Ahmet AKGÜL etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Ahmet AKGÜL etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

13 Haziran 2019 Perşembe

TERÖRÜN DİNİ ?!... BÖLÜM 2

TERÖRÜN DİNİ ?!...  BÖLÜM 2


OCAK 2004 - Milli Çözüm Dergisi 
Yazar Ahmet AKGÜL 
01 Ocak 2004 

"İslami Terör" yaftası ve yalanıyla, tüm ortadoğunun, İslam Dünyasının ve Asyanın işgal ve kontrol altına alınmak istendiğini... 

Irak'tan sonra Suriye ve İran'a saldırıya geçileceğini ve ardından Yugoslavya misali asıl Türkiye'nin bölüneceğini, yunanlı Gazeteci Haris Mavromatis 
bile biliyor ve yazıyordu da, bizim etkili ve yetkili başlarımız uyuyorlar mıydı? [6] 

Türk Medyası denen bazı basın ve yayın Mafyasının, ABD'nin ve İsrail'in borazanı gibi davranması ve "İslamcı Terör" havasını yayması, satılmışlık gereği mi, 
yoksa tarafsızlık icabı mıydı? 

Bütün bunlar açıkça teröristleri Türkiye'ye davet etmek ve ülkemizi terör üssü ve hedefi haline getirmek ve dış güçlere hizmet etmek değil midir? 

"İslamcı terör" senaryosunda, figüran soytarılığını oynayan kuklalar, niye bugüne kadar bir kere olsun on binlerin katilleri için "Hıristiyancı terör" veya 
"musevici terör" kelimesini kullanmadılar? 

Bütün müslümanları potansiyel terörist ilan eden yayınlar maalesef etkisini göstermeye başladı. 

İstanbul seferini yapan uçakta 7 Türk yolcu namaz kılmaya başlayınca, telaşa kapılan pilot "terör alarmı ile uçağı geri döndürdü. 

Bu Türk yolcuların 2,5 saat poliste sorgulanmasının ardından uçak yeniden havalandı..." [7] 

11 Eylüldeki ikiz kule saldırıları ile küresel terör evrensel bir konum kazanmış ve İslamcı terör sıfatıyla bütün müslümanlar hedef tahtası yapılmıştır. 

Batı Medeniyeti etiketli Amerikan emperyalizminin ve İsrail siyonizminin dünya hakimiyeti sevdasıyla, Ortadoğuya ve İslam alemine yönelik dayatmalarına 
karşı çıkan bütün müslümanları "tehlikeli terörist" göstererek, işgal ve sömürülerine haklılık kazandırılmaya çalışılmaktadır. 

Daha önceleri Afrika'yı sömürmelerine meşruiyet kazandırmak için yerli halkını "yamyam, tamtam" diye tanıttıkları da unutulmamalıdır. 

ASAM Başkanı Prof.Dr.Ümit Özdağ, El-Kaidenin ve Taliban rejiminin bilinçli ve sistemli şekilde ABD tarafından desteklendiğini vurgulamıştır. 

Eski MİT Daire Başkanı Prof.Dr.Mahir Kaynak ise: El-kaidenin bir örgüt değil, sadece hedef saptıran bir posta kutusu ve adres olduğunu açıklamıştır. 
Bu arada, "Böyle bütün örgütleri ABD ve İsrail'in kullandığını söylemek, Siyonizmi ve onun hizmetçisi ABD'yi asla yenilmez ve baş edilmez Kadiri mutlak 
bir güç olarak göstermek ve dolayısıyla milli ve haysiyetli diriliş hamlelerini kösteklemek ve cesaretlerini körletmek olmaz mı?" şeklinde bir soru da akla gelebilir. 

Hayır! Tam tersine Süper güç diye lanse edilen ABD ve İsrail siyonizmi eğer, ayakta kalabilmek için, son çare ve son ümit olarak bu gibi vahşi terör 
girişimlerine başvurmak ve El-Kaide gibi balon ve fason örgütlere sığınmak zorunda kalmışsa, bu siyonist süper canavarın çaresizliğinin ve can 
çekiştiğinin alametidir. 

Yukarıdaki iddianın aksine, "İslamcı Terör" iftirasına El-Kaide'yi adres ve merkez gösterme gayretleri, bütün müslümanları El-Kaide'ye ümit bağlamaya ve onu tek kurtuluş karargahı sanmaya yönlendirmektedir. 

Evet, güdülen şeytani amaç; eylem yapılan ülkeleri, ya İsrail'e, ya El-Kaide'ye yaklaşmaya mecbur etmektir. 

Hatırlayınız, Fas'taki Sinagog saldırısından sonra, yıllardır bozuk olan Fas-İsrail ilişkileri düzelmeye başlamıştır. 

Ve yine Riyad saldırıları sonrasında, Suud hükümet, El-Kaide ile görüşme kararı almıştır!?. 

Aylar önce SESAR'ın ortaya çıkardığı, ABD Ankara büyükelçisi Eric Edelman'in hazırladığı "Ortadoğu ve Kafkasları karıştırma ve Türkiye'yi bu batağa bulaştırma" planlarıyla, İstanbul'daki 4 saldırının ve sonrasının tıpatıp uygunluğu üzerinde niye hiç durulmamıştır. [8] 

   Alarko Yönetim Kurulu Başkanı İshak Alaton'un ve gazeteci Cengiz Çandar'ın aynı ağızla, Ariel Şaron'un açık oynamasını ve yanlış yapmasını eleştirmesi... 

İngiltere'nin bu bahane ile 2.dünya savaşından sonraki en geniş tedbirleri alıp, demokratik hak ve özgürlüklere kısıtlamalar getirmesi... 

Türkiye'nin başta İngiltere ve diğer AB ülkelerince tehlikeli bölge gösterilmesi... 

Türkiye'ye yapılacak ticari ve turistik gezilerin iptal edilmesi... Türk turistlere vize verilmemesi... 

Bush'un Güvenlik Danışmanı Bayan Rice'nin Ağustosun ilk haftasında "yakında ortadoğuda 22 devletin değiştirileceğini... 

Irak'ın ve Gürcistan'ın bölüneceğini... 

Bu tedbirler alınmazsa Türkiye de dahil bütün bölgenin fanatik müslümanların kontrolüne geçeceğini" söylemesi, [9] 

İngiltere'de yayınlanan ve Siyonist Rohtshildlerin güdümünde bulunan The Economist'in yan kuruluşu Economist Intelligence Unit'ın bu yılki Raporunda, 2004'te Türkiye'nin ekonomik krizler ve siyasi belirsizlikler içine gireceği kehanetini bildirmesi [10] ile, son İstanbul saldırıları ve İslamcı Terör safsataları arasındaki ilişkiler niye gözlerden saklanmaktadır? 

İstanbul'daki kanlı patlamaların hemen arkasından, İsrail Baş katili Şaron'un İtalya'da bütün Yahudileri İsrail'e çağırması, aksi halde güvende olmamakla 
korkutması... 

Ve yine, 800 bin Yahudinin yaşadığı Arjantin'de, Şaron'un bütün gayretlerine rağmen İsrail'e göç etmemesi üzerine, son günlerde onlara karşı saldırıların 
hız kazanması gibi çok açık gerçekler niye konuşulmamaktadır? 

Gürcistan'da Yahudi spekülatör Soros projeli ve CIA destekli bir halk ayaklanmasıyla, Türkiye ve Rusya ile iyi ilişkiler geliştiren Şevardnadze'yi deviren ve Siyonist kuklası olduğu ehlince bilinen Mihail Saakaşvili yönetimini Amerika ve Avrupa'nın hemen ve resmen tanımaları ve Şevardnadze'ye 
"Batı bize ihanet etti!.." demeye mecbur bırakmaları... 

Rusya ile Arabistan arasında tasarlanan 60-70 milyar dolarlık yatırım ve ticaret bağlantılarını... 

Rusya'nın İslam dünyasına yakınlaşmasını ve özellikle Şangay beşlisine katılan Türkiye ile ekonomik ve stratejik ilişkiler başlatmasını baltalamaya çalışmaları... 
Ve yine "Türkiye'ye karşı özellikle İran ve Suriye kaynaklı terör hazırlıkları konusunda istihbarat bilgileri aldıklarını" söyleyen batılı sahte dostlarımızın 
bu bilgileri hala bizimle paylaşmamaları [11] niye gündeme hiç taşınmamış ve son terör olaylarıyla bağlantısı tartışılmamıştır? 

Türkiye'yi Parçalamayı amaçlayan Sevr anlaşmasının, Milletimizden gizlenen maddeleri bir bir uygulamaya koyulmaya çalışılmaktadır. 

Madde 62: Kurulacak bir komisyon Irak'ın kuzeyinde Türkiye'nin ise güneyinde kürtlerin yoğun bulunduğu bölgelerin yerel özerkliğinin tanınmasını sağlayacaktır. 

Madde 63: Türk hükümeti yukarıdaki maddedeki komisyonun kararlarını 3 ay içinde tanıyacaktır. 

Madde 64: Bundan 1 yıl sonra kürtler, genel olarak bağımsız olmak isteyip birleşmiş Milletlere başvururlarsa, konsey de bu kararı onaylarsa Türkiye, 
bölgedeki bütün haklarından vazgeçip, burayı kürtlere bırakacaktır. 

Evet, işte bu sonuca ulaşmak ve kanuni alt yapısını hazırlamak üzere maalesef AKP ve CHP'nin iş birliği ile 4 Haziran 2003'te ikiz yasalar diye bilinen ve 
"Bütün halklar, kendi kaderlerini tayin hakkına sahiptir" maddesini içeren, uluslar arası anlaşma metni meclisten geçirilmiştir. 

Fransa bile, milli bütünlüğünü tehlikeye sokacağı gerekçesiyle bu maddeye şerh koymuşken, bizim Genel Kurmay yetkililerimizin bütün ısrarına rağmen, 
AKP hükümeti buna bile gerek görmemiştir. 

Bu arada meclis gündemine getirilen Yerel Yönetimler ve Kamu Personel tasarıları da bu bölünmeye zemin hazırlayacak girişimlerdir. 

7.Uyum paketleriyle MGK Genel Sekreterliğini işlevsiz hale getiren AKP, Meclise sevk ettiği tek maddelik bir tasarı ile de TSK'ya lojistik destek sağlayan 
ve (Ulusal Kriptoloji Enstitüsü) gibi milli ve gizli stratejiler üreten birimleri bünyesinde barındıran TÜBİTAK'ı siyasallaştırmak ve orduyu zor durumda 
bırakmak amacını taşıyan hıyanet odaklarının sinsi emellerine bilmeden hizmet etmektedir. 

Ülkemizde, milliyetçi sağcılığı ülkücüler ve MHP eliyle öldürten... Solculuk ve sosyal adalet ümidini Ecevit ve CHP eliyle söndürten güçler şimdi de İslamcılığı 
ve Milli şahlanışı AKP eliyle gömdürmek hevesindedir. 

ATO'nun açıkladığı "dünya ölçeği ve Türkiye gerçeği" raporuna göre 30 OECD ülkesi içerisinde: 

Teknolojik yenilik ve gelişim derecesinde ve Endüstriyel üretim büyüme endeksinde; 30'uncu (yani en sonuncu) İş verimliliği ve şirket güvenliği derecesinde; 29'uncu 

İhracatın milli gelire oranı kategorisinde; 26'ıncı Yabancı yatırımların Milli Gelire oranı sıralamasında 27'inci, yani her konuda hep en gerilerde bulunan, 
ATO Başkanı Sinan Aygün'ün ifadesiyle " AKP hükümetinin ve daha önce Türkiye'yi yönetip bu hale getirenlerin, aynası ve karnesi" olan bu acı sonuçları ve kötü gidişatı halkın gözünden saklayan marazlı medya, İslamcı terör soytarılıkları ve AB'ye katılma sayıklamaları ile toplumu oyalamaktadır. 

Oysa AKP'nin 1 yıllık iktidarında Türkiye'nin dış borcu yaklaşık 50 milyar dolar artmış ve ülkemiz beş basamak daha geriye kaymıştır. 

2004 bütçesi sözde 150 katrilyon olarak açıklanmıştır, 50'si açık, gerçekte 100 katrilyon kalmaktadır. Onun da 70 milyar doları borç faizine ve taksitlerine yatırılacaktır. 

AKP hala " AB'ye girip kurtulacağız " kuruntularıyla toplumu avutmaktadır. Bu hevesle Kıbrıs gözden çıkarılmış, Rum Loisuda'ya 1 milyon 150 bin Euroluk 
tazminat yatırılmış, böylece Kıbrıs'ı işgal ettiğimiz iddiasındaki Batı haklı çıkarılmıştır. 

Oysa, Eski Güney Kıbrıs Lideri Klerides bile: "Bugüne kadar Denktaş'la yapılan bütün görüşmelerde, kasıtlı olarak, getirilen hiçbir teklifi kabul etmemek ve asla taviz vermemek siyasetiyle, dünya kamuoyunda Türk tarafını "uzlaşmaz ve barışa yanaşmaz!" göstermeyi amaçladıklarını ve bunu başardıklarını 
açıkça söylemesine rağmen AKP yetkilileri hala 

Denktaş'ı yalnız bırakmakta, Hatta arkadan bıçaklamaktadır. 

AB'ye ne pahasına olursa olsun ille de girelim diyen AKP'nin ve arkasındaki güçlerin asıl hedeflerinin " Türk ordusunu her yönden zayıflatmak, ülkenin 
geleceği ve güvenliği konusundaki etkinliğini azaltmak... Kısaca sivilleşme ve demokratikleşme bahaneleriyle, milli ve haysiyetli tavrında direnen orduyu dağıtmak ve kurtulmak" olduğunu Fransa'nın solcuları bile artık yazıp konuşmaktadır. [12] 

Bizdeki Milli Derin Devlete Dikta, Amerika'daki Siyonist lobilere ise "Thing-Tank" diyen satılmışlar, şu anda Amerika'da Dic Cheny'nin karısının başında 
bulunduğu bir örgütün, kimlerin, hangi kütüphaneden hangi tür kitapları alıp okuduğundan... Hangi üniversite hocasının hangi hassas konularda neler 
konuştuğuna kadar, tek tek fişlediklerini ve insanların gece yarıları evlerini basıp karakollarda saatler, günler boyu sorguya çektiklerini niye unutmaktadır? 

Vurgun ve soygun kanserinin silahlı kuvvetlere kadar sirayet ettiğini... 

M.S.Bakanlığı Kalite Bölge Başkanı Albay Feridun Cengiz Seçkin''in 2 trilyon haksız servet edindiği tespit edilip, şimdi cezaevine girdiğini... 

M.S.B. İnşaat Daire Başkanlığında üst düzey yetkili bir çok albay, yarbay ve binbaşının tutuklanıp, görevlerinden el çektirildiğini... 

Müteahhit Nihat S.'nin G.K.Başkanlığına gönderdiği ihbar mektubunda, 25 Trilyonluk sahte fatura yolsuzluğuna bulaşan ve 20 kadar Fason şirket kurup, 
mütahitlere baskı yapan bir çeteyi ele verdiğini... 

D.K. Eski Komutanı Oramiral İlhami Erdil'nin emir subayı Yüzbaşı Yalçın K.nin işadamlarından bir milyon dolar rüşvet devşirdiğini ve tevkif edildiğini... 
Gölcük Donanma Komutanlığı Kurmay Başkanı Tümamiral Aydın Gürün ve diğer üst rütbeli subaylar hakkında, Askeri Savcı Saim Öztürk'ün, yolsuzluk 
davası açıp ifadelerini istediğini... 

Ve Silahlı Kuvvetlerde çok ciddi ve ümitlendirici bir temizlik operasyonuna girişildiğini, Gazeteci Nuh Gönültaş yazdı. [13] 

Ama AKP'nin Aydın Doğan'ın Şirketlerine yaptığı Trilyonluk kıyaklarla ilgili sorulara hala cevap çıkmadı... 

Terör olaylarına ve yolsuzluklara karşı, sadece askeri tedbirlerle başa çıkılamayacağı, bu konularda millet-devlet işbirliğine ve karşılıklı güvene mutlaka ihtiyaç duyulduğu bilinmesine rağmen, AKP İktidarı bu güveni sarsan başörtüsü ve İmam-Hatip meselesi gibi konularda hala ciddi, cesaretli ve çözüm 
üretici hiçbir adım atmamış, " Konsensüs, toplumsal uzlaşma" gibi cilalı kavramlara sığınarak ve sanki muhalefet kendi iktidar ortağıymış gibi davranarak her sorunu sürüncemeye bırakmıştır. 

AKP'nin Akıl Hocalarından Prof. Hayrettin Karaman bile bu gidişe isyan edip " İktidara mektup" yazmak ve uyarmak zorunda kalmıştır. [14] 

Kısaca bu hükümet ve bu zihniyetlerle, ne terörle mücadelede başarılı olmak ne de ekonomik sorunlardan kurtulmak imkansızdır. 

Sonuç olarak: 

İsrail Siyonizmi ve onun güdümündeki Haçlı Emperyalizmi, kendisini masum tanıtmak ve meşruiyet kazanmak için, uzun yıllar korkulu düşman olarak 
gösterdiği Komünizmin yerine, şimdi artık İslam'ı koymuş bulunmaktadır. 

Batının zulmünden ve sömürüsünden haklı bir nefret duyan bazı müslüman grupların tepki ve taleplerini istismar ve suiistimal ederek bunları şiddet ve 
hiddete yönlendiren ve dönüp bunları bahane göstererek, kendi vahşi eylemlerini müslümanlara yükleyen de bunlardır. 

Bu küresel çeteye gönüllü hizmet edecek köle ruhlu müslüman tipini, siyonizm ve emperyalizmle uyumlu teslimiyet zihniyetini, "Ilımlı İslam" diye yerleştirmek ve bu İslam aksesuarlı sömürü saltanatını yürütmek üzere "Radikal İslam" veya "İslam'i Terör" korkusuyla müslümanları sindirmek için, her ikisini de, yani ılımlısını da, radikalini de aynı odaklar uydurup, kullanmaktadır. 

Bir zamanlar, sağcılara karşı solcuları, kapitalizme karşı komünizmi koyan ve tahtaravelli gibi oynatan da bunlardı... 

Bu nedenle öyle "Ayaklarımın altında ezerim!.. Dünyayı onlara dar ederim!" gibi efelenmelerle veya "Ahirette cezasını çeksinler!" gibi beddua etmelerle, 
terörle mücadele edilmez! 

Teröre tehdit savurmak, meydan okumak, acemiliktir,cahilliktir... Çünkü terör; orduları, silahları, saldırı sahaları, ortaya çıkacağı zamanı ve mekanı belli 
olmayan bir düşmandır. 

Ve hele, hala KADEK'i özgürlük savaşçısı gören Avrupa'ya ve hala Güney sınırımızı kabul etmeyen Amerika'ya güvenerek, terörü ezeceğini söyleyenlere, 
kargalar bile kahkaha atmaktadır. 

Çünkü ABD ve AB destekli PKK'nın şu anda sınırlarımızdan içeriye korkunç miktarda C3 ve C4 patlayıcıları sokmakta olduğunu ASAM Başkanı Prof. Ümit Özdağ Star TV. Kırmızı Koltuk Programında açıklamıştır. [15] 

Amaç büyük eylemlerle panik yaratmak, hükümeti APO'yu serbest bırakmaya zorlamak ve Eric Edelmen'nin kehanetiyle " hapisten çıkartılan ve yıldızı 
parlatılan yeni liderleri iktidara taşımaktır. 

Terörün Dini Yoktur " iddiaları da doğruyu yansıtmamaktadır. 

Çünkü Terörün dini vardır: 
Terörün Dini Siyonizm'dir. 
Terörün Tanrısı Şeytan'dır. 
Bu günkü Peygamberi de Şaron'dur! 
Bu Şeytan Şebekesiyle boğuşmak ve başa çıkmak, 
Çoluk Çocuk işi değildir. 

DİPNOTLAR;

[1] Maide:32 
[2] 30-11-2003 Tercüman 
[3] 30-11-2003 Umur Talu /Sabah 
[4] 2-Aralık-2003 Milli Gazete 
[5] 02.12.2003 Melih Aşık.Milliyet 
[6] 01.12.2003.Radikal 
[7] Vatan Gazetesinin haberi 2 12 2003 
[8] Bak:Milli Gazete.15.11.2003 
[9] 28.11.2003 Güler Kömürcü.Akşam 
[10] 23.11.2003.Osman Ulagay.Milliyet 
[11] 28.11.2003.Zülfikar Doğan.Akşam 
[12] Mine G. Kırıkkanat Radikal 23.11.2003 
[13] 28.11.2003 Tercüman 
[14] Bak. Yeni Şafak 
[15] 2.12.2003 Salı akşamı 


***

TERÖRÜN DİNİ ?!... BÖLÜM 1

TERÖRÜN DİNİ ?!...  BÖLÜM 1



OCAK 2004 - Milli Çözüm Dergisi 
Yazar Ahmet AKGÜL 
01 Ocak 2004 

Terör: 

    İhtilalci grupların giriştikleri şiddet hareketlerinin tümüne denir. Özellikle Fransız Devrimi sırası ve sonrasında oluşturulan anayasa Meclisine ve Birinci Konvansiyona karşı yapılan anarşik hareketler terör olarak isimlendirilmiştir. 

Terör, insanlık tarihi boyunca çok farklı amaçlar taşıyan ve değişik metot ve araçlar kullanan, sindirme hareketleri olarak süregelmiştir. 

Bir toplumda kuşku ve korku dalgası oluşturarak, huzur ve güven ortamını sarsmak... Mevcut hükümet ve sistemden ümit kesen halk kesimlerini kendi 
yönetim ve denetimi altına girmeye mecbur bırakmak hedefini güden terör eylemleri, 2.Dünya Savaşından sonra iyice yaygınlaştı. 1970'li yıllarda ise 
tamamen azgınlaştı. Genellikle dünyaya hakimiyet kurmak isteyen küresel çetelerin (Siyonizmin ve Emperyalizmin) iyice zayıflatmak ve kendisine bağımlı 
kılmak istediği ülkelerde terör odaklarını CIA, MOSSAD, KGB gibi istihbarat birimleri eliyle kurup kullandığı ortaya çıkmıştır. 

Türkiye'mizde faşist sağcılık, komünist solculuk, bölücü kürtçülük akımları bunlardandır. 

1970-1980 arası ülkemizi kan gölüne çeviren sağ-sol kavgaları; 1977'de 35 kişinin öldürüldüğü 1 Mayıs olayları, 1 Nisan 1978'de Belediye Başkanı Hamido'nun paketli bomba ile öldürülmesi üzerine patlayan kanlı Malatya kargaşaları, 9 Ekim 1978'deki 10 kişinin kurşuna dizildiği Ankara Bahçelievler katliamları, 22-24 Aralık 1978 Kahramanmaraş'ta 110 kişinin öldürüldüğü iç savaş senaryoları ve 1980 sonrası Kürtçü bölücü PKK'nın binlerce masum cana mal onan vahşi kıyımları ve daha sonra kürtçü-islamcı kılıflı Hizbullah'ın acımasız cinayet dosyaları, hafızalarımıza kazınan terör hatıralarıdır. 

Milli birliğimizi ve dirliğimizi dinamitleyen bütün bu acı ve yıkıcı süreçte hem sağ-sol terörüne, hem Hizbullah cinayetlerine katılan İmam-Hatip çıkışlıların 
sayısı, diğer okul mezunlarının yüzde birinden az olması, açık bir gerçek olarak ortadayken, buna rağmen din eğitimi almış herkesi "teröre teşne insan" gibi 
gösterme gayretleri, şeytana hizmetkarlıktır. 

   Fransızca, yıldırma, usandırma, kargaşa çıkarma anlamına gelen terörün, en tehlikeli ve etkili diğer bir biçimi de, " Devlet Terörü " dür. 

Bir hükümetin, kendi muhaliflerini sindirmek veya kurulu sistemin tabulaştırılmış ideolojilerini sürdürmek ve aykırı sesleri kesmek üzere, ordu, polis, yargı 
gibi devlet güçlerini kullanarak uyguladığı resmi ve siyasi, ama sinsi bir terör uygulaması, maalesef ülkemizin ve milletimizin çok çektiği ve hala çekmeye 
devam ettiği bir talihsizliktir. 

   Milli ve yerli değerlerimize sahip çıkan, ilmi ve insani gerçekleri savunan ve halkı şuurlandırarak, siyonist sömürü çarkına çomak sokanları, devre dışı 
bırakmak üzere üç ihtilal yapılması, 4. partisinin kapatılması, Cumhuriyet tarihinin en hayırlı ve başarılı iktidarının yıkılması, defalarca siyasetten 
yasaklanması, bunlar da yetmeyince, haksız ve dayanıksız bahanelerle ve bağrındaki münafıkların hile ve hıyanetleriyle çeşitli cezalara çarptırılması, 
bunun en taze ve yürek ezen örnekleridir... 

Ve tabi, Atatürk'ün de, büyük devrimi öncesi idama mahkum edildiğini, apoletlerinin sökülüp bütün resmi yetkilerinin elinden alındığını, ama bütün bunlara rağmen, Milleti arkasına alarak imkansız olanı başardığını da hatırlatmamız gerekir. 

Evet işte herkesin bildiği ve yakından takip ettiği BOTAŞ yolsuzluk davasında, sanıkların suçu sabit görülüp, her birine 1 yıl 2 ay hapis ve 2 milyon para cezası veriliyor. Ve bu suçları tekraren işlediklerinden cezaları arttırılıyor. Ancak, iyi halleri göz önüne alınarak, hapis cezaları paraya çevriliyor ve toplam 6 milyon 46 bin lira ile kurtuluyor. 

Ama Erbakan Hoca'nın kasıtlı davası hem de yetkisiz bir mahkeme tarafından, 2 yıl hapis kararıyla sonuçlanıyor ve onaylanıyor. 

Yani devleti defalarca ve 90 trilyon soyanlara, 6 milyon para cezası... Ama RP'ye devletin kendi verdiği 1 trilyonun harcanmasında güya usulsüz yapılmış 
iddiasına, 2 yıl hapis reva görülüyor!? 

Evet, birileri Türkiye'yi karıştırıyor ve terörü teşvik ediyor, insanları kışkırtıyor, ama Milli Görüşçüler, bu fitne ve fesatlıklara tevessül ve tenezzül etmiyor. 
Milli ve haysiyetli bir diriliş, direniş ve devrim bekleniyor!.. 

Bütün göstergeler İstanbul'da Sinagok'a ve İngiliz Bankasına yönelik terör saldırılarında "Küresel Çete" (ABD'deki siyonist güçler ve İsrail) tarafından 
yapıldığını akla getirmesine rağmen, malum ve mel'un güçler ve işbirlikçileri ısrarla "İslami Terör" kavramını kullanmaya devam ediyorlar. 

" Katlettiği bir cana karşılık olmaksızın, veya yeryüzünde (ve ülkesinde) yaptığı anarşi ve fesadı önleme amacı taşımaksızın, kim bir kişiyi (haksız yere) 
öldürürse, sanki bütün insanları öldürmüş gibi olur" [1] diyen bir merhamet ve fazilet dini olan islamı "terörün kaynağı", müslümanları da "potansiyel terörist" 
göstermeye çalışan bu azgınlar, sanki islama saldırmak için böyle bir bahane bekliyorlarmış gibi davranıyorlar. 

Evet her din mensubu, yozlaştırılarak ve beyni yıkanarak terörist yapılabilir. Kimliğinde müslüman yazan her hangi bir insanda her günaha girebileceği gibi, 
anarşist de olabilir. 

İslam tarihinde meşhur Hasan Sabbah'ın esrarkeş fedaileri, daha önce sahabeyi katletmeyi mubah, bir kuş öldürmeyi ise büyük günah sayan ve bizdeki Hizbullahçılar ı çok andıran Hariciler gibi teröristler de çıkagelmiştir. 

Bunların benzeri ve çok daha beteri, Hıristiyanlar, Yahudiler ve diğer dinler içerisinde de görülmüştür ve İngiltere-İrlanda arasında okul çocuklarını bile 
hedef alan mezhep katliamları hala devam etmektedir. 

Ancak, bütün bunlar bahane edilerek Hrıstiyan terörizmi, Yahudi terörizmi demek ne kadar haksız ve yanlışsa, "İslam Terörü" de o kadar insafsızdır ve kasıtlıdır. 

   Emperyalizm ve siyonizm ise Yahudilik ve Hrıstiyanlıktan başka bir şeydir. Ne var ki bu tür terör eylemlerine genel bir ifade olarak "Dini Terör" demek belki 
münasip olabilir... 

Fakat eski YÖK Başkanı Kemal Gürüz'ün Çukurova Üniversitesi kuruluş yıldönümü törenleri için gittiği Adana'da "Radikal İslam, İslamdır!?" diyerek, İslam'ı terörün tarlası gibi göstermesi, içindeki gayzın ve garazın bir ifadesidir. 

Halbuki on binlerce Yahudi'yi yakan Hitler müslüman değildi. 

Milyonların katilleri Stalin ve Lenin müslüman değildi. 

Amerika'ya yerleşirken, yüz binlerce Kızılderiliyi soykırıma uğratanlar müslüman değildi. Bugün bile zenci ve Asya kökenli vatandaşlarını copla dövüp öldüren polisler müslüman değildi. 

Daha birkaç sene önce yüz binlerce Boşnak müslümanı kurşuna dizen Sırplar müslüman değildi. 

Filistin halkının yarısını acımasızca öldüren, yarısını sürgüne gönderen siyonist caniler müslüman değildi. 

Yazar, Nuh Gönültaş'ın dediği gibi: 

Dünyanın tanıdığı en vahşi kanlı krallar, Kazıklı Voyvodalar, toplu soykırımcılar müslüman değildi!... 

Japonya'ya atom bombası atıp milyonları canlı canlı kavuranlar, Sabra ve Şatilla katliamlarını yapıp şimdi başbakan olanlar, hangi dindendi? [2] 

   Üstelik, İstanbul'daki kanlı eylemin tetikçilerinin irtibatlı bulunduğu ileri sürülen El-Kaide'nin, Amerika'nın kurup kullandığını artık herkes bilmekteydi. 
Ve hatta ABD'nin Afganistan'a yerleşmesinden sonra Afyon üretiminin tam üç kat artması dikkat çekmekteydi. 

   Ama bazı yazar ve yorumcu bozuntuları, taşı atanı görmezlikten gelip, atılan taşın peşinden koşan zavallı mahluklar gibi, ille de tetikçilerin ve onların 
bağlı bulunduğu dinin-İslamiyet'in üzerine gitmekteydi... 

Tarhan Erdem, NTV'deki bir söyleşide "Terörün tırmanmasını ve uygun ortam bulmasını, Kenan Evren'in din eğitimini mecbur hale getirmesine bağlayacak" 
kadar doğruları eğriltmekteydi... 

Oysa hatırlayınız, Hizbullah'ın öldürülen son lideri Sülhaddin Ürük bile, müslüman değil ermeniydi... 

Ve yine maalesef Show'da Cüneyt Arcayürek'le söyleşen Tüncay Özkan; sonunda: "Ezher mezunlarının bir kısmı hala resmi görevlerde... 

Bunlar tespit edilip temizlenmeli" anlamında laflar ederek, Kurani ve İslami eğitimden geçmiş herkesi anarşiye müsait ve terörist gösterme insafsızlığına 
düşmekteydi... 

Ve hele CHP'lilerin, Siyonist güdümlü CIA'nın ürettiği: 

" İslam=Terör, Müslüman = Terörist " formülünü, herkese kabul ettirmek ve resmileştirmek yolundaki gayretleri vicdan ehlini iğrendirmekteydi... 

Bütün bu talihsiz gelişmeler karşısında, AKP hükümeti de tamamen kemiksiz, kimliksiz ve renksiz bir tavır sergilemekteydi... Ve maalesef İslama ve 
müslümana yapılan iftira ve iddialara bahane olabilecek yanlışlar içindeydi... 

Güya PKK'lıları dağdan indirmek hevesiyle "Eve Dönüş Yasası"nı meclise getirdi... Hizbullah ve İbda-C hayranı AKP milletvekillerinin önergeleri sonucu, 
bunlar da af kapsamına alındı ve cezaevlerinden salındı.. 

Ardından Emniyet Teşkilatında ve hele İstanbul'da, Terör, yolsuzluk ve kaçakçılıkla mücadelede deneyimli ve başarılı üst düzey personel, pasif görevlere dağıtıldı... 

Özellikle son bir yılda, müslüman halkların ve İslam dünyasının Türkiye'ye kırgınlığını kızgınlığa dönüştürecek tamamen İsrail yanlısı ve Amerikan bağımlısı 
politikalar uygulandı... 

İstanbul saldırılarının El-Kaide tarafından ve dini düşüncelerle yapıldığını peşinen kabullenerek, dış güçlerin amacına aracılık yaptı, arkasından da "İslam'la 
terörü birlikte dillendirmek kanımıza dokunuyor" cinsinden ucuz kahramanlıklara ve riyakarlıklara sığınıldı... 

Bütün bu yanlışları, AKP yetkililerine, acaba hangi güçler yaptırmaktaydı?. 

Rusya Devlet Başkanı Putin bile "Irak'ın haksız işgalinde, ABD'yi desteklemek aptallıktır!" demesine rağmen bazılarını hangi gebelikler Amerika'ya mecbur 
ve mahkum bırakmaktaydı? 

Eski ABD Başkanı Jimmy Carter dahi, George Bush'un, Ortadoğudaki yanlış politikalarıyla, Dünya Barışına zarar verdiğini haykırmaktaydı... 

Clinton'un eşi senatör Hillary: "teknoloji gücü ve silah üstünlüğüyle Irak'ı işgal ettiklerini, ama halka huzur ve güven veremediklerini, ve gönüllerine 
giremediklerini, bu yenilgiden kurtulmak için Türkiye'yi yanlarına çekmeleri gerektiğini" açıklamaktaydı. 

Irak'taki işgalci teröristlerin İstanbul olaylarından sonra, Samara'da bir gece baskınında 50 sünni ve savunmasız müslümanı katletmeleri, bir intikam 
havası taşımaktaydı. 

Zaten ABD Savunma Bakan Yardımcısı siyonist ve terörist Wolfowitz İstanbul saldırılarının hemen arkasından, "Bu olay bizi Türkiye'ye yaklaştırdı. 
Artık kan kardeş olduk, aramızda kan bağı oluştu", Bush ise: 

" Artık Türkiye de, terörle mücadelede hedef ve cephe ülke konumundadır" mesajını yayınlamıştı!? [3] 

Ve ilginçtir, İstanbul saldırıları ile 11 Eylül Amerikan olayları şaşırtıcı bir biçimde benzerlikler arz ediyordu. 

İsrail Başbakanı Ariel Şaron'un, çok önceden planlanan ve önemle hazırlıkları yapılan ABD ziyaretini, sürpriz bir şekilde iptal etmesinden, intihar dalışı 
yaptığı söylenen 11 kişiden 7 sinin hala Mısır ve Arabistan'da pilotluk görevini yürütmesinden... Çelik ve beton blokları eriten korkunç yangından, teröristlerin 
sapasağlam kimliklerinin çıkarılıp kamuoyuna gösterilmesinden... 

Kuledeki 4 bin Yahudinin nasıl oluyorsa, o gün toptan işyerine gitmemesinden... 

Ve dahi, İstanbul'da intihar bombacısı Gökhan Elaltuntaş'ın 15 gün önce kaybolup yenisi çıkarıldığı halde, paramparça olmuş ve yanmış cesedinden, 
hem de kaybolduğu bilinen eski kimliğinin sapasağlam çıkarılıp basına verilmesine kadar nice benzerlikler sırıtıyordu... 

Olayın hemen ardından El-Kaide bağlantısı ve İslami Terör saplantısı ise gizli güçlerin kirli emellerini ele veriyordu.. 

Arapça yayın yapan bir TV.programına Milli Gazete yazarı Ömer Korkmaz'la birlikte katılan Mısır eski İstihbarat Daire Başkanı Fuat Allan

" El-Kaide örgütü bitik bir durumdadır. Eğer gücü olsaydı, Afganistan'da ve çok daha güçlü tabana sahip Pakistan'daki, Amerikan hedeflerine bir eylem yapardı. Usame Bin Ladin, kendi hayatını zor korumaktadır. İstanbul saldırılarını El-Kaide'ye mal etmek, olayı çarpıtmaktır. 

Bu olaydan, İsrail kokusu yayılmaktadır. Çünkü İsrail, dünyada sarsılmış bulunan kredisini kurtarmaya çalışmakta ve mağdur rolü oynamaktadır. 
Geçmişte Mısır'da Kral Davut Otelini bombalayıp 18 Yahudiyi öldürenlerin de, MOSAD ajanları olduğu kesinlikle ispatlanmıştır". [4] 

İran sınırında yakalanan Yusuf Polat, intihar eylemcilerine: " Sen arabayı filan yere park edip uzaklaş" dendiğini, ama bomba yüklü arabaların, sürücülerle 
birlikte uzaktan kumanda ile infilak ettirildiğini söyledi". 

Ve yine aynı şahıs: " Biz ilk gün Amerikan hedeflerine de saldırılar planlanmış ve her türlü hazırlığı tamamlamıştık. Ama ne olduysa bunlar gerçekleşmedi. 
Her halde polisler bunları yakaladı!?." şeklinde laflar etti. 

İyi de, bu ABD hedeflerine katılan eylemciler kimdi?.. Polise yakalanmışlarsa diğer eylemler niçin önlenemedi? 

Gerçekten polis kayıtlarına böyle bir olay geçti mi? Yoksa Yusuf Polat'a hazır senaryolar mı söyletildi?.. 

Üstelik, bin türlü tantana ile Suriye'de yakalanıp getirilen ve orada dini eğitim gören çoğu çocuk 20 kişi suçsuz bulunup salıverildi?!.. 

Bu zavallı oldukları her halinden belli olan beyni yıkanmış kişiler, ölen konsolos Şort'un İngiliz Gizli Servisinin çok önemli bir elemanı ve özellikle Ortadoğu ve İslam üzerine strateji uzmanı ve sicilli bir Müslüman düşmanı olduğunu, ancak Bush ve Şaron yönetimleriyle ters düşüp bozuştuğunu nereden biliyorlardı? 

İstanbul saldırılarını gerçekleştiren tetikçiler, aynı gün Londra'da Bush'a karşı çok büyük çaplı bir protesto gösterileri yapılacağını, bu eylemler olunca 
dikkatleri başka yöne çekilen ve panikleyen kimseler yüzünden bu toplantının sönük kalacağını nasıl hesaplamışlardı? 

İnternette "ABD'nin en büyük müttefiği El-Kaide" başlıklı yorumunda Rızvan Enver, bugüne kadar El-Kaidenin kendisine isnat edilen hiçbir eylemi kabul etmediğini, bunun da El-Kaide için öne sürülen amaçlara uygun düşmediğini yazdı. [5] 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,

***

10 Aralık 2018 Pazartesi

ABD STRATEJİK ZALİMDİR, AKP İSE TRAJİK İŞBİRLİKÇİDİR. BÖLÜM 2

ABD STRATEJİK ZALİMDİR, AKP İSE TRAJİK İŞBİRLİKÇİDİR. BÖLÜM 2


İsrail’le Normalleşme, Hangi İman ve insafın icabıydı?

“Önce Mursi’yi deviren Sisi yönetimi... Sonra Mavi Marmara davalarını düşüren Ankara… Ve en son olarak da kendisine yeni bir yol haritası çizmeye zorlanan Riyad, İsrail’le normalleşme süreçlerini işletti. Bu üç ülkeyi, irili-ufaklı kimi Müslüman ülkeler de takip etti. Çıbanbaşı olarak görülen İsrail, birdenbire Ortadoğu’da açan güzel bir çiçek oluvermişti. Sanki İsrail’le birlikte Filistin, Gazze de huzur bulacaktı. İsrail’le mutabakatlar yapılırken, Gazze’ye de rahatlık ve konfor götürülecek aldatmacası halklara yutturuluyordu. Biz rahatız ya, rahatlık Gazzelilerin de hakkıydı. Biz elektrikle yaşıyorsak, elektrik onların da hakkıydı. Bunun da yolu İsrail’le dostluktan geçiyordu… Önce Kudüs’ümüzü çalmaya kalkıştılar ABD ile birlikte. Kudüs, İsrail’e başkent ilan edildi... Normalleşmiştik ya hani, denge politikasını hemen devreye soktuk. Madem onlar Kudüs’ümüzü gasp etmeye kalkışmıştı, öyleyse biz de Kudüs’ü bölebilirdik. Doğu Kudüs-Batı Kudüs diye ikiye böldük şehrimizi. Topladık bütün İslam ülkelerinin yöneticilerini ve resmen; Batı Kudüs sizin olsun dedik. Filistin’e ve Kudüs’e İsrail vizesiyle gidebiliyorken, Mescid-i Aksa’ya İsrailli askerlerin müsaadeleriyle girebiliyorken söyledik bunları. Kendimizi ve halklarımızı kandırıyorduk aslında… Yöneticilerimiz seçilmiş ağdalı cümlelerle yine güzel güzel kınadı İsrail ve Amerika’yı… Trump bir çılgın, bir deliydi; İsrail ise bildiğiniz gibi işte. İsrail mevzi kazanıyor, istediğini alıyor; bizim yöneticilerimizse nutuklarla, yalancı söylev ve çıkışlarla durumu kurtarıyordu. Anlayacağınız bir garip tiyatro hatasız sahneleniyordu.”[2]

ABD ve AB, İslam düşmanlığında aynı cephede bulunmaktaydı!

ABD’nin yaptıkları çuvala sığmaz hale gelince, İslam ülkeleri için AB bir sığınak gibi takdim ediliyordu. AB ülkelerinin yaptığı gizlenemez hale gelince, ABD kurtarıcı gibi takdim ediliyordu. Genellikle, İslam dünyasına yönelik saldırı ve katliamlar hep bu Haçlı ittifakı olarak nitelendirebileceğimiz ABD ve AB birlikteliğinden gelmesine rağmen, ülkelerin bağımsızlığını koruma, toplumlara özgürlük sağlamak gibi kavramlar genellikle bu Haçlı ittifakı için kullanılıyordu. Aralarında zaman zaman birtakım ihtilafların ortaya çıkması kimseyi kandırmamalıdır. Bu ihtilafların sebebi genellikle çıkardır. Bir bakıma İslam dünyasının sömürülmesinde kimin daha fazla alacağı kavgasıdır.

Bu konuya tekrar niçin girdiğime geçmeden, derdimin bir din kavgası olmadığını özellikle vurgulamak isterim. Çünkü İslam dünyasına laikliği ısrarlı bir şekilde tavsiye eden haçlı dünyası, kendileri söz konusu olduğunda, Hristiyanlığı yaymak için dünyanın hemen her köşesinde birlikte hareket ediyorlardı. Bu Haçlı ittifakının tutumu neticesinde acı çeken ve hayatını kaybedenler hep Müslümanlar oluyor. Bu hususu gazetelerde yer alan haberlerden kısa alıntılar yaparak gözler önüne sermek istiyorum. İlk haber, “ABD Kandil’i Sincar’a taşıyor. Burada 5 yeni terör üssü kuruldu” başlığı altında yer aldı. Başlığın hemen altında şu kısa bilgi veriliyordu: “Adım adım Kandil’e ilerleyen Mehmetçik, son operasyonlarda 48 terör yuvasını yerle bir etti. ABD de PKK’nın yuvalanması için Sincar’a 5 yeni üs kurdu. Kandil’de sıkışan çok sayıdaki PKK’lı elebaşının, bölgeyi terk ederek Sincar’a gittiği öğrenildi.”

Aynı gazetede iki haber daha alt alta yer alıyordu. Bu haberin ilki, “Filistinli komutana suikast iddiası. İSRAİL EŞKİYALIĞI” başlığı altında yer aldı. Bu haber yazımın başlığına aldığım ABD ve AB’nin İslam düşmanlığından farklı gibi gelebilir, ama İsrail’in bölgemizde kurulması ve kurulduğu günden bugüne kadar işlediği onca cinayete, akıttığı Müslüman kanına rağmen ABD ve AB’nin en azından bu cinayetlere kayıtsız kalarak destek oldukları düşünülürse, farklı konuya geçmediğim görülür.

İkinci haber ise, “Çoğu sivil 500 bin ölü: Terörle savaş katliamı!..” başlığı altında yer aldı, özetle şöyle deniyordu: “ABD’nin ‘terörle savaş’ bahanesiyle, 11 Eylül 2001’den bugüne Afganistan ve Irak başta olmak üzere, İslam coğrafyasına yönelik işgal girişiminin şiddeti her geçen gün artıyor. 17 yıldır devam eden işgal düzeni, çoğu sivil 500 bin kişinin ölümüne ve 10 milyon kişinin evlerini terk etmesine sebep oldu.”

Verilen rakamlarda Suriye’de hayatını kaybedenler ve ülkelerini terk etmek zorunda kalanlar yoktu. Bunlar da eklendiğinde katliam çok daha dehşet verici boyutlara ulaşıyordu. Bir başka gazetemizde, Avrupa Konseyi üyesi, AKP Milletvekili Serap Yaşar ile yapılan mülakat, “Binlerce mülteci çocuk Avrupa’da kayıp” başlığı altında yer alıyordu. Haberin içeriğinde şu bilgiler yer alıyordu: “Europol 2016’daki açıklamasında ‘Avrupa’da 10 binden fazla mülteci çocuk kayıp’ demişti. Sonra ne başka açıklama yapıldı ne de çalışma. Kimse bu çocukların nerede, ne halde olduğunu bilmiyor. İnsanlık adına yine Türkiye ses veriyor.”

Bu alıntılar ABD ile AB’nin İslam düşmanlığında birlikteliğini gözler önüne sermeye yeterliydi. Son alıntım, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın açıklamasının verildiği haber ile ilgiliydi: “AB’ye tam üyelik hedefimiz sürüyor. Yeni bölgesel paylaşımlara müsaade edilmeyecek.”

Bunca yaşanandan sonra AB’ye tam üyelik hedefinin nasıl devam ettiğini lütfen bana sormayın. Derdim eleştirmekten çok, yaşadığımız çelişkilere dikkat çekmektir.”[3]

Oysa ABD, bir iç savaşa ve yıkılışa doğru kaymaktaydı!

Uzun bir dönem ABD İstihbarat Servisi CIA'de çalışan Robert David Steele, A Haber'de yayınlanan Yaz Boz programında çarpıcı açıklamalar yapmıştı. ABD tarihinin en büyük katliamı Orlando saldırısının CIA tarafından yapıldığını açıklayan Ajan Steele, "Terör örgütü DAEŞ’ın, CIA ve Suudi Arabistan iş birliği ile oluşturulduğunu" vurgulamıştı. Steele, Batılı istihbarat servislerinin sahte bayrak operasyonları ile Müslümanları terörist gibi göstermeye çalıştığını da aktarmıştı. Ajan Steele ayrıca, “Terörizmi en çok ABD, Fransa ve Almanya’nın desteklediğini” de hatırlatmıştı. ABD'li para sihirbazı George Soros'un kontrolden çıktığını belirten eski CIA Ajanı, "Yakında bazı Avrupa ülkelerinin ve ABD eyaletlerinin batacağını ve CIA'nin Avrupa'nın altını oymaya çalıştığını” anlatmıştı.

CIA Ajanı Robert David Steele daha önce 25 Haziran'da yayınlanan Yaz-Boz programında konuşurken, “Hillary Clinton'un makamını Wall Street'e sattığını ve seçimi Trump'ın kazanacağını” da belirtip söylediklerinde haklı çıkmıştı. Steele ayrıca Avrupa'da yaşanan ekonomik krizin Avrupa Birliği'nin yanlış ekonomik stratejilerinden dolayı olduğunu ve ABD'de yine bu ekonomik krizden dolayı bazı eyaletlerin batacağını açıklamıştı.

Evet, ABD derin Devleti olan Siyonist odaklar ülkedeki sağcıları (demokratları) da, solcuları (cumhuriyetçileri) de kullanıp kışkırtmaktaydı. ABD halkının %30’u bir iç savaş çıkacağına inanmakta ve buna hazırlık yapmaktaydı. 43 milyon Alman’ın, 24 milyon İrlandalının, 25 milyon İngiliz’in, 8 milyon İskoçyalının, 15 milyon İtalya’nın, 20 milyon yerli Amerikalının, 8 milyon Kızılderili’nin, 26 milyon Afrikalının, 5 milyon Çinlinin, 6 milyon Yahudi’nin, 4 milyon Rus’un, 8 milyon Fransız’ın, 5 milyon Hollandalının, 3 milyon Arab’ın, 700 bin Türkün yaşadığı ABD’de şimdi Trump depremiyle çalkalanan dengeler, büyük bir patlamaya ve parçalanmaya yol açacaktı!

CIA ajanı Robert David Steele, Türkiye'deki birçok terör saldırısı ve suikastın arkasında ABD ve NATO’nun bulunduğunu aktarmıştı.

"Bir CIA ajanı olarak, CIA'ın bu tür işler yaptığını söylemek zorundayım. CIA para ve teknoloji sağlar, plan hazırlar ve sonrasında bu kirli işleri yapacak Türk, Suudi Arabistanlı, İsrailli, Belçikalı, Alman ve diğer ülkelerden insanlar ve özel elemanlar kullanır. Daha fazla sahte bayrak saldırısına daha fazla suikasta daha fazla enerji kesintisi gibi sonuçlara neden olan elektronik saldırılara maruz kalacaksınız. Çünkü istikrarın temeli güvenliktir. Avrupa, Orta Asya, Arap ülkeleri ve Afrika arasındaki konumuyla Türkiye dünyanın merkezindedir. Giderek daha fazla kendini gösteren bir ülke haline geldiğinizi ancak bunun sonucunda bir asimetrik savaşla karşı karşıya kaldığınızı düşünüyorum. Bu durumda hiç kimsenin sizinle dost olduğunuzu varsayamazsınız."…

ABD yalancı ve çıkarcıdır!

"ABD Hükümeti ve ABD Büyükelçiliği düzenli şekilde yalan söyler. Bir ABD vatandaşı olarak bu durumdan büyük bir utanç duyuyorum. Ben bir savaşın ortasındayım, burada ABD istihbaratının başındaki kişi, ABD Başkanı’na Rusya'nın ABD seçimlerini Hacklediği yönünde yalan söyledi. Amerika çok yalan söyler. Şunu anlamalısınız ki Kürtler bazıları tarafından terörist olarak değil, özgürlük savaşçıları olarak görülmektedir."… "Bana göre ekonomik yaptırımlar, bir aktif savaş yöntemidir. Bu ise bir devletin bağımsızlığını engelleyen bir durumdur. Bu konuda Ekvator örneğinden bahsedebilirim. Bir yılınızı planlama için geçirirsiniz, sonrasında size yaptırım uygulayan devletlerin tümünü sınır dışı edersiniz. Bağımsız Türkiye olarak onlara ihtiyacınız yok"… “Donald Trump çok büyük bir potansiyele sahip, çünkü o beklenmedik bir şekilde seçildi. Bütün bahisçiler onun seçilmeyeceğini iddia ettiler. Seçilme şansının 1/20 ile 1/2000 arasında olduğu söyleniyordu. Sonuçta seçildi. Çünkü ulusal güvenlik; Hillary Clinton'ın kullandığı elektronik oy sahteciliğini durdurdu. Clinton bu yöntemle 13 eyalette Sanders'ın önüne geçmişti. Trump aynı zamanda ulusal güvenlik ajansındaki iyi adamlar ve ulusal demokratik komitedeki bazı kişiler tarafından sızdırılan e-mailler sayesinde kazandı…

Trump suikasta uğrayacakmış!

Ben de ulusal istihbarat teşkilatı liderinin yalancı olduğunu ilan eden sürecin içindeyim. Donald Trump'a yalan söylüyorlardı, bu durum sorunlara yol açtı. Donald Trump, Goldman Sachs tarafından esir alınmıştır. Kendisinin etrafı hâlihazırda düzenin adamları tarafından sarılmış durumda ve kendisine ulaşan bilgiler bu yolla filtreden geçiriliyor. ABD gizli servisi zaten şu anda onun nereye gideceğini ve kiminle buluşacağını kontrol ediyor. Donald Trump; zannediyorum ki suikasta uğrayan John F. Kennedy'den sonra, kontrol etmekte en zorlanacakları başkan. Kendisi herhangi bir zaman suikasta uğrayabileceğini biliyor.

Trump'ın Avrupa'daki, Orta Doğu'daki üstlerimizi kapatmak ve NATO'yu bitirmek istediğini düşünüyorum. Ancak; aynı zamanda Lynn Rothschild ve Evelyn Rothschild'in bu konu hakkında konuşmasını engellemek için, ona 20 milyar dolar verebileceğini de biliyorum. 
Şu anda zar atılacak ve sonucunu bekleyeceğiz… 
ABD bir demokrasi değil. ABD Rothschild'lerin kontrolündeki bankaların yönettiği iki partili Tiranlıkla yönetilen, Faşist ve kurumsal bir devlettir. Hal böyleyken, bizim Türkiye'yi eleştirme hakkımız yok. Benim bakış açıma göre Türkiye, kesinlikle merkezi bir ülke. Türkiye, Orta Doğu'da yeniden düzen sağlayıcı rolünü aldığı müddetçe, işlediği her türlü günah affedilmeli diye düşünüyorum. Orta Doğu'da düzen sağlayıcı bir role bürünmek için de, Türkiye’nin; Rusya ve İran ile iş birliğini güçlendirirken Suudileri ve İsrail'i de yeniden dar bir alana sıkıştırması gerekiyor.” diyen CIA ajanı Davut Steele, Trump’u Siyonist sermayenin alternatifi gibi sunarak, AKP gibi gafil iktidarları ve Ergün Diler gibi yandaşları, Trump'ın safına çekmeyi amaçlamıştı. Doğrularla yanlışları harmanlayan CIA ajanları, böylesi senaryoları sıkça gündeme taşırlardı.

“DAEŞ’i ABD kurdu!” itirafı

"Şimdi bunu 3 parçaya bölelim. DAEŞ’i üç soruyla analiz edebilirsiniz; Onları kim kurdu? Onları kim kontrol ediyor? Ve onlardan kim fayda sağlıyor?"… "Suudi Arabistan ve ABD DAEŞ’i birlikte kurdular. Bu gerçek hakkında aklınızda en ufak bir soru işareti olmasın. DAEŞ büyük çoğunlukla Suudi Arabistan ve İsrail tarafından kontrol ediliyor. İsrail birtakım memurlarını DAEŞ ile alakalı konularda özellikle görevlendirdi. DAEŞ aslında aynı zamanda bölünmüş bir çete. Dolayısıyla tam anlamıyla kontrol edilebileceklerini düşünmüyorum. Rusya’nın gücünü göstermek konusunda harika bir iş çıkarttığını düşünüyorum, ancak bizim Halep’te yaptıklarımız gerçekten çok üzücü.”[4] 

Irkçı emperyalizmin sonu yaklaşmıştır!

Sovyetler Birliği’nin dağılması durumu, Amerikan hegemonyasının ideolojik dayanağını yıkarak hegemonyanın rıza unsurunu ortadan kaldırsa bile; ABD, hegemonyadan tahakküme dayalı imparatorluk düzenine yönelen zorba politikalar uygulayarak, Sovyet coğrafyasında oluşan güç boşluğunu doldurmaya çalışmıştır. Bundan dolayı; Amerika Birleşik Devletleri’nin imparatorluk vizyonunun temel hedefi, Avrasya coğrafyasında kendi hâkimiyetine meydan okuyabilecek bölgesel veya küresel güçteki ülkelerin ortaya çıkmasına engel olmaktır ve Türkiye bunların başındadır. Üstelik diğer ülkeleri kontrol etmeyi, kontrol edemediği ülkeleri gerektiğinde dizayn etmeyi benimseyen bu tahakküm anlayışı, Amerikan idealizmini dillendiren pek çok kişiye göre, ABD’nin geleneksel politika anlayışına da tezat oluşturmaktadır; çünkü kilise baskısından kaçarak ve İngiliz sömürgeciliğine başkaldırarak devletlerini kuran Amerikalıların, dış politika yönelimlerinin temelinde, tarih boyunca özgürlük ve demokrasi gibi kavramlar yer almıştır.

Bugün ABD; kuruluş ideallerinden, popüler ifadeyle Amerikan idealizminden çok farklı bir noktaya varmıştır. Çünkü 1945’ten günümüze uzanan ve ‘‘Amerikan Yüzyılı” olarak adlandırılan süreç, sosyal, kültürel, siyasi ve ekonomik alanlarda, ABD’nin diğer ülkeleri etkilemesine yol açarak bir üstünlük kurmasını sağlamış, SSCB’nin dağılmasıysa bu üstünlükten bir imparatorluk vizyonu yaratmış ve buna bağlı olarak da Amerika’nın yeni stratejik hedeflere yönelmesine yol açmıştır. Bugün gelinen noktada Amerika Birleşik Devletleri, kendisinin liderlik ettiği tek kutuplu dünyaya, hâkimiyetini zorbalıkla sağlamlaştırmayı amaçlamıştır.

Amerika Birleşik Devletleri’nin, imparatorluk karakteri taşıyan dış politika yönelimleri sergilemesinin en önemli nedeni, daha önce de belirtildiği gibi, yumuşak güç olma imajının ortadan kalkmış olmasıdır. Uluslararası kamuoyu; Amerikan saldırganlığı karşısında, ABD gücüne olan güvenini kaybetmiş, Amerikan üstünlüğü büyük ölçüde meşruiyetini yitirmiş durumdadır. Meşruiyetini yitiren ABD’nin, günümüzdeki tahakküme dayalı küresel imparatorluk stratejisi 3 temel hedeften oluşmaktadır:

1- Üçlü içinde bulunan diğer ortaklarının (Almanya ve Japonya’nın) ABD yörüngesi dışında faaliyette bulunmasına fırsat tanımamak.

2- NATO vasıtasıyla askeri kontrolü sağlamak ve önceki Sovyet dünyası kırıntılarını da kendi güdümüne sokmak.

3- Bu anlamda Washington’un imparatorluk girişimini, Büyük Ortadoğu Projesi ile somut hedeflerine ulaştırmak.

ABD İmparatorluğunun hâkimiyet stratejisi: “Büyük Ortadoğu Projesi” olmaktadır

Ortadoğu kavramı, Avrupa merkezli bir kavram olup dünyanın diğer bölgelerini bu merkeze (Avrupa’ya) olan uzaklıklarına göre; yakın, orta ve uzak şeklinde tanımlayan bir anlayışın yansımasıdır. Coğrafi olmaktan ziyade, siyasi bir içeriğe sahip olan Ortadoğu kavramını ilk kez kullanan Mahan, kavramı Arabistan ile Hindistan arasındaki bölgeyi ifade etmek amacıyla kullanmıştır. Kavrama resmiyet kazandıran ise, 1911 yılında Hindistan’da Lord Curzon olmuştur. Lord Curzon, ilk kez Ortadoğu kavramını resmi konuşmalarda kullanmıştır. “Ortadoğu” kavramı; yüz yılı aşan bir süredir kullanılıyor olmasına karşın, bölgesel ve küresel gelişmelere bağlı olarak, bu kavramın mekânsal açıdan sınırları bir türlü netlik kazanamamıştır. Genel olarak Ortadoğu denildiğinde, Arap yarımadası ve bu yarımada üzerindeki devletler akla takılmaktadır. Oysa bunların arasında Türkiye de bulunmaktadır.


[1] burakkillioglu@milligazete.com.tr

[2] Milli Gazete, Mustafa Kurdaş

[3] abdulkadirozkan@milligazete.com.tr

[4] http://www.haber7.com/guncel/haber/2242227-cia-ajanindan-carpici-turkiye-aciklamasi


http://www.millicozum.com/mc/duyurular/abd-stratejik-zalimdir-akp-ise-trajik-isbirlikcidir

***

ABD STRATEJİK ZALİMDİR, AKP İSE TRAJİK İŞBİRLİKÇİDİR. BÖLÜM 1

ABD STRATEJİK ZALİMDİR, AKP İSE TRAJİK İŞBİRLİKÇİDİR, BÖLÜM 1



 
08 Aralık 2018

ABD STRATEJİK ZALİMDİR, AKP İSE TRAJİK İŞBİRLİKÇİDİR.

Kandil’deki 3 teröristin başına ödül koyan ABD, Suriye'nin kuzeyinde bulunan Haseke’de kurduğu terör kampında, 5 bin PKK’lıyı eğiterek mezun edip diploma dağıtmıştı. Ayrıca o teröristlere aylık 200'er dolar (bizdeki asgari ücrete yakın) maaş bağlamıştı!

ABD’nin, bölücü terör örgütü PKK konusundaki iki yüzlülüğü, her gün biraz daha açığa çıkmaktaydı… PKK’nın Kandil’deki 3 elebaşı için 12 milyon dolar ödül koyan ABD, aynı anda Suriye kuzeyindeki teröristlerin eğitimini hızlandırmıştı. ABD-PKK işgalindeki Rakka’da bulunan kamptan, geçtiğimiz ay binlerce teröristin mezun olmasının ardından şimdi de Haseke’deki terör kampında eğitilen 5 bin PKK’lı ‘diploma’ almıştı. Haseke’de 2 ay süren terör eğitim faaliyetleri kapsamında PKK’lılara bomba, ağır silah, uçaksavar, tanksavar, nizami ve gayrinizami harp eğitimleri tamamlanmıştı. Haseke’deki kampta eğitimlerini tamamlayan 5 bin PKK’lı için, ABD’li eğitmenlerin de katıldığı mezuniyet töreni yapılmıştı. Haseke kırsalındaki Rubar Kampı’nda, teröristlere uzmanlaştıkları konuya göre silahlar dağıtılmıştı. ABD’nin teröristlere verdiği silahların tamamı, DAEŞ bahanesiyle Suriye’ye gönderilen silah ve mühimmattan oluşmaktaydı. ABD tarafından PKK’lılara verilen eğitimler, ‘Sınır Güvenlik Birimi Özel Eğitimi’ başlığı altında yapılmıştı. Eğitim sürecinin ilk gününden itibaren tüm terör örgütü üyelerine, Pentagon tarafından 200’er dolar maaş bağlanmıştı. Washington yönetiminin 12 milyon dolarlık ödülüne konu olan Kandil’den ise, Haseke’deki terör kampları için 20 adet ‘tecrübeli terörist’ Suriye’ye yollanmıştı. Askeri eğitim saatlerine ek olarak konulan ‘beyin yıkama’ seanslarında PKK’nın gayesi, Abdullah Öcalan ve örgütün ideolojisi gibi konularda ayrıntılı eğitimlerin, bazı ABD’li subaylar tarafından verildiği ortaya çıkmıştı.

Haberturk.com yazarı Serdar Turgut, 'Washington'da Kürt haritası çizen kişi, YPG ile toplantıdaydı' başlıklı yazısında, toplantının detaylarını aktarmıştı. (15.11.2018)

'Washington’daki Kürt Enstitüsünde Çarşamba günü ve ulusal basın merkezinin toplantı odasında; "DAEŞ sonrası Ortadoğu’daki Jeopolitik Gelişmeler" konulu bir toplantı düzenlediğini' aktaran Serdar Turgut, “YPG’nin hem bölgedeki hem de Washington’daki önde gelen isimlerinin katıldığı toplantının katılım listesine baktığımda, meselenin ilk bakışta sunulduğu kadar masum bir akademik süreç olmadığı belli oldu.” ifadelerini kullanmıştı. Serdar Turgut, kendisinin ilk görev yaptığı yıllarda Pentagon’daki odasında, Kuzey Suriye ve Irak’ı içine alacak şekilde çizilmiş Kürdistan haritasını gösteren kişinin de, bu toplantıda olduğunu yazmıştı.

“Böylece toplantının resmen açıklanmayan amacı, bölgede bir Kürt oluşumunun nasıl kurulacağı haline dönüşmüştü. Aşağıda vereceğim katılımcı listesine bakarsanız, konunun Washington'da ne kadar güçlü isimlerle tartışıldığını görürsünüz. Washington’daki bu toplantının tam da Fırat’ın doğusunda neler olacağının, Türkiye ile Amerika arasında tartışıldığı bir döneme denk gelmesi de tesadüf değil tabi ki. Buradaki Kürt Enstitüsü; DAEŞ’tan sonra bölgedeki YPG unsurlarının, İran’ın yayılmacı politikalarına karşı duracak en etkili güç oldukları söylemini de kullanıyor.” diyen yazar, ABD'nin Türkiye'yi açıkça oyalayıp, aldattığına dikkat çekmeye çalışmıştı.

ABD’nin üst düzey PKK'lı liderlerin yakalanması için başlarına ödül koyduğunu açıklaması da tam bir sahtekârlık ve saptırmacaydı. ABD bu tavrıyla: “PKK'yı gözden çıkardı görüntüsüyle yeni PKK olan PYD’yi meşrulaştırma, hatta masumlaştırma” hesapları yaptığı sırıtmaktaydı.

Oysa başından beri ABD, PKK/YPG konusunda samimi bir yaklaşımdan uzak davranmıştı. Bu nedenle “ABD; Türkiye'nin terörle mücadelesinde katkı sunmak istiyor” iddiaları inanılmazdı. Çünkü bir taraftan YPG’ye 5 bin TIR’a yakın malzeme yollanmakta, YPG’yle beraber ortak devriye atmakta ve arkasından da “ben Türkiye'nin güvenliği için PKK'nın 3 kişisinin başına ödül koyuyorum” yaklaşımı tam bir çifte standarttı. Aslında bir sene öncesinden bazı yorumcular, PKK'nın 15 Temmuz’dan sonra Türk güvenlik güçleri karşısında yok olma düzeyine gelmesiyle beraber, üç önemli ismin tasfiye edileceğini yazmaya başlamıştı.

ABD-PKK ile Paralel devriyeye başlamıştı!

Türk askerleri ile birlikte Münbiç’te ortak devriye gezen ABD, PKK/YPG’li teröristlerle de ortak devriye atmaya başlamıştı. 1 Kasım’da Türkiye’yle ortak devriye faaliyeti yürüten ABD, terör örgütü PKK ile Münbiç kırsalı, Ayn İsa, Dırbesiye, Süluk, Resul Ayn, Kamışlı, Aynel Arab ve Tal Abyat sınır koridorunda ortak devriye atmıştı. ABD'nin terör örgütü DAEŞ'ın elinde olan 7 askerini pazarlıkla aldığı da ortaya çıkmıştı. Türkiye'ye “PKK Münbiç'ten çekilecek” garantisi verdikten yaklaşık 2 yıl sonra ortak devriye başlatan ABD'nin, ikili oynadığı anlaşılmıştı. Türk askerleri ile birlikte Münbiç'te ortak devriye dolaşan ABD, bir yandan da PKK'lı teröristleri eğitmeye ve onlarla ortak devriye gezmeye başlamıştı. Bir yandan "Türkiye ile Münbiç'te ortak çalışıyoruz" açıklamaları yapan ABD'nin bir yandan da PKK ile iş birliğine devam etmesi haklı tepkilere yol açmıştı. Yeni Şafak gazetesinde yer alan habere göre TSK, Fırat’ın doğusunda yuvalanan PKK terörüne dönük operasyon hazırlıkları kapsamında Aynel Arab, Kamışlı ve Tel Abyat hattına Obüs atışlarını yoğunlaştırmıştı. Zormağar, Selim, Körali, Mumbatah, Kahtaniye, Tel Abyat, Tel Bender, Kınetra, Çarıklı yerleşkelerinde bulunan PKK mevzileri, operasyon öncesi hazırlık kapsamında Türk topçu bataryaları tarafından vurulmaktaydı. Ama hemen ardından da ABD’li işgal unsurlarının, vurulan noktalara yönelik ilk ziyaretlerini Pentagon’a bağlı askerler ve zırhlıların sınır hattına gönderilmesi, kafaları karıştırmıştı. PKK armalı teröristlerle, ABD askerlerinin ortaklaşa icra ettikleri sınır nöbeti, Washington’un teröre açık desteği ve güvencesi olarak yorumlanmıştı.

Türkiye’nin Fırat Kalkanı ve Zeytin Dalı süreçlerinde; PKK cephesinden yapılan “DAEŞ’a karşı savaşı durdururuz” şantajı, Fırat’ın doğusuna yönelik net adımların atılma sürecinde bir kez daha tekrarlanmıştı. ABD Dışişleri ve Özel Kuvvetler Komutanlığı’ndan yapılan açıklamalarda, Türkiye’nin PKK’yı vurmasına yönelik girişimleri, sakıncalı gelişme olarak nitelendirilmiş ve yeniden “DAEŞ’a odaklanalım” yalanına sığınılmıştı. ABD medyası; Münbiç konusunda atılan adımları, Türkiye’yi oyalama taktiğinin devamı olarak değerlendirirken, Dışişleri sözcüsü Robert Pallodino da; “Türk güçleri şehir merkezine girmeyecek” diye PKK'ya garanti sağlamaktaydı. Bütün bunları kınayan ve karşı çıkan yandaş medyanın, hâlâ “Erdoğan Paris'te Trump'la yan yana oturdu!” diye bayram yapması ise sahtekârlığın daniskasıydı!

Bu arada ABD'nin Suriye Özel Temsilcisi James Jeffrey, DAEŞ’a karşı sürdürülen savaşın birkaç ay içinde sona erebileceğini açıklamıştı. Jeffrey, Amerikan güçlerinin DAEŞ’a karşı elde edilecek galibiyetin uzun süreli olması için çalışmaya devam edeceklerini de vurgulamıştı.

Amerika Birleşik Devletleri'nin Suriye Özel Temsilcisi James Jeffrey, DAEŞ’a karşı son savaş alanının, Fırat Nehri boyunca ABD destekli Suriye Demokratik Güçleri (SDG) tarafından yürütüldüğünü hatırlatıp, "Savaş sürüyor ve birkaç ay içerisinde sona ermesini bekliyoruz, bu DAEŞ’ın elindeki konvansiyonel sayılabilecek son alan olacak.” diyerek, PKK-YPG gibi DAEŞ’la da birlikte iş yapacaklarını açığa vurmuşlardı.

Jeffrey, “DAEŞ’a karşı savaşımızda bu yerel ortak 2014’ten bu yana, PKK’nın Suriye’deki bir uzantısı olan PYD oldu” ifadesini kullanmıştı. Ancak Amerika’nın, PKK’yı terör listesine almış olmasına rağmen PYD için bunu yapmadığına dikkati çeken Jeffrey, “Bu, Türkler için büyük bir endişe kaynağı ama yapmadık” diyecek kadar küstahlaşmıştı.

Jeffrey, “Türkler kuzeydoğu Suriye’de kalmaya devam etmemizin gerçek nedeninin bu olduğundan emin değiller. Oysa onlara bunun geçici taktiksel ve al-ver ilişkisi niteliğinde bir şey olduğunu söylemiştik. Hâlâ öyle ama bazı şartlar ekledik. Bu da sınır boyunca biz, Türkler ve PYD/SDG arasında gerilimlere neden oluyor” demekten de sakınmamıştı.

Tam da böyle bir sırada, ülkenin başka sorunu kalmamış gibi, eski Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’un İmam Hatip Liseleriyle ilgili saçma sapan iddiaları kafa karıştırıcıydı. İmam Hatip okullarının sayısının artışını eleştiren Başbuğ’un, ''20. yüzyılın başında Mustafa Kemal Atatürk’ün işaret ettiği ve çözmeye çalıştığı eğitimdeki sorunları tekrar yaşaması gerçekten ülke için büyük kayıp olur'' yaklaşımları yanlıştı ve yanıltıcıydı.

İlker Başbuğ’un, Cumhuriyet gazetesinde yayınlanan yazısında; “İmam Hatip okullarının hem gerekli olduğunu belirtmesi hem de sayısının hızla artmasını eleştirmesi” tam bir tutarsızlıktı. İlker Başbuğ’un, “Atatürk, yaşasa Türkiye’nin hangi sorununa öncelik verirdi?” başlıklı yazısında, “Eğer bugün, Mustafa Kemal Atatürk yaşasaydı; yapacağı ilk iş, hemen eğitim/ öğretim müfredatı ve ders kitaplarında akıl ve bilimin dışında yer alan hususları tespit ettirip, bunların ayıklanmasını sağlamak olurdu… Çünkü Mustafa Kemal için eğitimin dayanacağı temel nitelik ise eğitimin ilime, fen bilimlerine ve akla dayandırılmasıdır” yorumları da içinde birçok çelişkiyi barındırmaktaydı. “Türkiye’de yıllardır tartışma konusu yapılan husus ise; eğitimin akla ve bilime dayandırılmasının, İslam dini ile ne kadar uyumlu olduğudur. İslam dünyası Abbasiler döneminde ilimde zirveye yükselirken, Batı dünyası bilgisizlik ve karanlık içindeydi. İlmin öğretildiği medreseler, Osmanlı’da Fatih Sultan Mehmet döneminde tepede iken, Kanuni Sultan Süleyman döneminin sonlarında gerilemeye başlamıştır.” diyen Sn. Başbuğ'a öncelikle hatırlatmak lazımdı: İslam dini akıl ve bilimle uyuşmaktadır ve Atatürk de bu gerçeği defalarca vurgulamıştır.

Şimdi soralım:

1- Sn. İlker Başbuğ, İslam'da akılla ve bilimle bağdaşmayan kısımlar mı saptamıştır? Bu konuyu açıklığa kavuşturması lazımdır.

2- Sn. Başbuğ’un, İmam Hatip okullarının çoğalmasından rahatsız olması, bu okullardaki müfredattan dolayı mıdır, yoksa İslam'a duyduğu gizli alerjiden dolayı mıdır? Eğer, İmam Hatip Liselerindeki yetersiz, gereksiz, taklitçi ve şekilci din eğitiminden ve iktidarın istismar siyasetinden şikâyet ediyorsa haklıdır.

3- Sn. İlker Başbuğ, bu tür yorum ve yaklaşımların, dindar kesimleri Erdoğan'ın ve AKP iktidarının tuzağına iteceğini düşünemeyecek kadar saf mıdır, yoksa zaten bu sonuca hizmet için yapılan danışıklı dövüşün bir parçası mıdır?

4- İlker Başbuğ, bu tür alakasız ve dayanaksız çıkışların, TSK’yı ve Paşalarımızı “din karşıtı” göstermek isteyen çevrelerin ekmeğine yağ süreceğinin hâlâ farkına varamamış mıdır?

5- Yoksa Sn. Başbuğ, sadece gündeme taşınmak için mi bu tür tartışmalardan medet ummaktadır.

6- Ülkemiz ekonomik, ahlaki, siyasi ve sosyal bir çöküntüye doğru kayarken, ABD ve AB'nin gizli güdümüne sokulmaya çalışılırken, bu konularla ilgili ciddi, gerçekçi ve çözüm üretici öneriler yerine, İmam Hatip okullarını, hatta bizzat İslam’ı hedef alıcı itham ve iddialarla nereye varmaya çalışmaktadır?

Atatürk'ün aynı günde kurduğu iki hayati önemli kurumun eski ve yeni başkanları, sonuçta Atatürk'ün kemiklerini sızlatacak talihsiz tavırlar sergiliyordu. DİB Ali Erbaş sorumsuz ve olumsuz bir tavırla, tam da 9 Kasım'da, hem de resmi arabasıyla ve cübbesi sırtında, Atatürk'e edepsizce hakaretler eden Kadir Mısıroğlu bunağını ziyarete gidiyordu. Oysa Cumhurbaşkanı bir gün sonra Anıtkabir'de Atatürk'e saygılar sunuyor ve övgüler diziyordu. Bundan birkaç gün sonra ise E. GKB İlker Başbuğ: “İmam Hatip okulları çoğaldı, Atatürk olsaydı bunları kapatırdı” şeklinde safsatalar sıralıyordu ve her ikisi de Atatürk'ün aziz hatırasına saygısızlık ediyordu.

Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Ali Erbaş'ın, Atatürk'e hakaret eden Kadir Mısıroğlu'nu ziyareti büyük bir tepki toplamış, CHP, MHP, İYİ Parti başta olmak üzere istifa çağrıları yapılmıştı. Yazar Kadir Mısıroğlu ise, Ali Erbaş'ı 'şeyhülislam' diye niteleyip kendisini ziyaret etmesini ‘tarihi bir hadise' olarak yorumlamıştı. AKP Sözcüsü Ömer Çelik de söz konusu ziyaretin 'insani' olduğunu belirterek, "Hasta ziyaretinin siyaseti olmaz" mazeretine sığınmıştı. Yoksa Sn. Ali Erbaş dolduruşa gelip, bir komplonun kurbanı mı yapılmıştı?

Yahu, şu ABD dostumuz muydu, düşmanımız mıydı?

“ABD, Afganistan’ı, Irak’ı, Libya’yı işgal etti, milyonlarca insanı öldürdü, milyonlarca hayatı kararttı, aileleri parçaladı, ülkelerin huzurunu bozup geleceklerini kararttı. İnsanlığın tepesine bir kez daha bir kâbus gibi çöktü. Mısır’da darbe yaptı, Arap Baharı’yla İslam alemini bir kez daha dizayn etmeye girişti. Suriye’yi işgale niyetlendi, İsrail’in güvenliği için Ortadoğu’da yeni uydurma devletler için çalıştı ve hâlâ da çalışıyordu. Şimdi de hedefinde İran vardı. Güney sınırımızda PKK’nın uzantısı bir devlet için göz göre göre çalışıyordu. Gözümüzün önünde binlerce TIR silah, mühimmat vs. yolluyor, teröristleri “düzenli ordu” oluşturmak için eğitiyordu. İşin acı tarafı ise, bırakın geçmiş vukuatlarını son 15-20 senedeki Ortadoğu “performansı” bile bir barbarlık vesikası olan ABD’yi hâlâ ve hâlâ “müttefik”, “ortak” vs olarak nitelemeyi sürdürüyoruz. Zaman zaman bir kriz çıkıyor, zaman zaman ilişkilerimiz geriliyor, ama her nedense “birlikte çalışma niyetimiz” bundan hiç etkilenmiyordu. İlk fırsatta “ortak çalışmaya devam” mesajları vermeye devam ediyoruz.

Şimdi de, “ajan ve terör destekçiliğiyle suçlanan” bir rahip için tehditler savuran ABD ile, “rahibin serbest kalması” neticesinde yeniden “normalleşme” havası başlatılmıştı. Bu “normalleşmenin” ardından neredeyse davullu zurnalı kutlamalar düzenlenmediği kalıyor iktidar basınında… Hele ki bir de ABD’nin “zücaciye dükkânına girmiş fil” mizacındaki başkanının, İran yaptırımlarından Türkiye’yi muaf tuttuğu haberi gelince “piyasalar coşmaktaydı”! Bir Allah’ın kulu da çıkıp; “İran’la ticaret yapıp yapmayacağımıza bir başka devlet nasıl karışırmış? ABD kim ki hakkımız olanı bize lütfediyor?” diye sormamıştı. Saçma sapan bir zafer sarhoşluğu yaşanıyordu, ama kendimize hâlâ “ABD bizim aslen neyimiz olur?” sorusunu sormuyoruz. Hâlbuki katlettiği masumlar, tarumar ettiği ülkeler, onu “dünyanın baş belası” olarak biliyordu![1]

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,

***