Erdoğan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Erdoğan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

6 Ekim 2019 Pazar

ERDOĞAN ÇÖZÜM SÜRECİNİ BUZDOLABINA KOYDU


14 Ağustos 2018 Salı

Erdoğan: PYD'nin Elinde neredeyse Batı'nın her ülkesinin silahlarını görüyoruz!




Erdoğan: PYD'nin Elinde neredeyse Batı'nın her ülkesinin silahlarını görüyoruz!


" Biz Hâlâ bu bu eli Kanlı terör örgütünü kendi insanımıza ve dünyaya tanıtmak da zorlanıyoruz "

06 Şubat 2016 14:17



Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, PYD'nin Kandil'den yönetildiğini belirtirken, "PYD, YPG'nin bölgede yaptığı etnik temizlik faaliyetleri, terör eylemleri, mevcut rejimle olan iş birliği adeta görmezden gelinerek bu örgüt himaye ediliyor, destekleniyor. Örgütün elinden çıkan silahlara baktığımızda hangi silahları görüyoruz? Batı'nın silahlarını görüyoruz. Neredeyse Batı'nın her ülkesinin silahları var. Terör örgütüne karşı savaştığını söyleyenlerin silahlarını da onların elinde görüyoruz. İşte ülkemizde şu anda yapılan son operasyonlarda rögar kapaklarının altından tutun evlerde yakalanan tüm silahlara baktığımızda bu silahların hepsinin tüm Batı'nın ürettiği silahlar olduğunu görüyoruz" iddiasında bulundu.

"Biz hâlâ bu bu eli kanlı terör örgütünü kendi insanımıza ve dünyaya tanıtmak da zorlanıyoruz" diyen Erdoğan, "PKK, PYD, DAİŞ gibi örgütler kanlı eylemleriyle bir yere varamayacaklarını biliyorlar. Türk ordusu, Türk emniyeti ve korucularla omuz omuza mücadelemizi sürdüreceğiz" ifadesini kullandı. "Bu hakikat ortadayken Paris saldırısında gösterdiği hassasiyeti kendi ülkesindeki terör olaylarına göstermeyen bir medyamız var" diyen Erdoğan, "Kalemleriyle, manşetleriyle terör örgütlerine kapıkulluğu yapmayı, taşeronluk yapmayı muhalefet diye yutturmaya çalışıyorlar" dedi. 

"Dünyanın tamamına yakınını dolaşmış bir lider olarak her yerde turizmin ne durumda olduğunu biliyorum" diyen Erdoğan, "En son Şili, Peru, Ekvador ve Senegal’den geldim. Oralardaki turizmi de gördüm. Dedikleri ne biliyor musunuz? 'Siz turizmde çok ilerisiniz, alacağımız çok şeyler var.' Öyleyse bu aksiyonumuzu daha da artırarak devam ettirmek ve öğrencilikteki Erasmus gibi turizmde de bu geliş-gidişleri artırmamız lazım" ifadelerini kullandı. 

Erdoğan, Lütfi Kırdar Kongre Merkezi'nde düzenlenen 'Dünya Turizm Forumu' kapanış oturumunda konuştu.

Erdoğan'ın açıklamalarından satır başları şöyle:

Geçmişte Antalya sadece deniz, kum, güneşle ilgili turisti çekerdi. Son 12-13 yılda olay değişti. G20 liderler zirvesiyle Antalya kendini ispat etti. Antalya zirvesi öncesinde içeriğini ve organizasyonunu ülkemizin yönettiği 60 hazırlık toplantısı düzenlendi. Bakan düzeyinde yapılan bu toplantılara 15 bin delege katıldı. Antalya liderler zirvesine ise 10 bin kişi iştirak etti. 29-30 Eylül tarihlerinde yine bu şehirde G20 turizm bakanları zirvesi yapıldı.

Antalya bu gurur tablosuna 77 gün sonra, yani 23 Nisan’da açılacak EXPO2016 ile inşallah yeni bir sayfa ekleyecek ve EXPO2016’nın bir başka özelliği var. Yani geçici değil. Orada dünya ülkelerinin hepsinin bahçeleri olacak, bir botanik fuarıdır bu. Bu botanik fuarında süreklilik arz eden, bakımı ülkemizce yapılacak bir fuar yapıyoruz. Gerçekten iftihar edeceğimiz bir fuar. 1 milyon 150 bin metrekare alan üzerinde böyle bir fuara ülkemiz sahip oluyor. Siz de artık Antalya’ya gidince, sadece alışılmış yerler değil, bu fuarı da gezerek, 915 yıllık bir zeytin ağacını orada görebileceksiniz. Biz onu bir başka yerden aldık, oraya taşıdık, orada tüm ziyaretçilere gösterme imkanı buluyoruz.

"Siz Turizmde çok İlerisiniz, Diyorlar"

Birçok özellikle birlikte bu botanik fuarımız bizim iftihar vesilemiz olacak. Şunu büyük bir memnuniyetle ifade etmek isterim. En son G20’de olduğu gibi bugüne kadar üstlendiğimiz her organizasyondan alnımızın akıyla çıktık. En büyük güvencemiz ise turizmcilerimiz oldu, sizler oldunuz.

Dünyanın tamamına yakınını dolaşmış bir lider olarak her yerde turizmin ne durumda olduğunu biliyorum. En son Şili, Peru, Ekvador ve Senegal’den geldim. Oralardaki turizmi de gördüm. Dedikleri ne biliyor musunuz? “Siz turizmde çok ilerisiniz, alacağımız çok şeyler var.” Öyleyse bu aksiyonumuzu daha da artırarak devam ettirmek ve öğrencilikteki Erasmus gibi turizmde de bu geliş-gidişleri artırmamız lazım. İnşallah sizlerin gayretleriyle hem bu iki tarihi zirveyi, hem de botanik EXPO’yu insanımızın misafirperverliğine yaraşır şekilde gerçekleştireceğimizi umuyorum. Az önce başkan söyledi ya, gelin tanış olalım. Nasıl tanış olacağız? Bu şekilde tanış olacağız. Gideceğiz, göreceğiz, yiyeceğiz, beraber yolculuk edeceğiz ve tanış olacağız.

Dünya Turizm Forumu zamanlaması çok kritik bir zamanda yapılıyor. Ülkemizin içinde olduğu coğrafya, ancak 100 yılda bir yaşanacak sancılı bir süreçten geçiyor. Güneyimizde Suriye, Irak, kuzeyimizde Irak, batımızda Yunanistan ekonomik, siyasi ve sosyal  krizlerle başa çıkmaya çalışıyor. Dünyanın birçok gelişmiş ülkesinde yabancı düşmanlığı gibi toplumsal hastalıkların arttığını görüyoruz. Türkiye, coğrafi konumu, tarihi, kültürel ve beşeri bağları dolayısıyla bu krizleri ilk hisseden ülkelerden biridir. Bu kriz bölgelerinde yaşanan sıkıntılar sadece Türkiye’yi değil, komşu ülkeleri, Avrupa dahil neredeyse tüm dünyayı etkiliyor. Mülteci ve göç sorunu, DAEŞ gibi örgütlerin kanlı eylemleri, İslamofobi, gerilimler bu krizlerin yansımalarından birkaçıdır.

"PKK'nın elinde neredeyse her ülkenin silahları var!"

Nasıl mesafeler yeni iletişim ve ulaşım teknolojileri karşısında anlamını kaybetmişse, krizler karşısında da koruyucu fonksiyonlarını kaybetmişlerdir. Türkiye’nin beş yıldır sabırla büyük bir metanetle mücadele ettiği mülteci krizi Avrupa’ya ulaştığında paniğe kapıldılar. Suriye ve Irak’ı kana bulayan DAEŞ terör örgütü, insanlık dışı saldırılarını Tunus’tan Mısır’a, Paris’ten ABD’ye yaymıştır. Maalesef kimi Batılı ülkeler son derece yanlış bir şekilde terör örgütlerine karşı tavırlarını söylemlerine ve ideolojilerine bakarak belirliyor. Biz bu ikircikli tavrı çeşitli terör örgütleriyle mücadelemizde birçok kez tecrübe ettik. Sadece PKK’yla olan mücadelemiz 35 yıldır devam ediyor. Ama biz hiçbir zaman ağlamadık, bağırıp çağırmadık. Sabırla kendi içimizde mücadelemizi verdik. Terör örgütlerinin elebaşları, kırmızı bültenle aranan suçlular yıllarca Batı ülkelerinde serbestçe dolaştılar. Bu ülkede en güçlü işadamlarından birini öldüren biri yıllarca saklanıyor. En son bir tanesi birkaç gün önce yakalandı. Bu işler sabır istiyor. 20 yıl sabredildi. 20 yıl sonunda fail yakalandı. Türkiye aslında bu noktada dünyaya bir çok yönleriyle örnek. Türkiye’nin haklı yönleri büyük bir suskunlukla geçiştirildi. Kandil’den yönetilen YPG/PYD’nin etnik temizlik faaliyetleri, terör eylemleri, rejimle işbirliği adeta görmezden gelinerek bu örgüt himaye ediliyor. Örgütün elinde Batı’nın silahlarını görüyoruz. Terör örgütüne karşı savaştığını söyleyenlerin ellerinde de onların silahlarını görüyoruz. Ülkemizde yapılan son operasyonlarda, rögar kapaklarından tutun, onların silahlarını görüyoruz. DAEŞ’e karşı muteber bir partner gibi gösterilmeye çalışıyorlar. Bunlara silah vermeyin, bunlar terörist örgüt dediğimizde kulak tıkayanlar şimdi görüyorlar. PYD/ YPG terör örgütünün asıl hedefi DAEŞ’ten ziyade kendisi gibi düşünmeyen herkestir. Özellikle orada yaşayan Kürt kardeşlerimizdir.

Esed’le münasebetlerimizin iyi olduğu zamanda, orada yaşayan Kürt kardeşlerimize pasaport dahi vermiyorlardı. O zaman Esed’e diyordum ki, bunlar bu ülkede yaşıyor, bunlara kimlik versene. Diye diye, belli bir noktaya gelmişti ki bu olaylar patlak verdi. Patlak verdiği için kimlik vermeye başladı, yoksa yine kimlik vermeyecekti. Kobani’deki Kürt kardeşim bunun farkında değil. Bizim PYD’ye karşı duruşumuz aynı zamanda bölgedeki Kürt nüfusunun da hissiyatıdır.

Şiddetin bu kadar yaygınlaştığı, terör örgütlerinin bu kadar sempatizan bulduğu bir ortamda dünyanın hiçbir örgütü güvenli olamaz, olamayacaktır. 

Türkiye'ni bu başarısı milletimizin başarısıdır. Türk turizm sektörünün rakamlarında belli ettiği gibi en büyük kazananı olmuştur. Turizm de geldiğimiz noktayı daha da ileri götüreceğiz. İstanbul'un 10-15 yıl önce 3 bin kişiyi toplayacak alan yoktu. Şimdi ise daha fazla alanları kapsayacak yerlerimiz var. Van'ın, Bitlis'in, Diyarbakır'ın o güzelliğini bütün dünyaya sunmalıyız. Neden Cizre, Sur terör örgütün sokakları hendeklere çevirme haberleriyle gündeme gelsin. Bölgedeki şehirlerimiz,  Antalya ve İzmir gibi şehirlerimizin  güzelliklerini dünyadan gelen insanların doya doya izlediği bir yer olmasın. Daha önce İstanbul'dan insanlar Van'a kahvaltı yapmaya gidiyordu. Cizre daha düne kadar cıvıl cıvıl bir yerdi.

"Kalemleriyle, Manşetleriyle terör örgütlerine kapı kulluğu yapılıyor"

     Bu hakikat ortadayken Paris saldırısında gösterdiği hassasiyeti kendi ülkesindeki terör olaylarına göstermeyen bir medyamız var. Esnaf, turizmci kaybetmiş; bunların asla umurunda değil. Kalemleriyle, manşetleriyle terör örgütlerine kapıkulluğu yapmayı, taşeronluk yapmayı muhalefet diye yutturmaya çalışıyorlar. Biz bugüne kadar ne yaptıysak bu beşinci kol faaliyetlere, bu mankurtlara rağmen yaptık. 


http://t24.com.tr/haber/cumhurbaskani-erdogan-dunya-turizm-forumunda-konusuyor,327108



***

1 Mart 2018 Perşembe

Erdoğan, Savaş Politikasına Girdi,

Erdoğan, Savaş Politikasına Girdi,


Arslan Bulut

Türk Silahlı Kuvvetleri’ne ait F-16 uçakları, dört defa uyarılmasına rağmen Türk hava sahasını ihlal eden bir Suriye MİG-23 savaş uçağını düşürdü. 
Diğer taraftan bölgeye hâkim olan IŞİD adlı örgüt, Türkiye Cumhuriyeti’nin sınırları dışındaki tek toprak parçası olan Süleyman Şah Türbesi’nin üç gün içinde boşaltılmaması halinde türbeyi yerle bir edeceğini açıklamıştı. Süre bugün doluyor! 
Suriye’nin savaş uçaklarını, böyle bir zamanda Türkiye sınırına göndermesi, öncelikle kendi çıkarlarına uygun değil! Üstelik Suriye, bir Türk savaş uçağını aynı gerekçeyle düşürmüş ve iki pilotu şehit etmişken... 

***
Olayın, Türkiye’de hırsızlık operasyonları sebebiyle itibarını kaybetmiş olan iktidarın Suriye’ye girme hesapları yaptığına dair muhalefetten gelen uyarılardan sonra meydana gelmesi düşündürücü. 
Tayyip Erdoğan’ın miting meydanında olayı, “Eğer sen benim hava sahamı ihlal edecek olursan, bundan sonra bizim tokadımız ağır olacak” diye kullanması da önemli bir gösterge.
Oysa Erdoğan, bu sözleri söylemeden az önce, “Ahlâkı olmayan bir hareketin kazanma şansı yoktur. Ahlâkı olmayan bir hareket kazansa bile kaybetmiştir. Bunlar, işte bu Pensilvanya, bu Pensilvanya partileri en başta ahlaktan yoksunlar...” diyordu. 
Erdoğan, muhalefetin kullanması gereken bir deyimi de “İşleri güçleri, yavuz hırsız ev sahibini bastırır ya hemen montajlarla üzerimize gelmeye başladılar” diyerek güncelledi! 

***
Esasen uluslararası ilişkiler de ahlâka dayanır. Siz, terörist ve silâh sokarak komşu ülkenizde iç savaşı kışkırtmışsanız, başınız hiçbir zaman beladan kurtulmaz. Onlar sizin uçağınızı düşürür, siz onların uçağını düşürürsünüz. Beslediğiniz teröristler, gelir sizin sınır kapınızda, sınır ilçenizde, hatta ülkenizin göbeğinde eylem yapar, engel olamazsınız...
Hele kendi ülkenizdeki kontrolü elinizden kaçırmışsanız, kendi polisiniz size dinlemişse, bunu “Türkiye’de bir İletişim Başkanlığı vardır Telekomünikasyon, maalesef işgal altında. İşgal altında olan burada her türlü numara yapılıyor” sözleriyle itiraf ediyorsanız, uluslararası ilişkilerde de benzer hatalara düşmediğinizin bir garantisi yoktur... 

Şu itirafa bakın; “ Pensilvanya’ya gönül veren ihlâslı, samimi kardeşlerime sesleniyorum: Bizden ne istediniz de alamadınız? Bizden inanç değerleri noktasında ne istediniz de alamadınız? 17 üniversiteniz var. Bütün bu üniversitelerimiz için a’dan z’ye size her türlü desteği veren bu iktidar olmadı mı? Okullar kurdunuz, destek veren bu iktidar olmadı mı? Sizler dünyanın değişik yerlerinde açtığınız okullara, beni, arkadaşlarımı oralara ısrarla davet ettiğiniz zaman, oralarda gelip devlet reislerine, hükümet başkanlarına sizi refere eden biz olmadık mı?” 

Peki bu okulları açan örgüt, “Bunların yanında Haşhaşi’lerin bile eli öpülür” denilecek kadar kötüyse, 17 üniversite ve 160 ülkede okul kurmalarına niçin yardımcı oldunuz? Gözünüzün önünde Opus Dei modeli bir örgüt kurulurken neden a’dan z’ye destek verdiniz?
Dolayısıyla millet, muhalefetin, seçimleri kaybedeceğinizi anlayıp her türlü çılgınlığa girişebileceğiniz yolundaki iddiaları karşısında Suriye politikanıza nasıl güvensin? Savaş psikolojisini bir kenara bırakıp sağlıklı düşünemez misiniz?

***
Twetter’dan sonra Facebook’u, YouTube’u kapatmaktan söz ettiğinize göre Türkiye’yi nereye götürmek istiyorsunuz? 
Bakınız, USA Today gazetesinin teknoloji uzmanı yazarı John Shinal, “Türk Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, Ukrayna’da birkaç hafta önce Twitter’ı yasaklama emrini veren politikacı artık orada yok, Viktor Yanukovych Rusya’ya kaçtı” diyor. 
Milletten neyi gizlemeye çalışıyorsunuz?

***

30 Aralık 2017 Cumartesi

Türk Hükümetinin Dış Politikasında Son Durum; ABD "in", Rusya "out"

Türk Hükümetinin Dış Politikasında Son Durum; ABD "in", Rusya "out" 


Milli Güvenlik ve Dış Politika Araştırmaları Merkezi
29 Aralık 2017 Cuma
Cahit Armağan Dilek ,




Türkiye mevcut iktidar yönetiminde özellikle Arap Baharı olarak bilinen süreçle birlikte dış politikasında çok sık ve keskin dönüşler yaptı, rota değiştirdi. Bunu yaparken de yollarını ayırdıklarını çok sert şekilde eleştirip tekrar barışma yolunu seçti. Hal böyle olunca da dış politikadaki güvenirlilik, inandırıcılık, doğruluk, gerçeklik, caydırıcılık da belki de tarihinin en düşük seviyelerine indi
Türkiye'nin dış politikasında özellikle Ortadoğu'da yeni bir rota değişikliğinin sinyalleri geliyor. Ne etti ne yaptı (ABD'den Zarrab davasıyla ilgili gelen olumlu mesaj olabilir)  bilmiyoruz ama ABD Cumhurbaşkanı Erdoğan başkanlığındaki hükümetin gönlünü yeniden çelmiş gibi gözüküyor.

Yani Rusya ile flört bitiyor ABD ile yeni bir yılla birlikte yeni bir bahar başlıyor gibi. Bakalım bu bahar ne kadar sürecek ve de geçici mi olacak?

22 Kasım'da Soçi'de üçlü zirve sonrasında Cumhurbaşkanı Erdoğan gazetecilerle konuşurken Esad ile görüşüp görüşmeme konusundaki soruya "siyasette her şey olabilir" cevabı verince sanki Esad sorunu çözüldü algısı oluşmuştu. Ancak son Tunus ziyaretindeki konuşması Astana ve Soçi süreciyle büyük ölçüde Rusya’nın desteğiyle binbir güçlükle oluşturulan pozisyonunu yani Suriye'de söz sahibi olma avantajını kaybettirecek cinsten.

"Terörist Esad ile birlikte olamayız" açıklamasından bahsediyoruz. 

Bu açıklamadan hemen  hemen sonra  ABD Dışişleri Bakanı Tillerson "Suriye'de katkı sunmaya hazırız ancak Esad gitmeli" deyince tarafların özellikle son bir haftadır ısınmaya başladığı görülen emarelerin doğru olduğunu düşünüldü. Bundan birkaç gün önce Almanya ve Hollanda'dan  Türkiye'ye yeniden başlayalım mesajları gelmişti. 
Tunus dönüşü Cumhurbaşkanı Erdoğan Almanya Holanda ve Belçika'ya aynı yumuşaklıkta cevap verdi. Yani Avrupa ile de bahar havası başladı. Karşılıklı zeytin dalları uzatılıyor. Derken 28 Aralık'ta ABD'den vize sorunu tamamen çözüldü açıklaması geldi. Her ne kadar güvence verildi verilmedi tartışması varsa da o unutulur gider. Geçen sefer de benzer tartışma yaşanmış, unutulup gitmişti. Görünen o ki emperyalist olarak tanımlanan, Türkiye'yi karıştırmak isteyen, Türkiye’nin güneyinde terör koridoru oluşturmakla suçlanan ABD liderliğindeki BATI ile yeniden müttefik oluyoruz.

Tabi bu arada başka bir şey daha oldu. Trump'ın güvenlik strateji dokümanında Ortadoğu'da lider ülke olarak belirlediği, İsrail ile Türkiye'den de toprak kopararak Kürdistan kurmak isteyen, bölgede İran karşıtı ittifak oluşturma liderliği peşinde koşan, Kudüs krizinde kerhen destek veren S.Arabistan, Başbakan Yıldırım tarafından bütün konularda yüzde 90 mutabık olduğumuz ülke olarak tanımlandı. Hem de BAE ve Suudi Arabistan medyasında Türkiye aleyhtarı yayınların ve söylemlerin arttığı bir ortamda. Trump'ın strateji dokümanı dikkate alındığında bu da ABD'ye doğru dümen kırıldığının işareti gibi.

Bu politika değişikliği ortaya konurken, arka planı anlaşılmaya çalışılırken, Trump’ın güvenlik stratejisinde her ne kadar adı geçmese de ruhu olan Türkiye’nin strateji dokümanı açıklanmadan önce o dokümanı hazırlayan Trump’ın ulusal güvenlik danışmanı Korgeneral McMaster’ın Türkiye’yi değil ama ismen AKP hükümetini radikal İslami ideolojiye sahip grupları desteklemekle suçladığını hatırlatmak gerekir. Türkiye'nin politika değişiklik işaretlerinin başlangıcı olarak hatırlanacak diğer konu ise McMaster'ın açıklamasından daha önce 14 Aralık'ta Ankara'ya gelen ABD'nin Avrupa Kuvvetleri ile Merkez Kuvvetleri Komutanlarının ikisiin aynı anda Ankara'ya gelmiş olmalrıdır. Her ne kadar Irak Genelkurmay Başkanının katılımıyla üçlü bir zirve yapmış olsalar da asıl üçlü görüşmenin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Akar ile diğer iki Amerkalı Orgeneral arasındperde arakasında  yapılmış olması büyük ihtimaldir. 
İşin ilginç yanı, bütün bunlar Rusya ile S-400'de tüm pürüzler giderildi, mutabakat var, teslim tarihi bile verildi denilen bir ana denk geliyor. Evet, bu yazının yazıldığı anlarda S-400'le ilgili imza atıldığı da açıklandı ama içeriği henüz net değil, ama sanki her iki taraf bu imzaların her şeyin yolunda olduğuna, teslimatın sorunsuz gerçekleşeceğine inanmış değil gibi. Sanki S-400 konusu hem Türkiye hem de Rusya tarafından başka hedefler için bir manivela olarak kullanılmak isteniyor. Ayrıca görünen o ki Rusya çok dikkatli, düşürülen uçağı unutmuş değil, güven sorunu aşılmış değil, domates ihracı bile tam başlamadı, hiç konuşulmuyor ama vize sorununda milim ilerleme yok. Rusya'nın, böyle bir ortamda, istediğini yapmayan Türkiye'ye  S-400’leri güle oynaya teslim etmesi gerçekleşmeyebilir. Tarihte parası verilip alınamayan silahlar olduğuna ilişkin örnekler vardır. Yani bu görüntüden sonuç çıkmaması olasılığı düşük de olsa bugünkü konjonktürde mümkündür.

Diğer taraftan, bir hafta öncesinde 21-22 Aralık’ta Astana'da “PYD'nin Soçi kongresine katılması öngörülmüyor” diyen Rusya dün "PYD'nin katılma ihtimalini konuşmak için henüz erken" diyebiliyor. Yine geçen hafta Moskova'ya gittiği ifade edilen YPG komutanı Rusya'nın Kuzey Suriye'deki PYD bölge yönetiminden 155 kişinin katılacağını söylediğini açıklıyor. Rusya Esad'a terörist denmesini temelsiz, asılsız olarak yorumladı. İdlib'te Türkiye'nin yaptıklarından memnun değil. Hama kuzeyi ve İdlib güneyinde Türkiye'nin ben hallederim dediği El Nusra merkezli terörist gruplar ve ılımlı muhalif olarak tanımlanan ÖSO cular Suriye ordusuna karşı saldırıya geçti, uçak bile düşürdüler. Bu arada aralarında Türkiye'nin desteklediği grupların da olduğu 40 kadar muhalif grup Soçi'deki Suriye Ulusal Diyalog Kongresine katılmayacaklarını açıkladı. Bütün bunlar Suriye ve özellikle Rusya tarafından pek hoş karşılanacak bir durum değil ve Türkiye'yi sorumlu tutmaları sürpriz olmaz.
Suriye hükümetinin de defalarca Türkiye'yi yasadışı olarak Suriye'de bulunmakla suçlayıp askerini çekmesi istediğini biliyoruz. Esad teröristtir ifadesine de çok sert karşılık verdi.

Astana'daki üç garantörden birisi İran, İslam İşbirliği Teşkilatının Kudüs ile ilgili İstanbul kararını eleştirip tüm Kudüs'ü Filistin'in ebedi başkenti ilan eden bir Meclis kararı aldı. Peşinden vatandaşlarına Türkiye'ye seyahat uyarısı yaptı. Bugün yarın Suudi Arabistan'la yüzde 90 mutabıkız diyen Türk hükümetinden İran'a da Kudüs bağlamındaki farklı yaklaşımlarla başlayacak Suriye'deki İran politikalarını hedefe koyacak şekilde eleştiriler gelirse sürpriz olmaz.
Bu resme baktığımızda, 2018'e kahrolsun Esad-Putin-İran ittifakı diye başlarsak hiç de şaşırmayalım. Hem Türkiye hem Rusya uçak düşürme krizinin her iki ülkeye bedelini yaşayarak gördü. Türkiye'nin Ortadoğu'da yeniden Rusya yerine ABD ile yanyana bir pozisyona gelmesi halinde Türk-Rus ilişkilerinde özellikle ekonomi, turizm ve enerji alanında derin krizlerin yaşanması beklenmemelidir. Ancak iki ülke liderinin karar alam ve liderlik etme özellikleri dikkate alındığında her türlü sürprize de açık olmak gerekir.

Peki Türkiye hasım güçlermiş gibi gördüğü bazen ona bazen diğerine yanaştığı ABD ile Rusya ne yapıyor? Rusya, Trump'ın güvenlik stratejisinde rakip revizyonist ülke olarak ilan ettiği ve yeni bir Soğuk Savaş stratejisi ile karşılık vereceğini söylediği bir ülke. ABD ise Rusya tarafından Kuzey-Doğu Avrupa'da konuşlanan, Rusya aleyhine genişleme gösteren işbirliği yapılabilir ama halen düşman kategorisinde bir ülke. Bütün bunlara rağmen ABD ile Rusya Sykes-Picot'nun yüzüncü yılında Ortadoğu'daki dengeleri değiştirme, kendi düzenlerini egemen kılma mücadelesinde. Özellikle Irak ve Suriye bağlamında çok genel bir mutabakat var.  Bölgesel ve detay konularda mücadele devam ediyor. En sorunlu anlarda bile iki ülke Suriye konusunda en sık görüşmeleri, çatışmayı önleme mutabakatını yapabilecek durumdalar.

Bunu açıklamaktaki kastım şu. Hem Rusya hem de ABD çok doğal olarak kendi menfaatlerini gözeten politikaların peşindeler. Aslında yok birbirinden farkları. Ama Türkiye'nin ikisi arasında gel-git yapması onların Türkiye'yi kullanmalarını, hassasiyetlerini istismar etmelerini kolaylaştırıyor.

Yani Türkiye ABD ve Rusya'ya mavi boncuk dağıtarak ya da onların Türkiye'ye verdiği mavi boncuklarla değişen dış politikasının sonucunda yeni bir şeyler kazanmıyor, aksine çok şey kaybediyor. Türk hükümeti Türkiye'nin çıkarlarını esas alan, bu çerçevede Rusya ile ABD arasında denge politikası izleyip, tepkisel değil askeri-politik gerçeklere uygun ve milli güç unsurlarına dayanan kapsamlı, çok yönlü politikaları hayata geçirmelidir. 


http://www.21yyte.org/tr/arastirma/milli-guvenlik-ve-dis-politika-arastirmalari-merkezi/2017/12/29/8779/turk-hukumetinin-dis-politikasinda-son-durum-abd-in-rusya-out



***

31 Ekim 2017 Salı

LÂİKLİK NEDİR” PANELİ

LÂİKLİK NEDİR” PANELİ



Rifat Serdaroğlu
31 Ekim 2017

Moderatör; Kadir İnanır!
Panelistler; 
AKP Genel Başkanı Erdoğan- Kadir Mısıroğlu-Cübbeli Ahmet Hoca-Sinan Çetin!
Komser Şekspir filminde etek giyip bonus kafa peruklar taktığı için karizmayı çizdiren, Çözüm Süreci denen ihanet sürecinin “ Akil İnsanı ” etekli Kadir, toplantıyı açıp ilk sözü Kadir Mısıroğlu’na verdi!

Kadir Mısıroğlu;

“Ne lâikliği yahu! Yere batsın bu lâiklik! Kurtuluş Savaşını Türkler kazandığı için lâik olmuşuz. Keşke savaşı Yunanlılar kazansaydı! O zaman ne hilafet yıkılırdı 
ne şeriat kaldırılırdı ne medrese lağvedilirdi ne hocalar asılırdı! Bunların hiçbiri olmazdı” dedi ve kafasındaki fesi yere atıp üzerinde tepinmeye başladı…
Cübbeli Ahmet Hoca;

“Muhterem Zevat; Lâiklik, çevik ve atik olmayı icap ettirir. Ben bu yüzden jetskisine binerim. Önümde oturan o iriyarı delikanlıya arkadan sıkı-sıkı sarılırım, düşmemek için! Siz de yapın.
İyi bir Müslüman donanımlı olmalıdır. Bu yüzden sizlere şimdilik iki yeni ürün takdim ediyorum.
Biri, kabir azabını azaltan ve yanmayan kefen. Giydiniz mi cuuup cennettesiniz!
Diğeri, Ayağınıza giydiğiniz gece rüyanızda Hz. Peygamberi gösteren terlik!
Kefen 150 TL, Terlik 130 TL. Kapış-kapış gidiyor, yetişin siz de alın…”

Sinan Çetin;

“Burada olmayan, hangi nedenle olmadığını bilmediğim büyük bir düşünür, din adamı bir insana teşekkür ederim. Ona teşekkür etmemin en önemli tarafı bu ülkeyi, bu insanları, bu dili sevdirdiği için, Orhan Pamuk’a ‘seni öldüreceğiz’ diyenlere bu ülkeyi bırakmadığı için, bu ülkeyi sevmenin bir suç olmadığını hatta gurur verici olduğunu, dünya ile bütünleştirdiği için Fethullah Gülen Hocaefendi Hazretlerine teşekkür ederim…”

Erdoğan;

“İnsan hem lâik hem Müslüman olmaaaazzz!
Ya Müslüman olacaksın ya da Lâik! İkisi bir arada olmaz!
Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir lafı külliyen yalandır yalan!
Müslüman’ın yaratıcısı olan Allah, kayıtsız şartsız egemendir! Allah’u Ekber!”
Türk Ordusunun Genelkurmay Başkanı Hulusivil Paşa, miting meydanında gördüğü Cübbeli Hoca ile tokalaşarak sohbet etti, hasret giderdi!
Aynı Hulusivil Paşa yanına Oslo işbirlikçisi Hakan Fidan’ı alıp “Yaşasın Şeriat” ve “Cumhuriyet okullarında okuyanların çoğu din düşmanı, işbirlikçidir” diyen 
Nuri Pakdil’i evinde ziyaret edip elini öptüler.
Bunlar ise izleyici olarak en ön sırada yerlerini almışlardı…
Akşam, Saraydaki yemek masasında Erdoğan’ın sağında Fesli Kadir Mısıroğlu solunda Cübbeli Ahmet Hoca oturuyordu. Karşısında ise göğsü madalyalar omuzu yıldızlarla dolu Hulusi Sivil Paşa vardı!

Değerli Okurlar;

Bu kişiler yukarıda yazılan sözleri ve hareketleri farklı zamanlarda, farklı yerlerde söylediler ve yaptılar. Biz sadece bir gülmece derlemesi yaptık.
T.C Devletini yöneten AKP Hükümetleri ve Erdoğan’ın meşru kabul ettikleri hukuk İslam Hukukudur, yani şeriattır. Anayasa Mahkemesi bu sebeplerden AKP’yi “Lâiklik karşıtı eylemlerin odağı” olarak görmüş ve 11 üyenin 10 tanesinin oyuyla mahkûm etmiştir. Karar halen yürürlüktedir.
AKP, lâikliğe düşman, bilimsel düşünceye karşı, özgür düşünceyi yok etmek isteyen, biat kültürüne inanan bir organizasyondur.  Bu iktidar sürü haline getirilmiş, itaat eden, boyun eğen, sorgulamayan, itiraz etmeyen, yalnızca verilen sadakaya şükreden bir toplum dizayn etmeye çalışmaktadır.
Siz kendinizi nerede ve nasıl konumlandırıyorsunuz? 
Eğer bizler gibi özgür düşünceden yana iseniz, sesinizi çıkaracaksınız. 
Hem de her gün daha yüksek, daha gür bir sesle haykıracaksınız…
Sağlık ve başarı dileklerimle 
31 Ekim 2017
Rifat Serdaroğlu


***

28 Eylül 2017 Perşembe

AKP – Gülen Çekişmesinin Arka Planı ; AKP-CEMAAT MÜCADELESİ .,




AKP-CEMAAT MÜCADELESİ .,  

AKP – Gülen Çekişmesinin Arka Planı ;






















AKP-CEMAAT MÜCADELESİ ., Doç.Dr.Sait YILMAZ



Gülen Cemaati ile Erdoğan arasındaki ipleri kopartan gelişme, 2011 seçimleri sonrası cemaatin 6-7 bakanlık istediğine Erdoğan’ın olumlu karşılık vermemesi oldu. EGM içinde hâkim olan cemaat, KCK operasyonları ile aslında pek de ilgisi olmayan hükümetin adamı pek çok kişiyi de hapse soktu. KCK taşının altından da çıkan Hakan Fidan nedeni ile başı sıkışan Erdoğan kılıcı çekti ve EGM içindeki cemaat uzantısı önce 3.200, daha sonra 1.600 kişiyi tayin etti. Bununla beraber EGM istihbarat ile narkotik ve mali dairelerin de hala etkin olan cemaat, hukuk sisteminde dokunulamayan savcıları ile birlikte kendi operasyonlarını yapabilme kabiliyetine sahiptir. Erdoğan tasfiye ettiği polisler ise bugün il ve ilçelerde yani yerelde cemaatin uzantıları oldular. Son operasyonlar ise Erdoğan’ın cemaatin para ve insan devşirme kaynağı olan dershanelerin kapatılmasına yönelik inadından kaynaklandı gibi gözükse de arkasında iç ve dış hesapların yapıldığı ve hedefte Erdoğan’ın olduğu bir satranç oyunu başladı. Erdoğan’ı destekleyen dini grupların durumu pekiyi değilken, Gülen kurduğu dershane ağı ile en niteliksiz insanını bile çaycı yaparak kadrosunu güçlü ve kendine bağlı tutabiliyor. Türkiye’deki hukuk sistemi ve EGM içindeki uzantıları temizlenmedikçe cemaat bürokrasisi çökmeyecektir. Cemaatin hesabı yakın zamana kadar Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı olması ve parti aygıtının elinden çıkması ile cemaatin tüm kontrolü ele geçirmesi idi. Bunun farkına varan Erdoğan, Numan Kurtulmuş’u yerine hazırlamak, Başkanlık sistemini getirerek hem Cumhurbaşkanı hem de Başbakan olarak yetkileri elinde toplamak istedi. İkisi de ABD projesi olan AKP ve Gülen Cemaati arasındaki mücadeleyi anlamak için biraz sabırla okuyarak, kökleri 11. yüzyıla kadar Nakşibendilik ve Kadirilik arasındaki rekabeti anlamakla işe başlamalıyız.
Türkiye’de Tarikat ve Cemaatler
Bir bütün olarak irtica; (din devleti kurmak isteyen) Siyasal İslâm, (onların kaynağını teşkil eden) cemaat ve tarikatlar ile (silahlı terör yoluna sapan) radikal İslamcılar olarak tasnif edilmelidir. Siyasal İslâm’ı temsil edenler daha kalabalık ve daha ılımlı bir ideolojik eğilime sahiptir. Bunların saflarında daha çok Müslüman aydınlar, İslamcı siyasi partiler ve tarikatlar bulunmaktadır. Mezhep ve tarikat kavramları sık sık karıştırılır. Mezhep; gitmek, izlemek, gidilen yol demektir. Kur’anı Kerim’de mezhep veya tarikat diye bir kavram yoktur. Mezhepler dört halife döneminden sonra Kur’anı Kerim’in farklı yorumlarından ortaya çıkmıştır. Tarikat, Tanrı’ya ulaşma yollarından biridir. Nerede olursa olsun, her din, tarikatlarla doludur. Tarikata (yola) giren kimseler (mürid) ve yolda ilerleyenler (salik) tasavvuf öğretisinin esaslarını yaptıkları pratiklerle (zikir, tefekkür, rabıta, murakabe, nafile ibadetler vs.) icra ederler. Müslümanlıkta 8. yüzyılın sonlarına kadar tarikat ve tasavvuf adlı herhangi bir kurum yoktu. M.S. 8. yüzyıldan itibaren Harezm, Maveraünnehir ve Fergana bölgesinde Türkler, İslam’ın Sünni yorumu ile karşılaştılar, Hanefilik ve Maturidilik mezheplerini kabul ettiler. Öte yandan hayvan sürülerinin ardından sürekli yer değiştiren ve okuma-yazma bilmeyen Türkler arasında ise farklı bir İslam gelişti. Bu İslam’ı göçebe Türk toplulukları içinde Ahmed Yesevi’den önce ve onun zamanında yaşamış isimlerini bilemediğimiz sufiler yaymıştı. İslam’ın bu yorumu 11. yüzyılda Orta Asya’daki Türkler arasında daha çok tasavvufi tarikatlar içinde gelişirken, Türkmen göçleriyle Anadolu’ya geldi.
İslam tasavvufu Kur’an ayetlerinin birbirinin içine geçmiş muhkem (manası açık) ve müteşabih (manası açık olmayan) ayetlerden kaynaklandı. Muhkem ayetlere bakarak mezhepler, müteşabih ayetlere bakarak da tarikatlar ortaya çıktı. Yozlaşmamış bir tarikatın tekkesi aynı zamanda çok yönlü bir eğitim kurumu niteliğindeydi. Buralarda müritler çeşitli din bilimleri, sanat ve meslek eğitimi, iş ahlakı, görgü kuralları gibi konularda eğitilirlerdi. İslam dünyasında sayıları yüzleri bulan ve çoğu çeşitli kollara ayrılmış tarikatların sayısı belirsizdir ve her zaman yeni bir tarikat ortaya çıkabilir. 18. yüzyıla gelindiğinde tarikatlar neredeyse Türkiye’deki hemen her şehir ve köyde kendine yer edinmiş, mesleki ve toplumsal hayata egemen hale gelmişlerdi. Tarikatlar ve tekkeler, yozlaşana kadar, birer avunma-dayanışma, acılara ve güçlüklere bir arada göğüs germe yuvalarıydı. Tanzimat’ın başında pek fazla sesini çıkaramayan tarikatlar Sultan 2. Abdülhamit’in dini yanlarından faydalanarak öne çıkmış, Sultan’ın İslam politikası içinde rolleri abartılmıştı. Nakşibendîler, hilafetin ve şeriatın hâkimiyetinden her türlü sapmaya sistemli olarak karşı çıkıyorlardı. Atatürk Eylül 1925’de tarikatları kaldırdı, tekke ve zaviyeleri kapattı. Ancak, yasak olmasına rağmen, bir gericilik, sömürme, nüfuz sağlama aracı olarak tarikatlar, halkın bir kesimini kendine bağlamak, bir sınıf haline getirip bağnazlaştırmak için kullanılmaya devam etmektedir.
Namaz kılmak ya da mevlit dinlemek için bir araya gelmiş kişilerden oluşan topluluğa ‘cemaat’ denir. Kökleri çok eskiye dayanan tarikatların çizgisinden geldiğini iddia eden pek çok cemaat vardır. Sık sık kendi içlerinde bölünmektedir. Örneğin Nakşibendî tarikatı ile diğer Nurculuk cemaatleri kendi içlerinden çıkan Fethullah GÜLEN cemaati ile içten içe mücadele halindedir. Türkiye’de cemaatlerin bazılarının siyasetle çok yakın bağları varken, bazıları politikayla ilgilenmemektedir. Ancak tüm Türkiye’nin her bölgesinde günlük hayatı ve insan ilişkilerini etkilemektedirler. Said-i Nursi’nin (1873-1960) kuruculuğunu yaptığı Nurculuğun Türkiye’deki kolları şu şekilde sıralanabilir; Fethullah Gülen Grubu, Meşveret Grubu (Mustafa Sungur grubu, Mehmet Kırkıncı Grubu, Mehmet Kurdoğlu Grubu), Yeni Asya Grubu, Med-Zehra Grubu, Acz-i Mendi Grubu. Bu gruplar arasında özellikle Fethullah Gülen grubu faaliyetleri ile ön plana çıkmıştır. Türkiye’nin en büyük tarikatı olan ve sayıları oldukça çoğalan, arkasındaki iktidar desteği ile başta sermaye ve medya olmak üzere her alana el atan Nakşibendîlerin Sünni Kürtler ile arasında güçlü bir bağ vardır.

Nakşibendiliğe, günümüzde dört cemaat bağlıdır; İskenderpaşa Cemaati, Erenköy Cemaati, İsmail Ağa Cemaati ve Adıyaman Menzil Dergâhı. Kadiri tarikatının en belirgin ismi Hacı Muharrem Hilmi’nin 1964 yılında ölmesi üzerine tarikat mensupları dağılmışlardır. Birbirinden bağımsız hareket eden birçok şeyhin bulunduğu gruplar arasında en etkin olanını Haydar Baş’ın etrafında toplanan grubun olduğu bilinmektedir. Kadiri Tarikatının kolları; Muhammediye, Galibiler, İcmalciler ve Tillocular’dır.
Tarikat ve Cemaatlerin Gelişmesi
Türkiye’de iki kutuplu bir din çekişmesi yaşanmaktadır. Birinci grupta Melamiler, Nakşiler ve Bektaşiler, ikincide ise Kadiriler, Yeseviler ve Mevleviler bulunmaktadır. Bunlar birbirlerinin mezarlıklarına bile gitmezler. Nakşibendilik ve Kadirilik tarikatlarının kökeni 11. yüzyıla kadar geri gider. Nakşibendiliğin kurucusu Abdulhalik Gücdevani (Ölümü 1119) ve Kadiriliğin kurucusu Abdülkadir Geylani (1077-1166), Yusuf Hemedani’nin (1048-1140) öğrencisi idi.

Aralarındaki rekabetin başlama nedeni Kur’an tefsiri yazma konusundaki farklı düşünceler idi. Nakşibendilik, Türkistan’da yaşayan ve Türk Mutasavvıfı Ahmed Yesevi’nin talebesi olan Muhammed Bahaüddin Nakşibend (1318-1389) tarafından kuruldu. Türk toplulukları arasında gelişen tarikatın 1850 yıllarında Osmanlı İmparatorluğu’ndaki en güçlü olan kolu, Nakşibendiliğin Halidiye kolunun temsilcisi Ahmed Ziyaüddin Gümüşhanevi idi. Nakşibendilik, aşırı tapım ve gizli zikir (zikr-i hafi) ile Tanrı gerçeklerine ulaşım amacı güder. Daha açık bir deyişle, bu tarikatta zikir (Tanrı adını anma) içten ve sessizce yapılır. Geceleyin tek başına, temiz giysiler içinde, yüksek sesle olmaksızın belli sayıda ‘Allah’ denir. Tarikata beş bin tespih çekmekle girilir. Nakşibendilik, Türkiye’de en etkin tarikatlar arasındadır. 1930 Menemen isyanını müteakip Nakşibendîlerin lideri Şeyh Mehmet Esat ve yardımcıları mahkemeye çıkarıldı. Şeyh hapishane revirinde öldü, en büyük oğlu idam edildi. Nakşibendîler, 1940’ların
sonuna doğru canlandılar, ancak 20 yıl boyunca sessiz ve derinden giderek üniversite profesörleri, devlet memurları ve serbest meslek sahiplerini de aralarına alarak sayılarını artırdılar. Çok partili hayata geçiş ile birlikte DP’nin demokrasi düzeni başta Said-i Nursi ve Süleymancılar olmak üzere çeşitli cemaatlerin serbest dolaşımına imkân vermişti. 1961 Anayasası’nın sağladığı özgürlükçü ortam içinde 1970'li yıllarda, Türkiye’deki derneklerin % 60'ı dinci derneklerdi. 1973 yılında İmam Hatip okullarının liselere denklik alması ve üniversitelere gidebilmesi en büyük kazanımları oldu. Böylece, kırsal ve taşra kesiminden kentlere doğru ilerlemeye başlayan İslamcı kesim, 1970'li yıllardan itibaren gençliğe büyük yatırım yaptı. 12 Eylül 1980 sonrasında, İslami kesimde dergiler dönemi başladı, neredeyse her tarikatın, dergâhın, cemaatin dergisi vardı. 1970'lerin ortalarında, Milli Görüş istikametinde hizmet gören Ak-Evler hareketinden koparılarak "Akyazılı" Vakfı kurdurulan Fethullah Gülen, giderek Bediüzzaman'ın çizgisinden uzaklaşarak Masonik merkezlere yaklaştı. Dünya'ya hükmeden, çok gizli ve kirli işler çeviren karmaşık ve karanlık ilişkiler ağına takıldı. Gülen’e göre, 12 Eylül 1980’de asker tam zamanında yetişmeseydi, ‘Bütün millet olarak inkisar içinde ağlamadan başka çaremiz kalmayacaktı.’ MSP’nin yükselişi ile Nakşibendîlerin sesi duyulmaya başlandı. 1980’lerde Anavatan Partisi içinde Nakşibendîler politika ve ekonomi içinde etkili olma imkânı buldular. 1980'li yılların sonuna doğru ve 1990'lı yıllarda, çok daha aktif bir siyasî hareketliliğe girdiler. Artık yalnız siyasî parti değil; dernekler, vakıflar yoluyla çok daha rahat bir para akışına kavuştular, eğitim amaçlı çalışmalar yaptılar.
1990’lardan itibaren, Türkiye’de Alevilik diğer bir kutba çekilirken, Sünnilik de siyasal İslam ile birlikte gittikçe Araplaşmaya başladı. 1990’lı yıllarda, “İslam” dergisinden kopanlar (Zahid Akman, Fehmi Koru vd.) milletvekili oldular, şirket kurdular, zengin oldular, ünlendiler. Bugün ise, köktenci İslam dergileri, gazeteleri, radyoları, televizyonları ve diğer iletişim araçları kestirilmesi güç bir boyuta ulaşmıştır. Türkiye’de irtica iki hedefe yöneliktir; devlet yapısı ve toplum. Devleti ele geçirmenin birinci koşulu toplumu ‘cemaatleştirmektir’. Bu süreçte, siyasal iktidarı da sağlayacak partileşmekten camileri ele geçirmeye, medyalaşmaktan şirketleşmeye kadar her yönteme başvurmaktadırlar. İrtica’nın hedefi, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Atatürk’ün öngördüğü milliyetçilik anlayışına bağlı demokratik, laik ve sosyal hukuk düzenini yıkmaktır. Siyasal İslam’ın stratejisi, devlet aygıtını eline geçirerek ve elinde tutarak ülkenin tüm kurumları ile dönüşümünü sağlamaktır.
Onlara taban teşkil eden cemaat ve tarikatların ortak strateji ise tebliğ, cemaatleşme ve cihat’tır. Mısır’da Müslüman Kardeşler, Almanya’da Süleymancılar ve İspanya’da Opus Dei aynı yılda 1928’de kuruldular. Bunların stratejileri de aynı idi; diğer ülkelerde okullar ve hastaneler açarak, çocukları yetiştirip devlete sızmak.
Müslümanlık öğeleriyle çatışan birçok unsuru bulunan ve bir çeşit din olarak nitelenen Nurculuk, 20. yüzyılın ikinci yarısında Anadolu’da kurulmaya çalışılmıştır.
Amacı Nakşibendîliğe dayanan dinsel bir devlet kurmaktır. AKP’nin 2002 seçimlerini kazanmasında cemaat ve tarikatların büyük katkısı oldu. Milletvekilleri yerel olarak bunların arasındaki pazarlıklarla belirlendi. Bunların bir kısmı Nurcu olduğu gibi içlerinde Kürtçü ve millici olanlar da vardı. Bugünleri göremeyen Erdoğan, bu gruplardan uzun süre istifade etti. AKP – Gülen Çekişmesinin Arka Planı ; Türkiye’de iki kutuplu din çekişmesinden ayrı olarak Nakşilerin içinde Başbakan’ın ve bugünkü iktidara yakın olan kişilerin dâhil olduğu İskender Paşa Cemaati ile Gülen’in Nur Cemaati arasında ideolojik çekişme vardır. İdeolojik çekişmenin temelinde de Said-i Nursi’nin (bazılarına göre Said-i Kürdi) nasıl kabul edildiğine ilişkin görüş ayrılığı vardır. Said-i Kürdi ise Nurs denen yerde doğduğu ve bu yüzden Nursi soyadı takındığı, ‘nur’ sözünden kuvvet alarak bu ayetle kendisinin müjdelendiğini, Allah’ın nuru olduğunu iddia etmiştir. Said-i Nursi’nin 14 risalesinin içeriği öğrencilerine yazdıkları mektuplar, Kur’an tefsirleri (bitmemiş) ve çağın sorunlarına kendince verdiği cevapları içermektedir. Nakşi olan Said-i Nursi (1878-1960), yazmakta olduğu Kur’an tefsirlerinin yarısını bitirdikten sonra Abdülkadir Geylani’nin “Fut-Ül Rabbani” adlı eserini okur ve Nakşibendiliği bırakıp, Kadiriliğe geçer. Bunun nedenini de 14 Nur Risalesinden Tasdik-i Gayri isimli ciltte uzun uzun anlatır. Bu geçişten sonra Kur’an tefsiri yazmayı bırakır. Bunun üzerine Nakşiler ve bir kısım Nurcu gruplar Said-i Nursi’yi takip ederken, Erzurum’daki Mehmet Kırkıncı grubu ve hemşerisi Gülen ayrı bir yol izledi. Diğer gruplar bunlara cephe alıp, aralarından atarken, Kırkıncı Gülen’i Komünizmle Mücadele Derneği’ne üye yaptı. Fethullah Gülen’in en büyük düşmanı Erbakan oldu. 1980 sonrası Türk soluna karşı alternatif oluşturmak isteyen Kenan Evren, Gülen’i ABD’ye takdim etti.
Bu dönemde Gülen’in vaaz kasetlerini Genelkurmay Başkanlığı çoğaltıp, dağıtıyordu. Gülen’in daha sonra Dinler Arası Diyalog Projesi’ni başlatması diğer gruplarla bağlarını iyice koparttı ve “diyalogcu” diye anılmaya başlandı.
Fethullah Gülen, cemaatinin kendi eserleri olmadığı için Said-i Nursi’nin eserlerini temel alır. Gülen gurubu hem Nakşi hem Nurcudur. Ancak, Said-i Nursi’nin Kadiriliğe döndüğü gerçeğini saklarlar. Çünkü Kadirilik ticaretin önünde engel olarak görülmektedir. Said-i Nursi’nin eserlerine sahip çıkmanın gerekçesi ise onun eserinin tamamlanmamış olması nedeni ile istedikleri gibi artırma ya da azaltma yapabilmeleridir. Özetle, Başbakan’ın dâhil olduğu İskender Paşa Cemaati de Gülen grubu da Nakşi olmakla birlikte, Kadiriliği ret bakımından ayrı düşmekte, birbirleri ile çekişmektedirler. Nakşilik ile Kadirilik arasında yukarıda anlatıldığı gibi bin yıldır süren bir çekişme var, ancak Kadirilik bugün etkinliğini yitirmiştir. Gülen grubu, Nakşi usule göre ibadet ve örgütlenme yapmaktadır. Hükümet içinde Gülen grubundan Hüseyin Çelik ismi öne çıkmaktadır. Abdullah Gül, Gülen grubundan olmamakla birlikte onlara yakındır. Gülen grubu bürokraside etkin olmaya önem verir.
İktidarda olan ve bugüne kadar Üç başbakan (Özal, Erbakan ve Erdoğan) çıkarmış olan İskender Paşa cemaati ise siyasette etkin olma peşindedir. Şu anda ideolojik mücadeleden ziyade iktidarı ele tutma/ele geçirme ve ülke sermayesinin paylaşımı konusunda gittikçe açık ve birbirini yok etmeye yönelik hale gelen bir çekişme yaşanmaktadır. Nakşiler MÜSİAD, Gülenciler ise önce İŞHAD, daha sonra onu da içine alan TUSCON ile ekonomik güç olmaya başladılar.
Sermaye çekişmesi MÜSİAD ve cemaatin TUSCON’u üzerinden yürümekte, hükümet MÜSİAD’ı büyütmeye çalışmaktadır.
Hükümete yönelik yolsuzluk soruşturmaları gibi Ergenekon, KCK ve Hakan Fidan’a yönelik operasyonlarının arkasında da Gülen Cemaati vardır. 2008’de partisi kapanma korkusu yaşayan Erdoğan, ABD ile yapılan anlaşmalar çerçevesinde dış politikada ve Kürt meselesinde esaslı değişikliklere giderken askerlere karşı düzenlenen komplolarda cemaatin yaptıklarına ses çıkarmadı. Ancak, gelişmeler kontrolden çıkıp, Erdoğan ve ekibinin de suyu ısınmaya başlayınca hükümetin tavrı değişti. Hükümet, bu davaları özel yetkili mahkemeler ile sınırlı tutarak, tertiplerin yükünü cemaatin sırtına yükledi. Cemaatin, Türkiye içinde Ergenekon tertibini yapacak kapasitesi yoktu. Bu kapasite desteği ve yönlendirme ABD tarafından sağlandı. Öte yandan ABD’den Kürt devletini kurma görevi alan hükümet, bunun alt yapısını MİT ile hazırlamaya başladı. 2008’den itibaren medyaya terörle mücadelede askeri yönden başarısız olunduğu, barışçı ve silahsız çözüm mesajları pompalanmaya başlandı. Mademki Kürt devleti kurulacaktı bunu biz kendi elimizle kurmalıydık. Böylece KCK’nın kurulması ve gelişmesinde MİT etkin bir rol aldı ve KCK adı 2010 yılına kadar resmi raporlara sokulmadı. Ancak, Kürtlerle de ideolojik çekişme içinde olan Cemaat Kürt açılımına karşı çıktı.
Bu çekişmenin temelinde de Gülen Cemaati’nin Said-i Nursi’nin Kürt olduğunu kabul etmemesi yatmaktadır. KCK operasyonlarını başlatan Adalet Bakanlığı ve Emniyet Genel Müdürlüğü (EGM) içindeki cemaat uzantıları, ulaştıkları bilgilerle içindeki MİT ajanlarının ve başbakanın sır küpü olan Hakan Fidan’ın altını oymaya başladılar. Sonuç; AKP-Gülen Çekişmesi Türkiye İçin Bir Fırsat Olabilir; Erdoğan gibi cemaatten şikâyetçi diğer kişi ise kankası Öcalan’dır. Öcalan, Kandil’e yazdığı mektuplarda sık sık cemaatin kurduğu, kendi tanımı ile “Paralel Devlet”e atıf yapmakta ve cemaatin sözde barış sürecine engel olmasının ötesinde yurt içi yurt dışında örgüte yönelik komplolara giriştiğinden şikâyet etmektedir. Basına yansıyan operasyonlar bir yandan AKP’nin içine düştüğü yolsuzluk batağını ve çürümüşlüğü, diğer yandan devlet içinde oluşan diğer devletin gücünü göstermektedir. AKP’nin beslediği liberal kesim çıkar kavgasına düşmüş ve doymamaktadır. Bu paranın kaynağı kara para olduğu için her şey ortaya saçıldı. Öte yandan, uzun zamandır ABD ile Erdoğan arasındaki uçurum o kadar belli idi ki, Erdoğan, Putin’e bizi Şangay İşbirliği Örgütü’ne alın diyerek, NATO’nun karşıtı olan bu örgüte ekonomik bir örgüt sanarak sarılmak istiyordu. 77 yılda Türkiye gelen yabancı para 20 milyar dolar iken 2002’den sonra her yıl Türkiye’ye 20 milyar dolar girdi ve böylece her yıl %5 civarında bir büyüme sağlandı. 600 milyar dolardan fazla borcu olan, üretimin %70’inden fazlasının yabancılar tarafından yapıldığı, borsanın %95 yabancı paralarla döndüğü Türkiye’de Merkez Bankası’nın 130 milyar dolar rezervi çok fazla önem arz etmemektedir. Bugün yabancıların hazır parasında sona gelindi, Kemal Derviş ABD’den gene kıpırdamaya başladı. Katar’dan istenen para olmadı, umut bağlanan Irak’ın kuzeyindeki petrol anlaşmasına ise ABD ve Maliki yönetimi engel oldu. ABD, iç ve dış politikada hüsrana uğrayan Erdoğan’ın işini bitirmek istiyor. Gülen okullarına baskın düzenleyen ABD, hem Türkiye’deki operasyonları tetikledi hem Gülen’i de baskı altına aldı. Erdoğan boşuna Halk Bankası üzerinden vurulmuyor. Halk Bankası, Irak’ın kuzeyine verilen ihalelerin ve İran’a uygulanması istenen yaptırımlara rağmen para transferlerinin yapıldığı bankadır. Erdoğan’ın köşke çıkması ile sırları ortaya saçılacak ve orada da çok uzun süre kalamayacaktır. Öte yandan cemaatin başbakanlık için düşündüğü isim öteden beri Abdullah Gül olagelmiştir. Erdoğan ile Gül arasında, cemaate yakın olması ve Batı ile daha yakın ilişkileri nedeni ile kişisel sorunlar vardır. EGM’yi istediği gibi kullanmayan Erdoğan, bu süreçte askerlere yakınlaşmakta, hatta Jandarma istihbaratından destek almaktadır. Türkiye’nin en önemli sorunu önce cemaatten sonra Erdoğan’dan kurtulmaktır. Önümüzde kaset savaşları ve muhafazakâr kesimde yeni partileşme gayretleri bizi beklemektedir. Cemaat yeni partinin başına Abdullah Gül’ü düşünmektedir. Kendilerine yakın buldukları küçük siyasi partiler ve gruplar ile temaslara başladılar bile. Sağlık sorunları nedeni ile çok yaşamayacağı belli olan Gülen’in yerini ise Hüseyin Gülerce alacaktır. Erdoğan da hastadır, kendi zengin ettiği liberal kesimin desteğini kesmesi ile oldukça yalnızlaşmıştır. AKP ise gittikçe ANAP’laşacak ve küçülecek tir. Erdoğan, cemaat ve Kürtçülerle olan stratejik ittifakında bir sona gelmektedir. Gelinen aşama Türkiye’de yeni ve sağlıklı dengelerin kurulmasına, dış güçlerin ellerinin kırılmasına bir vesile olabilir. Bu yüzden Erdoğan’ın Türk toplumunun ulusalcı ve milliyetçi kesimlerini görmezden gelmeyi artık bir kenara bırakarak, yeni ve milli bir barışın önünü açması en doğru yol olacaktır. Yabancı yol haritalarına göre değil ülke çıkarlarına göre iç ve dış politikaların yürütüldüğü, komploların olmadığı ve hukukun gerçekten üstün tutulduğu bir ülkeyi hepimiz özledik.

Bunu kendi içimizde bir an önce başarmalıyız.
Yoksa bu gemide hep birlikte Batacağız. @DocDrSaitYilmaz ***

19 Mart 2017 Pazar

Anayasa Değişikliğinin ' Evet 'çilerden bile Saklanan İçeriği,



Anayasa Değişikliğinin ' Evet 'çilerden bile Saklanan İçeriği,


2017-01-23 00:09:03
          
SEÇTİKLERİMİZ 
Özge Ozan'ın 
Sendika. Org'daki yazısı: 



Anayasa değişikliğinin “Evet”çilerden bile Saklanan İçeriği

Anayasa değişikliğinin 'Evet'çilerden bile saklanan içeriği 
Anayasa değişikliği teklifi Meclis’ten geçti. Şimdi sıra referandumda. Anketlerde Anayasa değişikliğinin içeriğini “hiç” bilmeyen, “çok az” ya da “biraz” bilenlerin oranı yüzde 78. Nasıl bilinsin? Düşünce, ifade özgürlüğü ve gösteri hakkının dahi kısıtlandığı, muhalif medyanın kapatma kararları ile susturulduğu bir Olağanüstü Hal döneminde, kapalı kapılar ardında hazırlanıp, kavga dövüş Meclis’ten geçirilen bir teklif bu.

Ülkenin nasıl yönetileceğini belirleyen bir Anayasa değişikliği, hakkındaki Meclis görüşmelerinin canlı yayımlanmadığı, haber bültenlerinde görüntülerin kırpılarak kendine yer bulduğu, tartışma programlarında az doğru çok yanlış “bilgi”nin halkın üzerine boca edildiği, “Hayır” diyenlerin ekranlarda yer bulamadığı bir süreçle Meclis’ten geçirildi.

Üniversitelerin, akademisyenlerin, gazetecilerin, hukukçuların, sendika ve demokratik kitle örgütlerinin, meclis dışı siyasi partilerin, halkın özgürce Anayasa değişikliğini tartışmasına izin verilmeyen, hızıyla insanları serseme çeviren bu süreçte herkesin hemfikir olduğu bir şey var, halkın çoğunluğu bu Anayasa değişikliğinin ne anlama geldiğini, içeriğini bilmiyor. O zaman iş başa düşmüştür. Anlatacağız. Bu ülkenin gördüğü en büyük “konuşma seferberliği”ni yapacağız.

“ Kararsızım ” diyen, “ İçeriğini bilmiyorum ama ‘güçlü Türkiye’ için evet diyeceğim” diyen yurttaşlara seslenelim: “Sadece bu Anayasa değişikliğini önerenleri değil, “ hayır ” diyenlerin gerekçelerini de dinleyin”. Gerçekten dinlediğinizde neden “ #TekAdamRejimineHayır ” dediğimizi anlayacaksınız…

Maddelere boğulmadan işin özetini versek yeterlidir, mesele “Güçlü Türkiye” değil tüm gücün bir “Tek Adam”da toplanmasıdır… Ayrıntı isteyen için ise durum aşağıdaki gibidir…

Anayasa değişikliği ne getiriyor?*

Kısaca özetlersek, “cumhurbaşkanlığı sistemi” diye sunulan Anayasa değişikliği teklifinin asıl hedefi dünyadaki örneklere benzer bir “başkanlık sistemi” kurmak değil kuvvetler ayrılığını ortadan kaldırıp “kuvvetler birliği” sistemi kurarak tüm yetkiyi “Tek adam”a devretmektir. Yasama ve yürütme kuvvetlerini “Tek Adam’da birleştirmektir.

Anayasa değişikliği ile bildiğimiz parlamenter sistem ortadan kalkıyor. Başbakan ve Bakanlar Kurulu ortadan kaldırılıyor.

Yasama organı olarak Meclis’in ana işlevlerinden biri olan yürütmeyi dengeleme ve denetleme imkanı tamamen ortadan kaldırılıyor. Devlet organlarının kanunla düzenlenmesi kuralının terk edilmesi gibi birçok alanda Meclis’in yasa yapma yetkisi elinden alınıyor.

Tek bir kişiye, oylarımızla seçtiğimiz Meclis’i feshetme, ülkeyi sürekli olağanüstü halle, kanun hükmünde kararname ile yönetme yetkisi veriliyor.

Bu sistemin dünya üzerinde başka bir örneği yok.

Bu sistemde tüm yetkiler bir kişinin/ Tek Adam’ın elinde toplanacak. Nasıl mı? Madde madde anlatmaya çalışalım…

Tek Adam karşısında hükümsüz Meclis

Anayasa değişikliğinin getirdiği sisteme göre tüm yetkileri elinde toplayacak “Tek Adam” TBMM seçimleri ile birlikte yapılacak “cumhurbaşkanlığı” seçimleri ile seçilecek. Genel seçimler 4 yıldan 5 yıla çıkarılacak. Ve Tek Adam ile Meclis’in görev süreleri mutlak biçimde birbirine bağlanacak. İki seçimin aynı anda yapılması ile Cumhurbaşkanı ile Meclis çoğunluğunun aynı siyasi partiden olması yani yasamanın yürütme güdümünde oluşması hedeflenecek.
Meclis çoğunluğu, Tek Adam’ın partisinde değil de başka parti veya partilerin milletvekillerinden olsa dahi mevcut sistemde olduğu gibi bakanlar kurulu ve başbakanı seçemedikleri için, milletvekili seçimlerin yapılmasının anlamı da kalmayacak. Asıl olan tek seçim Tek Adam’ın seçilmesi olacak. Milletvekili sayısı 600’e çıkarılacak ama ana işlevleri “maaşlarını” düzenli alıp, ayrıcalıklarını korumak olacak.
Tek Adam, partisinin başında yer alabilecek. Yani “cumhurbaşkanı” partili olacak, partisinin genel başkanı olabilecek. “Tarafsız” ve “bağımsız” olmayacak.

Meclis’i millet değil Tek Adam seçecek

Tek Adam, partisinde de egemen olduğu ve hangi milletvekillerinin seçileceğine karar vereceği için seçimleri partisi kazandığında Meclis çoğunluğu da Tek Adam tarafından belirlenmiş olacak. Meclis’in Cumhurbaşkanı karşısında bir bağımsızlığı kalmayacak.

Hiç seçmediğiniz Bilal’i o koltukta görmek ister misiniz?

Tek Adam, tüm bakanları ve yardımcılarını kendisi belirleyecek. Örneğin Tek Adam oğlunu cumhurbaşkanı yardımcısı olarak atayabilir. Değişiklik teklifine göre cumhurbaşkanlığı makamının geçici/sürekli boşalması halinde yenisi seçilene kadar Tek Adam tarafından atanan Cumhurbaşkanı yardımcısı cumhurbaşkanının tüm yetkilerini kullanabilecek. Oğul örneğinden gidersek böyle bir durumda tüm bu yetkiler seçim olmaksızın babadan oğula devredilebilecek. Gözünüzün önüne oğlu getirmek bile yeniden düşünmek için bir neden olabilir (!)

Millet bakacak, Vekilleri bakacak, Tek Adam’ın adamları yönetecek

Sayısı belli olmayan bu söz konusu bakan ve cumhurbaşkanı yardımcılarının maaşlarını biz vergilerimizle ödeyeceğiz ancak onlar Meclis’e dolayısı ile halka karşı değil Tek Adam’a karşı sorumlu olacak. Onun ağzından ne çıkarsa onu yapacak. Tek Adam atadıklarını istediği zaman görevden alabileceği için, ona itiraz etmeleri de mümkün olmayacak. Tek Adam’ın yaptığı atamalar Meclis ya da başka bir organın denetimine ve onayına bağlı olmayacak.
Tek Adam, üst kademe kamu görevlilerini atayabilecek, görevlerine son verebilecek, atamalara ilişkin esaslar yine tek adamın çıkaracağı kararname ile belirlenecek. Tüm bürokrasi sadece Tek Adam’a karşı sorumlu olacak.

Tek Adam sorgulanamayacak, soru bile sorulamayacak

Halk yine oy verip Meclis’teki milletvekillerini seçecek ancak halkın seçtiği Meclis’in yürütme organını-Tek Adam’ı denetlemesi mümkün olmayacak. Meclis’e karşı sorumlu bir hükümet (yürütme) oluşmayacak, güven oylaması kalkacak. Doğalında milletvekilleri ortadan kaldırılan bakanlar kurulu için gensoru veremeyecek. Düzenleme ile sözlü soru ortadan kaldırılacak. Mevcut sistemde yürütmenin başı olan başbakana yazılı soru sorabilirken değişiklik referandumdan geçerse milletvekilleri Tek Adam’a soru bile soramayacak. Ancak yardımcıları ve bakanlarla muhatap olabilecek. Üstelik değişiklikte yazılı sorular cevaplanmazsa ne olacağı yazmadığı için bu uygulamanın da hiçbir etkisi olmayacak.

Tek Adam sevmediği Meclis’i feshedebilecek

Bugünkü gibi Mecliste basit çoğunlukla (Meclis’teki vekil sayısının yarısı) erken seçim kararı alınamayacak. Meclis’in beşte üçü bu kararı verebilecek. Seçim kararı verildiğinde “Tek Adam” seçimi de birlikte yapılacak. Ancak hazırlanan sistemde Meclis çoğunluğu Tek Adam’ın partisinden olduğunda o istemediği sürece yasal süre dolmadan ülkeyi seçime götürmek mümkün olmayacak. Tabi Tek Adam isterse her şey çok “kolay” olacak.
Tek Adam Meclis seçimlerinin yenilenmesini istediğinde. Meclis’i feshedebilecek. “Ben yaptım oldu” demesi yeterli olacak. Tek Adam’a oy vermeyenlerin de temsil edilmesi gereken Meclis sadece Tek Adam’ın kararı ile yenilenecek. Halkın kolektif çıkarı değil Tek Adam’ın siyasi çıkarı belirleyici olacak. Seçim tehdidi Tek Adam’ın elinde Meclis’in üzerinde salladığı bir kılıca dönüşebilecek.

Tek Adam koltuğu bırakmak istemezse…

Peki ya Tek Adam koltuğu bırakmak istemezse? Değişikliğe göre cumhurbaşkanının iki kez seçilme hakkı var. Ancak ikinci dönemde yasal süre bitmeden Tek Adam Meclis’i feshedip yeniden seçime giderse iki kez sınırına takılmadan bir kez daha aday olabilecek.
Tek Adam’ın yürütmeye ilişkin konularda kararname çıkarma yetkisi olacak. Ülkeyi Meclis’e hiç sormadan çıkardığı kararnamelerle yönetebilecek. Mevcut sistemde KHK çıkarma yetkisi parlamentonun kabul edeceği ve konu, amaç ve süre gibi unsurlar açısından sınırlandırılmış bir yetki yasasına dayanır ve sonrasında da parlamentonun KHK’yi onay yoluyla denetlemesini içerirken, yapılan değişiklikle TBMM’nin denetim olanakları tamamen ortadan kaldırılacak. Tek Adam yetkisini doğrudan Anayasa’dan almış olacak.

Tek Adam’ın partisi Meclis’i kilitleyecek

Anayasa’ya göre yasama yetkisi devredilemez, ancak Anayasa değişikliği referandumdan geçerse Tek Adam’a kanunla düzenlenmeyen bir konuyu kararnameyle düzenleme, yasal boşlukları kararnameyle doldurma yetkisi verilecek. Tek Adam, eğer yasayla düzenlenmiş bir alan varsa o konuda kararname çıkaramayacak. Ve eğer çıkardığı kararname yasa ile çatışırsa o yasa uygulanacak, ancak Meclis çoğunluğu da Tek Adam’ın partisindeyse Meclis’in kanun çıkarması engellenerek “yasal boşluk” alanlarında at koşturabilecek.
Tek Adam, “cumhurbaşkanlığı kararnamesi” ile Bakanlıkların kurulması, kaldırılması, görev ve yetkileri, teşkilat yapısı, merkez ve taşra teşkilatlarının kurulmasını sağlayabilecek. Örneğin Aile Bakanlığı ya da örneğin Çevre ve Şehircilik bakanlığı bir gecede kapatılabilecek, bu kamu kurumlarında halkın yararına işletilebilecek tüm mekanizmalar Tek Adam’ın bir sözü ile kaldırılabilecek.

Devlet Denetleme Kurulu bile Tek Adam’ın oyuncağı olacak

Tek Adam örneğin Atatürk Kültür, Dil, Tarih Yüksek Kurumu, TRT, YÖK, Kredi ve Yurtlar Kurumu, Üniversiteler, Devlet Tiyatroları, Türk Patent Enstitüsü, Sosyal Güvenlik Kurumu gibi…“kamu tüzel kişiliği” kurma konusunda da kanun hükmünde kararname çıkarma yetkisine sahip olacak. Yine Devlet Denetleme Kurulu ve Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği gibi kritik kurumların tüm işleyiş ve teşkilat yapılarında kararname ile değişiklik yapabilecek.
Tek Adam, yönetmelik de çıkarabilecek.

Tek Adam’ın canı sıkılırsa OHAL ilan edecek

Tek Adam, olağanüstü hal (OHAL) ilan edebilecek. Üstelik kendi bakanlarından bile görüş almasına gerek yok. Bir sabah uyanıp olağanüstü hal ilan edebilir. Yapılan değişiklikle olağanüstü hal ilan nedenleri de arttırılıyor. Savaş, savaşı gerektirecek bir durumun baş göstermesi, seferberlik, ayaklanma, doğal afet, salgın hastalık ve ağır ekonomik bunalım gibi birbiri ile ilişkisiz konular OHAL ilanına gerekçe yapılıyor.
Değişiklikte olağanüstü halin kaç kez uzatılabileceği konusunda bir sınır getirilmediği için, örneğin Tek Adam görevde bulunduğu süre boyunca ülkeyi sürekli olağanüstü halle yönetebilecek.
OHAL ilan ettiğinde OHAL kararnamesi çıkarabilecek ve çıkardığı kararnameler “kanun” hükmünde kabul edilecek. Anayasaya uygunluk denetimi dışında bulunan bu kararnameler ile Tek Adam bu kararnamelerle Anayasa hükümleri de dahil olmak üzere hukuk düzeninde kalıcı değişiklikler yapabilecek. Yani olağanüstü ilan ettiği dönemde Anayasayı da fiilen askıya alabilecek.

Tek Adam istediği suçu işleyecek, yargılanamayacak

Bu kadar yetkiyi elinde toplayan Tek Adam nasıl mı yargılanacak? Bekir Bozdağ diyor ki şimdiye kadar Cumhurbaşkanı yalnız vatana ihanetten yargılanabiliyordu, değişiklikle siyasi sorumluluk veriliyor, cezai sorumluluk getiriliyor. Elbette Bozdağ tüm yürütme yetkisini Tek Adam’ın elinde topladığını, bahsedilenin aynı “cumhurbaşkanı” olmadığını söylemediği gibi, ceza almasının neredeyse imkansız olduğundan da bahsetmiyor. Şöyle ki Tek Adam hakkında ancak 600 vekilin salt çoğunluğu yani 301 vekil soruşturma açılmasını teklif edebilecek, ancak beşte üçünün onayıyla (360) bu teklif kabul edilecek ve yine ancak 400 vekil “evet” derse Yüce Divan’a gönderilebilecek. Yani Tek Adam Meclis çoğunluğunu elde tutan bir partinin genel başkanı olursa kendi partisi istemediği sürece yargılanamayacak. Tek Adam iktidarı bittikten sonra da eğer Meclis’in nitelikli çoğunluğu “evet” demezse yargılanmayacak.
Hadi diyelim olmayacak şey oldu. Tek Adam Yüce Divan’a gönderildi. Yani Meclis’in üçte ikisi Tek Adam suçludur diye düşündü. Tek Adam’ın yargılanmak için gideceği yer Anayasa Mahkemesi yani üyelerinin büyük bölümünü atadığı yer. Hadi diyelim burada da olmayacak şey oldu. Tek Adam mahkum oldu. Eğer mahkumiyet “cumhurbaşkanı seçilmeye engel” bir suçtan değilse Tek Adam görevde kalmaya devam edecek.

Tek Adam istemezse kimse yargılanamayacak

Tek Adam’ın atadığı bakanlar ve cumhurbaşkanı yardımcıları eğer suç işlerlerse, yani aşina olduğumuz o “dörtlü” gibi hırsızlık, yolsuzluk yaparlarsa, rüşvet alırlarsa ne olacak? Onların da Yüce Divan’a sevk edilmeleri için yine üçte iki (400) oy gerekecek. Yani Tek Adam istemediği sürece hiçbir bakan ve yardımcısı yargılanamayacak. Görevleri bittikten sonra da yargılanmaları için aynı oran gerekecek.

“Bağımsız yargı” yok, “Tek Adam’a bağımlı yargı” var

Peki ya yargı? Tek Adam, Anayasa değişikliği ile yeni adı HSK (Hakimler ve Savcılar Kurulu) şeklinde değişecek olan HSYK’nin, neredeyse yarısını kendisi seçecek. HSK Başkanı, Tek Adam tarafından atanan Adalet Bakanı olacak. Tek Adam tarafından atanan Adalet Bakanlığı müsteşarı ise tabi üye olacak. Sayısı 13’e indirilen üyelerden 4’ünü Tek Adam kendisi atayacak. Tek Adam’ın atadığı HSK üyelerinin göreve başlaması için Meclis’ten onay aranmayacak. Kalan üyeler TBMM’de, yani hâkim meclis çoğunluğu yani iktidar partisi ve değişikliğe destek veren parti tarafından belirlenecek. Yani Meclis çoğunluğu Tek Adam’ın partisindeyse HSK’nın tüm yapısını o belirleyecek. Yargı bağımsızlığı tamamen ortadan kaldırılacak.

Dosta düşmana o karar verecek, sonra kandırılmışım deyip işin içinden çıkacak

Tek Adam ülkenin “milli güvenlik siyaseti”ni belirleyecek. “Milli Güvenliğin sağlanması ve TSK’nın yurt savunmasına hazırlanmasından” Meclis’e karşı Tek Adam sorumlu olacak. Yani istediğini düşman istediğini dost ilan edebilecek. Ülkenin savaşa sürüklenmesine ya da ülkedeki bir toplumsal kesimin “iç düşman” olarak belirlenmesine tek başına karar verebilecek, sorun çıktığında “kandırıldım” deyip işin içinden çıkabilecek.
Tek Adam, TSK başkomutanı olacak. Askerleri istediği gibi savaşa sokup çıkarabilecek. Zorunlu askerlikle TSK’ya katılan gençler Tek Adam’ın ağzından çıkan söz ve aldığı kararla ölüme gönderilebilecek. Genelkurmay Başkanı Tek Adam’a karşı sorumlu olacak.

Memleketin kasası Tek Adam’a

Biraz da “paradan” haber verelim. Yapılan Anayasa değişikliği ile Tek Adam bütçeyi de kendisi oluşturacak, Meclis’e kendisi sunacak. Halkın parasının nereye aktarılacağına, eğitime, sağlığa, savaşa ne kadar bütçe ayrılacağına kendisi karar verecek. Dünyadaki “başkanlık sitemlerinde” Meclis’in elindeki en önemli koz “başkanın” bütçesi üzerindeki onay yetkisiyken “Türk tipi başkanlık” diye sunulan Tek Adam sisteminde bu denetleme/denge unsuru da ortadan kaldırılacak. Tek Adam bütçesi Meclis tarafından onaylanmazsa, geçici bütçe kanunu çıkarılacak o da çıkarılamazsa eski bütçe yeniden değerlenme oranına göre arttırılarak yürürlüğe girecek. Meclis tamamen işlevsizleşecek. Tek Adam Meclis onayı dahi olmadan harcama yapabilecek.

Maddeleri de örnekleri de çoğaltmak mümkün. Ama bu kadarı da referanduma götürülen Anayasa değişikliğinin temel özelliğini anlatmaya yetiyor. 80 milyonun iradesi, bu memleketin bugünü ve geleceği tek adama teslim edilebilir mi? HAYIR!

* Yazıda Önce Demokrasi’nin “Türkiye Cumhuriyeti Anayasasında Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi üzerine teknik ve bilimsel rapor” metninden, mecliste.org’ta yayımlanan uzman görüşlerinden yararlanılmıştır.

Etiketler: anayasa değişikliği, Erdoğan, AKP, Başkanlık sistemi, TBMM

http://siyasihaber3.org/anayasa-degisikliginin-evetcilerden-bile-saklanan-icerigi

***