29 Aralık 2015 Salı

SAHTE ULUSALCILARI & SİYASETÇİLERİ TANIYALIM 5



SAHTE ULUSALCILARI & SİYASETÇİLERİ TANIYALIM 5




Soner Yalçın'ın Efendisi Kim?


Ali Özsoy

Oda değil Masa Tv

Bilindiği gibi Aydın Doğan’ın her türlü kesime seslenen pek çok yayın organı vardır. Bu gazetelerin yanı sıra Aydın Doğan’ın artık bir de küçük “odası” var. Ulusalcı-istihbaratçı küçük bir internet sitesi bu; adı Odatv. Resmen Aydın Doğan ile bağlantılı değil. Ama Aydın Doğan’ın maaşlı elemanı Soner Yalçın üzerinden yürüyen bir site burası.
Ne olacak canım, insan ek iş olarak internet gazeteciliği yapamaz mı denebilir? Ancak Soner Yalçın burada ek iş olarak değil, daha çok ek mesai olarak çalışıyor. 

Hatta her hafta Hürriyet’te yayınlanan yazılarını birkaç gün önceden Odatv’de yayınlamaktan gocunmuyor. 

Soner Yalçın: Binbaşı Ersever'in İtirafları



















1993 yılında Soner Yalçın’ın ismi Aydınlık gazetesinde parladı. Ama bir cinayetten dolayı. Kamuoyunda JİTEM olarak bilenen kuruluşun kilit isimlerinden Binbaşı Ahmet Cem Ersever ile Soner Yalçın uzun bir röportaj yaptı. İstihbarat dünyası karışınca böyle olur. Millet hemen Aydınlık’a gider. 
Nasıl olsa onlar her türlü pisliği kaldırır. O zamanlar Aydınlık adeta PKK yayın organıdır. “Ersever’in İtirafları”nı yayınlayıp, “Kürt halkına yönelik kirli savaşı deşifre etmek” bahanesiyle istihbarat savaşının ortasına balıklama atlar Perinçek. 

Patronu ona bu serbestliği bile tanımış.

Aslında bu siteye “ oda ” demek yanlış… “ Masa ” tv demek daha doğru olabilir. Çünkü kelimenin tam anlamıyla bir istihbarat masası olarak çalışıyor. Kısacası Kürt masası, Nurculuk masası ve diğer masalar yetmemiş olacak ki, Doğan Medya bir de ulusalcılık masası kurmuş. Bunun başına da eski bir Aydınlıkçı olan Soner Yalçın’ı geçirmiş.
Özellikle Ergenekon Soruşturmasıyla birlikte Odatv işlevsellik kazandı. Soner Yalçın buradan polemikler yürüttü. Taraf gazetesiyle, bu gazetede yazarlık yapan polislerle ve Fethullahçılarla yürütülen tartışmaları üstlendi.

Soner Yalçın’ın “ Efendisi ” kim, “ Ustası ” kim?

Soner Yalçın















Soner Yalçın

Ancak son aylarda bu sitenin rengi oldukça değişti. Hemen hemen her gün Doğu Perinçek’i öven, Perinçek’in kavgalı olduğu isimlerle sert tartışmalar yürüten, Silivri’den canlı bağlantılar yapıp Perinçek’in o gün mahkemede yumurtladıklarını manşete çıkaran değişik bir yayın çizgisine kaydı.
İlk başta bu iki Aydınlıkçı arasındaki doğal bir dayanışma olarak algılanabilir. Öyle ya sonuçta Soner Yalçın, Perinçek’in deyimiyle “Aydınlık okulunun” öğrencisidir. Eski ustasına vefa borcu ödemek istemiş olabilir.
Ancak Soner Yalçın tabii ki eski öğretmenine saygıdan dolayı değil, yeni patronunun çıkarları ve isteklerinden dolayı yeniden Perinçekçi oldu. Çünkü daha bundan bir yıl önce tıpkı diğer eski Aydınlıkçılar gibi o da Perinçek ile kanlı bıçaklıydı. Şimdi Odatv’de imzasız yazılar yayınlanıyor. Perinçek için “İnanmış Adam”, “Dava İnsanı” başlıklı methiyeler çıkıyor. Ama kısa süre önce“Aydınlık Yalancı Çıktı” haberleri eksik olmuyordu.
Perinçek’in Aydınlık dergisinde ise Soner Yalçın hakkında “aramıza sokuldu” gibi yayınlar yapılıyordu. Aydınlık dergisinde yayınlanan, Soner Yalçın’ın meşhur “Bay Pipo” kitabını MİT yazdırdı iddiasına karşı Soner Yalçın dava açmış, zehir zemberek yanıtlar vermişti.
Şimdi Soner, Doğu’ya “Dava Adamı”, Doğu, Soner’e “Bizim yetiştirdiğimiz onurlu gazeteci” diyor.
Elbette ki şaşkınlıkla karşılamıyoruz bu dönüşümü... Söz konusu Perinçek ve hempaları olunca fırıldaklığı yadırgamak herhalde aşırı çocuksu ve saf bir davranış olurdu. Ancak bu tavır değişikliğini açıklamak da bizim görevimiz.

Zoraki yoldaşlık         

Doğu Perinçek















Doğu Perinçek

Bunun nedeni zoraki yoldaşlık… Özellikle 2008 Nisan ayında Odatv’de çıkan “flaş… flaş…” ibareli bazı yazılar bu iki eski yoldaşın tekrar niye yollarının birleştiğini açıklayabilir. İşte Odatv’de endişe dolu bir haber:
“Doğu Perinçek cezaevinden yazdığı Aydınlık’taki köşesinde, ‘Ergenekon soruşturması çerçevesinde Aydın Doğan’la ilgili sorularla da karşılaştığını’ yazmıştı. Son iki gündür çıkan haberlere göre; Hürriyet Gazetesi’nin sahibi Aydın Doğan’ın ismi, Perinçek ile aynı gün sorguya alınan İlhan Selçuk’un ifadesinde de geçiyor. Ancak Hürriyet gibi büyük bir gazeteye sahip olan Aydın Doğan isminin her iki sorguda da yer alması oldukça dikkat çekiyor. Kısacası; kafalar iyice karışıyor. Ve aynı soru daha sık sorulmaya başlıyor; Ergenekon nereye doğru gidiyor?”
Nereye mi gidiyor? Sana ve patronuna… Şimdi düşünme sırası sizde…
Perinçek içeri alınınca Hürriyet, Milliyet ve Vatan gazeteleri neredeyse her hafta Perinçek bültenleri yayınlamaya başladılar.
“Kaybedenler kulübüne hoş geldiniz” demekten başka bir şey gelmiyor aklımıza. Çünkü Türkiye’de siyaset dünyasında sıfırı tüketen istisnasız herkes adeta “denize düşen yılana sarılır misali” Perinçek’in yanına gider. Perinçek de önceden küfrettiği bu isimleri anında “milli şahsiyet, canım kardeşim” diye bağrına basar.
Son zamanlarda Perinçek ile Hürriyet yazarlarının muhabbetleri için maşallah demek lâzım. İçeriden karısına yazdığı mektuptan çok Ertuğrul Özkök’e, Ahmet Hakan’a mektup yazıyor. Birine “canım kardeşim”, öbürüne “iki gözüm…”
Soner Yalçın ile Perinçek’in birden bire yeniden dava arkadaşı olmasının nedeni belli… Odatv’de Doğan Yurdakul gibi eski Aydınlıkçılar, Attila Aşut gibi 2000’e Doğru çalışanları toplanmış. Ne nostaljik değil mi? Hepsi gençlik yıllarına dönmüş olabilir.

Soner’in işi zor

Ancak hepsinden çok Soner’in işi zor. Çünkü Soner Yalçın Aydınlık geleneğinde sıradan bir isim değil.

Odatv’nin en çok saldırdığı isimlerden biri Tuncay Güney. Ancak bu çok ilginç bir durum. Çünkü Tuncay’ın daha birkaç yıl önce durduğu noktada önceleri Soner duruyordu. Nasıl mı? Tuncay’dan önce Adnan Akfırat vardı. Ama hepsinden de önce Soner Yalçın… Bunlar Perinçek’in Aydınlık’taki parlak çocuklarıdır. Belgeler bunlara yağar. Devletin yıllarca arayıp bulamadığı tetikçiler bunlara konuşur. Tabii Aydınlık da “halkın çıkarları” (!) için tüm bu bilgilere bültenlik yapar.
1993 yılında Soner Yalçın’ın ismi Aydınlık gazetesinde parladı. Ama bir cinayetten dolayı. Kamuoyunda JİTEM olarak bilenen kuruluşun kilit isimlerinden Binbaşı Ahmet Cem Ersever ile Soner Yalçın uzun bir röportaj yaptı. İstihbarat dünyası karışınca böyle olur. Millet hemen Aydınlık’a gider. Nasıl olsa onlar her türlü pisliği kaldırır. O zamanlar Aydınlık adeta PKK yayın organıdır. “Ersever’in İtirafları”nı yayınlayıp, “Kürt halkına yönelik kirli savaşı deşifre etmek” bahanesiyle istihbarat savaşının ortasına balıklama atlar Perinçek.

Ancak aradan geçen kısa bir süre sonra Ersever kaybolur. Nüfus cüzdanı Soner Yalçın’a postalanır. Sonra da işkence görmüş cesedi Ankara kırsalına terk edilir. Aynı süreçte ABD tertipli bir suikast sonucu Jandarma Genel Komutanı Eşref Bitlis de katledilir.

Kısacası Soner’inki büyük gazetecilik başarısı değil, daha çok piyonluktur. Ama bir Aydınlıkçı bu tür şeylerden asla gocunmaz. Bunu sermayeye çevirmeyi bilir. Şimdi de o yıllarda edindiği ünü arkasına alan Soner Yalçın yoluna devam ediyor. Garip kitaplar yazıyor. Hürriyet’te çalışıyor.
Ancak eski defterleri birileri açtığı için Soner kendini çok rahat hissetmeyebilir. Birileri patronunu bile içeri almakla tehdit ederken, kendisinin rahat bırakılacağını elbette düşünmüyordur. Bu yüzden birden bire Perinçek ile tekrar dost olmaya karar verdi. Artık birbirilerine “kardeşim, abim” diyebilirler.

Komik olma Soner

Ancak son günlerde Odatv’de yayınlanan bazı imzasız yazılar bu zevatın ne kadar çaresiz ve komik bir duruma düştüğünü gösteriyor.
Odatv sürekli Halil Berktay, Oral Çalışlar gibi eski Aydınlıkçılarla polemik yürütüyor. Onlara karşı Aydınlık geleneğini savunuyor. Perinçek’i övüyor.
İnsan hem Aydınlıkçılar için hem de Odatv’de toplaşan Aydınlıkçı eskileri için üzülüyor… Perinçek kendini savunamıyor mu? Ya da sözde devrimciliği savunmak Aydın Doğan’ın istihbaratçılarına mı kalmış? Geçen hafta Odatv’de yayınlanan evlere şenlik bir Halil Berktay eleştirisi ise bizi gülmekten kırdı. Yazıyı yazan anlaşılan yine eski bir Aydınlıkçı. Çünkü Halil Berktay ile ilgili kişisel konulara girmiş. En büyük eleştiri noktası ise Halil Berktay’ın fırıldak gibi sürekli eski fikirlerini terk etmesi:

“Halil Berktay, eski yol arkadaşı hakkında yazmadığını bırakmıyor. (s. 15, 45, 48, 49, 50, 51, 83, 101, 102, 103, 104, 107, 109, 110, 118, 121, 122, 127, 172) Diyebilirsiniz ki ‘eleştiremez mi’; tabii ki eleştirebilir. De... Doğu Perinçek’e ağır ithamlarda bulunurken sanki o dönemde yanında kendisi yokmuş gibi yazıyor. Örneğin, ‘bu zat’ dediği Doğu Perinçek’in ‘dergisinde’ 1980’lerin ikinci yarısından sonra PKK’ya övgüler dizildiğine dikkat çekerken (s.15) sanki kendisinin 2000’e Doğru’nun yayın kurulu üyesi ve Ankara temsilcisi olduğunu unutmuşa benziyor!”

İyi ya işte… Berktay tam anlamıyla bir Aydınlıkçı… Fır fır dönmeyi Perinçek’ten iyi öğrenmiş. Eski bir Aydınlıkçının, başka bir eski bir Aydınlıkçıyı eleştirmek için sık sık fikir değiştirmek ve dönmekle suçlaması kadar abes bir şey olamaz. Çocuk mu kandırıyorsunuz siz?
Daha da komiği geliyor. Yazının yazarı Halil Berktay’ı Perinçek’i kandırıp Türkiye’ye Maoculuğu sokmak ve Rus-Çin kutuplaşması yaratıp Amerikancılık yapmakla suçluyor: “Akademi solculuğunu Aydınlık hareketine sokup, ABD’den (Yale Üniversitesi’nden) getirdiği ‘Sovyet sosyal emperyalizmi’ teorisiyle hareketi bölen Halil Berktay (ve düşünsel yoldaşı Şahin Alpay) değil miydi?
ABD’den Maocu Labour Party’nin ateşli ve dogmatik taraftarı olarak Türkiye’de dönen H. Berktay değil miydi? 1969 Çin Komünist Partisi 9. kongresinde Lin Biao tarafından sunulan raporu İngilizce’den Türkçe’ye çevirip Sovyetler Birliği’ne en ağır sözlerle saldıran H. Berktay değil miydi? (Türkiye sosyalistlerini bölen ABD destekli Maoculuk araştırma konusu olmalıdır.) Peking Review’i elinden düşürmeyen H. Berktay, bugün dünü unutmuş gibi yazıyor; sanki orada değilmiş gibi kalem kıvraklığı yapması da ayrı bir hüneri galiba.”

Yazının yazarı eski Aydınlıkçı… Çünkü oldukça yüzsüz… Adam Türkiye’de Maoculuk hareketini ABD’nin örgütlediğini ve amacın solcuları bölmek olduğunu kabul ediyor. Ama tüm suçu Halil Berktay gibi bir zavallıya yükleyerek Perinçek’i aklayabileceğini sanıyor.
Aydınlık hareketine “akademi solculuğunu” Halil Berktay sokmuş…
Beyler ona akademi solculuğu değil, “kampus Maoculuğu” denir. Ne olduğunu da en iyi Doğu’yla Ferit bilir. Boğaziçi Üniversitesi’ndeki CIA ajanı İngilizce öğretmenlerini, o öğretmenlerin lojmanlarını, sarı peruğu ve telsizli muhabbetleri sorun abilerinize. Sonra bir de aynı kampüste “halk savaşı veriyoruz” diye kendi arkadaşlarını kıtır kıtır kesen ve sandıklara sokan Doğu’nun eski çömezlerine sorun neymiş kampus Maoculuğunu…
Yazı çok uzun bir Berktay analiziyle devam etmiş. Halil Berktay’ın nasıl hızlı Maoculuktan, Stalinciliğe, oradan Gorbaçovculuğa en sonunda sivil toplumculuğa evrildiğini anlatmış. 12 Eylül Darbesini ve ABD’yi bile desteklediğinden bahsetmiş. Tüm bu hızlı dönüşümleri ise derin karakter analizleriyle açıklamış. Nedeni Berktay’ın kişilik zafiyetinde aramış.
İyi de Berktay sadece bir öğrenci… Tıpkı Soner gibi… Yazıda anlatılanlar kadarı dönme konusunda Doğu’nun eline su bile dökemeyeceğini gösteriyor. Yazı 1969’dan alarak bir Berktay portresi çizmiş. İyi de 1961’e git. Berktay’ın abisi Perinçek’in sağcı-Menderesçi YTP partisinin Türkiye gençlik kolları başkanı olduğu yıllara. Sonra Almanya’ya devlet bursuyla gitmesine... Kendi ifadesiyle orada “yoksul işçilerin hayatından” (sanki Türkiye’de hiç yoksul işçi yok!) etkilenip, 30’una merdiven dayadığı yıllarda “sosyalist” olmasına. Berlin’deyken en hızlı Moskovacı iken, Türkiye’ye dönünce birden bire Maocu kesilmesinden bahset… Hızlı Maoculuk taslayarak, Deniz’lere ve Mahir’lere utanmadan “revizyonist” diye saldırmasından, Dev-Genç’i bölmesinden, Atatürk düşmanlığı ve silahlı mücadele fikrini sola sokmasından bahset. Ancak ondan sonra başlar Perinçek ile Berktay birlikteliği… Berktay’ın hayatındaki anlatılan tüm “dönüşümler”, ABD ve NATO destekçiliğinden Kenan Evren şakşakçılığına kadar hepsi ama hepsi aslında Perinçek’e aittir. Perinçek dönmüş, Halil de onla dönmüş. 

Ne yapsın?

Ha, Perinçek’in fazlası var. Berktay’dan fazla olarak bir de Bekaa’ya gitti, PKK taşeronluğu yaptı, sonra da “Atatürkçü” oldu. Hikâyeyi tam anlatın! Salak mı sanıyorsunuz milleti?

Şark Bülbülüne Güvenmeyin


Aydın Doğan















Aydın Doğan

Perinçek aklı sıra içeri girecek insanların sayısını arttırarak kendini koruyor. Aydın Doğan etrafına onca eski Aydınlıkçıyı toplamış. Ama anlaşılan kendisini bu konuda uyaracak yok. İstihbarat dünyasının labirentlerinin uzmanı Soner bile işin farkına varamamış. Anlaşılan yakında hepsi “ Milli Şahsiyet ” olacak. Bizden uyarması


Elbette ki bu kadar çok dönmeyi karakter analizleriyle ve zayıf bir kişilikle açıklayabiliriz. Ama bizce daha kestirme bir yol var. Masasının talimatı değiştikçe veya belki de masası değiştikçe, Perinçek çizgi değiştirmiş. Halil Berktay da şefini takip etmiş. Bu kadar basit. Onlarınki de bir nevi meslek ahlâkı… Ama tabii buna devrimcilikte ne dendiği belli.

Ancak yazının bir bölümü var ki Aydın Doğan ve Soner Yalçın’ın düştüğü zavallı durumu bizi kahkahalara boğarak gösteriyor:

“12 Mart 1971 askeri darbesi öncesi, H. Berktay Aydınlıkçılara bir el kitabı yazıp dağıttı: Bir devrimci işkencede nasıl tavır almalıdır? (Poliste ve İşkencede İhtilalci Tutum). ‘Gerekirse işkencede şerefiyle ölmesini bilmelidir’ diye yazdı.
Sonra darbe oldu; H. Berktay gözaltına alındı ve örgüt hakkında polise en çok bilgiyi o verdi. H. Berktay’ı poliste çözüldüğü için Perinçek ve arkadaşları örgütten kovdular!
İnsan düşünmeden edemiyor; acaba H. Berktay bugün o günlerin intikamını mı alıyor?”
Kim? Perinçek mi Halil Berktay’ı kovmuş? Hem de poliste öttüğü, ihbarcı olduğu için!.. Dalga mı geçiyorsunuz? Perinçek hiç poliste konuşma rekorunu örgütte başkasına kaptırır mı? Beyler, Perinçek’in 12 Mart’ta poliste verdiği ifadesiyle efsane olduğunu çocuklar bile bilir. Adam öyle bir ifade veriyor ki; o zamanki karısı, sonraki karısı (Şule), kız kardeşi, babası, örgütün tüm MK’sı dahil herkesi kod adları, görevleriyle birlikte anlatmaktan ifadesi yüz sayfayı geçiyor. Bunlar gizli saklı şeyler değil. Rakip örgütler tarafından kitap olarak basıldı ve satıldı Türkiye’de. Hatta Perinçek ve arkadaşları 1978’de Türkiye Gerçeği dergisinde 

“ Genel başkanımız o ifadesinde polisin bilmediği hiçbir şey anlatmamıştır ” 
diye ifadeyi sahiplenmek zorunda kalmıştır.

Şimdi bu Doğu, güya Halil’i sorguda konuştu diye örgütten atmış. Bir kere yalan… Berktay Aydınlıkçılardan 1972’de değil 1989’da ayrıldı. İkincisi Aydınlık hareketinin tarihinde kimse poliste öttü diye hareketten atılmadı çünkü Berktay dâhil hepsi öttü. Ama lider yine her zamanki gibi Perinçek’ti. Her alanda olduğu gibi bu konuda da kendisi “öncü ve cesur”…
Demek ki, Aydın Doğan ve Soner Yalçın bu kadar çaresiz. Doğu’nun polisteki tavrına güveniyorlarsa hapı yutmuşlar demektir. Çünkü zaten Doğu Perinçek’in misyonu içeri adam toplamaktır. 12 Mart’taki ifadesiyle en sıradan sempatizanı bile yakan, içerideki en kalabalık örgütün TİİKP olmasını sağlayan Perinçek, bu tavrını “ Örgütü Koruduk, herkesi içeride toplayıp parti okulu kurduk ” diye savunacak bir adamdır.

Dolayısıyla Doğu Perinçek “bana polis ve Ergenekon savcısı Aydın Doğan’ı sordu” diyerek bir yerlerde ortaklık kurdukları belli olan eski arkadaşı olarak Aydın Doğan’ı uyarmıyor, korumuş olmuyor, tam tersine onu ihbar ediyor. Aydınlıkçı jargonda buna “cepheyi genişletmek, büyük güçlerle ittifak kurmak” denir.
Perinçek aklı sıra içeri girecek insanların sayısını arttırarak kendini koruyor. Bu onun eski taktiğidir. Aydın Doğan etrafına onca eski Aydınlıkçıyı toplamış. Ama anlaşılan kendisini bu konuda uyaracak yok. İstihbarat dünyasının labirentlerinin uzmanı Soner bile işin farkına varamamış. Anlaşılan yakında hepsi “milli şahsiyet” olacak. 

Bizden uyarması.

(Sayı 240, 15/06/2009)




..






SAHTE ULUSALCILARI & SİYASETÇİLERİ TANIYALIM 4




SAHTE ULUSALCILARI & SİYASETÇİLERİ TANIYALIM 4





Yiğit Bulut Nasıl Tayyipçi Oldu?

Ali Özsoy
Ulusalcı Gurular

Yiğit Bulut

















Yiğit Bulut


Tuncay Özkan
















Tuncay Özkan


Erhan Göksel

















Erhan Göksel
Bir insanın bu kanallarda çıkan ve azetelerde yazan herhangi bir yazarı, araştırmacıyı veya gazeteciyi Atatürkçü, ulusalcı bellemesi, ciddiye alması, hatta peşinden gitmesi için son derece saf olması gerekir. Ulusalcı gurular bu kitlenin saflığı ve iyi niyetini kullanıp köşe dönen Titancılar gibi… Bunu başarınca da ilk fırsat siyasi görüşlerinde de dönüp hemen AKP’ci oluyorlar.

.


Türkiye’de, ne yazık ki, en kolay manipüle edilen insanlar Atatürkçüler ve ulusalcılar. Oysa bu kesim aynı zamanda en okumuş kesimdir. Televizyonlardaki tartışma programlarını izlerler, gazeteleri, çıkan en son flaş “ulusalcı” kitapları okurlar. Aydındırlar ama yine de en kolay oltaya bizim insanlarımızı atlar.
Çünkü yine biraz önce bahsettiğimiz gibi, gazete okumak ve televizyon izlemekten ibaret bir siyasi eylem kültürleri vardır. Gazeteleri ve televizyonları ciddiye alan insanın da beyni ne yazık ki bir müddet sonra balık beynine dönüşür. Nerde olta orada ulusalcı amca…
Gazeteler ve TV kanallarının yarısı AKP yandaşı, geri kalanı ise Aydın Doğan’ın. Bir insanın bu kanallarda çıkan ve gazetelerde yazan herhangi bir yazarı, araştırmacıyı veya gazeteciyi Atatürkçü, ulusalcı görmesi, ciddiye alması, hatta peşinden gitmesi için son derece saf olması gerekir. Ancak ne yazık ki burası Türkiye ve böylelerinden milyonlar var.
Ulusalcı gurular bu kitlenin saflığı ve iyi niyetini kullanıp köşe dönen Titancılar gibi… Bunu başarınca da ilk fırsat siyasi görüşlerinde de dönüp hemen AKP’ci oluyorlar. Bizim Atatürkçü amca ve teyzeler de şaşkın şaşkın ekranın başında kala kalıyorlar: 

“Hanım bu adam ne diyor? Bu da mı Tayyipçi Olmuş.”

Her biri bir operasyon

İyi niyetli düşünürsek, bu tür isimleri fırsattan istifade isim yapmaya çalışan, biraz ün, biraz para meraklısı uyanık kimseler olarak düşünebiliriz.
Ama olay hiç de bu kadar basit değil. Bu adamları televizyonlardan milyonlar izliyor. Ulusalcılık adına yumurtladıkları saçmalıkları doğru kabul ediyor. Kitaplarını alıyor. Ve hepsinden önemlisi milyonlarca Atatürkçü ve ulusalcı bu sayede susturuluyor, yanlış yönlendiriliyor, AKP ve ABD’nin istediği yöne manipüle ediliyor.
Bu sahte ulusalcı guruların her biri bu yüzden bir operasyondur. Gizli servis operasyonudur. Görevlerini yerine getirirler. Kitlelere en dost ifadelerle en düşman tezleri benimsetirler. Ve en sonunda istisnasız hepsi gerçek yüzünü belli eder.
Örneğin Hulki. Aziz Nesin’in TV’de haşladığı bir dinci, hurafelerle uğraşan garip bir araştırmacıydı. Sonra ansızın en kahraman ulusalcı kesildi. Programlarında anlatılan ipe sapa gelmez şeyleri kitap olarak bastı. Bunlardan köşeyi döndü. En sonunda bir gece yarısı Atatürkçü gençlere karşı PKK’yla birlikte saldırmaya çalıştı. Büyük ulusalcı, Diyarbakır’daki dostlarıyla özel bir program düzenlemiş ve TÜRKSOLU’nu aklı sıra bitirmeye çalışmıştı.
Bu bir operasyondu. Yıldız’da katledemedikleri gençlerin işini akılları sıra TV’de bitireceklerdi. O gün rezil oldu. Gerçek kimliği de ortaya çıktı. Ama Atatürkçülerin parasıyla geçinmeye uzun yıllar devam etti.
Sonra Yalçın Soner ve Yalçın Küçük. Birdenbire en büyük ulusalcı kesildiler. Atatürkçü çevrelere Yahudi düşmanlığı, Sabetayist avcılığı ve komploculuk mikrobunu soktular. Millet ABD’yi emperyalizmi bıraktı, deliler gibi harfleri toplayıp çıkarmaya başladılar. Mezar taşlarıyla kafayı yiyenler, Atatürk’e bile Yahudi diyenler türedi. Bu da bir operasyondu.
En büyük operasyon Tuncay’ınkiydi. Milyonları peşine taktı. Cumhuriyet Mitinglerini tam AKP’nin ve ABD’nin istediği hizaya soktu. Sonra bir gün milyonların telefon numaralarıyla birlikte ulusalcı TV kanalını Fetoculara sattı. Şimdi Obama’ya mektuplar yazıyor, Apo’yu göklere çıkarıyor. Peşinden artık kimse gitmiyor. Ama Atatürkçülerin en kritik iki yılını çaldı.
Bunun haricinde daha küçük figürler de var. Biri Erhan Göksel… Bu, TV’lere çıkar, tüküre tüküre konuşurdu. Ne zaman bir saçmalık duysak, sonradan öğrenirdik ki, o yumurtlamış. Bir ara çok popüler oldu. Yaşlı bir teyze gelir: “Evladım duydun mu Kraliçe Elizabeth niye Türkiye’ye gelmiş?”, “Niye teyze?” “ İlker Başbuğ Genelkurmay Başkanı olmasın diye.”, “ Teyze kafayı mı yedin? Kraliçeyi İngiltere’deki oğlu bile takmaz. Türkiye’de kim dinlesin onu.”, “ Evladım hani şu Flash’ta çıkan şişko adam var ya. O çok güzel konuşuyor. O söyledi.”  Bu ve buna benzer saçmalıklar…

Sonra Erhan’ı Ergenekon’dan aldılar. Bir değil yarım gün içerde kaldı. O sinirli, babayiğit adam gitti, içeriden kuzu çıktı: “Bana savcılar öyle belgeler gösterdi ki artık ben de Ergenekon’un doğru olduğuna inanıyorum.”

Yiğit Miğit sana ne oldu?

Ergenekon’un en son savunucularından biri ise eski ulusalcı yeni yandaş Yiğit Bulut. Yiğit Bulut bir aralar Ergenekoncuların bir numaralı savunucusuydu. Her dalgadan sonra televizyonlara çıkar operasyonu şiddetle eleştirirdi. Bakın en son bu konuda hangi noktaya gelmiş:
“Ergenekon soruşturması sürecinde saat 5’lerde 6’larda insanların gözaltına alınması eleştirilebilir. Ergenekon operasyonu Türkiye’nin içine yerleşmiş bir zümrenin sökülüp atılmasına yönelik bir operasyon. En başta ben inanılmaz karşıydım ama gelişmeleri gördükçe ve özellikle yurtdışı bağlantılarını gördükçe... Alman bağlantısını bulabilecekler mi çok merak ediyorum. Başbakan Erdoğan’ın 24 ayı kaldı, 24 ay içinde Ergenekon’un finansal kısmını söküp atamazsa, finansal ve normal Ergenekon Erdoğan’ı söküp atıyor.”
Ya ne güzel değil mi? O da Erhan gibi ikna olanlardan. Eskiden ulusalcılara akıl veren yiğit gazeteci, şimdi Tayyip’e akıl veriyor. Elini çabuk tut diyor. Yoksa Ergenekon seni tasfiye edecek.
Alman bağlantısından ne kastediyor acaba? Patronu ve akrabası Aydın Doğan’ı olmasın.
Acaba Yiğit Bulut isminin yandaş çevrelerde Ergenekoncu olarak anılması ve bir dahaki operasyonda kendisinin de alınacağının kulağına fısıldanması bu hızlı dönüşümü açıklayabilir mi?
Erhan’ı döndürmek için birkaç saat yetti, Yiğit için bir uyarı yeterli olmuş olabilir mi?
Ancak Yiğit Bulut’un durumu ilginç… Çünkü son günlerin AKP yandaşı, uzunca bir süre en kahraman ulusalcı Rollerindeydi. Fazla bilinmeyen bir gerçek ise Aydın Doğan ile yakın akraba olması. Şimdi ise Zaman gazetesine röportaj veriyor. Ertuğrul Özkök’ü yerden yere vuruyor. Aydın Doğan’ın aslında namazında niyazında inanmış bir Anadolu Müslümanı olduğunu, onu etrafındaki beyaz Türklerin yanılttığını söylüyor. Kimileri Yiğit Bulut, Doğan Medya’dan ayrılacak Habertürk’e geçecek diyor. Kim bilir belki de Ertuğrul tasfiye olacaktır. Belki de Doğan’ın akrabasının bu Ergenekon karşıtı ve yandaş çıkışının nedeni budur.

Antiemperyalist Tayyip

Binbir türlü dalaverenin döndüğü istihbarat ve sermaye dünyasında kim neden saf değiştirir, bu işler nasıl olur bizim bileceğimiz iş değil. Ancak Yiğit olayından önemli bir ders çıkarmalıyız. Ders çıkaralım ki, Atatürkçüler zayıf karakterli, kolay dönen, kıt bilgili ve cahil kişilerin peşinden gitmeyi bıraksın.
Yiğit Bulut, birkaç yıl öncesine kadar sıradan bir piyasa yazarıydı. Kendisi iktisatçı değil, borsa analizcisidir. Şu hisseyi al, bunu sat, parite marite… Tabii biz buna iktisat bilimi demiyoruz.
Sonra az bildiği ekonomi konuları üzerinde de yazmaya başladı. Sonra iyice uçtu, ulusalcı bir kahraman oldu çıktı karşımıza.
Son bir ayda hızlı bir dönüşümle yandaşlığa başladı. AKP yerine artık Ak Parti yazıyor. O kadar uçtu ki, Tayyip Erdoğan’ı Atatürk’ten sonra gelen ve Türkiye’yi dışa bağımlılıktan kurtaracak ilk lider olarak bile gösterdi:
“Bu arada ‘AK Parti’yi ve Başbakanı’ gerektiğinde en ağır şekilde eleştiren ve ‘sistemi çözmüş’ biri olarak diyorum ki; şimdi ‘bu direnişe’ destek zamanı! İnanın bana ‘bu çarktan kurtulursak’ uçarız! Bu noktada Başbakan Erdoğan’a da samimi bir hatırlatma: Uğraştığı çarkın ‘yarıçapı’ çok ama çok büyük; 1854’ten 2009’a uğraşan herkes, ‘evinde’ oturuyor veya ‘oturamıyor’! Lütfen çok ama çok dikkatli olsun ve gerekli bütün tedbirleri alsın!

Ne yapmaya çalıştığını da Türk Halkı’na anlatsın! Her türlü yardıma elimizden geldiğince hazırız!

Yaşasın tam bağımsız, ekonomik anlamda tuzaklardan kurtulmuş TÜRKİYE!”
Yüzsüzlüğe bak! Tayyip Türkiye’yi tam bağımsız yapacakmış. Yiğit de onu can siperane savunacakmış.  

Ulusalcılık adına pek çok şarlatanlık gördük ama Tayyip’i uluslararası sermaye ve emperyalizm karşıtı bir ulusalcı olarak ilk kez bize yutturmaya çalışıyorlar.
Bitti mi? Hayır. Daha birkaç ay önce Ergenekon operasyonuna en büyük karşıt olan Yiğit artık bu operasyonu Türklük için adeta Ergenekon destanı gibi bir çıkış belliyor. Türklüğün tarihinde üç büyük çıkış varmış. Üçüncüsü Kurtuluş Savaşıysa, dördüncüsü de Ergenekon soruşturmasıymış:
“Bugün ‘Ergenekon’ adıyla yürütülen, kimilerine göre ‘yerleşiklere’ karşı ‘bir kalkışma-arınma’ olarak tarif edilen, kimilerine göre ‘yeni yerleşikler’ yaratma çabası olan ama yorum ne olursa olsun gözümüzün önünde durmasına rağmen ‘gözden kaçırdığımız’ çok şeyi yeniden hatırlatan operasyon beklenen ‘bu çıkış’ olabilir mi? Adı ‘tesadüf’ olarak kondu dense veya ‘bir komutanın soyadı’ diyerek geçiştirilse bile ‘bilinçli seçilmiş’ bir ‘çıkış denemesi’ olabilir mi? Yorumsuz olarak soruyorum... Sonuç: Dördüncü bir çıkışa ‘mutlaka’ ihtiyacımız var! Bu çıkış ‘yerleşiksiz, IMF’siz, AB’siz’ sadece ‘BİZ’ olarak olacak! Sıkışan her dinamik sıkıştığı yerden patlar! Ergenekon’a ve geçmişimize bir de böyle bakalım..”
Duydunuz mu Ergenekon operasyonu neden yapılıyormuş. Türkiye’yi IMF ve AB’den kurtarmak için!
Yiğit o kadar yüzsüz ki, ben döndüm diyemiyor. Tayyip benim dediklerime geldi diyor. Tayyip artık IMF ve AB karşıtı olmuş. Büyük sermayeye karşı halkın çıkarlarını savunuyormuş...

Kötü iktisatçı, kötü matematikçi, kötü filozof

Bir de felsefe yapıyor. Evrim teorisine saldırarak yandaşlık işine başladı. Tezi kısaca şu... Bir canlı kendiliğinden evrimle oluşmaz. Bir yaratıcı gücün onu bilinçli bir şekilde inşa etmesi gerekir:
“Bir tahtanın bir ‘pencere’ olma ihtimalinin ‘olmadığı’ bir gerçek düzeyinde, tek hücrenin ‘bir zekanın müdahalesi’ olmadan bugün gördüğümüz ‘mükemmel bizi’ ortaya çıkarma ihtimali sizce kaç? Yorulmayın ben söyleyeyim; matematiksel olarak böyle bir ‘ihtimal’ yok! Bu gerçeğe ‘dünyanın oluşumu’, ‘yerçekimi’ gibi kanunların da oluşumunu ekleyin! Tekrar ediyorum; böyle bir ‘ihtimal’ matematiksel olarak ‘ifade edilemez’! Biraz ‘matematik’ bilen, evrim gibi bir ‘saçmalığa’ asla inanamaz! Bana kendi başına ‘oluşan tek bir pencere’ gösterin, ben de inanacağım!”

Bir zekanın müdahalesi dediği de kısaca Tanrı. Böylelikle Tanrı’nın varlığına ilişkin binlerce yıllık felsefi bir tartışmayı ve tüm ontolojik sorunları ucuz bir örnek ve yanlış bir matematik ile çözmüş oluyor. Cahil cesareti buna denir.
Adam iktisatçıyım diyor ama istatistiğin en temel kuramlarını bilmiyor. Olasılık hesabı öyle yapılmaz Yiğit Bey. Bir canlı ele alalım. Örneğin bu Yiğit gibi bir insan olmasın da bir bukalemun (nereden aklımıza geldiyse) olsun.
Yiğit diyor ki: Olasılık hesabına göre evrim ile bir bukalemunun karşımda durma olasılığı 1 bölü on üzeri katrilyondur. Bölme işleminin pay kesiminde duran 1 rakamı bukalemunun var olma ihtimalini, paydadaki on üzeri katrilyon ise sayısız karbon, hidrojen ve oksijen atomunun yan yana gelmesi, amino asitleri oluşturması ve sonunda bukalemuna dönüşmesi ihtimalini temsil eder. Bu da sıfır virgül on üzeri katrilyon kadar sıfırdan sonra gelen bir 1’dir. Yani aslında sıfırdır. Demek ki böyle bir ihtimal yoktur.

Çok küçük rakamlar veya çok büyük rakamları gördükten sonra yılıp, işi hemen Allah’a havale edenlerin ya matematiği çok kötüdür ya da bilinçli yobazdır. Ama “biraz matematik bilen” biri, olasılık hesabının böyle yapılmadığını da bilir Yiğit.
Hesapladığımız şey herhangi bir bukalemunun var olma ihtimalidir. Yoksa senin karşında duran tek bir bukalemunun değil. Böyle olunca 1 bölü on üzeri katrilyonla ortaya çıkan ve senin sıfır sandığın çok küçük sayıyı çarpacağız. Neyle mi? Evrenin toplam hacmi çarpı evrenin toplam yaşıyla. O zaman pay kısmında sadece bir rakamı kalmaz aynen paydadaki gibi on üzeri katrilyon civarında çok büyük bir sayı çıkar ortaya. Sadeleştiğinde de sonuç birdir. Yani senin hesabına göre bukalemunun oluşması ihtimali yüzde sıfırken, doğru matematik ile olasılık yüzde yüze çıkar. Bu da şaşırtıcı değil, çünkü zaten bukalemunlar vardır.

Matematikten çakmadıysan senin anlayacağın dille söyleyeyim. Gerçekten de yeterli miktarda karbon, oksijen ve hidrojenin yan yana gelmesiyle tek bir canlı organizmanın bile ortaya çıkması çok düşük bir ihtimaldir. Ama evrenimiz o kadar büyüktür ve zaman o kadar geniştir ki, bu düşük olasılığın gerçekleşmesi son derece olanaklıdır. Olasılık ile olanaklı olmak arasında fark vardır.
Evrendeki galaksi sayısının yüksekliği, bunların içindeki gezegen sayısının yüksekliği dikkate alınınca tek bir amipin ortaya çıkması hiç de “sıfır ihtimalli” bir olay değildir. O amip ortaya çıkınca evrim zaten üzerine düşeni yapar. İhtimal hesabı böyle yapılır. Seninki gibi değil.
Yiğit Bulut sonraki yazılarında yan çizdi. Evrimi kabul etti ancak evrimi de Tanrı başlattı dedi. Matematik konusunda cehaletini ispatlayan Yiğit, bu sefer felsefede döktürdü. Her şey neden sonuç ilişkisine bağlıymış. Tesadüf diye bir şey olamazmış. Eğer “big bang”den öncesini bilemiyorsak oraya “ilk itici güç” yani Tanrı’yı koymamız gerekirmiş.
Tanrı’yı neden-sonuç ilişkisinin içine koymak, onu yok etmektir. Çünkü Tanrı bir nedene dönüştüğünde, pekala bir sonuç da olabilir. O zaman da Tanrı olmaz. Yiğit Bulut dincilere yaranacağım diye farkına varmadan ateistlik yapıyor.
Tanrı kavramının kendisi, her bağlam, nedensellik ve olanaktan bağımsız olarak her an istediği gibi var etmek veya yok etmek kudretine dayanır. Tanrıyı “ilk itici güç” yapıp evrenin başına koyup, sonradan evrenin dışına kovduğunda yaptığın Tanrı ispat etmek olmuyor. Sadece zırvalamış oluyorsun. Kavramın kendisiyle çelişiyorsun.

Tesadüf hesabı

Bilim ne tanrının varlığını ne de yokluğunu ispat eder. Çünkü maddeye ve nedenselliğe bağlı kalmak zorundadır. Tanrı felsefi bir kategoridir. Ve mümkünse Yiğit Bulut gibi matematik ve felsefe cahilleri bu konuda bize ahkâm kesmesinler. Dincilere yaranmak istiyorsan başka bir yol bul. Ergenekon’dan falan bahset. Yeni peygamberlere ihtiyacımız yok.
Ancak bir çift laf da tesadüf konusunda edelim. Yiğit Bulut tutturmuş doğada tesadüf yoktur diye. Neden? Çünkü her şey neden-sonuç ilişkisine bağlıymış.
O tür çizgisel nedenselliğe Aristo mantığı derler. İlkçağda kalmış kafalar veya saf çocuklar böyle konuşabilir. Modern bilimin son yüz yıldır yaptığı ise tesadüflerin nedenselliğini araştırmaktır. Yazılarında bol bol bahsettiğin kaos teorisi, sadece ve sadece tesadüflerin ve kaosun nedenselliğini çözmeye çalışır. Bari yazdığın şeylerin anlamına sözlükten bak. Doğada tesadüfler vardır. Hatta tamamen tesadüflerle doludur. Nedensellik tesadüfü reddetmez tersine açıklar. Bu yüzden bilim asla bitmeyecek bir uğraştır.

Ama tesadüf olmayan bir şey var ki, o da Yiğit gibi ulusalcı guruların bir gün mutlaka dönecek olması. İşte burada ihtimal yüzde yüzdür. İş tesadüfe kalmaz.
Atatürkçüler ve ulusalcılar böylelerini aydın belleyip TV karşısında saf saf oturdukları sürece, AKP’nin iktidar olması da hiç “tesadüf” değil. Yiğit’ten alacağımız tek felsefe dersi de bu olsun.


(Sayı 241, 22/06/2009)



.


SAHTE ULUSALCILARI & SİYASETÇİLERİ TANIYALIM 3






Emre Kongar: 
AKP'den Daha AKP'ci PKK'dan Daha PKK'cı



“ Atatürkçü ”lerin Atatürkçülüğe ettikleri.,

İnan Kahramanoğlu


Emre Kongar













Emre Kongar


Yaşar Kemal














Yaşar Kemal.,
 '' _ Anlaşılan Kongar son dönemde AKP ve PKK tarafından “ Akil Adam ” pozunda ortaya sürülen Yaşar Kemal’e özenmiş. Ama bu öne çıkma hevesinden mi bilinmez Kongar’ın Yaşar Kemal’in bile söylemeye cesaret edemeyeceği pek çok şeyi hem de açıkça yazdığını görüyoruz. ''


Atatürk düşmanlarını hep dışarıda aradığımızdan olsa gerek sözde Atatürkçülerin Atatürkçülüğe ettiklerini hep görmezden gelmişizdir. Bu nedenle de Atatürkçülüğün iki yakası Atatürk’ün ölümünden bu yana, neredeyse yetmiş yıldır bir türlü bir araya gelememiştir.

Hemen her seçimde “ Tamam, bu kez Başaracağız ” diye tazelenen ümitler, bu nedenle hep boşa çıkmış, umut bağlanan “Atatürkçü” partiler, dernekler, gazeteler, aydınlar da bu yetmiş yıl boyunca hayal kırıklığından başka bir şey getirmemiştir.

Tabii bu arada atı alan Üsküdar’ı geçmiş; Türkiye, Atatürk’ün Türkiyesi olmaktan da çıkmıştır.

Ama buna rağmen Atatürkçüler imiz deve kuşu misali gerçekleri görmemek için kafalarını kuma sokmaktan ve içimizdeki Atatürk düşmanlarını ve onların yarattığı sahte Atatürkçülüğü teşhir etmekten hep kaçınmışlardır. Sorunun kaynağını hep başka yerlerde arayarak, hep başkalarını suçlayarak da işin içinden sıyrılmışlar dır.

Oysa bu zihniyetin Atatürkçülük diye yutturulduğu ve dahası Atatürkçülük adına neredeyse tek egemen görüş haline getirildiği bir iklimde, AKP iktidarı altında bölünmeye ve Şeriata giden bir Türkiye tablosu hiç de şaşırtıcı değildir.
Atatürkçülük adı altında aslında Atatürkçülüğe en büyük kötülüğü yapan ve bizzat Atatürkçülüğün temellerini ortadan kaldıran bu zihniyetin en tipik örneklerinden birisini geçtiğimiz hafta Cumhuriyet gazetesindeki köşesinde Emre Kongar verdi.

Gerçi Kongar hemen her konuda Atatürkçülük dışında her şeyle tanımlanabilecek ve Atatürkçülüğe tamamen ters pek çok şey yazıyor Cumhuriyet’te ama tabii bunların her birini birer yazı konusu yapmak mümkün değil. Kongar’ın bahsettiğimiz yazısı ise tam da AKP’nin PKK ile masaya oturduğu, “ Kürt Açılımı ” adı altında Atatürk’ün ulus devlet, Misak-ı Milli ve “Ne mutlu Türk’üm diyene” anlayışını ortadan kaldırarak Türkiye’yi parçalamaya götürdüğü bir süreçte adeta “Atatürkçü çözüm” olarak gösterilmeye çalışıldığı için üzerinden atlanmaması gereken bir yazı.

Kongar’ın İlhan Selçuk’la birlikte Cumhuriyet’teki en etkin isimlerden birisi olduğu ve haftada beş gün Cumhuriyet okurlarına seslendiği de düşünüldüğünde, Kongar’ın yazıp çizdiklerinin analizini yapmak sözünü ettiğimiz zihniyetin Atatürkçü kesimlere Atatürkçülük adı altında ne enjekte ettiğini göstermek açısından da hayatiyet arz ediyor.

Kongar’ın “Kürt açılımı” ile ilgili sözünü ettiğimiz yazısı “Kürt açılımında üç yanlış, iki eksik” başlığını taşıyor. Buradan da anlıyoruz ki Kongar’ın AKP’nin “Kürt açılımı”na karşı çıktığı filan yok. Kongar’ın AKP’ye yönelik tavrı daha ziyade bir “akıl hocalığı” şeklinde.

Anlaşılan Kongar son dönemde AKP ve PKK tarafından “akil adam” pozunda ortaya sürülen Yaşar Kemal’e özenmiş. Ama bu öne çıkma hevesinden mi bilinmez Kongar’ın Yaşar Kemal’in bile söylemeye cesaret edemeyeceği pek çok şeyi hem de açıkça yazdığını görüyoruz. Kongar bu “Atatürkçü” fikirleri sayesinde yakın zamanda Yaşar Kemal’le birlikte Abdullah Gül’ün sofrasına davet edilirse hiç şaşırmayacağız hani!

Atatürkçü sosyoloğumuz Kongar’a göre AKP Kürt açılımında eksik ve yanlış işler yapıyormuş. Bu tespitin hemen ardından da Kongar’ın “Kürt Açılımı” geliyor. Kongar’ın Atatürkçülük adı altında yazdıkları ise akıllara zarar.

Cumhuriyet
























Kongar AKP’yi bir de, ABD ve AB’yi esas muhatap olarak almak yerine on-onbeş gazeteciyle meseleyi görüşmekle eleştiriyor.
İyi de AKP’nin “Kürt Çalıştayı”na katılanların Kongar’dan farklı bir şey söyledikleri yok ki. Bunlardan kimisi ABD’nin masanın bir tarafında olmasını istiyor, kimisi AB’nin. Ama Kongar gibi hem AB’yi, hem de ABD’yi ve İsrail’i, üçünü birden muhatap olarak alalım diyerek Avrupacılıkta ve Amerikancılıkta bu denli ileri gideni hakikaten yok.




“PKK yetmez, ABD, AB, İsrail ve Barzani-Talabani de muhatap alınmalı”!


Kongar, sosyolog olması dolayısıyla meseleye geniş bir çerçeve çizerek giriş yapıyor ve meselenin aslında bir “Doğu sorunu” olduğunu, hedefin de “Ortadoğu’nun paylaşılması” olduğunu söylüyor. 

Güzel.

Ancak Kongar bu paylaşım coğrafyasının merkezindeki ülkelerden birisinin de Türkiye olduğundan, AB ve ABD emperyalizminin Ortadoğu’da egemenlik kurma mücadelesinde ciddi bir tehdit olarak gördükleri Türkiye’yi bölüp parçalayarak etkisiz hale getirmeye çalıştığından nedense bahsetmiyor. İyi de o zaman “Doğu sorunu” nedir, Ortadoğu’yu kim, hangi amaçlarla paylaşmak istemektedir? ABD Irak’ı niçin işgal etmiştir, İran neden hedef tahtasındadır… Kongar nedense bu soruların hepsinin üzerinden atlıyor.
Ama bunları söylese, Kürt meselesinin bu emperyalist güçlerin Türkiye başta olmak üzere İran ve Irak gibi ülkeleri bölmek ve egemenlik altına almak için kurduğu bir tuzak olduğunu da yazması gerekecek Kongar’ın. Oysa görüyoruz ki Kongar’ın Kürt meselesine yaklaşımı bambaşka.
Kongar bu gerçekleri ustalıkla teğet geçmekle kalmıyor bir de açıkça Kürt sorununda AB ve ABD’nin de esas muhataplar olarak dikkate alınması gerektiğini yazıyor:
“Konunun çözümlenmesinde ve müzakere edilmesinde aktif taraflar olan Washington ve Brüksel’i dışlayıp, ‘Açılım’ adı altında sorunu on-onbeş Türk gazeteci ile müzakere etmeye başlamak büyük bir yanlıştır. Bu başlangıç, eğer bir vizyonsuzluğun veya beceriksizliğin sonucu değilse, samimiyetsizliğin ifadesidir. Ciddi bir çözüm çabası Washington’un ve Brüksel’in de masada olmasını gerektirmektedir.”
Evet, yanlış okumadınız, “Atatürkçü” sosyoloğumuz Kongar “ciddi bir çözüm çabası Washington’un ve Brüksel’in de masada olmasını gerektirir” diyor. Masa denilince, bir tarafta Türk devleti olacak bir tarafta da AB ve ABD. Kongar’ın burada açıkça yazmasa da masanın bir tarafına da PKK’yı oturttuğu ortada. PKK’yı bir taraf olarak belirtmemesi ise korkusundan ya da çekindiğinden değil. Kongar’ın kafasındaki “çözüm”de zaten bir masa kurulmuş ve Türk Devleti ile PKK o masanın iki tarafına oturmuşlar.
Buraya kadar zaten bir sorun yok. Öyle ki Kongar PKK’nın siyasi uzantısı olan DTP’nin Meclis’te bulunmasından da oldukça hoşnut. Hatta meselenin çözümü için engel olarak gördüğü %10’luk ülke barajının da kaldırılması gerektiğini söylüyor Kongar:
“Kürt sorununun demokratik siyaset içinde Meclis’e yansımasını ve burada açıkça tartışılmasını engelleyen bir ‘yüzde on seçim barajı’ sorunu vardır. ‘Kürt Sorununu’ samimi olarak tartışmak ve çözmek isteyen bir iktidarın önce bu adil temsil ilkesini zedeleyen barajı tümüyle kaldırması ya da en azından düşürmesi gerekmez mi?”
Fakat Kongar’a göre bu tek başına yeterli değil. Çünkü mesele çok daha geniş boyutlu. Böylelikle Kongar’ın Kürt meselesine “Atatürkçü” çözümü ortaya çıkıyor: AKP ve PKK’nın yanı sıra ABD, AB ve K.Irak’taki Kürtler (Barzani-Talabani)’in de oturduğu ve Kürt meselesini çözmek adı altında Türkiye’yi parçalama planının müzakere edileceği bir masa!
Kongar bu akıllara zarar fikirlerini Cumhuriyet’te yayınlanan bir başka makalesinde de yine açıkça yazmış ama bu kez Kürt meselesinin tarafları arasında İsrail’i de saymış! Böylelikle İsrail de kurulacak paylaşım masasındaki yerini almış!
Kongar’ın uyduruk sosyoloji zırvalarını bir kenara bıraktık ama insan bir sosyoloji profesöründen en azından ilköğretim düzeyinde bir tarih bilgisi bekliyor. Ama görüyoruz ki, Kongar bu konuda bile son derece yetersiz.
Kürt meselesinin tarihsel gelişimine bakıldığında, bu meselenin daha 1920’lerden itibaren dış güçler tarafından bir uluslararası mesele haline getirilmeye çalışıldığı görülecektir. İngiltere başta olmak üzere emperyalist güçler Kürt meselesinin uluslararası bir mesele olduğunu ve kendilerinin de bu meselenin muhatabı olduklarını iddia etmişlerdir. Kongar belki bilmiyor olabilir, Sevr’de kurulması planlanan Büyük Kürdistan tam da Kürt meselesinin bir uluslararası mesele haline getirilmesi sayesinde Türk Devletine dayatılmıştır.
Ve Türk Devleti Mustafa Kemal öncülüğünde bu emperyalist dayatmaları yıkarak Lozan’da bağımsız Türk Devletini bütün dünyaya tanıtmıştır.
Atatürkçü sosyoloğumuz Kongar ise şimdi aradan geçen doksan yıldan sonra Kürt meselesini yeniden bir uluslararası sorun haline getirmeyi önererek ve AB-ABD-İsrail gibi emperyalist ülkeleri muhatap olarak masaya çağırarak, Türkiye’yi yeniden kurulmaya çalışılan Sevr masasına oturmaya ikna etmeye çalışmaktadır.
Kongar AKP’yi bir de, ABD ve AB’yi esas muhatap olarak almak yerine on-onbeş gazeteciyle meseleyi görüşmekle eleştiriyor. İyi de AKP’nin “Kürt Çalıştayı”na katılanların Kongar’dan farklı bir şey söyledikleri yok ki. Bunlardan kimisi ABD’nin masanın bir tarafında olmasını istiyor, kimisi AB’nin. Ama Kongar gibi hem AB’yi hem de ABD’yi ve İsrail’i, üçünü birden muhatap olarak alalım diyerek Avrupacılıkta ve Amerikancılıkta bu denli ileri gideni hakikaten yok.
AKP’ye tavsiyemiz “Kürt Çalıştayı”nın üçüncüsüne bu on-onbeş AB’ci-ABD’ci gazateciyle birlikte Kongar’ı da davet etmeleri. Kongar’ın bir Cengiz Çandar’dan, bir Oral Çalışlar ya da bir Fehmi Koru’dan ne eksiği var da buralara davet edilmiyor, öyle ya!

Emre Kongar’ın “Atatürkçü” çözümü: Federasyon!

Kongar’ın Atatürkçülere çözüm diye önerdiği şeyse federasyon!
Atatürkçü sosyoloğumuz Kongar Atatürk’ün ulus devlet modeline dayanan ve “tek dil, tek devlet, tek bayrak” anlayışından hiç bahsetmeden, Türkiye’nin üniter devlet yapısını yok sayarak federal bir Türkiye modeli öneriyor.
Liberal ve Kürtçü pek çok isim zaten yıllardır Korsika modelinden Güney Afrika modeline kadar pek çok örneği gündeme getirerek Kürt meselesinin ulus devlet ve tek millet modelini dışlayarak çözülmesini öneriyorlar. Ama benzer bir önerinin Atatürkçülük kisvesi altında yapılmasına ilk defa şahit oluyoruz ve bu şerefe nail olan kişi de Atatürkçü sosyoloğumuz Kongar oluyor.
İşin ilginç tarafı Kongar’ın federasyon önerisinin AKP’nin ve güdümündeki pek çok liberal ve Kürtçü ismin, hatta Apo’nun bile Türk milletinin tepkisini çekmemek için “Kürtler bağımsız devlet istemiyor” numarasına yattığı bir süreçte ortaya atılıyor olması. PKK’lıların bile federasyon ve bağımsızlık taleplerini geri plana atmaya çalıştıkları bir dönemde “cesur” sosyoloğumuz Kongar bakın neler yazabilmiş:

“Konunun tartışılmasında iki model kullanılabilir:

1. Farklı kültürlerin birlikte yaşadıkları ve aynı ülkenin vatandaşlık kimliği içinde bütünleştikleri ABD veya Avustralya modeli.
2. Farklı kültürlerin ayrıştığı ve yeni devletlerin çekirdeğini oluşturduğu Yugoslavya veya Balkanlar modeli.
Tabii modeller bu denli belirgin de tartışılmayabilir: İngiltere’deki İskoçya ve İrlanda uygulamalarını, İspanya’daki Bask, Fransa’daki Korsika deneyimlerini de tartışmalarda devreye sokabiliriz.”


Kongar’ın birinci önerisi görüldüğü üzere ABD modeli. Bu önerinin ne anlama geldiğini görmek için bazı basit hatırlatmaları yeniden yapmak gerek. Kongar’ın da bu basit okumalara ihtiyacı olduğu görülüyor. ABD, açık adıyla Amerika Birleşik Devletleri, birbirinden bağımsız eyaletlerin merkezi bir başkanlık çatısı altında birleşmesiyle oluşan bir federal model. Bu modelde eyaletlerin hepsi kendi yöneticilerini seçmekten tutun da kendi mahkemelerini ve kendi eğitim programlarını belirlemek de dahil, hemen her konuda bağımsız hareket ediyorlar.
Bu modelin Türkiye’de uygulanması ise yine basitçe Türkiye’nin Doğu ve Güneydoğusunda başında PKK’lı yöneticilerin bulunduğu, Kürtlerin kendi mahkemelerinden tutun da kendi okullarına kadar hemen her konuda geniş bir bağımsızlık kazandıkları bir Kürdistan oluyor.
E, bu da zaten PKK’nın yıllardır yapmaya çalıştığı şey. Kongar bu önerilerini PKK’ya götürse emin olun büyük alkış alır.
Kongar’ın ikinci önerisi ise Yugoslav ya da Balkan modeli. Bu da bildiğiniz gibi Yugoslavya’da NATO ve ABD eliyle kışkırtılan etnik ayrışmalar sonucunda Sırpların Boşnak ve Hırvatları katletmeye giriştiği bir iç savaş ve sonuçta da NATO müdahalesiyle kurulan yeni devletçikler demek.
Bunun Türkiye’ye uygulanmış şekli de Kürtlerin Türklere karşı ayaklandırıldığı bir etnik boğazlaşma ve hemen arkasından gelecek bir NATO müdahalesiyle kurulacak bir Kürdistan oluyor.
Kongar’ın sosyoloji sosuna bulanmış “akademik” ve “bilimsel” çözüm önerilerinin Türkçesi bu. Ve yine hatırlatalım bütün bunlar “Atatürkçü çözüm” oluyor!

Emre Kongar’ın Türk korkusu

Emre Kongar federasyon da dahil olmak üzere pek çok Kürtçü tezi hiç çekinmeden Atatürkçülere önerirken bir de nedense “Türk” demekten imtina ediyor. Örneğin Kürtlerden bahsederken“Azınlıkta olan Türkiye vatandaşı Kürtler” diyen Kongar iş “Türk” demeye gelince “Çoğunlukta olan Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları” diyerek Türk’ü ustalıkla hasıraltı ediyor. Bu da Kongar’ın Kürtseverliğinin ve Türk korkusunun satır aralarına yansıyan görüntüsü olsa gerek.

İyi de, Türkiye Cumhuriyeti’nin asli unsuru olan, Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran ve ülkenin çoğunluğunu oluşturanlar Türkler değil mi? 

Görülüyor ki Kongar için durum böyle değil. Bunun da basit bir nedeni var; Kongar gibilerinin literatüründe Atatürkçülüğün özü olan milliyetçilik faşist bir ideoloji ve Türk ismi de yine faşizan bir tanımlamadır.

O nedenle daha kimlik tartışmalarının ilk başladığı dönemden itibaren Kongar ve onun zihniyetindeki sözde Atatürkçü anlayış, alt-üst kimlik tartışmalarında liberal ve Kürtçü koroya dahil olarak, Türk milliyetçiliğine ve Atatürk’ün Anayasaya geçen millet tanımına karşı çıkmaktan geri durmamışlardır. Bu zihniyetin bugün gelinen noktada AKP ve PKK ile aynı çizgide buluşması bu açıdan bizi şaşırtmıyor. Kongar gibi Amerikancı, Avrupacı, kısacası Batıcı bir “Atatürkçülük” yorumunun sizi getireceği nokta işte tam da budur; AKP ve PKK’nın kuyruğunda bölücülük yapan ama bunu çağdaşlık zanneden bir ucube siyasal tavır.

İçimizdeki AKP’liler

Ancak Kongar’ın Rockefeller bursu ile okuduğu Amerikan üniversitelerinin o modası geçmiş sosyoloji kitaplarından aşırdığı ve Türkiye’de de Aydın Doğan tarafından ödüllendirilen sosyoloji zırvaları ile Atatürkçülere Atatürkçülük öğretmeye çalışmasına tahammül edecek değiliz.

Atatürkçülük bizzat Atatürk’ün fikir ve eylemleri ve bunların ürünü olan Türkiye Cumhuriyeti’nde somutlaşmış bir ideolojidir ve Atatürkçülüğün ne olup olmadığını görmek için de yalnız ve yalnız Atatürk’ün söylemi ve eylemine bakmak gerekir. 

Bu da basitçe Altı Ok olarak tarif edilen ve Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’na geçen ilkelerdir.

Kongar adını bile anmasa da Türkiye Cumhuriyeti bu ilkeler ışığında ulusal, üniter ve laik bir devlet modelini öngörür. Misak-ı Milli sınırları içinde yaşayan herkes de, azınlıklar dışında, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıdır ve bunlara da Türk denir. Bu da Mustafa Kemal’in “Ne mutlu Türk’üm diyene” anlayışında somutlaşan Türk milleti tanımıdır.
Ama Kongar bunları yok saymakla kalmayıp bunları ortadan kaldırmaya yönelik pek çok şeyi Atatürkçülük sosuna bulayıp yazıyor ki, burada bir çarpıtma ya da bir politik analiz hatasının çok dışında, başka bir plan olduğu görülüyor. Kongar bunları kimin adına ve hangi amaçla söylüyor bunu bilemeyiz ama yazdıklarıyla kime hizmet ettiği ortada.
Üstelik Kongar’ın sadece Kürt meselesiyle ilgili olarak değil, Türkiye’yi tehdit eden pek çok konuda da benzer bir tavır içinde olduğunu ve olacağını da ortaya koyuyor bu yazdıkları. Kürt açılımında AKP’yi yetersiz bulan Kongar’ın AKP’ye akıl verme çabalarının arkasında daha büyük bir endişe yattığını da bir başka yazısından öğreniyoruz. Kongar diyor ki:
“Bu eksik ve yanlışlar düzeltilmedikçe, ‘Kürt Açılımının’ da, AKP’nin öteki açılımları olan ‘Ermeni Açılımı’, ‘Kıbrıs Açılımı’, ‘AB Açılımı’ gibi açılımlara benzer bir biçimde hüsranla sonuçlanması daha muhtemel görünmektedir”
Yani Kongar, AKP Kürt açılımında bu eksik ve yanlışlarla devam ederse “Ermeni açılımı”, “AB açılımı”, “Kıbrıs açılımı” da tehlikeye girer diyor. Buradan da anlıyoruz ki, Kongar sadece “Kürt açılımı”nı desteklemekle kalmıyor, Ermeni, Kıbrıs ve AB açılımları konusunda da AKP’yi destekliyor, sonuca gitmesi için önerilerde bulunuyor. Hani AKP böyle bir Atatürkçüyü arasa bulamaz!
O zaman sormak gerekiyor hangisi Atatürkçülük için daha büyük bir tehdit; Tayyip’in fikirleri mi, yoksa bu fikirleri Atatürkçülük olarak yutturmaya çalışan Kongar tipi “Atatürkçülük” mü?
Hangisi?

(Sayı 250, 24/08/2009)



..