Tugay Uluçevik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Tugay Uluçevik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

19 Eylül 2018 Çarşamba

Yavru Vatan Elden mi Gidiyor?

Yavru Vatan Elden mi Gidiyor? 


21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü        
Tugay Uluçevik tarafından yazıldı.
Milli Güvenlik ve Dış Politika Araştırmaları Merkezi
02 Ocak 2017 Pazartesi
Yavru Vatan Elden mi Gidiyor?

Kıbrıs müzakerelerinde son süreç İsviçre’nin Mont Pelerin kentinde sonuçsuz kaldı. Ardından 1 Aralık’ta Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı, BM Genel Sekreteri 
Kıbrıs Özel Danışmanı Espen Barth Eide'nin akşam yemeği davetinde, Rum lider Nikos Anastasiadisile bir araya geldi. Ara bölgede BM Kıbrıs Özel Temsilcisi 
Elizabeth Spehar’ın ikametgahında gerçekleşen yemeğe liderlerin yanı sıra müzakereciler Andreas Mavroyannis ile Özdil Nami de katıldı. Saat 21.00’de 
başlayan yemek yaklaşık iki saat sürdü. Son günlerde taraflardan adayla ilgili açıklamalar devam ediyor, Türkiye’de ise Kıbrıs’la ilgili endişeler artmaya 
başladı.

Kıbrıs sorununda taraflar anlaşmaya yakın oldukları intibaını vermeye çalışmaktadırlar. Özellikle KKTC Cumhurbaşkanı Sayın Akıncı, bu konuda titizlik 
ve çözüm için acelecilik göstermektedir. Sayın Akıncı demeçlerinde bir an önce çözüme ulaşmanın hem Kıbrıs Türk halkı için, hem Türkiye için, hem de Kıbrıs 
adasının bulunduğu bölge için faydalı sonuçlar ortaya çıkaracağını vurgulamaktadır.

 Önce şunu ifade edeyim: BMGS'nin ve özellikle Akıncı'nın her vesileyle "müzakerelerde büyük ilerleme sağlandığına" dair açıklamalarına esas teşkil eden sözde ilerlemeler, Kıbrıs'taki iki tarafın karşılıklı iyi niyet ve anlayışla gündemdeki maddeler üzerinde sağladıkları uzlaşılar sonucunda değil, biran evvel çözüme ulaşmak için çabalayan KKTC görüşme heyetinin verdiği özlü tavizler sayesinde gerçekleşmiştir.

 Diğer taraftan, Sayın Akıncı'nın her vesileyle Türk kamuoyuna yönelik olarak ifade ettiği çözümün faydalı sonuçlarına dair ümit uyandırıcı sözlerinin 
gerçekleşebilmesi için, her şeyden önce Ada'ya çözümle birlikte gerçek barışın gelmesi ve barışın sürmesi gerekir. Oysa AB'nin ve ABD'nin teşvikleriyle acele 
ile elde edilmeye çalışılan çözüm şekli Ada'da kalıcı barış ortamı yaratacak gibi görünmemektedir. Çünkü çözümün üzerine bina edildiği BM parametreleri 
sadece Rum - Yunan tarafının öteden beri savunduğu tezlere, ortaya attığı mesnetsiz iddialara uygun bir çözüm ortaya çıkarabilir. Nitekim de böyle 
olmaktadır. Çözümle birlikte her şeyden önce KKTC ortadan kalkacaktır. Oysa sadece Rumlardan oluşan ve 1960 Anayasası'na aykırı şekilde tamamen Rumlardan müteşekkil bir heyet tarafından yönetilen - tırnak içinde söylüyorum - "Kıbrıs Cumhuriyeti" yeni bir anayasa ile yoluna devam edecektir. Kıbrıs Türk Toplumu bu devlete federal bir anayasa ile yamanacaktır. Federe birim halini alacaktır. Kıbrıs Türk halkı kendi devletine, yani KKTC'ne sahip çıkamamış, KKTC'ni yaşatamamış olmanın psikolojik ezikliğini, hattâ boynu büküklüğünü yaşarken, Rum halkı kendi tezlerini hâkim kılmış, kendi devletini yaşatmış olmanın moral üstünlük duygusu içinde olacaktır.

 Türk Ulusu esasen tarihinin en zor dönemlerinden birini ve hattâ başlıcasını 
yaşamaktadır. Böyle bir durumda Kıbrıslı soydaşlarımızı, yavru vatan Kıbrıs'ı, 
sakat bir çözümle Rum - Yunan ortaklığına teslim etmiş olmanın moral 
bozukluğunun etkileri Türkiye'de de kendisini hissettirecektir. Türkiye henüz 
AB'ne tam üye kabul edilmeden sağlanacak sakat bir çözüm şekliyle, Kıbrıslı 
soydaşlarımız federasyona yamanarak AB üyesi statüsü kazanacaklardır. Kıbrıslı 
soydaşlarımız Rumlarla ve Yunanistan ile birlikte AB statüsü içinde bulunurken 
Türkiye bu statünün dışında tutulmağa devam edilecektir. Türkiye Kıbrıs'tan 
uzaklaştırılacak ve soydaşlarımızın bizimle yabancılaştırılması süreci 
başlayacaktır.

 Türkiye'nin günümüzdeki hasımları "Türkiye 60 senedir 'millî dava' dediği bir 
davasına sahip çıkamamıştır; demek ki Türkiye zafiyet içindedir" düşüncesine 
kapılıp Türkiye'ye yönelik meş'um emellerinde ve plânlarında daha da cesaret 
bulacaklar, cüretkâr hale geleceklerdir.

 Diğer taraftan, Rumlar ve Yunanistan "enosis", yani bir Rum/Yunan adası telâkki ettikleri Kıbrıs'ın Yunanistan'a bağlanması, Yunanistan ile bütünleşmesi 
ülküsünden vazgeçmiş değillerdir. Rum tarafının Meclisi'nin 1967'de kabul ettiği 
"enosis" kararı hâlâ geçerliğini muhafaza etmektedir. Rum lider Anastasiadis ve 
Yunan yetkililer her fırsatta "Kıbrıs helenizminden" , "helenizmin ortak 
çıkarlarından ve hedeflerinden" söz etmektedirler. Bir süre önce de Yunan 
Savunma Bakanı Kammenos, Kıbrıs Adasında önce İngiliz İdaresine, daha sonra 
yıllarca Kıbrıs Türk halkına karşı terör eylemlerinde bulunmuş olan EOKA örgütü 
ile irtibatlı kuruluşları törenle ödüllendirmiştir. Bu kişinin 2015 başında 
Kardak kayalığımıza çelek bırakmak suretiyle bir tahrik hareketinde bulunduğunu da hatırlıyoruz. Ayrıca yine hatırlayalım: Yunanistan'da EOKA terör çetesinin anısına Atina'nın merkezine dikilen heykelin açılışını, Eroğlu ile Anastasiadis arasında müzakereleri başlatan Ortak Bildirinin yayınlandığı dönemde Yunanistan Cumhurbaşkanı ve GKRY lideri Anastasiadis'in birlikte yapmışlardır.

 Günümüzde de ırkçılığın, ırkçı şiddet hareketlerinin ve eylemlerinin özellikle 
Avrupa'da yükselişte olduğu gözden ırak tutulmamalıdır. Bu yükseliş güney 
Kıbrıs'ta da görülmektedir. ELAM örgütü buna örnektir. Siyasî parti haline 
dönüşmüş ve GKRY Meclisine girmiştir.

 Bunlara karşılık, ne yazık ki, KKTC Cumhurbaşkanı Sayın Akıncı göreve 
seçildikten sonra verdiği ilk demeçte "anavatan - yavru vatan" söylemini 
sorgulamış ve karşı çıkmıştır.

Demek isterim ki, önümüzde duran sakat çözüme ulaşıldığı takdirde, Rumların ve Yunanistan'ın Kıbrıs adasını tam bir Yunan adası haline getirme ve Ege'den sonra Kıbrıs'ta da Türkiye'yi güneyden kuşatma azmi daha da güçlenecektir.

 Bütün bu sebeplerle ve şimdi sözü uzatmamak için saymadığım başkaca sebeplerle önümüzdeki dönemde çözüme ulaşılsa dahi; kurulduğu zannedilen barış ortamı sürekli olamayacaktır. Çözümle birlikte, Kıbrıslı soydaşlarımızı ve Türkiye'yi, hiç temenni etmiyorum ama - Kıbrıs'ta çeşitli gaileler bekleyecektir.

 Ayrıca, gerçek odur ki, müzakere sürecinde Türk tarafı ve Türkiye için çok 
önemli olan noktalar hakkında henüz bir mutabakat oluşmuş değildir. Federasyonun olmazsa olmaz niteliğindeki bir kurumu, yani "dönüşümlü başkanlık" konusunda, iki tarafın federasyon içindeki siyasî eşitliği konusunda, henüz Rum tarafının mutabakatı sağlanmış değildir. Çok sayıda görüş ayrılıkları, anlaşmazlıklar devam etmektedir.

 Bildiğiniz gibi görüşmeler Kasım ayında bir süre Kıbrıs dışında İsviçre'nin 
Mont Pelerin kasabasında cereyan etmiştir. Oradaki görüşmelerde Rumlar ayak 
sürümüştür. İlk aşama toplantılarından sonra Türk tarafı ilerleme sağlanması 
için toprak konularında da elini gösterecek şekilde açılımlar yapmış ve hatta 
taviz vermiş olmasına rağmen, Anastasiadis istişareye ihtiyaç duyduğunu 
söyleyerek İsviçre'den ayrılmıştır. Yunanistan Başbakanı Çipras ve Adada da 
kendi Ulusal Konseyi ile istişarelerde bulunmuştur. On gün sonra Mont Pelerin'de görüşmeler yeniden başladığında Rum tarafı uzlaşmaz tutumunu sürdürmüştür. Rumların masada 'vermeden alma' peşinde olduklarını daha net belli olmuştur.

 Kanaatimce o aşamada KKTC ve Türkiye “tamam artık buraya kadar. 15 aydır 
uluslararası toplumun gayretleri ve Türkiye'nin teşvikleriyle müzakere 
yapılmıştır. Türk tarafı olarak biz oldukça esnek davrandık ve davranmaktayız 
ama sonuç alamamaktayız. Federal çözümde tarafların siyasî eşitliğini sağlayan 
temel kurumlar ve hak ve yetkiler bile Türk tarafından esirgenmektedir. Bu süreç artık bitmiştir. Kıbrıs Türk halkı kendi iradesiyle kurduğu KKTC'yi yine kendi iradesiyle yaşatacaktır. Herkes kendi yoluna" denilmeliydi. Bu tarihî fırsat 
kaçırılmıştır.

 Maalesef, Sayın Mustafa Akıncı ve Türkiye müzakere sürecinin devamından yana tutum takınmışlardır. Neticede ABD, İngiltere, AB de devreye girmişler; Sayın Çavuşoğlu da KKTC'de temaslarda bulunmuş ve neticede BM gözetiminde 
müzakerelerin bu sefer de Cenevre'de devam etmesi hususunda 1 Aralık gecesi 
BMGS'nin Kıbrıs Özel Danışmanı'nın düzenlediği ve Akıncı ile Anastasiadis'in 
katıldığı akşam yemeğinde mutabakata varılmıştır.

 Bu Mutabakata göre 9-10-11 Ocak 2017 tarihlerinde Cenevre'de, her iki taraf, yani Akıncı ve Anastasiadis, Ada'daki iki toplumun liderleri sıfatıyla masaya oturacaklardır. İki lider arasındaki görüşmelerde o vakte kadar anlaşmaya varılamamış olan konularda - çeşitli kaynaklarda henüz anlaşmaya varılamamış konuların sayısı hakkında verilen rakamlar 50 ile 300 arasında değişmektedir - anlaşma sağlanmasına çalışılacaktır. 11 Ocak'ta taraflar birbirlerine toprak ayarlamaları konusunda haritalarını sunacaklardır. 12 Ocak'tan itibaren de - BM'nin tabiriyle "Kıbrıs hakkında bir konferans" başlayacaktır. Bu konferansın bitiş tarihi belirtilmemiştir, ucu açıktır. Yine 1 Aralık akşamı yapılan açıklamada “gerektiğinde başka ilgili taraflar da konferansa davet edilecektir” denilmiştir. AB, toplantıya katılabileceğini belirtmiştir. İnternette okuduğuma göre Rusya da katılmak istemektedir. Hatta Güney Kıbrıs'taki Komünist AKEL Partisi Çin'i bile toplantıya davet etmiştir. KKTC ve Türkiye Konferansın bu şekilde katılımcı sayısı bakımından genişletilmesine kararlılıkla karşı çıkmalıdırlar.

 Bildiğiniz gibi KKTC ve Türkiye bu konferansı “Beşli Konferans” olarak 
adlandırmaktadır. Yani Kıbrıs'taki iki tarafın veya toplumun Liderleri ile 3 
garantör ülke Türkiye, İngiltere ve Yunanistan'dan oluşan beşli bir konferans. 
Ancak Rumlar ve Yunanistan bu konferansı "Uluslararası konferans olarak" 
nitelendirmektedirler. Rumlar ve Yunanistan Rum tarafının Konferansa "Kıbrıs 
Cumhuriyeti Devleti" olarak katılmasını istemektedirler. Ve hattâ bunun böyle 
olacağını pervasızca söylemektedirler. Bu konuda GKRY, iktidarı ve muhalefetiyle hemfikir görünmektedir. Rumlar, ayrıca, Konferans'a AB'nin ve Güvenlik Konseyi'nin Daimî üyelerinin de katılması gerektiğini kendi mesnetsiz 
gerekçelerine göre anlatmaktadırlar. Yapmak istedikleri, KKTC Konferans'a 
"toplum" olarak katılırken, Rum Toplumunun 'Kıbrıs Cumhuriyeti Devleti" olarak 
Türkiye'nin karşısında oturmasını sağlamaktır.

 GKRY'nin ve Yunanistan'ın Konferansın kendi emellerine uygun düşen biçimde 
teşkilâtlandırılması ve yönetilip yönlendirilebilmesi maksadıyla çeşitli 
diplomasi, protokol, usul ve şekil hilelerine başvurmalarını beklemeliyiz.

 Rum - Yunan ortaklığının öncelikle ve önemle sözde "Kıbrıs Cumhuriyeti'nin" 
Konferans'ta temsil edildiği görüntüsünü verecek bir düzenleme yapılması yönünde faaliyete geçmeleri beklenmelidir.

 Bu konuda Türkiye ve KKTC çok dikkatli olmalıdırlar. Konferansın asıl 
katılımcıların sadece garantör devletlerle birlikte Kıbrıs'taki iki toplum 
olması gerektiğinin üzerinde durulmalıdır. BMGS nezdinde gereken teşebbüsler 
KKTC ile Türkiye tarafından birlikte eşgüdüm içinde yapılmalıdır. Rum - Yunan 
cephesi ve BM sekretaryası çeşitli hilelerle, konferanstaki taraflar içine 
"Kıbrıs Cumhuriyeti'ni" de dahil etmeğe çalışırlarsa, bu konferansa Kıbrıs Türk 
tarafının ve Türkiye'nin katılmaması gerektiği görüşündeyim.

 Bildiğiniz üzere Türkiye 12 Ocak'ta açılacak Konferans'a katılacaktır. Bu 
Konferans'ta "güvenlik ve garantiler" konusu gündemi teşkil edecektir. Bu böyle 
olmalıdır. Bununla beraber, Rumların üzerinde anlaşılamamış konuları 
garantörlerin de katılacağı toplantıda gündeme getirme çabasında olacakları 
beklenmelidir. Bu çok tehlikeli bir manevradır. Çünkü o zaman işin boyutları 
değişecektir. Rumların gizlemedikleri emeli, AB üyesi statülerinden de aldıkları 
güç ve cesaretle, Kıbrıs Türk tarafını saf dışı bırakarak, bütün konuları 
"işgalci" güç dedikleri Türkiye ile masada yüz yüze müzakere etmektir. 
Türkiye'nin kendilerini yani Rum yönetimini muhatap almasını sağlamaktır. 
Türkiye bu oyuna gelmemelidir. Bir an önce çözüm hevesinde olan Sayın Akıncı 
Rumların buna dönük manevralarına göz yummamalıdır.

 Güvenlik ve garantiler konusunda Rum tarafı ve Yunanistan tam bir görüş ve ağız birliği içinde hareket etmektedir. AB'de kendilerine destek vermektedir ve hattâ cesaretlendirmektedir. Rum - Yunan cephesi Konferansın amacının garantilerin ortadan kaldırılmasını ve Türkiye'nin Ada'daki askerî varlığının tamamen geri çekilmesini sağlamak olması gerektiğini savunuyorlar. Güvenlik ve garantiler konusunun Türkiye ve KKTC için hayatî bir konu olduğunu söylemeye lüzum görmüyorum.

 1959 - 1960 mutabakatları ve antlaşmalarıyla merhum Adnan Menderes'in Başbakan olduğu dönemde Türkiye'nin Kıbrıs'ta elde ettiği fiilî ve etkin garanti hak ve yetkilerinden Türkiye'nin vazgeçebileceğini, hattâ sulandırılmasına izin 
verebileceğini düşünmek, tahmin ve tasavvur etmek dahi istemiyorum. Türkiye bu haklarından ve yetkilerinden vazgeçerse korkarım tarih tekerrür etmiş olacaktır.

 Osmanlı Devleti en güçlü devrinde 1571'de Kıbrıs'ı egemenliği altına almış, 
Yıkılma Devrinde 1878'de Sultan II. Abdülhamid tarafından İngiltere'ye 
kaptırılmıştır. 1923 Lozan Konferansı'nda İsmet Paşa Kıbrıs Adası'nın 
Yunanistan'a verilmesi teklif ve teşebbüslerine karşı çıkmış; bunları sonuçsuz 
bırakmıştır. Antlaşmanın ilk taslağında Ada'nın kaderinin ileride tayin 
edilmesinde Türkiye'nin söz sahibi olmasını imkânsız kılan maddeye İsmet Paşa 
kararlılıkla itiraz etmiş ve maddeyi tadil ettirmiştir. Başbakan merhum Adnan 
Menderes Türkiye'nin uluslararası siyaset ve diplomaside yıldızının parlak 
olduğu bir zamanda 1959'da Kıbrıs'ı tekrar Türkiye'nin yetki ve etki alanına 
dâhil eden; Türk askerinin Ada'da konuşlandırılmasına imkân veren ve böylece Rum 
- Yunan ortaklığının "enosis" emellerini boşa çıkaran bir anlaşma yapmayı 
başarmıştır. Yine, Türkiye 1959 - 1960'da elde ettiği hak ve yetkileri, Başbakan 
merhum Bülent Ecevit ve Başbakan Yardımcısı merhum Necmettin Erbakan zamanında, CHP - MSP koalisyon Hükûmeti zamanında, Yunanistan'ın Ada'da askerî darbe yaparak enosis'i ilân teşebbüsünü önlemek üzere kullanmıştır. Kahraman Silâhlı kuvvetlerimiz 5 gün içinde hazırlanmış ve Türkiye'nin sebebiyet vermediği bir savaşı, 1974 Kıbrıs Barış Harekâtımızla zaferle sonuçlandır mıştır.

 Türkiye bu harekâta bir savaşın muhtemel bütün risklerini, tehlikeli 
sonuçlarını göze alarak girişmiştir. Kıbrıslı soydaşlarımızın 21 Aralık 
1963'deki Rum saldırılarından itibaren 11 yıl boyunca verdikleri şehitlere ilâve 
olarak Türkiye Barış harekâtımız sırasında da yüzlerce evlâdını şehit vermiştir. 
Yüzlerce gazimiz vardır. Barış harekâtımız Kıbrıs sorununun gerçekçi ve 
yaşayabilir bir çözüm şekline kavuşturulması için gerekli parametrelerin ada 
sathında fiilen oluşmasını sağlamıştır. Kıbrıs Türk halkı kendi bağımsız ve 
egemen Devletine, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'ne sahip olmuştur.

İşte şimdi bir an önce sonuçlandırılmak istenen Kıbrıs müzakere süreci ile 
varılabilecek çözüm şekli, Kıbrıslı soydaşlarımızın 11 yıl hayatları pahasına 
Enosis’e karşı direnmek suretiyle, Türkiye'nin de büyük fedakârlıklarla 1974 
Barış Harekâtımız ile sağladığı bütün sonuçlarını, Rum - Yunan cephesinin 
emellerine uygun biçimde ortadan kaldıracaktır. Tekrar ediyorum, önümüzde duran çözüm şekli, başta KKTC'nin varlığı ve iki kesimli siyasî coğrafya olmak üzere 1974'ün bütün sonuçlarını fiilen ve hukuken sıfırla çarpacaktır.

 Kanaatimce gelişmeler Kıbrıs Türk varlığının geleceği ve Türkiye'nin Kıbrıs ile 
ilgili ve ilişkili hayatî ulusal güvenlik çıkarları açısından endişe vericidir.

 Bununla beraber, Cumhurbaşkanı Sayın Recep Talip Erdoğan'ın, hafızam beni 
yanıltmıyorsa, 29 Kasım günü yaptığı bir konuşmada, mealen, "aylardır, yıllardır 
Kıbrıs için görüşme yapılıyor; sürekli oyalamayla geçiyor; Rumların taktiği bu; 
'Hep bize verin' diyorlar. Kıbrıs'ı tamamen almak istiyorlar; hedefleri bu. 
Durun bakalım; neyi veriyoruz, neyi alıyorsunuz? Orada şehitlerimizin kanı var! 
Aç tavuk kendini buğday ambarında sanırmış, bunların yaptığı bu" şeklindeki 
sözlerinden, ifade etmeliyim ki, inşirah buldum; yüreğime su serpildi.

 Sayın Cumhurbaşkanı'nın sözleri gerçeklerin yalın bir dille ifadesidir. 
Rumların çözüm ile güttükleri amacın nihayet doğru bir teşhisidir. Sayın 
Cumhurbaşkanı'nın bu sözlerinde mündemiç hareket hattının masa başında KKTC ve Türkiye heyetlerinin söylem ve tutumlarında somut ifadelerini bulmasını dilerim ve beklerim.

 Bununla beraber, Sayın Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın mealen naklettiğim sözlerini dile getirdiği konuşmasından bir hafta kadar sonra Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü Sayın İbrahim Kalın'ın düzenlediği basın toplantısında Kıbrıs konusunda 
söylediği bazı sözler var. Mealen nakletmeye çalışayım. Sözcü Kalın Cenevre 
Konferansı'nda Türkiye'nin Sayın Cumhurbaşkanı tarafından temsil edileceğini 
açıkladıktan sonra şunları söylediğini hatırlıyorum: "... Türkiye Annan Plânı 
zamanından itibaren Kıbrıs konusunda daima 'bir adım önde olma' siyaseti 
izlemiştir. Bu siyasetimiz bugün de devam ediyor." Mealen böyle.

 Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın biraz önce naklettiğim ve gerçeklerin yalın ifadesi 
olarak değerlendirdiğim sözlerinin karşısında Sözcü Kalın'ın bu aşamada da 
"Türkiye'nin bir adım önde yürüme politikası" uyguladığı ve Cenevre 
Konferans'ında da uygulayacağına dair beyanına bir anlam verebilmiş değilim. 
Kalın'ın bu sözlerini, Sayın Cumhurbaşkanı'nın Türkiye'ye yakışan sağlam bir 
duruşu tasvir eden ifadeleriyle bağdaştıramıyorum. Sayın Cumhurbaşkanı'nın 
değerlendirmeleriyle çelişkili buluyorum.

 Türk Hükûmeti'nin Annan Plânı döneminde uyguladığı "bir adım önde yürüme" 
siyaseti o zaman başarılı mı olmuş ki, Türkiye'ye ve KKTC'ne somut getirileri mi 
olmuş ki, şimdi yine uygulanmasına devam ediliyor?

Şurası bir gerçektir: O dönemde Türkiye’nin uyguladığı ve sermaye çevrelerinin 
ve medyanın, belirli istisnalar dışında, yaygın biçimde desteklediği “bir adım 
önde yürüme” siyaseti ve yaklaşımı, ne Kıbrıs sorununun çözümünü sağlamış, ne Rum tarafı çözümü referandumda yüzde 76 nispetindeki oyla reddederken Kıbrıs Türk Tarafı’nın çözüme yüzde 65 oyla “EVET” demesi Kıbrıslı Türklerin siyasî statüsünü yükseltmiş ve üzerinden ambargoların kalkması sonucunu doğurmuş, ne de bu yaklaşım AB üyelik sürecinde Türkiye’nin önünün açılmasına katkıda bulunmuştur. Bu da Kıbrıs konusuyla ilgili ibret alınması gereken kayda değer bir gerçektir, olgudur.

 AB’nin ve ABD’nin Kıbrıslı Türklerin üzerindeki ambargoların kaldırılması 
yönünde tedbirler alacakları yolunda referandumun hemen ertesinde resmen 
verdikleri sözlerin hiçbiri tutulmamıştır. KKTC üzerindeki ambargolar, olduğu 
gibi devam etmiştir.

 Türkiye'nin AB üyelik sürecinde halen 14 fasıl AB Konseyi'nin ve GKRY'nin 
engellemeleri yüzünden bloke edilmiş durumdadır.

 2004’de çözümü Kıbrıs Türk Tarafı’nın kabul ettiği; Rum Tarafı’nın reddettiği; 
Türkiye’nin çözüme “evet” oyu vermesi için Kıbrıs Türk kamuoyunu yönlendirdiği gibi olgular, BM, AB organları ve uluslararası siyasetin başaktörleri tarafından unutulmuş bulunmaktadır.

 Bu çevreler, yine, 2004’den önce olduğu gibi, çözüm için Türkiye’nin ve Kıbrıs 
Türk Tarafı’nın adımlar atmasını talep etmektedirler ve bunu beklemektedirler. 
Türkiye’nin AB sürecinin ilerleyebilmesinin şartları arasında yine Türkiye’nin 
yok hükmündeki “Kıbrıs Cumhuriyeti’ni” dolaylı biçimde de olsa tanımasına yol 
açacak adımları atması gereğini zikretmektedirler.

 Bu sebeplerle Cenevre Konferansı öncesinde Türkiye'nin "bir adım önde olma veya yürüme siyaseti" izleyeceğinin açıklanmış olmasını talihsizlik olarak 
değerlendiriyorum.

 Sayın Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın yerinde ifadesiyle "hep bize verin" diyen Rum 
tarafına "bir adım önde yürüme" siyasetiyle "siz bir isteyin bizi iki vereceğiz 
mi" diyeceğiz. Diplomasi de böyle bir siyaset veya taktik veya pazarlık ortaya 
sağlıklı, yaşayabilir bir çözüm çıkaramaz. Hattâ çözüm çıkaramaz. Bunun böyle 
olduğunu 2004'deki tecrübe ibret verici biçimde göstermiştir. Karşı tarafın 
isteklerine cevap veren tavizlerle ortaya çıkan belge çözüm anlaşması değil, 
teslim belgesi olur.

Şunu da belirtmek isterim: Annan Plânı döneminde ve sonrasında Türkiye'nin "AB üyelik sürecimiz Kıbrıs konusu yüzünden zarar görmesin; bu sebeple Kıbrıs'ta esnek davranalım; oyunbozan olmayalım" gibi bir kaygısı, hattâ takıntısı vardı. Oysa Türkiye'nin AB üyelik sürecini olumsuz etkileyen asıl faktörün Kıbrıs konusu olmadığı artık bellidir. Avrupa Parlâmentosu'nun Türkiye'nin "müzakere sürecinin geçici olarak dondurulmasını" tavsiye eden raporundaki gerekçeler okunduğu zaman bu gerçek görülebilmektedir.

 Türkiye sırf Kıbrıs müzakere sürecinin gündemindeki konulardan "güvenlik ve 
garantiler" konusunun müzakere edileceği Konferans'ta 1960 Antlaşmalarıyla 
Kıbrıs'ta elde ettiği fiilî ve etkin garanti hak ve yetisinin sulandırılmadan 
aynen devam etmesi hususunda kararlı davranmalıdır. Kıbrıs adası Türkiye'nin dış güvenlik kuşağının en önemli dilimlerinden, cephesinden biridir ve hattâ 
başlıcasıdır.

 Kıbrıs adasının Türkiye'nin aleyhinde emeller besleyen güçlerin eline geçmesi 
veya oraya bu çeşit güç odaklarının, yuvalarının konuşlanmasının Türkiye'nin 
ulusal güvenliğinin askerî, ekonomik, enerji, çevre, vs gibi bütün veçheleri 
için büyük tehlikeler doğuracağını vurgulamağa lüzum yoktur. Esasen Kıbrıs 
sorunu 1950'lerde Ada'ya egemen olan İngiltere'ye ve sonra Kıbrıslı 
soydaşlarımıza karşı Rum teröristlerin yürüttüğü faaliyetler, gerçekleştirdikleri eylemler sonucunda ortaya çıkmıştır. Kıbrıs sorununun ortaya çıkmasıyla birlikte Ada'dan çeşitli boyutlarda tehditler Türkiye'ye de yönelmiştir. Türkiye, fiilî ve etkin garanti haklarını kullanarak gerçekleştirdiği Barış harekâtımız dan sonra geçen 40 küsur yıl boyunca Kıbrıs'tan ülkemize yönelebilecek tehdit ve tehlikeleri kontrol altında tutabilmiştir.

 Cumhurbaşkanı Sayın Erdoğan çeşitli vesilelerle "ülkemize tehdit nereden 
geliyorsa, Türkiye'nin orada olacağını; Irak'tan geliyorsa orada, Suriye'den 
geliyorsa orada olacağını" söylemiştir. Bu söylem elbette ki Kıbrıs adası için 
de geçerli olmalıdır.

 Diğer taraftan, Kıbrıs sorununa bulunabilecek çözüm çerçevesinde Türkiye'nin 
1960 Antlaşmalarıyla Kıbrıs'ta elde ettiği fiilî ve etkin garanti hak ve 
yetkilerinin sulandırılmadan devam etmesinin Türkiye için vazgeçilemez bir koşul olduğu Türkiye tarafından çeşitli vesilelerle açıklanmış bulunmaktadır. Buna dair Millî Güvenlik Kurulu'nun kararları vardır. Devlet adamlarımızın demeçleri vardır. Başbakan Sayın Binali Yıldırım Kasım ayı sonunda TBMM'de Parti Meclis Grubu konuşmasında ve kısa bir süre önce de TBMM'de 2017 yılı Bütçe konuşmasında "Türkiye'nin etkin garantörlüğünün devamının Kıbrıs'ta varılacak bir anlaşmanın olmazsa olmazı" olduğunu ifade etmiştir.

 Temennim, gelişmelerin ve Cenevre Konferansı'nın Kıbrıs adasında gerçek barışı sürekli olarak sağlayacak bir çözümü ortaya çıkarmasıdır. Cenevre konferansında Rum - Yunan ortaklığı çözümsüzlüğü sürdürme taktiklerine başvurursa veya Kıbrıs Türk tarafı ve Türkiye için çözüm çerçevesinde vazgeçilmez nitelikteki unsurlar üzerinde Rum tarafının ve Yunanistan'ın mutabakatı sağlanamazsa, on yıllardır tekrar tekrar sahneye konulan Kıbrıs sorununa çözüm arama oyununda sahne perdesi Türk tarafınca indirilmelidir. Türkiye ve KKTC Kıbrıs sorununun doğal çözümüne doğru kararlılıkla yürümelidirler.

 Doğal çözümün temeli 1974 Barış Harekâtımız ile atılmıştır. Bu temel üzerinde 
Kıbrıs Türk halkının iradesiyle KKTC inşa edilerek doğal çözüm pekiştirilmiştir. 
Cenevre Konferansı'nda anlaşma ortaya çıkmadığı takdirde bağımsız ve egemen 
Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin Türkiye’ye ilâve olarak Türkiye’nin ve 
KKTC’nin dostları ve kardeşleri tarafından da diplomatik olarak tanınmasını 
sağlamak için diplomasi çarklarının döndürülmesine başlanılmalıdır. İleride Rum 
tarafı da gerçek anlamında iki devletli bir çözüme hazır olduğunu ortaya koyduğu zaman Rumlarla bir konfederasyon kurulmasının koşulları müzakere edilmelidir.


Uzman Hakkında
Tugay Uluçevik
Balkanlar ve Kıbrıs Araştırmaları Merkezi

Uzmanın Diğer Yazıları

  Millî Dava Kıbrıs 
  “Kardeşim Esad” Keşke “Katil Esed” Olmasaydı 
  BM’nin Kudüs Kararına Dair Değerlendirmelerin Düşündürdükleri 
  Yunanistan Ege’de Macera Peşinde  
  Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Yunanistan’a Yapacağı Ziyaretin Düşündürdükleri 
  KKTC’nin Türkiye’den Başka Devletlerce de Tanınmasını İsteme Süreci  
  Lozan Dengesi 
  Kıbrıs Müzakere “Prangası” 
  ABD Dışişleri Bakanı Rex Tillerson’un Türkiye Ziyaretine İlişkin Açıklama 
  Cenevre “Ekselanslar” Kıbrıs Konferansı 
  Kıbrıs'ta Çözüm mü? Kalıcı Barış mı? 
  Yavru Vatan Elden Mi Gidiyor? 
  Milli Kıbrıs Davamız Nereye 
  Şehit Diplomatlarımızı Unutmuyoruz 
  Çözülme Sarmalında Millî Dava Kıbrıs  
  Kıbrıs’ta Çözüm Süreci Mi? Çözülme Sarmalı Mı? 
  Ne Mutlu Türküm Diyene! 
  “KKTC Sonsuza Dek” 

 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü
Ahlatlıbel Mah. 1830. Sokak No:39 İncek/Çankaya ANKARA        alsancak escort
Tel: +90 312 489 18 01 | Belgegeçer: +90 312 489 18 02 | Elektronik Posta: 
bilgi@21yyte.org 


***

Yunanistan Egede Macera Peşinde

Yunanistan Egede Macera Peşinde 


Tugay Uluçevik tarafından yazıldı.
21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü      
Yunanistan
22 Aralık 2017 Cuma


  Türkiye ile Yunanistan arasında Ege Denizi’nde ortaya çıkmış olan çeşitli ihtilâflar vardır. Bunların çoğu Türkiye Cumhuriyeti’nin temel haklarını, 
egemenliğini, egemenlik yetki alanını, muhtelif çıkarlarını ve millî güvenliğini doğrudan ilgilendirmekte ve etkilemektedir.

Bu ihtilâfları şu başlıklar altında Zikretmek mümkündür:

1. Ege Deniz’inde karasularının genişliği;
2. İki Ülkenin kıta sahanlıklarının belirlenmesi;
3. Deniz sınırlarının tespiti;
4. Egemenliği uluslararası antlaşmalarla Yunanistan’a bırakılmamış ada, adacık ve kayalıkların statüsü;
5. İki Devletin hava sahalarının genişliği;
6. FIR (Uçuş Malumat Bölgesi) sorunları;
7. Doğu Ege Adalarının uluslararası antlaşmalar hilafına silahlandırılması;
8. Arama Kurtarma (SAR) Faaliyetleri için yetki alanlarının belirlenmesi.

Bu yazıda üzerinde duracağım konu, Egemenliği uluslararası antlaşmalarla Yunanistan’a bırakılmamış ada, adacık ve kayalıkların statüsü; bunların 
Yunanistan tarafından işgal edildikleri olgusudur; eski deyimle vakıasıdır.

“Olgusudur” veya “vakıasıdır” diyorum, çünkü, Dışişleri Bakanı Sayın Mevlüt ÇAVUŞOĞLU Dışişleri Bakanlığı’nın 2018 Bütçesi’nin TBMM Genel Kurulu’nda 
müzakere edilmesi vesilesiyle 17 Aralık günü yaptığı konuşmada Ege’de Yunan işgalinin varlığını teslim ve teyit etmiş bulunmaktadır. 

Ayrıca, ortada, Yunanistan Savunma Bakanı Kammenos’un önceki gün Selânik’teki konuşmasında pervasızca kullandığı ifadeler ve küstahça yaptığı 
meydan okuma vardır.

Önce Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu’nun TBMM’nin Genel Kurulu’ndaki sözlerinden alıntılar yapmak istiyorum:

Sayın Bakan bu sorunun, yani Yunanistan’ın kendisine ait olmayan adaları işgal etmesi sorununun sebeplerini anlatıyor ve tekrar tekrar şunları ifade ediyor:

DIŞİŞLERİ BAKANI MEVLÜT ÇAVUŞOĞLU (Devamla) Kardak sorununa kadar, 1996’ya kadar ne olduysa olmuştur. 
Tekrar ediyorum ve altını çiziyorum: 1996 Kardak Krizinden sonra adaların fiilî ve hukuki durumunda hiçbir değişiklik olmamıştır, ne olduysa önce olmuştur.”

“DIŞİŞLERİ BAKANI MEVLÜT ÇAVUŞOĞLU (Devamla) – Evet, çözelim, bunu da çözelim ama lütfen AK PARTİ döneminde işgal edilmiş gibi yalan bilgiler 
sunmayın.”

“DIŞİŞLERİ BAKANI MEVLÜT ÇAVUŞOĞLU (Devamla) – Daha önce işgal edildi Beyefendi, 1996’dan önce!”

“DIŞİŞLERİ BAKANI MEVLÜT ÇAVUŞOĞLU (Devamla) – 1996’dan önce işgal edildi Beyefendi!”

“DIŞİŞLERİ BAKANI MEVLÜT ÇAVUŞOĞLU (Devamla) – On defa söyledim duymuyor musun! Duymuyor musun 1996’dan önce!”

“DIŞİŞLERİ BAKANI MEVLÜT ÇAVUŞOĞLU (Devamla) – Anlaşma çıkmazsa değerli arkadaşlar, yani, biz burada gene, biraz önce söylediğim gibi, istediğimiz 
alternatifi -yüce Meclis karar alır- kullanırız ama bu, millî bir politikadır. Bu, sokakta konuşulacak ve onu bunu zor durumda bırakacak bir konu değildir. 
Defalarca söylüyorum bakın size, burada bizim hiçbir günahımız yok, ne olduysa 96’dan önce oldu arkadaşlar.”

Bu sarih ifadeler, Yunanistan’ın 1923 Lozan ve 1947 Paris Antlaşmaları ile açıkça kendi egemenliği altına konulmamış olan adaları işgal etmiş olduğunu 
resmen teyit etmektedir.

Sayın Dışişleri Bakanımız Ege’de Yunanistan Türkiye’ye kaşı fiilî işgal durumları yarattığı iddialarını reddetmemiştir. Sadece işgallerin meydana geliş tarihi üzerinde durmuştur. “İşgallerin”1996’dan önce vuku bulduklarını tekrar tekrar ifade etmiştir.

İşgal ister dün, ister bugün olsun. Ortada vatan toprağının işgali keyfiyeti vardır. Gereken yapılmalıdır.

Gelelim Yunan savunma Bakanı Kammenos’un sözlerine:

Kammenos,  Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı Sayın Kemal Kılıçdaroğlu’nun 11 Aralık’ta TBMM’de yaptığı konuşmaya cevap olarak şunları söylemiş:

"Ana muhalefet lideri yine 18 adanın Yunanistan tarafından işgal edildiğini söyledi. En iyi durumda, Uluslararası Hukuk’un ve anlaşmaların hükümlerinden 
haberi yok. En kötü durumda ise Yunanistan’ın egemenliğinden şüphe ediyor, topraklarımızı talep ediyor." 

Evet! Yunan Savunma Bakanı böyle konuşmuş. Sonra da Milat’tan Önceki tarihte Sparta Kralı’nın kendisinin teslim olmasını isteyen Pers Komutanı’na meydan 
okumak için dile getirdiği “gel de al” (Molon Lave) sözünü sarfettmiş. Ve eklemiş “Öyle öğrendik. Tarihimiz bunu öğretiyor” demiş.

Anlaşılacağı üzere, Yunan Savunma Bakanı hem  CHP Lideri’nin Yunanistan tarafından işgal edildiğini söylediği 18 Ada’nın Andlaşmalara göre Yunanistan’a 
ait olduğunu iddia ediyor; hem bu adaları oldu-bitti ile Yunanistan’ın sözde egemenliği altına aldıkları itirafında bulunuyor; hem de Türkiye’ye meydan 
okuyarak “gücün yetiyorsa al bakalım” anlamında “gel de al” diyor.

Türkiye’ye ait olup da Yunanistan tarafından işgal edilmiş oldukları çeşitli basın yayın organlarında çıkan haberlerle; Emekli Kurmay Albay Sayın Ümit 
Yalım’ın yapmış olduğu araştırmalarla ortaya koyduğu bulgularla; Sayın Vedat Yenerer’in “Ege’de Yunan İşgali” isimli kitabındaki bilgilerle; ortaya konulan 
haritalarla, fotoğraflarla; Yunanistan Savunma Bakanlığı’nın internet sitesinde ve diğer Yunan kaynaklarında çıkan bilgi ve fotoğraflarla doğrulanmış olan 
adaları, Türkiye’de bağlı oldukları illeri de belirterek ismen zikretmek istiyorum.

--Koyun Adası ve Venedik Kayalıkları - İZMİR

--Hurşit, Eşek, Nergizcik, Marathi, Bulamaç ve Fornoz adaları – AYDIN

--Kalolimnoz, Keçi, Sakarcılar, Koçbaba, Ardıççık, Ardacık adaları - MUĞLA

Ayrıca, Girit adasının etrafındaki 5 küçük ada.
Bunların isimleri şöyle: Dhiya, Dionisades, Koufonisi, Gravdos, Gaidhouronisi.

Girit’in, Osmanlı Devleti tarafından Balkan savaşlarındaki Müttefik Devletlere, yani, Yunanistan, Bulgaristan, Sırbistan ve Karadağ’a terk edildiği 30 Mayıs 
1913 tarihli Londra Andlaşması’nın IV. Maddesinde hükme bağlanmıştır.

Hüküm şöyledir: “Majesteleri Osmanlı İmparatoru Girit adasını Müttefik hükümdarlara bıraktığını ve o ada üzerindeki bütün egemenlik haklarından  ve 
adada sahip bulunduğu diğer bütün haklarından onların lehine feragat ettiğini beyan eder.”

Andlaşma’nın bu maddesinde Girit’in etrafındaki 5 küçük adadan bahis yoktur. Buna göre bu 5 küçük ada Osmanlı Devleti’nin egemenliği altında bırakılmıştır.

Bu sebeple de bu 5 küçük adanın Türkiye Cumhuriyeti’nin egemenliği altında olması gerekir.

Görüleceği üzere, Türkiye Cumhuriyeti’nin ülkesinin parçası olan saydığım adaları, adacıkları Yunanistan gasp ve işgal etmiş bulunmaktadır.

Bir işgal olayının varlığını Sayın Dışişleri Bakanımız Çavuşoğlu da TBMM’de teyit etmiştir. Sadece işgalin vukuunun 1996’dan önce olduğunda ısrar 
etmektedir. İşgalin ne zaman vukubulduğu konusu ayrı bir bahistir.

Asıl ve vahamet arzeden durum Türkiye’ye ait adaların, adacıkların Yunanistan’ın oldu-bittileri sonucunda kaybedilmiş olmasıdır. Türkiye’nin egemenlik alanlarına 
Yunanistan tarafından vaki tecavüzdür.

Yunan Savunma Bakanı da “gel de al” demek suretiyle bu adaları  fiilen ele geçirmiş olduklarını beyan etmektedir.

Sayın Çavuşoğlu bu soruna hangi yollardan çözüm aranabileceğini TBMM Genel Kurulu’nda şu sözlerle ifade etmiştir:

“Diplomasi yoluyla çözebilirsiniz, uluslararası mahkemeye götürebilirsiniz, asker gönderip adaların hepsini alabilirsiniz.”

Ben mesleği diplomasi olan bir kişi olarak, sorunların elbette diplomasi yoluyla, yani ihtilâfların barışçı yöntemlerle, iki devlet arasında müzakerelerle çözülmesi çarelerinin, yollarının araştırılmasını dilerim, tavsiye ederim. Diplomasi güç kullanılmasını önlemek için, barışçı yollardan millî menfaatleri korumak için vardır.

Bununla beraber, bu sorun dahil, Ege’deki çeşitli sorunlara çözüm aramak ve bulmak maksadıyla 12 Mart 2002 tarihinde başlatılmış olan Türkiye – Yunanistan arasındaki istikşafî, yani, araştırıcı mahiyetteki görüşmelerde ilerleme olmadığı artık bellidir. 15 yıldan fazla bir zaman geçmiştir. Türkiye ve Yunanistan arasında 60’dan fazla istikşafî mahiyette görüşme cereyan etmiştir. Bu vakte kadar esasa müteallik tek bir sorun halledilmiş değildir. Bunun temel 
sebebi, Yunanistan’ın Ege’de iki devlet arasında “Kıta Sahanlığı” sorunundan başka bir sorun bulunmadığını iddia etmesidir. Bizim sorun olarak zikrettiğimiz 
konular, onlara göre, Türkiye’nin Yunanistan’ın haklarını ve egemenliğini gaspetme niyetinin tezahürü olan teşebbüslerdir; iddialardır.

Gasp ve işgal edilmiş olan adalarımız ve adacıklarımız konusunda bıçak kemiğe dayanmış görünmektedir. İki devlet arasındaki istikşafî görüşmeler yoluyla sonuç alınması mümkün görünmemektedir.

Konu Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin egemenliğinin ve toprak bütünlüğünün ihlâli konusudur. Millî bir mahiyeti haizdir. Bu sebeple, Türkiye’de bu konuda iç 
siyaset mülâhazalarından sıyrılmış olarak millî bir anlayış ortaya konulmasına ve millî bir duruş sergilenmesine ihtiyaç vardır. Bu millî anlayışın tezahür 
edeceği ve duruşun tesirli biçimde sergileneceği yüce mekân TBMM’dir.

Bu konuyu bütün veçheleriyle irdelemek, millî menfaatlerimize en uygun hareket tarzını seçmek, bu millî konuda kararlılık göstermek için TBMM’nin olağanüstü 
gizli toplantı yapmasında bir vatandaş olarak fayda ve hattâ zorunluk olduğu düşüncesindeyim.

Bu çerçevede, Yunanistan’ın Ege’de karasularını 6 milin ötesinde genişletme niyetini ortaya koymaya başladığı 1976 yılında Süleyman Demirel’in 
Başbakanlığını yaptığı Millî Cephe koalisyon Hükûmeti zamanında Türkiye’nin, Ege’de karasularının 6 milin ötesinde genişletilmesinin “savaş nedeni” [casus 
belli] sayılacağını ilân ederek sergilediği kesin ve kararlı duruşu hatırlatmak isterim. 

Ayrıca 1995’i de hatırlamak lâzımdır. 1 Haziran 1995 tarihinde Yunan Parlâmentosu Deniz Hukuku Sözleşmesini onaylamıştı. Parlâmento Yunanistan 
Hükûmetine uygun göreceği bir zamanda Ege’de karasularını genişletmek üzere kararname çıkarma yetkisi vermişti. Bu gelişme üzerine, TBMM, 8 Haziran 1995 
tarihinde, Yunanistan’ın Ege’de karasularını tek taraflı olarak 6 milin ötesinde genişletme kararı alması durumunda Türkiye’nin hayatî çıkarlarını muhafaza ve 
müdafaa etmek için Hükûmete askerî önlemler dahil her türlü tedbiri alma yetkisi vermişti. 
Yani TBMM Yunanistan’ın karasularını 6 milin üstünde genişletmesinin Yunanistan için belki de altından kalkamayacağı bir bedeli olacağını hissettirmişti.

Gerçek odur ki, Ege’de karasuları genişliği bakımından on yıllardır iki ülke arasında dengenin muhafazasını sağlayan faktör Türkiye’nin 1976’da takındığı ve 1995’de tekrarladığı kesin tavır ve aldığı “savaş sebebi” kararı olmuştur.

Yunan Millî Savunma Bakanı’nın, ülkesinin gerçek çıkarlarını düşünüyor olsaydı Türkiye’ye “gel de al” gibi haddini aşan bir meydan okumada bulunmamış olacağı görüşündeyim.

Yunan Bakan “gel de al” derken tarihten dem vurmuş ve “tarihten bunları öğrendik; tarih bunları öğretiyor” demiştir.

Oysa, kendisi şayet tarih okumuş ve öğrenebilmiş olsaydı, Yunanistan’ın emperyalistlerin maşası olarak maceraperest ve hayalperest saik ve hedeflerle 
Türkiye’ye karşı haddini aşan tutum ve davranışlarda bulunduğu 1919 – 1922 döneminde Anadolu’da, 1974’de Kıbrıs’ta, sonunda ne denli hüsrana uğradığını, 
zilletlere katlanmak mecburiyetinde kaldığını biliyor olması gerekirdi.

Yunanistan komşusu Türkiye ile olan ilişkilerinin geçmişinde kendi hatalarıyla ortaya çıkmasına sebebiyet verdiği her yeni durumda, geçmişi hasretle ve 
pişmanlıkla aramıştır.

Bugün 21 Aralık. Rum – Yunan ittifakının Kıbrıs’ta aziz ve kahraman soydaşlarımıza karşı katliam hareketini başlatmasının 54. acı yıldönümü. 
Şehitlerimizi rahmet, şükran ve minnetle anıyorum. Gazilerimizden hayatta olanları minnet ve saygıyla selâmlıyorum. Kaybettiklerimize Allah’tan rahmet 
diliyorum.

Yaşasın Türkiye Cumhuriyeti; Yaşasın Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti!

Uzman Hakkında
Tugay Uluçevik
Balkanlar ve Kıbrıs Araştırmaları Merkezi

Uzmanın Diğer Yazıları

  Millî Dava Kıbrıs 
  “Kardeşim Esad” Keşke “Katil Esed” Olmasaydı 
  BM’nin Kudüs Kararına Dair Değerlendirmelerin Düşündürdükleri 
  Yunanistan Ege’de Macera Peşinde  
  Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Yunanistan’a Yapacağı Ziyaretin Düşündürdükleri 
  KKTC’nin Türkiye’den Başka Devletlerce de Tanınmasını İsteme Süreci  
  Lozan Dengesi 
  Kıbrıs Müzakere “Prangası” 
  ABD Dışişleri Bakanı Rex Tillerson’un Türkiye Ziyaretine İlişkin Açıklama 
  Cenevre “Ekselanslar” Kıbrıs Konferansı 
  Kıbrıs'ta Çözüm mü? Kalıcı Barış mı? 
  Yavru Vatan Elden Mi Gidiyor? 
  Milli Kıbrıs Davamız Nereye 
  Şehit Diplomatlarımızı Unutmuyoruz 
  Çözülme Sarmalında Millî Dava Kıbrıs  
  Kıbrıs’ta Çözüm Süreci Mi? Çözülme Sarmalı Mı? 
  Ne Mutlu Türküm Diyene! 
  “KKTC Sonsuza Dek” 


Ahlatlıbel Mah. 1830. Sokak No:39 İncek/Çankaya ANKARA        alsancak escort
Tel: +90 312 489 18 01 | Belgegeçer: +90 312 489 18 02 | Elektronik Posta: 
bilgi@21yyte.org 

***

7 Temmuz 2017 Cuma

Kıbrıs Müzakere “ Prangası ”


Kıbrıs Müzakere “ Prangası ”



Yazar: Tugay Uluçevik
Çözümsüzlüğün Sebepleri

Kıbrıs müzakere süreci 49. yılını tamamlamış bulunmaktadır. Ortaya çözüm çıkmış değildir. Bugünkü durumda, iddiaların aksine, çözüme yaklaşılmış da değildir.

Bu neden böyledir?

Birincisi, Rum – Yunan ittifakı Kıbrıs için “enosis” emelinden ve hayalinden vazgeçememiştir.

İkincisi, Kıbrıs Rum kamuoyu ve özellikle genç kuşak bu vakte kadar siyasetçiler tarafından Ada’da “iki kesimli federal” çözümü kabul yönünde beslenmemiş, teşvik edilmemiştir. Bu gerçeğin görülebilmesi için müzakere sürecinin sadece son 10 yıllık dönemine göz atılması bile yeterlidir. Rum liderler, Makarios’un 1977’de Denktaş’la Kıbrıs sorununun çözümü için “federasyon” şekli üzerinde mutabakata varmış olmasını dahi eleştiren demeçler vermişlerdir. Hristofyas çeşitli vesilelerle “federasyon formülü Makarios’un verdiği acı bir tavizdir” sözünü tekrarlamıştır. Anastasiadis de bir konuşmasında, müzakerelerin “iki kesimli ve iki toplumlu federasyon” hedefini “ıstırap veren bir uzlaşı” olarak nitelemiştir.

Üçüncüsü, Rum tarafı ve Yunanistan, ortak pozisyonlarını, çözüm için 1960 Garanti ve İttifak Antlaşmalarının kaldırılması ve Ada’nın Türk askerî varlığından tamamen arındırılması ön şartlarında kilitlemişlerdir.

Rumlar Çözümsüzlükten Rahatsız Değildir

BM Güvenlik Konseyi’nin ve AB’nin gelişmelerin seyri içinde aldıkları Rum tarafının iddialarına ve pozisyonuna arka çıkan kararlar ve bunlara dayalı olarak yaptıkları uygulamalar, Rum – Yunan ortaklığını, Kıbrıs sorununun gerçekçi, adil ve kalıcı çözümü için Kıbrıs Türk tarafıyla ve Türkiye ile uzlaşıp anlaşma yapmaya ihtiyaç duymaz hale getirmiştir. “Ada’daki statüko (status quo) kabul edilemez” diye yakınan Rumların ve Yunanistan’ın aslında çözümsüzlükten rahatsız olmadıkları da gün gibi aşikârdır.

Rumların Uzun Vadeli Stratejisi

Rumların ve Yunanistan’ın 1963, 1967 ve 1974’deki silâhlı “enosis” girişimleri Kıbrıs Türk halkı ve Türkiye tarafından sonuçsuz bırakılmıştır. Türkiye’nin haklı ve zamanlı askerî harekâtıyla Ada’da iki kesimli ve iki devletli yeni bir durum yaratılmıştır. Böylece  gerçekçi ve yaşayabilir bir çözümün alt yapısı oluşmuştur.  Rum – Yunan ittifakı ise  kendilerinin sebep olduğu bu yeni durumu kabullenememiştir. Ada’daki durumu, Türkiye’nin Kıbrıs’a müdahale hak ve yetkileri de kaldırılmış olarak, eski haline getirme hayaliyle “uzun vadeli mücadele” stratejisini uygulamaya koymuştur.

Bu strateji, daha önce silâhlı saldırılar ve ekonomik abluka gibi sindirme metotlarıyla “enosis” karşısındaki direnci kırılamayan Kıbrıs Türk halkının dayanma ve mücadele azminin “yıldırma” ve “usandırma” yöntemlerine başvurularak aşındırılabileceği düşüncesinin ve ümidinin ürünü olmuştur.

Rum Tarafı Müzakere Sürecini Kötüye Kullanıyor

Rum tarafı, Yunanistan’ın da desteğiyle, BMGS’nin “iyi niyet” görevi çerçevesindeki çözüm arayışlarında, müzakere sürecini  “uzun vadeli mücadele” stratejisinin hedefleri doğrultusunda istismar etme niyetiyle hareket etmiştir. Rum tarafı, Türkiye’nin 1974 müdahalesinin Ada’daki sonuçlarını – iki kesimlilik dahil - bütünüyle ortadan kaldıran, Garanti ve İttifak Antlaşmalarını sona erdiren, Ada’yı Türk Silâhlı Kuvvetlerinin unsurlarından tamamen arındıran bir çözüm şekli elde edebilmesine elverişli bir konjonktürün ortaya çıkmasına değin masada ve masa dışında oyalayıcı tutum ve taktiklerle zaman kazanma peşinde olmuştur.

BM’nin ve AB’nin tutumları Rumların Amaçlarına Hizmet Ediyor

Özellikle KKTC’nin ilânından sonraki dönemde BM Güvenlik Konseyi’nin KKTC’nin bağımsız bir devlet olarak tanınmasını engellemek için uluslararası topluma yaptığı çağrıyla beraber AB’nin ticarî ve ekonomik ilişkiler ve vize bakımından KKTC’ne getirdiği çeşitli kısıtlamalar ve nihayet, Rum yönetiminin ve Yunanistan’ın AB üyesi olmaları,  Rumların stratejilerini uygulamaları için müsait bir zemin oluşturmuş ve güçlü bir destek sağlamıştır.

Rum tarafı bu zemini kullanarak Kıbrıs Türk halkının Ada’da çözümsüzlüğün sıkıntılarını hissetmelere yol açacak uygulamalara girişmiştir. Algı operasyonları düzenlemişlerdir.

Türkiye’nin Nisan 1987’de AB’ne tam üye olmak için başvuruda bulunmasından sonra ise Türkiye ile Yunanistan arasındaki ihtilaflı konular ve Kıbrıs konusu Türkiye – AB ilişkilerinin gündemine dahil edilmişlerdir. Fazla zaman geçmeden de Türkiye’nin AB üyeliğine ilişkin sürecin ilerleyebilmesinin siyasî şartları haline getirilmişlerdir. Bu durum da Rum – Yunan ortaklığının Kıbrıs sorunundaki stratejisinin uygulanmasına ilâve destek ve güç kazandırmıştır.

Hristofyas’ın İfşaatı

Rum tarafında 2008 yılında Hristofyas’ın başkan seçilmesi nedense o zaman  KKTC’de, Türkiye’de ve uluslararası çevrelerde Kıbrıs sorunun çözüm yolunda ümit ve beklenti yaratmıştır.  Bu beklenti boşa çıkmış; Hristofyas ile Talât arasındaki müzakere süreci sonuç vermemiştir.

Hristofyas görev süresinin sonuna doğru yaptığı konuşmalarda “5 yıllık iktidarı boyunca KKTC’ye yönelik ambargoların yürürlükte kalması için mücadele ettiklerini” söylemiş; bunu başkanlık döneminin bir “başarısı” olarak  takdim etmiştir. “Yaptığımız en önemli iş, soruna yön veren tarafları KKTC’nin siyasi düzeyinin yükseltilmesinin bölünmeye neden olacağına ikna etmemiz ve çözüm umutlarını sürdürmemiz oldu” demiştir.

Hristofyas’ın partisi AKEL’in Annan Plânı üzerindeki referandumda o dönemdeki Rum Lider Papadopulos’un “red” kampanyasını desteklediğini ve AKEL taraftarlarının oylarıyla Plân’ın reddedildiğini kaydetmek isterim.

Rum tarafının müzakere sürecini kendi emelleri doğrultusunda kötüye kullanma niyeti, çözüm çabalarının bir zaman çerçevesiyle sınırlanmasına; BMGS’nin “hakemlik” gibi bir rol üstlenmesine daima kararlı biçimde karşı çıkıyor olmasından da bellidir.

Çözüm Süreci Kıbrıs Türk Halkına Vurulmuş Prangadır

Konuya bu gerçeklerin ışığında baktığımız zaman Kıbrıs müzakere sürecinin KKTC halkının iradesine, enerjisine, kalkınma hamlelerine ve en önemlisi de genç kuşakların istikbal ve kaderine vurulmuş bir pranga olduğunu söylemek yanlış olmaz. Böyle bir pranganın genç nesilleri istikbal bakımından karamsarlığa, ümitsizliğe ve bezginliğe sevk etmesi de şüphesiz kaçınılmazdır. Bunun sonucu da, korkarım, Kıbrıs konusunda yaşayabilir âdil ve kalıcı bir çözüm şekline doğru ilerleme sağlanması değil, Kıbrıs Türk halkının  milli davada çözülmeye doğru hızla kayması olacaktır.

Bu pranganın ya halen devam etmekte olan Cenevre konferans sürecinde Türk tarafınca kesin kararlı bir tutum ve duruşla kırılmasının veya müzakere sürecine “devam edip etmeme” konusunun KKTC’de referanduma sunulmasının zamanının çoktan gelmiş ve geçmekte olduğunu düşünüyorum.

Son 6 Aylık Gelişmeler Türk tarafı İçin Tehlike İşaretleri Vermektedir

Müzakere sürecinin özellikle 2016 Eylül ayının sonlarından bu yana gösterdiği gelişme seyri de Rum – Yunan tarafının niyet ve tasavvurlarına ışık tutmaktadır. Gelişmeler, aynı zamanda, Türk tarafının BM diplomasisinin fevkalâde kaygan ve tuzaklarla dolu zemininde istenmeyen istikametlere doğru sürüklenme tehlikesiyle karşı karşıya bulunduğunu da ortaya koymaktadır.

BM’nin Rum tarafını Kurtarma ve Destekleme Operasyonları

Bu sürüklenme tehlikesinin ortaya çıkmasında, KKTC Cumhurbaşkanının ve müzakere heyetinin iki yıldan bu yana zaman kaybedilmeden çözüme ulaşılması yönünde açığa vurulan hevesini diplomasinin inceliklerini ve hilelerini kullanarak istismar eden BM diplomatlarının da rolü vardır. BM diplomatları, Rum tarafının oyalayıcı taktikleri ve iyi niyetle müzakere etme zihniyetiyle bağdaşmayan davranışları yüzünden sürecin tıkanma ve kopma noktasına geldiği durumlarda yaptıkları müdahalelerle Rumları sıkıştıkları köşeden kurtarma cihetine gitmektedirler. Süreci Rum tarafının tercihlerine göre o vakte kadar üzerinde mutabakata varılmış ve uygulanmış usul kurallarını da ihlâl ederek yönlendirmekte ve şekillendirmektedir. Bunun somut örneklerini hatırlamakta fayda vardır:

Ucu Açık Konferans İçin Çavuşoğlu: “Ucu Açık Konferans İstemiyorduk”

BMGS’nin Kıbrıs Özel Danışma Norveçli Eide’in girişimiyle Akıncı ve Anastasiadis 1 Aralık 2016 akşamı yemekte buluşmuştur. Bu buluşmada 5’li Konferans’ın toplanacağı tarih belirlenmiştir.

Bu yapılırken, Kıbrıs sorununun iç veçhesine ilişkin bilinen 4 gündem maddesinin tamamından taraflar arasında anlaşma olmadan toprak ayarlamaları bahsinde karşılıklı harita verilmesine yol açacak bir takvim belirlenmiştir.

Ayrıca, doğrudan iki toplum lideri tarafından görüşülen konularda anlaşma ortaya çıkmadan 5’li Konferansa geçilmesine yol açan bir düzenleme öngörülmüştür.

Konferans’ın ucu Rumların tercine uygun biçimde açık bırakılmıştır. Dışişleri Bakanımız Çavuşoğlu Konferans’a katıldıktan sonra Cenevre’de 14 Ocak günü düzenlediği basın toplantısında “ucu açık süreç istemiyorduk” demiştir. Bellidir ki Konferans kararı alınırken ve takvim düzenlenirken Türk tarafı  Rum – BM işbirliği ile bir emrivaki karşısında bırakılmıştır.

5’li Konferans’ın - gözlemci statüsündeki AB hariç - Kıbrıs’taki iki toplumun ve üç garantör devletin katılmasıyla toplanması öngörülmüştür. Konferans salonunda masalara İngilizce olarak Kıbrıs Türk Toplumu Lideri  – Kıbrıs Rum Toplumu Lideri – Türkiye – Yunanistan – İngiltere yazılı tabelalar konulması gerekirken, sırf Anastasiadis’in hem devlet hem toplum lideri olduğu iddiasını karşılamak üzere, katılımcıların önüne sadece “Ekselans” unvanıyla birlikte katılan şahsın ismini ihtiva eden tebelâlar yerleştirilmiştir.

BMGS Akıncı’nın da Katıldığı New York Buluşmasında Anastasiadis’e İstediğini Veriyor

Rum meclisinin aldığı “enosis” ile ilgili kararın yarattığı kriz ve hemen sonrasında Anastasiadis’in müzakerelerin devamı için ileri sürdüğü “öncelikle güvenlik ve garantiler, ardından da toprak düzenlemeleri konuları halledilmelidir; bunlardan sonra diğer 4 başlığı ele alalım” şeklinde özetlenebilecek ön şartlar yüzünden müzakere süreci Mayıs ayının sonlarında kopma noktasına gelmiştir. BMGS’nin Kıbrıs Özel Danışmanı Eide Atina’da Dışişleri Bakanı Kotzias ile görüştükten sonra “endişeli olduğumu paylaşmak istiyorum. Sürecin sıkıntılı olduğu konusunda şu üç yıldaki herhangi bir dönemden daha fazla endişeliyim” demiştir. O noktada müzakerelerde bir kopma olsaydı, kuşkusuz sorumluluk Rum tarafına ait olacaktı. BM yetkilileri müzakere sürecinde sorumluluğun Rum tarafına yükleneceği bir kesilme olmasına razı olmamıştır.

BMGS Kıbrıs Konferansı’na Devam Edileceğini Açıklıyor

Eide’nin tavsiyesiyle BMGS Guterres devreye girmiş ve iki lider New York’a davet edilmişlerdir. BMGS iki liderin huzurunda okuduğu bir açıklama metniyle “Kıbrıs hakkındaki Konferansın” Haziran ayı içinde yeniden toplanması hususunda Liderlerin ve BMGS’nin mutabakata vardığını duyurmuştur.

Açıklamanın İngilizce metni okunduğum zaman, kullanılan ifadeleri, Rum tarafının “güvenlik – garantiler” ardından “toprak” konusunun öncelikle halledilmesi yolunda ileri sürdüğü “ön koşulların” âdeta iki Liderin ve BMGS’nin ortak anlayışıymış şeklinde  kabul edildiğini Anastasiadis’in iddia etmesine yardım edecek nitelikte bulduğumu belirtmek isterim.

Bir kere açıklamada güvenlik ve garantiler konusuna öncelikle yer verilmiş ve şöyle denilmiştir:

“Güvenlik ve garantiler hakkındaki bölümün iki toplum için hayatî önemde olduğu hususunda hepimiz mutabık kaldık. Bu bölümdeki ilerleme kapsamlı bir anlaşmaya ulaşılmasında ve gelecekteki güvenlikleri bakımından iki toplum arasında itimat yaratılmasında aslî bir unsurdur.”

[ All agreed that the chapter on security and guarantees is of vital importance to the two communities. Progress in this chapter is an essential element in reaching an overall agreement and in building trust between the two communities in relation to their future security.]

İki tarafın konu hakkındaki bilinen birbirine zıt görüşleri ve pozisyonları karşısında bu yazım biçiminin ortaya, olgulara dayanan tarafsız bir ifade koyduğunu söylemek mümkün müdür?

İkincisi, açıklamada yer alan şu ifadedeki konuların zikrediliş sırasına işaret etmek istiyorum:

“Liderler toprak, mülkiyet ve yönetim ve güç paylaşımı ile başlayarak halledilmeden duran bütün diğer konular hakkında iki toplumlu müzakerelere paralel olarak devam etme hususunda mutabık kalmışlardır.”

[ The leaders agreed to continue in parallel the bi-communal negotiations in Geneva on all other outstanding issues, starting with territory, property and governance and power-sharing.]

“Toprak” (territory) konusu gündemde sıra itibariyle bilinen ilk 4 konudan sonra yer aldığı halde, açıklamanın bu paragrafında “toprak” konusunun başta yer verilmiş olmasını rastgele bir sıralama olarak düşünmek mümkün müdür? Diplomaside hazırlanan belgelerdeki sıralamaların anlamı yok mudur?

Rum Tarafı İstediklerini Aldığını İddia Ediyor; Türk Tarafı Reddediyor

Rumlar açıklamadaki ifadeleri istismar cihetine gitmekte gecikmemişlerdir. New York’ta  “istediklerini elde ettiklerini” söylemişlerdir.   

Türk tarafı Rumların iddialarını ve yorumlarını reddetmiştir. Cenevre Konferansı’nın önkoşulsuz toplanacağını vurgulamıştır. Dışişleri Bakanlığımız açıklama yaprak getirilen yorumların Rum tarafının samimiyetsizliğini ve çözüme yönelik siyasi iradeden ne denli yoksun olduğunu bir kez daha gözler önüne serdiğini;  Kıbrıs Türk tarafıyla siyasi eşitlik temelinde yeni bir ortaklık tesis etmeyi isteyip istemediği konusunda da soru işaretlerini pekiştirdiğini ifade etmiştir.  

Beşli Cenevre Konferans sürecine 28 Haziran günü İsviçre’nin turistik Crans Montana dağ kasabasında devam edileceği bu dönemde Rum – Yunan tarafının ve onlara bu vakte kadar çeşitli yollardan ve şekillerde destek ve cesaret veren kararlar almış, uygulamalar yapmış olan BM, ABD, İngiltere ve AB’nin ne amaç güttüğü bellidir.

BM’nin Güttüğü Amaç

Güney Kıbrıs’ta başkanlık seçimlerine 7 ay kalmıştır. Rum siyaseti seçim sathı mailine girmiştir. Seçimde sonucu en ağırlıklı olarak etkileyebilecek konu Rumların “ulusal konu” dedikleri Kıbrıs sorunudur. Hiçbir Rum lider bu vakte kadar seçim dönemlerinde Kıbrıs konusunda çözüme katkıda bulunabilecek bir esneklik gösterememiştir. Bu olgu Anastasiadis için de geçerlidir. Bu durumda BM, ABD, İngiltere ve AB Anastasiadis’in sebep olduğu bir durum sebebiyle sürecin kesilmesini istemedikleri için devreye girerek Cenevre Konferansı’nın yeniden toplanmasını sağlamışlardır.

BM’nin, Konferans’ınkopmadan uzunca bir süre devamı için gayret sarfetmesi beklenir. Eide geçen hafta Yunanistan Dışişleri Bakanı ile yaptığı görüşmeden sonra Konferans’ın “haftalar sürebileceğinden” söz etmesi boşuna değildir. Kıbrıs’ta 15 Temmuz 1974’de vukubulan Yunan darbesinin ve 20 Temmuz 1974’deki Barış Harekâtımızın yıldönümleri dolayısıyla Konferans’a bir haftalık ara verilmesini düşünüyor olmaları da muhtemeldir.

BM Genel Kurulu’nun yeni dönem çalışmaları 12 Eylül 2017 tarihinde başlayacaktır.

Cenevre Konferansı’nın da her halükârda Eylül’den önce şu veya bu sonuçla sona erdirilmesi veya sürece ara verilmesi tahmin edilir. Ağustos’un Avrupa için tatil ayı olduğu dikkate alınınca da Temmuz sonu Konferans için normal süre olarak görülebilir.

Konferans’ta Öncelikli ve Ağırlıklı Konu Güvenlik ve Garantiler

Konferans’ın çalışma düzeninin öncelikle “güvenlik ve garantiler” konusunun ele alınmasını sağlayacak biçimde hazırlanmıştır. Bu gündem maddesi altındaki görüşmelere, BMGS’nin Kıbrıs Özel Danışmanı Eide tarafından hazırlanan ve Kıbrıs Konferans’ının birinci aşamasının ertesinde Kıbrıs’taki iki tarafın ve garantör devletlerin yetkili memurlarının yaptıkları çalışmalarda “güvenlik ve garantiler” konusunda dile getirilen görüşleri derleyen belge rehberlik edecektir. Bu belge Eide tarafından Konferans’a katılan taraflara sunulmuştur.

KKTC Cumhurbaşkanı Akıncı Belge hakkında “beklentilerimizin ötesinde bir belge değil, Rum tarafında gereksiz abartılı anlamlar yüklenmeye çalışılmıştı, biz bunu yapmadık bir beklenti içerisinde de değildik” demiştir.

Belgeye dair özellikle Rum basınında bazı bilgiler ve yorumlar yer almıştır. Rum yönetiminin ve Yunanistan’ın Belge’yi kendileri için tatminkâr bulmadıklarına; itirazlarını ve eleştirilerini içeren mektupları BMGS’ne Konferans’tan önce gönderdiklerine dair haberler dolaşmaktadır. Belgenin tam metni basında yayınlanmamıştır. Belgeyi okumadan bu aşamada muhtevası hakkında bir değerlendirme yapmamın doğru olmayacağını düşünüyorum.

Konferans’tan Ne Sonuç Beklenir? Muhtelif İhtimaller

BM, ABD, İngiltere, AB için Konferans’ta alınabilecek en ideal netice,  Türk tarafının, 1960 Garanti ve İttifak Antlaşmalarının ortadan kaldırılmasını  veya Türkiye’nin garanti ve Ada’da asker bulundurma  hak ve yetkilerinin sulandırılıp zaman içinde yok edilmesini öngören bir Antlaşmayı kabul etmesiyle sorunun kapsamlı çözüme ulaşmasıdır. Böyle bir sonuç Rum – Yunan tarafının da hayalidir.

Türkiye için teslimiyet ifade eden  böyle bir sonucun ortaya çıkmasını mümkün görmediğim için böyle bir ihtimal üzerinde durmak istemiyorum.

AB’de Türkiye’yi Tam Üye Olarak Kabul Etme Niyet ve İradesi Yoktur

Yine de, ülkemizde, Türkiye’nin AB tam üyeliği sürecinde önündeki engelleri aşmak için Kıbrıs sorununda bugüne kadar göze alamadığı adımları atmasının gerektiğini düşünenler bulunduğunu bilenlerdenim. Bu sebeple,  1998 – 1999 döneminde terörist başı Öcalan’ın Suriye’den çıkarılıp Avrupa’da dolaştığı, Roma’da misafir edildiği, daha sonra Kenya’da yakalanıp Türkiye’ye getirildiği olaylar zincirinin Almanya’ya yansımalarını; Türkiye’ye 1999’da Helsinki’de  AB katılım adaylığı statüsü verilişine ilişkin gelişmeleri Almanya’da Büyükelçi olarak izlemiş, zamanında değerlendirmiş bir kişi olarak ülkemizin AB tam üyeliği ihtimali konusundaki kanaatimi aşağıda kısaca paylaşmak istiyorum:

Türkiye’ye AB katılım üyeliği adaylık statüsü verildiği 1999 yılında dahi, başta Almanya olmak üzere, AB’nin önde gelen üyelerinde, ileride Türkiye’yi tam üye olarak kabul etme isteği ve iradesi belirgin biçimde ortaya çıkmış değildi. Helmut  Koh’ün yerine Almanya’da Gerhard Schröder başbakan olmuştu. Bu değişiklik Türkiye’de AB adaylığımızın kabulü bakımından ümitleri arttırmıştı. Sosyal Demokrat ve Yeşiller koalisyon hükûmeti kurulmuştu. Başbakan Schröder iki ay sonra AB dönem başkanlığı koltuğuna oturmuştu.  Almanya 1999 Ocak ayında yayınladığı AB Başkanlık öncelikleri raporunda Türkiye’nin AB bakımından konumunu Rusya ve Ukrayna ile beraber aynı paragrafta değerlendirmişti. Bu gelişme Ankara’da hayal kırıklığı yaratmıştı.  Terörist başının Şubat 1999’da yakalanıp Ankara’ya getirilmesi Almanya’daki PKK unsurlarının şiddet hareketlerine yol açmıştı. Bu gelişmelerden sonra Alman hükûmeti Köln’de 1999 Haziran başında toplanacak olan AB Zirvesi’nde Türkiye’nin AB katılım adaylığı statüsünü gündeme getirme kararı almıştı. Bununla beraber, Zirve’de İsveç ve Yunanistan Türkiye’nin adaylığına karşı çıkmış ve sonuç alınamamıştı. Türkiye’nin adaylığı konusu 1999 Aralık AB Zirvesi’ne taşınmıştı. Bu Zirve’de Almanya ağırlığını koyarak Türkiye’ye AB katılım adaylığı statüsü verilmesinde başroldeki aktör olmuştu. Bununla beraber, AB, adaylık statüsü karşılığında Türkiye’ye, o dönemde yeni başlamış olan Kıbrıs müzakerelerinde ortaya çözüm çıkmamış olsa dahi, “Kıbrıs’ın” kendi AB tam üyelik müzakerelerinin tamamlanması halinde AB’ne tam üye olarak katılmasını peşinen kabul ettirmişti.  AB, bundan sonra Türkiye’nin AB üyelik süreci ile Kıbrıs sorununun çözümüne Türkiye’nin yapacağı katkılar arasında bağ kurmaya başlamıştır.

Türkiye’nin Kasım 2002 – Nisan 2004 döneminde Annan Plânı üzerindeki Kıbrıs müzakere sürecinde sorununun çözümü yönünde gözle görülür çok etkin ve etkili rol oynamış olmasına rağmen, bugüne kadar AB kapısı Türkiye’ye aralanmış bile değildir. Türkiye’nin üyelik yoluna döşenmiş olan engeller kaldırılmamıştır.  Ayrıca, özellikle son 10 yıllık dönemde Türkiye – AB ilişkilerinde meydana gelen gelişmelerin genel tablosu ile dünyanın genel olarak içinde bulunduğu şartlar, ortaya çıkan ve Avrupa’ya da sirayet edip etkisini göstermiş olan nefrete, düşmanlığa, ayırımcılığa ve şiddete dayalı cereyanlar, Türkiye’nin tam üyeliği konusunda AB’nin giderek katılaşmasına sebep olmuştur. AB topu Türkiye’de de artık  eskisi gibi zıplamaz olmuştur. Yakın geçmişe kadar Türkiye’de siyasî iktidarların, önemli iş çevrelerinin, basının belirli bölümünün, liberal entelektüellerin de çeşitli algı operasyonlarıyla inandırılmış  oldukları “Kıbrıs sorunu Türkiye’nin AB sürecinde önünde duran başlıca ve hattâ tek engeldir” iddiası, kullanılabilirliğini kaybetmiş bulunmaktadır. Türkiye’nin AB üyeliğinin önündeki gerçek engeller gözle görülür, elle tutulur hale gelmiştir.

Bu düşüncelerle, önümüzdeki yakın dönemde Türkiye Ada’da etkin ve fiilî garanti hak ve yetkilerinden vazgeçse dahi AB tam üyeliğimizin gerçekleşme ihtimalini, en iyimser ifadeyle,  yüksek görmemekteyim.

BM’nin Muhtemel Tutumu

Kıbrıs Konferansında, BM’nin taraflardan birinin köşeye sıkıştırılıp masadan kalkmasına sebep olunacak bir durum yaratmaktan kaçınacağını tahmin ederim.

Özellikle sorumluluğun Rum tarafına yükleneceği bir durumda Konferans’ın kesilmesini istemedikleri de bellidir. 

Türk Tarafının Süreçten Çekilmesi İstenir Mi?

Türk tarafının oynanmakta olan oyunların bilinci içinde,  müzakere sürecinden çekilmesinin de, aslında BM, ABD, İngiltere, AB ve Rum – Yunan Ortaklığı için istenmeyen sonuç olması gerektiği düşüncesindeyim. 

Türk tarafının masadan kalkması hernekadar ilk başta Rum – Yunan tarafını memnun edecekse de, böylece elde etmeyi bekledikleri kozlar uzun süre işlerine yaramayacaktır. Çünkü, yukarıda işaret ettiğim “uzun vadeli mücadele” stratejilerinde oyalayıcı taktiklerle müzakere yöntemini kullanma imkânını kaybetmiş olacakladır.

Aynı şekilde, BM, ABD, İngiltere ve AB de,   Türkiye’nin dünyaya meydan okuyan bir davranışla masadan kalkmayı göze aldığı bir durumda, bundan böyle, Kıbrıs konusunda Türkiye’yi müzakereler yoluyla barışçı çözüme razı edebilecek diplomatik manivelalardan mahrum kalmış olacaklardır. Genel olarak dünyanın, özel olarak bölgemizin içinde bulunduğu karışık ve istikrasız bir dönemde diplomasi dışında zorlayıcı tedbirlerle Türkiye’yi kaybetmeyi – bazı zafiyetlerimize rağmen - kimsenin göze alamayacağını da değerlendiriyorum.

Türk tarafının masadan kalkma gibi kesin bir davranış ortaya koyması karşısında, AB de Türkiye’nin AB üyeliği ile Kıbrıs konusunda bağ kurarak bugüne kadar işi zamana yaymak için sürdürdüğü oyunları oynama imkânını yitirecektir.

Bu mülâhazalarla, BM’nin ve Kıbrıs konusuna aktif ilgi gösteren güçlerin  Kıbrıs  Konferansı’nın ikinci sahsında da anlaşma ortaya çıkmadığı takdirde, tarafları suçlamadan süreci Rum kesimindeki başkanlık seçiminin sonrasına ertelemeyi tercih etmesini beklerim.

Çözümün Türk Tarafı İçin Önemli Unsurları

Ocak ayındaki Cenevre Kıbrıs Konferans’ından sonraki dönemde Türkiye’de ve KKTC’de devlet adamları Kıbrıs sorununun siyasî çözümü için temel nitelikteki unsurlar hakkında kararlı demeçler vermişlerdir. Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu’nun ABD’de çıkan 19 Mart 2017 tarihli Washington Times gazetesinde “Türkiye’nin Kıbrıs Vizyonu” (Turkey’s vision for Cyprus) başlıklı makalesi yayınlanmıştır.

Çözümün Türk tarafı için önem arzeden ana unsurları olarak şunlar zikredilebilir: 

Federal bir çözüm için vazgeçilmez olan siyasî eşitlik;  başkanlığın iki federe birim tarafından dönüşümlü olarak deruhte edilmesi; başkan ve yardımcısına veto yetkisi verilmesi; BM parametrelerine göre federal çözüm 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti’nin üzerine bina edileceği cihetle iki tarafın 1960 Antlaşmaları çerçevesinde devletin ortak kurucuları ( co-founders ) olduklarının teyidi; egemenliğin iki toplumdan kaynaklandığının (sovereignty emanates equally from the Greek Cypriot and Turkish Cypriot communities) açıkça belirtilmesi; mülkiyet konusunun şimdiki mülk sahiplerinin hak ve hukukunun öncelikle gözetilerek halledilmesi; toprak ayarlamalarının iki kesimli siyasî coğrafyaya uygun yapılması; antlaşmanın hükümlerinin AB’nin birinci hukuku haline getirilmesi; çözümün parametrelerinin devamlılığının temin edilmesi; Türkiye’nin 1960 Garanti ve İttifak Antlaşmalarından kaynaklanan “etkin ve fiilî” garanti hak ve yetkilerinin devam ettirilmesi; AB üyesi devletlerin Kıbrıs’ta sahip olduğu statünün Türkiye’ye de verilmesi (4 hürriyetler).

Bu unsurların bazıları üzerinde henüz mutabakat hasıl olmamış; bir kısmı da henüz ele alınmamıştır. Bununla beraber, Türkiye’nin 1960 Garanti ve İttifak Antlaşmalarından kaynaklanan “etkin ve fiilî” garanti hak ve yetkilerinin aynen devam ettirilmesinin hayatî önem taşıdığını vurgulamaya gerek yoktur.

Türkiye’nin etkin ve fiilî garantisi olmazsa olmaz unsurdur


Türkiye’nin şimdiki “etkin ve fiilî” garanti hak ve yetkilerini sulandıran veya ortadan kaldıran bir çözüm şekli, Kıbrıs Türk tarafının istediği diğer bütün unsurları ve hattâ kâğıt üzerinde daha fazlasını ihtiva ediyor olsa bile, KKTC ve Türkiye tarafından reddedilmelidir. Çünkü Türkiye’nin 1960’da Kıbrıs ile ilgili olarak elde etmiş olduğu hak ve yetkileri devam ettirmeyen bir antlaşmanın hükümleri sonunda sıfırla çarpılmaya mahkûm bulunacaktır.

Türkiye bölgesinde etkin ve etkili bir aktör olduğunu gösterme gayretindedir. Katar’la yapılan anlaşma ve TSK’nın belirli unsurlarının orada kurulan üsse intikali bu gayretin bir tezahürüdür.

Katar’da üs kurmakta hem Türkiye’nin hem bölgenin çıkarları açısından fayda gören Türkiye’nin, güney sahillerimizin yakınındaki Kıbrıs’ta 1960’da elde ettiği hak ve yetkileri kaybetmesinin ortaya koyacağı derin ve hazin çelişkiyi kamuoyumuza izah etmesi mümkün olabilir mi?

“Sıfır Asker, Sıfır Granti ” sözü sakıncalıdır


Akıncı’nın dile getirdiği “sıfır asker, sıfır garanti” klişesi sakıncalıdır. Türk tarafının 1960 Garanti ve İttifak Antlaşmalarının belirli limitler dahilinde  müzakere ve tadiline razı  olduğu mesajını taşıyan bir sözdür.

İngiltere Üslerinden Vazgeçer mi?


1960 Kıbrıs Antlaşmalar sisteminin ayrılmaz bir parçası da doğrudan İngiltere’nin Ada’daki iki egemen üssü ile ilgili olan Tesis Antlaşması’dır (Treaty of Establishment). İngiltere bu Antlaşma’nın gündeme gelmesini ister mi? “Bu Antlaşma’yı da gözden geçirelim”  diyen olsa İngiltere’nin tepkisi ne olur?

1878’de İngiltere, Osmanlı Devleti’nin kandırarak, Padişah II. Abdülhamid’e verdikleri yazılı ve sözlü teminatları tutmayarak emrivaki ile Kıbrıs’ı Osmanlı Devleti’nden adeta gasp etmişlerdir. Bunu yaparken Osmanlı Devleti’nin iyi niyetle ve güven duygusuyla kendilerinden talep ettiği yardım ve desteği kurnazlıkla istismar etmişlerdir. Şimdi İngiltere, sanki büyük bir fedakârlık ve anlamlı bir jest yapıyormuş gibi, Kıbrıs sorununun çözümüne katkı olsun düşüncesiyle Ada’daki üslerdeki egemen topraklarının bir bölümünü çözüm çerçevesinde taraflara vereceğini söylemektedir. Katkı yapmak istiyorsa İngiltere Ada’daki üslerinden çekildiğini açıklayabilir mi?

KKTC Müzakere Süreci Prangasından Kurtarılmalıdır


Konferans’ta Rum – Yunan ortaklığının bilinen “vermeden alma” taktiklerini devam ettirmesi; BMGS’nin de diğer aktörlerden aldığı destekle güvenlik ve garantiler konusunda Türkiye’yi sıkıştıran senaryolar uygulamaya tevessül etmesi halinde, Türkiye’nin ve KKTC’nin “ille de çözüm” demeden, “üçüncü çevreler ne der? ” kaygısına kapılmadan; “ Reddeden taraf biz olursak Türkiye’nin AB Üelik süreci baltalanır ” gibi düşüncelere kapılmadan, gerekiyorsa masadan kalkmasını bilmesini temenni ediyorum. Böylece KKTC’ni “müzakere süreci  prangasından” kurtarmalarının en akılcı ve gerçekçi hareket tarzı olacağını  düşünüyorum.

“Son Durak” Sözü Gerçekleşmelidir

Bu hareket tarzı KKTC Başbakanı Özgürgün’ün  “Cenevre son olmalıdır” ve Cumhurbaşkanı Akıncı’nın Cenevre hakkındaki “son durak” sözlerine anlam ve somut bir muhteva kazandırmış ve Türk tarafının beyanlarındaki inandırıcılığı güçlendirmiş olacaktır.

O zaman ortaya çıkan bu yeni durumun, uluslararası toplumu Kıbrıs sorunu  hakkında  gerçekçi bir değerlendirme yapmaya ve Ada’da egemen iki devletin  varlığı olgusundan hareketle bir çözüm sağlanması için  çalışmaya sevkedeceğini düşünüyorum. 


http://www.21yyte.org/tr/arastirma/kibris/2017/06/28/8669/kibris-muzakere-prangasi

***

22 Haziran 2016 Çarşamba

Milli Kıbrıs Davamız Nereye, BÖLÜM 3




Milli Kıbrıs Davamız Nereye,

BÖLÜM 3



Yazar: Tugay Uluçevik
22 HAZİRAN 2016 ÇARŞAMBA


81960 Garanti ve İttifak Antlaşmalarının yürürlükte kalmaları:


Bu Parametreye gelince:

Ada'da 42 yıldır hüküm süren istikrarlı sükûnet ortamının devam edip etmeyeceğini; buna bağlı olarak da bulunacak çözüm şeklinin kalıcı olup olmayacağını; Kıbrıs'ın Türkiye'nin millî güvenliğine tehdit oluşturan ve tehlikeye düşüren hasım bir üs olarak kullanılıp kullanılmayacağını tayin edecek en temel parametre olduğunun bilincinde hareket edilmesi zorunludur. Bu niteliğiyle parametre, Doğu Akdeniz bölgesinde istikrarlı bir güvenlik ortamının yaratılmasında yüksek katkı payına sahiptir.
Çünkü Kıbrıs adası sadece bölgesel güçler dengesi açısından değil, küresel güçler dengesi bakımından da stratejik bir faktördür.
Türkiye'nin hem bölgesel plânda, hem küresel ölçekte Doğu Akdeniz'de güvenlik ve istikrara katkı yapan roller ifa edebilmesi için, her şeyden evvel, kendi ulusal güvenliğine ve çıkarlarına Kıbrıs adasından yönelebilecek tehdit ve tehlikelerin ortadan kaldırılmış olması gerekir.
Osmanlı Devleti bu temel düşünceyle, yani Osmanlı ülkesine Doğu Akdeniz'de yönelen ve yönelebilecek olan tehditleri ve tehlikeleri bertaraf etmek ve Devletin menfaatlerinin önüne çıkarılan engelleri kaldırmak maksadıyla 1571'de Kıbrıs'ı fethetmiştir.
1923'de Lozan Antlaşmasıyla Ada'nın Yunanistan'ın egemenliğine altına konulması teşebbüsleri engellenmiş ve Türkiye ile Yunanistan arasında Kıbrıs adası bakımından stratejik denge oluşturulması sağlanmıştır.

1960 Kıbrıs Antlaşmalarıyla Türkiye ve Yunanistan arasındaki Lozan Dengesi sağlamlaştırılmıştır. Aynı zamanda da, İkinci Dünya Savaşı'nın ertesinde küresel plânda oluşan siyasî ve askerî şartlar ve güç dengeleri karşısında, Kıbrıs'ta, Doğu Akdeniz bölgesini Sovyetler Birliği'nin yayılmacı teşebbüslerinden, hamlelerinden koruyabilecek bir düzenin kurulması sağlanmıştır. Bu çerçevede 3 NATO üyesi Türkiye, Yunanistan ve İngiltere'ye verilen "garantör" statüsü, 1960 Antlaşmalarıyla güdülen bu amaçların ifadesi olmuştur.

Özellikle, Türkiye'nin 1960'da Kıbrıs'ta hukuken elde ettiği etkin ve fiilîgaranti hakkı ve yetkisi, bizim açımızdan öncelikle Helen ulusunun "enosis" hedefinin gerçekleşmesi suretiyle Türkiye ve Yunanistan arasında 1923'de kurulan ve 1960'da sağlamlaştırılan dengelerin tamamıyla yok edilmesinin önlenmesi maksadına hizmet etmiştir. Diğer taraftan da, küresel plânda Doğu - Batı dengesi açısından, Sovyetler Birliği'nin/Rusya Federasyonu'nun Kıbrıs'taki komünist AKEL üzerinden Ada'da sahip olduğu nüfuz alanını genişletmesinin engellenmesinde Türkiye'nin rolünü kolaylaştırmıştır. Bu gerçeği Kıbrıs sorununun gelişmeleri açıkça ortaya koymaktadır.

Türkiye 1974 Kıbrıs Barış Harekâtını 1960 Garanti Antlaşması'ndaki garanti hak ve yetkisini etkinleştirerek gerçekleştirmiştir.














5 PARMAK DAĞLARINDA BİR TANKIN ÇIKMASININ İMKANSIZ OLDUĞU TEPEYE TANK İLE ÇIKILMIŞTIR..,  BU ALAN AÇIK SAHA MÜZESİ OLMUŞTUR

Türkiye, askerî müdahale hakkını kullanma kararını alırken, Kıbrıs millî davamız uğruna bir harbin bütün risklerini ve daha sonra uluslararası plânda oluşabilecek tepkileri göğüslemeyi göze almıştır. Barış harekâtımızın temel amacı, sadece Rum ve Yunan ortaklığının o zamanki "enosis" oldubittisine mâni olmak değildi.  Güdülen amaç, aynı zamanda, Kıbrıs sorununun Ada’da 1974’den önceki şartların geri gelmesini kesin biçimde önleyen; Ada’nın Rum – Yunan ortaklığının hâkimiyeti altına girmesine yol açmayacak olan;  Türkiye’nin 1960 Antlaşmalarıyla elde ettiği hukukî ve fiilî hak ve yetkilerin zafiyete uğramadan muhafaza edilmesini sağlayan; Kıbrıs bakımından Türkiye ve Yunanistan arasında tesis edilmiş olan hassas dengeyi koruyan bir çözüme kavuşturulmasını mümkün kılacak şartları yaratmak olmuştur.
20 Temmuz 1974 Barış Harekâtımız Kıbrıs sorununun gerçekçi ve yaşayabilir bir çözüm şekline kavuşturulması için gerekli parametrelerin ada sathında fiilen oluşmasını sağlamıştır.
Ada sathında var olan sükûnet ortamı Türkiye’nin 20 Temmuz 1974 Barış Harekâtından sonra meydana gelmiş ve istikrar kazanarak günümüze kadar devam etmiştir. Bu benim kişisel bir iddiam değildir. BMGS’nin raporları teker teker incelendiği zaman açık biçimde görülen bir olgudur.
Uluslararası barış ve güvenliğe yönelik tehdit unsurlarını içeren bir liste oluşturma egzersizi yaptığımız zaman günümüzde ilk sıraya uluslararası terörizmi koymamız kaçınılmazdır.
Türkiye maalesef uluslararası terörizmin hedef aldığı ülkelerden biridir. Türkiye bir taraftan PKK teröristlerini yok etmeğe çalışırken, diğer taraftan da kendisini dış terör odaklarından koruma mecburiyetinde kalmıştır.

Bu bağlamda da Kıbrıs Adası Türkiye bakımından hayatî önem taşımaktadır.

Kıbrıs sorununun uluslararası camiayı meşgul etmesi Kıbrıslı Rumların "enosis" i sağlamak için önce Ada'daki İngiliz yönetimine, daha sonra da Kıbrıs Türk halkına karşı terör eylemlerine girişmesiyle başlamış olduğunu unutmamak lâzımdır. Özellikle, Rumların ve Yunanistan'ın konu kendileri için Türkiye olunca teröristlerle de işbirliği yapmaktan kaçınmadıklarını hatırlamalıyız ve kaçınmayacaklarını da varsaymalıyız.

Kıbrıs adasının Yunanistan'a bağlanması için mücadele etmek üzere Kıbrıslı Rumlar ve Yunanistan tarafından Yunan generali Grivas'ın komutasında 1955 yılında kurulan EOKA bir terör örgütüdür. Gerilla savaş yöntemlerini uygulamıştır.

Uluslararası olaylar kronolojisinde yer alan 1963 "kanlı Noel" Rum teröristlerin, EOKA'nın  eseridir. AKRİTAS plânı bir terörizm eylem plânıdır. Kıbrıs Türk halkına karşı etnik temizlik harekâtına girişenler EOKA teröristleridir.

Rum teröristler 19 Ağustos 1974'de ABD'nin Lefkoşa Büyükelçisi Rodeger Paul Davies'i Ada'da katletmişlerdir.

ASALA teröristlerinin Türk diplomatları hedef alan eylemleri, Rum yönetimi tarafından kınanmış değildir.

Kıbrıs Rum Yönetimi PKK teröristlerine destek vermekte ve onlarla işbirliği yapmakta beis görmemişlerdir.

Terörist başı Öcalan 1999'daki Yunanistan Dışişleri Bakanı Teodoros Pangalos'tan himaye görmüştür. Pangalos, terörist başının Yunanistan'ın Nairobi Büyükelçiliği'nde koruma altına alınmasını sağlamıştır. Öcalan orada yakalanıp Türk güvenlik güçlerince 15 Şubat 1999'da Türkiye'ye getirildiği zaman üzerinden Lazaros Mavros adına düzenlenmiş bir "Kıbrıs Cumhuriyeti" pasaportu çıkmıştır.

Terörist faaliyetlerin sınır tanımadan günümüzde yaygınlaştığı bir zamanda, Kıbrıs adasında özellikle KKTC toprakları, 1974'den bu yana terörist yuvalanmasından ve terörist eylemlerden korunabilmiştir. Bu da 1960 İttifak Antlaşması çerçevesinde Ada'da konuşlanmış bulunan Türk askerî varlığının ve 1960 Garanti Antlaşması'nın hükümlerini etkinleştirerek 1974'de Ada'da gerçek bir kuvvet dengesi sağlayan Türkiye'nin kararlı tutumu sayesinde olmuştur.

Güvenlik ve Garantiler konusunun bu tarihî hakikatlerin ışığında ele alınmasında Türkiye'nin millî güvenliğinin ve çıkarlarının korunması bakımından tartışılamaz bir ihtiyaç vardır.
"Güvenlik ve Garantiler" konusu irdelenirken şu tarihî gerçeğin de hatırlanması kaçınılmaz olmaktadır.
Kıbrıs'a ilişkin 1960 Antlaşmalarına esas teşkil eden mutabakat belgeleri 19 Şubat 1959'da Londra'da parafe edilirken o zamanki Rum Lider Makarios, öngörülen garanti ve ittifak sistemi başta olmak üzere, anlaşmanın çeşitli veçhelerine itirazda bulunmuştur. İngiltere'nin ve Yunanistan'ın ikna çabalarından sonra belgeleri gönülsüz parafe etmiştir. Ortaklık Devleti'nin kurulmasıyla birlikte Ada'daki 1960 düzenini yıkma amacını gütmüştür. Rumlar 21 Aralık 1963 günü Kıbrıs Türk halkına yönelik "etnik temizlik" harekâtını başlattıktan kısa bir süre sonra Makarios, önce Garanti Antlaşması'nı, sonra da İttifak Antlaşması'nı feshettiklerini açıklamıştır. Ancak, özellikle İngiltere ve ABD'den gelen sert tepkiler karşısında, Makarios, bu açıklamalarını kuvveden fiile çıkarma cesaretini o zaman kendisinde bulamamıştır.
BM Güvenlik Konseyi'nin, sadece Rumlardan oluşan bir yönetimi Kıbrıs Cumhuriyeti'nin Kıbrıs Türk halkını da temsil eden "hükûmeti" olduğunu varsayarak 4 Mart 1964 tarihli ve 186 sayılı Kararı kabul etmesinden sonra demeç veren Makarios “uluslararası alandaki mücadelemizin ilk aşamasında bu kararı elde ettik. Artık Türkiye gelecekte Garanti Adlaşması’nı işleterek Kıbrıs’a müdahale tehdidinde bulunamaz” demiştir. [xlv]
Kıbrıslı Rumları eski Liderlerinden Glafkos Klerides 1995'de verdiği bir demeçte "Kıbrıs’ın AB üyeliği gerçekleştiği zaman Türkiye’nin Garanti Antlaşmasında öngörülen tek taraflı müdahale hakkını ortadan kaldırmış olacağız" sözlerini dile getirmiştir.
Geçen 53 yıl içinde Rumların ve Yunanistan'ın amaçları ve hedefleri değişmemiştir. Bu gün de ittifak ve garanti sisteminden kurtulmak için çaba sarfetmektedirler.
Ada'daki iki taraf, görünüşte, müzakerelerde "güvenlik ve garantiler" konusunun belirlenmiş olan gündeminin en son maddesi olarak ele alınması hususunda mutabıktırlar.
Bununla beraber, Rum tarafında ve Yunanistan'da yetkililer müzakere sürecine ilişkin demeçlerinde garantiler konusuna ön plânda yer vermektedirler. 1960 Antlaşmalarının hükümlerine göre uygulanmakta olan garanti ve ittifak sistemine son verilmesi gerektiğini; bu sağlanmadan Kıbrıs sorununun çözülemeyeceğini her fırsatta ifade etmektedirler. Bu çerçevede AB üyesi olan bir Devlet'in egemenliğinin ve anayasa düzeninin üçüncü bir devletin veya devletlerin kıskacına alınamayacağından dem vurmaktadırlar. Yürürlükteki ittifak ve garanti sisteminin günümüzde bir anakronizm oluşturduğunu öne sürmektedirler.
GKRY Dışişleri Bakanı Yoannis Kasulidis, geçtiğimiz Ekim ayında verdiği bir demeçte “garantörlük antlaşmalarının kabul edilemeyeceğini"  söylemiş ve 1960 garanti Antlaşması yüzünden sadece Kıbrıslı Rumların değil ve "Kıbrıslı Türklerin de kendilerini güvende hissetmedikleri” iddia etmiştir.
Rum Lider AnastasiadisEroğlu ile beraber yayınladıkları ve halen yürütülmekte olan müzakerelerin çerçevesini oluşturan Ortak Bildiri'nin2. yıldönümüne tesadüf eden 11 Şubat 2016 tarihinde Rum Meclisi'nde yaptığı konuşmada Kıbrıs'a ilişkin garanti sistemine karşı çıkmış ve "bir AB üyesi devletin başka bir devletin garantisi altında bulunmasının kabul edilmez olduğunu" söylemiştir. [xlvi]
Rum Meclis Başkanı'nın, Savunma Bakanı'nın, Yunanistan Dışişleri ve Savunma Bakanlarının son bir yıl içinde bu yönde verdikleri müteaddit demeçler vardır.
Yunanistan Dışişleri Bakanı Kotziaz Ankara'yı ziyareti sırasında 12 Mayıs 2015 günü Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu ile beraber düzenlenen ortak basın toplantısında Kıbrıs sorununun çözümünün "ortaya garantör güçlere ihtiyacı olmayan bir Kıbrıs" çıkarması gerektiğini söylemiştir. [xlvii]
Kotziaz, bir tören vesilesiyle de 15 Mayıs 2015'de yaptığı bir konuşmada da "bize Türk askerinin Ada sathında kıtalar halinde yürüyüşünü hatırlatan en son çizmenin Kıbrıs'tan çıkmasına değin Kıbrıs sorununun halledilmiş olmasından söz edemeyiz" demiştir.[xlviii]
Kotziaz, 20 Ocak 2016 tarihinde Rum Meclis Başkanı ile Atina'da yaptığı görüşme sırasında da "Yunan Hükûmeti, Kıbrıs sorunu için Türkiye'nin işgal kuvvetlerinin Ada'dan çekilmesini ve garanti sisteminin sona erdirilmesini öngören özlü ve âdil bir çözümü destekler. Kıbrıs AB ve BM içinde hem Ada'nın bütününü, hem iki toplumu koruyacak kendisine özgü bir güvenlik sistemiyle gerçek bir güvenlik ortamı içinde yaşayabilir" şeklinde konuşmuştur.[xlix]
Görüleceği üzere, Rum ve Yunan siyasîler 1960 garanti sisteminin kaldırılması yönünde ısrarlı ve kararlı bir tutum sergilemektedirler. Verdikleri demeçlerle kamuoyu önünde pozisyonlarını siyasî açıdan kilitlemektedirler.
Ne yazık ki, biz Türkiye ve KKTC'de aynı kararlı tutumu görememekteyiz. MGK'nın 2008 yılında vazgeçilmez parametrelerden biri olarak belirlemiş bulunmasına rağmen Türkiye'de yetkililerden "1960 Garanti ve İttifak Antlaşmaları'nın bulunacak çözüm çerçevesinde de geçerli olmaları bizim için vazgeçilmez parametredir" şeklinde kararlık ifadesi olan bir beyan işitilmemektedir.
Aksine, basında yer alan haberlerde, GKRY'de çıkan Fileleftherosgazetesine 18 Şubat 2016 tarihinde İstanbul'da bir mülâkat veren Dışişleri Bakanı Sayın Mevlüt Çavuşoğlu'nun çözüm çerçevesinde "Kıbrıslı Rumların da güvenlik boyutundaki endişelerinin ciddi şekilde dikkate alınması gerekeceğini" söylemiş olduğunu kaygı içinde okuyoruz. [l]
Fileleftheros gazetesi; “Ankara’dan Mesajlar” başlığıyla manşete çektiği haberinde, söyleşiyi yapan muhabirin Çavuşoğlu'nun beyanları hakkında  şu değerlendirmeyi yaptığını yazmıştır: “…Bana Ankara’nın Kıbrıs sorunundaki değişmeyen tezlerini yinelemesini bekliyordum. Belli bir ölçüde de bunu yaptı. Ancak, bir kez bile iki devletten söz etmedi, federasyon teriminde ısrar etti, ayrıca Kıbrıslı Rumların güvenliğinin de önemli olduğunu vurguladı."
Çavuşoğlu'nunverdiği mülâkatın Fileleftheros'ta çıkan Rumca soru-cevap metninin Türkçe tercümesi Dışişleri Bakanlığımızın internet sitesinde yer almaktadır. [li]
Metni okuduğumuz zaman Hükûmetimizin Kıbrıs konusundaki duruşu ve politikası hakkında kaygılarım daha da derinleşmiştir.
Çünkü Sayın Bakan Kıbrıs müzakere sürecinde ele alınan konular hakkında kendisine tevcih edilen soruların hiçbirisine "bu tutumumuz kesindir" veya "bu konuda kırmızı çizgimiz vardır ve şöyledir..." veya "bunun KKTC için aşındırılamaz bir parametre olduğunu biliyoruz" şeklinde veya mealinde bir ifade kullanmış değildir.
Özellikle, Bakan'ın Fileleftheros gazetesinin muhabirinin garantiler konusundaki sorusuna verdiği yanıt, konunun Kıbrıs Türk halkı ve Türkiye bakımından taşıdığı ehemmiyetle mütenasip olmayan gevşek ve esnek ifadeler taşımaktadır.
Rum muhabirin sorusu şöyledir:
"Bu defa işleri değiştirebilecek en önemli meselelerden biri de güvenlik ve garantiler boyutudur. Her ne kadar endişelerini farklı meseleler üzerinde yoğunlaştırsa da her iki toplum da güvenlikleri konusunda endişe duyuyor. Çözümden sonra garantiler konusunda Türkiye’nin rolü ne olabilir? Bu konu hâlâ kırmızıçizgi mi yoksa Türkiye meseleyi tartışmaya hazır mı?"

Bakan Çavuşoğlu bu soruyu bakınız nasıl cevaplandırmış:

"Bu meselenin garantör güçler olarak ve Ada’daki iki tarafla birlikte ortaklaşa tartışılması gerektiğini vurgulamıştık. Elbette ki iki tarafın da endişeleri önemlidir. Türkiye Cumhuriyeti olarak, Kıbrıslı Türklerin güvenlik meselesindeki endişelerinin giderilmesi gerektiğine inanıyoruz. Ancak kalıcı bir çözüm olması için Kıbrıslı Rumların da endişelerinin bertaraf edilmesi gerektiğinin farkındayız. Geçmişte yaşananları unutmanın iki taraf için de kolay olmadığını anlamalıyız. 1960 ile 1974 arasında yaşanan olaylara dair Kıbrıslı Türklerin anıları taze. Keza Kıbrıslı Rumların da 1974’te yaşananlara dair anıları taze. Bu nedenle iki tarafın da güvenlik konusundaki endişelerinin giderilmesi gerekiyor. Garantör güç olarak bizim için Kıbrıslı Türklerin güvenliği çok önemli. Ancak bu aşamada diğer zor meselelere odaklanmalıyız..."

Sayın Bakan'ın bu sözleri karşısında sormaktan kendimi alamıyorum:
Kıbrıs Türk halkının tarihî olgularla da desteklenen güvenlikle ilgili gerçek endişeleri ile Kıbrıslı Rumların kendi sapık emelleri yüzünden yaşadıkları hakkında dile getirdikleri sözde endişeler arasında paralellik kurulabilir mi? Kurulursa diplomasi masasında sonuç ne olur?

1960 ile 1974 arasında yaşanan olaylar ile 1974'de cereyan eden olayların failleri aynı değiller midir? 15 Temmuz 1974'u yaşatan Rumlar ve Yunanistan değil midir? 19 Temmuz 1974 günü BM Güvenlik Konseyi'ne hitap eden Arşövek Makarios Türkiye'yi mi suçlamıştır? Yoksa Yunanistan'ı Kıbrıs'ı işgal ve istilâ etmekle; orada kan dökmekle mi suçlamıştır?  Makarios'un konuşmasında Ada'ya askerî müdahalede bulunması için Türkiye'ye âdeta çağrı yapmış olduğunu Sayın Bakan bilmiyor mudur? Yunan darbesinden kaçan Rumlar kaçarlarken Muratağa, Atlılar ve Sandallar'da soydaşlarımızı katledip toplu mezarlara gömmemişler midir?
Gelinen bu aşama durum Millî Kıbrıs davamız bakımından gerçekten vahimdir.
9. Çözüm şeklinin parametrelerinin aşınmasını önleyen, Ada'daki Türk varlığını koruyan ve yaşatan, Türkiye'nin garantörlük hak ve yetkilerini sulandırıp zayıflatmayan, iki kesimlilik ilkesinin aşınmasına yol açmayan ve çözümü sağlayan antlaşmanın hükümlerini AB'nin birincil hukuku durumuna getiren anlaşma.

Kıbrıs müzakere sürecinde nihai çözüm şekline ulaşılsa bile, Türkiye'de MGK tarafından çözüm şeklinin temel “parametrelerin korunması”yolunda izhar edilen iradeye uygun düşen bir sonucun ortaya çıkmayacağını, çıkamayacağını şimdiden söyleyebiliriz. 

Bu yargımızın iki temel sebebi vardır:

Birincisi, çözüm şeklinin bu vakte kadar oluşturulmuş bulunan sakat alt yapısıdır.
Bu alt yapının ilk temel taşı on yıllar önce BM Güvenlik Konseyi tarafından yerleştirilmiştir. Bu temel taşı, BM Güvenlik Konseyi'nin, 4 Mart 1964 tarihinde kabul ettiği 186 sayılı Karardır. Bu Kararla Konsey, Kıbrıslı Rumların Kıbrıs Türk halkına uygulamaya başladığı etnik temizlik harekâtını görmezden gelerek,  1960 Kıbrıs Cumhuriyeti'nin Anayasası'na tamamen aykırı biçimde sadece Rumlardan oluşan bir heyeti Devlet'in, Kıbrıs Türk halkını da temsil eden meşru Hükûmeti olduğunu varsaymıştır.
İkincitemel taşını da AB koymuştur. AB, BM Güvenlik Konseyi'nin 186 sayılı Kararını esas almış; Kıbrıslı Rumların 1960 Anayasası'nın men edici sarih hükmüne rağmen AB üyeliği için yaptığı müracaatı işleme koymuş ve 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti sanki bütün anayasal organlarıyla varlığını sürdürüyormuş gibi, "Kıbrıs'ı" 1960'daki ülke bütünlüğüyle AB üyesi olarak kabul etmiştir. AB'ne Katılım Antlaşması'nı da Rumlar 16 Nisan 2003'de, bu sahte "Kıbrıs Cumhuriyeti" hüviyetleriyle imzalamışlardır. AB bu sahte hüviyeti kabul etmiştir. Bilindiği üzere, Üye Devletlerin imzaladıkları AB Katılım Antlaşması AB'nin "birincil hukukunu" oluşturmaktadır.
Kıbrıs sorununu çözüme kavuşturan Antlaşma ise, kendiliğinden AB'nin "birincil hukukuna" dahil olmayacaktır.  Dahil edilebilmesi için önce Ada'daki taraflar arasında mutabakat sağlanması, sonra da bu mutabakata uygun kararların AB üyelerinin parlamentolarında ayrı ayrı alınması gerekir. Aksi takdirde, Kıbrıs sorununun çözümüne dair Antlaşma'nın hükümleri, AB'nin "birincil hukuku" olan Kıbrıs'ın AB'ne  Katılım Antlaşması'nın hükümlerinin aşındırıcı ve tâdil ettirici etkisine maruz kalır.
Annan Plânı sırasında ve sonrasında Rumların ve AB'nin takındığı tutum ve verilen demeçler de, esasen, Kıbrıs çözüm anlaşmasının AB'nin "birincil hukuku" niteliği kazanması ihtimalinin yok denecek kadar az olduğunu göstermiş bulunmaktadır.  Bu olgunun da hatırda tutulması lâzımdır.
Çözüm şeklinin temel parametrelerinin korunamayacağına dair görüşümüzün ikinci temel sebebi de, Kıbrıs müzakere sürecinde çerçeve olarak kullanılan 11 Şubat 2014 tarihli Liderler Ortak Bildirisi'ninhükümleridir.
Ortak Bildiri'nin 1. Maddesi'nde Liderler "Avrupa Birliği bünyesindeki birleşik Kıbrıs'ı ortak geleceklerinin güvencesi olarak gördüklerini" ve 4. Maddesi'nde de "Avrupa Birliği’nin üzerinde kurulduğu ilkelerin muhafaza edileceğini ve (bunlara) saygı gösterileceğini" beyan ve kabul etmişlerdir.
Kaldı ki, sözde "Kıbrıs Cumhuriyeti Hükûmeti'nin" 16 Nisan 2003 günü Atina'da törenle imzaladığı Katılım Antlaşması da, 11 Şubat 2014 Ortak Bildirisi'nde "muhafaza edileceği ve saygı gösterileceği" ifade edilen "ilkeleri" kabul eden bir belgedir.
Bu fevkalâde hayatî konuda KKTC Yüksek Mahkemesi'nin eski Başkanı değerli Hukukçu Taner Erginel'in uyarıcı ve yol gösterici fikirlerinden yararlanılmalıdır.


Görünüşe Göre Türkiye'nin Parametreleri Çözüm Şekline Yansıyamıyor



Görüleceği üzere, Türkiye'nin öngördüğü parametrelerin çoğunluğunun çözüm şekline yansıması şansı yok gibidir.
Yürütülmekte olan müzakerelerin en ağır sonuçlarından birinin de Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin ortadan kalması olacaktır.
Diğer taraftan, çözüme ulaşılması halinde bugün üzerinde bağımsız KKTC'nin bayrağının dalgalandığı topraklarda Kıbrıs Cumhuriyeti'ne yamanarak AB'ne katılmış olacaktır. 
Türkiye'nin AB üyesi olmadığı ve ne zaman da olacağının tahmininin dahi giderek zorlaştığı durum ve şartlarda bu gelişme, Türkiye ile Yunanistan arasında Lozan Antlaşmasıyla kurulmuş ve 1960 Antlaşmalarıyla da takviye edilmiş olan stratejik dengeyi tamamen ortadan kaldıracaktır. Giderek Türkiye ile Kıbrıs Türk halkı arasındaki tarihî bağlar da gevşemeğe ve belki de kopmaya yüz tutacaktır.
Türkiye Ege'den sonra Akdeniz'de de kuşatılmış olacaktır.
Bütün bu sonuçların, Kıbrıs adasının Türkiye için olan önemi ve değeri hakkında Devletimizin kurucusu Atatürk'ten başlayarak, çok sayıda seçkin Devlet ve siyaset adamlarımızın, askerî şahsiyetlerin demeçlerinde ve Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu'nun "Stratejik Derinlik" kitabında ifadesini bulan değerlendirmelerle bağdaşır yanı var mıdır?

Bu tablo karşısında şu soruyu sormamız gerekiyor: KKTC'de ve Türkiye'de yetkililer hangi verilere dayanarak "görüşmeler olumlu ilerliyor; 6 başlıktan 4'ü halledildi, geriye 2 başlık kaldı" mealinde açıklamalar yapıyorlar?
Sayın Başbakan'ı 8 Mart'ta İzmir'de "Kıbrıs'ta çözüme çok yakınız" açıklamasını yapmaya sevkeden güvence nedir?
Başbakan Sayın Davutoğlu'nun İzmir'de ifade ettiği gibi gerçekten Kıbrıs sorununun çözümü "çok yakın" ise, Türkiye için son derece vahim bir sonuç ortaya çıkacak demektir.
Ortaya çıkabilecek çözüm şekli ve bu çerçevede yapılacak uygulamalar ve düzenlemeler sadece Kıbrıs'taki Türk varlığının ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin bekasını değil, belki de ondan da daha büyük ölçüde, bizatihî Türkiye'nin çok boyutlu ve uzun vadeli yüksek çıkarlarını ve millî güvenliğini kalıcı biçimde etkileyen sonuçlar doğuracaktır. 

Türk Kamuoyu "Millî Davayı" Unuttu mu?


Hal böyleyken, Türk kamuoyunda, 1953'den itibaren "millî dava" anlayış ve ruhuyla benimsediği konuya karşı kahredici bir ilgisizliğin ve hattâ umursamazlığın varlığını müşahede etmekteyim.
Kıbrıs konusunun bütün aşamalarının Türk kamuoyunun ilgi odağında yaşanmış olduğunu; Kıbrıs'a ilişkin haberlerin manşetlerden verildiğini; TBMM'nin Kıbrıs müzakere sürecinin önceki aşamalarında birçok kereler özel oturumlar ve olağanüstü toplantılar yapıp "millî dava" hakkında kararlılık ifade eden bildiriler yayınlamış veya kararlar almış olduğunu bilenlerdenim.  Bu defa Türkiye'nin ve özellikle kamuoyunun konu karşısında gösterdiği ilgisiz ve hattâ umursamaz duruşu 1950 ile 2000 arasındaki dönemlerle kıyaslayarak değerlendirme imkânına sahip bulunuyorum.
Çıkardığım sonucu Türkiye ve KKTC için hayra alâmet görmüyorum.
"Millî Dava" sözü, kavramı siyaset adamlarımızın dilinde sadece KKTC ile ilişkilerimizde törensel vesilelerle telâffuz edilir hale gelmiştir.
BMGS Butros Ghali zamanında 1992 yaz aylarında Fikirler Dizisi denen bir çözüm plân taslağı üzerinde New York'da cereyan eden müzakereler münasebetiyle, Anavatan Partisi  ve Refah Partisi tarafından verilen önergelerle TBMM, yaz tatilinde olmasında rağmen,  25 Ağustos 1992 günü olağanüstü toplanmıştı.  O zaman New York'da cereyan eden müzakerelerin, günümüzdeki müzakereler kadar, Kıbrıs konusunun kaderini belirleyici bir mahiyeti yoktu. Yine de TBMM'nin olağanüstü toplantısına ihtiyaç duyulmuştu. O toplantıda,  yapılan heyecanlı konuşmalarda KKTC Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş’ın müzakerelerde uluslararası baskılara boyun eğmeden “millî davayı” üstün dirayet  ve vukufla  yürütüş tarzından   takdir ve övgüyle söz edilmiş; kendisine destek ifade olunmuş ve Kıbrıs konusunda sağlam bir dayanışma ortaya konulmuştur.  TBMM kabul ettiği deklarasyonda  “Kıbrıs'taki iki toplumun rızasına dayanmayan hiçbir çözümü kabul etmeyeceğini” dünyaya ilân etmiştir. TBMM'nin "millî davaya" ve Denktaş'a arka çıkan duruşu, Türk tarafının müzakerelerdeki pozisyonu kuvvetlendirmişti.

Tarihî Kavşaktayız

Günümüzde ise Kıbrıs konusunda çık önemli ve hattâ tarihî bir kavşak noktasına yaklaşmış ve hattâ gelmiş bulunuyoruz. Medyada Kıbrıs konusunun TBMM'de ele alındığına dair haberlere rastlamıyoruz.
Her Salı günü TBMM'de grubu bulunan Siyasî partilerimizin Sayın Liderlerinin Gruplarında yaptıkları konuşmaları TV'de takip etmeğe çalışıyorum. Uzun zamandır Sayın Liderlerin Kıbrıs konusuna değinmediklerini kaygı içinde görüyorum.
Siyasetçilerimizin Kıbrıs konusunda yaptıkları konuşmalarda da, Türkiye'nin benimsediği âdil ve kalıcı çözüm şekline dair bir kavram birliği olmadığını da müşahede ediyorum. Ayrıca, "Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti" yerine "Kıbrıs" diyen devlet adamlarımız var. "Kıbrıs" coğrafî olarak bir adanın ismi.  Aynı zamanda da Rumların Kıbrıslı Türkleri kapsayacak şekilde varlığını iddia ettikleri ve AB'de üye olan sözde devletin adı.
Rum ve Yunan Devlet adamlarının ve siyasetçilerinin ise, Kıbrıs konusunda ağız birliği, kavram birliği içinde konuştuklarını biliyorum ve görüyorum.

Türk Kamuoyu "Millî Dava'ya" Neden İlgisiz ?

Türkiye'de Kıbrıs konusuna olan ilgisizliğin, kayıtsızlığın, umursamazlığın kuşkusuz çeşitli sebepleri vardır.
Birinci temel sebepkanaatimce, Annan Plânı temelindeki çözüm süreci döneminden başlayarak, 2002 sonundan itibaren Türkiye'de Kıbrıs konusunda yapılmış olan beyanlar ve yazılan yazılardır.
O dönemdeki beyanları ve yazılanların çoğunu kaydetmiş bulunuyorum. Hemen hemen tamamında, Kıbrıs konusu Türkiye'ye külfet, ayak bağı ve AB üyeliğimiz önünde engel  olan  bir sorunmuş gibi  takdim edilmiştir. Çözümsüzlüğün gerçek sebepleri bilinerek kasden veya bilinmeden, sorunun çözümünün Türk tarafının tutumu yüzünden sürüncemede kaldığını iddia edenler olmuştur.
2008'den itibaren Kıbrıs konusunda çeşitli Üniversitelerimizde Konferanslar verdim. Öğrenciler arasında, hocalarının, benim Kıbrıs sorunu hakkındaki gerçeklere dair söylediklerimin tam tersini anlatmış olduklarını samimi biçimden itiraf edenlere rastladım. 
Diğer bir temel sebep de,  11. Cumhurbaşkanı Sayın Abdullah Gül'ün de Mart 2014'de ve Şubat 2016'da ifade ettiği üzere Türkiye'nin "çalkantılı" ve "Cumhuriyet tarihinin en zor" döneminden geçmekte olmasıdır. Bu talihsiz durum aslında her sade vatandaşın dahi kolaylıkla müşahede edebileceği kadar belirgindir. Kamuoyumuzun dikkati Türkiye'nin iç ve dış vahim sorunlarına odaklanmış bulunmaktadır.

Toplum Mühendisliği - Algı Operasyonu

Öteyandan KKTC'de ve Türkiye'de toplum mühendisliğinin Kıbrıs konusunda ustaca uyguladığı iç ve dış kaynaklı bir algı operasyonuncereyan ettiği izlenimi altındayım. Bunun asıl başlangıç döneminin de Annan Plânı üzerindeki çözüm süreci olduğu kanaatindeyim.
Annan Plânı'nın merhum Rauf Denktaş'a kabul ettirmek ve Kıbrıs Türk halkına da benimsettirmek için Türkiye'nin ABD ve AB ile birlikte baskılar yaptığı zamanda, ABD ve AB 2003 Aralık ayında KKTC’de yapılan erken genel seçimde açıkça Sayın Talât’ın liderliğindeki CTP’den yana tavır koymuşlardır. Daha sonra ABD Kongresine sunulan 27 Haziran 2006 tarihli bir raporda  ABD’nin “Kıbrıs Özel Koordinatörü Thomas Weston’ın, çözüm şanslarını arttırmak için (KKTC’deki ) Aralık 2003 seçimlerinden önce Kıbrıs Türk siyasî muhalefetine açık biçimde yardım ettiği” ifade edilmiştir. Bu rapora internetten erişmek mümkündür.[lii]

Kıbrıs Rum kesiminde müzakere süreciyle ilgili olarak cereyan eden tartışmalar ve Rum - Yunan ortaklığının Kıbrıs sorununun çözümüyle güttükleri niyetlere, ortak amaçlara, hedeflere dair demeçler Türk medyasına gerektiği ölçüde yansımamaktadır.
Türk kamuoyunu çözüme odaklamak ve desteğini sağlamak için çözüm halinde Türkiye'nin Doğu Akdeniz'de varlığı söylenen hidrokarbon yataklarının işletilip değerlendirilmesinde pay ve rol sahibi olacağı; Türkiye'nin, enerji koridoru olma niteliğini güneyinden de elde edeceği gibi temalar işlenmektedir.
Kamuoyumuzda görüşme sürecinin suhulet içinde ilerlediği intibaını uyandıracak haberler ve yorumlar ön plâna çıkarılmaktadır. Bütün bunlar nasıl bir çözüm şekline doğru ilerlenmekte olduğundan söz edilmeden yapılmaktadır.
Oysa sorununun çözüme kavuşmasının Doğu Akdeniz bölgesinin istikrarına katkı yapabilmesi ve bu çerçevede başlıklar Türkiye'ye önemli çıkarlar sağlayabilmesi için her şeyden evvel kalıcı bir çözüm şeklinin ortaya çıkması lâzımdır. Türkiye ile Yunanistan arasında Kıbrıs bakımından ihdas edilmiş olan dengenin bozulmaması gereklidir. Bunun için de Türkiye'nin de AB üyesi olması zorunludur.
1960 yılında ortaya çıkan ve o zaman Türkiye'de kalıcı olacağına inanılmış bulunan çözüm şeklinin 3 yıl 4 ay içinde Ada'yı ateş topuna döndürdüğü bir tarih dersi olarak hatırdan çıkartılmamalıdır.
Türk kamuoyuna yönelik algı operasyonunun en çarpıcı örneklerinden biri Rum Yönetimi'nin Türkçe'nin AB'nin resmî dilleri arasına dahil edilmesi için geçtiğimiz Ocak ayı içinde AB dönem başkanlığına yaptığı başvurunun medyada takdim şeklidir. Rumların bu hareketi gazetelerde Türk kamuoyuna "Anastasiadis'ten Türkiye'ye jest", "Anastasiadis'in büyük jesti" şeklindeki başlıklar altında ve baş sayfada duyurulmuştur.
Aslında Rumların bu girişiminin Türkiye'ye yönelik bir jest olma vasfı yoktur. Rum tarafı,  Kıbrıslı Türkleri de içerir şekilde Hükûmeti olduklarını iddia ettikleri 1960 Cumhuriyeti'nin Anayasası'ndan kaynaklanan bir vecibeyi yerine getirmek;  gecikmiş biçimde bu anayasal açıklarını kapatmak amacıyla bu girişimi yapmıştır. Esasen, Kıbrıs Rum Hükûmet sözcüsü de, Türk ve uluslararası basında Rum tarafının teşebbüsünü "Türkiye'ye jest" olarak takdim eden haberler çıkması üzerine açıklama yapmış ve Türkçe'nin Kıbrıs Cumhuriyeti'nin resmî dillerinden biri olduğunu hatırlatarak AB üyesi olan Kıbrıs'ın bu girişimi yaptığını söylemiştir. Burada hatırlatmam gerekir: Daha önce 2015 yılı içinde Avrupa Parlâmentosu'nda bir İngiliz parlâmenter "madem ki Rumlar 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti'nin bütününü temsil ettiklerini beyan ediyorlar ve bizler de bu beyanı kabul ediyoruz; o zaman neden Devlet'in anayasasına göre Türkçe de AB'nin resmî dili olmuyor" mealinde bir soru tevcih etmiştir.


Rum - Yunan Ortak Hedefi "Enosis" idi, ""Enosis" olmaya devam Ediyor

Kıbrıs konusunun BM Genel Kurulu'nun gündemine Yunanistan tarafından dâhil ettirildiği 1954 yılından bu yana Kıbrıs sorununun geçirdiği bütün aşamalarda Kıbrıslı Rumların ve Yunanistan'ın güttüğü ortak hedef "enosis" olmuştur.
Kıbrıslı Rumlar, aldıkları acı derslerden sonra, şiddet yoluyla "enosis" hedefine ulaşamayacaklarının idraki içinde görünmektedirler. Bu idrakle 1994 yılında, Klerides'in liderliği altında, "enosis" i, içinde Türkiye'nin tam üye olarak yer almayacağı AB bünyesinde gerçekleştirme hedefine yönelmişlerdir. Bu hedefi, AB'nin yardımıyla, Aralık 2002 Kopenhag Zirvesi'nin aldığı kararla ve bu karara dayanarak 16 Nisan 2003 tarihinde Atina'da AB Katılım Antlaşmasını imzalamak suretiyle kısmengerçekleştirmişlerdir. "Kısmen" diyorum; çünkü, onlar tam "enosis" için, içinde Türkiye'nin yer almayacağı bir AB'de, Ada'nın tümünün AB üyesi haline geleceği günü beklemektedirler.
ANNAN Plânı'nı da, "nasıl olsa AB üyesi olduk; bundan böyle Türkiye'nin AB üyeliğini önünü keserek, Kıbrıslı Türkleri sorunun çözümü çerçevesinde Kıbrıs Cumhuriyeti'ne yamanmasını sağlayalım; böylece içinde Türkiye'nin bulunmadığı AB'de Ada'nın bütününün AB'de yer almasını gerçekleştirelim ve enosis hedefine ulaşalım" gibi düşüncelerle reddettiklerine kaniim.
Burada bir parantez açarak ifade istiyorum. Tabiî, Rum tarafının Annan Plânı'nı reddetmesinde Rusya'nın tesirini de bir olgu olarak hatırda tutmalıyız. Çünkü Rusya (daha önceleri Sovyetler Birliği) Kıbrıs için Batının mutfağında pişirilip kotarılmış çözüm şekillerine karşıdır. Bununla beraber, şayet Suriye ile ilgili olarak ABD Rusya'yı yeterli ölçüde tatmin etmişse veya edebilirse, ve ayrıca yakın bir gelecekte Türkiye - Rusya münasebetlerinde hızlı bir düzelme meydana gelemezse, o zaman Rusya'nın da bu sefer Kıbrıs'ta çözüme AKEL vasıtasıyla yeşil ışık yakabileceğini ihtimal dışı tutmam.
Tekrar asıl konumuza dönüyorum: Türkiye ve Rauf Denktaş döneminde KKTC, Rumların "enosis" hedefini AB potasında gerçekleştirme stratejisinin zamanında farkında olmuştur. Bu farkındalıkladır ki, Türkiye ve KKTC, Kıbrıs Rum Yönetimi'nin AB üyeliği için yaptığı müracaatın işleme konulmaması ve daha sonra da, Türkiye de AB'ne tam üye olmadan Rum tarafının AB'ne üye olarak kabul edilmemesi için yoğun diplomatik girişimlerde bulunmuşlardır.

Türkiye'nin 1995'deki Çekincesini Hatırlayan Var mı?

Türkiye ile AB arasında Gümrük Birliği kuran kararın alındığı 6 Mart 1995'deki Türkiye - AB Ortaklık Konseyi toplantısında Dışişleri Bakanı Sayın Murat Karayalçın Türkiye'nin Kıbrıs Rum Yönetimi'nin AB üyeliğine karşı olan itirazını kesin ifadelerle toplantının resmî zabıtlarına kaydettirmiştir.
Karayalçın, yaptığı konuşmada, Türkiye'nin, Kıbrıs Türk tarafının, Kıbrıs Rum yönetiminin AB'ne vaki tek taraflı müracaatına dair ileri sürdüğü hukukî, siyasî ve ahlâkî savları paylaştığını; bu müracaatın Kıbrıs için öngörülen federal çözüm şekli bakımından esas olan karşılıklı rıza unsuru ile çeliştiğini vurgulamış; 1960 Kıbrıs Antlaşmalarının men edici hükümlerine de atıfla, Türkiye’nin üyesi olmadığı AB’ne “Kıbrıs’ın” tamamının veya bir kısmının üye olarak  kabul edilmemesi gerektiğini; çünkü Türkiye de AB’ne tam üye olmadan “Kıbrıs’ın” tam üye yapılmasının, Kıbrıs’la ilgili olarak Türkiye ile Yunanistan arasında 1960 Antlaşmalarıyla kurulmuş olan hassas dengelerin bozulmasına sebep olacağını; “Kıbrıs’ın” üyeliği yönündeki çalışmalara bu gerekçelerle Türkiye’nin hukuken ve siyaseten karşı çıkmaya devam edeceğini beyan etmiştir. 

"Yurtta Sulh Cihanda Sulh" Düsturuna Dönülmelidir

2002 yılının sonundan itibaren Türkiye'nin dış politikasında eksen kayması olmuştur. Bu durum dış politikamızda hedef sapmaları meydana getirmiştir.  Büyük Atatürk'ün "yurtta sulh, cihanda sulh" düsturu Türkiye Cumhuriyeti'nin dış politikasının pusulası olmuşken "komşularla sıfır sorun" gibi hayalî hedefler yaratılmıştır. Söylemlerle hedeflerin birbirini tutmadığı dış politika uygulaması yapılmıştır. Bu yüzden ülkemiz uluslararası ilişkilerinde "değerli" olarak vasıflandırılan bir "yalnızlık" içine düşmüştür.  Suriye krizinin Türkiye'yi Ortadoğu'nun stratejik derinlikteki bataklığının içine çekmiş olması; "Stratejik Ortak" dediğimiz Rusya ile iki düşman Devlet haline gelmemiz, Türkiye'nin uluslararası sahnedeki "yalnızlığının" sözde değerini de sıfırlamış bulunmaktadır. Türkiye iç ve dış tehditlere ve tehlikelere maruz kalmıştır.
Türkiye halen iç ve dış terörle topyekûn bir mücadelenin içindedir.
Günümüzde Suriye'nin yeniden şekillendirilmesi yapılırken, Türkiye'nin güney hudutlarına bitişik olarak Suriye'nin kuzeyinden uzanan bir toprak şeridiyle Akdeniz'e çıkışı olan bir Kürt Devleti'nin meydana getirilmesimaksadıyla uluslararası plânda bir tezgâh faaliyet halindedir.
Ülkemiz Türkiye Suriye krizinde savaşan taraf olmadığı halde Ülkemizin topraklarına top mermileri düşmekte, vatandaşlarımız ölmektedirler.  Türkiye 2011 yılından bu yana 2,5 milyona varan sığınmacıyı barındırmak zorunda kalmıştır. Türkiye’nin 4 yılda sığınmacılar için harcadığı paranın yıllık ortalama 5.3 milyar liraya ulaştığı medyada kayıtlıdır. 
Türkiye dış politikada kaybettiği direksiyon hâkimiyetini ve bozulan dengesini NATO'nun ve AB'nin desteğiyle sağlamağa çalışmaktadır.
Bu tablonun, Türkiye'nin uluslararası diplomaside birçok açıdan pazarlık gücünü yitirmesine ve ağırlığını kaybetmesine sebep olması; Türkiye'yi diplomatik baskılara maruz ve bunlara karşı direnemez hale getirmesi  kaçınılmazdır.
Edindiğim izlenim odur ki, bu durumda, Türkiye "millî dava" olarak benimseyip on yıllardır bu anlayış ve ruhla yürüttüğü Kıbrıs konusunda uzlaşmacı bir tavır sergilemek ihtiyacını, hattâ zaruretini hissetmektedir.
Herhangi bir uluslararası ihtilâfın konusuyla kendi çıkarları açısından ilgilenen ve o ihtilâfı kendi çıkarlarına uygun düşen şekilde halletmek için uğraşan küresel güçlerin, çözüm yönünde girişimde bulunmak için,  ihtilâfın taraflarının kendilerini en fazla esneklik göstermeğe ve taviz vermeğe mecbur hissedecekleri iç ve dış sorunlarla dolu veya herhangi bir konuda desteğe ihtiyaç duydukları dönemlerini kolladıkları tecrübelerle sabittir. Bunun tarihten ve yakın geçmişten örnekleri vardır. Osmanlı Devleti böyle bir zamanında Kıbrıs'ı İngiltere'ye vermek zorunda kalmıştır.

"Mutlaka Çözüm" İstemek; Çözüm Değil Çözülme Getirir


Kaygı içinde ifade ediyorum ki, Kıbrıs sorununa çözüm bulmak maksadıyla 1968’den itibaren BMGS’nin iyi niyet görev çerçevesinde yürütülen  "çözüm süreci" son 14 yılda Türkiye ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti için, giderek hız kazanan bir "çözülme sarmalı" niteliği kazanmıştır. 
Çünkü, 2002 sonundan bu yana Türkiye Kıbrıs sorununun bir an önce çözümünün peşinde koşmaktadır.
Annan Plânı'nın 11 Kasım 2002 tarihinde taraflara sunulmasından kısa bir süre sonra TBMM'de okunan 58. Hükûmet'in Programında Kıbrıs konusuna ilişkin paragrafın ilk cümlesinde "Hükümetimiz, Kıbrıs sorununa mutlaka bir çözüm bulunmasının gereğine inanmaktadır"  ifadesi yer almıştır.
Bu ifade bizde, o zaman, Kıbrıs sorununun tarihî geçmişine ve gelişmelerine; sorunun neden ve nasıl ortaya çıktığına; hangi sebep ve saiklarla Kıbrıs konusunun Türkiye'de 1950'li yılların başlarından itibaren "millî dava" olarak benimsendiğine; sorunun hangi sebeplerle on yıllardır çözülemeden BM Güvenlik Konseyi'nin gündeminde kalmış olduğuna; Kıbrıs adasının önemine ve özellikle Türkiye için jeostratejik değerine dair gerçekler ve olgular sanki bilinmiyormuş, ya da dikkate alınmıyormuş izlenimini bırakmıştır. 
Annan Plânı, Türkiye tarafından "Kıbrıs sorunu mutlaka çözülmelidir" zihniyetiyle ve bu zihniyetin şekil verdiği siyaset ve diplomasiyle ele alınmıştır. Çözüm sürecinde Rumların "bir adım önünde yürüme" stratejisi uygulanmıştır. Sonuç malûmdur. Ne Kıbrıs sorunu çözülmüştür; ne AB ve ABD, Türkiye'nin yönlendirmesiyle referandumda Plân'a "evet" oyu veren KKTC halkını siyasî ve ekonomik bakımlardan ödüllendireceklerine dair verdikleri sözleri tutmuşlardır; ne de Türkiye'nin AB tam üyeliği yolundaki engellerin kaldırılması sağlanmıştır. Aksine Plânı pervasızca yüzde 76 oyla reddeden Rum tarafı, referandumdan bir hafta sonra 1 Mayıs 2004 günü tam üye olarak AB'de koltuğa oturmuştur. Böylece Kıbrıs Rum tarafına üyelik yolunda Türkiye'ye devamlı surette kırmızı kart göstermesi sağlanmıştır.

Olan Kıbrıs Türk halkına ve KKTC'ne olmuştur. Çünkü, BMGS yayınladığı ve Güvenlik Konseyine sunduğu 28 Mayıs 2004 tarihli raporunda [liii]Kıbrıs Türk halkının çözüm Plân'ına "evet" oyu vermiş olmasının sonuçlarını bakınız nasıl değerlendirmiştir:

Paragraf 87:  "...Kıbrıslı Türkler çözümü tercih ederlerken, on yıllar boyunca sürdürdükleri, 1983'te yarattıklarını iddia  ettikleri 'devletin' tanınmasını amaçlayan politikaları da terk etmişlerdir."
Paragraf 90:  "Tanıma ve ayrılmaya yardım etmek BM Güvenlik Konseyi'nin kararlarına açıkça aykırıdır ve güttüğümüz hedefe de ters düşer. Aynı zamanda, bu yöndeki (tanıma) adımlar yeniden birleşme için oy vermiş bulunan Kıbrıslı Türklerin iradelerine de saygısızlık teşkil eder."
Görüleceği üzere, başta BM Genel Sekreteri olmak üzere uluslararası toplumda sözü geçen devletler, çözüm teşebbüsünün Rum Tarafı’nın reddetmesi üzerine sonuçsuz kalmış olmasına rağmen, yine, tabir caizse, faturayı Kıbrıs Türk Tarafı’na ödettirmişlerdir. Bırakınız Kıbrıs Türk Tarafı’nın statüsünü yükseltmeyi düşünmeyi, Kıbrıs Türk halkının Annan Planı için verdiği "kabul" oyunu dahi KKTC'nin tanınmasını isteme hakkından feragat olarak yorumlamışlar ve kayıt altına almışlardır.
Bu sonuçlara rağmen, Kıbrıs'ta çözümün peşinde koşan yine Türkiye ve KKTC olmuştur. Annan Plânı'na ilişkin süreçte referandum sonuçlarının ortaya koyduğu gerçekler ve tarihî dersler; AB'nin Kıbrıs sorununun çeşitli aşamalarında Türkiye'ye vermiş olduğu sözlerin hiçbirisini tutmamış olduğu olgusu ve Kıbrıs konusuna ilişkin daha birçok olgu ve gerçekler de göz ardı edilmiş ve bugün de edilmektedir.


Kıbrıs Konusuyla AB Üyelik Sürecimiz Arasında Bağ Kurmak Yanlıştır

14 yıldır Türkiye'de Kıbrıs konusu Türkiye'nin AB süreciyle bağlantılı ve çözüme odaklı olarak yürütülmektedir.
Başbakan Sayın Davutoğlu 29 Kasım 2015 tarihinde gerçekleşen Türkiye - AB Zirvesi'nden sonra yaptığı açıklamada, diğer hususlar meyanında "Kıbrıs sorununun çözülmesi halinde Türkiye'nin AB üyeliğinin bir rüya olmayacağını" ifade etmiştir. [liv]
Zirve'nin ertesinde açıklama yapan GKRY Hükûmet Sözcüsü Nikos Hristodulidis "dün Başbakan  Davutoğlu 'Kıbrıs sorunu çözülürse Türkiye’nin üyelik sürecinde gelişme olacak' demek suretiyle ülkesinin üyelik sürecini Kıbrıs sorununun çözüm çabalarına bağlamıştır" demekte gecikmemiştir.
Başbakan Davutoğlu geçen Aralık ayının başında KKTC'ne yaptığı ziyaret sırasında da "AB’ye adımı Kıbrıs’ta atabiliriz" şeklinde konuşmuştur.[lv]
Yine Davutoğlu bu yılın başlarında verdiği bir demeçte   "Eğer Kıbrıs sorunu bu yıl içinde çözülebilirse yılsonuna doğru gerçekten yeni bir dönem başlamış olacaktır AB-Türkiye ilişkilerinde" demiştir. [lvi]
Türkiye'de AB Bakanı'nın da Kıbrıs konusunu yakından takip ettiği görülmektedir.  AB Bakanı Sayın Bozkır, devam etmekte olan Kıbrıs müzakere sürecinin muhtemel sonuçları hakkında kamuoyuna umut dolu açıklamalar yapmaktadır. AB Bakanı bir konuşmasında Kıbrıssorununun "50 yıllık tarihinde çözüme en yakın noktada" olduğu öngörüsünde bulunmuştur.[lvii]
AB Bakanı verdiği demeçlerin birinde de Rum - Yunan iddialarına benzer şekilde " Kıbrıs sorununun çözülememesinin nedeni de rahmetli Denktaş'tır. Uzun yıllar hep çözülebilecek noktalara geldiğinde hep çözmemek yönünde bir tavır sergilemiştir" demek suretiyle tarihî bir yanılgıya düşmüştür. [lviii]
Özellikle, AB Bakanı'nın Kıbrıs konusunda demeçler vermesi, değerlendirmelerde bulunması, Türkiye'nin, Kıbrıs konusunun AB'nin etki ve yetki alanında olduğunu; Türkiye'nin AB üyelik sürecinin Kıbrıs konusuyla irtibatlı ve süreçte ilerleme olabilmesinin de Kıbrıs sorununun çözümüne bağlı olduğunu kabul ettiğinin en bariz göstergesi olmaktadır.
Türkiye'nin Kıbrıs konusunu kendi AB üyelik süreciyle irtibatlandıran söylemleri AB çevrelerinin Kıbrıs konusunu yakından izlemelerine hız ve yoğunluk kazandırmıştır. BMGS son raporunda  "AB'nin barış sürecinde daha güçlü bir rol oynaması hususunda müzakere eden tarafların mutabakat halinde bulunmalarının Kıbrıs müzakere sürecinin şimdiki döneminin en göze çarpan vasfını oluşturduğunu"  ifade etmiştir.[lix]

Diplomaside "Çözüme İhtiyaç Duyan Biziz" Sözü Teslimiyet İfadesidir


KKTC Cumhurbaşkanı seçildiğinden bu yana Sayın Mustafa Akıncı'nın dile getirdiği bazı söylemleri kaygı verici bulduğumu ifade etmeliyim.
Rumların ve Yunanistan'ın, "Helenizim" den "Helenizmin ortak çıkarlarından" her vesileyle söz ettikleri bir dönemde, Sayın Akıncı'nın sebebiyet verdiği "anavatan - yavru vatan" polemiği beni ve benim gibi düşünenleri yaralamıştır. Sayın Akıncı'nın ortaya koyduğu anlayış belki bazı iç ve dış çevreler tarafından alkışlanmış olabilir, ama uzun vadede bu anlayışın Kıbrıs Türk halkı için de zararlı olduğu elbette anlaşılacaktır.
Diğer taraftan, Ada'da Sayın Akıncı'nın da sık sık "çözüme ihtiyaç duyan biziz" mealindeki sözleri dile getirmesi, Türk tarafının pozisyonu için ilâve bir  zafiyet oluşturduğunu söylememe lüzum yoktur.
Bu söz diplomaside "teslim olma" anlamına gelir. Bir taraf "çözüme ihtiyaç duyduğunu" tekrarlarsa, çözümün ortaya çıkm   ası için bütün esneklikleri göstermeğe, taviz vermeğe hazır olduğunu beyan ediyor demektir.
"Real" politikanın üstatlarından kabul edilen ABD eski Dışişleri Bakanlarından Henry Kissenger'ın şöyle bir meşhur sözü vardır:
 “Anlaşma için istek göstermek nadiren müzakereyi hızlandırır. Hiçbir tecrübeli devlet adamı sırf muhatabı çözüm için istek ve acelelik gösteriyor diye anlaşmaya meyletmez; aksine karşı tarafın anlaşma için gösterdiği sabırsızlığı daha da iyi şartlarda çözüm elde etmek için kullanmak ister.”
(Showing EAGERNESS rarely speeds up negotiations. No experienced statesman settles just because his opponent feels a sense of urgency; he is far more likely use such impatience to try to extract even better terms.)
Bu söz adeta Türkiye'nin günümüzdeki Kıbrıs politikası için söylenmiş gibidir.


Kıbrıs Türk Halkının "Hak Ettiği Yer" Rumlara Yamanarak AB'ne Girmek Değildir


Sayın Akıncı sürekli olarak çözümle birlikte "Kıbrıs Türk halkının uluslararası toplumda hak ettiği yeri alacağını" söylemektedir.
Bu ifade tarzı aslında  Türkiye'de 62. ve 64. Hükûmetlerin programlarında da yer almıştır. Örneğin, 64. Hükûmetin Programında şöyle denilmektedir:"Kıbrıs’ta müzakere edilmiş bir çözüm ve Kıbrıs Türk Halkının uluslara­rası toplum içerisindeki haklı yerini alabilmesi, temel önceliklerimizden biridir."
Kıbrıs Türk halkının uluslararası toplumda hak ettiği yer, şimdiki çözüm sürecinin sonucu olarak sözde "Kıbrıs Cumhuriyeti'ne" yamanarak AB üyesi olmak değildir. Kıbrıs Türk halkının hak ettiği şerefli yer, bağımsız KKTC'nin çatısı ve bayrağı altındaki yerdir. Hedef, Türkiye'den başka Devletler tarafından da tanınmasını sağlamak suretiyle KKTC'ne uluslararası camiada daha sağlam bir yer bulmak olmalıdır.

"Kıbrıslı Çözüm" Söylemi Türkiye'yi Dışlamak İçindir

Öte yandan Sayın Akıncı "Kıbrıs Türk halkının içine sindireceği çözümden" söz etmiştir. Çözüm sadece "Kıbrıs Türk halkının" değil, Türkiye'nin, Türk Milleti'nin içine sindireceği bir çözüm olması gerektiği unutulmamalıdır.
Talât - Hristofyas arasındaki müzakere sürecinden itibaren "Kıbrıslı çözüm" kavramı geliştirilmiş ve yerleştirilmiştir. BMGS raporlarında "Kıbrıslıların yürüttüğü" (cypriot-led) ve "Kıbrıslıların sahiplendiği" (cypriot-owned) kavramları kullanır olmuştur. Bununla beraber, daha önceleri Kıbrıs sorununa bulunacak çözüm bahsinde "Kıbrıs sorununun doğrudan ilgili dört tarafından" (four parties concerned) söz edilirdi. Bu çerçevede, Kıbrıs Türk ve Rum toplumları ile Türkiye ve Yunanistan zikredilirdi.
"Kıbrıslı çözüm" anlayışını, Kıbrıs konusunu Türkiye'nin ilgi, etki ve yetki alanından uzaklaştırarak çözme tasavvur ve gayretinin bir belirtisi olarak görüyorum.
Öte taraftan, KKTC Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı'nın Kıbrıs konusu hakkında Türkiye'deki ilgisizlik ve sessizlikten memnun olduğu anlaşılmaktadır. Sayın Akıncı, geçtiğimiz Ocak ayında KKTC'ni ziyaret eden bir CHP heyetini kabulünde "Kıbrıs sorunun Türkiye'de artık iç politika malzemesi olarak kullanılmadığına" işaret etmiş ve " ....geçmişte, duruma ve yerine göre, Kıbrıs Türk liderliği Kıbrıs konusunu Türkiye’nin gündemine taşıyarak, orada kaşınmasına yol açıyordu. Biz de bu konularda çok dikkatliyiz. Böyle bir şeyin olmasını arzu etmiyoruz. Kıbrıs üstünden Türkiye’deki siyasi partilerin birbirini vurmasını istemiyoruz. Kıbrıs’ı daha farklı bir noktada kucaklamak gerekiyor...” şeklinde konuşmuş. [lx]
Oysa hatırlanmalıdır ki 1940'lı yılların sonundan itibaren Kıbrıs'ta belirginleşen "enosis" niyet ve hareketlerinin hem Ada'daki Türk varlığı, hem Türkiye için arzettiği tehdit ve tehlikeler, o zamanlar, millî Kıbrıs davamızın kahraman önderleri Dr. Fazıl Küçük ve Rauf Denktaş ile arkadaşları tarafından "aman Kıbrıs Girit olmasın" gibi söylemlerle Ankara'nın dikkatine ve gündemine taşınmıştı. Bu sayede Türkiye ve Kıbrıs Türk halkı kenetlenmiş ve "enosis" e karşı tarihî direnme başlatılmıştı. Bu direnme on yıllarca sürmüştür. Daha uzun yıllar sürmesi gerekecek gibi de görünmektedir.
Kıbrıs sorununun çözümü sadece Kıbrıs Türk halkının tercihine ve iradesine bırakılabilecek bir konu değildir. "Kıbrıs sorunu" denen konu Türkiye'nin "millî davasıdır".


Kıbrıs İngiltere İçin Önemlidir de Türkiye İçin Önemsiz midir?!


Konumu itibariyle Kıbrıs adası Türkiye'yi, Yunanistan'ı ve İngiltere'yi olduğundan daha fazla ilgilendirmektedir.  Bugün İngiltere kendi ülkesinden 8.000 km. uzaktaki Kıbrıs adasındaki egemen üslerini dikkat ve titizlikle muhafaza ediyorsa; bu üslerin muhafazası İngiltere'nin Kıbrıs konusundaki tutumuna şekil ve yön veren temel etken oluyorsa, 80 km güneyindeki Kıbrıs adası Türkiye'yi neden ilgilendirmesin?


Türkiye de AB'ne Tam Üye Olmadan Kıbrıs Sorunu Tabiî  Çözümüne Kavuşamaz


Kıbrıs adasının Doğu Akdeniz'de kalıcı biçimde bir barış ve istikrar unsur olmasını elbette istiyoruz. Ada'ya kalıcı barış gelebilmesinin vazgeçilmez ön şartı, öncelikle Türkiye'nin kendi öz çıkarlarına ve millî güvenliğine uygun düşen bir çözüm şeklinin ortaya çıkabilmesidir.  Avrupa Birliği faktörü, Türkiye'nin tutumundan kaynaklanmayan sebeplerle Kıbrıs sorununun çözümü için gerekli dengeleri bozmuştur. Bu dengeler İngiltere'nin, Yunanistan'ın, Kıbrıs Rum yönetiminin Avrupa Birliği üyesi olmaları olgusu yüzünden bozulmuştur. Halen sürdürülmekte olan müzakereler sonucunda çözüme ulaşılır ve Kıbrıs Türk halkı da bu çözüm çerçevesinde Avrupa Birliği'ne dahil olursa, Kıbrıs "sorunu" işte o andan itibaren Türkiye için daha büyük boyutlarda ortaya çıkacak demektir.
Kıbrıs adasına dengeli ve kalıcı barışın ancak Türkiye'nin de Avrupa Birliği'nin tam üyesi olması ile gelebileceğinin uluslararası plânda artık idrak edilmesinin zamanı gelmiş ve geçmektedir.
Günümüzde Kıbrıs konusunda sakat ve dengesiz bir çözüme razı olanlar, Türk tarihinde Girit'i Yunanistan'a kaptıranlarla aynı safta yer alacaklarını bilmelidirler.


2004'de "Siz Kendi Yolunuza, Biz Kendi Yolumuza" Denilmeliydi


Kısa bir süre önce Sayın Cumhurbaşkanı Erdoğan vizenin kaldırılması için terörle mücadele yasamızın değiştirilmesini isteyen AB'ne "biz yolumuza gidiyoruz, sen de yoluna git" dediler.
Aynı sözün, Ada'daki gerçekler temelinde bir çözüme razı olmayacakları belli olan Kıbrıs Rum tarafına KKTC halkı tarafından ve uluslararası çevrelere de Türkiye tarafından kararlılıkla ifade edilmesinin zamanının çoktan geldiğine inanmaktayım. Aslında 24 Nisan 2004 gecesi bu söz getirilmiş olmalıydı. Ne yazık ki tarihî bir fırsat kaçırıldı.
Rauf Denktaş'tan Vasiyet Gibi Söz
Millî Kıbrıs Davamızın yılmaz savunucusu KKTC'nin Kurucu Cumhurbaşkanı Millî Kahraman merhum Rauf R. Denktaş'ın hastalığa duçar olmasından kısa bir süre önce bana göndermiş oldukları bir mektuptan bir paragrafı okuyucularımla paylaşmak istiyorum.
“Kıbrıs’ta ‘biz Türküz; Türkiye Anavatanımızdır’ diyen insanlar var oldukça Rum-Yunan ikilisi bu davaya son noktayı kalıcı bir anlaşma yaparak koymayacaktır. Her yeni anlaşmayı, 1960’daki gibi esas millî hedefine bir sıçrama tahtası yapmak için uğraşacaktır. Yeni anlaşmanın temelinde bağımsız devletimiz yoksa 'sıçrama tahtası' maceralarından kurtulamayız. Annan Plânı ve benzeri bağımsızlık temelinden yoksun anlaşmalar Kıbrıs’ı Girit misali Türk’ten arındıracaktır. Kıbrıs’ın Türkiyesiz bir AB’ne girişine izin verilmiş olması Kıbrıs'tan yok oluşumuzun kapılarını açmıştır. Bu hatadan dönülmesi için sonuna kadar uğraşmak boynumuzun borcu olmuştur.”


Not: Bu yazı  Mayıs ayı 2016 başında kaleme alınmıştır.


Kaynak..,

[i]CUMHURİYET Gazetesi, 17 Temmuz 1952, s. 1 - 7.
[ii]  Doçent Dr. Fahir . H. ARMAOĞLU, Kıbrıs Meselesi 1954 – 1959, Ankara, 1963, Sevinç Matbaası, s.41
   Ayrıca bknz.  HÜRRİYT Gazetesi, 3 Haziran 1953
[iii]  Dr. Fazıl KÜÇÜK’ün çeşitli makaleleri için bknz:
Yar. Doç Dr. Osman YILDIZ ve Öğr. Gör. Güven ARIKLI, 40 Yıl Halkın Sesi Olarak Dr. Fazıl Küçük, Makaleler (1942 – 1981), 1. Cilt.
[iv]  Prof. Dr. M. Derviş MANİZADE, 65 Yıl Boyunca Kıbrıs,  Kıbrıs Türk Kültür Derneği (İstanbul Şubesi) Yayınları, No.9, Mart 1993, s. 75
[v]CUMHURİYET GAZETESİ, 2 9 Ağustos 1954, s. 1 - 6.
[vi]CUMHURİYET GAZETESİ, 24 Eylül 1954, s. 1 - 9.
[vii]CUMHURİYET Gazetesi , 25 Ağustos 1955, s. 7.
[viii]CUMHURİYET GAZETESİ, 25 Ağustos 1955, s. 1 - 7
[ix]  CUMHURİYET GAZETESİ, 26 Ağustos 1955, s. 7.
[x]  CUMHURİYET GAZETESİ, 26 Ağustos 1955, S 1 - 7.
[xi]  AYIN TARİHİ, 1 Eylül 1955.
[xii]  https://www.tbmm.gov.tr/hukumetler/HP23.htm
[xiii] TBMM Zabıt Ceridesi, 28 Şubat 1959 Cumartesi,  Devre:  XI, Cilt: 7, İçtima: 2,
[xiv]  CUMHURİYET GAZETESİ, 13 Eylül 1967, s. 1 - 7; MİLLİYET Gazetesi, 13 Eylül 1967, s. 1
[xv]  TBMM Tutanak Dergisi (Gizli Oturum), 20 Temmuz 1974, s. 36 - 38
[xvi]  6. Cumhurbaşkanı Sayın Fahri Korutürk'ün bu sözlerini  Sayın Rauf Denktaş nakletmektedir. Örneğin, Sayın    Rauf Denktaş'ın 15 Nisan 2004 Perşembe günü TBMM'nin 74. Birleşimindeki nutku.
[xvii]TBMM Tutanak Dergisi, 25 Ağustos 1992 Salı, Dönem: 19, Yasama Yılı : 1, 94. Birleşim (Olağanüstü).
[xviii]Ibid
[xix]Ibid
[xx]TBMM Tutanak Dergisi, 10 Haziran 1993 Perşembe, Dönem: 19, Cilt: 36, Yasama Yılı: 2, 111. Birleşim.
[xxi]TBMM Tutanak Dergisi, 21 Ocak 1997 Salı,  Dönem: 2, Cilt: 19, Yasama Yılı: 2, 48. Birleşim.
[xxii]Ibid
[xxiii]Ibid
[xxiv]Ibid
[xxv]Ibid
[xxvi]  https://www.tbmm.gov.tr/hukumetler/HP55.htm
[xxvii]http://www.milliyet.com.tr/2004/04/13/son/sonsiy24.html
[xxviii]https://www.tbmm.gov.tr/hukumetler/HP61.htm
[xxix] TBMM, 18 Haziran 2014 Çarşamba, 24. Dönem, 4. Yasama Yılı, 105. Birleşim, Genel Kurul Tutanağı, s.16-17.
[xxx]Doçent. Dr. Sevin TOLUNER, Kıbrıs Uyuşmazlığı ve Milletlerarası Hukuk, İstanbul Üniversitesi Yayınlarından, No. 2309, Fakülteler Matbaası, İstanbul – 1977, s. 21.
      Bknz. Murat SARICA/ Erdoğan TEZİÇ/ Özer ESKİYURT, Kıbrıs Sorunu, İstanbul Üniversitesi Yayınlarından, No.2071, Fakülteler Matbaası, 1975, s. 5 – 7.
     Ayrıca bknz. Seha L. MERAY, Ankara Üniversitesi, Siyasal Bilgiler Fakültesi, Devletler Hukuku Profesörü, Lozan Barış Konferansı, Tutanaklar Belgeler, Takım I, Cilt 1, Kitap 2, s. 57 - 58, Ankara Üniversitesi, Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları No. 300.
[xxxi] Ahmet DAVUTOĞLU, Stratejik Derinlik, Türkiye'nin Uluslararası Konumu, Küre Yayınları, 1. Kitap, 2001, s. 169 - 182.
[xxxii]  http://www.milliyet.com.tr/-kibris-ta-cozume-cok-yakiniz--kibris-2206533/
[xxxiii]  http://www.mgk.gov.tr/index.php/24-nisan-2008-tarihli-toplanti
[xxxiv] http://www.mgk.gov.tr/index.php/05-nisan-2004-tarihli-toplanti
       http://arsiv.ntv.com.tr/news/453724.asp
[xxxviii] http://arsiv.ntv.com.tr/news/453724.asp
[xxxix] BMGS'nin 8 Mart 1990 tarihli  ve S/21183 sayılı Raporu.
[xl] BMGS'nin 21 Ağustos 1992 tarihli ve 24472 saylı Raporu.
[xli] http://www.abhaber.com/yunanistan-disisleri-bakani-nikos-kocaskibrisli-turkler-ile-rumlar-arasinda-osmosis-telkin-etti/
[xlii]http://www.spiegel.de/international/europe/turkish-cypriot-foreign-minister-says-reunification-close-a-961776-druck.html
[xliii]  http://www.haberler.com/ab-bakani-ve-basmuzakereci-bozkir-aciklamasi-7283086-haberi/
     http://www.kibrisgazetesi.com/?p=759689
[xliv]  http://www.aksam.com.tr/siyaset/basbakan-davutoglu-muzakereler-yeni-bir-ivme-kazandi/haber-339102
[xlv] John REDDAWAY, Burdened with Cprus, The British Connection, 1986, s. 159.
[xlvi]  http://cyprus-mail.com/2016/02/11/anastasiades-tells-cypriot-solution-will-be-an-honourable-compromise/
[xlvii]  http://www.mfa.gov.tr/disisleri-bakani-sayin-mevlut-cavusoglu_nun-yunanistan-disisleri-bakani-nikos-kotzias-ile-ortak-basin-toplantisi.tr.mfa
[xlix] http://www.mfa.gr/en/current-affairs/top-story/joint-statements-of-foreign-minister-kotzias-and-the-president-of-the-cyprus-house-of-representatives-yiannakis-omirou-following-their-meeting-athens-20-january-2016.html
[l]  http://www.kibrisgenctv.com/güney/cavusoglu-fileleftheros-gazetesi-ne-konustu.html?tmpl=component&print=1
[li] http://www.mfa.gov.tr/disisleri-bakani-sayin-mevlut-cavusoglu_nun-kibris-rum-_fileleftheros_-gazetesine-verdigi-mulakat_-28-subat-2016_-istanbul.tr.mfa
[lii] (Carol Migdalowitz  CRS Report for Congress, Cyprus: Status of U.N. Negotiations and Related Issues,  June 27, 2006, s. 19.  
https://www.fas.org/sgp/crs/row/RL33497.pdf
[liii] BMGS'nin 28 Mayıs 2004 tarihli ve S/2004/437 sayılı Raporu.
[liv] http://www.halkinsesikibris.com/m/index.php?islem=detay&id=53510.
[lv] http://www.haberturk.com/gundem/haber/1161288-davutoglu-abye-adimi-kibrista-atabiliriz.
[lvi]  http://www.trthaber.com/haber/gundem/ab-turkiye-iliskilerinde-yeni-bir-donem-baslayacak-230446.html.
[lvii] http://www.abhaber.com/bozkir-kibrista-cozumu-umut-ediyoruz-insallah-baharda/.
[lviii] http://www.detaykibris.com/belki-kibris-sorununun-cozulememesinin-nedeni-de-rahmetli-denktastir-video-72428h.htm
[lix]  BMGS'nin 7 Ocak 2016 tarihli ve S/2016/15 sayılı Raporu.
[lx]  http://www.halkinsesikibris.com/m/index.php?islem=detay&id=59957

http://www.21yyte.org/ sitesinden 22.06.2016 tarihinde yazdırılmıştır.



..