Emperyalizm etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Emperyalizm etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

19 Ocak 2021 Salı

Emperyalizmin Türkiye’ye Sonu Gelmeyen“ Soykırım” Dayatması

 Emperyalizmin Türkiye’ye Sonu Gelmeyen“ Soykırım” Dayatması  




Dr. Can ÜNVER
TÜRKSAM Göç Enstitüsü Başkanı 


   Fransa’nın Ulusal Meclisi’nde kabul edilen ve bir garabet örneği olan yasayla yeniden gündemimize oturan ve aslında her yıl Nisan ayında Amerika Birleşik 
Devletleri’nin Temsilciler Meclisi’nde “görüşüldü, görülecek” veya Obama “bakalım soykırım diyecek mi, yoksa demeyecek mi” diye Türkiye’yi meşgul eden sözde “soykırım” meselesinin aslında 1915’de tehcir sırasında yaşamını yitiren Ermeniler için duyulan acıdan kaynaklanmadığı bilinmektedir. 
2015’de yüzüncü yılı dolacak ve bunca gün ışığına çıkan belgeyle sadece mukalata olduğu ispatlanan ve vuku bulduğu tarihte henüz bilinmeyen bir kavramla, “soykırım” kavramıyla adlandırılmaya çalışılan bir meselenin mütemadiyen ısıtılıp önümüze sürülmesinin ardındaki gerçekler derinlemesine irdelenmeli ve ona göre hareket edilmelidir. Başka bir deyişle, bu şekilde ortaya dökülmesinin nedeni her ne kadar Fransa’da cumhurbaşkanlığı seçimine ve Sarkozi’nin Türk aleyhtarlığına bağlansa da mevcut sorunun bu şekilde basite indirgenmemesi gerekmektedir. 

Türkiye’nin artan bölgesel gücü görülüyor ki geçmişten bugüne emperyal roller oynamaya meraklı devletlerin çok da hoşuna gitmemekte, onlar için muhtaç ve çoğu suni olarak çıkarılan sorunlarla boğuşmak zorunda kalan bir Türkiye arzu edilmektedir. Son komedinin baş aktörü Fransa dünya üzerinde, özellikle Afrika’da 19. ve 20 yüzyıllardaki sömürgecilik tarihini yeniden yaşatmayı arzu eder bir politikayı benimsemiş görünmekte, iktidarının muhtemelen son demlerini yaşayan bir demagogun liderliğinde “hedef” ilan ettiği Türkiye üzerinden acınası politikasını yürütmeye çalışmaktadır. 

Batı dünyasında var olan o çok bilinen Türk karşıtı oryantalist tutum belli zamanlarda ve vesilelerle ortaya çıkarılmakta, kamuoylarının olumsuz 
görüşlerini pekiştirmekte, siyasi duruşları etkilemekte ve sonuç olarak Türkiye’ye karşı dayatmalar şeklinde tezahür etmektedir. 

Türkiye karşıtı paradigmaların geçmişten bugüne oluşumunu ve seyrini anlamak ve teşhis etmek mümkün olmakla birlikte, bu dayatmaların veya Türkiye’yi köşeye kıstırma çabaları ile tarihten gelen ve sürekli olarak kendini yeniden üreten nefret dolu veya çok daha hafif deyimiyle hasmane siyasetlerin gerekçelerini sadece bu olguya bağlamak da yanlış olacaktır. Emperyalist yaklaşım, bir siyasi tutumdur ve belli bir hedefi olmadığı zaman enerjisini sadece spor olsun diye bir ulustan veya devletten nefret ettiği için harcamayacak-tır. O halde sorunu bir yanda Türkiye 
ve diğer yanda da emperyal güçler arasındaki çıkar çatışması bağlamında ele almak doğru olacaktır. Aksi halde Türkiye karşıtı tüm dayatmalara karşı her defasında bilinen reaksiyonları göstermekten öteye gitmeyen bir takım söylemler ve önlemlerle aslında genel algıyı değiştirici bir sonuç almanın mümkün olmadığı bilinmelidir. 
Üstelik medyamızın köşe başlarını tutmuş olan “liberal tarafsız aydın” olarak görünmeyi öncelikle Türk tarihini ve Türk devletini küçümsemek, geçmişte olan biteni “tarafsız” gözlerle inceleme iddiasındaki “sunucu/ yorumcular” o çok bilinen “ver-kurtul” yaklaşımları ile bu son tartışmada artık “soykırımı(!) kabul edelim” noktasına çok yaklaşmışlardır. Bu “medya ikoncanları” Türkiye’de bilim adamlarımız ve özellikle de Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü tarafından son yıllarda büyük bir başarıyla kamuoyuna sunulan arşiv belgelerinden ve ciddi bilimsel çalışmalardan hiç mi hiç haberdar olmadıklarını, bilinen “ver kurtulcu” zihniyetleri ile itiraf etmektedirler. Türk kamuoyunda tepkiselliğin yanı sıra tüm ulusal konularda olduğu gibi hafife alınmayacak bir yılgınlık 
yaratılmaya çalışılmakta ve bunda da ne yazık ki kısmen başarılı olunmaktadır. 
O halde ne yapılmalıdır? Dışarıdan ve içeriden beslenen yıkıcı psikolojik ortamda bundan böyle ortaya çıkan sorunlara sanki geçici ve anlık meseleler gözüyle bakılmamalı, kısa, orta ve uzun vadeli stratejik iletişim planları ile yola çıkılmalıdır. Son Fransa olayında Türk hükümetince ilk kez sert tepki gösterilmiş ve bu türden tepkilerin etkili olabileceğine ilişkin ipuçları da ortaya çıkmıştır. Fakat bir başka ülkenin parlamentosunun alacağı kararı etkilemek için ortalık kızıştığında “lobi yaparmış gibi görünmenin” çok da yararlı olmadığı, hatta bir bakıma onur kırıcı olduğu düşünülmektedir. 
Aslında Fransa meclisinde bu saçma yasa lehine oy verenlerin oylarının rengini değiştirmek mümkün değildir. 
Marifet belki karşı oy kullanabilecek konumdaki Fransız milletvekillerini harekete geçirmek olabilirdi. Bu da tabiatıyla gerçekleşmemiştir. 
Türkiye, bölgesinde sesini yükseltip hatırı sayılır bir güç olma yolunda ilerledikçe – veya öyle olduğu dış dünya tarafından var sayıldıkça – kadim emperyalist güçlerin hedefi olmaya devam edecektir. 
O nedenle, bundan böyle günümüzde teorik altyapısı ve teknikleri giderek gelişmekte olan “kamu diplomasisini” de güçlendirmek ve palyatif nitelikli önlemlerle yetinmekten vazgeçilmelidir. Ermeni soykırımı safsatasının dünyada çürütülmesi için bugüne kadar derinliği olan bir kamu diplomasisi planı çerçevesinde faaliyet yürütüldüğü söylenemez. Bu bağlamda yurt dışındaki vatandaşlarımız, özellikle aydınlarımız ve sivil toplum kuruluşlarımızın stratejik bir yönlendirme ile aktif hale getirildiği de söylenemez. Hangi coğrafyada olurlarsa olsunlar, yurt dışında yaşayan vatandaşlarımızın milli meselelerimizde ne denli duyarlı oldukları bilinmektedir. 
Son olayda Paris’te de gördüğümüz gibi Fransız polisinin yaklaşmalarına izin vermediği parlamento binası civarında bayraklarıyla Türkiye sevgisini 
haykıran güçlü bir potansiyelimizin var olduğu gözden kaçırılmamalıdır. Yurt dışındaki vatandaşlarımızdaki bu duyarlık ülkemizi ve ulusumuzu ilgilendiren 
her konuda mevcuttur. 
Fransız parlamentosunun aldığı karar, pek çok defa olduğu gibi kısa ve “şiddetli” tepkilerimizin en kısa zamanda unutulması ile belleklerimizden çıkmamalı, bu olgunun arka planı doğru okunarak o doğrultuda önlemler ve faaliyetler düşünülmelidir. Günümüzde gelişen iletişim olanakları bundan yararlanmak isteyen herkese eskisinden daha çok sesini duyurma fırsatı getirmiştir. Yabancı kamu oylarının ve kanaat önderlerinin emperyalist ideolojinin sinsi hesaplarının etkisinde kalmaktan kurtulmasına katkıda bulunmak amacıyla orta ve uzun vadeli stratejik kamu diplomasisinin devreye sokulması artık iyice acil hale gelmiştir. 

Türkiye’nin önündeki acil görev budur. 

***

20 Eylül 2019 Cuma

CHP, İSMET İNÖNÜ VE 1945-1950 KARŞI DEVRİM, BÖLÜM 1

CHP, İSMET İNÖNÜ VE 1945-1950 KARŞI DEVRİM, BÖLÜM 1



Metin AYDOĞAN

Türk Devrimi'nden Geri Dönüş -1

Kemalist politikanın ödünlerle başlayıp karşı devrimle sonuçlanan uzun bir süreç sonunda uygulamadan kaldırılması, sanıldığı gibi 1950’lerde değil, 11 Kasım 1938’de yani Atatürk’ün ölümüyle birlikte başlamıştır. Bu, öznel bir yargı değil hükümet uygulamalarının ortaya koyduğu bir olgudur. 
Yaşananlar, şaşırtıcıdır ancak gerçektir. Şaşırtıcı olan, İnönü gibi her zaman Atatürk’ün yanında yer alan, Kurtuluş Savaşı ve devrimlerde büyük hizmeti bulunan bir kişinin, geri dönüş sürecinin başlamasında birincil düzeyde sorumlu olmasıdır. Bu konu ve nedenleri, ülkemizde yeterince tartışılmamış, böyle bir tartışma İnönü’ye saygısızlık olarak görülmüştür. Oysa, olaylar ve sonuçları ortadadır. Bunları inceleyip, günümüze ve geleceğe yönelik ders çıkarmak bizim sorumluluğumuzdur. 
İnönü gibi, Devrim’de yer alan, katkısı olan bir önderin, tarih açısından içine düştüğü durumun açıklanması gerekir. Emperyalizmi kavrayamamanın yol açtığı Batı hayranlığının nelere yol açacağını görmek ve geleceğe yönelik kendimize çizeceğimiz yolu aydınlatmak zorundayız. Geçmişten ders almalıyız.

Politika Değişimi

Atatürk’ün ölümünden bir gün sonra, 11 Kasım 1938 günü toplanan TBMM, İsmet İnönü’yü oybirliğiyle Cumhurbaşkanı seçti. Bu oylar İnönü’nün Cumhurbaşkalığı için Meclis’te aldığı ilk oylar değildi. 1923 yılındaki ilk Cumhurbaşkanlığı seçiminde de kendisine bir oy çıkmış, bu oyu Mustafa Kemal vermişti.

Türk kamuoyunda ‘en uygun seçim’ olarak değerlendirilen Cumhurbaşkanı seçiminden sonra, Celal Bayar Hükümeti usulen istifa etti. Ancak İnönü, hükümeti kurmakla yine Celal Bayar’ı görevlendirdi. Kurulan yeni hükümette, Atatürk’ün en yakın çalışma arkadaşlarından İçişleri Bakanı Şükrü Kaya ile Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras yoktu. 
Cumhuriyet devrimlerinin uygulanmasında en önde görev almış bu iki inançlı insana, İsmet İnönü’nün isteği üzerine yeni hükümette görev verilmemişti.

Celal Bayar, 25 Ocak 1939 da usulen değil bu kez gerçekten istifa etti. Dr.Refik Saydam hükümeti kurmakla görevlendirildi. İnönü, hükümeti yeniledikten sonra 
Meclis’i de değiştirmeye karar verdi. Mart 1939 da yapılan erken seçimlere katılacak CHP milletvekili adaylarının tümünü kendisi seçti.

Adaylar üzerinde yaptığı seçim, Atatürk döneminde politikalarda değişiklik olacağının habercisiydi. Milletvekili adayları incelendiğinde, iki eğilim açıkça görülüyordu. 
Birincisi, Atatürk’ün güvendiği yakın çevresi ve devrimci kadrolar milletvekili yapılmamıştı. Şükrü Kaya, Tevfik Rüştü Aras, Kılıç Ali gibi isimler önde gelen örneklerdi. 
İkincisi ise Cumhuriyet devrimlerinin gerçek boyutunu kavrayamayarak bunlara karşı çıkan, ulusal ekonomik kalkınma yerine “ liberalizmi ” savunan “ halkın dini duygularına saygılı olunacaktır” diye parti kuran ve Atatürk’le ciddi siyasi çatışma içine giren; Ali Fuat Cebesoy, Refet Bele, Fethi Okyar, Hüseyin Cahit Yalçın gibi isimler aday yapılmıştı.

Bu tutum daha sonra daha da ileri götürülmüş, İzmir suikastı davasında hapis cezasına çarptırılan Rauf Orbay, Adnan Adıvar’la aynı davada yargılanan ancak beraat eden Kazım Karabekir önemli görevlere getirilmiştir. Ali Fuat Cebesoy ve Kazım Karabekir Meclis Başkanlığı’na dek yükselmiştir.

“Yeni Politika”

İnönü, bu yöndeki karar ve davranışını şöyle anlatmıştır; “İçişlerinde yeni bir politika gerekli idi. Bu politika gerginlikleri ciddi olarak giderme veya yumuşatma yönünde olacaktı. Eski küskünlükleri kaldırmak için, ciddi olarak çalışmak kararındaydım... Eski küskünlük dediğim zaman, Terakkiperver ve Serbest Fırka teşebbüslerinden kalan huzursuzlukları murat ediyorum.” 1 

Bu sözlerin taşıdığı anlam, sonraki politik uygulamalarda somutlaşacaktır. Türk toplumu 1923-1938 arasında, olağanüstü devrimci bir dönem yaşamıştır. 
Böyle bir dönemde devrim karşıtı eğilimlerin ve bunların örgütsel tepkilerinin oluşması kaçınılmazdır. Karşı-devrimci tepkileri, ‘iç politika gerginlikleri’ olarak 
gören ve bu tepkileri; giderme ve yumuşatma adıyla, Terakkiperver ve Serbest Fırka yöneticileri ile uzlaşmaya varan anlayışın, devrimcilikten, bağlı olarak da 
Atatürkçülük’ten uzaklaşmayla sonuçlanması kaçınılmazdı. Nitekim 1939-1950 döneminde bu tür ‘gerginlik giderme’ uygulamaları sıkça yapılmıştır.

Atatürk döneminde Cumhurbaşkanlığı genel sekreterliği, Milli Eğitim Bakanlığı yapmış ve ilk ‘İnkilap Tarihi’ derslerini vermiş olan Prof.Hikmet Bayur’un Atatürk’ün ölümünden sonraki uygulamalar için görüşleri şöyledir: “... Atatürk ölür ölmez, Atatürk aleyhine bir cereyan başlatılmıştır. Mesela Atatürk’e bağlı olan bizleri İnkılâp derslerinden aldılar. Kendi adamlarını koydular. O dönemde Atatürkçülüğü övmek ortadan kalkmıştı.” 2  Gerginliği gidermek savıyla yeni gerginlikler yaratılıyor ancak bu kez gerilen taraf Atatürk’ün yakın çevresi ve Atatürkçü kadrolar oluyordu.

Atatürkle “Araya Mesafe Koyma”

Atatürk’ün yakın çevresinin yönetimden uzaklaştırılmasıyla başlayan süreç, açıkça söylenmeyen ve yazılmayan ancak davranış biçimleriyle ortaya koyulan dizgeli (sistemli) bir politikaya dönüştürüldü. Bu politikanın somut sonucu; devlet politikalarında Atatürk ve Atatürk dönemiyle “araya mesafe koyma” eğilimiydi.

İnönü milli şefti ve herşeyi o belirliyordu. Devlet kadrolarında yükselmek isteyenler günün gereklerine uymak durumundaydılar. Atatürk’ün yakın çevresi gözden düşmüştü. Onlarla birlikte görünmek, yükselmeyi önleyen bir etkendi. İlk kadın milletvekillerinden Fakihe Öymen, Afet İnan’ın kendisini sıkça ziyaret etmesi nedeniyle kimi milletvekillerince uyarılmış ve Atatürk’ün yakını olan bu kişiyle fazla görüşmemesi önerilmişti. 3 

Din eğitimi almış ve faşist eğilimler içindeki Şemsettin Günaltay, İnönü Cumhurbaşkanı olduğunda, Atatürk dönemini karalayan ve Atatürk’ü dolaylı olarak aşağılayan; “İnönü devri başlıyor, fazilet devri başlıyor” 4  demiş ve ileride başbakan yapılmıştı.

Pullar, Paralar

İnönü döneminin biçimsel gibi görünen ancak bilinçli olarak yapılmış uygulamalarından biri de, pul ve paralardan Atatürk’ün resimlerinin kaldırılarak yerine İnönü’nün resimlerin bulunduğu pul ve paraların piyasaya sürülmesidir.

Kamuoyunda derin tepki uyandıran bu uygulamanın amacına yönelik bir açıklama yapılmamıştır. Ancak, uygulamanın siyasi bir anlayışa dayandığı, yönetim değişimini ve bu değişimin gücünü halka göstermeyi amaçladığı yönünde değerlendirmeler yaygındır.

Laiklikten Ödün

1939-1950 döneminde en çekinceli ödünler, henüz tam olarak yerleşmemiş olan laiklik konusunda verilmiştir. Dinsel inançların siyasi çıkar için kullanılmasının 
1950’den sonra başladığı yönünde yaygın bir kanı vardır. 
Oysa bu tür uygulamalar Atatürk’ün ölümünden hemen sonra başlar.

Sandıkta yarışın sözkonusu olmadığı tek parti döneminde, laiklikten verilen ödünlerin hangi somut amaca yönelik olduğunun mantıksal bir açıklaması bugüne dek yapılamamıştır. DP’nin uygulamaları, kendinden önce başlatılan bir süreci, yoğunluğunu arttırarak sürdürmesinden başka birşey değildir.

İlk kadın milletvekillerinden Fakihe Öymen’in konuyla ilgili olarak, döneme ve dönemin Cumhurbaşkanı İnönü’ye eleştirileri oldukça serttir; “... İnönü bütün 
hareketlerinde Atatürk’ün üstünlüğünü silmek için elinden gelen gayreti sarfetti. Bunu genel bir fikir olarak söyleyebilirim. Atatürk’ün yolunda yürümüş olsaydı, her şey başka türlü olacaktı. Atatürk öldükten sonra birçok dostumuz var ki İsmet paşa zamanında oruç tutmaya, namaz kılmaya başladılar. Kusurumuz, laikliği memlekete yayamamak tır. Onun için ben şahsen, İnönü’nün Anıtkabire defnedilmesini bile istemedim.” 5 

Prof.Hikmet Bayur’un bu konuyla ilgili olarak aktardıkları, ödünlerin verilmesinin 1940’lı yılların başlarına kadar gittiğini gösteriyor. Hikmet Bayur şunları söylüyor: 
“Atatürk öldükten sonra biz seçim bölgelerimize gittik. Bir müddet sonra, galiba yeni seçimlerden sonra baktım her mahallede bir kuran kursu açılmış. Bunlar yoktu eskiden. İnönü Cumhurbaşkanı ve Recep Peker’de İçişleri Bakanı ki, Recep Peker de bu softaların şiddetli aleyhindeydi. Gittim Ankara’ya, Recep Peker’e dedim ki, Ne hâl bu? Ne yapayım dedi emir en büyük yerden geliyor. Yani İnönü din düşmanlığı yapmadı, dincilik yapıyor. Daha sonra İlahiyat Fakültesini açtı. Sonra İmam Hatip okulları açtı. İmam Hatip okullarına Fıkıh dersi koydurdu. Fıkıh dersine hiç lüzum yok. Çünkü fıkıh demek şeriattan doğma yani Kuran’dan ve peygamberin davranışlarından çıkarılan hükümlere göre yapılmış kanunlar demektir.” 6 

Falih Rıfkı Atay’ın görüşleri de benzer niteliktedir. Bilindiği gibi Atay, Atatürk’ün yakın çevresinde bulunmuş ve Cumuriyet’in hemen tüm dönemlerini yaşamış bir insandır. “Atatürkçülük Nedir?” adlı kitabında şunları yazıyor: “Atatürk öldükten sonra CHP merkezi ve Çankaya çevresini, Atatürk’ün yaptıklarına daha o sağ iken inanmamış olanlar sarmıştı. Kurultaylarda pek nüfuzlu kimselerden Kemalizm ve lâisizm deyimlerinin tüzükten çıkarılması istenmişti. (1953 Kurultayında Kemalizm CHP programından çıkarılmış yerine Atatürk yolu diye bir kavram getirilmiştir y.n.)...” 7 

Falih Rıfkı bir başka kitabı, Bayrak’ta konuyla ilgili olarak şunları yazar: “Atatürk’ün CHP’ye bıraktığı gerçek miras devrimleri idi. Bu devrimlerin iki esas temeli, Laisizm ve eğitim birliği, CHP idaresi devrinde temelinden sarsılmıştır. CHP İmam-Hatip okullarına fıkıh dersi koymakla eğitim birliğini yıkmıştır. O vakitten beri CHP Atatürk’ün değil İnönü’nün partisidir.” 8 

Siyasi ve Ekonomik Ödünler

Gericiliğe verilen ödünler, Kemalist devrim anlayışına uygun düşmeyen uygulamaların bir bölümüydü. Ekonomik kalkınma, dış siyaset ve ulusal bağımsızlık gibi temel ilkelerde verilen ödünler daha etkili ve kalıcı olumsuz sonuçlar doğurmuştur. Bu tür ödünler gerek Kemalizmin özüne, gerekse İnönü’nün kimi önemli girişimlerine aykırı düşüyordu.

Eğitim seferberliği için köy enstitülerini yaşama geçirilip toprak sorununu çözüme ulaştıracak Toprak Yasası çıkarılırken, bu girişimlere beklenmedik bir biçimde son veriliyor ve o güne dek yaratılmış değerler yok ediliyordu.

1937 yılında altı ok anayasa maddesi yapılırken, on yıl sonra devletçilik ve devrimcilikten vaz geçiliyordu. Projeleri hazırlanmış olan Demir-Çelik, Genel Makina ve Elektrolitik Bakır gibi yatırımlar izlenceden çıkarılıyor, sanayileşmeyle bağdaşmayan yeni kalkınma planları yapılıyordu.

Çelişkili Dönem.,

1939-1950 arasındaki 11 yıl, Kemalist atılımların durdurulduğu, geri dönüş sürecinin başladığı, çelişkilerle dolu bir dönemdir. Bu dönemde, hem henüz etkisini yitirmemiş olan devrim ilkeleri hem de geri dönüş uygulamaları varlığını sürdürmüştür. Batıyla uzlaşma ve giderek emperyalizmin etkisine girmekle sonuçlanan bu süreç; 
İngiltere ve Fransa ile yapılan Üçlü Bağlaşma Antlaşmasıyla başlamış, çeşitli aşama ve yoğunluklardan geçerek günümüze dek sürmüştür.

İsmet İnönü 1960’larda, Abdi İpekçi ile yaptığı bir konuşmada şöyle söylüyordu; “Demokratik rejime karar verdiğimiz zaman, büyük otorite ile büyük reformların 
hemen yapılabileceği dönemin değiştiğini, değişmesi gerektiğini kabul etmiş oluyorduk.” 9 

Değerlendirmedeki dikkat çekici yan, “büyük otorite ile büyük reformların yapılması döneminin” yalnızca değişmiş olması yönündeki saptama değil, 
“değişmesi gerektiği” yönündeki kabuldür. Burada devrimci dönemin, nesnel koşullar nedeniyle sona erdiği söylenmiyor, devrimcilikten vazgeçildiği kabul ediliyor. 

Oysa Kemalist düşünce ve eylem, sürekli devrimi kabul ediyor ve “ Hiçbir gerçek devrim, gerçeği görenlerin dışında çoğunluğun oyuna başvurularak yapılamaz” 10  “Devrimler yalnızca başlar, bitişi diye bir şey yoktur” diyordu. 11 

Görüşler arasındaki niteliksel karşıtlık, dünya görüşlerine dayanan yapısal bir ayrım mı, yoksa zaman içinde yeni koşulların neden olduğu düşünce değişikliği miydi? 
Bu sorunun yanıtını, İsmet İnönü’nün, Mustafa Kemal’e 1919 yılında, henüz İstanbul’dayken yazdığı mektupta aramak gerekir; “Bütün memleketi parçalamadan ülkeyi bir Amerikan denetimine bırakmak, yaşayabilmek için tek uygun çare gibidir.” 12 

1945 Sonrası ve ABD

1945 sonrasında artan ABD etkisi ve girişilen seçim yarışı, Atatürkçülükten verilen ödünlerin miktar ve kapsam olarak önemli miktarda artmasına yol açtı. 

1930 Serbest Fırka girişimini kendine örnek alan DP ve CHP, bu konuda birbirleri ile yarışır duruma geldi. Yönetimdeki parti olarak CHP’nin eylemleri, somuta 
yönelik olduğu için daha etkin ve kalıcı oldu. DP, ‘ödün verme yarışının’ bayrağını 15 Mayıs 1950 de devraldı.

Devrimcilik ve Laiklik ilkelerine bağlılıkları tartışma konusu olan bir küme CHP milletvekili 1946 ve 1950 seçimlerinde, DP’nin en güçlü yanının; “halkın dini hislerini okşamak” ve “milli ahlaka uygun hareket etmek” olduğunu ileri sürerek, bu silahların artık kendileri tarafından kullanılacağını açıkladılar.

Bu anlayış en üstten en alta dek hemen tüm CHP örgütlerini sardı. Milli eğitime din dersleri sokuldu, köy enstitüleri kaldırıldı. Köylerde yeni yöntemlerle girişilen 
ilköğretim devinimine son verildi. Medrese eğitimini örnek alan İmam hatip ve sübyan okulları yaygınlaştırıldı. Devlet okullarında din dersleri okutulması için yasa çıkaran CHP hükümeti, ödün sınırını, Ticani Tarikatı’yla işbirliği yapmaya dek götürdü. Cumhuriyet tarihinde tarikatlarla ilk kez işbirliği yapılıyordu.

Verilen ödünler zaman zaman Celal Bayar’ı bile rahatsız ediyordu. Seçimler öncesinde iki parti başkanı bir araya gelerek parti çalışmalarında din sömürücülüğü yapılmaması konusunda anlaşmıştı. Ancak, bu anlaşma hiçbir zaman yaşama geçmemişti. Örneğin, Celal Bayar Bursa’da yaptığı bir seçim konuşmasında, ağırlığı laikliği savunan görüşlere vermiş ve bu yüzden Sebilürreşad adlı şeriatçı bir dergi tarafından dinsizlikle suçlanmıştı. CHP bu dergiden binlerce satın alarak, tüm Türkiye’ye dağıtmıştı. Celal Bayar konuyu İnönü’ye ilettiğinde aldığı yanıt; “Ne yapalım bizim arkadaşlar senin bir zaafından istifade etmişler” olmuştur. 13 

 1  “İkinci Adam” Şevket Süreyya Aydemir, Remzi Yay., 2.Cilt, sf.45
 2  “Tarihe Tanıklık Edenler” Arı İnan Çağdaş Yay., sf.364
 3  a.g.e. sf.364
 4  a.g.e. sf.365
 5  “Tarihe Tanıklık Edenler” Arı İnan, Çağdaş Yay., 1957, sf.373
 6  a.g.e. sf.336
 7  “Atatürkçülük Nedir ?” Falih Rıfkı Atay Bates Yay., sf.44-45
 8  “Bayrak” Falih Rıfkı Atay Bates Yay., sf.121
 9  “Milli Kurtuluş Tarihi” Doğan Avcıoğlu, 3.Cil sf.696
 10  “Atatürk Antolojisi” Yusuf Çotuksöken, İnkilap ve Aka Yay., sf.36
 11  “Atatürk İlkeleri ve Türk Devrimi” Hacı Angı, Angı Yay., sf.93
 12  “Milli Kurtuluş Tarihi” Doğan Avcıoğlu, 3.Cilt, sf 1696
 13  “Politikada 45 Yıl” Y.Kadri Karaosmanoğlu, İletişim Yay., sf.192-195

Metin AYDOĞAN, 29 Mayıs 2014

Namık KEMAL:


"Vatanın bağrına düşman dayamış hançerini,
Yok mudur kurtaracak bahtı kara maderini?"

Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK:
"Vatanın bağrına düşman dayasın hançerini,
Bulunur kurtaracak bahtı kara maderini."

2. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

13 Haziran 2019 Perşembe

TERÖRÜN DİNİ ?!... BÖLÜM 2

TERÖRÜN DİNİ ?!...  BÖLÜM 2


OCAK 2004 - Milli Çözüm Dergisi 
Yazar Ahmet AKGÜL 
01 Ocak 2004 

"İslami Terör" yaftası ve yalanıyla, tüm ortadoğunun, İslam Dünyasının ve Asyanın işgal ve kontrol altına alınmak istendiğini... 

Irak'tan sonra Suriye ve İran'a saldırıya geçileceğini ve ardından Yugoslavya misali asıl Türkiye'nin bölüneceğini, yunanlı Gazeteci Haris Mavromatis 
bile biliyor ve yazıyordu da, bizim etkili ve yetkili başlarımız uyuyorlar mıydı? [6] 

Türk Medyası denen bazı basın ve yayın Mafyasının, ABD'nin ve İsrail'in borazanı gibi davranması ve "İslamcı Terör" havasını yayması, satılmışlık gereği mi, 
yoksa tarafsızlık icabı mıydı? 

Bütün bunlar açıkça teröristleri Türkiye'ye davet etmek ve ülkemizi terör üssü ve hedefi haline getirmek ve dış güçlere hizmet etmek değil midir? 

"İslamcı terör" senaryosunda, figüran soytarılığını oynayan kuklalar, niye bugüne kadar bir kere olsun on binlerin katilleri için "Hıristiyancı terör" veya 
"musevici terör" kelimesini kullanmadılar? 

Bütün müslümanları potansiyel terörist ilan eden yayınlar maalesef etkisini göstermeye başladı. 

İstanbul seferini yapan uçakta 7 Türk yolcu namaz kılmaya başlayınca, telaşa kapılan pilot "terör alarmı ile uçağı geri döndürdü. 

Bu Türk yolcuların 2,5 saat poliste sorgulanmasının ardından uçak yeniden havalandı..." [7] 

11 Eylüldeki ikiz kule saldırıları ile küresel terör evrensel bir konum kazanmış ve İslamcı terör sıfatıyla bütün müslümanlar hedef tahtası yapılmıştır. 

Batı Medeniyeti etiketli Amerikan emperyalizminin ve İsrail siyonizminin dünya hakimiyeti sevdasıyla, Ortadoğuya ve İslam alemine yönelik dayatmalarına 
karşı çıkan bütün müslümanları "tehlikeli terörist" göstererek, işgal ve sömürülerine haklılık kazandırılmaya çalışılmaktadır. 

Daha önceleri Afrika'yı sömürmelerine meşruiyet kazandırmak için yerli halkını "yamyam, tamtam" diye tanıttıkları da unutulmamalıdır. 

ASAM Başkanı Prof.Dr.Ümit Özdağ, El-Kaidenin ve Taliban rejiminin bilinçli ve sistemli şekilde ABD tarafından desteklendiğini vurgulamıştır. 

Eski MİT Daire Başkanı Prof.Dr.Mahir Kaynak ise: El-kaidenin bir örgüt değil, sadece hedef saptıran bir posta kutusu ve adres olduğunu açıklamıştır. 
Bu arada, "Böyle bütün örgütleri ABD ve İsrail'in kullandığını söylemek, Siyonizmi ve onun hizmetçisi ABD'yi asla yenilmez ve baş edilmez Kadiri mutlak 
bir güç olarak göstermek ve dolayısıyla milli ve haysiyetli diriliş hamlelerini kösteklemek ve cesaretlerini körletmek olmaz mı?" şeklinde bir soru da akla gelebilir. 

Hayır! Tam tersine Süper güç diye lanse edilen ABD ve İsrail siyonizmi eğer, ayakta kalabilmek için, son çare ve son ümit olarak bu gibi vahşi terör 
girişimlerine başvurmak ve El-Kaide gibi balon ve fason örgütlere sığınmak zorunda kalmışsa, bu siyonist süper canavarın çaresizliğinin ve can 
çekiştiğinin alametidir. 

Yukarıdaki iddianın aksine, "İslamcı Terör" iftirasına El-Kaide'yi adres ve merkez gösterme gayretleri, bütün müslümanları El-Kaide'ye ümit bağlamaya ve onu tek kurtuluş karargahı sanmaya yönlendirmektedir. 

Evet, güdülen şeytani amaç; eylem yapılan ülkeleri, ya İsrail'e, ya El-Kaide'ye yaklaşmaya mecbur etmektir. 

Hatırlayınız, Fas'taki Sinagog saldırısından sonra, yıllardır bozuk olan Fas-İsrail ilişkileri düzelmeye başlamıştır. 

Ve yine Riyad saldırıları sonrasında, Suud hükümet, El-Kaide ile görüşme kararı almıştır!?. 

Aylar önce SESAR'ın ortaya çıkardığı, ABD Ankara büyükelçisi Eric Edelman'in hazırladığı "Ortadoğu ve Kafkasları karıştırma ve Türkiye'yi bu batağa bulaştırma" planlarıyla, İstanbul'daki 4 saldırının ve sonrasının tıpatıp uygunluğu üzerinde niye hiç durulmamıştır. [8] 

   Alarko Yönetim Kurulu Başkanı İshak Alaton'un ve gazeteci Cengiz Çandar'ın aynı ağızla, Ariel Şaron'un açık oynamasını ve yanlış yapmasını eleştirmesi... 

İngiltere'nin bu bahane ile 2.dünya savaşından sonraki en geniş tedbirleri alıp, demokratik hak ve özgürlüklere kısıtlamalar getirmesi... 

Türkiye'nin başta İngiltere ve diğer AB ülkelerince tehlikeli bölge gösterilmesi... 

Türkiye'ye yapılacak ticari ve turistik gezilerin iptal edilmesi... Türk turistlere vize verilmemesi... 

Bush'un Güvenlik Danışmanı Bayan Rice'nin Ağustosun ilk haftasında "yakında ortadoğuda 22 devletin değiştirileceğini... 

Irak'ın ve Gürcistan'ın bölüneceğini... 

Bu tedbirler alınmazsa Türkiye de dahil bütün bölgenin fanatik müslümanların kontrolüne geçeceğini" söylemesi, [9] 

İngiltere'de yayınlanan ve Siyonist Rohtshildlerin güdümünde bulunan The Economist'in yan kuruluşu Economist Intelligence Unit'ın bu yılki Raporunda, 2004'te Türkiye'nin ekonomik krizler ve siyasi belirsizlikler içine gireceği kehanetini bildirmesi [10] ile, son İstanbul saldırıları ve İslamcı Terör safsataları arasındaki ilişkiler niye gözlerden saklanmaktadır? 

İstanbul'daki kanlı patlamaların hemen arkasından, İsrail Baş katili Şaron'un İtalya'da bütün Yahudileri İsrail'e çağırması, aksi halde güvende olmamakla 
korkutması... 

Ve yine, 800 bin Yahudinin yaşadığı Arjantin'de, Şaron'un bütün gayretlerine rağmen İsrail'e göç etmemesi üzerine, son günlerde onlara karşı saldırıların 
hız kazanması gibi çok açık gerçekler niye konuşulmamaktadır? 

Gürcistan'da Yahudi spekülatör Soros projeli ve CIA destekli bir halk ayaklanmasıyla, Türkiye ve Rusya ile iyi ilişkiler geliştiren Şevardnadze'yi deviren ve Siyonist kuklası olduğu ehlince bilinen Mihail Saakaşvili yönetimini Amerika ve Avrupa'nın hemen ve resmen tanımaları ve Şevardnadze'ye 
"Batı bize ihanet etti!.." demeye mecbur bırakmaları... 

Rusya ile Arabistan arasında tasarlanan 60-70 milyar dolarlık yatırım ve ticaret bağlantılarını... 

Rusya'nın İslam dünyasına yakınlaşmasını ve özellikle Şangay beşlisine katılan Türkiye ile ekonomik ve stratejik ilişkiler başlatmasını baltalamaya çalışmaları... 
Ve yine "Türkiye'ye karşı özellikle İran ve Suriye kaynaklı terör hazırlıkları konusunda istihbarat bilgileri aldıklarını" söyleyen batılı sahte dostlarımızın 
bu bilgileri hala bizimle paylaşmamaları [11] niye gündeme hiç taşınmamış ve son terör olaylarıyla bağlantısı tartışılmamıştır? 

Türkiye'yi Parçalamayı amaçlayan Sevr anlaşmasının, Milletimizden gizlenen maddeleri bir bir uygulamaya koyulmaya çalışılmaktadır. 

Madde 62: Kurulacak bir komisyon Irak'ın kuzeyinde Türkiye'nin ise güneyinde kürtlerin yoğun bulunduğu bölgelerin yerel özerkliğinin tanınmasını sağlayacaktır. 

Madde 63: Türk hükümeti yukarıdaki maddedeki komisyonun kararlarını 3 ay içinde tanıyacaktır. 

Madde 64: Bundan 1 yıl sonra kürtler, genel olarak bağımsız olmak isteyip birleşmiş Milletlere başvururlarsa, konsey de bu kararı onaylarsa Türkiye, 
bölgedeki bütün haklarından vazgeçip, burayı kürtlere bırakacaktır. 

Evet, işte bu sonuca ulaşmak ve kanuni alt yapısını hazırlamak üzere maalesef AKP ve CHP'nin iş birliği ile 4 Haziran 2003'te ikiz yasalar diye bilinen ve 
"Bütün halklar, kendi kaderlerini tayin hakkına sahiptir" maddesini içeren, uluslar arası anlaşma metni meclisten geçirilmiştir. 

Fransa bile, milli bütünlüğünü tehlikeye sokacağı gerekçesiyle bu maddeye şerh koymuşken, bizim Genel Kurmay yetkililerimizin bütün ısrarına rağmen, 
AKP hükümeti buna bile gerek görmemiştir. 

Bu arada meclis gündemine getirilen Yerel Yönetimler ve Kamu Personel tasarıları da bu bölünmeye zemin hazırlayacak girişimlerdir. 

7.Uyum paketleriyle MGK Genel Sekreterliğini işlevsiz hale getiren AKP, Meclise sevk ettiği tek maddelik bir tasarı ile de TSK'ya lojistik destek sağlayan 
ve (Ulusal Kriptoloji Enstitüsü) gibi milli ve gizli stratejiler üreten birimleri bünyesinde barındıran TÜBİTAK'ı siyasallaştırmak ve orduyu zor durumda 
bırakmak amacını taşıyan hıyanet odaklarının sinsi emellerine bilmeden hizmet etmektedir. 

Ülkemizde, milliyetçi sağcılığı ülkücüler ve MHP eliyle öldürten... Solculuk ve sosyal adalet ümidini Ecevit ve CHP eliyle söndürten güçler şimdi de İslamcılığı 
ve Milli şahlanışı AKP eliyle gömdürmek hevesindedir. 

ATO'nun açıkladığı "dünya ölçeği ve Türkiye gerçeği" raporuna göre 30 OECD ülkesi içerisinde: 

Teknolojik yenilik ve gelişim derecesinde ve Endüstriyel üretim büyüme endeksinde; 30'uncu (yani en sonuncu) İş verimliliği ve şirket güvenliği derecesinde; 29'uncu 

İhracatın milli gelire oranı kategorisinde; 26'ıncı Yabancı yatırımların Milli Gelire oranı sıralamasında 27'inci, yani her konuda hep en gerilerde bulunan, 
ATO Başkanı Sinan Aygün'ün ifadesiyle " AKP hükümetinin ve daha önce Türkiye'yi yönetip bu hale getirenlerin, aynası ve karnesi" olan bu acı sonuçları ve kötü gidişatı halkın gözünden saklayan marazlı medya, İslamcı terör soytarılıkları ve AB'ye katılma sayıklamaları ile toplumu oyalamaktadır. 

Oysa AKP'nin 1 yıllık iktidarında Türkiye'nin dış borcu yaklaşık 50 milyar dolar artmış ve ülkemiz beş basamak daha geriye kaymıştır. 

2004 bütçesi sözde 150 katrilyon olarak açıklanmıştır, 50'si açık, gerçekte 100 katrilyon kalmaktadır. Onun da 70 milyar doları borç faizine ve taksitlerine yatırılacaktır. 

AKP hala " AB'ye girip kurtulacağız " kuruntularıyla toplumu avutmaktadır. Bu hevesle Kıbrıs gözden çıkarılmış, Rum Loisuda'ya 1 milyon 150 bin Euroluk 
tazminat yatırılmış, böylece Kıbrıs'ı işgal ettiğimiz iddiasındaki Batı haklı çıkarılmıştır. 

Oysa, Eski Güney Kıbrıs Lideri Klerides bile: "Bugüne kadar Denktaş'la yapılan bütün görüşmelerde, kasıtlı olarak, getirilen hiçbir teklifi kabul etmemek ve asla taviz vermemek siyasetiyle, dünya kamuoyunda Türk tarafını "uzlaşmaz ve barışa yanaşmaz!" göstermeyi amaçladıklarını ve bunu başardıklarını 
açıkça söylemesine rağmen AKP yetkilileri hala 

Denktaş'ı yalnız bırakmakta, Hatta arkadan bıçaklamaktadır. 

AB'ye ne pahasına olursa olsun ille de girelim diyen AKP'nin ve arkasındaki güçlerin asıl hedeflerinin " Türk ordusunu her yönden zayıflatmak, ülkenin 
geleceği ve güvenliği konusundaki etkinliğini azaltmak... Kısaca sivilleşme ve demokratikleşme bahaneleriyle, milli ve haysiyetli tavrında direnen orduyu dağıtmak ve kurtulmak" olduğunu Fransa'nın solcuları bile artık yazıp konuşmaktadır. [12] 

Bizdeki Milli Derin Devlete Dikta, Amerika'daki Siyonist lobilere ise "Thing-Tank" diyen satılmışlar, şu anda Amerika'da Dic Cheny'nin karısının başında 
bulunduğu bir örgütün, kimlerin, hangi kütüphaneden hangi tür kitapları alıp okuduğundan... Hangi üniversite hocasının hangi hassas konularda neler 
konuştuğuna kadar, tek tek fişlediklerini ve insanların gece yarıları evlerini basıp karakollarda saatler, günler boyu sorguya çektiklerini niye unutmaktadır? 

Vurgun ve soygun kanserinin silahlı kuvvetlere kadar sirayet ettiğini... 

M.S.Bakanlığı Kalite Bölge Başkanı Albay Feridun Cengiz Seçkin''in 2 trilyon haksız servet edindiği tespit edilip, şimdi cezaevine girdiğini... 

M.S.B. İnşaat Daire Başkanlığında üst düzey yetkili bir çok albay, yarbay ve binbaşının tutuklanıp, görevlerinden el çektirildiğini... 

Müteahhit Nihat S.'nin G.K.Başkanlığına gönderdiği ihbar mektubunda, 25 Trilyonluk sahte fatura yolsuzluğuna bulaşan ve 20 kadar Fason şirket kurup, 
mütahitlere baskı yapan bir çeteyi ele verdiğini... 

D.K. Eski Komutanı Oramiral İlhami Erdil'nin emir subayı Yüzbaşı Yalçın K.nin işadamlarından bir milyon dolar rüşvet devşirdiğini ve tevkif edildiğini... 
Gölcük Donanma Komutanlığı Kurmay Başkanı Tümamiral Aydın Gürün ve diğer üst rütbeli subaylar hakkında, Askeri Savcı Saim Öztürk'ün, yolsuzluk 
davası açıp ifadelerini istediğini... 

Ve Silahlı Kuvvetlerde çok ciddi ve ümitlendirici bir temizlik operasyonuna girişildiğini, Gazeteci Nuh Gönültaş yazdı. [13] 

Ama AKP'nin Aydın Doğan'ın Şirketlerine yaptığı Trilyonluk kıyaklarla ilgili sorulara hala cevap çıkmadı... 

Terör olaylarına ve yolsuzluklara karşı, sadece askeri tedbirlerle başa çıkılamayacağı, bu konularda millet-devlet işbirliğine ve karşılıklı güvene mutlaka ihtiyaç duyulduğu bilinmesine rağmen, AKP İktidarı bu güveni sarsan başörtüsü ve İmam-Hatip meselesi gibi konularda hala ciddi, cesaretli ve çözüm 
üretici hiçbir adım atmamış, " Konsensüs, toplumsal uzlaşma" gibi cilalı kavramlara sığınarak ve sanki muhalefet kendi iktidar ortağıymış gibi davranarak her sorunu sürüncemeye bırakmıştır. 

AKP'nin Akıl Hocalarından Prof. Hayrettin Karaman bile bu gidişe isyan edip " İktidara mektup" yazmak ve uyarmak zorunda kalmıştır. [14] 

Kısaca bu hükümet ve bu zihniyetlerle, ne terörle mücadelede başarılı olmak ne de ekonomik sorunlardan kurtulmak imkansızdır. 

Sonuç olarak: 

İsrail Siyonizmi ve onun güdümündeki Haçlı Emperyalizmi, kendisini masum tanıtmak ve meşruiyet kazanmak için, uzun yıllar korkulu düşman olarak 
gösterdiği Komünizmin yerine, şimdi artık İslam'ı koymuş bulunmaktadır. 

Batının zulmünden ve sömürüsünden haklı bir nefret duyan bazı müslüman grupların tepki ve taleplerini istismar ve suiistimal ederek bunları şiddet ve 
hiddete yönlendiren ve dönüp bunları bahane göstererek, kendi vahşi eylemlerini müslümanlara yükleyen de bunlardır. 

Bu küresel çeteye gönüllü hizmet edecek köle ruhlu müslüman tipini, siyonizm ve emperyalizmle uyumlu teslimiyet zihniyetini, "Ilımlı İslam" diye yerleştirmek ve bu İslam aksesuarlı sömürü saltanatını yürütmek üzere "Radikal İslam" veya "İslam'i Terör" korkusuyla müslümanları sindirmek için, her ikisini de, yani ılımlısını da, radikalini de aynı odaklar uydurup, kullanmaktadır. 

Bir zamanlar, sağcılara karşı solcuları, kapitalizme karşı komünizmi koyan ve tahtaravelli gibi oynatan da bunlardı... 

Bu nedenle öyle "Ayaklarımın altında ezerim!.. Dünyayı onlara dar ederim!" gibi efelenmelerle veya "Ahirette cezasını çeksinler!" gibi beddua etmelerle, 
terörle mücadele edilmez! 

Teröre tehdit savurmak, meydan okumak, acemiliktir,cahilliktir... Çünkü terör; orduları, silahları, saldırı sahaları, ortaya çıkacağı zamanı ve mekanı belli 
olmayan bir düşmandır. 

Ve hele, hala KADEK'i özgürlük savaşçısı gören Avrupa'ya ve hala Güney sınırımızı kabul etmeyen Amerika'ya güvenerek, terörü ezeceğini söyleyenlere, 
kargalar bile kahkaha atmaktadır. 

Çünkü ABD ve AB destekli PKK'nın şu anda sınırlarımızdan içeriye korkunç miktarda C3 ve C4 patlayıcıları sokmakta olduğunu ASAM Başkanı Prof. Ümit Özdağ Star TV. Kırmızı Koltuk Programında açıklamıştır. [15] 

Amaç büyük eylemlerle panik yaratmak, hükümeti APO'yu serbest bırakmaya zorlamak ve Eric Edelmen'nin kehanetiyle " hapisten çıkartılan ve yıldızı 
parlatılan yeni liderleri iktidara taşımaktır. 

Terörün Dini Yoktur " iddiaları da doğruyu yansıtmamaktadır. 

Çünkü Terörün dini vardır: 
Terörün Dini Siyonizm'dir. 
Terörün Tanrısı Şeytan'dır. 
Bu günkü Peygamberi de Şaron'dur! 
Bu Şeytan Şebekesiyle boğuşmak ve başa çıkmak, 
Çoluk Çocuk işi değildir. 

DİPNOTLAR;

[1] Maide:32 
[2] 30-11-2003 Tercüman 
[3] 30-11-2003 Umur Talu /Sabah 
[4] 2-Aralık-2003 Milli Gazete 
[5] 02.12.2003 Melih Aşık.Milliyet 
[6] 01.12.2003.Radikal 
[7] Vatan Gazetesinin haberi 2 12 2003 
[8] Bak:Milli Gazete.15.11.2003 
[9] 28.11.2003 Güler Kömürcü.Akşam 
[10] 23.11.2003.Osman Ulagay.Milliyet 
[11] 28.11.2003.Zülfikar Doğan.Akşam 
[12] Mine G. Kırıkkanat Radikal 23.11.2003 
[13] 28.11.2003 Tercüman 
[14] Bak. Yeni Şafak 
[15] 2.12.2003 Salı akşamı 


***

TERÖRÜN DİNİ ?!... BÖLÜM 1

TERÖRÜN DİNİ ?!...  BÖLÜM 1



OCAK 2004 - Milli Çözüm Dergisi 
Yazar Ahmet AKGÜL 
01 Ocak 2004 

Terör: 

    İhtilalci grupların giriştikleri şiddet hareketlerinin tümüne denir. Özellikle Fransız Devrimi sırası ve sonrasında oluşturulan anayasa Meclisine ve Birinci Konvansiyona karşı yapılan anarşik hareketler terör olarak isimlendirilmiştir. 

Terör, insanlık tarihi boyunca çok farklı amaçlar taşıyan ve değişik metot ve araçlar kullanan, sindirme hareketleri olarak süregelmiştir. 

Bir toplumda kuşku ve korku dalgası oluşturarak, huzur ve güven ortamını sarsmak... Mevcut hükümet ve sistemden ümit kesen halk kesimlerini kendi 
yönetim ve denetimi altına girmeye mecbur bırakmak hedefini güden terör eylemleri, 2.Dünya Savaşından sonra iyice yaygınlaştı. 1970'li yıllarda ise 
tamamen azgınlaştı. Genellikle dünyaya hakimiyet kurmak isteyen küresel çetelerin (Siyonizmin ve Emperyalizmin) iyice zayıflatmak ve kendisine bağımlı 
kılmak istediği ülkelerde terör odaklarını CIA, MOSSAD, KGB gibi istihbarat birimleri eliyle kurup kullandığı ortaya çıkmıştır. 

Türkiye'mizde faşist sağcılık, komünist solculuk, bölücü kürtçülük akımları bunlardandır. 

1970-1980 arası ülkemizi kan gölüne çeviren sağ-sol kavgaları; 1977'de 35 kişinin öldürüldüğü 1 Mayıs olayları, 1 Nisan 1978'de Belediye Başkanı Hamido'nun paketli bomba ile öldürülmesi üzerine patlayan kanlı Malatya kargaşaları, 9 Ekim 1978'deki 10 kişinin kurşuna dizildiği Ankara Bahçelievler katliamları, 22-24 Aralık 1978 Kahramanmaraş'ta 110 kişinin öldürüldüğü iç savaş senaryoları ve 1980 sonrası Kürtçü bölücü PKK'nın binlerce masum cana mal onan vahşi kıyımları ve daha sonra kürtçü-islamcı kılıflı Hizbullah'ın acımasız cinayet dosyaları, hafızalarımıza kazınan terör hatıralarıdır. 

Milli birliğimizi ve dirliğimizi dinamitleyen bütün bu acı ve yıkıcı süreçte hem sağ-sol terörüne, hem Hizbullah cinayetlerine katılan İmam-Hatip çıkışlıların 
sayısı, diğer okul mezunlarının yüzde birinden az olması, açık bir gerçek olarak ortadayken, buna rağmen din eğitimi almış herkesi "teröre teşne insan" gibi 
gösterme gayretleri, şeytana hizmetkarlıktır. 

   Fransızca, yıldırma, usandırma, kargaşa çıkarma anlamına gelen terörün, en tehlikeli ve etkili diğer bir biçimi de, " Devlet Terörü " dür. 

Bir hükümetin, kendi muhaliflerini sindirmek veya kurulu sistemin tabulaştırılmış ideolojilerini sürdürmek ve aykırı sesleri kesmek üzere, ordu, polis, yargı 
gibi devlet güçlerini kullanarak uyguladığı resmi ve siyasi, ama sinsi bir terör uygulaması, maalesef ülkemizin ve milletimizin çok çektiği ve hala çekmeye 
devam ettiği bir talihsizliktir. 

   Milli ve yerli değerlerimize sahip çıkan, ilmi ve insani gerçekleri savunan ve halkı şuurlandırarak, siyonist sömürü çarkına çomak sokanları, devre dışı 
bırakmak üzere üç ihtilal yapılması, 4. partisinin kapatılması, Cumhuriyet tarihinin en hayırlı ve başarılı iktidarının yıkılması, defalarca siyasetten 
yasaklanması, bunlar da yetmeyince, haksız ve dayanıksız bahanelerle ve bağrındaki münafıkların hile ve hıyanetleriyle çeşitli cezalara çarptırılması, 
bunun en taze ve yürek ezen örnekleridir... 

Ve tabi, Atatürk'ün de, büyük devrimi öncesi idama mahkum edildiğini, apoletlerinin sökülüp bütün resmi yetkilerinin elinden alındığını, ama bütün bunlara rağmen, Milleti arkasına alarak imkansız olanı başardığını da hatırlatmamız gerekir. 

Evet işte herkesin bildiği ve yakından takip ettiği BOTAŞ yolsuzluk davasında, sanıkların suçu sabit görülüp, her birine 1 yıl 2 ay hapis ve 2 milyon para cezası veriliyor. Ve bu suçları tekraren işlediklerinden cezaları arttırılıyor. Ancak, iyi halleri göz önüne alınarak, hapis cezaları paraya çevriliyor ve toplam 6 milyon 46 bin lira ile kurtuluyor. 

Ama Erbakan Hoca'nın kasıtlı davası hem de yetkisiz bir mahkeme tarafından, 2 yıl hapis kararıyla sonuçlanıyor ve onaylanıyor. 

Yani devleti defalarca ve 90 trilyon soyanlara, 6 milyon para cezası... Ama RP'ye devletin kendi verdiği 1 trilyonun harcanmasında güya usulsüz yapılmış 
iddiasına, 2 yıl hapis reva görülüyor!? 

Evet, birileri Türkiye'yi karıştırıyor ve terörü teşvik ediyor, insanları kışkırtıyor, ama Milli Görüşçüler, bu fitne ve fesatlıklara tevessül ve tenezzül etmiyor. 
Milli ve haysiyetli bir diriliş, direniş ve devrim bekleniyor!.. 

Bütün göstergeler İstanbul'da Sinagok'a ve İngiliz Bankasına yönelik terör saldırılarında "Küresel Çete" (ABD'deki siyonist güçler ve İsrail) tarafından 
yapıldığını akla getirmesine rağmen, malum ve mel'un güçler ve işbirlikçileri ısrarla "İslami Terör" kavramını kullanmaya devam ediyorlar. 

" Katlettiği bir cana karşılık olmaksızın, veya yeryüzünde (ve ülkesinde) yaptığı anarşi ve fesadı önleme amacı taşımaksızın, kim bir kişiyi (haksız yere) 
öldürürse, sanki bütün insanları öldürmüş gibi olur" [1] diyen bir merhamet ve fazilet dini olan islamı "terörün kaynağı", müslümanları da "potansiyel terörist" 
göstermeye çalışan bu azgınlar, sanki islama saldırmak için böyle bir bahane bekliyorlarmış gibi davranıyorlar. 

Evet her din mensubu, yozlaştırılarak ve beyni yıkanarak terörist yapılabilir. Kimliğinde müslüman yazan her hangi bir insanda her günaha girebileceği gibi, 
anarşist de olabilir. 

İslam tarihinde meşhur Hasan Sabbah'ın esrarkeş fedaileri, daha önce sahabeyi katletmeyi mubah, bir kuş öldürmeyi ise büyük günah sayan ve bizdeki Hizbullahçılar ı çok andıran Hariciler gibi teröristler de çıkagelmiştir. 

Bunların benzeri ve çok daha beteri, Hıristiyanlar, Yahudiler ve diğer dinler içerisinde de görülmüştür ve İngiltere-İrlanda arasında okul çocuklarını bile 
hedef alan mezhep katliamları hala devam etmektedir. 

Ancak, bütün bunlar bahane edilerek Hrıstiyan terörizmi, Yahudi terörizmi demek ne kadar haksız ve yanlışsa, "İslam Terörü" de o kadar insafsızdır ve kasıtlıdır. 

   Emperyalizm ve siyonizm ise Yahudilik ve Hrıstiyanlıktan başka bir şeydir. Ne var ki bu tür terör eylemlerine genel bir ifade olarak "Dini Terör" demek belki 
münasip olabilir... 

Fakat eski YÖK Başkanı Kemal Gürüz'ün Çukurova Üniversitesi kuruluş yıldönümü törenleri için gittiği Adana'da "Radikal İslam, İslamdır!?" diyerek, İslam'ı terörün tarlası gibi göstermesi, içindeki gayzın ve garazın bir ifadesidir. 

Halbuki on binlerce Yahudi'yi yakan Hitler müslüman değildi. 

Milyonların katilleri Stalin ve Lenin müslüman değildi. 

Amerika'ya yerleşirken, yüz binlerce Kızılderiliyi soykırıma uğratanlar müslüman değildi. Bugün bile zenci ve Asya kökenli vatandaşlarını copla dövüp öldüren polisler müslüman değildi. 

Daha birkaç sene önce yüz binlerce Boşnak müslümanı kurşuna dizen Sırplar müslüman değildi. 

Filistin halkının yarısını acımasızca öldüren, yarısını sürgüne gönderen siyonist caniler müslüman değildi. 

Yazar, Nuh Gönültaş'ın dediği gibi: 

Dünyanın tanıdığı en vahşi kanlı krallar, Kazıklı Voyvodalar, toplu soykırımcılar müslüman değildi!... 

Japonya'ya atom bombası atıp milyonları canlı canlı kavuranlar, Sabra ve Şatilla katliamlarını yapıp şimdi başbakan olanlar, hangi dindendi? [2] 

   Üstelik, İstanbul'daki kanlı eylemin tetikçilerinin irtibatlı bulunduğu ileri sürülen El-Kaide'nin, Amerika'nın kurup kullandığını artık herkes bilmekteydi. 
Ve hatta ABD'nin Afganistan'a yerleşmesinden sonra Afyon üretiminin tam üç kat artması dikkat çekmekteydi. 

   Ama bazı yazar ve yorumcu bozuntuları, taşı atanı görmezlikten gelip, atılan taşın peşinden koşan zavallı mahluklar gibi, ille de tetikçilerin ve onların 
bağlı bulunduğu dinin-İslamiyet'in üzerine gitmekteydi... 

Tarhan Erdem, NTV'deki bir söyleşide "Terörün tırmanmasını ve uygun ortam bulmasını, Kenan Evren'in din eğitimini mecbur hale getirmesine bağlayacak" 
kadar doğruları eğriltmekteydi... 

Oysa hatırlayınız, Hizbullah'ın öldürülen son lideri Sülhaddin Ürük bile, müslüman değil ermeniydi... 

Ve yine maalesef Show'da Cüneyt Arcayürek'le söyleşen Tüncay Özkan; sonunda: "Ezher mezunlarının bir kısmı hala resmi görevlerde... 

Bunlar tespit edilip temizlenmeli" anlamında laflar ederek, Kurani ve İslami eğitimden geçmiş herkesi anarşiye müsait ve terörist gösterme insafsızlığına 
düşmekteydi... 

Ve hele CHP'lilerin, Siyonist güdümlü CIA'nın ürettiği: 

" İslam=Terör, Müslüman = Terörist " formülünü, herkese kabul ettirmek ve resmileştirmek yolundaki gayretleri vicdan ehlini iğrendirmekteydi... 

Bütün bu talihsiz gelişmeler karşısında, AKP hükümeti de tamamen kemiksiz, kimliksiz ve renksiz bir tavır sergilemekteydi... Ve maalesef İslama ve 
müslümana yapılan iftira ve iddialara bahane olabilecek yanlışlar içindeydi... 

Güya PKK'lıları dağdan indirmek hevesiyle "Eve Dönüş Yasası"nı meclise getirdi... Hizbullah ve İbda-C hayranı AKP milletvekillerinin önergeleri sonucu, 
bunlar da af kapsamına alındı ve cezaevlerinden salındı.. 

Ardından Emniyet Teşkilatında ve hele İstanbul'da, Terör, yolsuzluk ve kaçakçılıkla mücadelede deneyimli ve başarılı üst düzey personel, pasif görevlere dağıtıldı... 

Özellikle son bir yılda, müslüman halkların ve İslam dünyasının Türkiye'ye kırgınlığını kızgınlığa dönüştürecek tamamen İsrail yanlısı ve Amerikan bağımlısı 
politikalar uygulandı... 

İstanbul saldırılarının El-Kaide tarafından ve dini düşüncelerle yapıldığını peşinen kabullenerek, dış güçlerin amacına aracılık yaptı, arkasından da "İslam'la 
terörü birlikte dillendirmek kanımıza dokunuyor" cinsinden ucuz kahramanlıklara ve riyakarlıklara sığınıldı... 

Bütün bu yanlışları, AKP yetkililerine, acaba hangi güçler yaptırmaktaydı?. 

Rusya Devlet Başkanı Putin bile "Irak'ın haksız işgalinde, ABD'yi desteklemek aptallıktır!" demesine rağmen bazılarını hangi gebelikler Amerika'ya mecbur 
ve mahkum bırakmaktaydı? 

Eski ABD Başkanı Jimmy Carter dahi, George Bush'un, Ortadoğudaki yanlış politikalarıyla, Dünya Barışına zarar verdiğini haykırmaktaydı... 

Clinton'un eşi senatör Hillary: "teknoloji gücü ve silah üstünlüğüyle Irak'ı işgal ettiklerini, ama halka huzur ve güven veremediklerini, ve gönüllerine 
giremediklerini, bu yenilgiden kurtulmak için Türkiye'yi yanlarına çekmeleri gerektiğini" açıklamaktaydı. 

Irak'taki işgalci teröristlerin İstanbul olaylarından sonra, Samara'da bir gece baskınında 50 sünni ve savunmasız müslümanı katletmeleri, bir intikam 
havası taşımaktaydı. 

Zaten ABD Savunma Bakan Yardımcısı siyonist ve terörist Wolfowitz İstanbul saldırılarının hemen arkasından, "Bu olay bizi Türkiye'ye yaklaştırdı. 
Artık kan kardeş olduk, aramızda kan bağı oluştu", Bush ise: 

" Artık Türkiye de, terörle mücadelede hedef ve cephe ülke konumundadır" mesajını yayınlamıştı!? [3] 

Ve ilginçtir, İstanbul saldırıları ile 11 Eylül Amerikan olayları şaşırtıcı bir biçimde benzerlikler arz ediyordu. 

İsrail Başbakanı Ariel Şaron'un, çok önceden planlanan ve önemle hazırlıkları yapılan ABD ziyaretini, sürpriz bir şekilde iptal etmesinden, intihar dalışı 
yaptığı söylenen 11 kişiden 7 sinin hala Mısır ve Arabistan'da pilotluk görevini yürütmesinden... Çelik ve beton blokları eriten korkunç yangından, teröristlerin 
sapasağlam kimliklerinin çıkarılıp kamuoyuna gösterilmesinden... 

Kuledeki 4 bin Yahudinin nasıl oluyorsa, o gün toptan işyerine gitmemesinden... 

Ve dahi, İstanbul'da intihar bombacısı Gökhan Elaltuntaş'ın 15 gün önce kaybolup yenisi çıkarıldığı halde, paramparça olmuş ve yanmış cesedinden, 
hem de kaybolduğu bilinen eski kimliğinin sapasağlam çıkarılıp basına verilmesine kadar nice benzerlikler sırıtıyordu... 

Olayın hemen ardından El-Kaide bağlantısı ve İslami Terör saplantısı ise gizli güçlerin kirli emellerini ele veriyordu.. 

Arapça yayın yapan bir TV.programına Milli Gazete yazarı Ömer Korkmaz'la birlikte katılan Mısır eski İstihbarat Daire Başkanı Fuat Allan

" El-Kaide örgütü bitik bir durumdadır. Eğer gücü olsaydı, Afganistan'da ve çok daha güçlü tabana sahip Pakistan'daki, Amerikan hedeflerine bir eylem yapardı. Usame Bin Ladin, kendi hayatını zor korumaktadır. İstanbul saldırılarını El-Kaide'ye mal etmek, olayı çarpıtmaktır. 

Bu olaydan, İsrail kokusu yayılmaktadır. Çünkü İsrail, dünyada sarsılmış bulunan kredisini kurtarmaya çalışmakta ve mağdur rolü oynamaktadır. 
Geçmişte Mısır'da Kral Davut Otelini bombalayıp 18 Yahudiyi öldürenlerin de, MOSAD ajanları olduğu kesinlikle ispatlanmıştır". [4] 

İran sınırında yakalanan Yusuf Polat, intihar eylemcilerine: " Sen arabayı filan yere park edip uzaklaş" dendiğini, ama bomba yüklü arabaların, sürücülerle 
birlikte uzaktan kumanda ile infilak ettirildiğini söyledi". 

Ve yine aynı şahıs: " Biz ilk gün Amerikan hedeflerine de saldırılar planlanmış ve her türlü hazırlığı tamamlamıştık. Ama ne olduysa bunlar gerçekleşmedi. 
Her halde polisler bunları yakaladı!?." şeklinde laflar etti. 

İyi de, bu ABD hedeflerine katılan eylemciler kimdi?.. Polise yakalanmışlarsa diğer eylemler niçin önlenemedi? 

Gerçekten polis kayıtlarına böyle bir olay geçti mi? Yoksa Yusuf Polat'a hazır senaryolar mı söyletildi?.. 

Üstelik, bin türlü tantana ile Suriye'de yakalanıp getirilen ve orada dini eğitim gören çoğu çocuk 20 kişi suçsuz bulunup salıverildi?!.. 

Bu zavallı oldukları her halinden belli olan beyni yıkanmış kişiler, ölen konsolos Şort'un İngiliz Gizli Servisinin çok önemli bir elemanı ve özellikle Ortadoğu ve İslam üzerine strateji uzmanı ve sicilli bir Müslüman düşmanı olduğunu, ancak Bush ve Şaron yönetimleriyle ters düşüp bozuştuğunu nereden biliyorlardı? 

İstanbul saldırılarını gerçekleştiren tetikçiler, aynı gün Londra'da Bush'a karşı çok büyük çaplı bir protesto gösterileri yapılacağını, bu eylemler olunca 
dikkatleri başka yöne çekilen ve panikleyen kimseler yüzünden bu toplantının sönük kalacağını nasıl hesaplamışlardı? 

İnternette "ABD'nin en büyük müttefiği El-Kaide" başlıklı yorumunda Rızvan Enver, bugüne kadar El-Kaidenin kendisine isnat edilen hiçbir eylemi kabul etmediğini, bunun da El-Kaide için öne sürülen amaçlara uygun düşmediğini yazdı. [5] 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,

***