Ortadoğu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Ortadoğu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

11 Ocak 2020 Cumartesi

27 MAYIS DARBESİ SONRASI TÜRK DIŞ POLİTİKASINDA YENİ AÇILIMLAR: ORTADOĞU ve SOVYETLER BİRLİĞİ İLE İLİŞKİLER(1960-1965) BÖLÜM 2

27 MAYIS DARBESİ SONRASI TÜRK DIŞ POLİTİKASINDA YENİ AÇILIMLAR: ORTADOĞU ve SOVYETLER BİRLİĞİ İLE İLİŞKİLER(1960-1965)  BÖLÜM 2



Yaz tatili arasını bitiren Millet Meclisi 3 Eylül 1962 günü tekrar toplandı. 
Toplantının en önemli konularından biri de Irak’la son haftalarda yaşanan 
hadiseler idi. Soru önergesini yanıtlayan Dışişleri Bakanı Erkin’in, Irak 
hududunda son bir yıldır yaşanan hadiseleri sıralayarak, Türkiye’nin barışçıl 
bir devlet olduğunu ve uluslararası hukuka riayet ettiğini belirttiği konuşması 
Meclis üyelerince olumlu karşılanmıştır (Ulus, 04.09.1962). Dışişleri 
Bakanı Millet Meclisi’nde verdiği bir başka izahatta da Türkiye’ye yönelik 
suçlamaları cevaplandırmıştı. Bazı yabancı basın organlarında Kuzey 
Irak’ta Barzani kuvvetlerine karşı yürütülmekte olan operasyonlara Türki-
ye’nin asker, subay ve silah desteği sağladığı yönünde çıkan haberleri yalanlayarak, Türkiye’nin yalnızca uluslararası hukuka uygun bir şekilde kendi 
sınır güvenliğini sağladığını ve bunun için dost Irak hükümeti ile görüşmeler 
ve ortaklıklar yapıldığını ifade etmişti (MMTD 1963:504; The Times, 03.09.1963).9 

Türkiye’nin Ortadoğu’da yaşadığı problemlerin temelinde bölgedeki en 
büyük rakibi Mısır ve onun bu dönemki lideri Nasır gelmekteydi. Irak’la 
yaşanan gerginliğin dolaylı olarak sebebi de bu idi. Başbakan İnönü tüm 
hadiselere rağmen; “Ortadoğu’da sulh dışında bir politika takip edilmesine 
izin verilemez. Bunun faydası yoktur ve sulh dışı her temayül bütün dünyada 
hoş görülmeyecektir. Arap dünyasıyla münasebetlerimizin normal ve iyi olması 
için bütün sebepler mevcuttur (Ulus, 20.03.1963)” diyerek Türkiye’nin 
ılımlı tutumunu yansıtıyordu. Ortadoğu’da Arap Birliği etrafında yaşanan 
son gelişmeler Ürdün ve Suudi Arabistan’ın nasıl bir tavır takınacağı sorusunu 
da beraberinde getirmişti. Her iki ülke liderlerinin de baskı altında 
olduğunu belirten Baban, tehdide en çok maruz kalanın ise İsrail olduğunu 
vurgulamıştı. Nasır’ın son kazanımları sonrası durulup durulmayacağını 
merak eden yazar, Arap coğrafyasındaki İsrail karşıtlığını daha da körükleyip 
bir savaşın çıkmasından endişelendiğini belirtir. Türkiye’nin bu yeni 
durum karşısındaki konumunu ise değiştirmeyeceğini savunan Baban, 
Türklerin Arapların dostu olduğunu ve Türk-Arap münasebetlerinin Nasır’ın 
tutumuna bağlı kalacağının altını çizmiştir (Baban 1963). Bu çerçevede 
Dışişleri Bakanlığı yayınladığı bir bildiri ile 1 Ekim 1961’den beri Birleşik 
Arap Cumhuriyeti ile kesilen ilişkilerin yeniden tesisine karar verildiğini 
açıklaması Türkiye’nin dünya siyasasındaki hareketlilikte pozisyon alması 
olarak yorumlanabilir. İlişkilerin tekrar kurulması için çaba harcayan Türkiye’nin 
Pakistan, Yugoslavya ve İsviçre gibi devletlerden arabuluculuk 
konusunda yardım aldığı iddia edilmiştir (Milliyet, 30.04.1963). Yaşananlara 
paralel olarak Küba lideri Castro’nun Rusya’yı ziyareti, ABD Dışişleri 
Bakanı Dean Rusk’ın Karaçi’de düzenlenecek CENTO konferansı öncesi 
Türkiye’ye gelmesi de kayda değer bir diğer gelişmedir. Aynı günlerde İngiltere 
Dışişleri Bakanı Lord Home’un da Türkiye’ye gelmesi tesadüfî değildir (Ulus, 28.04.1963). 

Arap açılımının yanı sıra Afrika’daki yeni uyanış hareketleri de artık 
yavaş yavaş Türkiye’nin dikkatlerini bölgeye çekmeyi başarmıştı. Türk diplomasisinin yetersizliği, temsilciliklerin az olduğu ve temsilcilerin işlerini 
hakkıyla yapmadıkları her dönem de olduğu gibi bu dönemde de tartışma 
konusu olmuştur. 1960’lar dünyasında 3.dünya ülkelerinden yükselen dalgaların 
Türk dış politikasında da yansımaları olurken, Afrika meseleleri bu 
konuların başında gelmekteydi. Türkiye dekolonizasyon süreci sonunda 
bağımsızlıklarını kazanan Afrika ülkelerini tanımışsa da ilişkilerini güçlendirmemişti. 

Soğuk Savaş şartları çerçevesinde Batı’yı ön planda tutan ve 
Afrika ve Uzakdoğu’yu göz ardı eden bu yaklaşımın Türkiye’ye hiçbir şey 
kazandırmadığı ancak 1960’ların ortalarında anlaşılacaktı (Afacan 2012: 11). 

Bu politikanın “şahsiyetli” bir dış politikayla bağdaşmadığı suçlamaları 
Cumhuriyet hükümetlerine getirilen eleştirilerin başındaydı (MMTD 1963: 5). 
Türkiye’nin Afrika ülkeleriyle olan ilişkilerindeki yetersizlikleri eleştiren 
Hekimoğlu’nun şu sözleri durumun vahametini göstermesi açısından önemlidir: 


“Dünya olaylarıyla ne kadar ilgilendiğimiz ortada. Afrika’da kaç temsilcimiz 
var?..Nasır’ı Kasım’ı iyi tanıyan Afrika, Türkiye’yi tanıyor mu belli değil. 
CENTO’daki üye dostumuz Pakistan’da bile elçimiz, maslahatgüzarımız, müsteşarımız yok… Brüksel’de temsilcimiz yok. Daha birçok yerde temsilcimiz yok.” (Hekimoğlu 1961). 

Afrika’nın kuzey batısında, Cezayir’de yaşanan bağımsızlık mücadelesi 
de Türkiye’de ses getirmiş ve oldukça destek görmüştü. Öyle ki MBK Başkanı 
Cemal Gürsel’in Fransa ile Cezayir arasındaki görüşmelerde arabulucu 
olması dahi konuşulmaktaydı (Son Havadis, 18.05.1960). Cezayir meselesinde 
tansiyonun gitgide arttığı bir dönemde BM Genel Kurulu’nda Asya ve Afrika’ daki sömürgeciliğe son vermek için verilen önergeyi Türkiye desteklemekle beraber, siyasi komisyonda Cezayir meselesinin referanduma götürülmesi teklifine Türkiye’nin çekimser kalması büyük tepki çekmiştir. Bunun nedeni olarak bir sonraki hafta toplanacak olan Avrupa İktisadi İşbirliği Konseyi toplantısı ve bu toplantıda ele alınması beklenen Türkiye’nin 1961 yılı dış borç açığı olan 90 milyon doların pazarlığı gösterilmektedir (Hekimoğlu 1960). 

Bu küçük hadise bile ekonomik bağımsızlığın dış politikada ülkelere neler sağlayabileceğini göstermesi bakımından önemlidir. 
MBK idarecilerinin Cezayir’deki bağımsızlık hareketini desteklemelerine rağmen, 
Dışişlerinin kalıplaşmış Batı eksenli, müttefikleri gücendirmeme politikaları 
nedeniyle hem Cezayir nezdinde hem de bağımsızlığına yeni kavuşan ve bu 
uğurda mücadele eden bütün milli hareketlere karşı tarihi birikimlerine 
rağmen mesafeli durması ileriki yıllarda Kıbrıs meselesinde ihtiyaç duyacağı 
uluslararası desteği sağlayamamasında temel neden olacaktı (Tepeciklioğlu 2012:74). 

“Güç Komşuluk”: Türkiye-Sovyetler Birliği Münasebetleri 

27 Mayıs’tan sonra Türkiye’nin Doğu Bloğu ve Sovyetlerle münasebetlerinin 
nasıl olacağı merak edilen konular arasındaydı. 27 Mayıs darbesinin 
demokrasi, hürriyet rejimini korumak ve insan haklarına saygılı bir yönetim 
ideali ile hareket etmesinin Batı dünyasını memnun ettiğini belirten 
Çelik, Doğu bloğu ülkelerinin de Türk dış politikasında köklü bir değişim 
olmayacağını bilmelerine rağmen, bu değişimi olumlu karşıladıklarını ifade 
etmesinin kafaları karıştırmaması gerektiğini, Türkiye’nin tarafsızlık politikasına 
yönelmesinin söz konusu olamayacağını belirtmiştir (Çelik 1960). 
Gürsel’in Sovyet Büyükelçisi ile yaptığı görüşme akabinde Sovyetler Birliği 
Başbakanı’nın gönderdiği mektup Türkiye-Sovyetler Birliği ilişkilerinde 
yeni bir başlangıcı işaret etmekteydi. Birkaç ay önce U2 uçağının düşürülmesiyle 
gerilen ilişkilerin bu noktaya taşınması önemli bir gelişmeydi. İki 
liderin karşılıklı mektuplaşmasında altı çizilen en önemli husus; Sovyetlerin 
Türkiye’nin egemenlik haklarına duyduğu saygıyı yinelemesi ve ilişkilerin 
bu doğrultuda sürdürülmesi isteği ile Batılı ülkelerle her iki tarafın da diyalog 
içinde olmasının vurgulanması olmuştur (Barlas 1960). Kruşçev 28 Haziran 
tarihli mektubunda Türkiye ile Sovyetler Birliği arasındaki ilişkilerin 
geliştirilmesinin önemine değinirken, bunun gerçekleşmesinin Türkiye’nin 
ABD ve Batı dünyasıyla ilişkilerine zarar vereceğini düşünmediğini belirtmiştir. 
Türk kamuoyunda oldukça tartışmalı bir konu olan bağımsız dış 
politika vurgusunu da yapan Kruşçev müreffeh ve bağımsız bir politikanın 
hem kendileri hem de komşu devletlerin hakkı olduğunu, bu çerçevede 
Türkiye’nin Atatürk’ün yolundan gitmesi halinde Türk-Sovyet ilişkilerinin 
gelişeceğine inandığını belirtmiştir. Bu kapsamda Türkiye’yi tarafsızlık politikası 
sürdürmeye davet etmiştir (“Closer Soviet Links With Turkey”, The 
Times, 01.09.1960). Mektuba 8 Temmuz’da yanıt veren Gürsel, Türkiye’nin 
NATO ve CENTO ile olan ilişkisinin savunma üzerine kurulu olduğunu, iki 
ülke arasındaki ilişkilerin geliştirilmesini arzu ettiğini ifade etti. Kruşçev’in 
mektubunda altını çizdiği, Türkiye’nin tarafsızlık politikası izlemesi halinde 
askeri harcama bütçesini azaltıp bunun kalkınmaya yönlendirilmesi önerisine 
de yanıt veren Gürsel, tarafsızlığın bunu sağlamada yeterli olmayacağını 
İsviçre, İsveç ve Hindistan gibi ülkelerin tarafsız olmalarına rağmen büyük 
askeri bütçelere sahip olduğunu belirtti (“Neutrals’ Need of Defences”, 
The Times, 02.09.1960). Bu mektuplaşmaya ilişkin İngiliz The Times da 
yapılan değerlendirme müttefiklerin Türkiye-Sovyetler Birliği ilişkilerine 
nasıl baktığı konusunda bizlere bir takım fikirler sunabilmektedir. Tansiyonu 
düşürmek başlıklı makalede Kruşçev’in Atatürk ile Lenin’in kurduğu 
ilişkiye referans vermesinin 1960 şartlarında pek geçerli olmadığı vurgulanırken, 
1939 sonrası iki ülke arasında yaşanan gerginliklere dikkat çekilmiştir. 
Tarafsızlık konusundaki yumuşak Sovyet yaklaşımını iyi bir misyonerin 
tavrına benzeten gazete Menderes’in aylarda kuzey komşusuyla tansiyonu 
düşürme çabalarında olduğunun altını çizmiştir. Son tahlilde ne 
olursa olsun Türkiye’nin tıpkı diğer NATO ülkeleri gibi soğuk savaşın tatsızlıklarını yavaşça ortadan kaldırma çabasının akıllıca olmasına rağmen ilişkilerde henüz gözle görülür bir iyileşmenin olmadığına dikkat çekilmiştir 
(“Lowering Tension”, The Times, 02.09.1960). 

Kurulan ilk koalisyon hükümetinin Başbakanı olan İnönü, hükümetlerinin 
dış politikası ile ilgili yaptığı açıklamada; iki kutuplu dünyanın en büyük 
güçleriyle olan münasebetlerinden bahisle Türkiye’nin NATO ve CENTO 
ittifakları içinde BM politikalarına bağlı olduğunu söylemiştir. Sovyetlerle 
ittifak kurmalarının mümkün olmadığını belirten İnönü, Amerika’dan alınan 
kredilerin de ülke içindeki huzur ve istikrarla doğru orantılı olduğunu ifade 
etmiştir (Havadis, 10.01.1962). 1962 yılında ABD ile Sovyetler Birliği arasında 
yaşanan en gerilimli olay olan Küba Krizi ABD’nin Türkiye’nin müttefiki, 
Sovyetlerin de Türkiye’nin kuzey komşusu olması nedeniyle Türki-
ye’nin adının da bu kriz içinde anılmasına ve pazarlık konusu yapılmasına 
neden oldu. Başbakan İnönü Mecliste verdiği izahatta barış vurgusu yaparak 
tarafları itidalli davranmaya davet etmiş, ancak ABD’nin müttefiki olarak 
üzerlerine düşen sorumlulukları yerine getirmeye hazır olunduğunun 
mesajını vermişti. İnönü’nün sözlerini ve durumu değerlendiren Aslan; 
onun varlığının ülkenin bir maceraya atılacağı endişelerini sildiğini, Türki-
ye’nin krizde takındığı tavrın kimsenin uydusu olmadığı ancak ittifaklarına 
bağlı olduğu mesajını içerdiğini belirtmiştir (Aslan 1962). Ancak bu kriz 
resmi olarak ifade edilmese de bir başka gerçeği yani ABD’nin kendi güvenliğini, 
müttefiklerinin güvenliğinin üzerinde tuttuğunu da gözler önüne 
sermişti. Küba’daki Sovyet füzelerine karşılık, Türkiye’deki Amerikan füzelerinin 
kaldırılması Türkiye’yi Sovyet tehdidine karşı güçsüzleştirici bir 
tedbir olarak da değerlendirilmiştir (Bal 2002:166). Öte yandan füze teknolojisinde yaşanan gelişmeler çerçevesinde uzun menzilli balistik füzelerin 
kullanılır olması Türkiye’nin NATO için stratejik önemini azalttığı, dolayısıyla 
Türkiye’nin elindeki bir büyük kozu kaybettiği de başka bir realitedir 
(Altan 1963) 10. 

Kıbrıs sorununun gitgide tırmandığı bir dönemde müttefiklerinden 
beklediği yardımı göremeyen Türkiye’nin yeni çıkış yolları araması gayet 
doğaldı. Türkiye ile ilişkilerini güçlendirmek isteyen Rusya için Kıbrıs sorunu 
kaçırılmaz bir fırsat oldu. 27 Mayıs’tan sonra Türkiye’ye ekonomik yardımda 
bulunma teklifi sunan Sovyetlerle ilişkiler, Batı ittifakına 1960’lara 
kadar olan körü körüne bir bağlılık yüzünden gelişmemişti. Amerikalıların 
ve Avrupalı devletlerin her türlü diplomatik ve ticari ilişkileri yeniden kurmalarına rağmen Türkiye bu konuda müttefiklerinden ayrışmıştı. Bu politikanın kendisine yarardan çok zarar verdiğini ancak bu dönemin ortasında 
anlayan Türkiye, rotayı Rusya’ya çevirdi. 1963 yılında bir Türk delegasyonu 
Moskova’ya giderek Başkan Kruşçev’le görüştü. Bu görüşmede Kruşçev 
Rusya’nın Türkiye ile dostane ilişkileri geliştirme arzusunda olduğunu ve 
Stalin döneminde yürütülen Türkiye politikasının değişmesi gerektiğini 
ifade ederek Türkiye’nin duymak istediği mesajları vermişti (Gürtuna 
2006:31). 27 Mayıs sonrası yeni bir yöne giren Türkiye’nin dış politikasının 
da değişmesini normal karşılayan Toker, ABD’nin ve diğer Batı Bloğu ülkelerinin 
Sovyetlerle iyi ilişkiler kurmalarına rağmen Türkiye’nin bundan ayrı 
kalmasının beklenemez olduğunu belirterek, Türkiye’nin kraldan daha çok 
kralcı olmayacağını ve ABD’nin de bunu normal karşılaması gerektiğinin 
altını çizmişti (Toker 1965:5). 

1960-1964 yılları arası Türk-Sovyet ilişkileri normalleşme yolunda 
sürdürülürken, 1965’ten itibaren ilişkiler işbirliği temelinde seyretmiştir 
(Gençalp 2014:318). 1965 sonrası daha da gelişecek siyasi ilişkilerin temeli 
öncesinde yapılan ekonomik anlaşmalarla sağlamlaştırılmıştı. 1963 yılında 
yapılan 28 milyon dolarlık ticaret anlaşması ile iki ülke arasındaki dış ticaret 
hacmi %20 oranında büyütüldü (Milliyet, 20.03.1963). İki ülke arasındaki 
ilişkiler 1964-1965 yıllarında gerçekleştirilen karşılıklı ziyaretlerle 
daha da pekiştirildi11 (BCA.30.18.1.2/180.61.14.). 1963 yılında bir Türk 
Heyeti (02-14.05.1963) ve daha sonra 1964 yılında Türk Dışişleri Bakanı 
Feridun Cemal Erkin Moskova’ya gitmiş (30.10/06.11.1964) ve bu ziyarette 
iki ülke arasında kültür anlaşması imzalanırken12 (BCA, 30.18.1.2/181.70.13.), 
iade-i ziyaret babında da Sovyetlerin efsanevi Dışişleri Bakanlarından 
olan Gromiko13Ankara’ya gelmişti (17-22.05.1965). Litvinov’dan sonra 
Türkiye’ye ilk defa bir Sovyet Dışişleri Bakanı’nın gelmesi ilişkilerin ulaştığı 
boyutu göstermesi bakımından önemlidir. Türkiye’den bu dönemdeki en 
üst düzeydeki ziyaret son koalisyon hükümetinin Başbakanı olan Suat Hayri 
Ürgüplü’nün ziyareti (09-17.08.1965) olmuştur. Yine 1965 yılının başında 
ve sonlarında da iki Rus Heyeti Türkiye’ye gelerek ilişkilerin geliştirilmesine 
katkıda bulundu. 

4 Ocak 1965’te TBMM’nin davetlisi olarak Türkiye’ye gelen Nikolai 
Podgorny başkanlığındaki 10 kişilik Sovyet Heyeti’nin gelişi haberinin “32 
yıldan beri depoda duran Sovyet bayraklarının” yeniden ütülenmek üzere 
çıkarılması yorumuyla verilmesi ziyaretin önemini göstermesi bakımından 
dikkate değerdi (Milliyet, 03.01.1965). Sovyetler Birliği’nin 4 numaralı ismi 
olan Podgorny’nin ziyareti, Türk Dışişleri Bakanı Erkin’in Moskova ziyaretinin 
yalnızca Kıbrıs meselesinde Sovyetlerden taviz koparmak amacıyla 
yapıldığı düşüncesinin artık kamuoyunda dağılmaya başlamasına vesile 
oldu (Milliyet, 04.01.1965). Ziyareti değerlendiren Toker, tarafların birbirlerinden dış politika ve güvenlik konularında geleceğe yönelik bağlayıcı 
taleplerde bulunmaması halinde ilişkilerin normal yolunda yürümesi için 
hiçbir engel olmadığını belirtmiştir (Toker 1965). Millet Meclisinde milletvekillerine hitap eden Podgorny konuşmasında Toker’in sözlerine benzer 
ifadelerle “Türk-Sovyet dostluğu için hiçbir set, hiçbir engel yoktur” diyerek 
ilişkilerin geleceği hakkında sinyaller verdi14 (Milliyet, 06.01.1965). Ziyaret 
ve Sovyet Heyeti’nin temaslarına ilişkin gözlemlerini aktaran Hekimoğlu, 
Ankara’daki yoğun mesai içinde en çok telaşlı olanların Amerikalı diplomatlar 
olduğu gözlemini paylaşırken, “Telaş edecek bir şey yok… Türk toplumu 
bağlı bir politikanın ıstırabını hele şu Kıbrıs olaylarında çok derinden duydu. 
Bu çıkmazdan kurtulmak, ulusal ve bağımsız bir politikaya yönelmek yollarını 
arıyor artık. Sovyet-Türk münasebetleri bu ışık altında değerlendirilebilir 
ancak” (Hekimoğlu 1965) sözleriyle Türk dış politikasının evirildiği yönü 
gazeteci gözüyle aktarmıştı. Sovyetler Birliği yönetiminin ilk etapta Kıbrıs 
meselesinde Rum tarafını destekler açıklamalar yapmasına karşılık iki ülke 
arasında gelişen ilişkiler ilk meyvelerini bu sorun üzerinde verdi. 

Türk Başbakan’ın ziyaretinden 3 ay önce Ankara’ya gelen Sovyetler Birliği Dışişleri Bakanı Gromiko temasların oldukça faydalı geçtiğini, gelecek adına umutlu olduğunu belirtmesinin yanı sıra, Kıbrıs konusuna da değinerek: Ada’ya dış müdahaleye karşı olduklarını fakat yönetim olarak rejimin federasyon şeklinde kurulabileceğini söylemişti (Gençalp 2014:323). Bu yaklaşım Sovyetler’in Türk tezine yaklaştırıldığını göstermesi açısından büyük öneme sahiptir. 
9-17 Ağustos 1965 tarihleri arasında Başbakan Ürgüplü’nün Sovyetler 
Birliği’ne yaptığı ziyaret (BCA, 30.1.0.0/46.277.3)15 bu dönemdeki en 
önemli ekonomik anlaşmalardan birinin esaslarını ortaya koymuştu. Bu 
anlaşmanın gerekli protokollerini yapmak üzere ise 30 Eylül 1965’te bir 
başka Sovyet Heyeti Türkiye’ye geldi ve yapılan uzun müzakereler sonucu 
12 Kasım 1965’te imzalanarak yeni kurulan Demirel hükümetine koalisyonlar 
döneminin bıraktığı son miras oldu (Gürün 1983:204). 

SONUÇ 

Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan günümüze dış politika serüveni 
incelendiğinde izlenen yol haritasında dönem dönem bir takım değişiklikler 
yaşandığı kolaylıkla gözlenebilmektedir. Kuruluş sürecinde Misak-ı Milli ile 
belirlenen dış politika hedeflerine ulaşmaya çalışan Türkiye’nin uluslararası 
camiaya vermek istediği mesaj netti: Milli sınırlara dayalı, tam bağımsız bir 
devlet. Bu konudaki kararlılık ve izlenen dış politika, iki dünya savaşı arası 
dönemde İtilaf devletlerinin Kürkçüoğlu’nun deyimiyle “ihtilaf” devletlerine 
dönüşmesiyle (Kürkçüoğlu 1980:320) Türkiye’nin elini daha da güçlendirdi. 
Bu periyotta komşu devletler Yunanistan, Irak, İran ve Sovyetler Birliği ile 
yapılan bölgesel dostluk ve saldırmazlık anlaşmaları Türkiye’nin itibarını 
arttırırken bir yandan da güvenliğini de sağlamaktaydı. Uygulanan bu politikalar 
İkinci Dünya Savaşı arifesinde değişime uğradı ve savaş sonunda 
oluşan iki kutuplu dünyada Türkiye ABD merkezli Batı ittifakı tarafında yer 
aldı. Bu tercihte Sovyetler Birliği’nden gelen tehditlerin de ciddi bir payı 
olduğunu yinelemek gerek. 1950 yılında yaşanan iktidar değişimi sonrası 
Demokrat Parti, Ortadoğu ülkeleriyle olan ilişkileri yeniden ihya etmeye 
çabaladıysa da gerek geçmiş anlaşmazlıklar gerek ideolojik çatışmalar gerekse 
de bu dönemde sürdürülen kayıtsız şartsız Batı yanlısı tutum nedeniyle 
bu çabalar istenilen sonuçları vermedi. Benzer bir süreç Sovyetlerle 
bu dönemin sonlarına doğru işletilmeye çalışıldıysa da iktidarın ömrü ilişkilerin 
geliştirilmesine yetmedi. 

27 Mayıs darbesi sonrası iktidarı ele alan Milli Birlik Komitesi’nin içeride 
izlediği politikalar DP politikalarına bir tepki niteliği taşımasına rağmen, 
dış politikada tamamen farklı bir yol takip edildi. Komite’den yapılan 
ilk açıklamada müttefiklere olan bağlılığın vurgulanması dış politikada marjinal 
bir değişimin olmayacağı işaretlerini vermişti. Ancak ilerleyen süreçte 
Türkiye’nin çıkarlarının müttefiklerininki ile çatışması sonucu dış politikada 
ciddi bir kırılma yaşandı. 

27 Mayıs sonrasında tartışmaya açılan Türk dış politikasında: 1962 
Küba Krizi, 1963 Kıbrıs olayları, Johnson Mektubu, NATO güvencesinin ve 
yardımlarının azalacağı söylemleri, ABD’nin kromu Türkiye yerine Sovyetlerden 
almaya başlaması ile değişim kaçınılmaz bir hal aldı. Tek yönlü, bağımlı 
dış politikanın kendisine ne kadar zarar verdiğini sonuçlarıyla beraber 
yeni yeni anlayan Türkiye yüzünü, bir taraftan Federal Almanya’ya diğer 
taraftan Ortadoğu, Asya, Latin Amerika ve Afrika’yı kapsayan 3. Dünya’ya 
ve kaçınılmaz olarak kuzey komşusu süper güç olan Sovyetler Birliği’ne 
döndü (Tellal 2000:194). Milli bir dava haline dönüşen Kıbrıs meselesi 
ile Batı ittifakının içindeki yerini adeta bir turnusol kağıdı deneyi ile idrak 
eden Türkiye, bağımsızlığını kazanıp Milletler Cemiyeti’nin üyesi olan 
3. Dünya ülkelerinin olası bir Kıbrıs oylamasında artan önemini de fark ederek 
daha geniş perspektifli bir politika arayışına girdi. Bu değişimin en 
önemli iki ayağından biri olan Ortadoğu ülkeleriyle ilişkiler sınır anlaşmazlıkları, 
ideolojik farklılıklar, tarihi birikimler gibi çeşitli sebeplerden ötürü 
istenilen seviyede geliştirilemediyse de sacın diğer ayağı olan Sovyetler 
Birliği ile münasebetlerin geliştirilmesine yönelik ciddi adımların karşılıklı 
bir şekilde atıldığı görülmektedir. Bu dönemde ilişkilerin geliştirilmesi için 
ortaya konulan çabalar sonraki dönemde karşılık bulmuştur. Dönemin başlangıcı 
kabul ettiğimiz 27 Mayıs 1960’tan 1965 yılına gelindiğinde Türk dış 
politikası 5 yıl önceki halinden tamamen farklı bir hal almış oldu. 

Devletler arası ilişkilerde her devlet kendi çıkarları doğrultusunda hareket 
ederek bir politika belirler. Bu bağlamda Türkiye’nin 1962 yılı ortalarına 
kadar takip ettiği koşulsuz Batı yanlısı siyaset, çıkarların çatışması ve 
müttefiklerden beklenen desteğin sağlanmaması nedeniyle iflas etti. Sonraki 
dönemlerde de görüleceği üzere Türkiye, müttefiki kabul ettiği ABD ve 
Avrupa ile yaşadığı her ciddi sorun sonrası yönünü Sovyetlere ve komşu 
Arap devletlerine dönerek bir denge siyaseti takip etmeye çalışmıştır. Sonuç 
olarak anlaşmalara ve ittifaklara bağlı fakat bağımsız ve milli bir dış 
politikanın Türkiye’nin çıkarlarını koruma noktasında faydaları yaşanan 
her tecrübe sonrası bir kez daha net bir şekilde anlaşılmıştır. Bu iki ilkeden 
vazgeçilmeden takip edilecek her türlü politikanın başarılı olma ihtimalinin, 
tarihi örneklerinde de görüldüğü üzere, diğer yöntemlerden yüksek olacağı aşikârdır. 

KAYNAKLAR 

Arşiv Belgeleri (Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi) 
BCA, 30.1.0.0/46.277.3. 
BCA, 30.1.0.0/50.304.9. 
BCA, 30.18.1.2/181.70.1-3. 
BCA.30.18.1.2/180.61.14. 
Resmi Yayınlar (Millet Meclisi Tutanak Dergisi) 
MMTD, C.11, B.28, 10.01.1963. 
MMTD, C.20, B.128, 02.09.1963. 


Süreli Yayınlar 

Akşam (1960-1965) 
Ulus (1960-1965) 
Milliyet (1960-1965) 
Son Havadis (1960-1965) 
Havadis (1960-1961) 
The Times (1960-1962) 
“Dış Politika”, Milliyet, 30.04.1963. 
“Irak ve Sınır Olayları”, Ulus, 20.08.1962. 
“Sovyet Heyeti’nin Ziyareti”, Milliyet, 04.01.1965. 
AFACAN İsa (2012), “Türk Dış Politikasında Afrika Açılımı”, Ortadoğu Analiz, 4(46). 

AKKAYA Bülent (2012), “Türkiye’nin NATO Üyeliği ve Kore Savaşı”, Akademik 
Bakış Dergisi, Celelabat/Kırgızistan,28. 

ALTAN Çetin (1963), “Takke Önümüze Düşmeden”, Milliyet, 23.01.1963. 

ASLAN İffet (1962), “Küba Krizi ve Türkiye”, Ulus, 30.10.1962. 

BABAN Cihad (1963), “Ortadoğu ve Türkiye”, Ulus, 25.04.1963. 

BAL İdris (2002), “Türk Dış Politikası (1960-1980)”,Türkler Ansiklopedisi, 
C.17, Yeni Türkiye Yay, Ankara 2002. 

BALKAN Aydemir (1960a), “Dış Politika Felsefemiz”, Akşam, 15.08.1960. 

BALKAN Aydemir (1960b), “Ortadoğu Politikamızda Yenilik İhtiyacı”, Akşam, 07.09.1960. 

BARLAS Ali İhsan (1960), “Sovyetler Birliği ve Türkiye”, Son Havadis, 10.09.1960. 

BAŞ Arda (2012), “1957 Suriye Krizi ve Türkiye”, History Studies,4(1). 

BILGE A. Suat (1969), Olaylarla Türk Dış Politikası (1919-1965), Ankara. 

BILGIN Mustafa (2007), Britain and Turkey in the Middle East, London: Tauris. 

BOSTANCI Mustafa (2013), “Türk Arap İlişkilerine Etkisi Bakımından Bağdat 
Paktı”, Gazi Akademik Bakış, 7 (13). 

BULUT Sedef (2008), “Sovyet Tehdidine Karşı Güvenlik Arayışları: I. ve II. 
Menderes Hükümetlerinin (1950-1954) Nato Üyeliği ve Balkan Politikası”, 
Atatürk Yolu Dergisi, 41. 

ÇAKIR Faruk M., “Amerikan Bakış Açısından Türkiye’de 1957–1960 Dönemi 
Siyasal Gelişmeleri ve Türk-Amerikan İlişkileri”, Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, 59(1). 

ÇELIK F. Edip (1960), “Dış Politikada Ölçü”, Akşam, 27.06.1960. 

DOĞANER Yasemin (2006), “İngiliz Büyükelçiliği Yıllık Raporlarında Demokrat 
Parti Dönemi Türkiye’sinde Dış İlişkiler”, Hacettepe Üniversitesi 
Cumhuriyet Tarihi Araştırmaları Dergisi, 2.(4). 

DURAN Hasan-Ahmet Karaca (2013), “1950-1980 Döneminde TürkiyeOrtadoğu 
İlişkileri”, C.Ü. İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi, 14(1). 

EKINCI Necdet (2002), “İnönü Dönemi ve II. Dünya Savaşı Yılları”, Türkler, 
C.16, Editörler: Hasan Celal Güzel, Kemal Çiçek, Ankara: Yeni Türkiye Yayınları. 

EKINCIKLI Mustafa (2002), İnönü-Bayar Dönemleri Türk Dış Siyaseti, Ankara: Berikan Yay. 

ESMER Ahmet Şükrü (1962), “Irak’ın Dertli Adamı”, Ulus, 29.08.1962. 

GENÇALP Ebru (2014), “Türk Basınında İkili Ziyaretler Boyutunda Türk 
Sovyet İlişkileri (1965-1980)”, ÇTTAD, XIV(29). 

GÖNLÜBOL Mehmet (1969), Olaylarla Türk Dış Politikası, Ankara:A.Ü. S.B.F. Yayınları. 

GÖNLÜBOL Mehmet-Cem Sar (1997), Atatürk ve Türkiye’nin Dış Politikası 
(1919-1938), Ankara: Atatürk Araştırma Merkezi Yay,. 

GÜRTUNA Anıl (2006), Turkish-Russian Relations in The Post Soviet Era: 
From Cocflict to Cooperation, ODTÜ SBE, Ankara, Yayımlanmamış Yüksek 
Lisans Tezi. 

GÜRÜN Kamuran (1983), Dış İlişkiler ve Türk Politikası, Ankara:A.Ü. S.B.F. Matbaası. 

Havadis, 10.01.1962. 

HEKIMOĞLU Müşerref (1960), “Kalb ve Kese Arasında”, Akşam, 14.12.1960. 

HEKIMOĞLU Müşerref (1961), “Afrika Kaynarken”, Akşam, 05.08.1961. 

HEKIMOĞLU Müşerref (1965), “Sovyet Misafirlerle İlk Karşılaşma”, Akşam, 07.01.1965. 

KÜRKÇÜOĞLU Ömer (1980), “Dış Politika Nedir? Türkiye’nin Dünü ve Bugünü”, 
Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, 35(1). 

SEYDI Süleyman (2011), “Demokrat Parti’nin Dış Politikada Alternatif Arayışı 
(1957–1960)”, Süleyman Demirel Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 14(2). 

TELLAL Erel (2000), SSCB-Türkiye İlişkileri 1953-1964, Ankara. 

TELLAL Erel, “Sovyet Dış Politikası ve Gromiko”, A.Ü. SBF Dergisi, 62(3): 349-377. 

TEPECIKLIOĞLU Elem Eylice (2012), “Afrika Kıtasının Dünya Politikasında 
Artan Önemi ve Türkiye-Afrika İlişkileri”, Ankara Üniversitesi Afrika Çalışmaları 
Dergisi, 1(2). 

TOKER Metin (1965a), “”Bugünkü Türkiye’nin Dış Politikası”, Akis, 551, 08.01.1965. 

TOKER Metin (1965b), “Rus Heyetini Karşılarken”, Milliyet, 04.01.1965. 

UÇAROL Rıfat (1995), Siyasi Tarih (1789-1994), İstanbul: Der Yayınları. 

YEŞILBURSA Behçet Kemal (2009), “A General Review of Turkey’s Foreign 
Affairs During The Democrat Party Era (1950-1960)”, Alternative Politics, 1(2). 

DİPNOTLAR;

1 Oysa ki, bu açıklamadan iki hafta evvel Orgeneral Gürsel iki Yunan gazeteciye yaptığı açıklamada Türkiye ile tarihi ve geleneksel bağları olan Birleşik Arap Cumhuriyeti ve Irak’la ilişkilerin geliştirilmesinden daha doğal bir şey olmadığını ifade etmekteydi. Nasır’ın Atina’ya gerçekleştirdiği ziyarette Türk devrimini onaylayan sözleri de ilişkilerin olumlu yönde seyredeceği izlenimi vermekteydi. (“Turkey’s Changed Attitude to U.A.R.”, The Times, 15.07.1960). 
2 Molla Mustafa Barzani ile Irak hükümeti arasındaki çatışmada Iraklı Kürtlerin önemli silah kaynaklarından biri Türkiye idi. Güneydoğu Anadolu’nun sarp coğrafyasının da yardımıyla bölgedeki çeteler silah kaçakçılığından büyük gelir sağlamaktaydı. 1962 Haziran’ında Siirt’te 14 köylü bu organizasyonu ihbar ettikleri gerekçesiyle bu çetelerden biri tarafından kaçırılıp, 40 bin Lira karşılığı fidye sonucu serbest bırakılmıştır. Bu hadise hükümeti sınır güvenliği için 
yeni tedbirler almaya itti. 
3 Hakkari’ye bağlı Rübarük Karakolu ve Biskan Köyü de bombalanan yerler arasındadır. Bu hadiseden bir ay önce Irak Hava Kuvvetlerine ait MIG tipi bir uçak Hakkari Gerur’a 20 mil mesafede konuşlu bir jandarma birliğini hedef aldı fakat şans eseri ölü veya yaralı olmamıştır. Bu olayın Irak uçaklarının isyancı Kürt grupları kovalaması sonucu yaşandığına inanılmaktadır (The Times, 11.07.1962). 
4 Adalet Partisi Genel Başkanı Ragıp Gümüşpala ve Aydın Milletvekili Reşat Özarda telgraf çekenler arasındadır. 
5 The Times da olayla ilgili çıkan bir haberde Iraklı yetkililer Türk savaş uçaklarının Irak hava sahasından 45 mil içeride bu saldırıyı gerçekleştirdiğini iddia etmektedir (The Times, 20.08.1962). 
6 General Kasım El-Sevre Gazetesi’ne verdiği demeçte; “Türk halkı Müslüman ve Arap dostudur. Hükümetinin işlediği bu cinayeti kabul etmemektedir. Türk halkı Türk hükümetinin Araplar hakkında aldığı kararlara da muhaliftir. Mesela hükümetin İsrail’i tanımasına Türk halkı tamamen karşıdır. Müslüman olan Pakistan Hükümeti de CENTO Paktı’na sırt çevirmiş ve İsrail’i tanımamağa karar vermiştir. Biz komşularımız hakkında iyi niyetlerimizi her vesile ile tekrarla-
dık. Kuzey’deki asilere yardım eden Amerika ve İngiltere’dir. Onlara da yardım eden müstemlekeci komşularımızdır” dedi. 
7 Elçi olayların yatışmasından sonra Eylül ayı içerisinde Bağdat’taki görevine döndü. 
8 Dışişleri yetkilileri bu önerinin Irak tarafından kabul edilmeyeceğini düşündüklerini çünkü Kuzey Irak’ın tamamıyla Kürtlerin hâkimiyetinde olduğu belirttiler. 
9 Türkiye ile Irak arasında karşılıklı suçlamalarla devam eden ilişkiler daha sonra normalleşse de Irak hükümeti ile isyancı Kürtler arasındaki çatışmadan yine en çok etkilenen ülke Türkiye oldu. Kuzey Irak’tan binlerce Kürt yaşanan çatışmalar sebebiyle 1963 yılı içerisinde de Türkiye’ye sığınmaya devam etti (The Times, 28.09.1962; 30.08.1963). 
10 Ayrıca Batı’nın Moskova’da Kruşçev’i Stalinist muhalefete karşı desteklemek adına ilişkileri yumuşatmaya çalışması da Türkiye’nin önemi ile ilgili soru işaretlerinin doğmasına yol açmıştır. Bir bakıma bu gelişme Türkiye’nin güvenliği açısından olumlu bir hadisedir. 
11 1964 Ekim’inde Dışişleri Bakanlığı Türkiye ile Sovyetler Birliği hükümeti arasında vize harçlarının kaldırılması hususunda mektup teatisi anlaşması yapılması hususunda yetkilendirilmişti. Vizelerle ilgili yapılan bu düzenleme karşılıklı ilişkilerin geliştirilmesi yönünde atılan küçük adımlardan biri olarak kabul edilebilir. 
12 Kültür anlaşması ile ilgili yetkilendirme 28.10.1964 tarihinde Bakanlar Kurulu kararı ile Erkin’e verildi. Anlaşma kapsamında Türk ve Rus bilim insanlarının karşılıklı bilgi alış verişinde bulunarak üniversiteler arasında işbirliği kurmaları, opera ve müzik alanında sanatçıların mübadelesi, resim, gravür, seramik ve süsleme sanatlarında karşılıklı sergiler açılması, spor karşılaşmaları düzenlen mesi, müzelerdeki eserlerin sergilenmesi düşünülmüştür. 
13 28 Yıl boyunca kesintisiz bir şekilde Sovyetler Birliği Dışişleri Bakanı olan, meslekten bir diplomat olan Andrey Andreyeviç Gromiko hakkında detaylı bilgi için bkz. Tellal 2007: 349.377. 
14 Tabii Senatör Osman Köksal ve bazı AP’li vekiller Podgorny’nin Meclis kürsüsünden konuşmasına karşı çıkarak, komünizm propagandası yapıldığını öne sürmüşlerdi. 
15 Bu ziyaretle ilgili koalisyonun bir diğer ortağı olan CKMP Genel Başkanı Türkeş, Tas Ajansı’na verdiği aşağıdaki demeçle ziyareti desteklediklerini belirtmişti: “Başbakanımızın Rusya seyahati önceden hazırlanmıştır. Biz diğer komşularımızla olduğu gibi bütün milletlerle ve Sovyetler Birliği ile iyi münasebetler içinde bulunmayı daima arzu ederiz. Başbakanımızın bu ziyaretinin de her iki memleket için yararlı olacağını zannediyoruz.” 


***

27 MAYIS DARBESİ SONRASI TÜRK DIŞ POLİTİKASINDA YENİ AÇILIMLAR: ORTADOĞU ve SOVYETLER BİRLİĞİ İLE İLİŞKİLER(1960-1965)* BÖLÜM 1

27 MAYIS DARBESİ SONRASI TÜRK DIŞ POLİTİKASINDA YENİ AÇILIMLAR: ORTADOĞU ve SOVYETLER BİRLİĞİ İLE İLİŞKİLER(1960-1965)*  BÖLÜM 1





Fehim KURULOĞLU** 
Karadeniz Araştırmaları 
XIV/54 -Yaz 2017 -s.191-208 
Makale gönderim tarihi: 28.04.2016 
Yayına kabul tarihi: 01.06.2016 
** Arş. Gör. Dr., Gaziosmanpaşa Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü. E-posta: 
fehim.kuruloglu@gop.edu.tr. 
Fehim Kuruloğlu 



ÖZET 

Dünyanın her yerinde devletlerin takip ettiği dış politikalar çıkarlar 
doğrultusunda zaman zaman değişime uğrayabilmektedir. Türkiye 
Cumhuriyeti’nin dış politika uygulamalarına bakıldığında bunun örneklerine 
rastlamak mümkündür. Kuruluş döneminde bölgesel paktlar 
ve saldırmazlık anlaşmaları ile ulusal güvenliğini ve bağımsızlığını 
korumaya çalışan Türkiye’nin, İkinci Dünya Savaşı sonrası oluşan iki 
kutuplu dünyada yönünü Batı’ya çevirmesi nedeniyle hem Ortadoğu 
hem de Sovyetler Birliği ile ilişkilerinde bir takım kopmalar oluşmuştu. 
1950 yılında iktidara gelen Demokrat Parti iktidarının ilk dönemi 
Ortadoğu ülkeleriyle, son dönemlerinde de Sovyetler Birliği ile ilişkileri 
geliştirmeye çalıştıysa da istenen sonuçlara ulaşılamadı. 27 Mayıs 
1960’ta gerçekleşen askeri darbe sonrası dış politikada bir eksen 
kaymasının yaşanmayacağı vurgusu yapılsa da, kamuoyunda dış politikanın 
yapısı ile ilgili tartışmalar başlamıştı. 1962 yılında patlak veren 
Kıbrıs hadiseleri bu tartışmaların pratiğe dönüşmesine yardımcı 
olurken, müttefiklerinden istediği desteği bulamayıp yeni arayışlara 
giren Türkiye yönünü yeniden Ortadoğu ve Sovyetler Birliği’ne dönmüştür. 
Bu çalışma; Türk dış politikasındaki bu kırılma anını merkez alarak Türkiye’nin yeni dış politika vizyonu doğrultusundaki çabalarını ortaya koymaya çalışmaktadır. Bu çerçevede Türkiye’nin Irak’la yaşadığı sınır sorunları, Mısır’daki Nasır yönetimiyle münasebetler, yeni bağımsızlığını kazanan üçüncü dünya ile ilişkilerin geliştirilmesi ve kuzeydeki süper güç Sovyetler Birliği ile ilişkiler ve karşılıklı ziyaretler ele alınmıştır. 

Bu Makale Gaziosmanpaşa Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih ABD’de sunulan “1960-1965 Yılları Arası Türkiye’de Siyasal, Sosyal ve Ekonomik Hayat” başlıklı doktora tez çalışmasından üretilmiştir. 

Cumhuriyetin ilanından sonra Türk dış politikasının temel hedefi kendi 
kaderine hâkim, bağımsız milli bir devlet kurmaktı. Dönemin en büyük güçleri 
olan İngiltere ile Irak’tan, Fransa ile Suriye’den, İtalya ile On İki Adalar’dan, 
Sovyetler Birliği ile de Karadeniz’den ve doğudan sınır komşusu olan Türkiye bir taraftan Milletler Cemiyeti’ne üye olurken, diğer taraftan da bölgesel ve ikili anlaşmalar çerçevesinde güvenliğini sağlamaya çalışmıştı (Gönlübol vd 1997:147). 

Atatürk’ün vefatı akabinde patlak veren İkinci Dünya Savaşı yılları boyunca 
tarafsız kalma çabasını sonuna kadar başarıyla yürüten İnönü “Şefliğindeki” 
Türkiye, bir yandan savaşın beraberinde getirdiği olumsuz ekonomik, 
sosyal şartların üstesinden gelmeye çalışırken, öte yandan uluslararası 
arenada siyasi olarak pozisyonunu yeniden belirlemeye çalışmıştır. Bu 
çerçevede Atatürk dönemi dış politikasının temel unsurlarından olan taraf-
sızlık politikası, 1939 Ekim’inde İngiltere ve Fransa’yla yapılan üçlü ittifak 
anlaşması ile bozulmuş ve böylelikle Türkiye 6 yıl sonra yapacağı tercih ile 
ilgili ilk sinyalleri o tarihte vermişti (Ekinci 2002:707). 

1945’ten itibaren meydana gelen gelişmeler 1950’lerde dünya devletlerini 
iki büyük devletin çevresinde birleştirerek iki ayrı bloğa ayırdı. 

1950’den sonraki dönemde ise bloklara dâhil olan devletler küresel iki güçten 
birini seçerek bunlarla ikili veya kolektif anlaşmalar imzalamaya başladılar. 
Bu durum ABD ve SSCB’nin kendi eksenindeki devletler üzerindeki 
etkisinin ve kontrolünün artmasına vesile oldu (Uçarol 1995:673). 

II. Dünya Savaşı’nın galibi olan Sovyetler Birliği Türkiye üzerindeki etkisini 
daha da arttırmak için yeni birtakım tekliflerle Türkiye’nin karşısına 
çıktı. Bu noktada Türkiye ile Sovyetler Birliği arasındaki 1925 Andlaşması’nın 
Sovyetler lehine tadili ve tavizler söz konusu oldu. 17 Aralık 1925’te 
Paris’te Chicherin ve Tevfik Rüştü Aras tarafından üç yıllığına imzalanan ve 
feshedilmediği müddetçe her sene yenilenen “Tarafsızlık ve Saldırmazlık 
Andlaşması”, 19 Mart 1945 tarihinde Sovyetler Birliği’nin Türkiye’ye verdiği 
notaya kadar yürürlükte kaldı. Notada Sovyetler, anlaşmanın II. Dünya 
Savaşı sonrası ortaya çıkan duruma uygun olmadığını ve ciddi surette geliştirilmeye muhtaç olduğunu belirtmişti (Gönlübol vd 1969:206). Tıpkı Birinci 
Dünya Savaşı sonrası kurulan Locarno düzeninde Batılıların Türkiye’yi 
Rusya’ya yaklaştıran tavırları gibi Rusya’nın 1925 Andlaşmasını gözden 
geçirme talebi de Türkiye’nin dış politikada yeni açılımlara gitmesine ve 
Batı ekseninde “kayıtsız-şartsız” yer almasına neden oldu. 

Bu süreçte tercihini ABD’nin başını çektiği Batı ittifakında kullanan 
Türkiye’nin dış politikadaki ana hedefi Batı dünyasındaki siyasi, askeri ve 
ekonomik ittifaklara üye olmaktı. Dolayısıyla 1950’de iktidarın değişmesi 
herhangi bir farklılık yaratmamış, aynı yıl Kore’de patlak veren savaş NA-
TO’ya girme arzusunda olan Türkiye için büyük bir fırsat doğurmuştu (Akkaya 
2012:16). Kore Savaşı’nın Türkiye açısından en önemli sonucu NA-
TO’ya üyeliğin yolunu açması oldu. Uzun zamandır Batı ile ittifak arayışındaki 
Türkiye, böylelikle hem maruz kaldığı Sovyet baskısını hafifletmiş hem 
de iç politika açısından Menderes hükümetinin hanesine olumlu bir gelişme 
olarak kaydedilmişti (Bulut 2008:40). 

Türkiye NATO’ya girdikten sonra İngiltere’ye verdiği sözler doğrultusunda 
bir yandan Ortadoğu ile ilgilenirken, öte yandan ABD’nin teşvikiyle 
Balkanlar’da birtakım politik hamlelere girişti. Sovyetler Birliği’nden kopan 
Yugoslavya’nın Batı ittifakı içine çekilmesi ve bu çerçevede güvenliğinin 
nasıl sağlanacağı düşünüldüğünde Türkiye, Yunanistan ve Yugoslavya’nın 
bir çatı altında bir arada tutulması öngörülmüştü. Bu doğrultuda 1954 yılında 
imzalanacak olan Balkan Paktı’nın temelleri atılmış, adı geçen ülkeler 
kısa ömürlü olacak bir işbirliğine girmişlerdi (Bilge vd 1969:255). Böyle bir 
paktın kurulması Sovyetlerin ve dolayısıyla Bulgarların tepkisini beraberinde 
getirdi ve yaptıkları açıklamalarda bu girişimlerin İngiliz-Amerikan 
emperyalizminin uzantıları olduğunu iddia ettiler (Yeşilbursa 2009:156). 
İngiliz kaynaklarına göre de bu dönemde DP iktidarının uyguladığı dış politika 
CHP idaresine benzer olmakla beraber, Sovyet etkisi nedeniyle kaçınılmaz 
olarak daha çok İngiliz-Amerikan eksenine sürüklenmekteydi. Bu 
haliyle Türkiye bir taraftan Balkan Paktı, diğer yandan Ortadoğu’da etkin 
olma çabalarının yanı sıra jeopolitik önemi, toplumsal yapısı, askeri gücü ve 
yönetim istikrarı açısından İngilizler ve dolayısıyla Batı için büyük öneme 
sahipti (Doğaner 2006:233). 

Balkanlardan sonra sıra büyük planda olduğu gibi Ortadoğu’ya gelmişti. 
II. Dünya Savaşı sonrasına kadar Ortadoğu’nun hâkimi konumundaki 
İngiltere için Türkiye’nin stratejik önemi büyüktü. İngilizlere göre; Türkiye 
hem coğrafik, hem de kültürel açıdan hem Avrupalı hem de Arap olmayan 
istikrarlı, yüksek ekonomik, siyasi ve sosyal standartlara sahip, bölgeye rol 
model olabilecek bir ülkeydi. Türkiye sahip olduğu bu yapı ve tarihsel birikim 
ile komünizm tehlikesine karşı önemli bir direnç noktası teşkil etmekteydi. 
Bu çerçevede İngilizler için dostluğu yitirilmemesi gereken ülkelerden 
biri idi (Bilgin 2007:237). İktidara geldiği ilk yıllardan itibaren uzun 
zamandır atıl bir halde olan Türk-Arap ilişkilerini canlandırmak isteyen 
Demokrat Parti hükümeti için Batı’nın desteğiyle bölgede Sovyet tehdidine 
karşı kurulacak bir yapı bulunmaz nimetti. 1955 yılına kadar süren görüşmeler 
neticesinde Türkiye, Irak, İngiltere, İran ve Pakistan’ın bir araya gelerek 
oluşturduğu Bağdat Paktı dönemin önemli gelişmeleri arasında yer 
almıştır. ABD eksenli politikaların bir yansıması olan pakt ile Amerika komünizm 
tehlikesine karşı Atlantik’ten Pasifik’e kadar uzanan savunma zincirini 
tamamlamış oluyordu (Ekincikli 2002:249). Ancak Türkiye’nin Batı ile 
olan bu münasebetleri Ortadoğu’da olumlu sonuçlar vermezken, pakt nedeniyle 
Türk-Arap dostluğu sarsılmış, bölgedeki Türkiye imajı daha da kötüye 
giderken, Batılıların isteklerinin aksine Sovyetlerin bölgeye yerleşmesi kolaylaşmıştır (Bostancı 2013:182). 

1950-1960 arası dönemde Türkiye’nin Ortadoğu ülkeleri ile olan ilişkilerinin 
inişli-çıkışlı, zaman zaman yakınlaşan, zaman zaman da birbirinin 
zıttı yönde gelişen durumlar yaşandığı görülmektedir. Bu dönemde bölge ile 
ilgili politikalara yön veren önemli gelişmeler yaşandı. Bağdat Paktı, İsrail’in 
tanınması, Süveyş Krizi, Ürdün Meselesi ve Suriye’de cereyan eden karışıklıklar 
bölge ülkeleri ile Türkiye’nin arasındaki mesafenin açılmasına neden 
olmuştur. Bunun sebebi olarak da DP’nin Soğuk Savaş mantığı çerçevesinde 
ülke çıkarlarını ABD ekseninde görüp ona uygun politikalar uygulaması 
gösterilmektedir (Duran vd 2013:125). 

Demokrat Parti iktidarının son döneminde yaşanan en önemli dış politik 
hadiselerden biri Suriye ile cereyan eden kriz olmuştur. Tarihsel arka 
planına bakıldığında bir güvensizliğin zaten mevcut olduğu Suriye-Türkiye 
ilişkilerindeki gerginlik 1957 yılına gelindiğinde iyiden iyiye su yüzüne 
çıktı. Suriye’de her geçen gün artan Sovyet etkisine dikkatleri çeken Türkiye, 
kuzeyindeki Sovyet tehlikesinden sonra güneyinde de aynı durumla 
karşı karşıya kalmak istemiyordu. Uluslararası güç dengeleri açısından soruna 
bu şekilde yaklaşılabileceği gibi, DP iktidarı konuyu diğer taraftan bir 
iç politika malzemesi şekline sokmuştu. O tarihlerde artan ekonomik bunalımın 
kamuoyu üzerindeki etkisini Suriye’ye yapılması istenen bir harekâtla 
dağıtmak isteyen hükümet, dış politik mevzuları iç politikaya alet etmekteydi. 
Bunda da kısmen başarılı olan hükümetin 1957 seçimleri sonrası krizin dozunu azalttığı ve herhangi bir müdahalede bulunmaksızın konunun gündemden kalktığı görülür (Baş 2012:107). 

1950’lerin ikinci yarısı Türk dış politikası açısından hareketli olmuş, 
Soğuk Savaş ekseninde şekillenen, Batı’ya endeksli politikalar ikinci yarının 
sonlarında yerini denge ve yumuşama politikalarına bırakmıştı. Demokrat 
Parti’nin ilk yıllarında kayıtsız-şartsız ABD ekseninde yürüyen politikaları 
değişen dünya şartları ile beraber dönüşmeye başlamıştı. Batı’nın Sovyetlerle 
işbirliğine girmesi, Türkiye’nin yanı başındaki süper güce kayıtsız kalmasının önüne geçmiş, bu çerçevede 1959 yılında Türk-Sovyet yakınlaşması 
gündemi meşgul etmişti. Türkiye’nin NATO ve CENTO’ya bağlı olmasına 
karşılık böyle bir girişimde bulunması ABD’li yetkilileri doğal olarak 
rahatsız etse de Türk çıkarları açısından elzemdi. ABD’nin kaygısının temelinde 
Türkiye’nin kendi çizgilerinden ayrılması sonucu dalga dalga diğer 
bölge ülkelerinin de etkilenip Ortadoğu’daki etkisinin aşınması yatmaktaydı. 
Türk dış politikasının ekseninde kati bir kayma olmasa da önemli bir 
değişimi ifade eden bu açılım sonraki yıllarda spekülasyon konusu yapılmış 
ve dolayısıyla 27 Mayıs müdahalesi ile bağlantılar kurulmak istenmiştir 
(Seydi 2011:13-14). Ancak 1960’lı yıllardaki Türk dış siyasasına bakıldığında 
1959’da başlayan değişim ve dönüşümün sürdüğü net bir şekilde görülebilecektir. 
Nitekim Çakır’ın da belirttiği gibi Amerikalıların konumu Türkiye’de 
iktidar ve muhalefete yakın mesafede olup, iktidar değişmesi durumunda 
değişimin Türkiye’nin Batı ittifakına bağlılığında bir zayıflama olup 
olmadığı yönündeydi (Çakır 2004:61). 

1950-1960 yılları arasında dış politik gelişmeler genel olarak değerlendiril diğinde, Türkiye’nin tarihsel ve konjonktürel olarak uluslararası arenada Batı yanlısı pozisyon almaya çalıştığı ancak bunu yaparken ulusal çıkarlar açısından bilhassa ABD’ye verilen tavizlerde ve imkânlarda kaba ifadeyle kantarın topuzunu biraz kaçırdığı görülebilmektedir. Batı bloğuna kayıtsız şartsız dâhil olma politikası ilerleyen yıllarda iflas etmiş, dolayısıyla iktidarın son günlerinde olduğu üzere Sovyetlere ve Bağlantısızlara karşı yaklaşımda bir yumuşama olmuştur. Moskova’ya yapılması planlanan ziyaretler, Hindistan Devlet Başkanı Nehru’nun Türkiye’ye gelmesi bu çerçevede değerlendirilebilir. 

Arap ülkeleriyle kurulmak istenen sıcak ilişkiler istenilen seviyede olamamış, Türkiye’nin ABD ve İngiltere eksenli politikaları bölge ülkelerinin muhalefeti ile karşı kaşıya kalmış, Menderes hükümetlerinin son döneminde Suriye’ye asker göndermeye varacak kadar ilişkiler gerginleşmiştir. Sonuç olarak bu dönemde yürütülen dış politika ile Türki-ye’nin geleneksel tarafsız kalma politikaları terk edilip daha aktif ve operasyonel politikalar yürütülmeye çalışılmış, bunların kimisinde başarılı olunurken, kimisinde de istenilen neticelere ulaşılamamıştır. 

Dış Politikada Yeni Arayışlar: Türkiye-Ortadoğu Ülkeleri Münasebetleri 

27 Mayıs darbesi sonrası Türk dış politikasında köklü olmasa da bir reform 
yapılması gerektiği yönünde ülke genelinde yaygın bir kanaat oluşmuştu. 
Bu değişimin ilk ayağı uzun süredir akim kalmış olan Ortadoğu devletleri ile 
ilişkilerin yeniden canlandırılmaya çalışılması olmuştur. Bu çerçevede özeleştiri 
yapılmaya çalışılsa da darbe ertesi bir dönem olması sebebiyle fatura 
genellikle sabık iktidara kesilmişti. DP dönemi dış politika anlayışını eleştiren 
Balkan, bu dönemde uygulanan yanlış politikalar sonucu çevrede dost 
bir ülke kalmadığını, kayıtsız şartsız Batı yanlısı izlenen tutum ve uluslararası 
arenada Batı tezlerinin savunuculuğunun ve sözcülüğünün yapılmasının 
hem Afrika hem de Asya ülkeleri nezdinde Türkiye’nin itibarını sarstığını, buna 
karşılık ise Batı’dan herhangi bir menfaat sağlanamadığını belirtmiştir 
(Balkan 1960a). Türkiye’nin Atatürk sonrası dış politika uygulamalarını 
eleştiren Balkan, bilhassa Ortadoğu politikalarının artık işleyemez 
halde olduğunu, son yıllarda Nasır düşmanlığı, Nuri Sait Dostluğu ve Bağdat 
Paktı politikalarının Türkiye’nin çıkarlarından çok Batı’nın çıkarlarını koruma 
amacında olduğunu, emperyalizmle mücadele eden ülkelere ilham 
kaynağı olan Türkiye’nin bu politikalarının bölgeden kopmasına neden 
olduğunu vurgulamıştır (Balkan 1960b). Darbe sonrası kurulan geçici hükümet 
Arap ülkeleriyle ilişkileri geliştirmek istemekteydi. Bu çerçevede 
sembolik olarak DP döneminde İsrailli bir şirketle yapılan tütün anlaşmasını 
feshetti (Son Havadis, 21.08.1960). MBK idaresinden Arap dünyasına 
sıcak mesajlar verilmesine rağmen bu açılım, Nasır egemenliğindeki Mısır’ın 
Birleşik Arap Cumhuriyeti kurma yoluna giderek Irak ve Suriye’yi 
kontrolü altına almaya çalışması nedeniyle yerini gerginliğe bıraktı. Nasır’ın 
Hatay’ın ilhakı ile ilgili söylediği sözlere karşılık veren Devlet Başkanı Cemal 
Gürsel İskenderun’da yaptığı açıklamada: “Hatay’a uzanacak her el kırılacaktır” 
diyerek muhataplarına gözdağı vermişti (Milliyet 30.07.1960).1 

1961’in sonları dünya politikaları açısından oldukça hareketli geçmiştir. 
Hindistan’ın Portekiz sömürgesi olan Goa’yı ilhak etmesi ve buna Birleşmiş 
Milletler ile Portekiz’in karşılık verememesi, Irak lideri Kasım’ın 
Kuveyt üzerinde benzer planlar kurmasını kolaylaştırırken, Lübnan’da da 
bir askeri darbe girişimi başarısızlıkla sonuçlandı. Bu süreçte sömürgelerde 
ve Ortadoğu’da yaşanan hareketlilikler İngiliz donanmasının da bölgeye 
sevk edilmesine neden olmuştur. Öte yandan Irak merkezi hükümetiyle 
kuzeydeki Kürtler arasında çatışmalar artmış, bunun üzerine Türkiye sınır 
güvenliğini arttırıcı tedbirlere başvurmuştu (The Times, 30.06.1962)2. Bu 
dönemde Irak’ın kuzeyindeki Kürtlerle merkezi idare arasında yaşanan 
çatışmaların Türkiye sınırına da sıçraması Türkiye’nin Arap ülkeleriyle 
geliştirmek istediği ilişkileri yaralayan bir hadise oldu. 1962 yılında Irak 
Hava Kuvvetleri’ne ait iki adet F100 savaş uçağının Şemdinli’de konuşlu 
Jandarma Alayı’na bir saat müddetle saldırıda bulunması sonucu, 2 Türk 
askeri şehit olurken bir asker yaralanmıştı. Olayın Ankara’da duyulması 
üzerine Irak hükümetine protesto telgrafı çekildi (Milliyet, 16.08.1962)3. 

Türk Savunma Bakanlığı tarafından yapılan açıklamada olaydan sonra Türk 
Hava Kuvvetlerine ait uçakların Irak sınırında devriye görevine çıktıkları 
belirtildi (The Times, 16.08.1962). Yaşananlar bununla da sınırlı kalmayıp 
benzer bir durum birkaç gün sonra tekerrür etti. Irak uçaklarının Türk sınırına 
yaklaşması üzerine harekete geçen Türk savaş uçakları bir adet MIG 
tipi Irak savaş uçağını düşürdü. 16 Ağustos günü üç Irak savaş uçağının yine 
Türkiye-Irak sınırındaki köylere yangın bombaları ve makineli tüfeklerle 
saldırmaları sonucu Türk jetleri bir Irak uçağını daha vurdu. Irak sınırında 
yaşanan hadiseler İstanbul’daki üniversite gençliği arasında da tepki uyan-
dırarak protestolara neden oldu. MTTB yayınlamış olduğu bildiride; birkaç 
aydan beri devam eden hadiselere ve Ortadoğu’da oynanan oyunlara dikkat 
çekerek Irak hükümetini olaylara son vermeye çağırmıştır (Ulus, 17.08. 
1962). Muhalefet milletvekilleri de Başbakanlığa çektikleri telgraflarla durum 
hakkında izahat istemişlerdi4 (BCA, 30.1.0.0/50.304.9.). 

Olayların sıcaklığının geçmesinden sonra hükümet alınan tedbirlerin 
sonucunda Irak uçaklarının tacizlerinin sona erdiğini açıkladı. Dışişleri Bakanlığına çağrılan Irak Büyükelçisi çıkışta basına yaptığı açıklamada: “Bu 
hadiseleri izale edecek tedbirlerin alınacağına inanıyorum. Bu olayların tekerrür 
etmeyeceğini ümid ederim” dedi. Ayrıca Irak hükümetinin olaylar 
sonunda doğan hasarı karşılamayı kabul ettiği belirtildi. Öte yandan Irak 
ordusunun Barzani kuvvetlerini güç durumlara soktuğu bölgeden gelen 
haberler arasındaydı (Ulus, 18.08.1962). Başbakan İnönü, Irak hadiseleri ile 
ilgili Genelkurmay Başkanı Sunay’dan ve Hava Kuvvetleri Komutanı İrfan 
Tansel’den bilgi almış, Dışişlerinden yapılan açıklamada da olayların Irak 
hükümetinin kuzeyde Barzanilere karşı giriştiği harekâtın taşkınlığı dolayısıyla 
cereyan etmiş olabileceği ihtimali üzerinde durulduğu belirtilmiştir 
(Milliyet, 19.08.1962; Ulus, 19.08.1962). Olaylardan birkaç gün sonra Irak 
uçaklarının yine bombardımana devam ettiği ancak ölü ya da yaralı bulunmadığı 
İçişleri Bakanı Kurutluoğlu tarafından duyuruldu. Irak uçağının düşürülmesi 
ile ilgili Irak notasında uçağın Irak hava sahasında düşürüldüğü, 
dolayısıyla Türkiye’nin özür dilemesi ve tazminat ödemesi gerektiği ifade 
edilmiştir5. Resmi olmayan Türk cevabında ise Türk sınırına saldırıya karşılık 
verildiği belirtildi (Ulus, 20.08.1962). 

Olaylar üzerine Ulus’ta çıkan bir başyazıda: Irak ile Türkiye’nin dostluğu 
ve iyi münasebetleri vurgulanarak, Irak hükümetinin kuzeydeki isyancılarla 
mücadelesinde zaman zaman sınırı aşan müdahalelerine Türkiye’nin 
ses çıkarmadığı, ancak son yaşanan olaylar ve Türk askerlerinin hayatlarını 
kaybetmesinden sonra durumun kontrolden çıkmaya başladığı tespitinde 
bulunulmuştur. Irak’taki Kasım idaresinin kendi sorumluluklarını Türkiye’ye 
yüklemeye çalışmasının anlamsız olduğunun belirtildiği yazıda: “Kasım’ın 
bu basiretsiz ve akıbeti şüpheli yoldan çabuk dönmesi en halis temennimizdir” 
denilmiştir (Ulus, 20.08.1962). Hükümete yakın bir gazetede 
bu ifadelerin kullanılması bir bakıma gayri resmi ültimatom değeri taşımaktaydı. 
Dışişleri Bakanlığı yapmış olduğu açıklamada olayların gelişim şeklini 
kısaca özetledikten sonra, Türk hükümetinin Türk-Irak dostluğuna büyük 
önem verdiğini, verilen bu ehemmiyet nedeniyle sert tepkiler konmadığını 
ve devriye uçuşlarına şimdilik son verildiğini duyurdu (Milliyet, 21.08.1962). 

Türkiye’nin tansiyonu düşürmeye çalışmasına rağmen Irak kanadı tam 
tersi bir uygulamaya girişti. 20 Ağustos’ta Bağdat’taki Türk Büyükelçiliği 
önünde hükümet destekli olduğu öne sürülen ve Türkiye karşıtı sloganların 
ve hakaretlerin yağdırıldığı bir protesto gösterisi düzenlendi (Ulus, 
22.08.1962). Irak lideri Kasım radyoda yaptığı konuşmada: Türkiye’yi Amerikan 
ve İngiliz emperyalistleri ile işbirliği yapmakla suçlayarak, Türkiye’yi 
Kuzey Irak’taki asi Kürtlere destek vermekle itham etti6 (Milliyet, 
23.08.1962). Olaylar üzerine Türkiye’nin Bağdat Büyükelçisi Seyfettin Turagay 
yurda döndü7. Elçi yaptığı açıklamada: Kasım’la görüşmek için randevu 
istese de Başkanın yoğunluğu sebebiyle randevu verilmediğini belirtmişti 
(Ulus, 24.08.1962). Elçinin gelişi ile ilgili sorulan sorular üzerine Dışişleri 
Bakanı Erkin elçinin geri çağrılmadığını, yalnızca yıllık izninin bir kısmını 
kullanmak için Türkiye’de olduğunu söyleyerek diplomatik bir dille durumu 
kurtarmaya çalışmaktaydı (Ulus, 26.08.1962). Dışişleri Bakanlığı 24 Ağustos’ta 
yayınladığı bildiride: Irak hükümetini Türk-Irak dostluğuna aykırı bir 
yola sapmakla itham etmiş, ayrıca Iraklı pilotların Türkiye’ye saldırılarının 
tarafsız bir komisyonca incelenmesini teklif etmiştir8 (Milliyet, 25.08.1962). 
Öte yandan Amerika Birleşik Devletlerinin Türkiye’deki misyonunda görevli 
Ernest Schwarzenbach ve Allen Simon’un yasadışı silah taşımak ve kaçak-
çılık yapmak suçlamalarıyla yargılanacak olması Türkiye’nin Irak makamla-
rınca silah kaçakçılığına göz yumma suçlamalarına verilen bir cevap niteliği 
taşıdığı söylenebilir (The Times, 24.08.1962). Kasım’ın politikalarını ve 
Türkiye karşıtı tutumunu değerlendiren Esmer, Kasım’ın birkaç ay önce 
Barzani meselesinin sonlandırıldığını açıklamasına rağmen, ortadaki savaş 
durumunun gerçeğin hiç de ilan edilen gibi olmadığını gösterdiğini belirtmiştir. 
Ayrıca Barzani’nin Sovyetlerle münasebetlerinden hareketle Kasım’ın 
Türkiye’yi Batı ile işbirliği yapmakla suçlamasının mantıksız bir yaklaşım 
olduğunu ve Kuzey Irak’ta kurulacak bir Kürt devletinin Türkiye’ye 
nasıl bir menfaati olabileceğini sormaktadır. Yazıda ayrıca Barzani karşıtı 
operasyonuyla Türk kamuoyunun da sempatisini kazanmış bir liderin başarısızlık 
durumunda hedef tahtasına Türkiye’yi koymasının anlamsızlığı üzerinde 
durulmuştu (Esmer 1962). Öte yandan Irak Türkleri Kültür ve Dayanışma 
Derneği yapmış olduğu açıklamada: Kasım devrinde Irak Türklerinin 
acı günler yaşadığını, Kürtlere tanınan adem-i merkeziyet hakkının 1 milyona 
yakın Türk’e de tanınması talebinde bulunmuştur (Ulus, 22.03.1963). 


2. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,

***

21 Aralık 2019 Cumartesi

Barış Koridoru ve Hedef..,

Barış Koridoru ve Hedef..,


Barış Koridoru ve Hedef
Ünal Atabay 02 Ağustos 2019
Yayınlandığı Kategori. SURİYE, ORTADOĞU.,



“Barış Koridoru” Güvenli Bölgenin Bir Sonucudur.
Suriye iç savaşı başladığı günlerden itibaren, kamuoyunda çok sık adı duyulan kavramlardan birisi de, “Güvenli Bölge” söylemidir. 30 Temmuz 2019 günü yapılan Milli Güvenlik Kurulu toplantısında, güvenli bölge kavramına “Barış Koridoru”[[i]] adı altında bir söylemin eklendiğini görmekteyiz.
“Barış Koridoru” yeni bir söylem gibi görünse de, esasen güvenli bölgenin ruhunda ve işlevinde barış kavramı vardır. Nitekim uluslararası alanda, ateşkes ve barışın sağlanması gibi saha çalışmalarında “Barış Gücü” adı altında güçler konuşlandırılır ve bunlar genellikle çatışan iki devlet, kuvvet, toplum gibi unsurlar arasında tayin edilen bir bölgede, hat üzerinde veya kuşakta yer alırlar.
Güvenli bölge, barış ve barış gücü gibi kavramların uluslararası alanda kabul görmüş birçok tanımı bulunurken, “Barış Koridoru” nun özel bir tanımı yoktur. Çünkü, bunun karşılığı güvenli bölgenin ruhunda var olduğu gibi, güvenli bölgenin oluşturulmasını müteakip meydana gelebilecek bir sonucun da parçasıdır “Barış Koridoru”.
Suriye’ye yönelik güvenli bölge kavramının ortaya atıldığı günden itibaren, bu kavramın yanlış ifade edildiği, bundan sakınılması gerektiği ve güvenlik nedeniyle haklı olduğumuz bu Suriye meselesinde, uluslararası hukuk üzerinden yanlış algılara sebebiyet verilebileceği defalarca gündeme getirilmişti.
Çünkü uluslararası anlamda “Güvenli Bölge”; ‘sivil halkı çatışan taraflardan veya bir devletin baskı, şiddet ve insan hakları ihlallerinden korumak amacıyla tesis edilir’ şeklinde tanımlanmaktadır.[[ii]] Bu tanım üzerinden, bizim Suriye’de yaşayan Kürtlere sözde baskı ve şiddet uygulayacağımızın algısı yaratılmaktadır.
Nitekim, 21.Yüzyıl Türkiye Enstitüsü’nde yayımlanan bir makalede, bu tür kavram tartışmalarından uzak durmak için, “Güvenli Bölge” yerine “İstikrar Kuşağı” kavramının kullanılmasının daha uygun olacağı ifade edilmişti.[[iii]] Gelinen noktada, söz konusu tartışmaların da etkisiyle, güvenli bölge söyleminin yeni bir kavramla yani “Barış Koridoru” söylemiyle güçlendirilmek/desteklenmek istendiği anlaşılmaktadır.
Oysa ki Türkiye’nin güvenli bölgeden kastettiği, terörden arındırılmış bir bölgedir. Güvenli bölgenin uluslararası alandaki tanımından ziyade, bizim neyi kastettiğimizin iyi anlatılma ihtiyacı vardır. Şüphesiz bu anlatamama sorunu “Barış Koridoru” nu doğurmuştur.

“Barış Koridoru” Söylemi Türkiye’nin Tarihsel Birikimidir.

Türkiye esas itibariyle, Uluslararası alandaki tartışmaların önüne geçmek ve haklılığımızı güçlendirmek adına, tarihsel birikiminin de dürtüsüyle bu bölgeyi “Barış Koridoru” olarak nitelendirmek zorunda kalmıştır. Esasen bu kavram, Türkiye için çok yabancı değildir. Barış koridoru kavramının içerisinde; Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyet’in temel felsefesinin ve yine Atatürk’ün söylediği “Yurtta Barış, Dünyada Barış” ilkesinin yansımasını görmekteyiz.
Çünkü ülkemiz, barışı önceleyen geleneğini öteden beri gerek diplomaside gerekse sahada tüm uygulamalarında göstermiştir. Bu nedenle, “Barış Koridoru” da bu geleneğin ifadesidir. Tarihseldir ve “Kıbrıs Barış Harekâtı” ile “Kıbrıs Türk Barış Kuvvetleri” ifadesi de bu tarihsel birikimin sonucudur.
Öte yandan, bölgenin coğrafi anlamda tanımlanması ve algının daha iyi yönetilebilmesi adına, yukarıda da ifade edildiği gibi “Güvenli Bölge” kavramından şimdilik tamamen vaz geçilemeyeceğini de söylemek yerinde olacaktır. Bir taraftan güvenli bölge ifadesi kullanılırken, diğer taraftan da “Barış Koridoru” söyleminin tamamlayıcı manada kullanılması uygun düşecektir.
Barış koridoru, Türkiye’nin bölgeye müdahalesinde; siyasi, askeri, coğrafi, sosyo-kültürel, demografik ve insani boyutlara bakış açısını ortaya koyması bakımından, güvenli bölgenin güçlendirilmesi adına değer ifade etmektedir. Barış koridoru; sahada yaratılmak istenilen etkiden ziyade, daha çok diplomasiyi çağrıştıran bir üslubu içerirken, “Güvenli Bölge” terimi ise; verilecek etkininin sahadaki somut yansımasını ve coğrafi ifadesini anlatmaktadır. Her hâlükârda, “Barış Koridoru” söylemi, güvenli bölgeyle birlikte telaffuz edilmek zorundadır.
Suriye özelinde “Barış Koridoru”; diplomasiyi önceleyen, bu mümkün olmadığı takdirde güvenli bölge sahası içerisinde yaşayan tüm etnik, dini ve mezhebi grupları terör örgütü YPG/PKK’nın boyunduruğundan, baskısından, şiddetinden ve insan hakları ihlallerinden kurtaran bir yaklaşımın ifadesi olarak söylenebilir.
“Barış Koridoru” Nihai Hedefe Giden Bir Atlama Taşıdır.

Öte yandan, “Güvenli Bölge” ve “Barış Koridoru”; herhangi bir harekâta ihtiyaç kalmadan terörden arındırılmış bir saha olarak birlikte mütalaa edilmeli ve esas olan bu sahanın üzerinden YPG/PKK’nın koridor dışında kalan varlığının ortadan kaldırılması nihai hedef olarak belirlenmeli ve uygulanmalıdır. Yani, “Barış Koridoru” nihai hedefe giden bir atlama taşı olarak kabul edilmelidir.
Güvenli Bölge / Barış Koridorunun dışında kalan saha içerisinde YPG/PKK varlığını sürdürmesi halinde; ABD’nin kanatları altında Türkiye’nin sözde hışmından korunan Kürtler’in olduğu ve bunlara koruma kalkanı uygulandığı şeklinde bir meşruiyet zırhı giydirilmiş olacaktır ki, bu durumda bazı art niyetli ülkeler ve uluslararası kuruluşlar Türkiye’nin YPG/PKK ile defacto (Hukuki olarak fiili durum) durumunda olduğunu gündeme getirebilirler. Bu nedenle, “Barış Koridoru” nu güvenli bölge sahası ile sınırlandırmamak gerekir.

 “Barış Koridoru” ve ABD

Güvenli bölge içerisinde, “Barış Koridoru” nun tesisi, öncelikle güç kullanmadan ABD ile birlikte bir uzlaşıyı içerebilmelidir. Bu uzlaşı doğrultusunda, daha önce varılan yol haritası mutabakatı çerçevesinde; YPG/PKK’nın silah, mühimmat ve teçhizatının toplanması ve Fırat’ın doğusundan tamamen tasfiyesini kapsamalıdır.
Güç kullanmak suretiyle barış koridorunun tesisi halinde ise, ABD ile uzlaşı pek mümkün görünmemektedir. İşte bu noktada, güvenli bölge/barış koridorunun güneyinde kalacak olan terör unsurlarının varlığı ve tehdidi devam edecektir. Buradaki tehdidin de ortadan kaldırılması için, “Barış Koridoru” güvenli bölge sınırlarını aşan bir hareket tarzını içermelidir.
Diğer taraftan barış koridorunu; sadece YPG/PKK’nın silahtan arındırılması ile elde edilebilecek bir sonuç olarak değerlendirmek de mümkün değildir. Aynı zamanda, ABD ile gerilen ilişkilerin yeniden düzeltilmesi/düzenlenmesi ve stratejik ortaklığın yeniden tesisi için değer biçilen kriterlerde buluşmanın zemini olarak da düşünülebilir.

 [[i]]  MGK “30 Temmuz 2019” Tarihli Toplantısı, https://www.mgk.gov.tr., 30 Temmuz 2019.

[[ii]] Oktay Bingöl-A.Bilgin Varlık, “Korunmuş Bölgeler Bilgi Notu”, Merkez Strateji Enstitüsü, 29 Eylül 2014.

[[iii]]Ünal Atabay, Suriye’nin Kuzeyinde “Güvenli Bölge” Tesisi, https://21yyte.org., 22 Ocak 2019.

https://21yyte.org/tr/suriye/baris-koridoru-ve-hedef

***

7 Aralık 2019 Cumartesi

TÜRKİYE İSRAİL İLİŞKİLERİ 1946 - 2010 BÖLÜM 6

TÜRKİYE İSRAİL İLİŞKİLERİ 1946 - 2010  BÖLÜM 6



22 Aralık 2008 -İsrail Başbakanı Ehud Olmert Türkiye’ye bir çalışma ziyaretinde bulundu. Medya organları Olmert’in Başbakan Erdoğan’la Suriye ile yapılacak görüşmeler hakkında fikir alışverişinde bulunmak üzere geldiğini yazdı. 

27 Aralık 2008 -İsrail, Gazze Şeridi’ne yönelik “Dökme Kurşun” operasyonunu başlattı. Türkiye saldırıya her düzeyde çok sert tepki verdi. 

29 Ocak 2009 - Davos Dünya Ekonomik Forumu’nda “Gazze: Ortadoğu’da Barış Modeli” başlıklı panelde Türkiye Başbakanı R. Tayyip Erdoğan İsrail Cumhur  başkanı Şimon Peres’e sert çıktı. Başbakan Erdoğan’la Şimon Peres arasındaki tartışma siyasi tarihe “one minute çıkışı” olarak geçti. 

14 Şubat 2009 -İsrail Kara Kuvvetleri Komutanı Avi Mizrahi’nin Başbakan Erdoğan’ın Gazze’deki tepkisine karşılık söylediği “Erdoğan önce aynaya 
baksın” sözleri için Türkiye İsrail’e nota verdi. 

15 Ekim 2009 - TRT’de yayınlanan Ayrılık dizisinde İsrail düşmanlığı yapıldığı gerekçesiyle İsrail Türkiye’ye nota verdi. Dışişleri Bakanlığı’na çağrılan Türk 
Büyükelçisi ile İsrail Dışişleri Bakan Yardımcısı arasında yaşanan ve daha sonra “alçak koltuk krizi” diye adlandırılacak diyalog yaşandı. 

Mart 2010 -İnsan Hak ve Hürriyetleri İnsani Yardım Vakfı (İHH), İsrail’in Gazze’ye uyguladığı ambargoyu delmek ve Gazze halkının temel ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla biri üç bin tonluk yük gemisi, diğeri de 1000 kişilik yolcu gemisi satın aldı. İHH İnsani Yardım Vakfı başkanı Fehmi Bülent Yıldırım, Mayıs ayında Gazze’ye doğru yola çıkacaklarını açıkladı. 

27 Mayıs 2010 - 27 Mayıs 2010 günü yolcuların gümrükteki işlemlerinin tamamlanmasının ardından Mavi Marmara gemisi yardım gönüllüsü 560 
kişi ile birlikte yola çıktı. 

31 Mayıs 2010 -Yardım gemileri İsrail silahlı kuvvetlerince durduruldu. İsrail askerlerinin gemiye çıkması esnasında aktivistlerin mukavemet etmesi üzerine, İsrail güçleri sivillere ateş açtı. Açılan ateş sonucunda biri ABD vatandaşı olmak üzere 9 aktivist öldü, 23’ü ağır 54 kişi yaralandı. Gemiler İsrail’in Aşdod Limanı’na çekildi. Aktivistler gözaltına alındı. Türkiye Başbakanı R. Tayyip Erdoğan Dışişleri Bakanı ile birlikte Latin Amerika ziyaretinde bulunuyordu. Haber alınır alınmaz program iptal edildi. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu BM Güvenlik Konseyi’ni acil toplantıya çağırmak üzere New York’a geçti. 

1 Haziran 2010 - BM Güvenlik Konseyi İsrail’in Mavi Marmara gemisine yaptığı silahlı saldırıyı görüşmek üzere acil toplandı. Toplantı neticesinde İsrail Devletinin yaptığı operasyon esnasındaki ölümlere yol açan davranışları kınayan ve özellikle Gazze’ye uygulanan abluka’nın kaldırılmasıyla ilgili 1850 ve 1860 nolu konsey kararlarına uyması gerektiğini belirten bir bildiri yayınlandı. Türkiye İsrail’den öncelikli olarak yardım malzemesinin Gazze’ye ulaştırılması, tutukluların derhal serbest bırakılması, gemilerin serbest bırakılması, özür, mağdurlara ve ailelerine tazminat taleplerinde bulundu. 

1 Haziran 2010 - Türkiye NATO Kuzey Atlantik Konseyi’nin acil koduyla toplanmasını istedi. Açıklama yapan NATO Genel Sekreteri Anders Fogh 
Rasmussen İsrail’den “sivilleri ve gemileri derhal bırakmasını” istedi. 

2 Haziran 2010 -İsrail’in Mavi Marmara gemisine yaptığı saldırı Türkiye’de büyük bir infial meydana getirdi. Ankara’daki İsrail Büyükelçiliği’ne çıkan yollar ölçüsüz gösteriler olabilir endişesiyle kapatıldı. İstanbul’daki İsrail Başkonsolosluğu önünde de yoğun gösteriler oldu. 

2 Haziran 2010 - Başbakan Erdoğan AK Parti grubunu topladı. “İsrail’in Gazze’ye insani yardım götüren gemilere yaptığı kanlı katliamın her türlü laneti hak etmiş bir katliam” olduğunu söyleyen Erdoğan “zorbalar, haydutlar, korsanlar bile belli ahlâk kurallarına uyarlar. Hiçbir hassasiyete uymayanlara bu sıfatı yakıştırmak bile iltifat olur” cümleleriyle açıkça İsrail’i hedef aldı. 

2 Haziran 2010 -İsrail adına açıklama yapan İsrail Dışişleri Bakanı Avigdor Lieberman “Askerlerimize el kaldıran herkes, yasaların gerektirdiği şekilde 
cezalandırılacak” dedi. Lieberman ayrıca Tayland, Afganistan, Pakistan, Irak ve Hindistan gibi ülkelerde son bir ay içinde 500’den fazla kişinin öldüğünü 
hatırlatarak uluslararası toplumun buralardaki ölümler karşısında sessiz ve pasif kalmasına rağmen sadece İsrail’i, “hem de savunma eyleminden dolayı kınadığını” savundu ve uluslararası toplumu iki yüzlülükle suçladı. 

2 Haziran 2010 - Mısır Devlet Başkanı Hüsnü Mübarek’in emriyle Refah Sınır Kapısı açıldı. Gazze’ye uygulanan ambargo hafifletilmeye çalışıldı. 

1 Temmuz 2010 - Mavi Marmara Saldırısı sonrası taraflar arasındaki ilk temas Brüksel’de gerçekleşti. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu ile İsrail hükümetinin güvercin kanadından Sanayi Bakanı Eliazer Brüksel’de gizlice görüştü. 

2 Ağustos 2010 - BM Genel Sekreteri Ban-ki Moon tarafından BM bünyesinde faaliyet gösterecek olan ve Mavi Marmara saldırısını uluslararası hukuk açısından inceleyip BM’yi bilgilendirmeyi amaçlayan bir komisyon kuruldu. Komisyonda Türkiye’yi emekli Büyükelçi Özdem Sanberk Temsil etti. Komisyonun başkanlığını ise Yeni Zelanda eski Başbakanı Sir Geoffrey Palmer üstlendi. 

27 Eylül 2010 - BM İnsan Hakları Komisyonu İsrail’in Mavi Marmara saldırısı ile ilgili raporunu yayınladı. Raporda İsrail suçlu bulundu, uluslararası hukuku ihlal ettiği ifade edildi. Komisyonun hazırladığı rapora göre 8 Türk vatandaşı ile Amerika Birleşik Devletleri vatandaşı Furkan Doğan İsrail Komandoları tarafın dan “infaz” yöntemiyle öldürüldü. Raporda, 19 yaşındaki Furkan Doğan’ın elindeki küçük kamera ile çekim yaparken 2 kere kafasından olmak üzere defalarca vurulduğu ifade edildi. Adli tıp raporundan yola çıkarak Furkan Doğan’ın güvertede bilinci açık ya da yarı bilinç kaybıyla bir zaman yattığı ve daha sonra yüzünden vurulduğu tespit edildi. Bu tespitler üzerine İnsani Yardım Vakfı temsilcileri, aktivistler ve Filoda bulunan bütün Türkleri temsil eden 3 avukattan oluşan bir heyet 14 Ekim 2010 tarihinde Lahey’de bulunan Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne başvuruda bulundu. 

3 Aralık 2010 - Haifa yakınlarında Karmel Dağı’nda yangın çıktı. İsrail yangını söndürmede yetersiz kalınca Türkiye, Başbakan Erdoğan’ın talimatıyla yangın söndürme uçakları gönderdi. Bu gelişme sonrası İsrail Başbakanı Netanyahu Başbakan Erdoğan’ı arayarak teşekkür etti. 

17 Aralık 2010 -İsrail ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi Münhasır Ekonomik Bölge Sınırlandırma Anlaşması imzaladı. Ankara antlaşmaya sert tepki gösterdi. 

Eylül 2011 - Palmer Raporu henüz açıklanmamışken bazı uluslararası yayın organlarına sızdırıldı. İsrail’in Gazze ablukasını meşru gören rapor Türkiye 
tarafından kabul edilmedi. İsrail ise raporu kabul ettiğini açıkladı. Türkiye Palmer Raporu’nun sonucu doğrultusunda İsrail’le ilişkilerin düzeltilmesi için beş ana başlık altında toplanabilecek bir yaptırım kararı açıkladı. Karara göre; 

1- Türk İsrail diplomatik ilişkileri ikinci kâtip düzeyine indirilecektir. İkinci katip düzeyi üzerindeki tüm görevliler, başta büyükelçi olmak üzere üç gün 
içinde ülkelerine geri döneceklerdir. 
2- Türkiye ile İsrail arasındaki askeri anlaşmaların tümü askıya alınmıştır. 
3- Doğu Akdeniz’de en uzun kıyısı bulunan sahildar devlet olarak Türkiye, Doğu Akdeniz’de seyrü-sefer serbestîsi için gerekli gördüğü her türlü 
önlemi alacaktır. 
4- Türkiye İsrail’in Gazze’ye uyguladığı ablukayı tanımamaktadır. İsrail’in 31 Mayıs 2010 tarihi itibariyle Gazze’ye yönelik uyguladığı ambargonun Uluslar  arası Adalet Divanı’nda incelenmesini sağlayacaktır. Bu doğrultuda BM Genel Kurulu’nu harekete geçirmek için girişimlere başlanacaktır. 
5-İsrail saldırısının Türk ve yabancı tüm mağdurlarının mahkemelerdeki hak arama girişimlerine gereken her türlü destek verilecektir. 

19 Eylül 2011 -İsrail basını İsrail ortaklı Amerikan şirketi Noble’in Güney Kıbrıs Rum Yönetimi ile Doğu Akdeniz’de petrol ve doğal gaz arama 
çalışmalarına başladığını yazdı. 

20 Eylül 2011 - Türkiye ile KKTC arasında Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ile KKTC Cumhurbaşkanı Derviş Eroğlu tarafından New York’ta Kıta Sahanlığı Sınırlama Anlaşması imzalandı. Bu çerçevede KKTC Bakanlar Kurulu bir karar alarak Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı’ndan teknik destek talebinde bulundu. 9 Eylül Üniversitesi’ne ait olan Piri Reis Sismik Araştırma Gemisi mürettebatıyla birlikte 23 Eylül günü denize açıldı. 

Ek - 1) Türkiye -İsrail Ticari İlişkileri (Dolar) 
* 2011 yılı verileri Eylül ayı itibariyle Dış Ticaret Müsteşarlığı ve Türkiye İstatistik Kurumu’ndan elde edilen bilgilere göredir. 

Ek - 2) Haritalar 
Harita 1) 1947 BM Taksim Planı’na Göre Sınırlar 
(Kaynak: www.hsstrateji.com) 


Harita 2) 1948 Sınırları ile 1967 ve 1999 sınırlarının karşılaştırılması 
(Kaynak: pressturk.com) 


Harita 3) 1948 - 2005 Karşılaştırmalı İsrail Sınırları 

(Kaynak: www.ensonhaber.com) 


Harita 4) Gazze Filosu www.tr.wikipedia.org) 


Kaynaklar 

Arı, Tayyar; Ortadoğu (Siyaset, Savaş ve Diplomasi), Alfa Yayınları, İstanbul, 2004. 
Armaoğlu, Fahir; Filistin Meselesi ve Arap -İsrail Savaşları 1948 - 1988, İşbankası - Kültür Yayınları, İstanbul, 1989. 
Armaoğlu, Fahir; XX. Yüzyıl Siyasi Tarihi, İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 1989. 
Cleveland, William; Modern Ortadoğu Tarihi, Agora Kitaplığı, çev: Mehmet Harmancı, İstanbul, 2008. 
Dursunoğlu, Alptekin; Stratejik İttifak - Türkiye İsrail İlişkilerinin Öyküsü, Anka Yayınları, İstanbul, 2000. 
Dağı, Zeynep, Ak Parti’li Yıllar, ORION Kitabevi, Ankara, 2006. Fromkin, David; Barışa Son Veren Barış, Epsilon Yayınları, Çev: Mehmet 
Harmancı, İstanbul, 2004. 
Halloum, Rifat; Palestine - Through Documents, Belge Yayınları, İstanbul, 1988. 
Oran, Baskın (ed); Türk Dış Politikası, c. I, İletişim Yayınları, İstanbul, 2006. 
Oran, Baskın; Türk Dış Politikası, c. II, İstanbul, 2006. 
Sander, Oral; Siyasi Tarih, c.II, İmge Kitabevi, Ankara, 2006. 
Uzgel, İlhan - Duru, Bülent(der), AKP Kitabı - Bir Dönüşümün Bilançosu, Phoenix Yayınevi, Ankara, 2009. 
Olaylarla Türk Dış Politikası (Kollektif), Siyasal Kitabevi, Ankara, 1996. 


DİPNOTLAR;

1 Yenişafak, (20 Şubat 2006) 
2 Böyle üç devletten müteşekkil bir komisyon kurularak Yahudi yanlısı ABD, tarafsız Fransa ve Arap yanlısı Türkiye’nin birbirini dengeleyeceği 
öngörülmüştü. 
3 Operasyonun İsrail seçmeninin artan güvenlik kaygılarından nemalanma amacıyla başlatıldığı yönünde görüşler bulunmaktadır. 
4 HAMAS’ın İsrail’e fırlattığı roketler direnişin sona ermediği yönünde algılanmalıdır. 
5 Fikret Ertan, “Birinci Yılında Gazze Yıkımı”, Zaman Gazetesi, (27 Ocak 2009) 
6 Çek Cumhuriyeti tam bu dönemde ABD güdümünde sürdürülen Avrupa için Füze Savunma Kalkanı projesi ile gündemi işgal ediyordu. 
7 BM Sartı 2/4 kuvvet kullanma yasağını içermektedir. Meşru müdafa halini düzenleyen 51. Maddenin ise meşru müdafada ölçülülüğü içerdiği genel kabul durumundadır. 
8 Çekimser oy kullanan ülkeler ise İngiltere, Belçika, Norveç, Slovenya, Kamerun, Gabon, Burkina Faso, Japonya, G. Kore, Meksika ve 
Uruguay oldu. 
9 Nitekim özellikle Başbakan’ın bölge ülkelerinin kamuoylarında ciddi destek bulan Davos çıkışının ardından S. Arabistan’ı ziyareteden Cumhurbaşkanı Abdullah Gül çok iyi ağırlanmış; S. Arabistan parlamentosuna seslenen ilk Türk Cumhurbaşkanı olmuştur. 
10 Yenişafak, (15 Ekim 2009) 
11 Hürriyet, (13 Ocak 2010) 
12 Zaman, (2 Haziran 2010) 
13 Zaman, (2 Haziran 2010) 
14 Zaman, (2 Haziran 2010) 
15 Milliyet, (1 Temmuz 2010) 
16 Milliyet, (1 Temmuz 2010) 
17 http://www.mfa.gov.tr/no_-288_-21aralik-2010_-israil-ile-gkryarasinda-imzalanan-meb-anlasmasi-hk_.tr.mfa, 21.12.2010. 
18 Radikal, (20 Aralık 2010) 
19 Hürriyet, (3 Eylül 2011) 
20 Zaman, (3 Eylül 2011) 
21 Türkiye, (3 Eylül 2011) 
22 Hürriyet, (3 Eylül 2011) 
23 http://online.wsj.com/article/SB10001424053111904900904576554102130278870.html (7 Eylül 2011) 
24 David Rosenberg, “Israel-Turkey Tensions Here to Stay, Diplomat Warns”, 
    http://www.jpost.com/DiplomacyAndPolitics/Article.aspx?id=237011 (7 Eylül 2011) 
25 Radikal, (21 Eylül 2011) 


..................

Bölgesel Güç Olma Yarışı: Ya da Türkiye-İsrail İlişkileri



Son dönemde burjuva gündem oldukça yoğun. Doğu Akdeniz'de yoğunlaşan emperyalist kapışma sürerek devam ediyor. BM raporu krizinin ardından açıklanan beş maddelik yaptırım paketi, yeniden alevlenen Türkiye-İsrail ilişkileri ve son olarak sondaj gerilimi, Türkiye-İsrail ilişkileri üzerine bundan sonra da yazılacağa benziyor. Bizim amacımız emperyalist ilişkilerin arka planını görmek ve siyasi yansımalarını işçi sınıfı nezdinde tahlil etmek.

Türkiye-İsrail ilişkileri, İsrail'in kurulmasıyla başladı. Bu ilişki, inişli çıkışlı fakat bu güne kadar süren bir ilişkiydi. Bugünlerde yaşadığımız Türkiye-İsrail krizinin bir benzeri, 1980 yılında Doğu Kudüs'ün işgaliyle de yaşandı. Sonrasında bu ilişki doksanlı yıllarda iyileşerek iki binli yıllarda askeri anlaşmalar ve bir dizi gizli ilişkiyle zirvesine ulaştı. Türkiye için ABD eksenli bir dış politikanın bölgedeki en büyük ortağıydı İsrail ve artık bu konuda belli sorunların yaşandığı aşikar fakat bunun nasıl bir yön bulacağı hala belirsiz. Zira bu ilişkinin asli ve üçüncü ortağı ABD'nin aldığı ve alacağı tutum oldukça belirleyici. Ama politik mesajların satır aralarına bakılırsa aslında eski dönemden farklı bir ilişkinin gelişmesi olası görünmüyor.

İsrail ve Türkiye'nin ilişkilerinin geçmişene bakacak olursak, İsrail için birçok ilk Türkiye ile yaşanmış. Örneğin Türkiye, İsrail kurulduğunda halkının çoğunluğu müslüman olan ve onu tanıyan ilk ülke. İsrail devlet başkanı Şimon Perez'in, yine nüfusun çoğunluğu müslüman olan Türkiye parlamentosunda 2007 yılında konuşma yaptığı ilk ülke. Aslında bu ilişkinin kaderi bir biçimde belirlenmiş gibi görünüyor. Çok uluslu tekellerin ya da onların ulusal hükümetleri tarafından belirlenmiş bu ilişki burjuvazi açısından Ortadoğu'da oldukça önem taşıyor.

Son yaşanan kriz ise BM'nin hazırladığı Mavi Marmara raporunun basına sızmasıydı ve raporda İsrail'e herhangi bir yaptırım çıkmaması AKP hükümetini bu konuda tutum almaya zorladı. 2 Eylül'de Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, İsrail'e karşı bir yaptırım paketi açıkladı. BM raporunun basına sızması ve sonuçlarının AKP hükümetinin istediği gibi olmaması Arap coğrafyasında yarattığı siyasi etkiyi ortadan kaldırabilirdi. Özellikle Tayyip Erdoğan'ın İsrail karşıtı çıkışlarıyla yakalanan bu siyasi etki, hem Türkiye'de hem de Arap coğrafyasında AKP'ye prestij kazandırdı. Açıklanan yaptırım paketinin gerçekte Türkiye-İsrail ilişkilerine yeni bir boyut kazandırmadı. Zaten 2009 yılından beridir herhangi bir askeri anlaşma ya da bilgi paylaşımı söz konusu değildi. Açıklanan paketin sadece prestij kaybetmemek için yapılan bir manevradan ibaret olduğunu söyleyebiliriz.

Açıklanan paketteki beş maddeden biri olan “Doğu Akdeniz’de en uzun kıyısı bulunan sahildar devlet olarak Türkiye, Doğu Akdeniz’de seyrü-sefer serbestisi için gerekli gördüğü her türlü önlemi alacaktır.”[1] açıklaması ile Türkiye'nin Doğu Akdeniz'deki askeri varlığıyla bölgesel güç olduğunu göstermek istemektedir. Son yıllarda Türkiye bölgesel güç olma yarışında İsrail'e karşı varlık göstermek istemekte. Bölgedeki en hızlı gelişen ekonomi olma iddiasını da taşıyan Türkiye, siyasi varlığını da buna göre tesis etmek istiyor. Bu anlamda da karşısına çıkabilecek güç ise İsrail. Tüm kapışmaların temelinde önemli ölçüde bu kaygı yatmakta. Tamamen bölgesel güç olmak isteyen Türk burjuvazisinin Gazze’ye yakınlık göstermesi Arap coğrafyasında siyasi varlığını arttıracak adımlar atması ve eskiye göre Araplarla daha fazla ekonomik anlaşmalar yapması onun emperyalist eğilimlerinin sonucudur. İsrail ile ilişkisindeki temel gerilim noktalarından birini bu durum oluşturmaktadır.

Doğu Akdeniz’deki petrol gerilimi de Türkiye-İsrail krizine yeni bir boyut kazandırdı. Güney Kıbrıs Rum yönetiminin Akdeniz'de petrol arama çalışmalarına başlamasının arka planında İsrail'in olduğu bizzat Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız açıkladı. Ardından bunun bir tahrik ve provokasyon olduğunu söyleyerek meseleyi İsrail ile ilişkilendirdi. Türkiye'de vakit kaybetmeden KKTC ile yaptığı kıta sahanlığı anlaşması ile Doğu Akdeniz’de petrol arayacağını duyurdu. Petrol sondajı üzerinden yaşanan bu gerilim, yukarıda bahsettiğimiz bölgesel güç olma yarışının ürünü. Sondaj krizi ise Doğu Akdeniz sularını daha da ısındırdı.

Bölgesel güç olma yarışının yanında başka bir durum ise ABD'nin Irak ve Afganistan'ı işgaliyle başlayan paylaşım savaşı. Türkiye ise bu projede ABD'nin stratejik ortağı. ABD için Türkiye bu projede bölgesel olarak konumlandırılacak en ideal ülke. ABD'nin İki stratejik ortağından biri olan Türkiye özellikle Arap coğrafyasında İsrail yerine tercih ettiği bir ülke. İsrail-Filistin sorunu ve Gazze işgali Arap coğrafyasında İsrail'in istenmeyen ülke haline getiriyor. İsrail'in saldırgan tutumu ve kanlı eylemleri ile kuruluşundan bu yana sürmekte, bu tutumundan kaynaklı Ortadoğu’nun şer ülkesi olarak görülüyor. Bölgeye yerleşmek isteyen ABD ise sicili bu kadar bozuk ve kabarık bir ülke ile stratejik ortak olarak öne çıkmak istemiyor. İsrail'in bu konumundan kaynaklı ABD, Türkiye'yi tercih etmiş görünüyor. Bu durum sayesinde Türkiye için bölgesel güç olmanın maddi olanakları ortaya çıkmış oluyor.

Son yıllarda Türkiye'nin Arap coğrafyasında etkinlik kazanması, AKP'nin siyasal geleneği ve Araplarla geliştirilen iktisadi ve siyasi ilişkiler yatıyor. Ilımlı islam yada seküler islam modeliyle servis edilen AKP, Arap coğrafyasında ilgiyle takip ediliyor. Davos zirvesindeki “One Minute” İle başlayan bu yükseliş Mavi Marmara ile daha da hız kazandı ve son yaşanan israil krizi ile zirveye ulaştı. Davos'un ardından Gazze'de, Mısır'da, Suriye'de ve başka Arap ülkelerinde Tayyip Erdoğan posterleriyle gösteriler düzenlendi. Geçen haftalarda Tayyip Erdoğan’ın Mısır, Tunus ve Libya ziyaretleri sırasında ilgi görmesi yine bu politikanın sonucu. İlk defa bir Türk başbakan ''İslam'ın kurtarıcısı, Allah'ın azizi Erdoğan'' sloganlarıyla karşılandı. Ortadoğu ve Kuzey Afrika'da böyle bir etkinin yaratılmış olması ABD açısından Türkiye ortaklığını önemli hale getiriyor. Yine Mısır'da AKP ile aynı siyasal gelenekten olan İhvan Hareketi'nin “Özgürlük ve Adalet Partisi” adında parti kurup İktidarın en büyük ortağı olması yukarıda bahsettiğimiz ortaklığın arka planına ışık tutuyor. Ilımlı yada seküler islam modelinin Türkiye'de inşa edilip bölgedeki diğer ülkelere ihraç edilmeye çalışılması ABD'nin bölgedeki projesi için vazgeçilmez bir olanak.

Ilımlı islam modeliyle AKP ve Türkiye'nin yeni siyasi vizyonu Arap coğrafyasında, kanlı eylemler yapan, saldırgan bir politika izleyen İsrail'e göre daha etkili bir bölgesel güç olma olasılığını artırıyor. Fakat ABD tarihsel iki ortağının yaşadığı bu krizin daha da derinleşmesini istemiyor. BM toplantılarında yapılan açıklamalar genel itibariyle bu yönde. Öyle görünüyor ki; Türkiye-İsrail krizi daha da derinleşmeden araya başka bir arabulucunun girmesiyle yeniden normal seyrine dönecek gibi.

Tüm bunlar yaşanırken Türkiye'de burjuvazi milliyetçiliğini kullanarak emperyalist kapışmayı haklı göstermeye çalışıyor. Filistin halkıyla dost olduğunu söyleyerek islam üzerinden propaganda yapmakta. Yahudi karşıtlığı üzerinden de bölge işçi sınıfı üzerinde, milliyetçi ayrımların yanına dinsel ayrımları da ekleyerek ayrımlar yaratmaya çalışmaktalar. TC'nin Filistin'e karşı nasıl bir dostluk duygusu beslediğini görmek için İsrail-Türkiye ilişkilerinin geçmişine bakmak yeterli olacaktır ve bu bile fazla söze mahal vermemektedir. Türkiye sadece ve sadece kendi çıkarlarının dostudur. Ve yaptığı sadece işçi sınıfı ve kitleler üzerinde yanılsama yaratıp, yapay ayrımlarla, işçi sınıfının enternasyonal mücadelesinin önüne geçmektir. Yaratılan bu anti-siyonist havaya burjuvazinin hizmetindeki solda açıktan ya da karnından konuşarak destek vermektedir. Emperyalist kapışmaların tümünde olduğu gibi bu dönemde de milliyetçilik Türkiye burjuvazisinin de kullandığı bir argüman. Buna karşısında ise işçi sınıfının tekbir silahı var o da enternasyonal birlik ve mücadele.

Ekrem

https://tr.internationalism.org/book/export/html/366

***