Rauf Denktaş etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Rauf Denktaş etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

25 Aralık 2018 Salı

KANLI NOEL 1963 KIBRIS BİRLEŞİK KIBRIS İSTEYENLERE KANLI NOEL HATIRLATMASI

BİRLEŞİK KIBRIS İSTEYENLERE KANLI NOEL HATIRLATMASI 

Prof. Dr. Selçuk DUMAN 






 Kıbrıs; 4 Haziran 1878 ve 1 Temmuz 1878 Antlaşmaları gereğince, son derece yanlış bir dış politikanın sonucu olarak, Britanya İmparatorluğu’na sözüm ona geçici olarak bırakılmıştır. 

 Ancak şu iyi bilinmelidir ki geçici hükümler; iç politikayı rahatlatmaya yönelik maddeler olup, işgaline izin verilen hiçbir vatan toprağının geri dönmeyeceği tarihteki birçok örnekle sabittir. 


 Örneğin; Bosna-Hersek, Mısır ve 12 Adalar benzer şekildeki anlaşmalarla işgal edilmesine izin verilmiş ancak bir daha geri dönmemiştir. 


 Kıbrıs’ı bu şekilde işgal eden İngilizler; burada Rum nüfusun yerleşmesini teşvik ettikleri gibi Rumları idari görevlere de getirerek, Türkler üzerinde baskı kurmuşlar ve Türkler büyük oranda Kıbrıs Adası’nı terk etmek zorunda kalmıştır. 


 Böylece Kıbrıs’ta Türkler azınlığa düşmüş ve gerek İngilizlerin ve gerekse Rumların sürekli öteki olarak gördükleri Türkler, adeta yok sayılmış, birçok haktan mahrum bırakılmıştır. 


 5 Kasım 1914 tarihinde Britanya İmparatorluğu’nun Kıbrıs Adası’nı ilhak etmesinden sonra Kıbrıslı Türklere karşı öyle bir baskı dönemi başlamış ki 1919 yılına kadar Kıbrıslı Türklerin bir gazete yâda dergi yayımlanmasına dahi izin verilmemiştir. 


 Ancak bu Kıbrıslı Türkleri yıldırmadığı gibi Milli Mücadeleyi başlatmalarına neden olmuştur. 


 10 Aralık 1918 tarihinde Lefkoşa’da Meclis-i Milli toplanarak Kıbrıs’ın Türkiye’nin bir parçası olduğuna dikkat çekilmiş ve Kıbrıs Türk’ünün silkinip 

kendisine gelmesi istenmiştir. 

 1 Mayıs 1931 tarihli Milli Kongre ile de Kıbrıs Türklerinin eşitlik istekleri ile eğitim ve dini hakları talep edilmiştir. 


 1940 lar dan sonra Kıbrıs Türkü Ada da siyasi kurumlarını oluşturmaya başlamış ve Dr. Fazıl KÜÇÜK gibi önderleri etrafında birleşerek milli mücadelelerine 

devam etmişlerdir. 

 1952 yılında Makarios’un Atina’da katıldığı bir toplantı ile kurulma işlemi başlatılan EOKA terör örgütü; 1955 yılından itibaren kanlı eylemlerini İngilizlere ve Türklere karşı başlatmıştır. 


 İngiltere’nin daveti ile olaya dahil olan Türkiye, yapılan görüşmeler neticesinde bugün istenildiği gibi 1960 yılında birleşik Kıbrıs Devleti kurulmuştur. 


 %70, %30 ekseninde bir paylaşım üzerinde anlaşılmış ve Türkiye, İngiltere ve Yunanistan’ın garantörlüğü kabul edilmiştir. 


 Ancak Rumlar, ilk günden itibaren bu durumdan tatmin olmadıkları için ne katliamlarını nede baskılarını durdurmadan devam ettirmişlerdir. 


 Bunlardan en vahimi Kanlı Noel olaylarıdır. 


 20 Aralık 1963 tarihinde başlayan olaylar, 1 hafta boyunca hız kesmeden devam etmiştir. 


 Türk köyleri ve şehirlerdeki Türk evleri basılarak Türkler acımasız bir şekilde katliama tabi tutulmuşlardır. 


 400 civarında Kıbrıs Türk’ünün katledildiği olaylarda, 9 bin civarından Kıbrıs Türk’ü evlerini bırakıp kaçmak zorunda bırakılmışlardır. 


 100 den fazla Türk köyü boşaltılmıştır. 


 Bu gün Lefkoşa’da bulunan Barbarlık Müzesi bu katliamların ibretlik vesikasıdır. 


 Günümüze geldiğimizde; gerek Kıbrıs’ta gerekse Türkiye’de büyük bir gayretle Kıbrıs’ta Rumlar ile Türklerin bir arada yaşadığı birleşik Kıbrıs Devleti kurulmaya 

çalışılmaktadır. 

 Bütün tavizler göze alınarak Annan Planı döneminde olduğu gibi Rumlarla anlaşılmaya çalışılmaktadır. 


 Neyse ki Rumlar verilen her şeye rağmen anlaşmaya yanaşmamaktadır. 


 Aynen geçmişte olduğu gibi Kıbrıs’ta Türk varlığını yok saymaktadır. 


 Tekrar bütün yetkililere hatırlatıyorum. 


 1960-1974 yılları arasında kurulan Birleşik Kıbrıs Cumhuriyeti döneminde binlerce Kıbrıs Türk’ü katledilmiştir. 


 Her gün Türkiye’nin müdahalesi beklenmiştir. 


 Birleşik Kıbrıs Cumhuriyeti’nin Cumhurbaşkanı Yardımcısı Rahmetli Dr. Fazıl KÜÇÜK; Rumlarla anlaşmanın güneşin batıdan doğup, doğan batması kadar imkansız olduğunu söylemiştir. 


 Allah gani gani rahmet eylesin. 


 Büyük insandı. 


 Yine Büyük bir insan Rahmetli Rauf Raif DENKTAŞ, her şeyi denemiştir. 


 Kıbrıslı Türklerin eşit statüde yaşayacağı bir anlaşmayı yapmak için. 


Ancak nafile. 


Mümkün olmamıştır. 


Oysa Baylar; bu Kıbrıs Adası Rumlardan alınmadı. 


Bu Kıbrıs Adası alındığı zaman uygulanan iskan politikası neticesinde 50 binden fazla Türk tarafından vatan haline getirildi. 


Baylar; 1878 yılına kadar çoğunluğu Türklerden oluşan bu Ada, emperyalist oyunlar neticesinde Türkiye’den koparıldı. 


Rumların etkin olmasına zemin hazırlandı. 


Yani Kıbrıs Adası bir Türk vatanı iken emperyalist oyunlarla bizden koparıldı. 


Bu nedenle Kıbrıs Yunanistan için bir emperyal politika iken, Türkiye için vatan davasıdır. 


Bu davaya sahip çıkmak her Türkün vazifesi olmalıdır. 


En azından elimizde kalan %30 da kurulan Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti yaşatılmalıdır. 


Kıbrıs Türklerinin ve Türkiye’nin güvenliği buna bağlıdır. 



***

9 Aralık 2018 Pazar

Rauf Denktaş: Erdoğan'ın sözlerine hiç aldırmadım.,


Rauf Denktaş: Erdoğan'ın sözlerine hiç aldırmadım.,




10.12.2006 

Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin (KKTC) eski Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın, “Denktaş, televizyonlara çıkıp da benim halkımın kafasını bulandırmasın. Benim ülkeme gelip de seçim kampanyası yapacağına kendi ülkesinde kampanya yapsın” açıklamasına cevap verdi. Denktaş, “Hiç aldırmadım, gücenmedim. Kendisine sevgim ve saygım devam ediyor. ‘Meseleyi halledeceğim’ diye adım adım, parça parça taviz vermek suretiyle tümünü kaybetmek tehlikesiyle karşı karşıyayız. Görevimizi yerine getiriyoruz gücenmesinler” dedi.

Denktaş, 2 günlük Çanakkale programını bitirip Balıkesir'in Burhaniye İlçesi'ne hareket edeceği sırada, İntepe Beldesi Belediye Başkanı CHP'li Alaaddin Özkurnaz'ın konuğu oldu. İntepe Cumhuriyet Meydanı'nda bir süre halkla sohbet eden Denktaş, burada basın mensuplarının sorusu üzerine, Başbakan Erdoğan'ın kendisiyle ilgili olarak, “Denktaş, televizyonlara çıkıp da benim halkımın kafasını bulandırmasın. Bunu özellikle kendisinden rica ediyorum. Şu ana kadar sabrettim. Benim ülkeme gelip de seçim kampanyası yapacağına kendi ülkesinde kampanya yapsın. Bunu özellikle istirham ediyorum” sözlerini değerlendirdi. Denktaş, “Başbakanı Erdoğan'ı üzdüğüm için üzgünüm. Ancak Türkiye benim memleketim, vatanım. Kıbrıs meselesi müşterek milli davamız. Ben buraya davet üzerine geliyorum. ‘Kıbrıs nereye gidiyor’ diye merak eden bir halkın aydınlatılması için bildiklerimi gördüklerimi söylemek için dolaşıyorum” dedi. Kıbrıs konusunda basının, halka pembe bir resim çizdiğini öne süren Denktaş, şöyle devam etti: “Kırmızı çizgiyi, Cumhurbaşkanı Sezer, dünyaya duyurmuştur. Hükümetin, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde de iki kez onaylanmış olan bu milli formülü, Avrupa Birliği'ne niye duyurmadığını ve böylelikle baskıdan kurtulmadığını anlayamıyoruz. Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde karara bağlanmış olan milli formül, konfederasyondur. Sayın Cumhurbaşkanı Sezer bunu, ‘Kıbrıs'ta iki eşit egemen halk vardır. Rumların devletleri vardır ve Kıbrıs üzerinde dengeler vardır. Bu dengeler Türk- Yunan dengesidir, Lozan dengesidir. Bunları kaale almayan bir anlaşma kabul edilemez’ demiştir. Biz Annan Planı'na kadar bu milli davayı ve formülü müdafaa ettik. Hükümetin, Annan Planı'na ‘evet’ deyişi ve bize de ‘evet’ dedirtmesi bu milli formülü ortadan kaldırmıştır. Rumların ‘hayır’ demesi ile felaketten kurtulduk. Felaket, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin ortadan kalkması, Türk askerinin adadan çıkması, Türkiye'nin müdehale hakkının ortadan kalkması ve dolayısıyla 5- 10 yıl içerisinde Kıbrıs'ın Girit gibi kaybedilmesi anlamına gelmektedir.”

‘ELİ KANLI TERÖRİST İDAREYE LİMAN AÇIYORUZ’

ABD, Birleşmiş Milletler ve Avrupa Birliği'nin, KKTC'nin ortadan kalkması, Türk askerinin adadan çıkması, Rumlar'ın yerlerine dönüşü için baskı yaptığını da kaydenen Denktaş, konuşmasını şöyle sürdürdü:
“Buna verilebilecek cevap, Türk ve KKTC hükümetinin, Cumhurbaşkanı Sezer'in formülünü, hiçbir tereddüte yer bırakmaksızın, Avrupa Birliği'ne duyurmasıdır. Sayın Erdoğan'ın bundan evvelki beyanatı, ‘Biz yapacağımızı yaptık. Artık bizden hiçbir şey istenmesin’ iken, birden bire liman açılabileceği konumuna gelmiştir. Kime liman açıyor? Avrupa Birliği'nin meşru hükümet olarak kabul ettiği ve Türkiye'ye de kabul ettirmek için baskı yaptırdığı, eli kanlı terörist idareye liman açıyoruz. Üzerimizdeki izolasyon ve ambargolar sadece limanlara değil, hayatımızın her safhasına, spor dahil, Lions ve Rotary kulüplerinin tanınması dahil, izolasyon ve ambargodur.”

Denktaş, Başbakan Erdoğan'ı üzmüş olmasından dolayı üzgün olduğunu tekrarlayarak, “Ama bu milletin üzülmemesi için ve kendisi de daha fazla üzülmesin diye bildiklerimi ve gördüklerimi söylemek mecburiyetindeyim. Beni bağışlasın, memleketime davet aldıkça geleceğim. Beni görmek isterse düşündüklerimi ve gördüklerimi kendisine DE söylemeyi görev bilirim” diye konuştu.

‘HİÇ ALDIRMADIM’

Denktaş, 40 yıldır iktidara gelen her hükümetle, işbirliği yapmanın görevi olduğuna dikkati çekerek, “Hiçbir hükümet, ‘Bozguncudur, uzlaşmaz ve Kıbrıs meselesini aleni engelleyen adamdır’ diye açıkça Türk milletine beni şikayet etmemiştir. Çünkü, Türk hükümetiyle ve devletiyle birlikte yürüdük. Sayın Erdoğan, ABD'liler, İngilizler ve Rumlar gibi beni ‘uzlaşmaz’ olarak tanımlamıştır. Hiç aldırmadım, gücenmedim. Kendisine sevgim ve saygım devam ediyor” diye konuştu. Denktaş konuşmasını şöyle tamamladı: “Şimdi, AB tarafından kandırıldığını söylüyor. Sayın Talat, Rumlar tarafından kandırıldığını söylüyor. ABD, İngiltere, BM temsilcisi Rumlar tarafından kandırıldıklarını söylüyorlar. Ben kandırılmadım. Herhalde bu suç değildir. Ancak şimdi, ‘Meseleyi halledeceğim’ diye adım adım, parça parça taviz vermek suretiyle tümünü kaybetmek tehlikesiyle karşı karşıyayız. Görevimizi yerine getiriyoruz gücenmesinler.”

http://www.hurriyet.com.tr/gundem/rauf-denktas-erdoganin-sozlerine-hic-aldirmadim-5588558

***

Kıbrıs Sorununun Tarihsel Gelişimi.,

Kıbrıs Sorununun Tarihsel Gelişimi.,





1571- Kıbrıs Osmanlı devleti tarafından fethedildi ve ilk Türk cemaati adaya yerleştirildi..

1878- Ruslar karşısındaki yenilgide fazla ödün vermemek için, ada Britanya İmparatorluğu'na kiralandı (Osmanlı mülkiyeti devam ediyor sayılmakla birlikte, yönetim tamamen İngilizlere geçti). 

1914- İngiltere adaya tamamen el koydu.

1923- Lozan Barış Antlaşması'nın 20. Maddesi gereğince, Türkiye adanın İngiltere'ye ilhakını kabul etti.

1925- Kıbrıs Crown Colony olarak ilan edildi ve adaya ilk Türkiye Cumhuriyeti konsolosu atandı.

1931- Rumların Enosis isyanı başladı. 

1943- İngiltere güdümlü 'Kıbrıs Adası Türk Azınlığı Kurumu' (KATAK) kuruldu, ancak gelişemedi.

1944- Doktor Fazıl Küçük, 'Kıbrıs Milli Türk Halk Partisi'ni kurdu.

1950- Yunanistan hükümeti, Birleşmiş Milletler'e ulusların kendi kaderlerini tayin haklarının Kıbrıs için de uygulanması yolunda başvuruda bulundu.

1954- Yunanistan, Birleşmiş Milletler'e Self-Determinasyon için başvurdu. Türkiye karşı çıktı. Birleşmiş Milletler, Yunan talebini reddetti.

1955- Türkiye ilk kez sorunda taraf olmayı kabul etti ve 29 Aralık'ta Londra'da İngiltere ve Yunanistan'ın katıldığı toplantıda, Türkiye de temsil edildi. 
Yunan terör örgütü EOKA 1 Nisan'da adada faaliyete geçti.

1956- İngiliz hükümeti, Başpiskopos Makarios'u Seyschelles Adaları'na sürdü. 
Birleşmiş Milletler'de Türkiye ilk kez, 'taksim' tezini açıkladı. 
İngiltere, askeri üssünün kalması koşuluyla 'Self-Determinasyon'u kabul etmeye yanaştı.

1957- NATO arabuluculuk görevini üstlenince, EOKA geçici olarak ateşkes ilan etti. Makarios serbest bırakıldı.

15 Kasım'da Türk Mukavemet Teşkilatı kuruldu. TMT

1958- Kıbrıs'ın İngiliz Milletler Topluluğu içinde kalmasına ama Türkiye ve Yunanistan'la da bağlara sahip olmasına dayalı 'MacMillan Planı' gündeme geldi.

1959- İngiltere Başbakanı ve üç devletin dışişleri bakanlarının katılımıyla Zürih Antlaşmaları onaylandı. Cemaat temsilcileri olarak Makarios ve Dr. Küçük de toplantıya katıldılar. 

1960- Kıbrıs Anayasası imzalandı. Adaya simgesel Türk ve Yunan birlikleri yerleştirildi. Makarios cumhurbaşkanı, Fazıl Küçük Cumhurbaşkanı yardımcısı oldu. 

1963- 21 Aralık'ta Noel katliamı ile EOKA, Türk cemaatine karşı 'etnik temizleme ve adadan kaçırma' politikasını doruğa çıkardı. Eylemleri 1964 Ağustos'unun ortalarına kadar sürdü. 30 Aralık'ta ise Makarios 13 maddelik anayasa değişikliği önerisini açıkladı ama Türkiye buna karşı olduğunu bildirdi.

1967- Yunanistan'da ordu yönetime el koydu ve 1974'e kadar iktidarda kaldı. Subaylar halkın desteğini elde etmek için Kıbrıs'ta EOKA'ya desteği arttırdılar. Türkler iyiden iyiye gettolara sıkıştırılmaya başlandı. Yunan ordusunun 15 bin askeri, gayri resmi olarak adaya yerleştirildi. Türklere karşı sürdürülen soykırımın kesilmesi için Türk ve Yunan başbakanları arasında düzenlenen toplantı da bir sonuç vermeyince, Türkiye askeri müdahalede bulunacağını açıkladı. 
Yunanlılar üç Türk köyünden geri çekilirken arkalarında 24 ölü bıraktılar.
TBMM hükümete müdahale yetkisi verdi. Türk uçakları Kıbrıs üzerinde uçmaya başladı. Donanma ve çıkarma birlikleri harekete geçti. ABD'nin arabuluculuğuyla Yunan birliklerinin geri çekilmesi sağlanınca, Türk harekatı durduruldu. 
1964'ten beri Türkiye'de bulunan Rauf Denktaş gizlice adaya gitti. Denktaş, Yunanlı tutuklandı ama Türkiye ve ABD'nin baskısıyla iade edildi.

5 Temmuz 1974- Yunanlı subayların yönettiği Ulusal Muhafız Örgütü, Cumhurbaşkanı Makarios'u devirdi ve EOKA-B önderi Nikos Sampson'u 'cumhurbaşkan' ilan etti. 
Bu hareketle, Enosis'in gerçekleştirilmek istendiğini anlayan Türkiye, garanti anlaşması uyarınca İngiltere'yi ortak eyleme davet etti. İngiltere'nin katılmaması üzerine, 19 Temmuz'da Türk çıkarma gemileri denize açıldı ve 20 Temmuz'da denizden çıkarma ve havadan indirmelerle Girne bölgesi kontrole alındı. Ancak Yunan birliklerinin adada garantör olarak bulunan Türk birliğine saldırması çarpışmaları bütün ada yüzeyine yaydı. 22 Temmuz'da Birleşmiş Milletler'in çağrısına uyularak ateş kesildi. Bu girişim sonucu, Kıbrıs'ta Nikos Sampson, Yunanistan'da ise askeri cunta devrildi ve Yunanistan demokrasiye döndü. 

16 Ağustos 1974- Cenevre'de sürdürülen barış görüşmelerine rağmen Yunanistan hiçbir uzlaşmaya yanaşmak niyetinde olmadığını gösterdi. Aksine köylerdeki Türkleri öldürmeye devam ettiler. Bunun üzerine Türk ordusu adanın yüzde 37'sini kontrol altına alacak kadar ilerledikten sonra ikinci harekatı sona erdirdi.

1975- 13 Şubat'ta, Kıbrıs Türk Federe Devleti kuruldu. 
Ayrıca, aynı yıl içerisinde BM gözetiminde nüfus mübadelesi gerçekleşti. 

1977-79- Denktaş-Makarios (1977) ve Denktaş-Klerides (1979) ile Doruk Anlaşmaları imzalandı. Bu anlaşmalarla, Kıbrıslı Rumlar ilk kez iki kesimli, iki toplumlu federal bir çözümü benimsedi.

1982- Papandreu, Şubat 1982'de Kıbrıs'ta yaptığı konuşmada "Kıbrıs'ın Helenizmin bir parçası" olduğunu söyleyerek, Kıbrıs sorunu ile ilgili bütün tarafların katılacağı bir "uluslararası konferans" toplanması gerektiğini ekledi.
BM Genel Kurulu, Rum tarafının başvurusu üzerine Ada'daki "işgal ordusu"nun derhal çekilmesini ve mültecilerin "isteğe bağlı olarak" geri dönmelerini tavsiye eden kararını aldı. Bunun üzerine KTFD Meclisi, 17 Haziran'da radikal bir adım atarak "Kıbrıs toplumunun self-determinasyon hakkı"na ilişkin bir karar aldı.

1983- 15 Kas1983'te, KTFD Meclisi, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC) adında bağımsız bir devlet kurulduğunu dünyaya ilan etti. KKTC'nin kurulması, Rum tarafının, Yunanistan'ın ve Batılı devletlerin yanısıra BM Güvenlik Konseyi'nin de tepkisini çekti.
Güvenlik Konseyi, 18 Kasım'da aldığı bir kararla bağımsızlık kararını kınadı. Türkiye'ye yakın bazı devletler KKTC'yi tanımanın eşiğine gelmişlerdi ki, ABD ve İngiltere'nin baskıları ile bu kararlarından vazgeçtiler. 13 Mayıs 1984'te de BM Güvenlik Konseyi 550 sayılı kararı ile KKTC'nin ilanını ayrılıkçı bir hareket olarak tanımladı.

1984-1990- KKTC'nin kurulmasından sonra toplumlararası görüşmeler yeniden başladı. KKTC kurulurken, 1977-79 Doruk Anlaşmalarına atıfta bulunularak, iki toplumlu, iki kesimli federal bir çözüme kapılar açık bırakılmıştı. 
Görüşmeler sürecinde; New York'ta 17 Ocak 1985'te ve 29 Mart 1986'da BM Genel Sekreteri'nin hazırlamış olduğu 'Kıbrıs Üzerine Anlaşma Taslağı', Kıbrıs Türkleri tarafından kabul edilip, Rumlar tarafından reddedildi. 

1990- BM Güvenlik Konseyi, bu tarihte 649 sayılı kararını aldı. Bu kararla BM, Ada'daki her iki tarafı da, kabul edilebilir bir çözüm bulma yolunda çaba göstermeye çağırdı. Aynı karar böyle bir çözümün iki toplumlu, iki kesimli bir anlayışa sahip olması ve çözümün siyasi olarak iki eşit toplum liderinin direkt görüşmeleri yoluyla sağlanması gerektiğini vurguladı. Kararın, Kıbrıs Sorunu'nu 1974'te değil de, 1960'lara hatta öncelerine dayandırması bir başka önemli nokta idi. 1990 Temmuz'unun ilk haftası içinde Kıbrıs Rum Yönetimi "Kıbrıs" adına AB'ye üyelik için başvurdu. BM'nin ve Türk tarafının uyarılarına rağmen topluluk 11 Eylül 1990'da bu başvurunun normal süreç içinde değerlendirilmesini kararlaştırdı.

1991- Turgut Özal, 1991'de Kıbrıs konusunda bir 'dörtlü konferans' toplanmasını önererek, o güne kadar sorunun iki toplum arasında görüşülmesi gerektiğini savunagelmiş olan Türkiye'nin bu anlayışına da değişiklik getirdi. Özal'ın önerisine göre Kıbrıs sorunu; KKTC, Kıbrıs Rum Yönetimi, Türkiye ve Yunanistan arasında ele alınmalıydı. 28 Haziran 1991'de BM Genel Sekreteri Perez de Cuellar, BM Güvenlik Konseyi'ne sunduğu raporda Türkiye'nin önerdiği Dörtlü Doruk Toplantısı'nı kabul ettiğini belirtti.

1992- 100 paragraftan oluşan BM Fikirler Dizisi, tarafların onayına sunuldu. New York'ta sürdürülen görüşmelerin ardından BM Genel Sekreteri Butros Gali, toprak düzenlemeleri ve anayasal konuların tümünü kapsayacak bir paket anlaşma hazırladı. Türk tarafı 100 paragraftan 91'ini onayladığını açıkladı. Rum tarafında ise, Kıbrıs Rum lideri Yorgo Vasiliu paketi onaylarken, daha sonra iktidara gelen Glafkos Klerides, bu pakete karşı çıktı.

1993- AB, Haziran 1993'te Kıbrıs'ın tam üyelik için gerekli şartları taşıdığını belirten görüşünü yayınladı. Aynı yıl Yunanistan ve Kıbrıs Rum kesimi arasında Ortak Savunma Doktrini imzalandı.

1994- BM Genel Sekreteri Butros Gali'nin girişimleriyle ortak anlaşma zemininin oluşturulması amaçlı Güven Arttırıcı Önlemler Paketi' düzenlendi. ABD'nin destek verdiği pakete Rum tarafı karşı çıkınca 1994'te rafa kaldırıldı.

1996- 3 Haziran'da bir Kıbrıslı Rum asker, BM denetimindeki bölgede bir Kıbrıslı Türk asker tarafından vurularak öldü. 
11 Ağustos 1996'da Kıbrıslı Rum motosikletçiler, Yeşil Hat'tı geçmeye kalkışınca Kıbrıslı Türk göstericiler ve Türk askerleri ile çatıştı. 70'ten fazla kişi yaralandı. Bir Kıbrıslı Rum öldü. 
14 Ağustos 1996'da Kıbrıs'ta Derinya bölgesinde Türk güvenlik güçleri, Türk bayrağını indirmeye kalkışan bir Rum gencine ateş açtı. Rum genç hayatını kaybetti. 
8 Eylül 1996'da Güney Kıbrıs tarafından açılan ateş sonucu bir Türk askeri öldü, biri yaralandı. 
13 Ekim 1996'da Kıbrıs Türk kesimine geçen bir Rum, Kıbrıslı Türk askerlerince öldürüldü. 
6 Şubat 1997'de Kıbrıslı Türk ve Rumlar birbirine ateş açtı. Ölen ya da yaralanan olmadı.

1997- 4 Ocak'ta Kıbrıslı Rumların, Rusya'dan S-300 yerden havaya 150 km. menzilli füze alımına ilişkin anlaşmaya imza koyması uluslararası arenayı ve dolayısıyla hassas Türk-Yunan ilişkilerini karıştırdı. 
Türkiye, Kıbrıslı Türklerin güvenliğini tehdit edecek herhangi bir gelişmeye göz yummayacağını açıkladı. İngiltere ve BM de anlaşmaya sert tepki gösterdi. 24 Şubat 1997'de AB, Kıbrıs'ın AB'ye tam üyeliğine ilişkin geleneksel tavrını değiştirerek, Kıbrıs'ın AB'ye tam üyeliğinin gerçekleşebilmesi için Ada'da önce siyasi bir çözümün şart olduğunu açıkladı. Yunanistan da bu açıklamaya tepkilerini bildirdi. AB, ilk defa topluluğa tam üyelik konusunda Kıbrıs Türklerinin de dikkate alınması gerektiğini, tam üyelik görüşmelerine Ada Türklerinin de katılması gerektiğini belirtmek suretiyle net bir şekilde ifade ediyordu. Yunanistan Dışişleri Bakanı Theodoros Pangalos, bu açıklamaların hemen ardından AB'nin Doğu'ya doğru genişlemesini veto edeceğini açıkladı.

1999- AB'nin 10-11 Aralık 1999'da yaptığı Helsinki zirvesinde Türkiye'nin AB'ye tam üyelik için adaylığı resmi olarak kabul edildi. Türkiye için tarihi bir öneme sahip olan bu zirvenin sonuç belgesinde genişleme sürecindeki Türkiye'nin konumu ve Kıbrıs sorunuyla ilgili özel maddeler de yer aldı.
Buna kapsamda "Avrupa Birliği Konseyi, politik bir çözümün Kıbrıs'ın Avrupa Birliği'ne katılımını kolaylaştıracağının altını çizer. Üyelik müzakerelerinin tamamlanmasına kadar kapsamlı bir çözüme ulaşılamamış olursa, Konsey'in üyelik konusundaki kararı, yukarıdaki husus bir ön şart olmaksızın verilecektir. Bu konuda, Konsey tüm ilgili faktörleri dikkate alacaktır" ifadelerine yer verilmiştir.

2000- AB Komisyonu'nun 7 Kasım 2000'de açıkladığı ve Türkiye'nin AB'ye üyelik sürecindeki "yol haritasını" çizen Katılım Ortaklığı Belgesi'nde (KOB) yer alan Kıbrıs'la ilgili ifadeler Türkiye-AB arasında büyük bir krize neden oldu.
Komisyon'un, Yunanistan'ın baskısıyla KOB'un kısa vadeli öncelikler bölümüne Kıbrıs sorununun çözümüne ilişkin baskıcı ifadeler eklemesi Türkiye tarafından "önkoşul" olarak algılandı. KOB'un içeriğinin Helsinki zirvesinin çizgisinde yer almasını isteyen Türkiye, AB'nin bu tutumuna sert tepki gösterdi. 

2001- Avrupa Birliği Komisyonu Başkanı Romano Prodi, Kıbrıs sorunu çözülmeden de Güney Kıbrıs'ın üyelik başvurusunun değerlendirilebileceğini söyledi. 
Rauf Denktaş ile Glafkos Klerides, 4 Aralık'ta Lefkoşa'daki 'Yeşil Hat'ta, BM gözetiminde bir araya geldiler. 

15 Mayıs 2002- Ada, 1979 yılından bu yana ilk kez bir BM genel sekreterini ağırladı. BM Genel Sekreteri, Kıbrıs Rum kesimi lideri Glafkos Klerides'le görüştükten sonra KKTC Cumhurbaşkanı Denktaş'la da bir araya geldi. 
Bundan sonraki süreç ise Annan planı ve Kıbrıs Rum Kesiminin AB ye üye olması ile devam etmiştir. 

http://arsiv.sabah.com.tr/ozel/kibris13/dosya_13.html

***

Erdoğan, Denktaş Çizgisinde mi?

Erdoğan, Denktaş Çizgisinde mi?



Nazlı Ilıcak 
23 Temmuz 2011, Cumartesi

     Tayyip Erdoğan, Kıbrıs'ta Rum yönetimine tavır koydu ya, baktım bazı köşelerde "Denktaş çizgisini benimsedi" değerlendirmesi yapılıyor. Hatta Rauf Denktaş, "Erdoğan, çözümsüzlük isteyen tarafın Rumlar olduğunu nihayet anladı" bile dedi.
Peki bu iddialar gerçeklerle örtüşüyor mu? Başbakan Tayyip Erdoğan, Denktaş çizgisine mi geldi? Ben şahsen bu düşüncelere katılmıyorum.
Geçmiş olayları bir hatırlayalım:
Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Kofi Annan, Kıbrıs çözüm planını açıklamış, Rum ve Türk temsilcilerini, (Tasos Papadopulos ile Rauf Denktaş'ı) bu planı görüşmek üzere Hollanda'ya Lahey'e davet etmişti. (2003) Türk Hükümeti ve Başbakan Abdullah Gül, Denktaş'ın çözümden yana mesaj vermesini istiyordu. Denktaş, Ankara'ya geldi. Önce, TBMM'de konuşma yaptı; sonra da, Cumhurbaşkanı Sezer, Başbakan Abdullah Gül, Dışişleri Bakanı Yaşar Yakış'la görüştü. Gül'den, "Annan Planı'nı kategorik olarak reddetmeyin" uyarısını almış olmasına rağmen, Lahey'e inince, "Ben buraya Annan'a hayır cevabını vermeye geldim" dedi. Eğer, Lahey'de bu plana karşı çıkmasaydı, Kıbrıs ve AB arasında katılım anlaşmalarının imzalandığı 16 Nisan 2003'ten önce, Annan Planı adada referanduma sunulacaktı. Rumlar "hayır" deseydi, Türk tarafıyla anlaşmadıkları için, bütün adayı temsilen AB üyeliğine kabul edilmeleri mümkün olmayacaktı. Ve biz Türkiye olarak, bugünkü sıkıntıları yaşamayacaktık. Ama Denktaş, Ankara'nın aksine telkinlerine rağmen, Lahey'de, Annan Planı'na karşı çıktı. Denktaş'ın niçin böyle davrandığı, bir sene sonra, 2004'te anlaşılacaktı. Başbakan Erdoğan, Ocak 2004'te Kofi Annan ile görüşerek, "Çözümsüzlüğün çözüm olmadığına inanıyoruz" dedi. Yeşil ışığı gören Kofi Annan, 8 Şubat 2004'te, Rum ve Türk heyetlerini New York'a davet etti. New York'ta müzakereler yürürken, Ankara çok hareketliydi. Neler olduğunu, Radikal Genel Yayın Müdürü İsmet Berkan ve Murat Yetkin 29 Ağustos 2004'te yazdılar.
İsmet Berkan: "Bu yılın Ocak ayının sonunda, Kıbrıs konusunda Türkiye Başbakanı çok önemli bir inisiyatif üstlendi; KKTC Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş, BM Genel Sekreteri ve Rum karşıtıyla görüşmek üzere New York'a gitti. O üçdört günlük süreç, çok kritik ve önemliydi. Acaba tam da o günlerde, Ankara Gölbaşı'ndaki askeri tesislerde bazı gazetecilerle ve politikacılarla yapılan görüşmelerde konuşulanlardan, söylenenlerden Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök'ün haberi oldu mu? New York'ta otel lobisinde 'askerler birazdan bildiri yayınlayacak' diye sevinç çığlıkları atan 'cuntacı profesörün' haber kaynakları kimdi veya kimlerdi? Acaba o dönemde yönetime el koymaktan, 'tarih beni yazar' demekten söz eden komutan hangisiydi ve bu dediklerini neden yapamadı?"
Murat Yetkin: "...Jandarma Genel Komutanı Şener Eruygur'un, Ankara ve İstanbul'da bazı işadamı, siyasetçi, gazeteci ve köşe yazarlarına verdiği akşam yemeklerinde siyasi projeler ortaya koyduğu biliniyordu. Bu toplantılarda, Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök'ün AKP hükümetine gerekli direnişi göstermediği gerekçesiyle eleştirildiği, Özkök'ün kulağına da muhtemelen gidiyordu..."
Daha sonra ele geçirilen Özden Örnek günlüklerinden de anlaşıldı ki, Jandarma Genel Komutanı Şener Eruygur, diğer kuvvet komutanlarıyla birlikte Sarıkız darbe planını yapmaktaymış. Darbenin 14 Mart 2004 mahalli seçimlerinden ve 16 Nisan Annan Planı referandumundan önce gerçekleşmesi planlanmaktaymış. Meğer çözümsüzlük, büyük ölçüde komuta kademesinin desteğinden kaynaklanıyormuş.
Görüldüğü gibi Erdoğan, Denktaş'ın çizgisine filan gelmiş değil. Nitekim o tarihte Erdoğan, "evet" oyu çıkması için ağırlığını koymuştu. 
Türklerin bütün iyi niyetine rağmen, Rum tarafı direnince Türkiye ne yapsın! Referandumda, KKTC'de evet çıkması, çözüm istemeyen tarafın Rumlar 
olduğunu göstermişti. Rumlar, çözümsüzlük yanlısı olabilir. Ama Denktaş'ın çözümsüzlüğü Türkiye'nin aleyhine işledi.


https://www.sabah.com.tr/yazarlar/ilicak/2011/07/23/erdogan-denktas-cizgisinde-mi



***


Denktaş'a Yapılan Ayıp Ötesidir

Denktaş'a Yapılan Ayıp Ötesidir,





Mehmet Ali Birand 
mabirand@e-kolay.net
11.11.2010


KKTC’nin kurucusu, ilk Cumhurbaşkanı, 50 yıl süresince Türkiye’yi sevmekten, Ankara’nın her istediğini yapmaktan başka hiçbir suçu olmayan Rauf Denktaş’ı, Kıbrıs TV’sinde izleyince içim yandı.


Utandım.


Ardından hem KKTC’nin bugünkü yöneticilerine, hem de Ankara’dakilere fena halde kızdım.


Ayıptır.


Rauf Denktaş’a böyle bir muamele reva görülmeli miydi?

Omuzlarımızda taşıdığımız, bizim tahrik edip adına “Türkiye’nin Milli davası” dediğimiz  Kıbrıs sorununu, Türklük adına sırtlamış bir insanı bu duruma düşürmek yakışır mı?
“Geçinemiyorum” diyor.
“Borcum var...” diyor.

Eğer bunları böylesine açıkça söylüyorsa, deme ki bıçak kemiğe dayanmış.

Denktaş bu ülkenin bir “kahramanı”, bir “simgesi” dir.
Eroğlu mu, Erdoğan mı, yoksa Gül mü? Kim harekete geçecekse geçmeli ve bu durumu düzeltmelidir.

Bu olay Ayıp ötesidir.


AB'den Utangaç bir karne geldi...


Tam 13 yıldır Avrupa’dan karne alıyoruz. 

Tam üyelik için aday olan her ülkeye bu karne verilir. Amaç, Avrupa Birliği’ne katılmak için gereken derslerde ne oranda başarılı bir performans gösterdiğinizi ortaya koymak.
Geçmiş yıllarda, bu karne konusu hepimizi strese sokardı. Günlerce gazetelerde tartışılır, iktidarlar karnedeki notlara göre alkışlanır ve ya eleştirilirdi. Karnelerdeki notlar da genelde, 2-3-4 ortalaması ile karşımıza çıkardı.
Bu yıl farklı bir karne geldi.

İçini Açıp baktım ve Şaşırdım.


Not ortalamamız, 10 üzerinden 4,5. Hani öyle bir ortalama ki, sınıfta kalmakla geçmek arasında bir nokta.

İçeriğine baktım, Avrupa Komisyonu’nun ne kadar zorlandığını gördüm. Bahadır Kaleağası’nın Radikal’deki yazısında değindiği gibi, “dengeler ve dengesizliklerin sıralandığı bir stratejik danışmanlık belgesine” benzeyen bir karne.
AB ile ilişkilerimizin resmini yansıtıyor.
Heyecansız.
Hareketsiz.
Notların arasında, Türkiye’yi kaçırmadan, müzakere sürecini yavaşlatma politikasını buluyorsunuz.
Utangaç bir rapor, diyebiliriz.
Utangaç, zira müzakereleri yavaşlatan taraf Avrupa Birliği. Hem müzakereleri yavaşlatıp, hem de Türkiye’yi yerden yere vurmak ayıp kaçacağından dolayı olacak, genelde Ankara’ya çiçek atılmış.
Bir tek, basın ve fikir özgürlüğü konusunda sıfıra yakın not verilmiş. Şimdiden rahatlıkla şuna dikkat çekebilirim:
AKP iktidarı, Avrupa ile ilişkilerde başına dert açıyor. Basın özgürlüğü giderek iktidarı sıkıştıracak. Alarm zilleri şimdiden çalınıyor.
Bakalım, hükümet bu sinyali alabilecek mi?

Hayatımız kavga (2)


Dün bu köşede günlük yaşamımızın önemli bir kesitinden söz etmeye başlamıştım.

KAVGA, artık içimize işlemiş bir hastalık. Herkes kavgalı. Herkes kavga ediyor. Üniversiteliler, aşiretler, bürokratlar...
TV’lerde kavgalı programlar, birbirlerini boğazına sarılanların tartışmaları daha çok izleniyor.
Anlayacağınız, toplum olarak kavgayı seviyoruz.
Böyle bir toplumda, ister istemez liderlerin politika yapışları da kavgaya dönüşüyor.
Dün, Erdoğan ile başlamıştım.
Bugün, diğer liderlerin polemikçiliklerine bakacağız.

Baykal kadar değil...


Benim için, son dönem siyasi liderleri arasında en polemikçisi, tartışmasız  Deniz Baykal idi. Özellikle grup toplantıları, izlenmesi gereken birer polemik- kavga şaheseriydi. Baykal, sesini kullanması, nerede nasıl bir vurgulama yapması gerektiğini bilmesi, ne zaman vurucu bir cümleyi tekrarlayarak anlam yüklemesiyle, herkese nasip olamayacak bir yeteneğe sahipti.

Kılıçdaroğlu'nun sakin ve kibar bir kişiliği var. Sesinin tonu, kullandığı cümleler, eski İstanbul efendilerini andırıyor. Görüşlerinin de son derece ısrarcı, ancak kavgacı- polemikçi değil, daha çok uzlaşıcı ve mütevazı bir görünüşe sahip. Yürüyüşü, el sıkışması dahi inceliğini gösteriyor.
Kılıçdaroğlu, liderlik koltuğuna oturduktan sonra, sanki istemeyerek kavga-polemikçiliğe itilmiş gibi bir duruşu var. Bağırıp çağırmak, sertlik O’na yakışmıyor. Üstünden akıyor. Ancak, giderek de değişiyor. Yeni kişiliğini her geçen gün geliştiriyor.

En yetenekli yanı, kullandığı Türkçe. 


Herkesin anlayabildiği bir dilde konuşuyor. Daha da önemlisi, iyi anlatıyor. İrticalen konuşmaya başladığında çok daha inandırıcı oluyor. Ne kadar sertleşse, sesini ne kadar yükseltse dahi, efendi kişiliği kalıyor.

Bu sıralamada ben Kılıçdaroğlu’nu ikinciliğe oturtuyorum. Ancak öte yandan da, CHP liderinin bu alanda çok hızla geliştiğini de söylemeden edemeyeceğim.

Liderlerin en serti...


Devlet Bahçeli de, normal zamandaki son derece sakin ve kibar görünüşü ile tamamen zıt bir görüntü verir. Çok terbiyeli ve kibardır. Kimseye karşı sesini yükseltmez. Buna karşılık, o da kürsüye çıkınca adeta kişilik değiştirir. İnsanı şaşırtacak derecede farklı bir lider konumuna girer.

Bahçeli’nin konuşmalarının büyük bölümü çok serttir.

Hem de öyle böyle değil.


Karşısındakini yerin dibine sokabilir. Kimsenin gözünün yaşına bakmaz.

Genelde bağırarak konuşur. Sesinin kısılması pahasına, topluluklar karşısında, sözlerini vurgulamak yerine, ses tonuyla etkili olur. Ülkücülerin hoşuna gittiği için mi bilinmez, ancak bu sert yaklaşım önündeki metinlerden kaynaklanır.
Bahçeli’yi diğer liderlerden ayıran en önemli unsur, genelde önündeki metinleri okuması ve irticalen pek konuşmak istememesidir. Okuduğu metinlerde bazen vurgulama veya telaffuz hataları olsa dahi, olayın dramatik yapısına dikkat eder.
MHP seçmeninin bu sert konuşmalardan çok memnun olduğu biliniyor. Lider de, MHP’ye karşı saldırı kampanyaları örgütlendiğine inandığı için, sertliği elden bırakmamaya özen gösteriyor.

O da, teşkilatından ve seçmeninden bu sayede alkış alıyor.


http://www.hurriyet.com.tr/denktas-a-yapilan-ayip-otesidir-16277832


***




Rauf Denktaş’ın Hayatı


Alieren Ürküt.,
14 Ocak 2012


   Rauf Denktaş, 27 Ocak 1924 Tarihinde, bugün Kıbrıs Rum kesimi sınırları içinde bulunan Baf bölgesinde doğdu. 

   Ömrünü Kıbrıs davasına ve Kıbrıs Türklerinin devlet sahibi olmasına adayan Denktaş, 1,5 yaşındayken annesini kaybetti. Hakim Mehmet Raif Bey’in en küçük oğlu. Anneannesi ve babaannesi tarafından büyütülen Denktaş, 1930 yılında eğitim için İstanbul’a gönderildi.

Arnavutköy’de ilkokuldan liseye kadar eğitim veren Fevzi Ati Lisesi’nde yatılı okumaya başlayan Denktaş, ortaokuldan sonra Kıbrıs’a döndü ve liseyi Kıbrıs’ta bitirdi.




Denktaş, 1941’de Lefkoşa İngiliz Okulundan mezun olduktan sonra Mağusa’da tercümanlık, mahkemede memuriyet, sonra bir yıl da İngiliz Okulunda öğretmenlik yaptı.


1944’te British Council’dan burslu olarak İngiltere’de hukuk tahsili yapan ve 1947 yılında Lincoln’s Inn’den mezun olan Denktaş, aynı yıl Kıbrıs’a dönüp avukatlığa başladı.


1949 yılı yaz aylarında savcılık yapmaya başlayan Denktaş, aynı yıl Aydın Hanım’la evlendi.


Denktaş, 27 Kasım 1948 tarihinde Kıbrıs Türklerinin düzenlediği ilk mitingde Dr. Fazıl Küçük ile beraber hatiplik yaptı. 1942 yılında Dr. Fazıl Küçük’ün yayımlamaya başladığı Halkın Sesi gazetesinde, babasından ve onun milliyetçi, Atatürkçü arkadaşlarından işiterek öğrendiği “Türk Haklarının İngilizler tarafından gasbedildiği” konularının ele alındığını gören Denktaş, Dr. Küçük’le tanışarak, Halkın Sesi’nde imzalı veya imzasız, bazen Akın Yılmaz adı altında yazılar yazmaya başladı. Bu ilişki Denktaş’ın Londra’da tahsil yıllarında da devam etti. Denktaş, Ada’ya döndükten sonra lider Dr. Küçük’ün yanında yakın bir dost ve gerektiğinde danışman olarak çalıştı.



Denktaş, 1948 yılında zamanın Kıbrıs Valisi tarafından kurulan Anayasa Konseyi’nde üye olarak çalıştı. Rum kilisesinin baskısı altında Konsey’e katılan Komünist Akel Partisi Konsey’den çekilince Meclis kapatıldı. Türk temsilcilerin ısrarlı talepleri sonucu Hakim Mehmet Zeka Bey’in başkanlığında “Türk İşleri Komisyonu” kuruldu, Rauf Denktaş bu komisyonda da çalışarak, İngiliz Müstemleke İdaresi’nin gasbettiği hakların iadesi için bir raporun hazırlanmasında nazım rol oynadı. Hükümetin kabul ettiği bu raporda öngörülen yasaların yapılabilmesi için Başsavcılığa görev verildi, ancak Başsavcılıkta bir Türk savcı yoktu. Liderliğin talebi üzerine 1949’da Denktaş Hukuk Bürosundan ayrıldı ve az maaşla savcı yardımcısı oldu.



Birkaç yıl içinde tamamlanması gereken yasalarla ilgili çalışmalar 1954 yılına kadar uzadı. Bu arada Denktaş Savcılığa terfi etti. 1954’te Kıbrıs’ta yeraltı örgütünü kuracak olan bazı kişiler, Yunanistan’dan Ada’ya gizlice girerken yakalandı. Bunların takibi ve yargıya havalesiyle Denktaş’ın görevi daha da önem kazandı. 1957 sonunda İngilizlerin Ada’yı 5-10 yıl içinde Yunanistan’a devredeceğini gören Denktaş, Savcılıktan istifa ederek, Dr. Küçük’ün yanında fiili rolünü aldı.


Hükümetteki görevinden istifa ettikten sonra toplum problemlerinde daha aktif rol oynamaya başlayan Denktaş, 1957 sonlarında Kıbrıs Türk Kurumları Federasyonu Başkanlığına seçildi. Aynı yıl Rumların Atina’dan sevk ve idare edilen EOKA yeraltı teşkilatının saldırıları karşısında etkin bir kuruluşa olan ihtiyacı gören Denktaş, iki arkadaşı ile Kasım 1957’de Türk Mukavemet Teşkilatını (TMT) kurdu. Bu teşkilat o güne kadar var olan Volkan Teşkilatı’nın yerini aldı ve kısa bir zaman içinde, Denktaş’ın ısrarlı talepleri sonucu olarak Türkiye’nin uzman kişileri tarafından EOKA’ya cevap verebilecek etkin bir Mukavemet Teşkilatı haline getirildi.


Halkın Sesi gazetesinin haftalık İngilizce nüshasının hazırlanmasında da önemli rol oynayan Rauf Denktaş, 1958’de büyük ölçüde artan EOKA saldırıları karşısında Türk Mukavemetinin etkili şekilde görev yapmasını sağladı. TMT’nin yayın organı olan Nacak gazetesi Denktaş’ın gazetesiymiş görüntüsü içinde Kıbrıs Türklerine yön gösterdi, mukavemet telkin etti. Nacak’ın son yazı işleri sorumlusu da Alper Faik Genç idi. Türk Hükümetinin, bir ayda yüze yaklaşan Türk kayıpları karşısında kararlı çıkışı ve aynı yıl Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda rahmetli Fatin Rüştü Zorlu’nun Yunanlı karşıtı Averof’u mağlup etmesi sonucu Yunanlılar Kıbrıs’ta eşit şartlarda bir ortaklık Cumhuriyeti kurulmasına razı olmuş göründüler. Dr. Küçük ve Rauf Denktaş bu genel kurul toplantısında kulis faaliyeti yaptılar. 1959’da Zürih Anlaşması’nın hazırlanmasında Rauf Denktaş’ın perde arkasında etkin rolü oldu. Türkiye’nin garantisinin 650 kişilik bir alayla “etkin ve fiili” bir duruma getirilmesi Denktaş’ın ısrarı ve Dr. Küçük’ün de onu desteklemesiyle mümkün olmuştur.


Aynı yıl Londra Konferansı’na katılan Türk heyetinde de yerini alan Denktaş’ın Fatin Rüştü Zorlu’ya “Makarios bu anlaşmaları er geç yıkacak ve Enosis yoluna çıkacaktır. Burada bir rol oynamaktadır. İleride bu anlaşmaların kendisine zorla kabul ettirildiğini savunarak ortaklığı bozacaktır” mealindeki değerlendirmesi, ne yazık ki ortaklık Devletinin kuruluşu ile gerçekleşmiş ve 1963’de Kıbrıs’ta Enosis uğruna tedhiş yeniden başladı.



16 Ağustos 1960 tarihinde 650 kişilik Türk Alayı Magosa Limanı’na ayak bastı. 1963 olaylarından sonra Denktaş temaslarda bulunmak üzere Ankara’ya gitti. Temaslarını tamamlayan Denktaş, bir sandalla Kıbrıs’a geçti ve Türk direnişini örgütlemeye başladı.


1964 Londra Konferansı’ndan sonra Makarios tarafından ” İstenmeyen adam” ilan edilen Denktaş’ın Kıbrıs’a girmesi yasaklandı. Gizlice Erenköy’e çıkarak savaşa katılan Denktaş, 1967’de Ada’ya gizlice girerken tutuklandı, yoğun girişimler sonucu Türkiye’ye geri verildi.


1968’de Ada’ya giriş yasağı kaldırıldığından Kıbrıs’a dönen Denktaş, 1970 seçimlerinde Türk Cemaat Meclisi Başkanlığına seçildi, 28 Şubat 1973’e kadar Kıbrıs Cumhurbaşkanı Muavini ve Kıbrıs Türk Yönetim Başkanı seçildi.


13 Şubat 1975’te Kıbrıs Türk Federe Devleti’nin ilanından sonra devlet ve meclis başkanı görevlerini de yürüten Denktaş, anayasa uyarınca 1976’da yapılan ilk genel seçimlerde devlet başkanlığına seçildi.


Denktaş, 1981 yılında ikinci kez devlet başkanı oldu. 15 Kasım 1983’de Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC) ilan edildi.


22 Nisan 1990’da yapılan erken seçimde ikinci kez cumhurbaşkanı seçilen Denktaş, 1995’teki seçimlerde de cumhurbaşkanı oldu.


Kıbrıs sorununun çözümü için 1968’de Glafkos Klerides ile ilk kez Beyrut’ta müzakerelere başlayan Denktaş, eski Rum liderler Spiros Kiprianu, Yorgos Vasiliu, Glafkos Klerides ve Tasos Papadopulos ile yıllardır müzakere etti.


2002’de sunulan ve Annan Planı olarak bilinen BM çözüm planına, ”Türk askerini Ada’dan çıkaracağı ve Türkleri azınlık durumuna düşüreceği, devleti ortadan kaldıracağı” savıyla karşı çıkarak ”hayır” kampanyası yürüten Denktaş, 17 Nisan 2005’te yapılan cumhurbaşkanlığı seçimlerinde aday olmadı.


Denktaş, Annan Planı sürecinde Avrupa Birliği (AB) üyeliğiyle yaşanan tartışmalarda, ”Türkiye olmadan cennete bile girmem” demişti.


Rauf Denktaş, 24 Nisan 2005’te, Annan Planı referandumun 1. yıl dönümünde, görevi 2. Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat’a devretti.


Denktaş, cumhurbaşkanlığından ayrılmasının ardından, çalışmalarını, Lefkoşa’daki çalışma ofisinde sürdürdü.


Fotoğraf çekme merakıyla da bilinen Denktaş’ın onlarca yayımlanmış kitabı bulunuyor. Denktaş’a çok sayıda üniversiteden fahri doktora unvanı da verildi.


24 Mayıs’ta beyin kanaması geçiren ve sol tarafı felç olan Denktaş, 29 Ekim’de hastaneden taburcu edildikten sonra ilk kez 15 Aralık 2011’de evinden dışarı çıktı. Havanın da güzel olmasından yararlanarak ilk kez evinden çıkan Denktaş, ”Benim için ‘ölüyor’ dediler, dışarı çıktım” dedi.




Denktaş, Yakın Doğu Üniversitesi (YDÜ) Tıp Fakültesi Hastanesi’ndeki tedavisinin ardından rehabilitasyon süreci için 8 Temmuz’da Ankara’ya, Genelkurmay Başkanlığı Rehabilitasyon Merkezi’ne götürüldü.

Rauf Denktaş’ın tedavisine Ankara’da Gülhane Askeri Tıp Akademisi’nde (GATA) devam edildi. Beyinle kafatası arasındaki kan birikiminin boşaltılması için 25 Ağustos’ta ameliyat edilen Denktaş, 30 Ağustos’ta da KKTC’ye, YDÜ Hastanesi’ne getirildi.
Denktaş, beyinle kafatası arasındaki kan birikiminin artması nedeniyle 5 Eylül’de YDÜ Hastanesi’nde yeniden ameliyat edildi.

Cenaze Töreni sonrası GÖKUŞAĞI OLUŞTU


29 Ekim 2011’de taburcu edilen Denktaş, 8 Ocak 2012 gecesi, Su kaybı nedeniyle YDÜ Hastanesi’ne yeniden kaldırıldı. 
KKTC Kurucu Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş’ın tedavi gördüğü Yakın Doğu Üniversitesi (YDÜ) Hastanesi’nde 13 ocak 2012 günü hayatını kaybetti.

http://www.alierenay.com/8710/admin/rauf-denktasin-hayati.html



***




13 Şubat 2018 Salı

BÜYÜK HESAPLARIN DENİZİNE ATTIĞIMIZ YAVRU VATAN KIBRIS, BÖLÜM 7




 BÜYÜK HESAPLARIN DENİZİNE ATTIĞIMIZ YAVRU VATAN KIBRIS, BÖLÜM 7



YAVRU VATAN KIBRIS (5)

Bizim ders kitaplarımızda Kıbrıs için ayrı bölüm, ders hiç olmadı. Bilincimizden uzak tutuldu oralar...

Yüksek öğretim için ülkemize geldiklerinde Kıbrıslı öğrenciler, Kıbrıs adıyla tanıştı çoğumuz. Siyasetle ilgilenmeyenlerin, kırsal alandan gelenlerin Kıbrıs Türklerinden haberi bile yoktu. Öğrenci olarak yurdumuza gelen Kıbrıslı Türkler şiveleriyle dikkat çekerlerdi, vurgulamaları azıcık başkaydı bizim Türkçemize göre. Bir de çok iyi İngilizce konuşurlardı. Bunların dışında bizlerden bir farkları yoktu. Dilimiz dilleri, geçmişimiz onların da benimsediği geçmişleriydi... Abecemiz Atatürk abecesi, masallarımız, ninnilerimiz, geleneklerimiz birbirinin benzeri...

Kıbrıslı Türkler, Atatürk devrimlerini sırasıyla uygulamışlar, İngiliz sömürge yönetiminde olmalarına karşı o yıllarda, bu devrimleri bizimle birlikte benimsemişlerdir. Atatürk döneminde Kıbrıslı Türklerle kültürel ilişkiler başlatılmış, geliştirilmiştir. Türk yazı dilini, Türkiye dışında yalnızca Kıbrıslı Türkler kullanıyor. Dil devrimine de orada çok önem verilmiş, dilimizin yabancı diller boyunduruğundan kurtarılması, yenileşmesi Kıbrıs Türk toplumunca önemsenmiştir. Bu nedenle aramızda hiçbir ayrılık yok, biriz, aynıyız... Kıbrıslı Türklerin önderlerinin, Türkiye’den giden, Kıbrıs Türk toplumu içinde yetişen nice değerli öğretmenlerin, oradaki Türk basınının, nice adsız kahramanın emeğiyle bu büyük iş başarılmıştır.

Kıbrıs Türkleri bir zamanlar hem anavatana okumaya geldiler, hem de İngiltere’ye gittiler, oranın yüksek okullarında okudular, sonra Kıbrıs’a döndüler.

Günümüzde daha çok bizim yönümüzden gidiş o yöne, sular tersine akıyor, şöyle bir bakarsak en yakınımızda en az iki üç üniversite öğrencisi görebiliriz Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde okuyan.

Kıbrıs Türklerinin ilk lideri, bu davanın öncüsü Dr. Fazıl Küçük olsun, Kıbrıs’ın ikinci önderi, Fazıl Küçük’ün omuzdaşı, bayrağı Dr. Fazıl Küçük’ten teslim alan Rauf Denktaş (1924 – 2012) olsun, Kıbrıs’ın okumuş Türk kadroları, hem Türkiye’de hem İngiltere’de eğitim öğretim gördüler. Sonra da İngilizlerden hiç etkilenmediklerini, oralardan yalnızca bilgi aldıklarını gösterircesine vatanlarına, davalarına daha çok sarıldılar...

Lefkoşa Fazıl Küçük müze evinde, Fazıl Küçük için dağıtılan tanıtımdan önemli yerleri kısaca aktarırsak:

Dr. Fazıl Küçük 1906 doğumlu. Lefkoşa, Ortaköy’de doğdu. Okula Lefkoşa’da başladı, İstanbul’da (Özel İstiklal Lisesi) devam etti. İstanbul Tıp Fakültesini yarıda bırakıp, tıp öğretimini İsviçre’de (Lozan) sürdürdü, uzmanlığını da orada Dahiliye (İç hastalıkları) dalında yaptı.

Sonra çalışmak için Kıbrıs’a döndü (1937), Lefkoşa’da çalışmaya başladı. Köyleri dolaştı, halkının dertlerini dinledi, sorunları belirledi. Halkçılığıyla halkına kendini sevdirdi, gerektiğinde parasız hasta baktı; Cuma günleri özellikle halk günü uygulaması, yoksullara parasız bakması onu halkının gözünde efsaneleştirdi.

Bu kadar da değil, aynı zamanda köşe yazarlığı yaparken siyasetle de ilgilenirdi. İngiliz yönetimine karşı mücadelesini hep sürdürdü. Türkleri orada örgütlemesi, önce 1943’te KATAK (Kıbrıs Adası Türk Azınlıklar Kurumu) üyeliği, ertesi yıl oradan ayrılması (1944), sonra hemen kurduğu parti (Kıbrıs Milli Türk Halk Partisi), daha sonra bu iki örgütü birleştirerek (1949) Kıbrıs Milli Türk Birliği Partisi’ni kurması, Enosis’e (Kıbrıs’ın Yunanistan’ın olması) engel olma çalışmalarını bu partiyle yürütmesi.

Fazıl Küçük, Kıbrıs davasında kendisine istediği yakınlığı göstermeyen Türkiye’deki hükümetlerle sayısız kez görüşür, bıkıp usanmadan davası için mücadele eder, anavatanda Türk halkının arasına karışır, değişik kentlerde mitingler düzenler, Kıbrıs davasını Türk ulusuna anlatır. Ulusla bütünleşir.

O arada EOKA (Rum) terör örgütünün eylemlerine karşı çeşitli direniş örgütleri kurar, en son, silahlı direniş için (Rauf Denktaş önderliğinde) Türk Mukavemet Teşkilatı (TMT) kurulur.

Kıbrıs Cumhuriyeti’nin (1959) kuruluş anlaşmasını Kıbrıs Türk halkının temsilcisi olarak imzalar. Bu yeni devlette (Ağustos 1960) cumhurbaşkanı Rum, yardımcısı Türk olacaktır. 1963 yılındaki “Kanlı Noel”e (Rumların Türklere silahlı saldırıları) kadar cumhurbaşkanı yardımcılığı sürer. “Genel Komite Dönemi’nde (1963 – 1967) Türklere başkandır. 1967 yılındaki “Geçici Kıbrıs Türk Yönetimi”nin de başkanıdır (Rauf Denktaş yardımcısı). Bu son görevini Şubat 1974’te bırakır. Ancak gazetesi “Halkın Sesi’nde yazılarına devam eder. 1983’te hastalanır. 1984 yılında Londra’da tedavi edildiği hastanede yaşamını yitirir.

Tanıtımda son sözü şöyle yazılı:

“Tanrı Kıbrıs Türk’ünü korusun, onun yanında olsun!”

Mezarı Lefkoşa Hamitköy’de, Anıt Tepe’de.


Müze evi iki yıldır kapalıymış. Düzenlemesi bitince daha yeni açılmış. İçerde görevli rehberler size eşlik ediyor, her köşeyi tek tek anlatıyorlar. Müze eve ilgi büyük. Bizden az önce evi 180 kişilik bir öğrenci grubu gelip gezmiş. Öndeki bayrak direklerine iki bayrak asılı. Türk bayrağı, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Bayrağı. Çevredeki yapılaşmaya dikkat edildiği, çevre özenle korunduğu için evin bayrakları çok uzaklardan bile görünüyor. Ev iki katlı küçük bir ev. Alt katı doktorluk yaptığı bölüm. Çalışma odası, muayene odası, dinlenme odası... Üst kat ailesiyle yaşadığı alan. Eşyaları olduğu gibi korunmuş, korunamayanların benzeri bulunup konulmuş. Mobilyalar çok sade, gösterişsiz. Arka yöne çıkan, avlumsu bölüme, bir de oturur durumda heykeli konmuş, kahvesini yudumluyor, canlı gibi. Yanında da iki boş sandalye. İsteyen yanına oturup resim çektiriyor.Tam bir halk önderinin evi. Duvarlarda o yıllara ait siyah beyaz sayısız fotoğraf asılı. TMT komutanlığının (Türk Mukavemet Teşkilatı), Fazıl Küçük’e bir teşekkür sunumu da sergileniyor orada:

“Sayın Dr. Fazıl Küçük’e üstün saygılarımla...” ( 1973) yazılı, tablo büyüklüğündeki armağan burada duruyor. 1961’de Anıtkabir’i ziyaretinin resmi, Atatürk’e saygı duruşu resmi, yine aynı yıl İngiliz kraliçesinin, 1962’de Yunanistan kralının kızının Kıbrıs’ı ziyareti gibi değişik anı resimleri duvarları süslüyor.

Duvardaki şu yazı (özlü sözü) ilk odada:


“Hürriyet aşığı milletler tebaalarını, kılıç ve kurşun korkusuyla idare etmek değil, onların benlik ve izzeti nefislerine hürmet ederek, hukuk ve şereflerini muhafaza etmek gayesini kendilerine düstur edinmişlerdir.”

Yine hasta muayene odasının duvarına kocaman yazıyla yazılmış bu sözü (1943) onun insan yönünü göstermiyor mu?

“Biz son iğnemizi yapar, son ilacımızı verirken, ölümün kollarımız arasından çeke çeke aldığı hasta karşısında duyduğumuz acı ve ıztırap hiçbir meslek erbabının hissedip duyacağı acıya benzemez.”

Bu sözleri de Dr. Fazıl Küçük’ün büyüklüğünü bizlere göstermeye yeter:

“Düşünüyordum ki, benden hizmet bekleyen bir vatan, bir Türklük vardır. Ve bu da vazifelerin en büyüğü, en kutsisi olduğunu anlayarak işe koyuldum.”

“Ben yalnız mensup olduğum cemaatı ilgilendiren meseleleri kaleme alan naçiz bir ferdim. Çünkü Türküm, ve hiçbir zaman Türklüğün ayaklar altında çiğnenmesine tahammül edemem.”

Öğretmenlerin öneminden söz etmesi:


“Türk olmanın gururunu, Atatürk ilkelerine ebediyete kadar bağlı kalmayı, özgür insanlar olarak kimsenin tekmesi ve yumruğu altında ezilmemeyi ve buna ay yıldızlı bayrağımızdan başka bir bayrak tanımamakla erişebileceğimizi yine öğretmenlerden öğrendik.”

Lefkoşa’da doktorluk yapması için bir süre izin alamamış İngilizlerden o günlerde. Çok uğraştırmışlar. Muayenehanesinin kapısına bu nedenle şu sözü eklemiş. Kapıda aynen öyle yazıyor:

“Dr. Fazıl Küçük - İsviçre’den mezun.”

TMT’nin kurucularından öğretmen kökenli siyasetçi, tıp doktoru Kıbrıslı büyük Türk Burhan Nalbantoğlu’nun (1925 -1980) şu sözünü de orada duvardan okuduk:

“Kıbrıs Türk’ü hür ve bağımsız olarak yaşayacaktır.”

Boşuna mı deniyor, müzeler, anıtlar, anıt mezarlar bir toplumun gelecek kuşaklara aktarılan belleğidir.

Feza Tiryaki, 

27 Mayıs 2016 


***




YAVRU VATAN KIBRIS (6)


İşte, hiç aklımda yokken, bir zorunlu ziyaret gereği gittiğim Kıbrıs’ı, madem oraları gittim gördüm, anlatmak boynumun borcu olsun diyerek karınca kararınca yazdığım, “Yavru Vatan Kıbrıs” yazı dizisinin sonuna geliyorum. Belki, ek olarak, bir de basınını, Kıbrıs gazetelerini yazarım.

Bu konuyu bitirmeden, araya başka konu sokmayacağım demiştim, sözümü tuttum, altı bölüm, yazı yazdığım bilgiağı gazetelerinde art arda dizildi.

Kıbrıs’ı, yavru vatanı, bu eşsiz güzellikteki yerleri kısaca anlatmaya, unutulan, değeri bilinmeyen Türk Kıbrıs’a bir parçacık da olsa ilgi çekmeye çalıştım.Türk gezginlerin, el memleketleri yerine, bir vatan görevi sayarak, dünyanın en güzel tatil yeri olan bu yere gelip gezmelerini, buralarda kalmalarını, paralarını yavru vatanda harcamalarının önemini dilimin döndüğünce belirttim. Böyle yaparsan hem sen, hem anavatan Türkiye, hem de yavru vatan Kıbrıs kazanacak demek istedim. Bu zincirleme ilişkinin gelişmesine, Kıbrıs üzerinde düşünülmesine küçücük de olsa bir katkı sağladıysam sevineceğim.

Yavru vatanın sorunlarını, ülkemiz için önemini, Kıbrıs’ın geçmişini, geleceğini, Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni bekleyen tehlikeleri, Kıbrıs Türk’ünün yaşadıklarını, çektiklerini, Kıbrıs şehitlerini, hem yüce gönüllü Kıbrıs Türk büyüklerini, hem de günümüzün çirkin siyasetçilerini anlatabildim mi az da olsa, bilmem...

Kıbrıs Türk tarihini, bu en yakın tarihimizi yeniden anımsamak, Kıbrıs konusu üzerinde kısa bir süre de olsa yoğunlaşmak insanı çok sarsıyor. İçinde olmadığın, senden saklanan başka bir dünyaya gidiyor, anavatanın hemen yanındaki ikinci vatanda bir zamanlar yaşananları düşünürken sarsılıyor, çok acı çekiyorsun...

Sonra günümüze dönüyor, aklın yerindeyse, yakında olacakları kestirebiliyorsun...

Şu an Kıbrıs’ın başındaki, Avrupa Birliği’nce desteklendiği söylenen Mustafa Akıncı’nın, açıkça, “Artık yavru vatan olmak istemiyoruz!” demesinin ne anlama geldiğini anlamak mı istemiyoruz yoksa?

Kıbrıs tarihini bilen herkes şu sonuca kolayca varmaz mı?

“Hem Türkiye, hem Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti kaybedecek kapalı kapılar ardındaki bu son pazarlıklarda, durum öyle görünüyor. Çözüm dedikleri birleşik yapıyla Kıbrıs Türk’ü, yeniden eski günlerine dönecek, topraklarını verecek, vatanında kiracı konumuna düşecek, bağımsızlığını yitirecek, ikinci sınıf vatandaş sayılacak, aşağılanacak, vatanında el olacak, en sonunda da göçe zorlanacak... Garantör devlet özelliği yitirtilecek anavatanı, ondan koparılacak... Yalnız bırakılacak...”

Emekli Kurmay Albaylar Ömer Lütfü Taşçıoğlu ile Ümit Yalım, Girit’in yitirilmesini anlatırlarken (Ulusal Kanal) şöyle diyorlardı geçenlerde:

“Adamlar (Yunan), 143 yıl sabredip Girit’i alıyorlar. Biz 43 yıl bile sabredemedik, Kıbrıs’ı kaybediyoruz!”

Yine aynı yayında açıklamışlardı. Rum tarafıyla müzakere sürecini Türkler adına Özdil Nami yürütüyormuş, bu kişinin kim olduğunu biliyor musunuz diye sormuş sonra yanıtlamışlardı:

“Özdil Nami’nin dedesi 1963 olaylarında Türklere karşı casusluk eden Kamil Nami’dir.” (Bunu duyunca aklımıza Menemen’de Kubilay’ı kesenlerin torunlarının yıllar sonra nasıl Cumhuriyet’imizden intikam aldıkları, devletimizi yıkmak için nasıl çalıştıkları geldi, içimiz yandı. ) Sonra eklemişlerdi:

“Kıbrıs’ta yetmiş beş bini aşkın şehit kanımız var. Bu topraklar ata toprağıdır. Bu toprakları peşkeş çekmek o kadar kolay olmayacaktır.”

Öyle de, “Süleyman Şah türbesinin bulunduğu Suriye’deki vatan toprağını bir gecede nasıl terkettik, hem de bu terkedişi başarı diye bu iktidar ve yandaşları bize nasıl yutturmaya kalkıştılar yoksa unuttunuz mu?

Her mücadele kahramanıyla kazanılır. Önderlerin üstün özellikleri toplumları başarıya götürür. Ya bir kıtlık yaşanıyorsa bu konuda, toplum bağrından elinde bayrak önde gidecek, yol gösterecek, halkıyla bütünleşip direnecek önderini çıkaramıyorsa... Güç ulustaysa... Her bireyin tek tek önder olması gerekiyorsa...
Tıpkı günümüzdeki anavatanla yavru vatanın durumu...

Kıbrıs her gün yazılmalı, her gün anlatılmalı ama kime diyorsunuz bunu?

Ülkemiz, kaynayan kazan. Karşı devrimin elinde kılıktan kılığa sokuluyor, on dört yıldır ele geçirilmiş tüm kurumlarıyla suskun, beklemede... Terör örgütünün kırımları, her gün tuzaklanan bombalarla, keskin nişancı kurşunlarıyla arkadan sinsice vurulan askerlerimize, polisimize, korucumuza sahip çıkılıyor mu ki Kıbrıs’a çıkılsın? Bu duyarsızlık ortamında Kıbrıs’ı kim düşünecek?

Kıbrıs denilince ilk akla gelen ad, ikincisi pek kullanılmayan iki ön adıyla birlikte yazarsak, “Rauf Raif Denktaş”ı son yıllarında nasıl üzdüler, nasıl acılarla göçtü dünyadan biliyorsunuz.

Rauf Denktaş, Kıbrıs mücahidi, KıbrısTürk’ünün mücadeleci büyük önderi, bağımsız Kıbrıs Türk devletinin kurucusu, bu devletin ilk cumhurbaşkanı, halkının başöğretmeni, hukukçu, yazar, gazeteci, fotoğrafçı, bir bilge kişilik...

Rauf Denktaş son nefesinde, yaşamı boyunca emek verdiği davasıyla ilgili vasiyet eder gibi şu sözü söyler: “Söyleyin onlara, burası bağımsız bir cumhuriyettir!”

Rumlarla, Avrupa Birliği ile son nefesinde bile savaşmakta, kurduğu devletin bağımsızlığını savunmakta...

Oysa şu an Kıbrıs’ta geldiğimiz yer, Ahmet Takan’ın (Ocak 2016) yazısındaki gibi:

“Başkanlık uğruna Doğu – Güneydoğu gitmiş, Kıbrıs da gitse ne olur? Yes be annem!.. Lefkoşa’yı Mersin’e, Girne’yi de Adana’ya taşırız. Hep beraber afiyetle yeriz. Olur biter. Sorun yok!..”

Bu sözler de, “Yes be annem”cilerden sonra sürdürülen müzakereler için Rauf Denktaş’tan son uyarı sözleri:

“Rum ne isterse bize de uygulanır. Hiç başka formül aramasınlar. Aynı tuzağa ikinci kez aptallar düşer.”

*Rauf Denktaş’ın kısaca yaşam öyküsünü yazarsak:

1924 yılında Kıbrıs’ta, Baf’ta doğdu. İlkokulu, ortaokulu İstanbul’da, Arnavutköy Fevzi Ati Lisesi’nde yatılı okudu, liseyi Kıbrıs’ta bitirdi. Daha sonra bir kaç yıl, başta öğretmenlik olmak üzere değişik iş ve mesleklerde çalıştı. Hukuk eğitimini İngiltere’de görerek avukat çıktı, Kıbrıs’a döndü. Önce avukatlık, sonra savcılık yaptı. Bu yıllarda (1948) Kıbrıs davasıyla ilgilenmeye, Türk toplumunun sorunlarını seslendirmeye başladı. Dr. Fazıl Küçük’le birlikte halkını örgütledi, yol gösterdi, bilinçlendirdi... Kıbrıs Türk’ünün çıkarlarını korudu, bu yüzden sürgüne de gönderildi. Adaya girişi Makaryos döneminde yasaklandı (1964). Bir ara tutuklandı. Sonra, Türkiye’nin baskısıyla serbest bırakıldı. Kaç kez Türkiye’ye gelerek Türk yetkililerle görüştü, Kıbrıs’a asker çıkarılmasını istedi, canını ortaya koyarak Kıbrıs’ta Türk silahlı direnişini de (TMT) örgütledi.

Rauf Denktaş’ın ilk gençlik yıllarından başlayarak tek bir ülküsü vardı: Kıbrıs’ta Türklerin bağımsız bir devlet kurmaları, özgür olmaları...

1970’de Türk Cemaat Meclisi Başkanı seçildi. 1974 Barış Harekatı’ndan sonra Kıbrıs’ın değişmez lideriydi. Önce Kıbrıs Türk Federe Devleti’nin (KTFD) başkanı, sonra bağımsız Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin Cumhurbaşkanı oldu.

Bu arada sürüp duran müzakerelerde Rumlar tarafından istenmeyen adamdı. Rumlarca, çözümün, daha doğrusu Türklerin hakkını masa başında ellerinden almanın önünde engel görülen, direnen, yenilmeyen, baskılara boyun eğmeyen Denktaş, Ecevit’le başlayan yeni süreçte Türkiye’nin de desteğiyle AKP iktidarına kadar sarsılmadan görevini sürdürdü. Batı’nın ambargolarıyla bunaltılan, tanınması engellenen devletinin sorunlarıyla boğuştu. Kanla, irfanla (bilgiyle) kurulan Türk devletini, “Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti”ni korudu.

Sonra işler geldi dayandı Annan planına. AKP iktidarının ikinci yılında bu plan için Kıbrıs’ta iki taraflı halk oylaması yapıldı. Rauf Denktaş doğal olarak, Kuzey Kıbrıs Türk Devleti’ni koruma adına, Kıbrıs Türklerinin çıkarları adına bu plana karşı çıktı:

“İngiliz, ABD ve AB’nin çıkarları için uyumsuzluğun referandumunu yaptırıyorlar. Annan Planı ile uyumsuzluğu referanduma sunmuşlar.” diye açıkladı bu oylamada dönen dümeni.

Annan planı, baskı altına alınan Türklerin evet demesine karşın Rumların hayır oylarıyla ortadan kalktı.

Bu planın halk oylamasından hemen sonra ortalığa dökülen, bir şekilde kayda alınan, AKP iktidarının başınca KKTC’nin başbakanı Talat’a söylenen sözleri biliyorsunuz. Yeniden anımsatırsak:

“Şey noktasında bence bir numarayla (Rauf Denktaş) fazla dalaşma.”

“Denktaş’la bu yeni diplomatik atak sürecini (yes be annem) sürdüremeyiz.”

“ Talat Bey, size bir şey söyliyeyim mi, artık "O" bitmiştir! Şu anda "O" muhatap olmaktan bile çıkmıştır."

“Dünyada “O” bütün itibar kaybına girdi. Yani O’nu (Rauf Denktaş) kaale almayacağız.”

Rauf Denktaş, 2005’ten sonra Cumhurbaşkanlığından çekildi. Kendisinden sonra Mehmet Ali Talat Cumhurbaşkanı oldu.

Bu arada yine de boş durmadı. O yıllarda Ermeni soykırımı yalanına karşı kurulan Talat Paşa Komitesi’ne başkanlık etti. İlerlemiş yaşına karşın bu örgütün düzenlediği bazı gösterilere sağlığını hiçe sayarak katıldı.

Rauf Denktaş’ın ellinin üstünde kitabı vardır. İşte birinin adı: “Kıbrıs Girit Olmasın”. Çektiği fotoğraflarıyla sergiler açmış, televizyonda program yapmış (Denktaş’ın Gündemi), Türk tezini anlatmak adına bir televizyon dizisinde (Kurtlar Vadisi) rol almıştır.

İnançlı, imanlı bir adamdı Denktaş. Şu sözü, sırası gelince konuşmalarda hep yinelediğim, yazdığım, herkese anlattığım, çok sevdiğim bir bilgelik sözüdür:

“Hayatın üç günden ibaret olduğunu anladım.” der Denktaş. Arkasından açıklar:

“Birinci gün, bütün geçmiş günler.

İkinci gün, yaşadığımız bugünkü günler.

Üçüncü gün, yarın.”

Sözü burada bırakmaz. Öğüdüyle bitirir:

“Ancak yarının da gelip gelmeyeceği belli değildir. Bu üç günlük hayat, bizi sarhoş etmemeli. Görevimizi unutturmamalı.”

Günümüzün açgözlü siyasetçilerinden çok ayrı bir kişilikti. Bakınız ne diyordu:

“Kendinize, ailenize, cemiyetinize, milletinize faydalı olacak şekilde yaşayınız.”

“Dünya âhiret için bir tarladır.”

“İsraftan kaçınınız. Hesabını bilen bir kişi olarak yaşayınız.”

Son yıllarında bedensel olarak güçsüzdü, Kıbrıs Türk’ünün büyük atası hastaydı, duyuyorduk... Beyin kanaması, felç geçirdi (Mayıs 2011)... GATA’da (Gülhane Askeri Tıp Akademisi) tedavi edildi. Sonra Kıbrıs’a KKTC’ye gitti, “YDÜ” (üniversite) hastanesinde yeniden ameliyat geçirdi (Eylül 2011). Bunları atlattı, en son 8 Ocak 2012’de, Kıbrıs’ta hastaneye kaldırıldığı haberini aldık, 13 Ocak’ta da yaşamını yitirdiğini, sonsuzluğa göçtüğünü öğrendik...

Anavatan Türkiye’de ve Yavru Vatan Kıbrıs’ta ulusal yas ilan edildi.

Gömüt yeri olarak O’na, Lefkoşa Cumhuriyet parkını seçtiler.

Sokaklara, caddelere, alanlara sığmayan bir kalabalıkla, askerler arasında, sevgiyle, saygıyla, gözyaşıyla uğurlandı (17 Ocak) ... İki bayrakla sarılıydı tabutu.

Yaşarken, üç evlat acısı yaşamış Denktaş. Oğlunun dediğine göre acılarını yaşayamadığı, Kıbrıs davasıyla uğraşırken cenazelerine bile katılamadığı çocuklarının yanına gömülmek istermiş. Bir kızını küçücükken, iki oğlunu da, daha sonra, birini sekiz yaşlarında bademcik ameliyatında, diğerini de yetişkinlikte trafik kazasında yitirmiş.

Kıbrıs’a gittiğimizde Kıbrıs’ın hiçbir yerini görmesekte, tek görmek istediğimiz yer Rauf Denktaş’ın gömütüydü. Yaşarken göremediğimiz o büyük Türk’ü yattığı yerde ziyaret etmek, huzuruna varmak istiyorduk...

Kıbrıs ata toprağındaki, Cumhuriyet parkı içindeki son durağını merak ediyorduk açıkçası...

Yaşarken, “Kim demiş?” diyerek şiiriyle bile hesap sormuş, bu topraklar için, Türk düşmanlarına hep kafa tutmuştu:

“Kim demiş ki benim için bu beldede âti yok, / Kim demiş ki bu toprakta Türk oğlunun hakkı yok? / Bu diyarlar sizin için etmez diyen cahil kim? / Haykırırım cevap versin bizi fazla gören kim?”

O günü, gördüklerimizi sırasıyla anlatmalıyım:

Girne kapısında, Gönyeli yönüne giden otobüs – dolmuş bekliyoruz. Sedat’la orada tanıştık. Kıbrıslı. Aslan gibi bir genç. Bir şirkette şoför. Kendini “kaptan” olarak tanıtıyor, bizim Türkiye’den geldiğimizi, hele hele Denktaş’ın mezarına (gömüt) gittiğimizi duyunca çok yakınlık gösteriyor. Boş günüm olsaydı sizinle gelirdim ama sizi tam parkın hizasında, anayolda indireceğim, hiç yürümeden, yalnızca karşıya geçerek oraya gideceksiniz, diyor.

Bir de, “Barbarlık Müzesi’ni görün,” diye uyarıyor bizi ama ne yazık ki oraya gidemiyoruz o gün.

Otobüste konuşuyoruz, son siyasi gelişmelerden, Türk adalarının uğradığı Yunan işgalinden, Kıbrıs pazarlıklarından...

Sedat bilgili, güvenli, Sedat’ın başı dik:


“ Kıbrıs ayrı... Burayı kimse öyle kolay kolay gözden çıkaramaz. Kıbrıs’a hakim olan, bölgenin, Akdeniz’in, buraların hakimidir.”

Otobüsten tam yerinde bırakıyorlar bizi. Ortası bölünmüş, yeşillendirilmiş, vızır vızır işleyen otoyoldan binbir güçlükle geçip Cumhuriyet Parkı’na ulaşıyoruz. Bir anıtın önündeyiz. Yoksa burası mı mezarı diyoruz önce, şaşkın şaşkın.

Şehitler Abidesi ve Atatürk Anıtı Lefkoşa’nın ulusal tören yeri imiş. Atatürk anıtının her bir yanına konan yazılar özenle seçilmiş, en güzel Atatürk sözleri:

“Özgürlük ve bağımsızlık benim karakterimdir.” “ Türk, öğün, çalış, güven!” “Bu millete hizmet eden onun efendisi olur.” “ Ne mutlu Türk’üm diyene!”

Park, düz bir alanda, seyrek ağaçlıklı bir yer. Asırlık, yaş yaşamış, dalları göğe direk ağaçları yok. Bir bakışta her yanını görüyorsun. Önce gömütün nerede olduğunu anlamıyoruz, yalnızca epeyce ötede çevresi alçak boylu koyu kahverengi parmaklıklarla çevrili küçücük bir yer, karaltı gibi gözümüze çarpıyor.

Toprak yoldan gidiyoruz, yaklaşınca minicik bir bekçi kulübesi, önünde bir araba, az ötesinde yerleşim yerleri, evler...

Parmaklıkların ortasında, yerde, ortada, küçük, üstü yazılı, bir mermer taşlı mezar. Üstünde iki çelenk duruyor. “Engelliler Günü” nedeniyle konmuş, yazısından öyle anlıyoruz.

Herhangi bir yerdeki bir köy mezarı gibi. Sıradan, gösterişsiz, özentisiz... Yalnız... Belki biraz da garip...

Parktaki yol kıyısından, çevresi parmaklıklı bu yere gelmek için bir kaç metrelik bir yeri geçiyorsun. Bu yer, mezarın dış çevresi, yani bir küçük bahçe büyüklüğündeki bu yer, uzaktan yemyeşil çimle kaplı gibi görünüyor.

Bir üstüne basıp ilerliyorsun ki, ayağının altı naylondan. Halı sahaların kandırıcı naylon çimeni bir karışlık bu yere de döşenmiş. Hemen bir iki metre ötesi, kara toprak, kıraç toprak zaten... Sanki doğru çimen ekilse, bakılamaz, sulanamazdı... İç alana çiçekler ekilemezdi... Bir dal yaseminden başka çiçek ekilmemiş...

Köşelerde yeni dikili bir iki selvi... Naylon sahte çimene inanamaz gözlerle bakıyorsun... İçin cız ediyor, sabahtan beri zorla tutulan gözyaşların sel olup akıyor...

Ne parkta, ne ötede, ne beride tek bir insan görmeden oradan ayrılıyoruz.

Başımız eğik, gönlümüz buruk...


2012 yılında, ölmeden az önce, bir söyleşide, Türk gazetecisine (Nur Batur) şunları demişti Rauf Denktaş:

“Türkiye, Kıbrıs için, “ Bu benim milli davamın temelidir. Esasıdır. Ben bundan ayrılmam. Vazgeçmem ” demeli.”

Görünen o ki, bir mezar bakımını, çevresini yeşillendirmeyi, otunu kesip biçmeyi, canlı tutmayı bile çok görmüşler Kıbrıs’ın büyük Türk’üne, atasına...

Acaba bu benim milli davam der mi Kıbrıs’a, Türkiye’yi bugün yönetenler?

Diyebilirler mi?

Diyecekler mi?
Dedirtecek miyiz?

Feza Tiryaki, 

29 Mayıs 2016

***



YAVRU VATAN KIBRIS (7)

(Niye Yavru Vatan? Kıbrıs Türk Basını)


Kıbrıs’a “Yavru Vatan” sözünü ilk kim yakıştırmış bilmiyorum ama bu sözün Türk toplumunca benimsendiği kesin. Yavru iki anlama geliyor dilimizde, biri, küçük, boyutu benzerlerinden çok küçük anlamında; diğeri, çocuk, evlat, kendi dölü, soyu anlamında. İçinde sevgi, koruma, yavru saydığını kanından canından, kendinden bir parça görme, beğenme, benimseme, kendinden bilme... her duygu var “yavru” sözünde.

Annelerin “Yavrum” diye seslenişleri, birini korurken söylenen, birbirine bağlılığı anlatan yavru, yavrucak tanımı, bir şeyin, ürediği kendi türüne benzemesini “yavrusu” diye niteleme... bir anda yavru sözünün akla getirdikleri...

Ana baba, özellikle ana, yavrusunu canı pahasına korur, bu bilinen bir olgudur. Üvey ana, üvey baba öyküleri, anası ölenin babası da ölür anlayışı yalan mı? Vatanı, vatanı kurtaran, devlet kuran atasının, anasının elinden almışlarsa, almak üzerelerse, o ananın yavrusunun da üvey evlat görülmesi, korunmaması yadırganır mı?

Kıbrıs’ı anlatırken duydum ki, “ yavru vatan” sözü tartışılıyor. Hem de şaşırtıcı bir şekilde! Sanki Talat’la yapılan o telefon konuşması (2004), Denktaş’ın dışlanması, son yıllarında gördüğü ihanet, yalnız bırakılmışlık, AKP iktidarının, Denktaş’a, Kıbrıs Türk’ünün elde ettiklerine ters Kıbrıs siyaseti, Kıbrıs’ı Rum’un - Yunan’ın saymalar, AB’ye girsin de ne olursa olsun, Türkiye’nin garantör devletliği gereksiz, eski anlaşmalar kalkabilir, Annan planına evet deyin, bağımsızlık da neymiş, Türk askeri adada gereksiz, işgalci demeler, Rumlara limanlarımızı açmaya kalkışmalar hayaldi, uydurmaydı... Kıbrıs öyle iki devletli yaşayamaz diyen, Kıbrıs’ın (KKTC) tanınmasını istemeyen, onlarca kayalığımızı, adalarımızı sessiz sedasız Yunan’a işgal ettiren, bu konuda ağzını açıp tek söz etmeyen başka bir siyasetçiydi sanki... Akp’nin başkanı değildi... Tutmuşlar Kıbrıs’ın şimdiki cumhurbaşkanıyla, “yavru vatan” adını, bunun anlamını tartışmışlar geçen yıl bu zamanlar...

Akıncı, saçmalamış, iki kardeş ülke denmeli demiş, yavru vatan – anavatan yerine. Saraydan (!) yanıt gelmiş: “ Ağzından çıkanı kulağı duysun.” Akıncı’da laf çok: “Türkiye bizim hep yavru kalmamızı mı istiyor?”

Bu çirkin soruya verilen yanıt daha da çirkin olmuş: Başlanmış iş paraya dökülmeye. Suriyeli kaçaklara, vatanlarından, savaştan kaçan vatansızlara, dili dilimize, kültürü kültürümüze benzemeyenlere, içinde terörist besleyen, canlı bomba saklayan, kafaları nasıl çalışır, kimdir nedir bilmediklerine kaç milyar dolar harca *(on milyara yakın), vatana doldur bunları sınırlamadan, toplumun yapısını bozdurt, üç milyonu aşkın Arap’ı, savaş kaçkınını, Avrupalı’nın içine almadıklarını, kovduklarını besle, sonra Kıbrıs’a, sayısı iki yüz bin civarındaki Kıbrıs Türk’üne, yani aslında kendine harcadığın parayı, bir milyar doları başa kakar gibi ağza al, söyle... Üstelik dünyaya, dosta düşmana duyur:

“Bu ülke KKTC'ye bir bedel ödemiştir. Hâlâ da ödüyoruz. Biz şehitler vermişiz. Bu yavru vatan ayakta kalabilsin diye. Son olarak oraya yaptığımız para yardımı 1 milyar dolar.”

Hangi ana baba yavrusuna harcadığını başa kakar, söyler? Yine hangi kardeş ilişkisi anayla yavrusunun ilişkisine benzer? Kardeş ihanetlerinin öyküleri din kitaplarında bile anlatılmıyor mu ibret alınsın diye? Kardeş ilişkisi çok başkadır, eşitlik ilk önce gelir. Bizim bölücülere, bölücü yandaşı hainler boşuna mı kardeşlik edebiyatı yapıyor. Kardeşiz diye zırvalıyor...

“Allah kardeşi yaratmış, kesesini ayrı yaratmış.” Atasözümüz bile insanın yavrusu ile kardeşinin ayrımını açıklıyor.

Kıbrıs’ın yavru vatan olduğunun kanıtını en güzel ekşi sözlük yazmış:

“Önemli bir olay olduğunda, tüm yurtta, dış temsilciliklerde, bir de burada kutlanır.” demiş, yavru vatan sözünü açıklarken.

Dilin diliyse, en önemlisi yazı dilin yazı diliyse, neyi tartışacak neden ayrı sayılacaksınız? Dünyadaki ikinci ülke, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti değil mi aynı dili konuştuğumuz, aynı zamanda aynı dille yazdığımız, okuduğumuz ülke...

Ha Anavatan Türkiye’nin basın yayını, ha Yavru Vatan Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin! Dil bayrağımız, dil bayrakları...

Gazete satış yerlerinde Türkiye’den gelen günlük gazeteler, Kıbrıs’ta çıkan boyutları küçük, dergi görünümünde günlük gazeteler var orada.

Bizdeki Türkçe orada da konuşuluyor, yazılıyor. Kitapçılarda Türkçe kitaplarımız. Bizde ne basıldıysa, ne okunuyorsa, orada da o... Seyyar satıcı tezgahına Türkçe kitapları dizmiş, Girne’de limanda satıyordu.

1001 adlı bir mağazalar zinciri bulunuyor Kıbrıs’ta, oradan ayrılmadan, orada sergilenen ne kadar Kıbrıs gazetesi varsa aldım, günlük çıkan, getirdim, sonra inceleyerek okumak için.

Kıbrıs’ın gazeteleri küçük boyutlu, ortadan katlanıyor, bizdeki “Gırgır, Leman” gibi gazete dergilere benziyor büyüklükleri ve katlanmaları ama onlardan eni de, boyu da daha büyükçe. Kıbrıs, Havadis, Diyalog, Yeni Bakış... Bunlardan bir kaçını kısaca tanıtacağım burada. Aynı kalınlıkta, kırk sekiz sayfalık kalın gazeteler bunlar. "Detay", onların yarısı kadar.

Kıbrıs, eski bir gazete, 26 yıllık. Havadis 8 yıllık, Detay, Diyalog 3 yıllık, Yeni Bakış en yenileri (2 yıllık)...

Halkın Sesi, 73 yıllık Kıbrıs gazetesi. Onu orada bulup alamadım. Dağıtım sorunundan mı yoksa çok satıldığı için mi, her nedense... Bilgiağında inceledim. Oradan güncel bilgiağında bir yazı okudum demin, en son gelişmeler üzerine yazılmış. M. Erol Ekenleroğlu’nun köşe yazısı: “Şapka düştü kel göründü.”

Keli görünen Rum liderliği. Türkiye’de basının yayının hiç mi ilgilenmediği bir olay yaşanmış geçenlerde. Tek Cumhuriyet gazetesi kısa da olsa iç sayfalarda söz etmiş (nasıl olmuşsa).

23 -24 Mayıs’ta BM’nin bir toplantısı varmış İstanbul'da. “Tarihin ilk dünya insani zirvesi” imiş adı. Buraya Kıbrıs’ın temsilcisi olarak (Türkiye’nin tanımadığı) Kıbrıs Rum tarafı (GKRY) katılmış. KKTC’nin Cumhurbaşkanı da Türkiye tarafından davet edilmiş. “Zirve” bitince 46 devlet ve hükümet başkanı için verilen yemeğe, KKTC Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı katılacak diye, yazarın dediğine göre, “Türklerle birleşmeye can atan, Akıncı ile konserlere giden, karşılıklı kahve içen...” Anastasiadis (Rum lider) katılmamış, dönmüş.

Erol Ekenleroğlu: “ İşte değişmeyen Rumların düşüncesi, Ada Yunanistan’ındır, Rumlar tek sahibidir. Türkler ise azınlıktır, köledir.” diyor.

Orhan Akdeniz, bu gazetenin diğer bir yazarı. Kıbrıs’taki iktidarı, kamudaki atamaları eleştiriyor yazısında, devlet olanaklarını kullanarak ve yandaşları ödüllendirerek oy kazanmaya çalışılmamalıdır, diyor. Yazısında kaç kez “Anavatan” diye geçiyor ülkemizin adı, sevgi ve saygıyla... Elinde olmadan gözlerin buğulanıyor, duygulanıyorsun...

Kıbrıs gazetesinin (Kurucusu Asil Nadir) o günkü başlığı özelleştirme üzerine. Kıbrıs Enerji Bakanı, “Özelleştirmeden korkulmamalı” demiş, oradaki sendikalar (TÜRK – SEN ve EL – SEN) “Özelleştirmeye engel olacağız.” demişler. Arka sayfada spordan bir güreş haberi var. İspanya’da düzenlenen “Vücut Geliştirme” şampiyonası ile ilgili: Emre ve Burak, Türkiye Cumhuriyeti, Sami Hamidi ise Kıbrıs Cumhuriyeti adına Avrupa şampiyonasında podyuma çıktı.” yazmışlar, “Sporcumuz var, biz yokuz!” başlığıyla.

İç sayfada ilanlar arasında kaybolan küçücük bir bölümde, “Federal Kıbrıs’ta" diye başlayan bir toplantı duyurusu dikkat çekiyor: Federal Kıbrıs’ta barış içinde ortak yaşamın ancak “yeni bir kültürle”mümkün olacağı anlatılacakmış bu toplantıda. Bu HASDER Halkbilimi sempozyumlarının 32. si imiş. Bizde, kimilerince durmadan, o gülünç, “Osmanlıcılık” çanları çalınırken, yavru vatanımızda da da denemekten bıkılmayan, “ Birleşik Kıbrıs” hayalinin çanları susmuyor... Kurucu Cumhurbaşkanları Denktaş’ın, aynı hataya aptallar iki kez düşer sözünü günümüzde kimler anımsıyor belirsiz...

Orta sayfalarda Ersin Tunay haberi, Çağdaş Müzik Derneği Türk Sanat Müziği Korosu’nun konserini duyuruyor, “Müzik sevginin, sevgi de yaşamın kaynağıdır.” başlığıyla. Kültürümüzün yaşatıldığına tanıklık ediyor bu haber başlığı.

Denktaş’ın oğlu, Başbakan Yardımcısı ve Maliye Bakanı olarak elektrikte sat-sav noktasında olmadıklarını, su konusunda erken ihaleye çıkılabileceğini, müzakereler ile ilgili olarak da, sorumluluğun Akıncı ve ekibinde olduğunu, eşitliğin ve eşit egemenliğin yeterince korunduğuna inanmadığını söylemiş içteki bir haberde.

“Havadis” gazetesi, magazin haberleriyle (kiralık hamilelik, kazalar) sayfalarını doldururken bir köşe yazısı (Başaran Düzgün) bu gazetenin kime neye hizmet ettiğinin ipucunu hemen veriyor. “İntihar ile eşanlamlı” başlığıyla Serdar Denktaş’ın bir Rum gazeteye dediği, kendini “Kıbrıslı” hisseden TC kökenlileri KKTC vatandaşı yapacağım.” sözünü intiharla eş anlamlı sayıyor. Akıncı’nın vardığı uzlaşmalar (?) havaya uçarmış o zaman.

Havadis gazetesinde küçücük bir haber başlığı daha var ön sayfada:


“Tekke bahçesinde 52 yıl sonra kazı.” 1964 yılında Ayvasıl’dan (Türkeli) getirilerek Tekke bahçesine gömülen 23 şehidin çıkarılması, tek tek kimliklendirilmesi, gömütlerinin ayrılması çalışması imiş bu kazı.

Diyalog, “Kuruduk” başlığıyla çıkmış. Sanıldığının aksine Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ne Türkiye’den akıtılan suyla ilgili değil bu başlık, Rumların (olmayan) suyuna ağız suyu akıtılıyor. Yazıda güneydeki barajlar da (Rum bölgesinde) 105 milyon metre küp, kuzeyde (KKTC’de yani) sadece 3 milyon metre küp su var deniyor. Aradaki fark çok büyük diye yazmışlar, dolaylı yolla algı yönetiyorlar... Şu tartışmada ilginç: Kıbrıs Rum’unun müzakerecisi Rum, Kıbrıs Türk’ünün Türkiye’ye 17 milyor avro borcu olduğunu söylemiş, Ersin Tatar (UBP milletvekili), bunun 17 milyar değil, 4 milyar olduğunu belirterek “Mavroyannis yalan söylüyor.” demiş. Yine Mavroyannis’in “Nüfus konusunda dörtte bir oranı bozulmadığı sürece, Kıbrıs Türk tarafında kim Türkiye kökenli, kim Kıbrıslı Türk diye sorgulamayacağız.” sözlerine de dikkat çekmiş, bu, Kıbrıs Türk halkını kalıcı bir azınlık konumunda görmeye yönelik bir anlayış ve yaklaşımdır, demiş.

Yeni Bakış’ın “Bakış”ının “A” sesinin orta çizgisi, Kıbrıs adasının haritasıyla çizilmiş. Başlığı, Serdar Denktaş’ın, hak edenlere vatandaşlık vereceğiz, sözünü eleştiren bir başlık. “Popülist söylemlerle değil, ayakları yere basan söylemlerle siyaset yapmak lazımdır ki insanlara boşuna umut verilmesin.” yazıyor haberin açıklamasında, CTP vekili Akansoy’un sözleriyle. Orta sayfalarda “İran’la eğitimde işbirliği” başlığı. İran ve eğitimde işbirliği yanyana gelemeyecek iki sözcük bir arada. Karaçarşaflılar cenneti molla İran’ı ile Kıbrıs Türk’ünün okulunun eğitim işbirliği. Yakındoğu Üniversitesi rektörü “ Dr. Ümit Hassan”, konuyla ilgili açıklamalar yapmış, “ Dünya biliminin gelişimine katkı koyuyoruz.” demiş. Bir haberleri de tam sayfa neredeyse:

“Barış için bir aradalar.”


Kıbrıslı Rum ve Kıbrıslı Türk öğrenciler çalıştayda bir araya geldi diye de açıklaması yazılmış, habere ilgili resimler konmuş. 14 Mayıs’taki Birleşmiş Milletler Barış Gücü’nün finans ettiği “Barış ve Gençlik Festivali”, yaz aylarında düzenlenecek iki toplumlu tiyatro kampı da duyurulmuş.

Küreselciler boş durmuyor, oya gibi işliyorlar Türk çocuklarını gençleri...

“Detay” gazetesinin ön sayfası, Serdar Denktaş resmiyle, açıklamasıyla. Başlıkta, “Maliye bakanından Rumlara fatura denilmiş, Serdar Denktaş’ın, “Bizim Türkiye’ye olan borcumuzu ödemesi gereken Rumlardır. Yıllardır bizi ambargolar, izolasyonlar altında tutan Rumlardır.” açıklamasıyla habere devam edilmiş.

Son haftalarda, ülkemizde çıkan, Kıbrıs’ta şu sahneye çıktı, şu şurada kumar oynadı haberlerine benzemeyen Kıbrıs Türk’ünü anlatan bir haber aradım günlerdir, her aldığım gazeteyi gözden geçirerek. Sonunda tek bir haber buldum.

Sözcü’de (27 Mayıs), Arka sayfa haberi başparmak boyutunda bir alanda.

“Ekonomik kriz kanser yapıyor” başlığıyla verilmiş bir küçük haber: "Harvard Üniversitesi’nden Kıbrıslı Türk Profesör Rıfat Atun’un araştırmasına göre, krizin etkisiyle kanser nedeniyle ölümler, Avrupa’da 160 bin, dünya genelinde ise 500 bin arttı.” yazılmış, iki satırlık bu küçücük haberde. Nobel falan almamış, Batı ödüllendirmemiş ya, incelemesinin de, Kıbrıs Türk’ü oluşunun da haliyle bir değeri yok...

Kıbrıslı Türk profesör diye başlayan, insanı onurlandıran bu haberden sonra, Türk ulusunun en büyük bayramı ile bir oteldeki içkili aşk şarkıları ile verilen konserin haberi. Hiç yadırgamayacağınız, alışıldık bir Kıbrıs haberi bu ne yazık ki. Anavatanı, yavru vatanı unutun, ne varsa bugünde var, sevgilide var, dalganıza bakın, anlamında değilse nedir bu tür haberler?

Ermenistan Bayrağıyla sahneye çıkmışsa ne olmuş, yapılanları yiyip yutmuyor muyuz, 19 Mayıs’ta, 19 Mayıs Atatürk’ü Anma Gençlik ve Spor Bayramı için (Ulusal bayram kutlamasına bakınız!) Beşiktaş Belediyesinin düzenlediği etkinlikte sahne alan, şarkısının “Hadi kızı öp bakalım!” yerinde Murat Boz’un öpücüklere boğduğu, çevresinde sarılarak döndüğü Hadise’yi Posta gazetesi haber niyetine yazmadı mı? Hiç eleştirmeden hem de... Sizler de okumadınız mı? Bu şarkıcılar bulunduğunuz kente gelse koştura koştura gitmeyecek misiniz?

Vatan için, Yavru vatan için bir şeyler yapmayı neden hep başkalarından bekliyoruz?

Bir zamanların hayran olunan aktörleri, rol modelleri şimdilerde gazinolarda kafa buluyor:

“Kadınım diye seslendi.”


“Gülben Ergen, 19 Mayıs’ta Kıbrıs Girne Rocks Hotel’de konser verdi... Konuklar arasındaki Cihan Ünal, G. Ergen’in ısrarı üzerine sahneye çıkıp ”Kadınım” şarkısını söyledi. 
Parmağındaki alyansı soranlara cevap vermek istemeyen Cihan Ünal’ın yanında sevgilisi vardı.”

Feza Tiryaki, 3 Haziran 2016


***

ÖZEL NOTUM;

BÜYÜK HESAPLARIN DENİZİNE ATTIĞIMIZ YAVRU VATAN KIBRIS,
Diyebilirler mi?
Diyecekler mi?
Dedirtecek miyiz?

BU ÖNEMLİ.! TANER ÇELİK.
13 ŞUBAT 2018 - İSTANBUL


***