’taki 72 adet UH-1 helikopterden oluşan kara havacılık alayına bağlı unsurlarla hareket ederek Kıbrıs’ın Kırnı bölgesine 16:15 itibari ile inerler. 30 Temmuz ve 2 Ağustos arasında da tümen sıhhiye taburu dahil bütün ağırlıkları ile vatan topraklarına ayak basar.(18,19)

 Tümen Sıhhiye Taburu ayırma bölük komutanı Halil Üsteğmen muharebe hizmet destek unsuru olarak bir kaç kez gemilere yükleme yapılıp tekrar indirilen 
sıhhiye taburunun bir an önce adaya ayak basması için çıkarma birlikleri komutanına ve kendisini oğlu gibi seven tümen komutanına ‘Komutanım biz bir an önce gitmek istiyoruz, birliklerimizin sıhhiye desteği yanlarında olmalıdır.’ diyerek durumu arz etmiştir. 39’uncu tümen sıhhiye taburu ve seyyar cerrahi 
hastane Kıbrıs’ta görevinin başındadır, ancak kahraman Halil beklemek istememektedir. H.Nihal Atsız’ın tabiriyle: Tabip Üsteğmen Halil de “koşar adım 
gitmeliydi onların arkasından”, nitekim öyle olur.

28’inci Piyade Tümeni Komutanının emriyle Lapta-Karava istikametinde yapılan harekatla stratejik bir öneme sahip 1023 rakımlı tepe 2 Ağustos saat 18:00’da 61’inci Piyade Alayı tarafından ele geçirilir.

6 Ağustos’ta , 28’inci Piyade Tümen Komutanlığının sorumluluğunda 61’inci piyade Alayı 2 ve 3’üncü komando taburları ile Deniz Piyade Alayı Lapta ve 
Karava’ya taarruz eder ve 7 Ağustos’ta Lapta-Karava kahpe Rum’dan temizlenir.(19)

8 Ağustos 1974. Hava puslu, düşman kalleş, yer gök kan kusuyor. Piyade Binbaşı Bünyamin Kasap(1931-Niğde), Tabip Üsteğmen Halil Akçiçek (1945-Bursa), Sağlık Başçavuş İ.Hakkı Gedik (1930-Ankara); sınırdaki yaralıların ve hastaların durumunu yerinde görmek için cip ile yola çıkarlar. Ne yazık ki, bu yola çıkış onlar için uçmağ olacaktır. “Kahramanlık; saldırıp bir daha dönmemektir.” Yolda mayına basan cipin havaya uçmasıyla orada üç vatan yiğidini şehit veririz. Ve onlar şimdi Kıbrıs’taki Boğaz Şehitliğinde 79-80-81 numaralı cennet kapısında koyun koyuna yatmaktadırlar.

 Tarihin en köklü milleti olan Türkler böyle kahramanları sayesinde bugüne kadar var olmuştur ve kıyamete kadar da var olacaktır!

 Yaralılara ilk müdahaleyi yapan 39.Tümen 60 yataklı seyyar cerrahi hastanede genel cerrah olarak çalışan Tabip Üsteğmen Lütfi Baş (Prof.Dr. ve Plastik Cerrah) kollarında şehit olan kahraman Halil üsteğmen için gözleri dolu dolu, boğazı düğümlenirken yıllar sonra bile unutamadığı anısını “Vücudunda herhangi bir parçalanma, kan yoktu. Yeşil gözleriyle gülümseyen yüzü ile şaka yaptığını zannettim» sözleriyle anlatacaktır.(20)

 Kahraman Şehit Tabip Üsteğmenin şehit olduğu Siskilip bölgesine Akçiçek adı verilmiştir. İlk önceleri Lefkoşa’da bir hastaneye verilen adı şimdi Girne Dr. Akçiçek Hastanesi olarak yaşatılmaktadır. Lefkoşa’da Şehit Tabip Üsteğmen Halil Akçiçek kışlasına ve GATA Tıp Fakültesi içinde bin kişilik amfiye adı nakşedilmiştir.

Tüm şehitlerimizin ruhu şad olsun...
Vatanım Kıbrıs’a Selam olsun!

TANRI TÜRK’Ü KORUSUN ve YÜCELTSİN!

DİPNOTLAR;

1)      Osman Karababa, Bilgiyurdu Gençlik Dergisi Yıl:10 Sayı:60 Mart/Nisan 2017 .s. 22

2)      Hüseyin Nihal Atsız, Yolların Sonu, Kahramanlık. S.25

3)      Oral Sander, Balkan Gelişmeleri…,s.71 ; Prof. Dr. Yılmaz Altuğ, Balkanlardan Anayurda

4)     Yapılan Göçler, s.111. 20 İbrahim Kamil, Bulgaristan’daki Türklerin Statüsü, İstanbul, basım yılı yok, s.46-47.

5)      Prof. Dr. Bilal Şimşir, “Bulgaristan Türkleri”, Türk Kültürü, sayı:263

6)      (H. Scott Gibbons, Peace Without Honour, Ankara, 1969, s. 31,76

7)      Dr. Emete Gözügüzelli,   Vurun “Kahpe”Kıbrıs’a, s.71

8)      Dr. Fazıl Küçük, Mücadelemizin Görkemli Günleri, Tanıtma Dairesi Yayınları, Mart 1998, s.205

9)      Prof. Dr. Yücel Pak ,Emekli Tabip Kıdemli Albay (1969-27), (Radyolog, Radyasyon Onkolojisi)  

10)   M,Şükrü Tandoğan , Kıbrıs Barış Harekatı Birlikler ve Muharebeleri . s.18,75

11)   Metin Özata , Atatürk ve Hekimler ,2015, s.315 , s.406

12)   Hüseyin Nihal ATSIZ,  Bozkurtların Ölümü

13)   Prof. Dr. Adnan ATAÇ , 20. Yüzyılda Şehit Olan Türk Sağlık Subayları

14)   İbrahim Artuç , Kıbrıs’ta Savaş ve Barış s.55

15)   Yılmaz POLAT ,Barış İçin Oradaydılar Parola:Kıbrıs s.3,4

16)   Fatma Aynur Gökçek ,Emekli Ordu Hemşiresi, Kıbrıs Gazisi

17)   Prof.Dr. Ersoy IŞIK, Emekli Tabip Tuğgeneral (1972-2), Kardiyolog

18)   Yılmaz POLAT ,Barış İçin Oradaydılar Parola:Kıbrıs s.79

19)   M,Şükrü Tandoğan , Kıbrıs Barış Harekatı Birlikler ve Muharebeleri . s.52

20)   Prof.Dr. Lütfi Baş, Emekli Tabip Kıdemli Albay(1968-6), Plastik Cerrah

RESİMLER

1) Aslıgül AKÇİÇEK KURUL, Kızı, Aile Arşivi

2) Uzm.Dr.Mehmet  KOÇER , Psikiyatrist, Girne Asker Hastanesi

http://www.21yyte.org/tr/arastirma/kibris/2017/05/18/8636/kahramanlik-saldirip-bir-daha-donmemektir-sehit-tabip-ustegmen-halil-akcicek



12 Haziran 2017 Pazartesi

19 MAYIS


19 MAYIS


Mehmet Murat Binzet 
(m1000zet@gmail.com) 
19 MAYIS 2017


9 Mart 1919 tarihinde Samsun’a Askerî birlik çıkaran İngilizler‘in Türk halkının silâhlandığı konusundaki şikayetleri üzerine bu bölgeye güvenilir bir kumandanın olağanüstü yetkilerle gönderilmesine karar verildi. Bu kumandan Mustafa Kemal Atatürk’tü ve Atatürk uzun zamandan beri ülkenin içinde bulunduğu bu umutsuz duruma üzülüyor ve birşeyler yapmak için Anadolu’ya geçmek istiyordu. Bu O’nun için bulunmaz fırsattır. İstanbul-Samsun yolculuğu öncesinde Atatürk’le Padişah Vahdettin arasında geçen konuşmayı Atatürk şöyle anlatır:( Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri, Hazırlayan:Utkan Kocatürk, 3. Basım, Ankara 1984, s.76.)



“-Paşa, Paşa!... Şimdiye kadar devlete çok hizmet ettin! Bunların hepsi artık bu kitaba girmiştir (bu bir tarih kitabıdır)! Bunları unutun, dedi, asıl şimdi 
yapacağın hizmet hepsinden daha önemli olabilir...Paşa, Paşa...Devleti kurtarabilirsin!... 

Bu sözlerden hayrete düştüm. Acaba Vahdettin benimle içtenlikle mi konuşuyor?... O Vahdettin ki... bütün yaptıklarından pişman mı olmuştur? 
Aldatıldığını mı anlamıştı? Fakat, böyle bir yorum ile başka konulara girişmeyi ürkütücü saydım, kendine karşılık verdim: 

-Kişiliğe güveninize ve bana bunca yüz verişinize teşekkür ederim...Elimden gelen hizmeti esirgemeyeceğime lütfen güveniniz...” 



Atatürk bu konuşmada plânlarının sezilmiş olabileceği duygusuna kapılmıştı ama, O’nu bekleyen ve O’na güvenen bir“Türk Milleti” vardı.

Atatürk beraberindeki gemi kaptanı İsmail Hakkı Durusu, 4) III. Kolordu Komutanı Kurmay Albay Refet Bey (General Bele), Müfettişlik Kurmay Başkanı 
Kurmay Albay Manastırlı Kâzım Bey (General DIRIK), Müfettişlik Sağlık Bakanı Doktor Albay İbrahim Talî Bey (ÖNGÖREN), 
Kurmay Başkan Yardımcısı Kurbay Yarbay Mehmet Ârif Bey(AYICI), Karargâh Erkân-ı Harbiyesi İstihbarat ve Siyâsiyât Şubesi Müdürü Kurmay Binbaşı 
Hüsrev Bey(GEREDE), Müfettişlik Topçu Komutanı Topçu Binbaşı Refik Bey(SAYDAM), Müfettişlik Başyaveri Yüzbaşı Cevad Abbas(GÜRER), 
Kurmay Mülhakı Yüzbaşı Mümtaz (TÜNAY),Kurmay Mülhakı Yüzbaşı İsmail Hakkı (EDE), Müfettişlik Emir Subayı Yüzbaşı Ali Şevket (ÖNDERSEV), 
Karargâh Komutanı Yüzbaşı Mustafa Vasfi (SÜSOY), Kurmay Başkanı Emir Subayı ve Müfettişlik Kâlem Âmiri Üsteğmen Arif Hikmet (GERÇEKÇI), 
İaşe Subayı Üsteğmen Abdullah(KUNT), Müfettişlik İkinci Yaveri Teğmen Muzaffer (KILIÇ), Şifre Kâtibi, Birinci Sınıf Kâtip Fâik (AYBARS), 
Şifre Kâtibi Yardımcısı, Dördüncü Sınıf Kâtip Memduh (ATASEV) ile birlikte 16 Mayıs 1919 Cuma günü öğleden sonra “Bandırma” adındaki eski bir vapurla 
Galata rıhtımından ayrıdı ve bu yolculuk, Türk Milleti için bir dönüm noktası ve kurtuluşun başlangıcı oldu. 

Ulu Önder, Millî Mücadele’yi başlatmak üzere Samsun’da Anadolu topraklarına bastığı 19 Mayıs 1919 tarihinin önemi nedeni ve kendi deyimiyle doğum 
günü olan 19 Mayıs’ı Türk Gençliğine armağan etti. 

Kutlu olsun…


***

AB’nin Bir Müslüman Mülteciye Daha Tahammülü Yok,



AB’nin Bir Müslüman Mülteciye Daha Tahammülü Yok,



Enes Bayraklı  
9 Ekim 2016 




AB üyesi Devletlerin Mülteci kabul etmemek adına verdikleri mücadelenin en trajikomik örneği Macaristan’da geçtiğimiz haftalarda yapılan referandum oldu. 

Mülteci krizi ve Suriye’deki felaket üzerine çok şey yazıldı çizildi. Bu krizin apaçık ortaya koyduğu bir gerçek var ise o da genel olarak Batı uygarlığının yegane 
temsilcisi olduğunu iddia ettiği insan hakları ve demokrasi gibi değerleri söz konusu “öteki” olunca nasıl da görmezden geldiğidir. 

Böylece aydınlanma ideolojisiyle birlikte piyasaya sürülen ve Irak’ta Afganistan’da olduğu gibi çoğu zaman da sopa zoruyla ötekine kabul ettirilmeye çalışılan bu değerlerin aslında neo-kolonyalizmin Batı dışındaki ülkeleri köşeye sıkıştırmak için kullandığı birer enstrüman olduğu gerçeği bir kez daha gözler önüne serildi.

Aslında aydınlanmacılık ve ilerlemecilik ideolojileri iki dünya savaşı ile Avrupa’da duvara toslamıştı. Bu ideolojiler sürekli ilerleyen ve aydınlanan bir Batılı toplum hayal ediyordu. Gelgelelim savaş sırasında ortaya çıkan barbarlık ve vahşet, gerici olduğu düşünülen ortaçağ toplumlarını fersah fersah geride bırakmıştı. Savaş sonrasında kendisini kuran temel ideolojiyi sorgulamadan yeniden yeryüzünde bir cennet inşa etmeye soyunan Batı, bu hedefine büyük oranda ulaştı. Gelinen noktada Avrupa ve Amerika savaşlardan arınmış, müreffeh birer ada haline geldi.

BATI’NIN SEFALETİ

Yalnız bir sorun vardı, inşa edilen bu cennet ‘öteki’ni kapsamıyordu.  Daha da kötüsü bu cenneti inşa eden maddi zenginlik dünyanın çoğunluğunu oluşturan 
ötekilerin kaynaklarının klasik sömürgeciliğe rahmet okutacak derecede sofistike yöntemlerle talan edilmesi ve sömürülmesiyle kazanılmaktaydı. 

Gelişmekte olan ya da azgelişmiş ülkeler olarak nitelendirilen bu ülkelerin yönetimlerinin Batı kuklası işbirlikçi diktatörlerden yerli ve milli güçlere geçmemesi için gizli veya açıktan her türlü müdahalenin yapılmasından da geri durulmadı. İran’daki Musaddık darbesinden, Mısır’da Mursi’nin devrilmesine, 
28 Şubat’tan 15 Temmuz’a hep aynı oyun devreye sokuldu.

Suriye’de başlayan devrim işte tam da bu sebepten akamete uğratıldı. Çünkü Batı, Esed rejimi gittikten sonra yerine kurulacak olan yönetimin kendi 
kontrolünde olup olmayacağından bir türlü emin olamadı.  Bu yaklaşımın sonucu olarak geriye bölgesel ve küresel güçlerin vekalet savaşlarıyla harap olmuş 
bir Suriye kaldı.

Esed sonrası rejimin belirlenmesi adına kendi elleriyle yaptıkları ve yücelttikleri insan hakları putunu yemekten çekinmeyen Batı ülkeleri, savaşın neden 
olduğu korkunç yıkım sonucunda ortaya çıkan mültecileri görmezden gelerek yine kendi elleriyle inşa ettikleri bir putu, mülteci hakları putunu aynı sona 
mahkum etti.

Sonuçta demokrasi, kadın hakları, çocuk hakları, mülteci hakları ve insan hakları vb. konularda şampiyonluğu kimseye bırakmayan ve bütün dünyayı bu 
konularda uluslararası örgütleri, STK’ları Think Tanklar’i ve medya organları vasıtasıyla parmağını sallaya sallaya terbiye eden Batı ülkeleri, 
Suriyeli mülteciler konusunda acınası ve zavallı bir konuma düştü.

NASIL UZAK TUTARIZ?

Zira mülteciler ile ilgili Cenevre Sözleşmesi mültecilerin Batı’nın güvenli adasının kapısından çevrilmesine müsaade etmiyordu. Buna rağmen uzunca bir 
süre hem Amerika hem de Avrupa sorunlu bölgelere olan coğrafi uzaklıkları nedeniyle mültecilerin sorunlarına kulaklarını tıkadı. Avrupa ise ancak  
mülteciler kapılarına dayandığı zaman adım atmaya başladı. Fakat bu adımlar mültecilerin sorunlarına çözüm bulmaktansa “Mültecileri Avrupa’dan nasıl 
uzak tutarız?” sorusu üzerine odaklandı.

Avrupa ülkeleri, mültecileri kabul etmemek için topu birbirlerine atmayı ve AB’nin kurucu değerlerinden olan dayanışma ilkesini açıktan çiğnemeyi de göze aldı. 
Uzunca bir süre mülteci meselesi İtalya, Yunanistan ve Malta gibi ülkelerin omuzlarına yıkıldı. Mülteciler Orta Avrupa’ya doğru hareketlendikten sonra ise 
Almanya, Avusturya, Macaristan, Slovakya gibi ülkeler adeta birbirlerine düştü. Avrupa birliği üyesi ülkeler arasında 160 bin mültecinin bir kota dahilinde 
dağıtılması konusunda müzakereler yıllarca sürdü. Sonuçta bu konuda anlaşılsa bile anlaşmayı hayata geçirmemek konusunda AB üyesi devletler ayak 
sürümeye devam etti.

Birçok Avrupa Birliği üyesi ülkenin resmi temsilcileri sadece Hıristiyan mültecileri kabul edebilecekleriyle ilgili açıklamalar yapmaktan çekinmedi. Macaristan, 
İngiltere Bulgaristan gibi ülkeler sınırlarını dikenli tellerle kapattı. Bu arada AB’nin en büyük kazanımlarından birisi olan serbest dolaşım hakkı da mültecileri 
durdurmak adına feda edilerek ülkeler arasında yeniden sınır kontrolleri başlatıldı.

AB üyesi devletlerin mülteci kabul etmemek adına verdikleri mücadelenin en trajikomik örneği ise Macaristan’da geçtiğimiz haftalarda yapılan referandum oldu. 
Macaristan’daki aşırı sağcı hükümet AB’nin Macaristan için ayırdığı bin 294 kişilik zorunlu mülteci kotasını kabul etmemek için 30 milyon avro harcayarak 
referandum yaptı. İşin ilginç yanı şu ki, referandum için harcanan para büyük ihtimalle bu mültecilerin masraflarını karşılamaya yetecekti.  

Sonuçta referandum yeterli katılım olmaması nedeniyle geçersiz olsa da, katılanların yüzde 98’i mültecilerin Macaristan’da yerleştirilmesine karşı çıktı. 
Referanduma katılım oranının yüzde 43’te kalmasına rağmen Macaristan’da yapılan seçimlere katılım oranının ortalama yüzde 60’ta kaldığı göz önünde 
bulundurulmalıdır. Yani aslında seçimlere düzenli olarak katılan kitlenin büyük çoğunluğu birçok Avrupa ülkesinde olduğu gibi Macaristan’da da mülteci 
karşıtıdır.

AB açısından durum böyle iken Afganistan’dan Irak’a Ortadoğu’daki yıkımın temel sorumlusu ABD için de çok farklı değil. ABD kriz bölgelerine olan coğrafi 
uzaklığı nedeniyle mülteci meselesinde adeta üç maymunu oynamayı bugüne kadar sürdürdü. Avustralya ise Asya pasifik bölgesinden gelen mültecileri 
durdurmak için Nauru Adası hükümetine maddi yardım yaparak bu adayı mülteciler için adeta bir açık hava hapishanesine çevirdi.

Dünyanın en gelişmiş ekonomileri olan ve insan haklarının yılmaz savunucusu rolünü kimselere bırakmayan ABD, AB ve Avustralya mültecileri kabul 
etmemek ve kendilerinden uzak tutmak için canhıraş bir mücadele içindeyken, mülteci meselesi dünyanın geri kalanının ama en çok da geri kalmış ülkelerinin 
meselesi olarak kaldı. Uluslararası Af Örgütü’nün rakamlarına göre dünya genelindeki kayıtlı 21 milyon mültecinin yüzde 56’sı Ortadoğu, Afrika ve Güney Asya ülkelerinde bulunmakta. Yani dünya üzerindeki mültecilerin yarısına sadece 10 ülke evsahipliği yapıyor. Bu 10 ülkenin küresel ekonomideki payı ise sadece 
yüzde 2,5.

Bütün bu resim bize Batı’nın “Bir tane daha Müslüman mülteci çok fazla” mesajını verdiğini göstermektedir. Mülteci kabul edilecekse de tercihen Hıristiyan olmalı ya da en azından eğitimli olmalıdır. Böylece Batı uygarlığı sadece kendisinin temsil ettiğini iddia ettiği değerleri açıktan çiğnemekte ve dünyaya bu değerlerin ancak kendi inşa ettiği cennet içerisinde geçerli olduğu mesajını vermektedir.

[Star Açık Görüş, 9 Ekim 2016]


http://www.setav.org/abnin-bir-musluman-multeciye-daha-tahammulu-yok/


***

HER ‘ŞER’DE.. BİR ‘HAYIR’ VARDIR


HER ‘ŞER’DE.. BİR ‘HAYIR’ VARDIR



Cumhurbaşkanı Erdoğan:

Düne kadar “…  ALDATILDIM, milletim ve Allah’ım beni affetsin” diyordu

Dün TV’de izledim: “Aldatan da ALDANAN DA olmadım” deyiverdi!

Soylu milletimin takdirlerine sunuyorum.

Güzel Türkçemizde değerli bir söz vardır;

“HER ‘ŞER’DE BİR ‘HAYIR’ VARDIR” diye.

Bu deyim; “Her Kötü Olay, İyi Bir Şeyleri Doğurur.” anlamındadır.


Erdoğan HİÇ GEREĞİ YOKKEN(!), bir BAŞKANLIK tutkusunun esiri oldu ve 

Milleti “HALK OYLAMASINA” götürüyor


Biz diyoruz ki; Erdoğan bu kararıyla MİLLETİ UYANDIRDI ve 

AKP’lisi dâhil, partili,  partisiz bütün MİLLETİ KARŞISINA ALDI.

Hepsi yaşadıkları sıkıntılardan kurtulmak için “HAYIR” diyecekler…


Bir düşünür bir saptama yapıyor:

“… Herkes çok YORGUN. Herkes Huzur Arıyor. 

Türkiye bu KAVGADAN; yarınlara olan BELİRSİZLİKTEN BIKMIŞ durumda. 


Önümüzdeki REFERANDUM; KAVGA eden değil, kendi içinde BARIŞIK, 

TEK ADAM değil, 80 MİLYONLA birlikte yaşayan bir Türkiye için FIRSATTIR. 


Bu sandık, Türkiye'nin kendi içinde barışması için, AYRIŞMAYA SON vermesi için, 

BİRLİK ve BERABERLİĞİ yeniden İNŞA etmesi için, 

HUZURU ve İSTİKRARI yakalayabilmesi için bir FIRSATTIR. 

Bunun için önce itiraz etmemiz sonra 'HAYIR' dememiz gerekiyor. 


Herkesin mutlaka SANDIĞA GİTMESİ gerektiğini söylüyoruz. 

“DEMOKRASİNİN ÖZNESİ; BİREYDİR” 

Sizler, bizler olmazsak, ne Demokrasinin, ne Bayramın, bizim için anlamı olur.


Her bireyin sorumluluğu vardır. Her birimizin, Türkiye'de SÖZ HAKKI olabilmesi için 

Mutlaka SANDIĞA GİTMESİ gerekiyor. 

Demokrasiyi hep birlikte tuğla tuğla İNŞA etmeliyiz. 

SANDIĞA partizanlıkla, fanatizmle değil, VİCDANIMIZIN sesi ile 

Bir memleket meselesi bilinciyle “OY” vermeye gitmemiz gerekiyor. 

Hatta sadece kendimizin gitmesi yetmiyor, 

En az bir kişiyi daha, oy kullanmaya gitmeye İKNA etmeliyiz.

Görünen o ki; Bu iyi niyetli MİLLET, düşünecek ve 

Bizler; ÇANAKKALE’DE, KURTULUŞ SAVAŞINDA

CANLARINI veren şehitlerimizin,

KANLARINI döken gazilerimizin, TORUNLARI olarak,


VATANIMIZI ve ÖZGÜRLÜKLERİMİZİ
Kim ulursa olsun KEYFİ YÖNETİMİNE bıkmaya
“HAYIR” diyoruz. diyecektir.

***

Cemil DENK, 
E. Albay 

ATATÜRK’ÜN ve BİRİLERİNİN, Din’e, Laiklik’e ve Kadına BAKIŞI” konusunda 9 KİTAP Yazmış Araştırmacı Yazar 0 532 217 88 11 / 
Araştırmacı Yazar 0 532 217 88 11
E-Mail: denk.cemil@gmail.com,    
08 Nisan 2017 Cumartesi


***

KÜRTÇE BİLİM DİLİ İDİ DE.., 90 YILLIK CUMHURİYETİMİ ONU YOK ETTİ.?


KÜRTÇE BİLİM DİLİ İDİ DE.., 90 YILLIK CUMHURİYETİMİ ONU YOK ETTİ.?




Prof. Dr. Özer OZANKAYA
of.ozankaya@isnet.net.tr
13 Mart 2014, 12:57


«Kürtçe tıp kongesi», PKK terörüne, yani silahlı zorbalığına yapay gerekçe sağlamak üzere ulusal birliğe yönelmiş «tâcizci» eylemlerden biridir.

Bu zorbalığa şimdiye dek en sık gösterilen bahane, «yerel kütürün» gelişmekten alıkonulmasıdır.

«Yerel kültür» olgusunun gerçek niteliğini bilimsel olarak ortaya koymak, silahlı zorbalıkla ulusumuzu ve yurdumuzu parçalamak isteyen sömürgecinin ahlaksız oyununu bozmak için gereklidir:

Biliyoruz ki, Anadolu'muzun son bin yıllık tarihinin 300 yılını alan Selçuklu yönetimi Arapça ve Farsçayı resmi dil olarak kullanmıştı; yani Türk'e ayrı calık tanıdığının öne sürülmesine olanak yoktur. Ondan sonraki 600 yıllık Os manlı yönetiminin de hiç bir etnik grubu ne dilini işlemekten, ne okul ya da medrese açıp bilim geliştirmekten, ne kent kurup bayındır kıl maktan, ...... alıkoyan hiç bir ayrım-gözetici davranışı olmadığı, tam tersi ne bu etnik kümeler içinde Türkü hep horladığı ve harcadığı tarihsel bir gerçektir.

Demek ki ülkemizde herhangi bir alt kültür kesimi son 900-1000 yılda yazın (literature) dili ve bilim, sanat, edebiyat, felsefe, inanç sistemleri.. geliştire memiş, kent yaşamı ve kent kültürü oluşturamamış ... ise, bunu herhangi bir ırk ya da kültür şövenizminin sonucu gibi göstermenin doğru olmayacağı orta dadır. Tam tersine Selçuklu ve Osmanlı'nın belirttiğimiz niteliklerine karşın Türk kültürü tüm Güneydoğu Anadolu'daki kent kültürünün başat kurucusu olmuş, bölgedeki bütün öteki «yerel» kültür kesimleri bin yıldanberi bu Türk kültür ortamı içinde bütünleşmiş, biribirleriyle de hep Türkçe aracılığıyla kucaklaşmış, kaynaşmışlardır. Bugün de Cumhuriyet'le kurulan çağdaş Türk ulusal toplumu içinde eşit hakla ra sahip yurttaşlar olarak, ulusal kültüre kendi yerel özellik leriyle renk, çeşni ve tad katarak bütünleşmek, Kürt, Zaza, Arap, Süryani, Ermeni ... yerel toplulukları için de, bu toprakları yurdu sayma hakkı onların hiçbirininkinden daha az olmayan Türk öge için olduğu kadar özgürlüğün, onurun ve gönencin gereğidir.

Buna karşılık yabancı -özellikle de Batı- sömürgeciliğinin Doğu ve Güneydoğu A nadoluyu, Mustafa Kemal'in haykırdığı «Tarih bir ulusun haklarını aslâ inkâr etmez!» gerçeğini hiçe sayarak, öncelikle ve ağırlıkla Ermenistan (Ermenistan resmi politikası, daha geçen hafta Van'ı Ermenistan'ın parçası saydığını yineledi!), birazcık da -ayıp olmasın gibisinden- kendilerine bağımlı ve hiç bir za man çobanlıktan daha yüksek düzeye çıkmasına olanak verilmeyecek, aşiret düzeyinde bir sözde «Kürdistan» yapmak gibi hain (çünkü Türk ve Türkiye düşmanlığına da yalı) planları olduğu ortadadır.

«Çobanlıktan daha yüksek bir düzeye çıkmaya olanak bırakmaya cağı»yargımı açıklamak isterim:

Sömürgeciliğin temelinde yatan güdü, sömürdüğü ülkenin doğal kaynaklarını«hammadde», işgücünü «ucuz e mek», pazarını da «serbest pazar» olarak kullanmak, bunun için de onu kendisiyle yarışabilecek bir toplumsal, siyasal, bilimsel ve teknolojik ge lişmeden alıkoymaktır. Bu amacını gerçekleştirebilmek için ezdiği halkı aşağılamak, o halkın kendi kendisini aşağılık görmesini sağlamak zorundadır.«Zalimliğin psikolojisi ve sosyal psikolojisi» nde bu mekanizma yer almaktadır:«İnsan sövüldüğü yere, köpek dövüldügü yere gider!» der zalimler.

İngiliz sömürgeciliğinin saldırgan açgözlülüğü yüzünden Misak-ı Milli sınırları içindeki yerini alamayan Musul ve Kerkük'te özellikle Kürtler, 100 yıldanberi İngiliz veAmerikan sömürgecilerinin Araplara, fırsat bulur bulmaz da Türklere karşı vurucu güç olarak kullanılmak üzere, Barzani, Talabani vb. güdümünde, insanlık onuruna yabancı, aşiret derbederliği koşullarında yaşatılagelmişlerdir.

Oysa petrol açgözlülüğü ile Misak-ı Milli'ye engel olunmamış olsaydı -İngiliz para, silah ve kışkırtmasının ürünü olduğu kanıtlanmış bulunan Şeyh Sait vb. ayaklanmalar da söz konusu olamayacağı için- Irak'ın kuzeyindeki tüm halk da, Güneydoğu Anadolu da, tüm Türkiye de Atatürk devrim ve kalkınma atılımlarının toplumsal, ekonomik, kültürel verimlerinden tam olarak yararlanabilecekti.

Bugün de bölgenin tüm halkının onuru, yani özgürlük ve gönenci, Atatürkçü doğrultudaki bir Türkiye'nin bütünlenmiş parçası olmakta, yani Misak-ı Milli'de yatmaktadır; Amerika ve Batı Avrupa'nın maşası olmakta ve onların çizmeleri altında ezilmekte değil!

Gelelim «yerel kültür» kavramının toplumbilimsel niteliğine:

Bugün yer yüzünün hemen her ülkesinde, yerel kültür özellikleriyle ülkenin başka yörelerinden ya da hatta genelinden irili-ufaklı farklılıklarla ayrılan ke simler vardır. Toplumbilimde «alt-kültür-» ya da «kıyı-kültür-kümeleri» terimle riyle adlandırılan bu olgu, sanayi-kent koşullarına dayalı çağdaş toplumların ortaya çıkışına değin, doğal yapı ve kaynaklar, iklim fark lılıkları gibi coğrafya koşullarından, tarihsel olaylardan, değişik ekono mik etkinliklerin daha başat yer tutmuş olmasından vb. ileri gelen bir durumdu. Ancak sanayiye ve dolayısıyla ileri boyutlarda işbölümüne dayalı ekonomi, kent biçimindeki yerleşim düzeni, yığın iletişimi ve u laştırması, bilimin ve uygulayımın yaygınlaşması.., ölçeği büyümüş, başka deyişle her yöresi arasındaki ilişkileri yoğunlaşıp bütünleşmiş bü yük çaplı siyasal yapılaşmayı, yani ulus-devleti zorunlu kılmış, böylece benzeşme, bütünleşme ve kaynaşmayı arttırmıştır. Bu ortamda asıl ola rak folklor düzeyinde olan yerel kültür, ulusal kültür potasını zenginleş tirmek, ona renk ve çeşni katmak üzere korunması ve geliştirilmesi iste nen değerler durumundadır.

Nitekim Türk Devriminin Halkevleri etkinlikleri, bu bakımdan tüm uygar top lumlara örnek olacak çağdaş girişimlerdi. Gerçekten de amacı, Osmanlı'nın geçen üçyüz yıllık çağdışılığına son verip, bilim, sanat ve teknoloji düzeyinde bir çağdaş ulusal kültürü geliştirmek üzere yerel kültür değerlerini araştır mak ve tanıtmaktı. Yoksa ne kültür ayrımcılığı yapıp bir kesimi öbürüne karşı soğutmak, ne de yerel kültür ögelerini folklor düzeyinde tutup her birini ilkel, kısır, verimsiz durumda tut mak değildi.

Türkiye'nin özellikle Güneydoğu bölgesinde ayrılıkçılık hareketi oluş turup desteklemeğe pek teşne olan devletlerden örneğin Fransa'nın kendi alt-kültür kesimlerine karşı oluşturup yerleştirdiği politikasına ba­kalım: «Kültürel özellikleri korumaya evet, ama kültür ayrımcılığına hayır!» (Particularités culturelles, oui; mais particularisme culturel, non!). Fran sa'da örneğin Basklının «Ben Basklıyım, ama Fransız kültürümle övünü yorum; Fransız kültürüme çok şey borçluyum.» demesi beklenir ve der.

Çünkü yerel kültürün folklor düzeyinde olduğu, folklorun ise ne sanat, ne bilim, ne de uygulayım (teknoloji) niteliğinde olmadığı, yalnız ulusal kültürün bilim, sanat ve teknoloji düzeyine ulaşabileceği, yerel kültürün ulusal kültür potası na bu amaçla katılacak ham madde olduğu bilinir.

Çağdaş ulusal kül tür, yönetimi demokratik, sanat, felsefe ve bilimi özgür, ekonomisi ileri teknolojiye dayalı, dili de felsefe, sanat ve bilimi kendi söz dağarcığından türettiği terimlerle en ileri düzeylerinde anlatıma kavuşturan yazılı dil olan kültürdür.

Hiç bir alt-kültür kesimi nin tek başına ulusal kültür düzeyine ulaşmasına, örneğin bir tiyatro ya da opera yapıtı, bir demiryolu ya da havayolu düzeni, bir gelişkin üniversite, bir sağlık sigortası düzeni, bir demir-çelik fabrikası ... kurmasına olanak yoktur. Basklı bilir ki Bask diliyle ne bir hukuk düzeni, ne bir anayasa düzeni, ne bir kent planlaması, ne bir vergi düzeni, ne çok türlülenmiş sanat ve edebi yat dalları, ne her biri birçok alt uzmanlık dallarına ayrılmış tıp, anatomi, biyoloji, fizik, kimya, matematik, ruhbilim, toplumbilim, nüfusbilim, işletme, toplumsal ruhbilim,dilbilim... gibi yüzlerce bilim dalı kurulup geliştirilemez.

Yerel kültürü ayrılıkçılık aracı yapmak, o kültürü yaşayan topluluğu, sömürgecinin iştahını kabartan «etnografya malzemesi» düzeyinde tutmak demektir. Sömürgeci de pençesine geçirdiği ve çıkarlarının hizmetinde «kullanmak» istediği böyle bir topluluğun bu düzey den kurtulamaması için neler yapmak gerektiğini çok iyi bilmektedir.

İnsanbilimin (antropoloji) bilimler arasında saygınlığının düşük olması, sömürgeciliğin hizmetinde, yani «böl ve yönet» amacı için yoğun olarak kullanılmakta olmasından dolayıdır. Bölme ve yönetmenin yolu da, ye­rel ayrılıkları derinleştirmek, kinler yaratacak kışkırtmalarda bulunmak, yalnız bir yanı değil, her yanı silâhlandırarak kendisi ticaretini ya parken onların derbeder olmasını ve kalmasını sağlamak ve böylece o ülkede çağ daş bir ulusal toplum bütünlüğü oluşturulmasını önlemektir.

Asıl özgürlük ve insan hakları düşmanlığı, sömürgeciliktir, silahlı zorbalıktır ve silahlı zorbalığı desteklemektir. Çünkü sömürgecilik ve silahlı zorbalık ortamında gerçekleri dile getirmek olanağı kalmaz.

Tıp gibi bir kutsal meslek odası başkanının bu gerçeği gözardı etmesi çok, ama çok üzücüdür.


http://www.Heddam.com/index.asp?M=5538

**