Baas Partisi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Baas Partisi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

5 Ekim 2019 Cumartesi

IRAK KÜRTLERİ VE BÖLGE BARIŞI., BÖLÜM 1

IRAK KÜRTLERİ VE BÖLGE BARIŞI.,  BÖLÜM 1



Dr. Ahmet Emin Dağ, 
Gözlem, Saha 



Irak’ı oluşturan etnik unsurlar bu ülkedeki çatışma dinamiklerinin önemli bir boyutunu meydana getirmektedir. Irak etnik olarak çoğunlukla Araplardan oluşsa da ülkede hatırı sayılır oranda Kürt, Türkmen ve Asuri gibi diğer küçük topluluklar da yaşamaktadır. Ülkenin sosyal dokusunu oluşturan etnik unsurların birbirleriyle ve rejimle ilişkileri Irak’taki yöneticilerin baskıcı ve ayrıştırıcı niteliklerine göre kimi zaman gergin kimi zaman da daha bütünleştirici bir tarihsel süreçten geçmiştir. Ancak Irak’taki çatışma tarihinde etnik unsurları öne çıkaran nokta daha çok uluslararası ve bölgesel güçlerin bu gruplarla ilişkileri olmuştur. Merkezî hükümetin Araplaştırma politikaları değişik etnisiteleri 
yabancılaştırırken, bu süreç söz konusu etnik grupları dış güçlerle ittifak kurmaya yöneltmiştir.

Irak’taki etnik unsurlar içinde Kürtler önemli bir gücü temsil etmektedir. Irak nüfusunun %10’unu oluşturan Kürtler, ağırlıklı olarak Erbil, Süleymaniye ve Kerkük kentlerinde olmak üzere hemen tüm kuzey kentlerinde ve Bağdat’ta yaşamaktadır.

Kürtler,



Kürt azınlık ile merkezî Arap idarenin ilişkileri Osmanlı sonrasında inişli çıkışlı bir seyir izlemiştir. Irak’ı sömürge idaresi olarak kuran İngilizlerin temel amacı, bir yandan Arap milliyetçisi rejim üzerinden kendi çıkarlarını savunurken bir yandan da kuzeydeki Kürt azınlığın petrol bölgelerindeki İngiliz çıkarlarına tehdit oluşturmasını önlemek olmuştur. İngilizlerin bölgede yürüttüğü bu siyasetin yanı sıra Kürt azınlık da yeni kurulan rejim karşısında ikiye bölünmüştür. Toprak ağalarının başını çektiği ve feodal yapının ağırlıkta bulunduğu bir grup, Faysal bin Hüseyin liderliğindeki Arap rejimiyle iş birliği tarafını tutarken, Şeyh Mahmut Berzenci liderliğindeki başka bir grup da bağımsız bir Kürt devleti olma eğiliminde olmuştur. 



Irak’ta Kürt azınlık kaynaklı ilk gerilim 1920’lerin başında ortaya çıkmıştır. Faysal rejimi, Şii çoğunluğa karşı Sünni Kürtleri kendi yanına çekip bir denge oluşturmaya çalışırken Şii isyanlarıyla başa çıkmaya çalışan İngilizler de Faysal’ın bu politikasını desteklemiştir. Ancak İngilizler - her ihtimale karşı- Kürt grupları da kendilerinden uzaklaştırmak istemediklerinden, Milletler Cemiyeti’nde Kürt azınlığın kendi bölgelerinde tanınmış bir statüye sahip olacağına dair söz vermiştir. Bölgesel düzlemde ise Osmanlı’nın sorunlu mirası üzerine yükselen cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren Türkiye’nin homojen tek bir ulus yaratma projesi yürürlüğe konmuştur. 

Bu dönemde Ankara, komşu Irak’ta bir Kürt bağımsızlığının kendisinin de başa çıkmaya çalıştığı Türkiye içindeki Kürtler için teşvik edici olacağını düşünmüştür. Bu nedenle 1920’lerdeki gerilimlerde Faysal’ın entegrasyon siyasetine sıcak bakmış ve Kürtlerin Bağdat’taki merkezî hükümete bağlanmasını kendi çıkarlarına daha uygun görmüştür.

1930’lara gelindiğinde İngiltere’nin temel amacı, (Almanya gibi) Avrupalı güçlere karşı kendisi için daha stratejik hale gelen petrolle ilgili çıkarlarını garantilemek için Kürtlere ilişkin siyasetinde ufak revizyonlar yapmak olmuştur. Irak’ta merkezî otoriteyi daha da güçlendirmeye dayalı bu değişim, 1932 yılında Irak’ın bağımsız olmasından sonraki etnik yapı ile ilgili politikalara doğrudan yansımıştır. Merkezî Irak yönetiminin Kürt bölgelerine karşı artan güvensizliği ve ardından gelen baskı politikaları, 2. Dünya Savaşı yıllarında milliyetçi duyguları daha da alevlendirmiştir. 

Nihayetinde Ortadoğu’nun yeni bağımsız ülkelerle sınırlarının baştan çizildiği 1946 yılından itibaren Mollo Mustafa Barzani’nin liderliğinde bir silahlı 
muhalefet doğmuştur.

Kürt azınlık kendi içinde bir bütünlüğe sahip olmadığından bölgedeki yerel dinamikler ve alt etnik faktörler 1964 yılında Celal Talabani öncülüğünde 
yeni bir bölünmeyi getirmiştir. Barzani’nin Kürdistan Demokratik Partisi’ne (KDP) karşı Talabani’nin Kürdistan Yurtseverler Birliği (KYB), bir yanda rejimle 
çekişme yaşarken, diğer yanda Kürt azınlık içindeki en önemli gerilim kaynağı haline gelmişlerdir.

Kürt azınlığın maruz kaldığı baskılar ve asimilasyon uygulamaları, Irak’taki Baasçı rejimin karakteriyle doğrudan bağlantılıdır. Bundan dolayı, Irak’taki  Baas Partisi ile rekabet halindeki İran ve Suriye rejimleri kendi ülkelerindeki Kürtlere göstermedikleri cömertlik ve hoşgörüyü Irak’ı zayıflatma hedefiyle Irak’taki Kürtlere göstermeye başlamışlardır. Saddam Hüseyin’in iktidara gelişi sürecinde ise Kürtler için daha gergin bir dönem başlamıştır. 1974-75 yıllarında merkezî hükümet ile Barzani peşmergeleri arasında yaşanan çatışmalardan Kürtler adına hiçbir kazanım sağlanamamış, aksine İran ile Irak arasında varılan anlaşma ile 1975’te süreç tamamen Kürt azınlık aleyhine gelişmiştir. Bu tarihten sonra yarım milyonu aşkın kişinin yeri değiştirilmiş ve 500 Kürt köyü boşaltılmıştır.

1980 yılında başlayan İran-Irak Savaşı etnik politikalardaki dengeleri de etkilemiştir. Irak’taki baskıcı rejimden bıkmış olan Kürt muhalefetin savaş boyunca İran’a yakın durması, Bağdat’la olan ilişkileri gerilmiş bir ok gibi hızla kontrolden çıkacak bir aşamaya getirmiştir. Türkiye’deki PKK terörünün de bu ülkeden lojistik destek bulması, Kuzey Irak’taki Kürtleri bölgesel gerilimin merkezine oturtmuştur. 

Savaş boyunca bulduğu her fırsatta Irak’taki Kürtlere baskısını hissettiren Saddam, asıl hamlesini 1988 yılında İran’la savaşın sona ermesinden sonra gerçekleşmiştir. Bu tarihte başlayan Enfal Operasyonu, kimyasal silahların da kullanıldığı büyük bir katliama dönüşmüş ve toplamda 200.000’e yakın Kürt sivil öldürülmüştür. Uygulanan bu etnik temizlik Kürt muhalefetini daha da radikalleştirirken, bölgede ABD’nin çok daha aktif olduğu yeni bir dönem başlamıştır. Saddam Hüseyin’in 1990 yılında işgal ettiği Kuveyt’ten çıkarılması için yapılan operasyondan hemen sonra başlayan Kürt isyanı, bölgeyle ilgili yeni bir gerçekliği gündeme getirmiştir. Batılı ülkelerin 36. paralelin kuzeyini, yani Kürt etnik azınlığın yoğun olarak yaşadığı Kuzey Irak topraklarını Saddam’ın müdahalesine kapatan uçuşa yasak bölge uygulaması, söz konusu bölgede yarı 
özerk bir yapı ortaya koymuştur. Türkiye’nin de kendi çıkarlarını korumak amacıyla farklı araçlarla aktif olarak içinde bulunduğu bu süreç, Irak’taki Kürt krizini uluslararası bir sorun haline dönüştürmüştür.

Bu dönemde dikkat çeken bir diğer gerilim alanı, sağlanan bu özerklik ortamını paylaşmada rakip iki Kürt partisinin kendi aralarında yaşadığı rekabet olmuştur. 
Barzani ve Talabani grupları, yer yer silahlı çatışmaya dönen iç gerilime ancak Amerika’nın arabuluculuğunda son verebilmiştir. 



2003 yılında gelen Irak işgali Kürt özerk yönetiminden tam destek alırken sonrasında kurulan Irak rejimlerinde iç politik gerilimler olsa da Kürt azınlık için etnik nedenlerle ezildikleri dönem sona ermiş görünüyordu. Ancak bu kez gerilim Kerkük’ün statüsüne ilişkin yapılan tartışmalar sonrasında gelmiştir. Irkçı hedefleri olan her yapı gibi kuzey Irak Kürt yönetimi de kendisi dışındaki grupları ezme pahasına genişleme siyaseti izlemiştir. Kendisine nüfuz alanı olarak petrol zengini Kerkük kentini seçen Erbil yönetimi, sadece Bağdat’taki yönetimle değil petrol güzergâhı üzerinde bulunan Türkiye ile de gerilim yaşamıştır. Bu nedenle bölgedeki Türkmen varlığını güçlendirmeye çalışan Türkiye, Kürt yöneticilere 
kimi zaman sert uyarılarla yön vermeye çalışsa da, ABD’nin tam desteği ile güçlenen yeni Kürt oluşumu konusunda en iyi politikanın Erbil ile uzlaşmak olduğu sonucuna varılmıştır. 

Irak’taki iç siyasi sürecin İran nüfuzu altında Bağdat’ta sekteryan bir hükümeti güçlendirmesi Kuzey Irak ile merkezî hükümetin ilişkilerini önemli ölçüde etkilemiştir. Nuri el-Maliki hükümetleri 2010 yılından itibaren baskıcı bir rejim ortaya koyarken, Kürt otonom bölgesi tam bağımsızlığa doğru ciddi adımlar atmaya yönelmiştir. 

Bağdat’taki siyasi dengelerde yaşanan bu değişim, Türkiye ile Kuzey Irak Kürtlerini birbirine yaklaştırmış ve iki taraf arasında gerek ekonomik gerekse siyasi iş birliği gelişme sürecine girmiş ve Kerkük gerilimi azalmıştır. Sadece Türkiye ile değil, 2014 yılı sonunda Maliki’nin yerine gelen Başbakan Haydar el-İbadi yönetimi altında Kürt yönetimi ile de yeni bir dönemin temelleri atılırken, petrol ihracından elde edilecek gelirin paylaşımı, peşmerge gücünün Irak ordu birliklerine entegrasyonu ve yarı özerk yapının sınırları gibi birçok hayati konuda daha ılımlı bir dönem başlamıştır.

Dış Güçler ve Kürtler



Irak, 2. Dünya Savaşı’ndan sonra, 1958 yılına kadar, Anglo-Amerikan politikalara destek veren krallık rejimiyle yönetildiği için Batılılar buradaki merkezî otoriteyi müttefik veya en azından ılımlı bir yönetim olarak görmekteydi. Doğal olarak söz konusu döneme kadar Irak 
içindeki Kürt meselesi Batı için henüz merkezî otoriteye karşı potansiyel bir unsur olarak değerlendirilmemekteydi. Hatta Bağdat rejimine 
karşı savaş¬mak üzere Moskova’dan destek alan Mustafa Barzani liderliğindeki Kürt muhalefeti (KDP), İngiltere ve ABD için ciddi bir baş ağrısı 
bile sayılabilirdi. 



1958 yılına gelindiğinde sol eğilimli Arap milliyetçisi General Kasım’ın yapmış olduğu askerî darbe, Irak’taki dengeleri tamamen tersine çevirmiştir. 
İngiltere-ABD ikilisi Kürtlere yakınlaşırken, merkezî hükümet ise Sovyet Bloğu’na yakın durmaya başlamıştır. Bu yakınlığa güvenen Kasım yönetimi, önceki yıllardan Barzani’ye destek veren Moskova’nın baskı yaparak Kürt muhalefetinin Irak hükümeti aleyhine herhangi bir tertip içine girmeyeceği yö-nünde bir beklenti geliştirmiştir. Ancak bu defa Kürt silahlı hareketi ile ABD’nin yolu birleştiğinden Bağdat’ın bu konuda yapabileceği çok şey kalmamıştır.

Bir yanda ABD tarafından desteklenen İran’daki Pehlevi Hane¬danlığı bölgede Washington adına nüfuz savaşı verirken, diğer tarafta Sovyet desteğindeki Irak, Batı’nın bölgesel gündemine karşıtlık rolünü üstlenmiştir. ABD’nin dikkatlerini Irak’taki Kürtlere yoğunlaştırmaya başlaması da bu döneme denk gelmektedir. Ortadoğu’da Sovyet nüfuzunun artmasından rahatsız olan ABD; İran ve İsrail aracılığıyla yardım gönderdiği Kuzey Irak’taki Kürtlerin 1960’lı yılların sonunda ayaklanmasına ze¬min hazırlamıştır. Sovyet etkisindeki Irak’ı zayıflatma aracı olarak Irak’taki etnik Kürt nüfusunu kullanan ABD yönetimi, 1970’li yılların ilk yarısına kadar bu politikasını devam ettirmiştir. 

1975 yılında İran ile Irak arasında imzalanan ve iki ülke arasındaki toprak anlaşmazlıklarıyla birlikte etnik ve mezhebî sıkıntıları da çözmeyi amaçlayan 
Cezayir Anlaşması, birçok açıdan dönüm noktası olmuştur. Anlaşmaya Irak’taki Sovyet nüfuzunu kıracak bir anlam yükledikleri için destek veren Batılılar, binlerce insanın öldürüleceği, yüz binlercesinin mülteci konumuna düşeceği baskı dönemi boyunca Kürtleri görmezden gelmiş, onlara iltica hakkı dahi vermemiştir.

İran’ın 1979 yılından sonra ABD’nin bölgedeki çıkarları için öncelikli tehdit haline gelmesi üzerine, Irak’ın güçlendirilmesi zorunluluğu daha bir önem kazanmıştır. Batı, bu dönemde Kürtlerin Bağdat hükümeti için herhangi bir tehdit oluşturması na izin verme niyetinde olmadığından Kürtlerin 1980’li yıllar boyunca baskı altında tutulmalarına göz yummuştur. Ancak İran-Irak Savaşı’nın bittiği 1988 yılından sonra, Sovyetler Birliği’nin Kürtlerin hamiliğini üstlenerek bölgeye nüfuz etmesinden kaygı duyan Batılı ülkeler, politik bir kart olarak yeniden Kürt haklarını sahiplenme gereğini hissetmiş ve bölgesel dengeleri etkilemek için bu kartı uzun yıllar bir daha bırakmamak üzere yoğun biçimde kullanmaya başlamıştır. Bu politikalarını şekillendirirken, başlarda Bağdat’taki merkezî hükümetle arayı bozacak girişimlerin sınırlarını koruyan Batılı ülkeler, 1988 yılında yapılan Halepçe Katliamı’nı dahi ancak sembolik birkaç kınama cümlesi ile geçiştirmişlerdir.

1990 yılında Kuveyt’in işgal edilmesi, başka bir dönüm noktası olmuştur. Saddam Hüseyin’in Kuveyt’ten çıkarılması sonrasında Irak’ın istikrarsızlaştırılması sürecinde Kürt gruplar araçsallaştırılarak Batı’nın yoğun ilgisine maruz kalmıştır. Washington, 1991 yılındaki Körfez Savaşı’ndan 
sonra Kuzey Irak’taki Kürt bölgelerini Bağdat’taki rejimin denetiminden çıkararak -oluşturduğu siyasal boşluk ortamıyla- özerk bir Kürt devletine kapı aralamıştır. Söz konusu otorite boşluğunda Kürt etnik yapısının güçlenmesi sadece Irak’taki rejim için değil, tüm çevre ülkeler için endişe kaynağı olmuştur.

2003 yılında Saddam rejiminin yıkılması sürecinde uluslararası koalisyona destek veren Kürt gruplar, Saddam sonrası merkezî yönetimin oluşmasında ayrıcalıklı bir yer edinmiştir. Kürtlerin haddinden fazla güçlenmesini önlemek isteyen veya en azından aradaki dengenin bozulmasından hoşlanmayan bölgesel güçler de kendilerine yakın hissettikleri diğer etnik ve mezhebî unsurları kullanarak Bağdat’taki siyasi pazarlıklara dâhil olmaya çalışmıştır.

Etnik çekişmede Iraklı Kürtlerle komşu ülkelerin ilişkileri tarihsel süreçte her zaman inişli çıkışlı bir seyir izlemiştir. Örneğin Suriye’nin Irak’taki Kürtlere ilgisi 1960’lı yıllara dayanmaktadır. Suriye Baası’nın 1963 yılında ikiye bölünmesinden sonra, diğer grubun Irak’a sürülmesiyle Irak ile Suriye arasında şiddetlenen rekabette, her iki ülke de birbirlerini yıpratma konusunda diğerinin sınırları içindeki etnik unsurları bulunmaz bir fırsat olarak görmüştür. Bu konuda seçenekleri Irak’a göre her zaman daha sınırlı kalan Suriye’nin Irak Kürtleri konusundaki manevra alanı 1980’li yıllarda genişlemiştir. Bu gecikmede, Kürtlerin güçlü bir aktör olarak gördükleri ABD’ye yakın durmaları ve Sovyet müttefiki Suriye yönetimine soğuk bakmaları önemli rol oynamıştır. 

Ancak tüm komşu ülkeler gibi, Kürtler konusunda Suriye’nin politikaları da Irak’ta otoritenin zayıfladığı 1991 Körfez Savaşı’ndan sonra pratik 
uygulamalara dönüşmüştür. 

1979 yılındaki İran Devrimi’nden sonra Tahran yönetimiyle büyük bir yakınlaşma içine giren Suriye, rakip Baas yönetimindeki Irak’ı zayıflatmak için Irak muhalif gruplarına kapısını açmıştır. (Birçok Kürt grubu ve yapılanması ile birlikte Türkiye’den PKK terör örgütü de Suriye içinde yer bulan örgütlerden biriydi.) Bu dönemden sonra Tahran ve Şam yönetimleri âdeta Irak’taki Kürtlerin hamiliğine soyunarak, Kürtleri Saddam Hüseyin yönetimine karşı bir güç olarak desteklemişlerdir.

Ancak kendisi de kalabalık bir Kürt nüfusa sahip olan Suriye, bu hamilik rolünü dengeli tutarak, 1991 yılından sonra Kuzey Irak’ta yaşanan de facto bağımsızlık sürecine kuşkuyla bakmıştır. Özellikle 1992 yılında yapılan Kuzey Irak Parlamentosu seçimleri bütün bölge ülkeleri gibi Suriye’de de derin bir kuşkuyla karşılanmıştır. Bu seçimlerin ileride kurulacak olan Kürt devletinin ilk nüvesi olmasından kaygı duyan Suriye, bu gelişmeyle kendi ülkesindeki %10 Kürt azınlığın da benzer taleplerle ortaya çıkmasından endişe etmiştir. Suriye yönetimi, Kuzey Irak’ta çatışan Kürt grupları arasında 1995 yılı sonbaharında Dublin’de yapılan görüşmelerin başarısızlığa uğramasından sonra atağa geçerek bölgedeki barış sürecinin şekillenmesi yolunda anahtar ülke olmaya dönük bir hamle yapmıştır. Sorunun bölgesel bir mesele olmaktan çıkarak bu şekilde 
uluslararasılaştırılmasına muhalefet eden Şam yönetimi, Kuzey Irak’ta Amerikan izi taşıyan bir anlaşmaya karşı tetikte olmuştur. 

2. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

28 Eylül 2017 Perşembe

Suriye Üzerine Oyunlar, Türkiye ve AKP



Suriye Üzerine Oyunlar,  Türkiye ve AKP 

Yrd. Doç. Dr. Sait YILMAZ* 
* Beykent Üniversitesi Stratejik Araştırmalar Merkezi Müdürü, saityilmaz@beykent.edu.tr 


Suriye’de Mart 2011’de başlayan ayaklanma hareketleri Haziran 2011 itibarı ile gerek ülke içinde devam eden silahlı şiddet hareketlerinin artması, gerekse Türkiye sınırına biriken ve artma eğiliminde olan göç dalgası ile birlikte kritik bir safhaya girmektedir. Suriye’yi bugüne getiren olayların başlangıcını Beşar Esad’ın iktidara geldiği 2000 yılına kadar geri götürmeliyiz. Londra’da göz doktorluğu eğitimli, modern eğilimli Beşar Esad, daha iktidara gelir gelmez babası Hafız Esad’a göre daha esnek bir yönetim tarzı izleyeceğinin mesajlarını vermiş ve ‘Şam Baharı’ olarak adlandırılan bu yeni dönem, o zamandan başlayarak Suriye’ye sızmak isteyen Batılı istihbaratçıların iştahını kabartmış, muhalif gruplar bu dönemde hareketlenmeye başlamıştı. 

2003 yılında başlayan Irak Savaşı sonrasındaki dönem Suriye üzerindeki oyunların ve muhalif hareketlerin daha da sistematik hale gelmeye başladığı gelişmelere sahne oldu. Mart 2011’de başlayan üçüncü dalga ise, Tunus’ta başlayan ve Libya’da kanlı bir biçimde devam eden Büyük Orta Doğu’yu dönüştürme projesinin önemli bir kavşağıdır. Bu projede iktidar partisi AKP’nin aldığı rol ve ABD’nin operasyon partisi1 olma konumu özellikle Suriye Sahnesin de belirginleşti. 

Suriye’deki Resim 

Tıpkı Irak gibi Osmanlı İmparatorluğu’ndan koparılan topraklar üzerinde kurulan ve sınırları cetvelle çizilen suni devletlerden biri olan Suriye, 1920-1946 yılları arasında Fransa mandasında kaldı. 1947 yılından itibaren ülkeyi Alevi azınlığın iktidarı olarak adlandırılan Baas Partisi yönetmeye başladı. Irak’ta Saddam döneminde iktidardaki Baas Partisi Sünni’lerin elinde iken, Suriye’deki Baas Partisi Şii’lerin elinde olagelmiştir. Yaklaşık 23 milyon olan bugünkü nüfusunun ancak %11-12’sini Aleviler, %67-70 ise Sünniler oluşturmaktadır. Diğer gruplar arasında İsmailliler %1,5, Dürziler %3-5, Hıristiyanlar %14-15 olarak dikkati çekmektedir. Suriye’deki Kürt nüfusu 300 bin ile 1,5 milyon arasında veren çeşitli kaynaklar bulunmaktadır. Golan, Lazkiye çevresi, Şam ve Halep’te önemli bir Türkmen nüfusu bulunmaktadır. Suriye demografisinin dikkati çeken yönü işsizlik ve özellikle Sünni Araplar ve Kürtler arasındaki yüksek nüfus artış hızıdır. 

Suriye’de 10-24 yaş arası gençler toplam nüfusun %36.3’ünü oluşturmaktadır. Kişi başına gelir 2.400 Dolar civarındadır. 

Mart 2011’de başlayan dalganın en önemli özelliği, 1982 Hama olaylarından sonra muhalifler tarafından rejimi değiştirmek için şiddet olaylarına tekrar başvurulmasıdır. 

Üstelik Devlet Güvenlik Mahkemelerinin kapatılması, olağanüstü halin kaldırılması, barışçıl gösteri hakkının yeniden düzenlenmesi gibi önemli muhalif isteklerini yerine getiren reform çabalarına rağmen şiddet olaylarının ve gösterilerin devam etmesi; bizzat Beşar Esad’ı hedef alan bir rejim değişikliği için düğmeye basıldığının göstergesi olarak kabul edilebilir. 

Bununla beraber, muhalefeti kimin temsil ettiği oldukça muğlaktır. Toplumun farklı kesimlerinden destek alıyor olsa da göstericilerin en çok iktidarı ele geçirmek isteyen Sünni Araplar arasından çıktığı ilk tespittir. Dahapragmatik davranmak isteyen Kürtler ise kontrollü davranarak, kendi haklarını geliştirecek her taraf ile anlaşma bekleyişinde dir. Sünni Arap iktidarından çekinen Hıristiyanlar da, Kürtler gibi bekle-gör politikası izlemektedir. Dürziler ise tarafsız kalmayı tercih etmektedir. 




Esad’ın tek belirgin desteği Alevilerden gelmektedir. Beşar Esad iktidarının en güçlü yanı, Ordu (özellikle üst kademeler) ve istihbaratı güçlü bir şekilde elinde tutmasıdır. 

Der’a, Şam, Humus, Banyas, Rastan ve Bayda gibi yerlerde muhaliflerin etkin olduğu, meydana gelen şiddet olaylarında onlarca eylemcinin öldürüldüğü ve binlercesinin tutuklandığı bildirilmektedir. 

Olaylar genellikle Türkiye sınırına uzak olmakla birlikte göçmen akımı özellikle Hatay’ı seçmektedir. Türkiye ile Suriye arasında 877 km. kara sınırı bulunmaktadır. 
Hatay bölgesinde sayıları gün geçtikçe artan göçmen sayısı ve Batının yakın ilgisi ister istemez bize Irak’ın kuzeyinde 1990’lı yıllarda meydana gelen gelişmeleri 
hatırlatıyor. Aynı kanserli bölgenin Türkiye-Suriye sınırında da yayılması ve hatta tüm Türkiye sınırlarını sarması yadsınamaz bir ihtimaldir. 
Söz konusu göçmen akınının neden Türkiye sınırlarına yakın bir yerde hem de aylar öncesinden yabancı basının yerleşerek hazırlandığı bölgede gerçekleştiği ve neden NGO’ların kapıda beklediği iyi sorgulanmalıdır. Türkiye ile Suriye arasında ki muhtemel bir Kürt kuşağının Irak’tan sonra Arap dünyasıyla Türkiye’nin fiziki bağını tamamen koparacağı unutulmamalıdır. 

Suriye, Orta Doğu bölgesinde Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı dört devletten birisidir. Suriye’deki Kürtler ağırlıklı olarak Türkiye-Suriye sınırı boyunca üç ayrı bölgede yoğunlaşmışlardır. Bu bölgeleri, Türkiye’nin Hatay şehrine 30 km. mesafede bulunan Afrin, Halep şehrinin kuzeyindeki Fırat nehrinin Suriye’ye giriş noktası olan Ain Al Arap, Suriye’nin kuzeydoğusundaki Kamışlı ve Haseki şehirlerinin bulunduğu bölgeler (Cezire Bölgesi) olarak sayabiliriz.2 

Cezire bölgesindeki Kürtleri ,Suriye vatandaşlığa almamıştır. Afrin bölgesindeki Kürtler ise yerli Kürtlerdir. 
Suriye’deki Kürtler büyük çoğunluğu ile Sünni mezhebine mensupturlar. Bu ülkedeki Yahudi Kürtlerin çoğu, İsrail devletine göç etmişlerdir. Ayrıca Şam, Halep, Tartus ve Lazkiye şehirlerinde de iş bulmak amacıyla buralara göç eden çok sayıda kimliksiz Kürt olduğu bilinmektedir. 
Suriye’deki Kürtlerin bugün içinde yaşadıkları rejimin de etkisiyle oldukça Araplaştıklarını da söyleyebiliriz. Suriye, Türkiye ve Irak sınırına yakın bölgelerde yaşayan Kürt grupları ülkeiçinde iskân ederek asimile etme stratejisi izlemektedir. Kürtlerin boşalttığı bölgelere Arapları yerleştirerek burada bir Arap Hattı kurmayı istemektedir. 

ABD ve Batı Oyununda Yeni Perde 

< Suriye'de Beşar Esad’ı Hedef alan bir Rejim >

11 Eylül 2011 sonrası güvenlik ortamının en öne çıkan özelliği iç ve dış müdahalelerin artık eşkıyalık düzeyine varacak kadar keyfi bir hal alması ve bu yönde evrensel barış ve güvenliğin düzenleyicisi olması beklenen Birleşmiş Milletlerin (BM) işlevsizliğinin iyice belirginleşmesi ya da sadece Batılı ülkelere istedikleri meşruiyeti sağlama rolününötesine geçememesidir. BM Şartnamesi ’nin 2/4. maddesi devletlere uluslararası ilişkilerinde “devletlerin egemenliğine ve toprak bütünlüğüne karşı kuvvet kullanmayı” yasaklamış olmasına rağmen, Batılı devletler 51. maddedeki muğlâk meşru savunma hakkının kapsamını istismar etmektedirler. Daha da vahimi önce Kadife devrimlerde, bugün ise Orta Doğu’da görüldüğü gibi demokrasi ve özgürlükler adına çeşitli ülkelerde muhalif grupları örgütleyerek ve silahlandırarak iç çatışmalara yol açıp, sonra da bunları korumak için “insan hakları” gerekçesini ortayasürmek gibi tehlikeli bir oyunun içine girmişlerdir. Çanlar şimdi Suriye için çalmaktadır ve uluslararası müdahale için gerekli ortam her gün biraz daha pekişmektedir. Tıpkı Libya ve diğer ülkelerde olduğu gibi bir yandan yönetim tehdit ve şantajla baskı altına alınırken, örgütlenen ve ellerine silah verilen göstericiler çeşitli yerleşim bölgelerini kontrol altına alarak isyanın yaygınlaşmasına ve destek bulmasına çalışmakta, onlara güvenlik güçlerinin müdahalesi ise “ İnsan hakları ihlali ” olarak Batılılar tarafından mümkün olan her vasıta ile dış dünyaya lanse edilmektedir. 




2003 yılındaki Irak Savaşı döneminde, ABD-Suriye ilişkilerinde olumsuzluklar giderek tırmanmaya başlamıştır. ABD, İsrail’in de etkisiyle, Suriye üzerinde; Filistin’e verdiği desteği azaltması, ülkesinde Hizbullah terör örgütünün faaliyetlerine müsaade etmemesi, Irak’a Suriye’den yapılan yasadışı malzeme ve personel geçişlerini önlemesi ve ülkesinde demokratikadımlar atması yönünde baskılara başlamıştır. Bu arada, ABD ve İsrail, Suriye’de Kürt kartını da kullanmaya başladı. Mart 2004’de Cezire bölgesindeki Kamışlı’da bir futbol maçında çıkan olaylar bir anda tüm Suriye’ye yayılmış, Kürtlerin yasadışı gösterilerine ve toplumsal bir harekete dönüşmüştür. 

Bu olaylar sırasında Kürtlerin ABD’ye destek veren sloganlar atmaları, Suriye’nin olayların arkasında ABD, İsrail ve hatta Talabani’nin olduğu ve Kürtleri kışkırttık ları şeklinde açıklamalar yapmasına da neden olmuştur. Irak’lı Kürtlerin ve özellikle Talabani’nin,Suriye’deki Kürt faaliyetlerine daha değişik nitelikte ve örtülü olarak destek verdiği bilinmektedir. 

ABD’de 2005’de yapılan “ Suriye Kürtleri Konferansı ”na Talabani’nin oğlunun katılması bunun önemli bir delili olarak algılanmaktadır. Aynı konferansın Haziran 2006’da Belçika’da yapılan toplantısını müteakip, hemen arkasından ABD’de devam ettirilen ikinci toplantıda ise, Suriye’deki yaklaşık 12 ayrı partide dağılmış olan Kürtlerin kendi aralarında bölündükleri, tıpkı diğer ülkelerdeki Kürtlerde olduğu gibi aralarında görüş ayrılıkları olduğu görülmüştür. Bu bölünme daha çok, Suriye’deki Kürtlere ABD tarafından yapılacak yardımların nasıl ve kimlere yapılacağı ve Suriye’ye nasıl ulaştırılacağı konusundadır. 01 Haziran 2011’de Antalya’da toplanan muhalif grupların toplantısına Kürt temsilcilerin büyük bir kısmı, toplantının Türkiye’de yapılmasını protesto ederek katılmadılar. Gelinen aşamada ABD, olayların biraz daha gelişmesini dikkatle izlemekte, bir yandan BM vasıtası ile Suriye üzerindeki baskıları artırmaktadır. ABD’nin bahanesi Suriye yönetiminin BM ile işbirliği yapmamasıdır. 

Bu oyun tıpkı Irak’ta olduğu gibi BM yolu ile Suriye’nin iç işlerine açıktan müdahil olma ve yeni istekler oluşturma stratejisidir. Avrupa Birliği (AB) içinde ise Suriye’nin meraklısı doğal olarak Fransa’dır. 

Parsayı ABD’ye bırakmak istemeyen Fransa, şimdiden AB kararlarıyla Suriye’nin AB içindeki mal varlıklarını dondurma, seçilmiş kişi ve şirketlere seyahat ve hava sahası kullanma yasağı, yaptırım uygulanacak Suriyeli üst düzey yetkililerin listesinin belirlenmesi gibi tedbirler oluşturdu.

Kısaca, ABD ve AB tarafından kendiliğinden düşmezse Suriye’deki rejimin değiştirilmesi yönünde, askeri seçeneklere varan bir kriz yönetimi sessizce ve oldukça planlı bir şekilde uygulanmaktadır. Obama’nın demeçlerinin tonundan, Angelina Jolie’nin ziyaretine, yabancı basın ajanslarının aylardır Hatay’ı mesken tutmasından, Türkiye’deki seçimlere, Başbakan Erdoğan ve Cumhurbaşkanı Gül’ün çıkışlarına ve Suriye hükümeti içinde savaş suçlusu ilan edileceklerin listesine kadar her şey bu kriz yönetimin bir parçasıdır. 

  <  Türkiye, '' Bir anda Demokrasi ve İnsan hakları Şampiyonu olarak ortaya çıkmış ve komşu bir ülkede Rejimin değişmesi gerektiğini ifade etmiştir. ''  >

Genişletilmiş ya da Büyük Orta Doğu Projesi’nin amacı ne demokrasi ne de özgürlük getirmektir. 
İki amaca hizmet etmektedir: 
   Seçilen Ülkelerde Rejimleri değiştirerek Batı yanlısı ve dışarıdan.., 
KONTROL EDİLEBİLİR İKTİDAR YAPILARI OLUŞTURMAK VE YABANCI DÜŞMANI OLMAYAN ILIMLI İSLAM TİPİNİ TÜM ORTA DOĞUYA YAYMAK TIR.   

Türkiye ne yapmaya Çalışıyor? 

Haziran 2000’de Hafız Esad’ın ölümü ve 13 Haziran 2000’de Cumhurbaşkanı Sezer’in de bu cenaze törenine katılması ile Türkiye-Suriye ilişkileri düzelme yoluna girmiştir. 
2003 yılından itibaren Suriye-Türkiye ilişkileri ekonomik, askeri ve siyasi alanlarda olumlu noktalara gelmiştir. 
2005 yılında ABD’nin Suriye Muhalefet Lideri adayı olarak sunduğu Ferid Gadiri’nin Türkiye’ye gelişine zamanın Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer onay vermemişti. 
Ancak, AKP, iktidara geldiği günden beri devlet olarak değil devletin kimi unsurlarını yedeğine almış bir operasyon partisi olarak hareket etmektedir. 
Yani AKP’nin izlediği politikalar genellikle bir devlet politikası olmaktan uzaktır. Bugün Türkiye adına politika uygulayanlar, iktidar partisinin bir kısım 
danışmanları ve onlara operasyonel olarak hizmet eden suni bir takım yapılanmalardan ibarettir. 

Daha açık olarak muhalefet, asker, devlet güvenlik kurumları ve dışişleri bakanlığının büyük kısmı hükümetin politikaları ve hedeflerinin ne tam olarak farkındadır ve ne de destekçisidir. 

Bu Gazze’ye düzenlenen operasyonlar için de böyleydi, Libya için de böyle oldu, Suriye için de böyledir. Askerlerin hükümet uygulamalarına sağladığı destek yasak savma kabilinden, geçiştirme tedbirlerdir. NATO kapsamında Libya için gönderilen askeri destek dış kapının boşa dönen tokmağıdır. 

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun birkaç danışmanı ile oluşturduğu politikaların arkasında sanıldığı gibi yüzyıllık devlet kültürümüz değil, başka devletlerin yönlendirmeleri ya da hesapları vardır. 2003 yılı sonrasında Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekterliği’nin kötürüm hale getirilmesi ve Dışişleri Bakanlığı’nın By-Pass edilmesi iç politikada olduğu gibi dış politikada da AKP hükümetine dış güçlerle birlikte bağımsız manevra alanı sağlamıştır. Bunun son adımı ise Ocak 2011’de Başbakanlık Kriz Merkezi Yönetmeliği’nin iptali olmuştur. AKP’nin Büyük Orta Doğu yönündeki niyetleri daha Irak Savaşı esnasında Irak’ın Kuzeyindeki gelişmelere ulusal çıkarlar yerine sözde daha büyük mercekten yani Orta Doğu penceresinden bakma motivasyonu ile başlamıştır. Bugün de ülke çıkarları yerine, din esaslı Kürtlerle ve Araplarla birlikte “ Mezopotamya Vizyonu ”, başta Dışişleri Bakanı Davutoğlu olmak üzere AKP’nin hayali olmuştur.3 

Tıpkı Irak’ta olduğu gibi Suriye’de de Sünni Araplar üzerinden bir strateji izlenmektedir. Nitekim Sünni algı nedeni ile bugün Hatay ve Adana bölgesinde yaşayan Aleviler de Suriye’ye karşı olumsuz tutumdan etkilenmiş ve gösterilere başlamışlardır. Türkiye, gerçekten ülke çıkarları yönünde hareket etmiş olsa idi öncelikle Suriye’deki istikrarsızlığın kendi lehine olmadığı gerçeğinden hareket ederdi. 

AKP, Washington tarafından geliştirilen ve merkezinde “Ilımlı İslam” siyasetinin bulunduğu Büyük Orta Doğu Projesi’nin stratejik bir ürünüdür. Dış güçler tarafından tasarlanmış, planlanmış ve sınırları çizilmiş bir projedir. Doğu’nun kalbine sokulmuş bir Truva Atı’dır.4 

ABD ve AB’nin operasyon partisi olan AKP, ülke içinde hukuk ve yasa dışı yöntemler kullanarak yürütülen Ergenekon operasyonları sayesinde önce ülke içinde rakiplerini yok etti ve yeni Anayasa ile Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyet rejimini tamamen tasfiye aşamasına geldi. AKP, Batı hegemonya siyasetinin İslam dünyasındaki taşıyıcı unsurlarından birisi ve suç ortağı, Batılıların Büyük Orta Doğu Projesi için içten kolaylaştırıcı (facilitator) olarak seçtikleri ve imal ettikleri operasyon partisidir. 

Batılılar, Türkiye’den sonra Orta Doğu’nun diğer ülkelerini de bir bir dönüştürürken, yabancı basında AKP’nin Türkiye’yi bölgesel güç yaptığı hatta Osmanlı İmparatorluğu’nu kurabileceği pompalamaları yapılmaktadır.5 

  < Türkiye’nin komşusu olan bir ülke ile ilişkisi, onun kendi iç dinamiklerine saygı göstererek, Kendi dönüşümünün gerçekleşmesinde talep edilmesi halinde destekvermek ve İşbirliği yapmak olmalı idi.  >

Ancak, muhafazakârlığın milliyetçi vasfına sahip olmayan İslamcı AKP’nin uzak hayalinde Osmanlı değil, “ Müslüman İmparatorluğu” bulunmaktadır. 
Şimdi AKP’nin Suriye’de gözettiği hedefleri inceleyelim; 


    - Batılı güçlerin AKP ile birlikte Suriye’yi tanıma ve yoklama döneminde 2011 Mart’ına kadar Başbakan Erdoğan, Suriye’yi eleştirmediği gibi ona yaklaştı ve böylece oluşan güven ortamında vizeler kaldırıldı, geçişler kolaylaştı. Bu dönem boyunca Suriye ile ilişkilerin yegâne Türk tarafı AKP yöneticileri idi. Wikileaks belgelerinde AKP-Suriye yakınlaşmasının İran’ı bölgede yalnız bırakmak amacına matuf olduğunun AKP yöneticilerince itiraf edilmesi anlamlıdır. Bu kapsamda, İran-AKP yakınlaşmasının da başından beri samimi bir içerik taşımadığı, AKP’nin sık gördüğümüz ikiyüzlülüğünün açık kanıtı oldu. 

   -Nisan 2011’den itibaren gösterilerin artması ile birlikte Erdoğan’ın söylemi birden değişmeye  başladı. Dışişleri Bakanı, Başbakanın özel temsilcisi, MİT Müsteşarı ve bazen Başbakan doğrudan telefon görüşmesi ile Beşar Esad’ı reformlar (!) konusunda ikna dönemine girdi. Kaddafi gibi Esad’ın da pabucu kolay bırakmayacağının anlaşılması üzerine, Batılıların empoze ettiği Suriye karşıtı atmosfer içinde Erdoğan, Beşar Esad karşıtı bir duruş ile doğrudan Suriye halkına hitap etmeye başladı. 

Suriye’den Türkiye’ye mülteci akını başlatıldı ve Türkiye kapılarını açtı. 

   -Suriye’deki çatışmalar devam ederken ülke televizyonu Sana News’de “Gelişmiş silahlar taşıyan eylemcilerin üzerinde Türk pasaportları ve sim kartları çıktığı” haberi yer aldı. 14 Haziran 2011 günü ise Press TV, Türkiye’yi ABD ve İsrail ile birlikte silahlı gruplara lojistik ve teknik destek vermekle suçladı. Müteakiben, AKP-Şam ilişkileri çatışma dönemine girdi ve “daha fazla sessiz kalamayız” diyen Erdoğan, Suriye’deki muhalif gruplara İstanbul ve Ankara’da imkânlar tanımaya başladı. Suriye’den yeni talep “insani davranmıyor” gerekçesi ile Beşar’ın kardeşi Mahir’in feda edilmesi idi. 

<  Batılılar, Demokrasi ve Özgürlükler adına çeşitli ülkelerde muhalif grupları örgütleyerek ve silahlandırarak iç çatışmalara yol açıp, sonra da bunları korumak için ^‘İnsan Hakları’ ^ gerekçesini Ortaya sürmek gibi tehlikeli bir oyunun içine girmişlerdir.     > 

 -Sırada Cumhurbaşkanı Abdullah Gül vardı. Gül; “Suriye’yi  günlük istihbaratla takip ediyoruz. Sivil-asker en kötü senaryolara karşı hazırlığımızı yapmış vaziyetteyiz” dedi. 
Gül, Beşar Esad’ın gayretlerine “yetmez” dedi ve isteklerini  sıraladı. Gül’ün bahsettiği askeri seçeneklerin ne olduğu belli  değil ama Kara Kuvvetleri Komutanı’nın Hatay bölgesine ziyareti bu kapsamda gönüllü bir desteği temsil etmiyor kanaatindeyiz. 

Kayda değer diğer bir tepki ise Cumhurbaşkanı  danışmanları Erşat Hürmüzlü’nün “Suriye’de devrimlerin  kaçınılmaz olduğu, BM’den Şam hükümeti aleyhine bir karar çıkarsa Türkiye’nin bu kararı destekleyeceği ve ülkede barış  isteniyorsa tek yolun demokrasi olduğu” açıklamasıdır. 
Türkiye, bir anda demokrasi ve insan hakları şampiyonu  olarak ortaya çıkmakta ve komşu bir ülkede rejimin değişmesi  gerektiğini ifade etmekte, ülke yönetimine baskı yapmakta, böylece dolaylı olarak halkı isyana teşvik etmekte, 

<  Genişletilmiş ya da Büyük Orta Doğu Projesi’nin amacı; Seçilen ülkelerde rejimleri değiştirerek Batı yanlısı ve dışarıdan kontrol edilebilir iktidar yapıları oluşturmak ve yabancı düşmanı olmayan '' ILIMLI İSLAM TİPİ '' ni  Tüm Orta Doğu’ya yaymaktır. >

Suriye Üzerine Oyunlar, Türkiye ve AKP muhalif grupları kendi ülkesinde toplamakta, akıl vermektedir. Türk televizyonlarındaki AKP eksenli yorumculara bakarsanız, Suriye’de demokratik, insan haklarına saygılı ve özgür bir toplumun 
gelişmesi tüm Orta Doğu’nun ve Türkiye’nin hayrınadır. Genel seçimler sonrası rahatlayan AKP, şimdi Suriye konusunda daha da aktif bir politika izlemektedir. AKP, Batı adına hemrejim değişikliklerini ucuza getirmek için hedef ülke liderleri üzerinde “ikna edici” rol üstlenmekte, hem de istedikleri meşruiyet desteğini sağlamaktadır. Sadece ülke içinde değil, dış politikada da AKP, bir operasyon partisi niteliği kazanmıştır. Ancak, AKP’nin bu operasyonları ne planlayacak ne de uygulayacak bir beyin takımı ve kadrosu vardır. ABD-AB-AKP ilişkilerinin tam bir panoramasının çıkarılmasının sadeceTürk ulusal güvenliği için değil, başta komşularımız olmak üzere uluslararası güvenlik için de önemli bir ihtiyaç haline geldiğini kaydetmeliyiz. 

<   AKP’nin izlediği politikalar genellikle bir devlet politikası olmaktan uzaktır. Bugün Türkiye adına uygulanan politikalar iktidar partisinin bir kısım danışmanları ve onlara operasyonel olarak hizmet eden suni bir takım yapılanmalardan ibarettir. >

Sonuç yerine 

Türkiye’nin komşusu olan bir ülke ile ilişkisi, onun kendi iç dinamiklerine saygı göstererek, kendi dönüşümünün gerçekleşmesinde talep edilmesi halinde destek vermek ve işbirliği yapmak olmalı idi. Bugün ise Suriye’deki gerginliklerin nihayetinde ya Beşar Esad bir şekilde çatışmaları kontrol altına alarak, yönetimini devam ettirecek ya da bu çatışmalar bir süre daha devam ederek, mevcut iktidarın yer değiştireceği bir kaos ortamına girilecektir. Ortaya çıkacak sonuç hiç de bazılarının iddia ettiği gibi demokratik ve modern Suriye olmayacak tır. Esasen ne Batı, ne de Türkiye’nin hesapları bunun üzerine değildir. Batılılar ve özelde İsrail, Esad rejimini değiştirerek Batıya müzahir bir Suriye yönetimi ile İran’ı yalnız bırakma ve Büyük Orta Doğu’da bir kaleyi daha ele geçirme peşindedir. Ancak, her iki durumda da Türkiye kaybeden taraf olacaktır. Beşar kazanırsa Türkiye, bir kuzudan bir aslan yaratarak gerçek bir düşman kazanacaktır. 
Artık, Beşar’ın Türkiye aleyhine her hareketi kendine göre meşru bir gerekçe taşıyacaktır. Beşar kaybederse, kazanan ABD, Fransa ve İsrail olacak, ortaya çıkan yeni kaotik rejimde Kürtlerin konumu Türkiye’nin başka bir baş ağrısı olacaktır. Kısaca, BOP’da sıra yavaş yavaş bize gelmektedir. 

Ulusal çıkar odaklı olmayan ve Batılılarla hareket eden bir yönetimin ülkeyi sürükleyeceği uçurum ancak bölünmedir. AKP, çok zayıf ve her an bozulabilecek iç ve dış dengeler üzerinde hareket etmektedir ve bugün gelinen aşamanın bir bozguna dönüşmesi çok zor değildir. Operasyon partileri, operasyonlar için vardır; günü gelince oyun biter, piyonlar torbaya girer. 


DİPNOTLAR;

1 Operasyon Partisi kavramı Merdan Yanardağ’ın “Operasyon Partisi (Bir ABD Projesi Olarak AKP)” isimli kitabından esinlenerek kullanılmıştır
2 Sait Yılmaz & Osman Akagündüz: Kürtler Neden Devlet Kuramaz, Milenyum Yayınları, (İstanbul, 2011), s.376-377. 
3 Gürkan Zengin: Hoca Türk Dış Politikası’nda “Davutoğlu Etkisi”, İnkılap Kitabevi, (İstanbul, 2010), s.154. 
4 Yanardağ: a.g.e., (2011), s.14. 
5 Newsweek: Osmanlı Canlanabilir, 14 Haziran 2011. 


***