Yunanistan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Yunanistan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

19 Eylül 2018 Çarşamba

Yunanistan Egede Macera Peşinde

Yunanistan Egede Macera Peşinde 


Tugay Uluçevik tarafından yazıldı.
21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü      
Yunanistan
22 Aralık 2017 Cuma


  Türkiye ile Yunanistan arasında Ege Denizi’nde ortaya çıkmış olan çeşitli ihtilâflar vardır. Bunların çoğu Türkiye Cumhuriyeti’nin temel haklarını, 
egemenliğini, egemenlik yetki alanını, muhtelif çıkarlarını ve millî güvenliğini doğrudan ilgilendirmekte ve etkilemektedir.

Bu ihtilâfları şu başlıklar altında Zikretmek mümkündür:

1. Ege Deniz’inde karasularının genişliği;
2. İki Ülkenin kıta sahanlıklarının belirlenmesi;
3. Deniz sınırlarının tespiti;
4. Egemenliği uluslararası antlaşmalarla Yunanistan’a bırakılmamış ada, adacık ve kayalıkların statüsü;
5. İki Devletin hava sahalarının genişliği;
6. FIR (Uçuş Malumat Bölgesi) sorunları;
7. Doğu Ege Adalarının uluslararası antlaşmalar hilafına silahlandırılması;
8. Arama Kurtarma (SAR) Faaliyetleri için yetki alanlarının belirlenmesi.

Bu yazıda üzerinde duracağım konu, Egemenliği uluslararası antlaşmalarla Yunanistan’a bırakılmamış ada, adacık ve kayalıkların statüsü; bunların 
Yunanistan tarafından işgal edildikleri olgusudur; eski deyimle vakıasıdır.

“Olgusudur” veya “vakıasıdır” diyorum, çünkü, Dışişleri Bakanı Sayın Mevlüt ÇAVUŞOĞLU Dışişleri Bakanlığı’nın 2018 Bütçesi’nin TBMM Genel Kurulu’nda 
müzakere edilmesi vesilesiyle 17 Aralık günü yaptığı konuşmada Ege’de Yunan işgalinin varlığını teslim ve teyit etmiş bulunmaktadır. 

Ayrıca, ortada, Yunanistan Savunma Bakanı Kammenos’un önceki gün Selânik’teki konuşmasında pervasızca kullandığı ifadeler ve küstahça yaptığı 
meydan okuma vardır.

Önce Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu’nun TBMM’nin Genel Kurulu’ndaki sözlerinden alıntılar yapmak istiyorum:

Sayın Bakan bu sorunun, yani Yunanistan’ın kendisine ait olmayan adaları işgal etmesi sorununun sebeplerini anlatıyor ve tekrar tekrar şunları ifade ediyor:

DIŞİŞLERİ BAKANI MEVLÜT ÇAVUŞOĞLU (Devamla) Kardak sorununa kadar, 1996’ya kadar ne olduysa olmuştur. 
Tekrar ediyorum ve altını çiziyorum: 1996 Kardak Krizinden sonra adaların fiilî ve hukuki durumunda hiçbir değişiklik olmamıştır, ne olduysa önce olmuştur.”

“DIŞİŞLERİ BAKANI MEVLÜT ÇAVUŞOĞLU (Devamla) – Evet, çözelim, bunu da çözelim ama lütfen AK PARTİ döneminde işgal edilmiş gibi yalan bilgiler 
sunmayın.”

“DIŞİŞLERİ BAKANI MEVLÜT ÇAVUŞOĞLU (Devamla) – Daha önce işgal edildi Beyefendi, 1996’dan önce!”

“DIŞİŞLERİ BAKANI MEVLÜT ÇAVUŞOĞLU (Devamla) – 1996’dan önce işgal edildi Beyefendi!”

“DIŞİŞLERİ BAKANI MEVLÜT ÇAVUŞOĞLU (Devamla) – On defa söyledim duymuyor musun! Duymuyor musun 1996’dan önce!”

“DIŞİŞLERİ BAKANI MEVLÜT ÇAVUŞOĞLU (Devamla) – Anlaşma çıkmazsa değerli arkadaşlar, yani, biz burada gene, biraz önce söylediğim gibi, istediğimiz 
alternatifi -yüce Meclis karar alır- kullanırız ama bu, millî bir politikadır. Bu, sokakta konuşulacak ve onu bunu zor durumda bırakacak bir konu değildir. 
Defalarca söylüyorum bakın size, burada bizim hiçbir günahımız yok, ne olduysa 96’dan önce oldu arkadaşlar.”

Bu sarih ifadeler, Yunanistan’ın 1923 Lozan ve 1947 Paris Antlaşmaları ile açıkça kendi egemenliği altına konulmamış olan adaları işgal etmiş olduğunu 
resmen teyit etmektedir.

Sayın Dışişleri Bakanımız Ege’de Yunanistan Türkiye’ye kaşı fiilî işgal durumları yarattığı iddialarını reddetmemiştir. Sadece işgallerin meydana geliş tarihi üzerinde durmuştur. “İşgallerin”1996’dan önce vuku bulduklarını tekrar tekrar ifade etmiştir.

İşgal ister dün, ister bugün olsun. Ortada vatan toprağının işgali keyfiyeti vardır. Gereken yapılmalıdır.

Gelelim Yunan savunma Bakanı Kammenos’un sözlerine:

Kammenos,  Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı Sayın Kemal Kılıçdaroğlu’nun 11 Aralık’ta TBMM’de yaptığı konuşmaya cevap olarak şunları söylemiş:

"Ana muhalefet lideri yine 18 adanın Yunanistan tarafından işgal edildiğini söyledi. En iyi durumda, Uluslararası Hukuk’un ve anlaşmaların hükümlerinden 
haberi yok. En kötü durumda ise Yunanistan’ın egemenliğinden şüphe ediyor, topraklarımızı talep ediyor." 

Evet! Yunan Savunma Bakanı böyle konuşmuş. Sonra da Milat’tan Önceki tarihte Sparta Kralı’nın kendisinin teslim olmasını isteyen Pers Komutanı’na meydan 
okumak için dile getirdiği “gel de al” (Molon Lave) sözünü sarfettmiş. Ve eklemiş “Öyle öğrendik. Tarihimiz bunu öğretiyor” demiş.

Anlaşılacağı üzere, Yunan Savunma Bakanı hem  CHP Lideri’nin Yunanistan tarafından işgal edildiğini söylediği 18 Ada’nın Andlaşmalara göre Yunanistan’a 
ait olduğunu iddia ediyor; hem bu adaları oldu-bitti ile Yunanistan’ın sözde egemenliği altına aldıkları itirafında bulunuyor; hem de Türkiye’ye meydan 
okuyarak “gücün yetiyorsa al bakalım” anlamında “gel de al” diyor.

Türkiye’ye ait olup da Yunanistan tarafından işgal edilmiş oldukları çeşitli basın yayın organlarında çıkan haberlerle; Emekli Kurmay Albay Sayın Ümit 
Yalım’ın yapmış olduğu araştırmalarla ortaya koyduğu bulgularla; Sayın Vedat Yenerer’in “Ege’de Yunan İşgali” isimli kitabındaki bilgilerle; ortaya konulan 
haritalarla, fotoğraflarla; Yunanistan Savunma Bakanlığı’nın internet sitesinde ve diğer Yunan kaynaklarında çıkan bilgi ve fotoğraflarla doğrulanmış olan 
adaları, Türkiye’de bağlı oldukları illeri de belirterek ismen zikretmek istiyorum.

--Koyun Adası ve Venedik Kayalıkları - İZMİR

--Hurşit, Eşek, Nergizcik, Marathi, Bulamaç ve Fornoz adaları – AYDIN

--Kalolimnoz, Keçi, Sakarcılar, Koçbaba, Ardıççık, Ardacık adaları - MUĞLA

Ayrıca, Girit adasının etrafındaki 5 küçük ada.
Bunların isimleri şöyle: Dhiya, Dionisades, Koufonisi, Gravdos, Gaidhouronisi.

Girit’in, Osmanlı Devleti tarafından Balkan savaşlarındaki Müttefik Devletlere, yani, Yunanistan, Bulgaristan, Sırbistan ve Karadağ’a terk edildiği 30 Mayıs 
1913 tarihli Londra Andlaşması’nın IV. Maddesinde hükme bağlanmıştır.

Hüküm şöyledir: “Majesteleri Osmanlı İmparatoru Girit adasını Müttefik hükümdarlara bıraktığını ve o ada üzerindeki bütün egemenlik haklarından  ve 
adada sahip bulunduğu diğer bütün haklarından onların lehine feragat ettiğini beyan eder.”

Andlaşma’nın bu maddesinde Girit’in etrafındaki 5 küçük adadan bahis yoktur. Buna göre bu 5 küçük ada Osmanlı Devleti’nin egemenliği altında bırakılmıştır.

Bu sebeple de bu 5 küçük adanın Türkiye Cumhuriyeti’nin egemenliği altında olması gerekir.

Görüleceği üzere, Türkiye Cumhuriyeti’nin ülkesinin parçası olan saydığım adaları, adacıkları Yunanistan gasp ve işgal etmiş bulunmaktadır.

Bir işgal olayının varlığını Sayın Dışişleri Bakanımız Çavuşoğlu da TBMM’de teyit etmiştir. Sadece işgalin vukuunun 1996’dan önce olduğunda ısrar 
etmektedir. İşgalin ne zaman vukubulduğu konusu ayrı bir bahistir.

Asıl ve vahamet arzeden durum Türkiye’ye ait adaların, adacıkların Yunanistan’ın oldu-bittileri sonucunda kaybedilmiş olmasıdır. Türkiye’nin egemenlik alanlarına 
Yunanistan tarafından vaki tecavüzdür.

Yunan Savunma Bakanı da “gel de al” demek suretiyle bu adaları  fiilen ele geçirmiş olduklarını beyan etmektedir.

Sayın Çavuşoğlu bu soruna hangi yollardan çözüm aranabileceğini TBMM Genel Kurulu’nda şu sözlerle ifade etmiştir:

“Diplomasi yoluyla çözebilirsiniz, uluslararası mahkemeye götürebilirsiniz, asker gönderip adaların hepsini alabilirsiniz.”

Ben mesleği diplomasi olan bir kişi olarak, sorunların elbette diplomasi yoluyla, yani ihtilâfların barışçı yöntemlerle, iki devlet arasında müzakerelerle çözülmesi çarelerinin, yollarının araştırılmasını dilerim, tavsiye ederim. Diplomasi güç kullanılmasını önlemek için, barışçı yollardan millî menfaatleri korumak için vardır.

Bununla beraber, bu sorun dahil, Ege’deki çeşitli sorunlara çözüm aramak ve bulmak maksadıyla 12 Mart 2002 tarihinde başlatılmış olan Türkiye – Yunanistan arasındaki istikşafî, yani, araştırıcı mahiyetteki görüşmelerde ilerleme olmadığı artık bellidir. 15 yıldan fazla bir zaman geçmiştir. Türkiye ve Yunanistan arasında 60’dan fazla istikşafî mahiyette görüşme cereyan etmiştir. Bu vakte kadar esasa müteallik tek bir sorun halledilmiş değildir. Bunun temel 
sebebi, Yunanistan’ın Ege’de iki devlet arasında “Kıta Sahanlığı” sorunundan başka bir sorun bulunmadığını iddia etmesidir. Bizim sorun olarak zikrettiğimiz 
konular, onlara göre, Türkiye’nin Yunanistan’ın haklarını ve egemenliğini gaspetme niyetinin tezahürü olan teşebbüslerdir; iddialardır.

Gasp ve işgal edilmiş olan adalarımız ve adacıklarımız konusunda bıçak kemiğe dayanmış görünmektedir. İki devlet arasındaki istikşafî görüşmeler yoluyla sonuç alınması mümkün görünmemektedir.

Konu Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin egemenliğinin ve toprak bütünlüğünün ihlâli konusudur. Millî bir mahiyeti haizdir. Bu sebeple, Türkiye’de bu konuda iç 
siyaset mülâhazalarından sıyrılmış olarak millî bir anlayış ortaya konulmasına ve millî bir duruş sergilenmesine ihtiyaç vardır. Bu millî anlayışın tezahür 
edeceği ve duruşun tesirli biçimde sergileneceği yüce mekân TBMM’dir.

Bu konuyu bütün veçheleriyle irdelemek, millî menfaatlerimize en uygun hareket tarzını seçmek, bu millî konuda kararlılık göstermek için TBMM’nin olağanüstü 
gizli toplantı yapmasında bir vatandaş olarak fayda ve hattâ zorunluk olduğu düşüncesindeyim.

Bu çerçevede, Yunanistan’ın Ege’de karasularını 6 milin ötesinde genişletme niyetini ortaya koymaya başladığı 1976 yılında Süleyman Demirel’in 
Başbakanlığını yaptığı Millî Cephe koalisyon Hükûmeti zamanında Türkiye’nin, Ege’de karasularının 6 milin ötesinde genişletilmesinin “savaş nedeni” [casus 
belli] sayılacağını ilân ederek sergilediği kesin ve kararlı duruşu hatırlatmak isterim. 

Ayrıca 1995’i de hatırlamak lâzımdır. 1 Haziran 1995 tarihinde Yunan Parlâmentosu Deniz Hukuku Sözleşmesini onaylamıştı. Parlâmento Yunanistan 
Hükûmetine uygun göreceği bir zamanda Ege’de karasularını genişletmek üzere kararname çıkarma yetkisi vermişti. Bu gelişme üzerine, TBMM, 8 Haziran 1995 
tarihinde, Yunanistan’ın Ege’de karasularını tek taraflı olarak 6 milin ötesinde genişletme kararı alması durumunda Türkiye’nin hayatî çıkarlarını muhafaza ve 
müdafaa etmek için Hükûmete askerî önlemler dahil her türlü tedbiri alma yetkisi vermişti. 
Yani TBMM Yunanistan’ın karasularını 6 milin üstünde genişletmesinin Yunanistan için belki de altından kalkamayacağı bir bedeli olacağını hissettirmişti.

Gerçek odur ki, Ege’de karasuları genişliği bakımından on yıllardır iki ülke arasında dengenin muhafazasını sağlayan faktör Türkiye’nin 1976’da takındığı ve 1995’de tekrarladığı kesin tavır ve aldığı “savaş sebebi” kararı olmuştur.

Yunan Millî Savunma Bakanı’nın, ülkesinin gerçek çıkarlarını düşünüyor olsaydı Türkiye’ye “gel de al” gibi haddini aşan bir meydan okumada bulunmamış olacağı görüşündeyim.

Yunan Bakan “gel de al” derken tarihten dem vurmuş ve “tarihten bunları öğrendik; tarih bunları öğretiyor” demiştir.

Oysa, kendisi şayet tarih okumuş ve öğrenebilmiş olsaydı, Yunanistan’ın emperyalistlerin maşası olarak maceraperest ve hayalperest saik ve hedeflerle 
Türkiye’ye karşı haddini aşan tutum ve davranışlarda bulunduğu 1919 – 1922 döneminde Anadolu’da, 1974’de Kıbrıs’ta, sonunda ne denli hüsrana uğradığını, 
zilletlere katlanmak mecburiyetinde kaldığını biliyor olması gerekirdi.

Yunanistan komşusu Türkiye ile olan ilişkilerinin geçmişinde kendi hatalarıyla ortaya çıkmasına sebebiyet verdiği her yeni durumda, geçmişi hasretle ve 
pişmanlıkla aramıştır.

Bugün 21 Aralık. Rum – Yunan ittifakının Kıbrıs’ta aziz ve kahraman soydaşlarımıza karşı katliam hareketini başlatmasının 54. acı yıldönümü. 
Şehitlerimizi rahmet, şükran ve minnetle anıyorum. Gazilerimizden hayatta olanları minnet ve saygıyla selâmlıyorum. Kaybettiklerimize Allah’tan rahmet 
diliyorum.

Yaşasın Türkiye Cumhuriyeti; Yaşasın Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti!

Uzman Hakkında
Tugay Uluçevik
Balkanlar ve Kıbrıs Araştırmaları Merkezi

Uzmanın Diğer Yazıları

  Millî Dava Kıbrıs 
  “Kardeşim Esad” Keşke “Katil Esed” Olmasaydı 
  BM’nin Kudüs Kararına Dair Değerlendirmelerin Düşündürdükleri 
  Yunanistan Ege’de Macera Peşinde  
  Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Yunanistan’a Yapacağı Ziyaretin Düşündürdükleri 
  KKTC’nin Türkiye’den Başka Devletlerce de Tanınmasını İsteme Süreci  
  Lozan Dengesi 
  Kıbrıs Müzakere “Prangası” 
  ABD Dışişleri Bakanı Rex Tillerson’un Türkiye Ziyaretine İlişkin Açıklama 
  Cenevre “Ekselanslar” Kıbrıs Konferansı 
  Kıbrıs'ta Çözüm mü? Kalıcı Barış mı? 
  Yavru Vatan Elden Mi Gidiyor? 
  Milli Kıbrıs Davamız Nereye 
  Şehit Diplomatlarımızı Unutmuyoruz 
  Çözülme Sarmalında Millî Dava Kıbrıs  
  Kıbrıs’ta Çözüm Süreci Mi? Çözülme Sarmalı Mı? 
  Ne Mutlu Türküm Diyene! 
  “KKTC Sonsuza Dek” 


Ahlatlıbel Mah. 1830. Sokak No:39 İncek/Çankaya ANKARA        alsancak escort
Tel: +90 312 489 18 01 | Belgegeçer: +90 312 489 18 02 | Elektronik Posta: 
bilgi@21yyte.org 

***

1 Ağustos 2018 Çarşamba

AB, BİTMEYEN YOL., BÖLÜM 9


AB, BİTMEYEN YOL., BÖLÜM 9


Nice Zirvesi'nde Neler Oldu ya da Geleceğin Avrupa'sında Yerimiz Var mı? 





Türkiye'ye Katılım Ortaklığı Belgesi verildikten sonra Aralık 2000'de yapılan Nice zirvesinde, bizim dışımızdaki 12 aday ülkenin gelecekte Avrupa Parlamentosu'nda sahip olacakları sandalye sayısı belirlendi. Nice'te Ecevit'in fotoğrafı ile duvara asılan Türk bayrağı vardı ama Türkiye yoktu. Nice'de de Türkiye'ye bir takvim verilmedi. Evet, Türkiye aday bir ülkeydi ancak yapılan sandalye dağılımı ile bizim görüşme randevumuz 2010 yılına atılmıştı. Nice Zirvesi'nde alınan önemli kararlardan birisi de "Güçlendirilmiş İşbirliği" olmuştur. Buna göre, "AB içinde 8'den fazla üye ülke, kendi aralarında anlaşmaya vardığı takdirde bu ülkeler diğer ülkeleri beklemeksizin, kendi aralarında ve seçtikleri konularda daha yakın işbirliği ve entegrasyona gidebilecekler. Ancak savunma konuları, güçlendirilmiş işbirliği" dışında bırakılacaktır. 

Bu madde ileride Türkiye ve KKTC açısından büyük önem arz edecektir. 8 üye ülkenin bir araya gelip, savunma konuları dışında istedikleri her konuda diğer üye veya aday ülkeler için karar alıp, blok olarak hareket edebilecekleri düşünüldüğünde yeni sürprizlerle karşılaşmamız, gerçekten sürpriz olmayacaktır. Nice Sözleşmesi'ne göre, AB ülkelerinin genişleme sonrası parlamentodaki oy dağılımı şöyle belirlendi: Almanya, İngiltere, Fransa ve İtalya'ya 29 oy. İspanya ve Polonya'ya 27 oy, Romanya'ya 15, Hollanda'ya 13, Yunanistan, Çek Cumhuriyeti, Belçika, Macaristan, Portekiz'e 12 oy, İsveç, Bulgaristan, Avusturya'ya 10 oy, Slovakya, Danimarka, Finlandiya, İrlanda, Litvanya'ya 7 oy, Letonya, Slovenya, Estonya, Kıbrıs Rum Kesimi ve Lüksemburg'a 4 oy. Malta 3 oy. Böylece Avrupa Parlamentosu'nun şu anda 626 olan sandalye sayısı genişleme sonrası 732'ye çıkmış olacak. (EK-3)
Nice Zirvesi'nde, Avrupa Güvenlik ve Savunma Kimliğinden de dışlandık. AB üyesi olmayan ülkelerin karar mekanizmalarında bulunmaması kararlaştırıldı ve yine Yunanistan'a taviz verildi. ABD, İngiltere ve Türkiye arasında AGSP konusunda belli bir mutabakata varıldı ancak Avrupa Ordusu'nu hem Türkiye'ye, hem de KKTC'ye karşı kullanma kararlılığında olan Yunanistan bu anlaşmayı da beğenmedi. Aralık 2001'de yapılan Laeken Zirvesi'nde Yunanistan ikna edilemeyince Avrupa Ordusu'nun kurulması gecikti. 2002 Barselona Zirvesi'nde Yunanistan'ın uyarılması kararı alındı ancak bu konunun nasıl bir seyir izleyeceği ve AB'nin uyarısının işe yarayıp yaramadığı önümüzdeki süreçte görülecektir.
Türkiye'nin, AGSP'nin karar mekanizmalarından dışlanmasından sonra NATO'daki veto hakkımızın da elimizden alınması için de uğraşıldı. Ancak özellikle Genelkurmay Başkanlığı yoğun ve haklı bir direnç gösterdi. Aralık 2001'de Türkiye, ABD ve İngiltere'nin ortak bir metinde uzlaştığı açıklandı. Bu metin hakkında açıklama yapılmaması ise tedirginlik yarattı. Eleştiriler üzerine Dışişleri Bakanı İsmail Cem, açıklamanın kararın onaylanmasından sonra yapılacağını söyledi. Onaylandıktan sonra yapılacak açıklama ne işe yarayacaksa... Oysa bu, TBMM başta olmak üzere toplumun tüm kesimlerince tartışılması gerekecek önemde ve özellikte bir konudur. Özellikle Cem'in, İngiltere Başbakanı Tony Blair'in mektubunun güvence olduğu yolundaki açıklaması tartışmaların merkezine oturdu. 1980'de Yunanistan'ın NATO'ya alınmasında dönemin NATO Genel Sekreteri Rogers'ın, 1999'da Helsinki Zirvesi'nde Kıbrıs'ın ön şart olmadığına ilişkin Dönem Başkanı Finlandiya Başbakanı Lipponen'in mektuplarına rağmen bu iki konuda gelinen nokta ortadaydı. Türkiye üçüncü kez "hiçbir fonksiyonu olmayan" mektup diplomasisi ile karşı karşıyaydı. AB'nin, Yunanistan'la birlikte bu konuda karar verirken, Blair'ın mektubunun hatırlanıp hatırlanmayacağını hep birlikte göreceğiz. 

Zirve sonuçlarına dönersek; AB Dönem Başkanı sıfatıyla 10 Aralık 2000 tarihinde bir basın toplantısı düzenleyen Fransa Dışişleri Bakanı Hubert Vedrine, Nice belgesinde Türkiye'ye yer verilmemesini şöyle açıkladı: 
"Türkiye'nin konumu diğer aday ülkelerden farklı. Çünkü diğer adaylarla üyelik müzakereleri başlamış bulunuyor. Türkiye farklı, özel ve ayrı bir duruma sahip. Helsinki'de Türkiye'ye adaylık statüsü tanındı, ancak bildiğiniz gibi Türkiye ile üyelik müzakereleri henüz açılmadı." 
Helsinki'deki adaylık ilanımızın oyalamadan ibaret olduğu herhalde bundan daha açık izah edilemezdi... 

Türkiye'nin "Sanal Aday" Olduğunu Kim İlan Etti?

Türkiye'nin AB nezdindeki statüsü gerçekten ilginç bir seyir izlemiştir. AET ile imzaladığımız ve 1964 yılında yürürlüğe giren Ankara Anlaşması'nda "Tam üye adayı" olan Türkiye, tam üyelik için 1987 yılında yaptığı müracaata 1989 yılında verilen cevapta, "Topluluğa katılmaya ehil bir ülke ancak hem Türkiye, hem topluluk bu katılıma hazır değil." konumda görüldü. Türkiye için, Lüksemburg Zirvesi'nde (1997) "üyelik için ehil", Cardiff Zirvesi'nde (1998) "Üyelik adayı", Helsinki Zirvesi'nde (1999) "Aday ülke" ve yukarıda görüldüğü gibi Nice Zirvesi'nde (2000) "Farklı aday ülke" nitelendirmeleri yapıldı. Almanya'nın dönem başkanlığında Alman Dışişleri Bakanı Fischer ise (1999) "Türkiye aday bir ülke, ancak özel sorunları olan bir aday ülke" dedi. 
Ancak en gerçekçi ve samimi isimlendirmeyi 15 Eylül 1999'da göreve başlayan AB Komisyonu Başkanı Romano Prodi yaptı. Prodi, göreve başlaması münasebetiyle Parlamento'da yaptığı konuşmada, AB'nin katılım müzakerelerini sürdürdüğü ve AB üyeliğine hazırlık açısından en ileri düzeyde olan adaylar için Aralık ayında gerçekleştirilecek Helsinki Zirvesi'nde geçiş süreleri uzun olsa dahi, kesin bir üyelik tarihi tesbit edilmesini istedi. Üyeliğe hazırlık çalışmalarında daha az ilerleme kaydeden, bu nedenle daha uzun vadeli bir üyelik perspektifi olan aday ülkeler için ise Komisyon Başkanı, "sanal üyelik" olarak tanımladığı bir yaklaşım teklif etti. Bu tanımlamaya ismi zikredilmese de öncelikle giren ülkenin Türkiye olduğu muhakkaktır. Çünkü uzun vadeli perspektifi olan tek ülke Türkiye'dir. Laeken Zirvesi'nde de (Aralık 2001) Türkiye için, "görüşmelere yakın" ifadesi kullanıldı. 
Türkiye sanal değil de gerçekten aday bir ülke olsa AB'nin pek çok yükümlülüğü yerine getirmesi gerekirdi. Malî yardımlar gibi anlaşmalarla belirlenmiş en temel görevini yapmayan AB, serbest dolaşım hakkını da tek yanlı ve hukuksuz bir biçimde askıya almıştır. 1970 yılında imzaladığımız AET-Türkiye Karma Protokolü'nde yer alan işgücü serbest dolaşım hakkımız 1986 yılında şartları yerine getirmediğimiz gerekçesiyle uygulamaya konulmamıştır. Ülkemize yönelik eleştirileri ile tanınan Türkiye-AB Karma Komisyonu Eşbaşkanı Daniel Chon Benditt bile, Kasım 2001'de CNN-Türk'te Mehmet Ali Birand'ın "Manşet" Programında serbest dolaşım hakkının verilmemesi ile ilgili olarak "Bu bir rezalettir. Bu rezalet ortadan kaldırılmalıdır." demek durumunda kalmıştır. 
Öte yandan Türkiye, AB'de kişilerin serbest dolaşımı yönünde atılmış önemli bir adım olan Schengen Anlaşması'nın da dışında tutulmuştur. Aşamalı tedbirleri öngören (sistematik denetimlerin kaldırılması, formalitelerin kolaylaştırılması, vize düzenlemelerinin uyumlaştırılması, sınır polisleri arasında yakın işbirliğinin sağlanması) anlaşması diğer aday ülkeler için uygulamaya konulmuştur. 
Bu durumda da adaylığımızın gerçek olup olmadığının bir kez daha sorulması gerekmektedir.
AB, tüm aday ülkelerin malî yardımlarını eksiksiz yerine getirirken, anlaşmalarda öngörüldüğü halde Türkiye için yardımları da, son bir yönetmelik değişikliği ile Kopenhag kriterlerinin yerine getirilmesine bağlamıştır. İlerleme raporlarında Türkiye'yi her konuda kelimenin tam anlamı ile didik didik eden AB, yine anlaşmalarla kendi yükümlülüğünde olan konuları ise, "Malî olmayan hizmetler ve kişilerin serbest dolaşım alanlarında uyumlaştırma çok erken bir aşamadadır." ya da "Kişilerin serbest dolaşımı konusunda raporlama döneminde, müktesebatın bu alanında önemli herhangi bir gelişme görülmemiştir. İşçilerin serbest dolaşımı konusuyla ilgili olarak gelişme olmamıştır. Schengen anlaşmasıyla uyumlaşma alanında, herhangi bir ilerleme olmamıştır" şeklinde kısa cümlelerle geçiştirmektedir. 

Kopenhag Kriterleri 

Gerçekten Esas Alınıyor mu? Tüm Adaylara Eşit Muamele Yapılıyor mu? 
Resmî açıklamalarda Kopenhag Kriterlerinin tüm aday ülkeler için geçerli olduğu, her ülkeden aynı taleplerde bulunulduğu ve herhangi bir ayrımın sözkonusu olmadığı vurgulanmaktadır. Uygulamada ise durum böyle değildir. Daha önceki bölümlerde de izah edildiği gibi Kopenhag Kriterleri siyasî, ekonomik ve mevzuat düzenlemeleri ile bir bütündür. 1993 yılında, Merkezî ve Doğu Avrupa Ülkeleri'nin istedikleri takdirde AB'ye üye olabilecekleri kararı alınmış, bunun ne zaman olabileceğini kararlaştırmak için de Kopenhag Kriterleri tesbit edilmiş ve "Ortak ülke gerekli ekonomik ve siyasî şartları yerine getirerek, üyelik yükümlülüklerini üstlenecek seviyede olur olmaz katılım gerçekleşecektir." denilmiştir. Bu konu çok önemli olduğu ve bugün Türkiye'deki tartışmaların merkezini oluşturduğu için sık sık vurgulama gereği duyuyor ve kısaca yeniden hatırlatmak istiyoruz. 1993 yılı itibariyle Kopenhag Kriterleri, AB'ye üye olarak alınmanın şartlarıdır. 1997 Lüksemburg Zirvesi'nde Kopenhag Kriterlerinin tümünün yerine getirilmesinin üyelik müzakerelerine başlanması için, son olarak 1999 Helsinki Zirvesi'nde de Kopenhag'ın siyasî kriterlerinin tamamlanmasının müzakerelere başlanması için şart olmasına (sadece Türkiye için) karar verilmiştir. 

AB'nin Genişlemeden Sorumlu Komiseri Günter Verhaugen ise adaylara öncelikle şu konulara eğilmelerini tavsiye etmektedir: 

"AB ülkeleri içinde ve dışında rekabete dayanabilecek, sürekli bir pazar ekonomisi kurmaları. Kopenhag'ın ekonomik ve Maastricht kriterlerine saygılı davranmaları." 
Görüldüğü gibi Verheugen, AB ile ilişkilerde gerçek, olması gereken ölçülere işaret etmektedir. Esasında zaten ekonomik bir birlik olan AB için, ekonomik ve mevzuat kriterlerinin yerine getirilmesi önceliklidir. Siyasî kriterlerin, bu temellere oturtulması daha sağlıklı bir yapılanmayı getirmektedir. İşe siyasî kriterlerden başlanması, hem çok önemli ve bir o kadar da zor olan diğer kriterlerin yerine getirilmesini geciktirmekte ve hem de AB'nin yapılanmasına ters düşmektedir. Nitekim, AB'nin diğer aday ülkelerle ilişkilerinde ekonomik ve mevzuat kriterlerine öncelik verilerek normali yapılmaktadır. Ancak konu Türkiye olunca siyasî kriterler dayatılarak, normalin dışına çıkılmaktadır. Lüksemburg Zirvesi'nde de müzakerelerin, özellikle aday ülkelerin topluluk mevzuatını kabul etme, uygulama ve yürütme şartları üzerinde odaklanması, bu düzenlemelerin kapsam ve süre açısından sınırlı olması kararlaştırılmıştır. Bu durumda Türkiye, müzakerelere başlamak için takvim alsa bile çok kısa sürede topluluk mevzuatına uyum sağlaması istenecektir. Bilindiği gibi AB, yasalardaki değişikliği yeterli görmemekte, uygulamanın belirleyici olacağını da söylemektedir. Bu durumda bugüne kadar siyasî kriterlerle uğraştırılan Türkiye'nin, eğer AB'den randevu almayı başarırsa, müzakere sürecinde ne kadar başarılı olacağı ya da AB'yi ne kadar memnun edeceği tartışmalıdır. 
Kopenhag kriterleri ortada yokken ölçü neydi ve nasıl bir yöntem izleniyordu? Bunun cevabını, Türkiye'nin 1987 yılında yaptığı tam üyelik müracaatına 1989 yılında verilen Komisyon "Görüşü"nde buluyoruz. Komisyon, o dönemde tam olarak şu değerlendirmeleri yapmıştır:
"Türkiye'nin özel durumunda, bu iki husus daha da önemlidir zira Türkiye büyük bir ülkedir - herhangi bir topluluk üyesi devletten daha büyük bir coğrafi alanı vardır ve ileride daha büyük bir nüfusa sahip olacaktır (1988'de 53 milyon; 2000 yılında tahmin edilen nüfus 68 milyon). Genel gelişmişlik düzeyi Avrupa ortalamasının bir hayli altındadır. 1989'un son çeyreğinde Komisyon'un değerlendirmesine göre, Türkiye'nin ekonomik ve politik durumu, son zamanlardaki gelişmelerin olumlu taraflarına rağmen, eğer topluluğa katılırsa Türkiye'nin karşılaşacağı intibak sorunlarının orta vadede aşılabileceğine Komisyon'u ikna etmemektedir. Katılma müzakerelerinin başlatılması için, ilk varsayım, geleneksel bir geçiş döneminin sonunda, halen üye devletler için geçerli olan tüm kısıtlar ve disiplinlere uyma kabiliyetine sahip olduğu düşünülmelidir, aksi takdirde topluluğun gelecekteki ilerlemesi engellenecektir. İkinci varsayım ise, topluluğun, adayın tedricen olsa da katılmasının getireceği sorunlarla başa çıkabilecek bir durumda bulunmasıdır." 

Görüldüğü gibi, Kopenhag kriterlerinden önce, Türkiye için "büyüklüğünden duyulan korku" ifade ediliyor, hemen ardından da yeni üyelerin "geleneksel geçiş döneminden" sonra üye devletlerin seviyesine gelmeleri ve ikinci olarak da "topluluğun yeni üyenin katılmasının getireceği sorunlarla başa çıkabilecek durumda olması" gibi "varsayımlara"dayanan kriterler geliştiriliyordu. Özellikle ikinci ölçü 1999 Ekimi'nde belirlenen "Genişleme Stratejisi" ile örtüşmektedir. Yeni düzenleme ile, aday ülkenin istenilen bütün şartları yerine getirse bile, AB içinde sorun yaratıyorsa, üyeliğe alınmaması karara bağlanmıştır. Daha önce de işaret edildiği gibi bu Türkiye için hayatî önemde bir maddedir. AB için sorun ifadesi çok geniş bir kavram olduğundan, bunun içine her türlü gerekçeyi koymak mümkündür. 
Tekrar tekrar vurguluyoruz: Bugün Türkiye'nin önüne konan Kopenhag Kriterleri tümüyle Merkezî ve Doğu Avrupa ülkeleri için hazırlanmıştır. Demirperdenin eski ülkelerinin sosyal, siyasî ve ekonomik durumlarına göre belirlenen kriterlerin Türkiye gibi büyük, özellikle de yıllarca terörle mücadele eden bir ülke tarafından da aynen kabul edilmesi istenmektedir. Kriterlere temel oluşturan ülkelerin hiçbirisinde terör hadisesi yaşanmamıştır. Bu farklılık bile tek başına önemlidir. 
Kaldı ki, AB, söylediği gibi bu ülkeler ile Türkiye'ye eşit şartlarda yaklaşmamaktadır. Çünkü AB üyesi devletler 1993'de Kopenhag Avrupa Konseyi'nde, yani kriterleri belirledikleri toplantıda, "Orta ve Doğu Avrupa'daki ülkeler istedikleri takdirde AB'ye üye olabilirler" diyerek, bu ülkelere bir anlamda garanti vermişlerdir. AB, bu ülkeler için "ortak ülke" ifadesini kullanmaktadır. Aynı yaklaşım Türkiye için sözkonusu değildir. AB Komisyonu'nun, Merkezi ve Doğu Avrupa ülkeleri için hazırladığı 2000 Yılı İlerleme Raporu'nda aynen şöyle denilmiştir: 
"1993 yılında Kopenhag Avrupa Birliği Konseyi, `İsteyen Orta ve Doğu Avrupalı ülkeler Birlik üyesi olacaklardır. Katılma, bir ülke ekonomik ve siyasal koşulları yerine getirerek üyelik yükümlülüklerini üstlenmeye hazır olur olmaz gerçekleşecektir.' şeklindeki tarihi sözü verdi. En yüksek düzeyde yapılan bu siyasal beyan, yerine getirilecek ciddi bir sözdü." 
Uygulamadaki gerçek duruma bakarsak; 1998'de 6 ülke ile katılım müzakereleri başladığı, diğer 6 ülke ile de 15 Şubat 2000'de başlaması kesinleştiği halde, Avrupa Komisyonu Ekim 1999'da Avrupa Konseyi'ne şu tekliflerde bulunmuş, söz konusu teklifler Helsinki Avrupa Konseyi'nde onaylanmıştır: 

• Bulgaristan'la müzakerelerin açılması, Bulgar yetkililerin 1999 yılı sona ermeden önce, Kozloduy nükleer enerji tesisinin 1-4 numaralı ünitelerinin kabul edilebilir kapanış tarihleri konusunda karar almaları ve ekonomik reform sürecinde kaydedilen önemli gelişmenin teyid edilmesi koşuluna bağlı olacaktır. 
• Romanya için müzakerelerin açılması, Romen yetkililerin 1999 sonundan önce çocuk bakım kurumları için yeterli bütçe kaynağının sağlanması ve yapısal reform uygulanması için etkin önlem alınacağına ilişkin duyurularının teyid edilmesi koşuluna bağlı olacaktır; müzakerelerin açılması ayrıca, makroekonomik durumla ilgili uygun önlemlerin alınmış olacağı beklentisiyle, müzakereler resmen açılmadan önce ekonomik durumla ilgili yeni bir değerlendirme yapılması koşuluna da bağlıdır.
• Her aday ülke ile ard arda açılacak müzakere konusu bölümlerin sayısı ve niteliği AB tarafından, ayırt etme ilkesi uygulanarak, bir başka deyişle, her aday ülkenin Kopenhag Kriterleri çerçevesinde üyeliğe hazırlanmada kaydettiği gelişme tam olarak dikkate alınarak belirlenecektir.


10 CU BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

7 Eylül 2016 Çarşamba

Bebekleri Kaynatmışlar, Kuzu Eti Ye Diyorlar,



Bebekleri Kaynatmışlar, Kuzu Eti Ye Diyorlar



Turhan Feyizoğlu



Kayseri’nin Hacın köyünde yaşayan Melek Hanım, Birinci Dünya Savaşı sırasında yaşadığı olayları ağıt yakarak şöyle dile getirmişti:

Hacın’da Kağnı Pazarı,
Var mı kitapta yazarı?
Uyu oğlum Osman uyu,
Hacın oldu kanlı kuyu,
Soyka kalsın sultan suyu.

Mürsel Efendi’nin kızı,
Haktan kara gözlü,
Ara kurşunu mu değidi?
Anan kadanı alsın kuzu!
Osman’ımı göğe attılar,
Süngüyü altına tuttular,
Öldüğüme gam çekmiyorum,
Ak tenimize baktılar...
Çam sarıoğlu koca gavur,
Bebekleri kaynatıyor,
Gün görmedik hanımları,
Süngü ile oynatıyor.
On kat esvap püsküllü fes,
Bunu bana yu diyorlar,
Ocak başlarından ırak,
Bebek pişmiş ye diyorlar.

Yarpuzlu ailesinden Melek Hanım tarafından yakılmış olan bu ağıt, çok uzun. Ben, bu ağıtın ilk beş beyitini aktardım. Bu uzun ağıtın bir diğer iki dizesi ise şöyledir:

Kapı kapı geziyorlar,
İfadeyi yazıyorlar,
Düşman başına vermesin,
Oğlak gibi yüzüyorlar.
Kele Dudu Kele Dudu,
Kanlı gömlek yu diyorlar,
Bebekleri kaynatmışlar,
Kuzu eti, ye diyorlar.

Türk Dil Kurumu (TDK)’nun yayınladığı “Türkçe Sözlük”te, “Ağıt” şu anlama geliyor:

“Ölen bir kimsenin gençliğini, güzelliğini, iyiliklerini, değerlerini, arkada bıraktıklarının acılarını veya büyük felaketlerin acılı etkilerini dile getiren söz veya okunun ezgi, yazılan yazı, sağu, mersiye.”
Melek Hanım’ın yaktığı ağıta konu olan olaylar nelerdir?
Kısaca şöyle bir göz gezdirelim.
Birinci Dünya savaşı döneminde, Osmanlı İmparatorluğu’nda Türkler kıtlık, açlık ve yoksulluktan kırılırken, hem iç hem de dış düşmana karşı dört cephede birden savaşıyordu. Türkler, bu savaş sırasında ayrıca ihanetlerle karşılaşmıştı.
Osmanlı İmparatorluğu’nda hem iç hem de dış düşmanla on yıllardır süren savaşlar yaşanırken Ermeni cinayet şebekeleri ve katilleri, kendilerine destek ve yardımcı olan İngiliz, Fransız, İtalyan, Rus işgalci güçlerle işbirliği halinde özellikle Ankara, İstanbul, Adana, Erzurum, Bitlis, Van, Hakkari, Diyarbakır, İzmit, Kars, Kayseri, Kahraman Maraş, Şanlı Urfa, Trabzon, Sivas, Yozgat, Çorum, Amasya, Giresun, Gümüşhane, Elazığ, Erzincan, Muş, Samsun gibi iller ile bu illere bağlı ilçe, nahiye ve köylerinde Türklere yönelik soykırım yapmışlardır. Ermeni cinayet şebekeleri, öyle vahşice hareket etmişlerdir ki, bazı köy ve nahiye ahalisini toptan yoketmişler, tam bir soykırım yapmışlardı.
Mustafa Kemal, “Ermeniler” ile ilgili olarak Türk Kurtuluş Savaşı başlamadan önce bazı açıklamalarda bulunmuştu. Bu açıklamalardan bazıları özetle şöyledir:
Mustafa Kemal, 30 Mayıs 1919’da şunları söyledi: “Rum ve Ermeni komitacılarıyla, bunların ileri gelenleri, devamlı şekilde temasta bulundukları İngiliz subayları ile bazı Amerikan memurlarından çok yüz buluyorlar.”
Mustafa Kemal, 23 Temmuz 1919 Çarşamba günü, Erzurum’da açılan Milli Kongre’de, yaptığı konuşmada, “Ermenistan” ile ilgili olarak özetle şunları söylemişti:

“Ermenistan’a gelince: Bir fikr-i istilâperverde eden Ermeniler, Nahcivan’dan Oltu’ya kadar bütün ahal-i İslâmiyeyi tazyik ve bazı mahallerde katliam ve yağmagerlikte bulunuyorlar.”
Mustafa Kemal, 4 Eylül 1919’da da özetle şunları belirtmişti: “Doğuda Ermeniler Kızılırmağa kadar genişleme hazırlıklarına ve şimdiden sınırlarımıza kadar dayanan katliam siyasetine başladı.”
16 Kasım 1919’da ise Mustafa Kemal, şunları belirtiyordu: “Adana’da Fransızlar ve Ermeniler tarafından yapılan zulümlerin ve tecavüzlerin artmasından dolayı Ermeni zulümlerini görmek üzere milletlerarası bir heyetin Adana’ya yollanması.”
25 Ocak 1920’de de Mustafa Kemal, özetle şunları açıklamaktadır: “Maraş’ta, Fransızlar, Ermeniler, Müslümanları katliam etmektedirler. İnsanlık aleminden bu katliama nihayet verilmesini.”
Mustafa Kemal’in yapılan katliamlar hakkında açıklamalı çoktur. Bu açıklamaları ayrı bir kitap konusu olabilir. Mustafa Kemal’in Ermenilerin yaptığı katliamlar hakkında 14 Şubat 1920’de yaptığı açıklama özetle şöyledir:
“Medeniyet maskesine gizlenen Fransızlar ve onların öncüsü olan Ermeniler, Urfa ve havalisinde İslâm ahali hakkında zalimane katliamlara başlamışlardır.”
1 Mart 1921 tarihinde de şu açıklamayı yapıyordu Mustafa Kemal:
“Güneyde Fransızlarla onların silahlandırdığı ve bize karşı kışkırttığı Ermeniler ve doğuda Ermenistan ermenileri memleketimizin ele geçirdikleri yörelerinde ve işgal edilen sınır ve cepheler çevresinde Müslüman halka çeşitli zulümler uyguluyor ve katliam yapıyorlardı.”
Bazı faşist ve ırkçı ermeni topluluklar tarafından Türklere yapılan katliam ve soykırımda uygulanan vahşice davranışlardan bazıları şöyleydi:
1- Yakaladıkları Türkleri Süngü ile parçalamışlardı,
2- Balta ile parçalamışlardı,
3- Yakaladıkları Türkleri demir ve sopalarla döverek öldürmüşlerdi,
4- Öldürdükleri Türkleri köpeklere yedirmişlerdi,
5- Öldürdüğü Türklerin cesetlerinin üzerine gazyağı döküp yakmışlardı,
6- Samanlığa doldurdukları Türkleri diri diri yakmışlardı,
7- Camilere doldurdukları Türkleri diri diri yakmışlardı,
8- Türkleri evlere doldurup diri diri yakmışlardır,
9- Kadın ve kızların ırzına geçmişlerdi,
10- Öldürdükleri Türklerin kafalarını kesip, kazıklara geçirip sokaklarda dolaşmışlardı,
11- Türklerin ev ve iş yerleri ile resmi daireleri yağmalayarak hırsızlık yapmışlardı,
12- Altın dişleri söküp alarak çapulculuk yapmışlardı,
13- Kadınları çırılçıplak soyduktan sonra ilk önce tecavüz edip, sonra öldürmüşlerdi,
14- Kadınları kazığa oturtarak öldürmüşlerdi,
15- Kadınları, göğüsleri yararak, kadınlık organlarına süngü sokarak öldürmüşlerdi,
16- Çocukları süngüyle öldürmüşlerdi,
17- Hamile kadınların doğacak çocuğunun cinsiyeti üzerine bahis oynadıktan sonra süngüyle, kadınının karnı yarılarak cenine bakmışlardı,
18- Çocukları kuzu gibi kızartıp süngü ile direğe asmışlardı,
19- Çocukları tandıra atıp kızarttıktan sonra annesine zorla yedirmeye kalkmışlardı,
20- Çocukları çengellere atıp öldürmüşlerdi,
21- Çocukları kuyulara atıp yakmışlardı,
22- Erkek çocukları çırıl çıplak soyduktan sonra erkeklik organını kesmişlerdi,
23- Erkek, kadın bazı Türkleri ellerinden kapılara çivilemişlerdi,
24- Erkek, kadın bazı Türklerin burunlarını, kulaklarını ve çenelerini kesmişlerdi,
25- Bazı genç kızları çırıl çıplak soymuş, “Haydi, namaz kılın” diyerek alay etmiş, tecavüz ettikten sonra öldürmüşlerdi,
26- Tren vagonlarına doldurdukları Türkleri, birkaç hafta şuraya buraya göndererek vagonlarda açlık, susuzluk, havasızlık ve hastalıktan öldürmüşlerdi,
27- Ev, kahvehane ve resmi daireleri bombalayarak kitselel katliam yapmışlardı,
28- Camiden çıkan silahsız müslüman Türklere silahlı ve bombalı saldırılarda bulunarak kitlesel katliam yapmışlardı,
29- İhtiyar, hamile kadın, çocuk, asker, sivil ellerine geçirdikleri Türkleri hunharca katletmişlerdi,
30- Köyleri, evleri, tarlaları ateşe vererek yakmışlardı,
31- Mal ve hayvanları öldürerek zarar vermişlerdi,
32- Ele geçirdikleri gıda maddeleri, hayvanları, ziynet eşyalarını yağmalayıp hırsızlık yapmışlardı,
33- İple boğarak öldürmüşlerdi,
34-Asmak suretiyle katletmişlerdi,
35- Yakaladıkları ve ele geçirdikleri Türklerin gözlerini oymuşlardı,
36- Kadınları kazığa oturtarak feci şekilde can vererek ölümlerine yolaçmışlardı,
37- Başlarını taşla ezmek sueretiyle katletmişlerdi,
38- Ellerini karınlarına sokularak öldürmüşlerdi,
39- Tenasül uzuvları ağızlarına bırakılmış şekilde öldürmüşlerdi,
40- Yedi yaşındaki Fatma ve dokuz yaşındaki Gülnaz adlarındaki iki kız çocuğa hem anal yoldan hem de cinsel organlarından tecavüz etmişlerdi,
41- Suda boğmak suretiyle öldürmüşlerdi,
42- Yakaladıkları Türkleri tezek yığınları içine atarak yakmışlardı,
43- Tandıra atarak yakmışlardı,
44- Erkek çocuklarına tecavüz etmişlerdi,
45- Bazı kadınlara tecavüz ettikten sonra tenasül uzvuna odun sokarak öldürmüşlerdi,
46- Bazı din adamlarının sakalları pisletildikten sonra sonra vücutları parça parça doğranarak öldürülmüşlerdi,
47- Esir aldıkları Türkleri yalınayak ve çıplak yürütüp, donarak ölmelerine yolaçmışlardı,
48- Kurşuna dizerek toplu katliam yapmışlardı,
49- Yakaladıkları Türklerin başlarını tüfek dipçikleriyle ve çizmelerle çiğnemek suretiyle öldürmüşlerdi,
50- Esir aldıkları Türklerin derilerini yüzmüşlerdi,
51- Faşist-ırkçı Ermeni cinayet şebekeleri ateşte kızdırdıkları tüfeklerinin kasaturaları ile Türklerin vücutlarını dağlamışlardı,
52- Esir aldıkları Türklere zehirli ekmek ve yemek vererek feci şekilde ölmelerine neden olmuşlardı,
53- Genç kadınların önce memelerini kesmiş, sonra asmışlardı,
54- Annesi yaralı bir çocuğun ağzına, annesinin kesilmiş memesini vererek emzirtmişlerdi,
55- Koyun boğazlar gibi insanları kesmişlerdi,
56- Yeni doğmuş çocukları havaya fırlattıktan sonra altına süngü tutarak feci şekilde öldürmüşlerdi,
57- Kol ve ayak keserek sakat bırakmışlardı,
58- Üzerine benzin dökülerek ateşe verilmiş manda, bir eve doldurulan Türkler’in içine salınarak katledilmişti,
59- Bir eve veya ahıra doldurulan Türklerin üzerine dam çökertilerek katledildi.
Yukarıda örnekleri verildiği biçimde faşist-ırkçı ermeniler tarafından 3 milyon Türk katledildi.
24 Kasım 1895 tarihli Fransız Le Petit Journal Dergisi, ressamların çizdiği resimlerin de yeraldığı haberi, “Ermeni çeteciler Türkleri nasıl boğazladı” diye dünyaya duyurmuştu.
Örneğin, Van’da ne kadar Türk varsa faşist-ırkçı Ermeniler tarafından soykırıma uğradı. ABD’de yayınlanan Ermeni gazetesi Goçnak, 24 Mayıs 1915 tarihli sayısında, “Van’da yalnızca 1.500 Türk’ün kaldığını” övünerek açıklamıştı.
Faşist-ırkçı ve bir kısmı solcu Ermeni cinayet şebekelerinin Türklere yaptıkları soykırıma ait toplu mezarlardan bir kaçı daha sonra Erzurum, Van ve Kars’ta ortaya çıkartıldı.
Türk devlet adamlarına, diplomatlarına ve vatandaşlarına faşist-ırkçı Ermeni cinayet şebekeleri ve caniler tarafından girişilen saldırılardan bazıları şöyledir:
Osmanlı Padişahı Sultan İkinci Abdülhamid’e 21 Temmuz 1905 Cuma günü, bombalı suikast düzenlendi.
Bir arabanın içine yerleştirilmiş olan 120 kilo patlayıcı, Sultan İkinci Abdülhamid, Yıldız Camii’nde kıldığı Cuma namazından sonra, infilak etti.
Sultan İkinci Abdülhamid’in Başmabeyincisi Kara Tahsin Paşa, hatıralarında olayı şöyle anlatmıştı:
“21 Temmuz 1905 Cuma günü, öğle vaktini müteakip, cehennemi makine patladı. En büyük çaptaki topların çıkardığı tarrakadan daha gürültülü, akisli ses çıkaran ve hava titreşimleri meydana getirerek en uzak semtlerden dahi duyulan bu patlama, padişahı ve orada bulunan binlerce kişiyi dehşete düşürdü.
Hünkar, camii şeriften çıkıp, saraya dönmek için arabasına binmek üzere, binek taşına giden merdivenlere doğru ilerlerken, karşısına çıkan Şeyhülislam Cemalettin Efendi ile birkaç kelimelik sohbet için durakladı. Askeri birlikler selam vaziyeti almış, teşrifat adeti usulüne göre, sağda ve solda bendegah, askeri rical ve yaverler sıralanmışlardı.
Saatli bombanın kuruluşunda, bu duraklama hesapta yoktu. Hünkar, patlamanın şidetli sarsıntısından ve havada uçuşan parçalardan önemli ve tehlikeli bir hadisenin meydana geldiğini anlamıştı. Hiç korku ve telaş eseri göstermedi.”
Sultan İkinci Abdülhamid’i Şeyhülislam Cemalettin Efendi ile birkaç kelime konuşma yapmak üzere duraklaması kurtarmıştı.
Patlama sonunda, 26 kişi ölmüş, 58 kişi yaralanmış, bomba, yerde 70 santimlik bir çukur açmıştı.
Bombalı suikasti düzenleyenlerden bir kısmı yakalandı ve yargılandı. Suikasti düzenleyenlerden Singer şirketinde memur olarak çalışan Charles-Edouard Joris adlı Belçika vatandaşı vardı.
Boğazlıyan eski Kaymakamı Mehmet Kemal Bey, İngiliz işgali altındaki İstanbul’un Beyazıt Meydanında, ingiliz-ermeni işbirliği sonucu, 10 Nisan 1919 Nisan Perşembe günü, idam edildi. Mehmet Kemal Bey, asılmadan önce, “Ecnebi devletlere yaranmak için beni asıyorlar. Eğer adalet buna diyorlarsa kahrolsun böyle adalet. Yaşasın millet” diye haykırdı.
Boğazlıyan eski Kaymakamı Mehmet Kemal Bey’in cenaze töreni, öğrencilerin de yeraldığı onbinlerce kişinin katılımıyla, 11 Nisan 1919 Cuma günü, Kadıköy’de yapıldı. Mehmet Kemal Bey’in mezarı başında konuşma yapan bir Tıbbıye öğrencisi, “İngilizleri Odesa’dan attılar. Haydin biz de İngilizleri İstanbul’dan kovalım. Ne bekliyoruz. İngilizi atmak borcumuzdur. Felaketimizi hazırlayan İngiliz’i yok etmek zorundayız.”, demişti.
Bayburt eski Kaymakamı, Urfa Valisi Nusret Bey, İngiliz-ermeni işbirliği sonucu, 5 Ağustos 1920 Perşembe günü, Beyazıt meydanında idam edildi.
İçişleri Bakanlığı ve Başbakanlık yapmıştı olan İttihad ve Terakki’nin liderlerinden Talat Paşa, Berlin’de 15 Mart 1921 Salı günü, oturduğu apartmanın yakınlarında Hardenberg Caddesinde yürürken Sogomon Tehliryan adlı faşist-ırkçı ermeni katil tarafından silahla vurularak öldürüldü. Ermeni katil yakalandı fakat Şarlottenburg Mahkemesince serbest bırakıldı. Arjantin’e giden ermeni katil, 1960’da eceliyle geberdi.
20 Aralık 1920’de, Fransa’nın başkenti Paris’te, Türkiye üzerinde emperyalist çıkarları olan Avrupalı ülkelerin desteğiyle bir kurultay düzenletildi. Bu kurultaya ermeniler, kürtler, yunanlılar katıldı ve kurultayda, “Türklere karşı ortak eylem kararı” alındı.
Başbakanlık ve İçişleri Bakanlığı yapmış olan Sait Halim Paşa, faşist-ırkçı ermeni katiller tarafından 6 Aralık 1921 Salı günü (Bazı kaynaklar ölüm tarihini 7 Aralık 1921 olarak veriyor), Roma’da katledildi. Türkiye’ye getirilen naaşı, Sultan Mahmud Türbesi bahçesine defnedildi.
İttihad ve Terakki’nin liderlerinden Bahriye Bakanlığı ve 4. Ordu Komutanlığı yapmış Cemal Paşa ile iki yaveri jandarma teğmeni Süreyya Bey ve bahriye binbaşısı Nusret Bey, Karakin Layayan ve Sergo Vartanyan adlı faşist-ırkçı iki Ermeni katil tarafından 21 Temmuz 1922 Cuma günü akşamı, Tiflis’te silahlı saldırı sonucu katledildi.
Cemal Paşa’nın cenazesi trenle Türkiye’ye getirildi ve Erzurum’a götürülüp Kars Kapısı’ndaki şehitliğe defnedildi.
Adli Tıp Profesörü, Şurayı Ümmet gazetesini çıkarmış olan İttihad ve Terakki’nin liderlerinden Tabip Bahaettin Şakir Bey ile Hukuk Mektebi müdürlüğü, Trabzon, Bursa ve Konya valiliği, Çorum ve Preveze mebusluğu yapmış olan Azmi Bey (Mehmet Cemal), katiller tarafından, 17 Nisan 1922 Pazartesi günü, Berlin’de katledildi.
Talat, Cemal ve Sait Halim Paşa’yı öldüren katiller, kahraman olarak tanıtıldı.
Birinci Dünya Savaşı sırasında ermeni cinayet şebekelerinin ve katillerinin yaptığı bütün vahşetlerine, soykırımlarına ve ihanetlerine rağmen, Türkler, savaştan sonra ermenilere her türlü yardımı yapmışlardır.
Alman General Schellendorf Von Bronsart, bunu şöyle belirtmektedir, “Türkler, kendilerine dokunulmadığı takdirde, başka dinlerden olanlara karşı, dünyanın en hoş görülü insanlarıdır.”
Osmanlı İmparatorluğu, özellikle XVI. yüzyıldan itibaren çöküş dönemine girdikten sonra hem dışarda hem içerde son gününe kadar süren bir sıcak savaşın içinde olmuştur.
Üç kıtada, egemenliğini sürdürdüğü dönemde Osmanlı İmparatorluğu sınırları içinde çeşitli etnik toplulukları, dinsel inançları yaşayışları barındırmaktaydı.
Türk toplumu suskun kaldıkça, hoş görülü olunca, barış içinde bir arada yaşama düşünceleriyle iyi niyetle davranıp, hareket ettikçe Türkiye düşmanı diğer bazı faşist-ırkçı topluluklar, inadına kin ve nefret tohumlarını artırarak, bunu besleyerek sürekli saldırı yapmaktadır.
7 Ekim 2000 Cumartesi günü gecesi, “Kanal 6” Televizyonunda, yayınlanan, “Ceviz Kabuğu” programına katılan Celal Bayar Üniversitesi Tarih Bölümü Başkanı Mehmet Çelik, “Bir kısım ermeninin Türklere yönelik kinlerini anlatan 26 bin kitap yazmış olduklarını, Türklerin ise bu konuda 26 tane bile kitap yazmadığını” açıkladı.
1973’den 1994 yılına kadar, faşist-ırkçı ermeni cinayet şebekeleri tarafından 21 ülkenin 38 kentinde, değişik türde 110 saldırı olayı oldu. 110 saldırıdan 39’u silahlı, 70’i bombalı, 1’i işgal şeklindeydi. Bu saldırılarda 48 Türk diplomat ve vatandaşı ile 4 yabancı öldürüldü. 127 Türk ve 66 yabancı uyruklu yaralandı.
Bu cinayetlerin bilinmesi önemlidir.
ABD’de Los Angeles Başkonsolosu Mehmet Baydar ile Konsolos Bahadır Demir, 27 Ocak 1973’te ABD’nin Santa Barbara kentinde 77 yaşındaki faşist-ırkçı Mıgırdıç Yanıkyan adlı ermeni katil tarafından katledildi.
Avusturya’nın başkenti Viyan’da Türkiye’nin Viyana Büyükelçisi Danış Tunalıgil, 22 Ekim 1975 günü, büyükelçiliği basan üç katil tarafından şehit edildi.
Fransa’nın başkenti Paris’de Türkiye’nin Paris Büyükelçisi İsmail Erez ile şoförü Talip yener, 24 Ekim 1975 günü, feşist-ırkçı ermeni cinayet şebekeleri tarafından büyükelçilik yakınında makam otobiline ateş açılması sonucu katledildiler.
Beyrut’ta Türkiye Büyükelçiliği Baş katibi Oktar Cirit, Hamra Caddesinde, 16 Şubat 1976’da, cinayet şebekeleri tarafından katledildi.
İtalya’nın başkenti Roma’da Vatikan Büyükelçisi Taha Carım, 9 Haziran 1977’de, cinayet şebekeleri tarafından silahlı saldırı sonucu öldürüldü.
Taha Carım, “Ermeni Meselesi” hakkında bir kitap yazmış ve Ermeneliren iddia ettiği “soykırım” iddialarını belgelerle çürütmüştü.
İspanya’nın başkenti Madrid’de Türkiye’nin Madrid Büyükelçisi Zeki Kuneralp’in arabasına üç katil tarafından, 2 Haziran 1978 günü, ateş açıldı. Büyükelçi’nin eşi Necla Kuneralp ile emekli Büyükelçi Beşir Balcıoğlu öldürüldüler. İspanyol şoför Antonio Torres de saldırı sonucu öldü.
Hollanda’nın Lahey’de Deft Teknik Üniversitesi doktora öğrencisi ve Türkiye’nin Lahey Büyükelçisi Özdemir Benler’in oğlu Ahmet Benler, 12 Ekim 1979 günü, cinayet şebekelerinin saldırısı sonucu öldürüldü.
Bütün gençler ölüm yıldönümlerinde anılır. Ahmet Benler adlı genci hiç kimse şimdiye kadar andı mı?
Fransa’nın başkenti Paris’te Türkiye Büyükelçiliği Turizm Müşaviri Yılmaz Çolpan, Champ Elyees’de, 22 Aralık 1979 günü, cinayet şebekeleri tarafından öldürüldü.
Yunanistan’ın başkenti Atina’da Türkiye Büyükelçiliği İdari Ateşesi Galip Özmen’in otomobiline bir katil tarafından, 31 Temmuz 1980 günü, ateş açıldı. Galip Özmen ile 14 yaşındaki kızı Neslihan Özmen öldü, eşi Sevil Özmen ile 16 yaşındaki oğlu Kaan Özmen yaralandı.
Avusturalya’nın başkenti Sidney’de Türkiye’nin Başkonsolosu Şarık Arıyak ile koruma görevlisi Engin Sever, 17 Aralık 1980 günü, faşist-ırkçı iki ermeni katil tarafından silahla katledildi.
Fransa’nın başkenti Paris’te Türkiye Büyükelçiliği Çalışma Müşaviri Reşat Moralı, din görevlisi Tecelli Arı ve Anadolu Bankası temsilcisi İlkay Karakoç, 4 Mart 1981 günü, ermeni cinayet şebekesine bağlı iki katil tarafından, silahlı saldırıya uğradı. Reşat Moralı ile Tecelli Arı öldü, İlkay Karakoç yaralandı.
İsviçre’nin Cenevre kentinde, Cenevre Türkiye Başkonsolosluğu sekreteri Mehmet Savaş Yergüz, ermeni bir katil tarafından, 9 Haziran 1981 günü, katledildi.
Fransa’nın başkenti Paris’te Türkiye Başkonsolosluğu, 24 Eylül 1981 günü, öğle saatlerinde faşist-ırkçı ermeni cinayet şebekelerine bağlı dört ermeni katil tarafından işgal edildi. İşgal sırasında ermeni katillerin açtığı ateş sonucu Başkonsolos Kaya İnal ile koruma görevlisi Cemal Özen, ağır yaralandı. İnal ile Özen’in hastahaneye kaldırılmasına izin vermeyen ermeni katiller, üç gün önce bir çocuğu olmuş olan Özen’in ölmesine neden oldular.
Cemal Özen’i öldüren ve Ermenistan’ın başkenti Erivan’da yaşayan ermeni katil Kevork Güzelyan’ın, 15 Ekim 2000 Pazar tarihli Hürriyet gazetesinde yayınlanan açıklamasına göre, “Eylemlerinden ötürü pişmanlık duymamış, daha sonra, Azerbaycan’ın Karabağ bölgesinde binbaşı rütbesiyle Azerbaycan Türklerine karşı dört yıl savaşmış, şimdi ise Ermenistan’la ticaret yapan Türk iş adamlarının ödenmeyen çek-senetlerinin tahsil edilmesi işleriyle uğraşıyormuş.”
İsviçre’nin Bern kentinde, Türkiye’nin Bern Büyükelçisi Doğan Türkmen’e 24 Ocak 1982 günü, cinayet şebekeleri tarafından suikast düzenlendi.
ABD’de Los Angeles Başkonsolosu Kemal Arıkan, 28 Ocak 1982 günü, ermeni cinayet şebekelerine bağlı iki katil tarafından silahlı saldırı sonucu şehit edildi.
Kanada’nın Ottowa kentinde, Ottowa Türkiye Büyükelçiliği Ticaret Ataşesi Kani Güngör, 8 Nisan 1982 günü, üç terörist tarafından düzenlenen silahlı saldırı sonucu ağır yaralandı.
ABD’nin Boston kentinde, Türkiye’nin Boston Fahri Başkonsolosu Orhan Gündüz, 4 Mayıs 1982 günü, bir katilin silahlı saldırı sonucu öldürüldü.
Portekiz’in başkenti Lizbon’da Türkiye Büyükelçiliği İdari Ataşesi Erkut Akbay ve eşi Nadide Akbay, 7 Haziran 1982 Pazartesi günü, evlerinin önünde bir katilin silahlı saldırı sonucu şehit edildi.
Hollanda’nın Rotterdam kentinde, Türkiye’nin Rotterdam Başkonsolusu Kemalettin Demirer, 21 Temmuz 1982 günü, katillerin silahlı saldırısına uğradı. Demirer, yara almadan kurtuldu.
7 Ağustos 1982 günü, cinayet şebekelerine bağlı iki katil, Ankara Esenboğa Havaalanı’nı bastı, salonda bulunan yolculara ateş açıp, el bombası attı. 6 Türk ile 3 yabancı uyruklu kişi öldü. 82 kişi yaralandı.
Kanada’nın Ottowa kentinde, Türkiye’nin Ottowa Büyükelçiliği Askeri Ateşesi Hava Kurmay Albay Atilla Altıkat, cinayet şebekeleri tarafından, 27 Ağustos 1982 günü, yapılan silahlı saldırı sonucu öldürüldü.
Bulgaristan’ın Burgaz kentinde Başkonsolosluk İdari Ataşesi Bora Süelkan, evinin girişinde, 9 Eylül 1982 günü, cinayet şebekeleri tarafından yapılan silahlı saldırı sonucu öldürüldü.
Portekiz’in başkenti Lizbon’da Türkiye’nin idari ateşesi Erkut Akbay ile eşi Nadide Akbay, 8 Ocak 1993 günü, faşist-ırkçı ermeni katillerin silahlı saldırısı sonunda şehit oldular.
Yugoslavya’nın Belgrad kentinde, Türkiye’nin Belgrad Büyükelçisi Galip Balkar, Yugoslavya Dışişleri Bakanlığı’na giderken faşist-ırkçı iki ermeni katil tarafından, 9 Mart 1983 günü, silahlı saldırıya uğradı. Büyükelçi Balkar ile bir Yugoslav öğrenci öldü, makam şoförü Necati Kaya, göğsünden yaralandı.
Ermeni katil Mıgırdıç Madaryan, 15 Haziran 1983 günü, İstanbul’da Kapalıçarşı’da halkın üzerine otomatik silahla ateş açıp, el bombası attı. Yusuf Alper ile Murat Alptekin, öldü, 21 kişi yaralandı.

Belçikanın Brüksel kentinde, Türkiye’nin Brüksel Büyükelçiliği İdari Ataşesi Dursun Aksoy, iki katil tarafından, evinin yakınlarında, 14 Temmuz 1983 günü, silahlı saldırı sonucu şehit edildi.

Fransa’nın başkenti Paris’te Türk Hava Yolları (THY)’nın Orly Havaalanı’ndaki yolcu ve bagaj işlem bürosu önüne katiller tarafından bırakılan bir valiz içindeki patlayıcı maddelerin, 15 Temmuz 1983 günü, patlaması sonucu ikisi Türk, dördü Fransız, biri ABD’li ve biri de İsveçli sekiz kişi öldü. Olayda 28’i Türk, 60 kişi yaralandı.
Portekiz’in başkenti Lizbon’da, Türkiye’nin Lizbon Büyükelçilik binası cinayet şebekesi ve katiller tarafından 27 Temmuz 1983 günü, işgal edildi. Büyükelçilik müsteşarı Yurtsev Mıhçıoğlu’nun eşi Cahide Mıhçıoğlu, şehit edildi. Yurtsev Mıhçıoğlu ve oğlu Atasay Mıhçıoğlu, yaralandı.
Katiller, 28 Mart 1984 günü, İran’ın başkenti Tahran’da Türkiye’nin Tahran Büyükelçiliğine silahlı saldırıda bulundu. Askeri ateşe yardımcısı İsmail Pamukçu ile Baş Katip Servet Öktem, yaralandı.
Cinayet şebekeleri ve katiller, 15 Nisan 1984 günü, Tahran’daki İdari Ateşe İbrahim Özdemirci’ye silahlı saldırıda bulundu.
Avusturya’nın başkenti Viyana’da Türkiye’nin Viyana Büyükelçiliği Çalışma Müşaviri sosyal Yardımcısı Erdoğan Özen, cinayet şebekeleri tarafından otomobiline konmuş olan bombanın, 20 Haziran 1984 günü, patlaması sonucu şehit oldu.

Cinayet şebekeleri ve katilleri, 19 Kasım 1984 günü, Viyana’daki Birleşmiş Milletler Sosyal Kalkınma ve İnsancıl İşler Merkezi Direktör Yardımcısı Enven Ergun’a silahlı saldırı düzenleyip şehit ettiler.

Üç silahlı terörist, 12 Mart 1985 günü, Kanada’nın Ottawa’da Türkiye’nin Ottawa Büyükelçiliğine silahlı saldırıda bulundu. Büyükelçi Coşkun Kırca yaralandı, Kanadalı güvenlik görevlisi öldürüldü.

Avusturalya’nın Melburn’daki Türkiye Başkonsolosluğu’na cinayet şebekeleri tarafından 23 Kasım 1986 günü, yapılan bombalı saldırı yapıldı.
Yunanistan’ın başkenti Atina’da Türkiye Büyükelçiliğinin servis aracına yol kenarına park etmiş bir otomobilden uzaktan kumandayla bombalı saldırıda bulunuldu. Maslahatgüzar Deniz Bölükbaşı ile İdare Ateşe Nilgün Keçeci yaralandılar. On kadar araç tamamen tahrip oldu.

Yunanistan’ın başkenti Atina’da Türkiye’nin Basın Müşaviri Çetin Görgü, 7 Ekim 1991 günü, cinayet şebekeleri tarafından silahlı saldırı sonucu şehit edildi.

Macaristan’ın başkenti Budapeşte’de Türkiye’nin Budapeşte Büyükelçisi Bedrettin Tunabaş’ın bindiği araca, 19 Aralık 1991 günü, silahlı saldırı düzenlendi.

Türkiye’nin Bağdat’taki İdare Ateşesi Çağlar Yücel, 11 Aralık 1993 günü, cinayet şebekeleri tarafından silahlı saldırı sonucu Bağdat’ta şehit edildi.

Yunanistan’ın başkenti Atina’da Türkiye Büyükelçiliği Müsteşarı Ömer Haluk Sipahioğlu, cinayet şebekeleri tarafından silahlı saldırı sonucu, 4 Temmuz 1994 günü, şehit edildi.

Faşist-ırkçı Ermeni katiller ile cinayet şebekelerinin yaptığı cinayet, katliam ve soykırımları ABD’de ve Avrupa’da onaylayan ve Türkiye’ye karşı kullanan çevreler var.

Sadece şöyle bir soru aklıma takılıyor? Başka bir ülkenin başbakanı, içişleri bakanı, denizcilik bakanı, 46 tane diplomatı faşist-ırkçı ermeni cinayet şebekeleri tarafından silahlı, bombalı saldırılar sonucunda öldürülse o ülkenin devlet yönetimi ve vatandaşlarının tepkisi ne olurdu acaba?

Osmanlı arşivleri açılmıyor iddiası yapılıyor. Osmanlı arşivlerinin tasnif edilen bölümleri açık ve isteyen yararlanıyor. Bir çok belge aynen yayınlandı.
Arşivlerin açılmadığını söyleyenlere şunu sormak lazım: Ermeni arşivleri açık mı acaba? Kesinlikle açık değil. Cinayet, yağma, katliamla ilgili olarak öncelikli olarak İngiliz, İtalyan, Almanya, Ermenistan, ABD, Rusya, Yunanistan, Fransız arşivlerine bakılmalı. Bu konularda o ülkelerde açıklanmasına izin verilmeyen çok belge vardır.

ABD’nin “Kızılderililer” ile “siyah derili” insanlara uyguladığı soykırım dünya tarihinin çok kötü bir parçasıdır. Japonya’nın Hiroşima kentine atılan atom bombası bir ırkın yokedilmesini amaçlamıştır. Ayrıca, çok yakın Vietnam ve Irak örneği var.
Ermenistan’ın Azerbeycan Karabağı’nda Azerbeycan Türklerine yönelik giriştiği uygulama tam bir katliam ve soykırımdı.
Ermenistan, halen Azerbaycan topraklarından yüzde yirmibeşini işgal altında tutmaktadır. Ayrıca Ermenistan’da, “Soykırım Anıtı ve Enstitüsü” vardır, ve bu enstitü, Türklere yönelik faşist propaganda yapmaktadır.
Faşist-ırkçı Ermenilerin söylediklerini çürüttüğü ve iddialarının doğru olmadığını kanıtladığı için ABD’li tarihçi, Princeton Üniversitesi öğretim üyesi Bernard Lewis, 17 Mayıs 1995’de, Paris 1. Asliye Mahkemesi’nde yargılanmış, 21 Haziran 1995’de mahkum edilmişti.
Fransa’da; demokrasi ve düşünce özgürlüğünün olduğu iddia edilen Fransa’da, “Ermeni soykırımı yoktur” demek suçtu(!).
Bu karar ve yargılama, bilim ve düşünce özgürlüğü açısından yüz kızartıcı bir durum olduğu gibi hukuk açısından da tam bir rezalettir.
Profesör Stanford J. Shaw ile eşi Ezel Kural Shaw, ermeni cinayet şebekeleri tarafından ölümle tehdit edildi, Los Angeles Üniversitesi’nde ders vermesi engellendi, evlerine baskın düzenlendi, evrakları çalındı, bomba atıldı. Prof. Stanford Shaw ile Prof. Ezel Kural Shaw’un bilimsel çalışma özgürlüğü engellendiği gibi ayrıca ölümle tehdit edildi.
Fransa’nın diğer uluslara yaptığı soykırım ve katliamlara şimdilik değinmesek bile yakın dönemde Cezayir’de açıkça bilinen 1,5 milyon Cezayirliyi katletmesi soykırımların en başında gelir. Cezayir’de açıkça dile getirilen bu 1,5 milyon katliamın dışında Fransa, gizli olarak da 1,5 milyon Cezayirliyi katletmişti. Şu vurgulunmalı. Hitler’i bile bu konuda gölgede bırakmışlardır.
Fransa, Cezayir’de açık ve gizli olarak 3 milyon kişiyi katletti. Bu soykırım değilde nedir?
Fransa’nın 1994 yılından başlayarak (Belçika’nın da katkılarıyla) Ruanda’da yaptığı 1 milyona yakın kişinin katliamı, soykırımı neden dile getirilmiyor?
Fransa’nın 2004 yılında, Batı Afrika’daki Fildişi Sahili’nde yaptığı katliam ve soykırım neden dile getirilmiyor?
Fransa’nın yaptığı bu soykırımları neden kimse sorgulamıyor, dile getirmiyor, hiç hesap sormuyor?
İngiliz tarihçi Andrew Mango, 25 Eylül 2000 Pazartesi günü, Washington’da yaptığı açıklamada, “Girit’e, Yunanistan’a, Bosna’ya soykırım diyen yok” diyerek, ABD ve Avrupa’nan bazı ülkeleri tarafından yapılan ikiyüzlülüğü dile getirmişti.
ABD, Almanya, İngiltere, Fransa, Rusya ve Yunanistan’ın yaptıkları soykırımlar ayrı bir yazı konusu olduğu için şimdilik yazmıyorum. Zamanı gelince o soykırımlar da yazılacak, dile getirilecek.
Bunun için bazı kimselerin cesareti yok ama bazı insanların cesareti var.
Konu Hakkinda Yararlanilan Bazi Kaynaklar:
1- Türkçe-İngilizce ve Almanca Web Sitesi: www.ermenisorunu.gen.tr
2-Eylül, Ekim, Kasım 2000 tarihli Akşam, Cumhuriyet, Hürriyet, Milliyet, Radikal, Sabah, Star, Türkiye, Yenibinyıl gazeteleri,
3- Gültekin Ural, Ermeni Dosyası, Kamer Yayınları, İstanbul, 1998,
4- Zeki Sarıhan, Kurtuluş Savaşı Günlüğü, dört cilt, Atatürk Kültür-Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1993,
5-Trandafir G. Djuvara, Türkiye’nin Paylaşılması Hakkında Yüz Proje (1281-1913), Gündoğan Yayınları, Ankara, Şubat 1999,
6- Hüseyin Nazım Paşa, Ermeni Olayları Tarihi, iki cilt, T.C. Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Osmanlı Arşivi Daire Başkanlığı Yayınları, Ankara, 1994,
7- Osmanlı Belgelerinde Ermeniler (1915-1920), T.C. Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Osmanlı Arşivi Daire Başkanlığı, Ankara, 1994,
8- Bilal N. Şimşir, Malta Sürgünleri, Bilgi Yayınları, Ankara, ikinci basım, Nisan 1985,
9- İlhan Akbulut, Devlet Terörizmi ve Ülke Bölücülüğü, Boğaziçi Yayınları, İstanbul, 1998,
10- Yılmaz Altuğ, Terörün Anatomisi, Altın Kitaplar Yayınları, İstanbul, Mart 1995,
11- Georges de Maleville, 1915 Osmanlı-Rus Ermeni Trajedisi, Toplumsal Dönüşüm Yayınları, İstanbul,
12- Orgeneral Sabri Yirmibeşoğlu (E), Askeri ve Siyasi Anılarım, cilt:1, 1928-1965, Kastaş Yayınları, İstanbul, Nisan 1999,
13- Yusuf Hikmet Bayur, Ermeni Meselesi, iki cilt, Cumhuriyet Gazetesi Kitapları, İstanbul, Haziran 1998
14- Taner Akçam, Ermeni Tabusu Aralanırken-Diyalogdan Başka Bir Çözüm Yolu Var mı?, Su Yayınları, İstanbul, Ağustos 2000,
15- Stanford J. Shaw-Ezel Kural Shaw, Osmanlı İmparatorluğu ve Modern Türkiye, iki cilt, E Yayınları, İstanbul, ikinci baskı, 1994,
16- Mine G. Saulnier, Bernard Lewis Davası-Bir Tarih Yargılanıyor, Milliyet, 3-4 Haziran 1995,
17- Lobi Bilimi Yendi, Milliyet, 10 Ekim 2000,
18- Fransız Katliamı Sorgulanıyor, Cumhuriyet, 6 Haziran 1998,
19- Mustafa Müftüoğlu, Yakın Tarihimizde Siyasi Cinayetler, iki cilt, Yağmur Yayınları, İstanbul, ikinci baskı, 1977,
20- Mahmut İhsan Özgen, Ermeni Terörü ve Arkasında Gizlenen Güç, Tercüman, 3 Temmuz 1981 (1),
21- Emin Pazarcı, Soykırım Yalanı’nın Gerçek Yüzü, Akşam, 26 Eylül 2000 (1),
22- Serdar Uyan, Ermeni Yalanı, Türkiye, 25 Eylül 2000 (1),
23- Ermeniler Prof. Shaw’u Öldürme Kararı Aldılar, Milliyet, 12 Şubat 1982,
24- 6 Soruda Ermeni Sorunu, Hürriyet, 16.10.2000,
25- Orhan Birgit, Sevr Paranoyasından Söz Edenler Okusunlar, Cumhuriyet, 6.10.2000,
26- Osman Nuri Kurt, Karadeniz’de Ermeni Vahşeti, Bozkurt, Temmuz 1973, sayı: 10,
27- Adem Rıza Yanyalı, Büyük Katliam (Ermenilerin Türk Soykırımı Hakkında), Bizim Anadolu, 2.4.1970 (1),
28- Emin Çölaşan, Aferin Sana Fransa, Hürriyet, 9.11.2000,
29- Baklayı Çıkardılar/ İşte Şer Haritası, Hürriyet, 22.11.2000,
30-Doğan Uluç, Türklere Düşmanlık Gına Getirdi, Hürriyet, 25.8.2002,
31-Hasan Demir, Türkiye’de Türklere de Hürriyet, Yeniçağ, 5.5.2004,
32- Muharrem Sarıkaya, Türk Olmak da Uğraşmak da Zor, Sabah, 12.12.2004,
33- Özdemir İnce, Doğu Sorunu ve Büyük Güçler, Hürriyet, 31.5.2003,
34- Philipp Haas, Azınlık Haklarını Verin Gelecek Sermayeyi Görün, Sabah, 18.6.1999,
35- Hasan Pulur, Fransız Madalyasından Daha Az Türk’e, Milliyet, 24.10.2004,
36- Zeynel Lüle, AB’de En Irkçı Ülke Yunanistan, Hürriyet, 21.3.2001,
37- Türklüğü Sövmek Moda mı?, Cumhuriyet, 28.9.2000,
38- Süheyl Batum, Uygar Dünya ve Soykırım (Fransa’nın Ruanda’da yaptığı soykırım hakkında), Vatan, 9.4.2004,
39- Ruhat Mengi, AB’nin Tartışılabilir Demokratlığı, Vatan, 27.10.2004,
40- Ruhat Mengi, O Gün ve Bugün Benzerlikler, Vatan, 28,10,2004,
41- Türkkaya Ataöv, Kızılderililer ve Türklük, Cumhuriyet, 23.3.2000




..