E. TÜMG. ARMAĞAN KULOĞLU etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
E. TÜMG. ARMAĞAN KULOĞLU etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

5 Kasım 2018 Pazartesi

PAPAZ EKİM SONUNDA TAHLİYE EDİLEBİLİR

PAPAZ EKİM SONUNDA TAHLİYE EDİLEBİLİR


E. TÜMG. ARMAĞAN KULOĞLU : 
ARAŞTIRMA DOSYASI 
PAPAZ EKİM SONUNDA TAHLİYE EDİLEBİLİR
EYLÜL 11, 2018 
E. TÜMG. ARMAĞAN KULOĞLU : PAPAZ EKİM SONUNDA TAHLİYE EDİLEBİLİR

Rahip Brunson’un duruşma tarihinin 12 Ekim 2018 tarihinde olduğu bilinmektedir. Yine bilindiği üzere davanın savcısı da değiştirilmiştir.

Yeni savcının duruşma günü muhtemelen esas hakkındaki mütalaasını sonuçlandırması ve Rahip hakkında suçun niteliği çerçevesinde hapis cezası talep etmesi mümkün olabilir. Mahkeme heyeti de, karar duruşması kapsamında, yeni duruşma için yakın bir tarih verebilir ve bu duruşmada da kararını açıklayabilir.

Buraya kadar olan durum, olması gereken bir süreçtir. Konuya bir de diğer yönden bakmak gerekmektedir. O da TBMM’in Ekim 2018 başında açılmasıyla, daha önce ortaya atılan “af kanunu”nun gündeme gelmesidir. İktidar tarafından affın gündemde olmadığı söylenmekle birlikte, daha sonra kapsamının “devlete karşı işlenen suçlar” olabileceği de ifade edilmiştir. Sonuçta TBMM’den Ekim 2018 sonuna kadar olan sürede bu yönde bir af kanunu çıkabilir.

Rahip, her ne kadar Türk vatandaşı değilse de işlediği suçlar Türkiye’ye karşı olup, Türk Yargısınca Türk Ceza Kanununa göre yargılanmaktadır. Bu durumda Rahib’in işlediği iddia edilen suçların devlete karşı işlenen suçlar kapsamında olduğu düşünülürse, onun da af kanunundan istifade etmesi mümkün olabilir.

Bir örnek olarak Rahib’in 10 yıl hapis cezası aldığı düşünülür ve af kanunun da ¾ ceza indirimi şeklinde olduğu var sayılırsa, Rahib’in cezası 2,5 yıla düşebilir. Tutuklu olduğu süre de bu kadar olduğu kabul edilirse Rahip, Ekim sonu veya Kasım başında tahliye edilebilir.

Böylece hem ABD’nin haksız ve asılsız ithamının önüne geçilerek elindeki önemli bir argüman elinden alınmış, hem de Türkiye’nin itibarı korunmuş olur. Türk yargısının bağımsız olduğuna ilişkin de hiç kimse bir şey söyleyemez.

Bu konu benim olası bir senaryoya ilişkin değerlendirmemdir. Ne olacağını zaman gösterecektir. İlgililerin dikkatine sunarım.

https://stratejikguvenlik.wordpress.com/tag/armagan-kuloglu/

***

Kıbrıs’ta Zoraki Evlilik

Kıbrıs’ta Zoraki Evlilik 





Armağan Kuloğlu 
21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü 
Milli Güvenlik ve Dış Politika Araştırmaları Merkezi
15 Şubat 2014 Cumartesi
Kıbrıs’ta Zoraki Evlilik


      Kıbrıs konusunda defalarca müzakere yapılmış, ancak bu müzakerelerden sonuç alınamamıştır. Bundan önceki müzakerenin kesintiye uğradığı zamana baktığımızda, Yunanistan’ın ve GKRY’nin özellikle ekonomik kriz içinde olduğu ve bunun politik alanda zafiyet yarattığı bir döneme rastladığı görülmektedir. Ülkelerin politik alanda güçlü olmadıkları zamanlarda istedikleri sonuçları alamayacakları, diplomasi tecrübeleriyle sabittir. Şimdi de özellikle ABD’nin, bunun yanında da AB ve BM’nin teşvik, telkin ve örtülü baskılarıyla yeni bir müzakere süreci başlamıştır. Ancak bu yeni müzakere sürecinin, Türkiye’nin iç ve dış siyasette yaşadığı sıkıntılı döneme denk gelmesi dikkat çekmektedir.  Müzakerelere başlanmasında, özellikle Kıbrıs adası etrafında tespit edilen ve 
çıkarılması için uluslararası şirketler tarafından çalışmalar yapılan petrol ve doğal gaz kaynaklarının, arama, çıkarma ve işletme hakkıyla aidiyet konularındaki anlaşmazlıkların ve bu konuda menfaat sağlama düşüncelerinin ağır bastığını da söylemek mümkündür. 

***

Öngörülen Birleşik Kıbrıs Cumhuriyeti’nin uluslararası temsil, dış politika, maliye ve tek egemenlik konularındaki yetkisi, merkezi yönetimde olacağından, 
ortaya çıkacak statü özellikle Türkiye’nin aleyhine bir durum yaratacaktır.  

Bilindiği üzere GKRY, Kıbrıs Cumhuriyeti sıfatıyla İsrail’le hidrokarbon arama ve işletme anlaşmaları yapmıştır. Ancak Türkiye söz konusu bölgelere gemilerini 
ve uçaklarını göndererek bu çalışmalara engel olmaya çalışmıştır. Birleşik Kıbrıs Cumhuriyeti’nin tesisiyle, yapılan anlaşmaların önünde bir engel kalmayacaktır. 
TSK ve özellikle Deniz Kuvvetleri üzerinde son yıllarda oluşturulan baskı da, moda deyimiyle “manidar”dır. Yeni kurulacak cumhuriyetle Türkiye arasındaki kıta sahanlığı ve münhasır ekonomik bölge sınırları orta hattan geçecek, Doğu Akdeniz’in diğer sahalarındaki münhasır ekonomik bölge anlayışında da Türkiye’nin ciddi kayıpları olacaktır. Neredeyse kendi kara suları dışında arama ve işletme yapma imkânı kalmayacaktır.

***

Türkiye; AB’ye üyelikte Rum engellemesinden kurtulacağı, dış politikada elinin rahatlayacağı telkinleriyle, KKTC de; AB statüsüne kavuşacağı, ambargolardan 
kurtulacağı söylemleriyle heveslendirilmeye çalışılmaktadır. Türkiye ve KKTC, müzakerelere yeniden başladığı ve Rum kesimiyle ortak bir başlangıç metninde 
uzlaştığı için boşuna tebrik edilmemektedir. Bunun altında ABD ve AB’nin menfaatleri yatmaktadır. Ortak metindeki tek egemenlik durumu, bugüne kadar 
Türkler tarafından sürekli duyarlılık gösterilen bir konuyken, başlangıçta bundan vazgeçilmesi anlaşılır gibi değildir. Hür ve egemen olmak, Kıbrıs 
Türkünün hakkıdır. Bundan vazgeçilmemelidir.

***

Kıbrıs’ın hâlâ Türkiye ve Kıbrıs Türkü açısından önemi idrak edilememiştir. 

Kıbrıs bize tarihi bir mirastır. Tarihi mirastan ve onun yükümlülüklerinden kaçınmak, tutarlı bir devlet için mümkün değildir.
 Kıbrıs, Türkiye’nin güvenliği konusudur. Türkiye’nin; güney emniyetini, deniz alaka ve menfaatlerini, münhasır ekonomik bölge anlayışını devam ettirmesi, 
enerji güvenliğini sağlaması, hava sahası konusunda sorun yaşamaması ve Doğu Akdeniz’de etkili olması için, adanın, mutlaka kendi kontrolünde bir statüde 
olması gerekmektedir. Kıbrıs, Türkiye’nin güvenirliği konusudur. 60 yıldır süren meseleyi kendi ve Kıbrıs Türkü’nün menfaatleri istikametinde halledemeyen bir 
Türkiye, kendisine güven duyan ve duymak isteyenlere güven vermez. Aynı zamanda Kıbrıs meselesi duygusal bir konudur. Türk kamuoyunu tatmin etmeyen bir çözüm kabullenilemez.

  Kıbrıs; Ada’daki Türkler için, güven içerisinde, hür ve egemen olarak varlıklarını devam ettirebilecekleri bir vatana sahip olunması, Türkiye için de, ulusal 
güvenliğinin sağlanması, Doğu Akdeniz’deki etki alanının kısıtlanmasına engel olunmaması ve milli menfaatlerinin korunması meselesidir.
 Konuyu mutlaka çözeceğim diye bugüne kadar sürdürülen politikalar bir tarafa  bırakılamaz ve katlanılan fedakârlıklar görmezden gelinemez. Kıbrıs konusu, 
başka düşüncelerle taviz verilecek bir konu olarak algılanamaz. Kıbrıs konusu 1974’te çözülmüş, 1983’te bitmiştir. Zaten ırkı, dili, dini, kültürü, sosyal 
yapısı, tarihi, hatta hiçbir şeyi birbirine benzemeyen toplumlardan müşterek bir devlet olamayacağı aşikârdır. Başkalarının menfaati için zoraki evlilik yaptırılamaz.

Uzman Hakkında
Armağan Kuloğlu
Milli Güvenlik ve Dış Politika Araştırmaları Merkezi

Uzmanın Diğer Yazıları

  Jandarma ve TSK Üzerindeki Oyun 
  Kıbrıs’ta Zoraki Evlilik 
  Suriye Politikasında Yanlış Hesap 
  ABD Dış Politikasındaki Değişim 

http://www.21yyte.org/tr/arastirma/milli-guvenlik-ve-dis-politika-arastirmalari-merkezi/2014/02/15/7432/kibrista-zoraki-evlilik



***

Jandarma ve TSK Üzerindeki Oyun

Jandarma ve TSK Üzerindeki Oyun 







Armağan Kuloğlu
21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü                        
Milli Güvenlik ve Dış Politika Araştırmaları Merkezi
14 Haziran 2014 Cumartesi
Jandarma ve TSK Üzerindeki Oyun

   Jandarma Genel Komutanlığı’nın tasfiyesine ilişkin, 5-6 yıldır tartışmalar, yorumlar ve programlar yapılmakta, yazılar yazılmaktadır. Bunu gündeme taşıyanların, iktidarı destekleyen ve onun propagandasını yapan medya grubu olduğu dikkat çekmektedir. Son zamanlarda yönetimin, bu konunun planlanarak gerçekleştirilmesi için hazırlıklar yaptığı da anlaşılmaktadır. Bunun gündeme getirilmesinin sebebinin, AB giriş süreci çerçevesinde güvenlik teşkilatlarının AB normlarına uyum sağlaması olduğu ifade edilmektedir. Bu kapsamda yeni sınır 
güvenlik birimlerinin oluşturulması, jandarmanın tasfiyesi, TSK’nın yeniden yapılandırılması, ordunun profesyonelleştirilmesi gibi konuların yer aldığı görülmektedir. Ancak sebebin AB olarak gösterilmesinin gerçeklik yönü olsa da, bunun yanında çözüm sürecinde bölücülere verilen sözlerin ve yönetimin ideolojik yaklaşımlarının da bu çalışmalarda önemli rol oynadığı dikkatlerden kaçmamaktadır. 

Sebebin AB olduğuna bakacak olursak, Türkiye’nin coğrafi konumunun AB ülkelerinden farklı olduğunu, komşularımızın onlarınkine benzemediğini, 
jeopolitik ve tehdit ortamının, dolayısıyla güvenlik algılamasının mukayese edilemeyeceğini açık olarak görmek mümkündür. Ayrıca ülkelerin tarihi 
geçmişlerini, gelenek ve teamüllerini, kuruluş şekillerini ve felsefesini de bu kapsamda düşünmek gerekir. Bu nedenle ülkelerin, özellikle Türkiye’nin güvenlik yapısının farklı olabileceği, her şeyin AB ülkelerindeki gibi olamayacağı kabul edilmelidir. Ancak başka düşüncelerle bunu bahane ederek bir zorlamaya gitmenin ve kamuoyunu da yanıltmanın doğru bir yaklaşım olmayacağı aşikârdır. 

Bu kapsamda Ermenistan, İran, Irak, Suriye, hatta Yunanistan gibi ülkelerle olan sınırlarımızın asker olmayan sınır güvenlik birimleriyle korunmasının mümkün 
olamayacağını, buradaki konunun sadece uyuşturucu, insan kaçakçılığı ve gümrük hususlarının çok ötesinde olduğunu bile bile böyle bir uygulamaya gitmek hatadır. Avrupa ülkelerinde sınır geçişlerinin fark edilmediğini de orada seyahat edenler bilir. Jandarmanın tasfiyesinin de Oslo görüşmelerinde 
görüşüldüğü ve bugüne kadar da bölücüler tarafından ısrarla üzerinde durulduğu haberlerine rastlanmaktadır. Jandarmanın askeri niteliğinin ortadan kaldırılması 
ve TSK’dan da koparılması söz konusudur. AB normlarını uygulayacağım derken, İtalya, Fransa, Belçika gibi ülkelerde askeri nitelikte jandarma teşkilatı 
bulunduğu, ihtiyaç duyulduğunda jandarma birliklerinin Kara Kuvvetlerini destekleyeceği, buna uygun eğitim, teçhizat ve teşkilata sahip olduğu dikkate 
alınmamaktadır. Bugüne kadar başta Kıbrıs Harekâtı olmak üzere iç güvenlik ve dış güvenlikteki başarılı ve kahramanca hizmetleri görmezden gelinmektedir. 
Jandarma Subay ve Astsubaylarının, özellikle komutanlarının yetişmesinin kolay olmadığı, Kara Harp Okulu’ndan sonra Piyade Okulu’nda, sonra da buna ilave 
olarak jandarmanın görevleri olan mülki ve kolluk görevleri, adli kolluk görevleri ve iç güvenlik hizmetleri için uzun süre öğretim ve eğitimden geçtikleri bilinmelidir. Eğitim, öğretim, teçhizat, malzeme, teşkilatının askeri olması ve asker nosyonuna sahip olmalarından dolayı sahip oldukları ruh hali ve 
motivasyonun ülke güvenliği açısından önemi ve değeri dikkate alınmalıdır. 

Sadece adli kolluk görevinin üzerinden alınması faydalı olabilir. Aynı durumda olan Sahil Güvenlik Komutanlığı’nın da sivilleştirmeye çalışılması yanlıştır. 
Yunanistan’ın dahi Sahil Güvenlik Örgütü’nü tam askerleştirdiği bir ortamda bu yanılgıya düşülmemelidir. Bu komutanlığın da gerekli zaman ve yerde Deniz 
Kuvvetleri’nin bir parçası olduğu unutulmamalıdır. Bunların dışında, TSK’nın yapısının değiştirilmesi konusunda da çalışmalar yapıldığı duyumu alınmıştır. Bu 
çerçevede, Genelkurmay Başkanlığı karargâhının küçültülmesi, MSB karargâhının büyütülüp operasyonel nitelik kazandırılmasına yönelik çalışmalar yapıldığı, 
neticede TSK’nın geleneksel yapısının tasfiyesinin ön görüldüğü değerlendirilmektedir. TSK’nın da tam profesyonel yapılarak, mükellefiyet yoluyla olan askerliğin ortadan kaldırılmasının planlandığı anlaşılmaktadır. Bu uygulamayla milletle ordu arasındaki bağın, muhabbet ve iletişimin kopacağı bilinmelidir.

Bu çalışmalar dikkate alındığında amacın AB normlarının ötesinde, bölücülere, AB ülkelerine ve küresel güçlere şirin görünmek olduğu algılanmaktadır. Ayrıca 
Jandarma’nın tasfiyesiyle TSK’nın insan gücünün azaltılmasının hesaplandığı değerlendirilmektedir. TSK’nın yapısının değiştirilmesiyle de Genelkurmay 
Başkanlığı’nın etkinliğinin zayıflatılmasının, bununla, hâlâ böyle bir yaklaşım ve ihtimal olmamasına rağmen, siyasi bir propaganda aracı olarak kullanılan, 
olası darbe düşüncesinin engellenebileceğinin hesaplandığı kıymetlendirilmekte dir. İktidarın devamlılığının, devletin güvenliğine tercih edilebileceği gibi yanlış bir algılamaya sebebiyet vermemek için bu oyuna gelinmemelidir. Bu konuda gerekli hassasiyetin gösterilmesinde fayda mütalaa edilmektedir.

http://www.yenicaggazetesi.com.tr/jandarma-ve-tsk-uzerindeki-oyun-31101yy.htm

Uzman Hakkında
Armağan Kuloğlu
Milli Güvenlik ve Dış Politika Araştırmaları Merkezi

Uzmanın Diğer Yazıları

  Jandarma ve TSK Üzerindeki Oyun 
  Kıbrıs’ta Zoraki Evlilik 
  Suriye Politikasında Yanlış Hesap 
  ABD Dış Politikasındaki Değişim 


***

GAZZE’DE BARIŞ VE İSTİKRAR ARAYIŞLARI

GAZZE’DE BARIŞ VE İSTİKRAR ARAYIŞLARI 


Ortadoğu Analiz Şubat 2009 
Cilt 1 - Sayı 2 













Armağan KULOĞLU 
ORSAM Başdanışmanı 
armagankuloglu@orsam.org.tr 



 Avrupa Parlamentosu 4 Şubat’ta Mahmud Abbas’ı dinledi. 
Ancak Gazze operasyonu süresince Batı’dan kayda değer bir tepki gelmedi. 

Gazze’de Mısır’ın da önemli katkılarıyla sağlanan altı aylık ateşkes, 19 Aralık 2008’de sona erdikten sonra, HAMAS’ın 24 Aralık 2008’de İsrail’i hedef alan roket saldırıları ile bozulmuştur. İsrail’in de bu roket saldırılarına hava kuvvetleri ve taarruz helikopterleri ile orantısız bir şekilde karşılık vermesi ile çatışma şiddetlenmiştir. İsrail, yedi gün süren hava ve helikopter taarruzlarını takiben sekizinci günde, yaptığı hazırlıklardan ve beyanlardan beklendiği üzere, Gazze’ye karadan da girmiştir. İsrail, deniz kuvvetleri ile de batıdan HAMAS hedeflerini ateş altına almış ve Gazze’ye abluka uygulamıştır. 

Yirmi beş gün devam eden çatışmalar 17 Ocak 2009 tarihinde İsrail’in tek taraflı ateşkes ilan etmesi, 18 Ocak 2009’da HAMAS ve diğer Filistinli grupların da ateşkes ilan etmesi ve İsrail’e Gazze’den çekilmesi için bir hafta süre tanımasıyla şimdilik durmuştur.1 

İsrail’in başlangıçtan itibaren yaptığı operasyonlarda, HAMAS’a ait çeşitli hedefleri ateş altına alırken, sivillere karşı herhangi bir koruyucu önlem almaması, aksine tamamen hedef gözetmeksizin operasyonlarını sürdürmesi, bölgede bir insanlık dramının yaşanmasına sebep olmuştur. 

İsrail’in, insani duyguları tamamen göz ardı eden davranışları, gönderilen çeşitli yardımların bölgeye ve ihtiyaç sahiplerine ulaşmasını uzun süre engellemesi, 
operasyonları durdurması için yapılan çağrıları dikkate almaması, gerek Türkiye’de gerek uluslararası kamuoyunun önemli bir bölümünde tepki ile karşılanmıştır. İsrail’in, bu operasyonu uzun bir süredir planladığı ve başlatmak için uygun bir ortam oluşmasını beklediği anlaşılmıştır. ABD’de başkanlık seçimleri yapılmıştır. Operasyon zamanının, mevcut başkanın gitme hazırlığı içinde ve fiilen yetersiz bir durumda, seçilmiş başkanın ise henüz başkanlığı devralmadığından resmen etkisiz bir konumda olduğu ve bu konudaki olası bir beyanının da etik açıdan uygun karşılanmayabileceği bir zamana denk getirilmesi anlamlıdır. Diğer taraftan ABD’nin, İsrail ile ilgili geleneksel politikasında bir değişiklik olmasını beklemek de akılcı bir yaklaşım olmayacaktır. Her ne kadar ABD’de başkanların ve mensup oldukları siyasi partilerin 
tarzları önemli bir etken olsa da, ABD’nin bir sistem ülkesi olduğu hatırda tutulmalıdır. Ayrıca AB’nin dönem başkanlığını Çek Cumhuriyeti devralmış durumdadır. Çek Cumhuriyeti’nin füze kalkanı projesinde de görüldüğü üzere ABD yanlısı bir tutum içinde olduğu bilinmektedir. Çek Cumhuriyeti’nin, diğer bazı AB üyeleri tarafından tasvip edilmeyen ve daha sonra yanlış anlaşıldığını ifade eden açıklaması olsa dahi, AB Dönem Başkanı olarak, İsrail saldırılarının meşru müdafaa amacı taşıdığını beyan etmesi bunun bir göstergesidir.2 

HAMAS’ın İsrail’i tanımaması, yok edilmesi gereken bir ülke olarak görmesi, roket saldırılarını sürdürmesi ve İsrail kuvvetlerine karşı direnişini devam ettirmesi, İsrail’in operasyonlara devam etmesi için kendisi açısından haklı bir gerekçe teşkil etmiştir. 

İsrail, Gazze’de HAMAS’ın tehdit olmasına son vermek, etkinliğini ve hâkimiyetini ortadan kaldırmak, sivil halkın HAMAS’a olan güven ve desteğini kırmak ve bölgede kontrolü sağlamak istemektedir. Bu maksatla HAMAS’ı askeri alanda mağlup etmeyi, silah ve mühimmat depolarını, roket rampalarını yok etmeyi, Gazze’ye giren silah, mühimmat ve askeri malzemenin girişini engellemeyi planlamış ve icra etmiştir. Ancak bunları gerçekleştirirken masum kişilerin hayatını dikkate almaması tamamen 

barbarlık olarak nitelendirilmektedir. Bir binada 1-2 HAMAS militanının olduğu şüphesi ile 30-40 masum sivilin, kadın, çocuk demeden öldürülmeleri içler acısıdır. İsrail’in bu suretle, HAMAS’a destek verdiği düşüncesi ile sivilleri de cezalandırdığı, onlara da gözdağı vermek istediği anlaşılmaktadır. 

İsrail bu operasyonla, bölgedeki Suriye-İran dayanışmasının etkinliğini kıracağını da hesaplamıştır. 

 İsrail karşısında parçalanmış değil, bütünleşmiş ve dayanışma içinde olan bir Filistin’in, haklarını daha iyi koruyabileceği dikkate alınmalıdır. 
İsrail üzerinde etkili olabilmenin yolunun ABD’den geçtiği unutulmamalı, bu konuda ABD üzerinde etkili olabilmenin yolları aranmalıdır.

Operasyonlara ısrarla devam etmesinin sebebi olarak da, HAMAS’a karşı uluslararası ortamın önemli bir bölümünün tepkili oluşundan istifade etmeyi düşündüğü anlaşılmıştır. 

Uluslararası kuruluşların ateşkesi sağlamada fazla bir etkisinin olamayacağı kanaati hâkimdir. Nitekim çağrı üzerine toplanan BM Güvenlik Konseyi’nde, ABD’nin itirazı nedeniyle ateşkes kararı alınamamıştır. AB’nin, dönem başkanlığını yapan Çek Cumhuriyeti başta olmak üzere, ABD yanlıları ve diğerleri olarak görüş ayrılığı yaşadığından bu konuda birlik olarak bir karara varmalarının zor olduğu görülmüştür. İslam Konferansı Örgütü ve Arap Birliği’nin çağrılarının da fazla etkili olamayacağı ortaya çıkmıştır. Türkiye’nin bölgede yaptığı temasların, haklı tarafı da olsa, Türkiye’nin İsrail’e karşı gösterdiği tepkiden sonra, İsrail üzerinde etkisinin olamayacağı anlaşılmıştır. Bu durumda İsrail’in, sürdürdüğü operasyonlarını, uluslararası bütün çağrıları dinlemeyerek, siyasi ve bunu elde etmek için belirlediği askeri hedeflerine ulaşmadan durdurmayacağı açık olarak görülmüştür. Diğer taraftan HAMAS’a karşı uluslararası ortamın önemli bir bölümünde tepki olmakla birlikte, HAMAS’ın bölgede Suriye ve İran başta olmak üzere bir kısım ülkelerin desteğini aldığı da bir gerçektir. Ayrıca bölgedeki diğer radikal İslami örgütler de, İsrail karşıtı olan HAMAS’a destek vermeye devam etmişlerdir. 

 Türkiye’nin, Ortadoğu’da oluşan kutuplaşmanın bir tarafında yer alması, etkinliğini tartışılır duruma getirebilir. >

Barışın sağlanması ve HAMAS ile El-Fetih arasındaki anlaşmazlığın ve rekabetin giderilmesi için İslam Konferansı Örgütü, Arap Birliği ve barışa katkıda bulunmak isteyen Türkiye başta olmak üzere diğer ülkelerin de bu konuya önem vermelerinde ve taraflarla görüşmelerinde fayda görülmektedir. İsrail karşısında parçalanmış değil, bütünleşmiş ve dayanışma içinde olan bir Filistin’in, haklarını daha iyi koruyabileceği dikkate alınmalıdır. İsrail üzerinde etkili olabilmenin yolunun ABD’den geçtiği unutulmamalı, bu konuda ABD üzerinde etkili olabilmenin yolları aranmalıdır. Bu çatışmadan en büyük zararı sivil halk ve masum insanlar görmüştür. İsrail’in orantısız güç kullanması ve sürdürdüğü operasyonlarda hedef gözetmeyerek insanlık dışı davranışlarda bulunması kabul edilemez.

Bu çatışma, başta ABD olmak üzere Batı’nın çifte standardını bir kere daha gözler önüne sermektedir. Irak’ın kuzeyinden Türkiye’ye yönelik PKK terörünü önlemek için Türkiye’ye sınır ötesi operasyona müsaade etmemekte direnen ve çok uzun bir süre sonra çeşitli nedenlerin etkisi ile bu müsaadeyi sınırlı bir şekilde veren ABD’nin, İsrail’in icra ettiği operasyonlar karşısındaki tutumu dikkat çekmektedir. Ayrıca Türkiye’nin PKK terörüne karşı düzenlediği sınır ötesi operasyonlarda, sivil halka zarar vermemek için gösterdiği hassasiyeti de hatırlatmakta yarar görülmektedir. Yine bu operasyonlarda Batı’nın, TSK’nın sivil halka zarara verip vermediğini dikkatle gözlemlediği ve Türkiye’nin bu konuda açığını bulmak için büyük bir gayret sarf ettiği de göz önünde tutulmalıdır. Bu nedenlerle Türkiye’nin uluslararası temaslarında, Batı’nın bu tutumlarını dikkate almasında fayda görülmektedir. İsrail’in operasyonları Gazze’de maalesef çoğu siviller olmak üzere 1300 kişinin ölümüne, 5000’den fazla kişinin de yaralanması na sebep olmuştur.3 

Ölenlerin sayısı resmi kayıtlarda belirtilmiş olanlardır. Kayıt dışı olanlar belirlendikçe ve enkazlar kaldırıldıkça ölü sayısının artması beklenmektedir. Gazze’de şimdilik bir 

ateşkes sağlanmış durumdadır. Ancak bu ateşkesin her an için kırılması ihtimali yüksek görünmektedir. Ateşkesin ihlal edilmesi ve çatışmanın yeniden başlaması halinde bundan sonraki aşamanın, şehirlerde muharebe (askeri tabiriyle “meskûn yerlerde muharebe”) olarak cereyan edeceği göz önünde tutulacak olursa, İsrail’in bu konuda tecrübesi olsa dahi avantajın, sivil halkın da desteğini alan ve bölgesini savunan taraf konumunda bulunan HAMAS’ta olabileceğini söylemek mümkündür. Bu değerlendirme, HAMAS’ın çatışmadan galip ayrılacağı anlamına gelmemekle birlikte, İsrail’in çatışmalarda önemli ölçüde zayiat verebileceğinin dikkate alınması gerektiğini de ortaya koymaktadır. ABD’nin Irak harekâtının ilerleyen safhalarında karşı karşıya kaldığı olaylar, bu duruma bir ölçüde örnek teşkil edebilir. Çatışmalar uzadıkça, radikal İslami örgütlerin İsrail içinde bazı terörist saldırılar düzenleyebilecekleri de ihtimal dâhilindedir. 

Ateşkesin sürekli olması konusunda, özellikle bölgede etkili olmak isteyen başta Fransa olmak üzere bazı AB ülkeleri ve başta Mısır olmak üzere bazı bölge ülkeleri çabalarını sürdürmektedir. 

Türkiye de bu konuda önemli teşebbüslerde bulunan ve mevcut geçici ateşkesin sağlanmasına katkıda bulunan ülkelerin başında gelmektedir. 

Ateşkesin sürekli korunması için Türkiye aşamalı bir planı da tarafların bilgisine sunmuş durumdadır. 

Bu planda öncelikle El-Fetih ile HAMAS arasında mutabakat sağlanması, Filistin’de ulusal birliğin oluşturulması, İsrail’in Gazze’den çekilmesi ve karşılıklı olarak anlaşmazlıkların çözümlenmesi bulunmaktadır. Plan öncelikle, Filistin’de iç barış ve dayanışmanın sağlanmasını olmazsa olmaz ve son derece önemli bir şart olarak nitelendirmektedir. Ancak yaşanan vahim olaylar ve İsrail’in Gazze’deki Filistinlilere karşı sergilediği canice davranışlar, İsrail karşıtlığını 
güçlendirmiş ve tepkili bir nesil yetişmesine sebep olmuştur. Bu durum, ateşkeslere engel teşkil etmese de, bölgeye sürekli barışın gelmesine engel 
olacaktır. 

  PKK terörünü önlemek için Türkiye’ye sınır ötesi operasyona müsaade etmemekte direnen ve çok uzun bir süre sonra çeşitli nedenlerin etkisi 
ile bu müsaadeyi sınırlı bir şekilde veren ABD’nin, İsrail’in icra ettiği operasyonlar karşısındaki tutumu dikkat çekmektedir.  

Türkiye’nin yaşanan olaylar karşısında insani değerleri ön plana çıkaran tutum ve davranış içinde olması, İsrail’i bir an önce operasyonlarını durdurmaya davet etmesi ve kınaması olumlu bir davranış biçimi olarak görülmüş, hem içte, hem de başta bölgeye yönelik olmak üzere uluslararası ortamda olumlu olarak karşılanmış ve takdir toplamıştır. Ancak bu davranışta İsrail’e karşı gösterdiği tepkide aşırılığa varan söylemlerde bulunmasının ve HAMAS’a destek veren davranışlar sergilemesinin, Türkiye’ye kazandıracağı ile kaybettireceği değerler açısından iyi hesaplanmasına ihtiyaç olduğu düşünülmektedir. Ateşkesin sürekli olabilmesi için, taraflardan biri olan İsrail’le de temas edilmesi gerektiği dikkate 
alındığında, Türkiye’nin bu durumda İsrail ile görüşme durumunun olamayacağı, barış tesisine çalışan diğer ülkelerin, sadece Türkiye’nin HAMAS ile olan yakınlığından istifade etmeye çalışacakları değerlendirilmektedir. Ortadoğu’da etkin bir ülke olduğu kabul edilen Türkiye’nin, bölgede oluşan kutuplaşmanın bir tarafında yer alması, etkinliğini tartışılır duruma getirebilir ve bu durum, önümüzdeki dönemde Türkiye’yi yakından ilgilendiren konularda sıkıntı yaratabilir. 

Uluslararası ilişkilerde dostlukların değil, menfaatlerin söz konusu olduğu gerçeğinden hareketle, söylemlerin ve davranışların, doğal olarak bazı duygusallıklar içerse de, ölçülü tutulmasında fayda görülmektedir. İç politikada bazı grupların sempatisini kazanabilmek için takınılan tavır, dış politikada olumsuz sonuçlar doğurabilir. Irkçılığı çağrıştıran söylemler, ülkemizdeki Musevi cemaatini gücendirebilir. 

 Batılı ülkelerin İsrail’e Gazze Operasyonu sırasında tanıdığı hoşgörü, büyük bir çifte standart olarak dikkat çekti. 


İsrail’i tamamen dışlamanın ve bir daha ilişki kurulmasına imkân bırakmayacak derecede aşağılarcasına tepkili olmanın faydadan çok zarar getirebileceği düşünülmelidir. 

İsrail’in bölgede önemli bir aktör olduğu dikkate alınmalı, ABD Kongre ve Temsilciler Meclisi’nin koyduğu sınırlamalar nedeniyle gerçekleştiremediğimiz bazı savunma sanayi konularında teknoloji transferi yaptığımız, ortak çalışmalarda bulunduğumuz ve ihaleler yoluyla TSK’ya malzeme temin ettiğimiz bir ülke olduğu hatırda tutulmalıdır. Yahudi lobisinin ABD dış politikası üzerindeki etkisi göz önünde bulundurulmalıdır. Diğer taraftan İsrail’e karşı Türkiye’nin çeşitli yerlerinde düzenlenen telin mitinglerinin, insanlığa ve Filistinli kardeşlerimize yönelik saldırıları kınamaktan öteye geçtiği görülmüştür. Saldırıların, Müslümanlara karşı yapılan bir hareket olarak nitelendirilip, düzenlenen mitinglerin dini bir karşı eylem olarak sergilenmesi, radikal İslami görüntüleri andıran ve Osmanlı padişahlarının resimlerinin de kullanıldığı, irtica görüntüsü veren davranış içinde bulunulması anlamlı olarak karşılanmıştır. PKK terörüne karşı ve şehitlerimizin anısına dahi gösterilmeyen bu tepkiler, 

Milli Eğitim Bakanlığı’nın okullarda düzenlenmesi talimatını verdiği saygı duruşu ve yardım toplama faaliyeti ile çeşitli ulusal ve uluslararası sosyal faaliyetlerde görülen duygusallık da dikkat çekicidir.4 İsrail’i kınamak maksadıyla sarf edilen sözlerdeki aşırılıktan cesaret alan bir takım çevrelerin düzenledikleri gösterilere, iç politik nedenlerle de müsamaha gösterilmesi, ülkemiz için başka bir tehdit olan radikal İslami hareketlerin (İrtica) sergilenmesine imkân yaratmıştır. Bu hassasiyetin dikkate alınmasında ve takip edilmesinde yarar görülmektedir. Ateşkes şimdilik sağlanmıştır. Devamının sağlanması ve kalıcı olması önemlidir. 
Bu konuda Türkiye’nin gösterdiği tepki, ölçüyü kaçırmamak kaydıyla yerindedir. Geçmiş dönemde uygulanan başarılı politikalara dikkat edilmeli, yürütülen ince diplomasi göz önünde bulundurularak ve tarafsızlık ön planda olmalıdır. Türkiye, daha önce de yazılanlardan anlaşılacağı gibi Ortadoğu’da temel sorun olan İsrail-Filistin meselesinde aktif rol almaya çalışmış, etkili olabildiği ölçüde başarılı olmuştur. Barışın sağlanabilmesi için Türkiye’nin aldığı ve alacağı rol, hem insani değerler, hem de bölgesel etkinlik açısından yararlı olacaktır. Ancak taraflardan birinin yanında yer alıp, diğerini dışlamanın, arabuluculuk faaliyetlerine uygun düşmeyeceği dikkate alınmalıdır. Türkiye’nin sadece HAMAS ile ilişki kurabilen ve onu ikna edebilen durumundan daha öteye geçen bir politika uygulaması faydalı olacaktır. Söylem, eylem ve davranışlarda, uluslararası usul ve yaklaşımların göz önünde tutulması, ulusal çıkarlarımızın nerede olduğu konusunda dikkatli olunması ve dengeli politikalar uygulanması gerekmektedir. 

DİPNOTLAR

1 “Gazze’de Ateşkes Sağlandı”, 18 Ocak 2009, http://www.aksam.com.tr/2009/01/18/haber/dunya/271/gazze_
de_ateskes_saglandi_.html,, ( Son Erişim 26 Ocak 2009) 
2 “Çek Cumhuriyeti: Gazze Açıklaması Yanlış Anlaşıldı”, 4 Ocak 2009, http://www.sabah.com.tr/2009/01/04/hab 
er,1D75AE09CD9D4668BE2D96DFC4792C51.html, ( Son Erişim: 26 Ocak 2009) 
3 “Savaşın Bilançosu: 1300 Ölü”, 18 Ocak 2009, http://www.kanal1.com.tr/haber,Savasin-bilancosu-1300-olu,5 
DA33A393B2649FCACE4AF571D80DA38.html, ( Son Erişim: 26 Ocak 2009) 
4 “Okullarda Gazze İçin Saygı Duruşu”, 13 Ocak 2009, www.ntvmsnbc.com/news/472097.asp, ( Son Erişim: 26 
Ocak 2009) 

***

TSK Üzerinde Devam eden bir Operasyon.,

TSK Üzerinde Devam eden bir Operasyon.,





Armağan KULOĞLU
oakuloglu@gmail.com
16 Ekim 2010 


Türkiye’nin AB sürecindeki girişimlerinin artmasıyla birlikte AB’nin Türkiye’den istekleri de artmaya başlamış, bunlardan bir kısmını da Türkiye’nin güvenliğine olumsuz yönde etki eden konular oluşturmuştur. Türkiye’nin AB’ye üye olması için AB normları adı altında ileri sürülen ve müzakere sürecinin başlamasını sağlayacak konulara ilişkin, uyum paketleri kapsamında birçok düzenlemeler yapılmıştır.Bu kapsamda AB tarafından üzerinde durulan önemli konulardan birini de, TSK’nın demokratik sistem içindeki rolü çerçevesinde, Türkiye’nin konumu ve jeopolitik ortam dikkate alınmadan, AB ülkelerinin ordularına benzemesi yönündeki girişimler teşkil etmiştir. 

Bu amaçla Hollanda, AB tarafından, sivil bir girişim başlatması için görevlendirilmiş veya durumdan vazife çıkararak kendisi bu konuyu doğrudan sahiplenmiştir. Konunun hayatiyete geçirilebilmesi için Hollanda’da, uluslararası camiada bilinen düşünce kuruluşlarından CESS (Center for European Strategic Studies), Hollanda Dışişleri Bakanlığınca finanse edilen  “Türkiye’de sivil-asker ilişkileri”  başlıklı bir çalışma başlatmıştır. 

Bu çalışmaya, Türkiye’deki bazı düşünce kuruluşlarının ve üniversitelerden tespit ettiği öğretim üyelerinin katılmasını sağlamıştır. 2003-2004 yıllarında sürdürülecek bu çalışmanın sonunda ortak bir rapor hazırlanması ve bu raporun AB yetkili kurumlarına sunulması planlanmıştır. Hazırlanacak raporun Türkiye’de de yayımlanarak sürece katkı sağlaması düşünülmüştür.Türkiye’deki düşünce kuruluşlarından o zaman en etkin olan ve benim de mensubu olduğum ASAM’a, projede yer alması için teklif yapılmıştır. 

Yönetimle gerekli istişare sonucunda projede yer alacağımız CESS’e bildirilmiştir. Yukarıda belirttiğim hususların çoğu projeye girdikten sonra anlaşılmıştır. Ancak, bu projeyle TSK’nın; Türkiye’nin şartlarına özgün özelliklerinden uzaklaştırılacağı ve etkisizleştirilmeye çalışılacağı, bu durumun da güvenliğimize olumsuz olarak yansıyacağı başlangıçtan itibaren sezilmiştir. 

Projede yer alınması teklifinin ASAM tarafından kabul edilmemesi halinde, kendilerine göstermelik de olsa başka bir düşünce kuruluşu bulabilecekleri, istedikleri yönde bir rapor çıkarabilecekleri düşünülmüş ve tarafımızdan projenin dışında kalıp seyretmektense, içinde bulunup yönetmenin daha doğru olacağı değerlendirilmiştir. Bu değerlendirmede ana düşünce, proje çalışmalarında gerçekleri ortaya koymak, TSK ve Türkiye’nin güvenliği için olumsuz bir proje olmasını önlemek, önlenemediği taktirde ileri bir safhada çekilerek projeyi akamete uğratmak olmuştur.Olaylar düşündüğümüz gibi gerçekleşmiş ve olumsuzlukların önlenemeyeceği ortaya çıktığı bir zamanda ASAM projeden çekilmiştir. 

CESS projeye kalanlarla devam etme kararı almış ve bir rapor hazırlamıştır. Raporun birkaç yerinde bizim karşı görüşlerimizin ve itirazlarımızın belirtilmesi ile yetinilmeye çalışılarak raporun etkin olmasına çalışılmışsa da rapor, arzu ettikleri etkinliği sağlayamamıştır.Projede; TSK’nın küçültülmesi, MSB’ye bağlanması, Genelkurmay Karargâhı’nın küçültülmesi, MSB Karargâhı’nın genişletilmesi ve etkinleştirilmesi, MSB’de teşkil edilecek karar organında sadece Genelkurmay Başkanı’nın bulunması, diğer üyelerin MSB’deki sivillerden oluşması, Milli Güvenlik Kurulu ve Genel Sekreterliğinin yapısının ve işlevinin askerlerin etkinliğini azaltacak şekilde değiştirilmesi, YÖK’teki TSK temsilcisinin kalkması, OYAK’ın yapısının ve varlığının incelenmesi, TSK Güçlendirme Vakfının yeniden ele alınması, Askeri Yargı ve buna benzer konular ön planda olmuştur. Bilindiği üzere bunlardan bir kısmı gerçekleşmiş durumdadır.CESS daha sonra, Ankara’daki bir vakıf üniversitesinde aynı konuda çalışmalar yapmak üzere bir seri toplantılar düzenlemiştir. 

Bu toplantılardan birine davet edildiğimde yine bilinen konulardaki itirazlarımı ifade ettiğim için rahatsız olmuşlardı. Şimdi aynı düşünce kuruluşunun aynı üniversitede 4 günlük bir seminer düzenlediğini öğrendim. CESS, Türkiye’de bu işi başarmak için azimle çalışmakta ve kendine uygun bir platform bulmakta da zorluk çekmemektedir. 

Seminerde öğrendiğim kadarı ile gerçekleri ortaya koyabilecek nitelikte katılımcılar bulunmasına rağmen, 2003-2004 ve sonraki yıllara göre ortamın daha uygun olduğu dikkate alınırsa, bu seminerden çıkacak rapora dikkat edilmesi gerekmektedir. TSK’nın hem içten hem de dıştan operasyonlara maruz kaldığı ve bunun devam ettiği göz ardı edilmemelidir. 


Kaynak Yeniçağ: 
TSK üzerinde devam eden bir Operasyon 
Armağan KULOĞLU 

http://www.yenicaggazetesi.com.tr/tsk-uzerinde-devam-eden-bir-operasyon-15303yy.htm

***

Tek Tip ve Bedelli, Gerilim Yarattı

Tek Tip ve Bedelli, Gerilim Yarattı







Armağan KULOĞLU
oakuloglu@gmail.com
09 Ekim 2010

    Önceki Genelkurmay Başkanı zamanında başlatılan ve çalışmaları son aşamaya gelen tek tip askerlik konusunda her kesimden farklı tepkiler geliyor ve dirençler oluşuyor. Bedelli ise bu konudan beklentisi olan siyasetçilerin ve vatandaşların gündemini meşgul ediyor.TSK’nın tek tip askerlik konusundaki çalışmayı üç maksatla yaptığını değerlendiriyorum. 

Bunlardan birincisi (SADELİK); dövizli askerliği bir tarafa koyacak olursak, mükellefiyet yoluyla yapılmakta olan uzun dönem, kısa dönem, yedek subay uygulamasını sadeleştirmek suretiyle kışla içindeki kısa dönem-uzun dönem ile kısa dönem-yedek subay arasındaki çelişkilere son vermektir. 

İkincisi (EŞİTLİK); mükellef vatandaşların vatani hizmetini eşit şartlar altında ve eşit zaman dilimi içinde yapmasına imkân yaratarak sosyal ve psikolojik olarak 
eşitliği sağlamaktır. Vatandaşlarımızın tümü kanunlar, fırsatlar ve oy kullanmada eşit olduğuna göre, askerlik mükellefiyetini de eşit olarak yapmalarını 
sağlamak suretiyle bu konudaki hoşnutsuzlukların giderileceği düşünülmüştür. 

Üçüncüsü de (UZUN SÜRE İSTİFADE); Eğitimli insan gücünden daha uzun süre etkin olarak istifade etmektir. Kısa dönem askerlik süresi 6 aydır. 
Bunun, 2 ayı eğitim, 15 günü intibak, 15 günü de izin süresi olduğundan yararlanacak zaman 3 ay kalmaktadır. 3 aylık süre etkin kullanıma imkân vermemekte, hatta bu mükelleflere çatışma bölgelerinde görev verilmesi de pek mümkün olmamaktadır.Ancak bu konu, toplumun özellikle üniversite mezunları kesiminde tepki görmüş, hayatlarını kısa döneme göre planlamışken mağdur olacaklarını ifade etmişlerdir. Hâlbuki üniversite mezunlarının kısa dönem askerlik yapmasının garantisi yoktur. 

Her ne kadar istekler dikkate alınsa da TSK, ihtiyacı dikkate alarak yedek subay veya kısa dönem ayırımını yapmaktadır. Tek tip uygulamasına geçerken mağduriyet yaratılmaması için önlemler alınacağı da düşünülmektedir. Bu konuda, yönetimdeki parti yetkili kurullarında yapılan bazı alternatif çalışmalar dışarı sızdırılmış ve kısa dönemde 4 ay, uzun dönemde 9 ay gibi bir uygulama olabileceği ifade edilmiştir. Bu durum, mevcut aksaklıkları daha da arttıracağın dan, uygulanmakta olan statünün muhafazası daha uygundur.Diğer taraftan Genelkurmay Başkanlığından brifing alınacağı, ondan sonra karar verileceği ifade edilse de, tek tip konusuna hükümet tarafının da sıcak bakmadığı siyasilerin beyanlarından anlaşılmaktadır.  Sıcak bakmamasının sebebinin bedelli askerlik konusunda TSK’dan olan beklentidir. 

TSK’nın, bedelli askerliğe, bulunulan ortamda parası olanların askerlik yapmaması, parası olmayanların askerlik yapması ile ortaya çıkacak psikolojik olumsuzluğun görev motivasyonuna etki edeceği, aynı zamanda 1988-1996 arasındaki yıllarda erkek doğum sayısının azlığından dolayı sistemin, kaynak açısından yeteri kadar desteklenmediği, dolayısı ile 2015-2016 yılına kadar bedelli askerlik uygulamasının fiziki olarak zorluk yaratacağı düşüncesi ile benimsemediğini kıymetlendirmekteyim. 

Ancak siyasetçilerin de, sempati toplamak ve bunu oya tahvil etmek için sürekli olarak bedelli askerlik konusunu dile getirmelerinin de yanlış bir yaklaşım olduğunu düşünmekteyim.Bedelli askerlik beklentisi içinde olanların, çeşitli sebepler ileri sürerek haklı olduklarını göstermeye çalışmaları yönündeki iddiaları, bazen hakikatlerden uzaklaşmakta, hatta son yıllarda bazı kişiler tarafından TSK hakkında yürütülmekte olan karalama kampanyalarındaki argümanlara yalan yanlış yenilerinin de eklenmesine sebep olmaktadır.TSK’nın askerlik sistemi ile ilgili son kararı verecek makam tabiî ki hükümettir. Bununla birlikte TSK’nın değerlendirmelerine de itibar etmek ve olabilecek sonuçlar üzerinde fikir birliğinde olmak da önemlidir. Karar verilirken başta seçim kaygısı olmak üzere hiçbir düşüncenin, güvenlik konusunun önüne geçerek olumsuzluklar yaratmasına sebep olunmamalıdır. Ancak siyasetçiler sürekli olarak askerlik konusunu dile getirmektedir. Bu durum, mükellefleri ve onların 
yakınlarını tedirgin etmekte, beklentiler içine sokmakta ve toplum üzerinde olumsuzluklar yaratmaktadır. Bu konuların derhal sonuçlandırılması ve sonucun ivedilikle topluma kesin ifadelerle açıklanması zaruri hale gelmiştir. 

Kaynak Yeniçağ: 
Tek tip ve bedelli, gerilim yarattı  
Armağan KULOĞLU 

http://www.yenicaggazetesi.com.tr/tek-tip-ve-bedelli-gerilim-yaratti-15210yy.htm

***

Eylemsizlik Kararı ve Beklentiler

Eylemsizlik Kararı ve Beklentiler






Armağan KULOĞLU 
oakuloglu@gmail.com 
25 Eylül 2010

PKK, 20 Eylül’e kadar eylemsizlik kararı aldı. Bu eylemsizlik kararı ile birlikte bazı isteklerini de dile getirdi. Önce isteklerinin yerine getirileceğine dair söz verilmesi halinde, BDP tarafından açıklanan referandumdaki boykot kararının  “evet” e dönüşebileceğini, bu gerçekleşmeyince de, en azından müzakere sürecinin başlayabileceğinin sağlanması halinde eylemsizlik kararının uzatılabileceğini, hatta müzakere sürecinin başlaması durumunda, eylemsizliğin kalıcı olabileceğini üstü kapalı bir şekilde ima etti.Bölücü siyaset yapanlar ve bölücü terör örgütünün arzusu, eylemsizlik kararını bir pazarlık malzemesi yaparak devlet ve hükümet yetkilileri ile müzakere masasına oturmaktır. Müzakerede de terörü, bir baskı aracı olarak kullanarak tavizler koparmaktır. Bu konuda İmralı avukatları, İmralı’dan aldıkları eylemsizlik kararını uzatma tavsiyesini, bölücü terör örgütüne ulaştırmış, bölücü terör örgütü de bir hafta sonra bu konuda alacakları kararı açıklayacaklarını duyurmuştur.İmralı siyaset sahnesinde!Medyaya intikal eden haberlerden, terörün sona erdirilmesi için hükümetin bölücü siyaset yapanlarla doğrudan görüşmeler yapacağı anlaşılmıştır. Milletvekillerinin ve siyasi partilerin hükümetle de olsa karşılıklı görüşmesi doğal karşılanabilir. 

  Ancak İmralı ile devletin organlarının ihtiyaç duyması halinde dolaylı olarak görüşmeler yapılabilmesine bir anlam verilememektedir. Hatta sivil bir heyetin İmralı’da görüşmeler yapmakta olduğuna ilişkin haberler de vardır. Bu durum, İmralı’nın siyaset sahnesinde rol alması demektir. Can ve konforu uluslararası garanti altında olan bir terörist başından neyin karşılığında neyin istenebileceği anlaşılamamıştır. Ondan medet ummak, devletin onuru ile bağdaşmaz. Terörist başı ile bazı görüşmelerin, hatta işbirliğinin yapılabileceği, bundan sonuç alınabileceği, hatta şartların elverişli duruma gelmesi halinde af bile çıkarılabileceği yolunda, halkı bazı konulara alıştırmaya veya yanıltmaya yönelik beyanlar, doğru bir yaklaşım tarzı değildir. Bölücü başına itibar edilmemeli, ona önem verilmemelidir. Bu konuda, halkı doğru bilgiyle aydınlatmaya yönelik açıklamalar yapılmadığı ve önlemler alınmadığı takdirde yönetim ve dolayısı ile ülke zor durumda kalabilir.Halen Kürt kökenli vatandaşlarımıza, bireysel hak olarak adlandırılabilecek tüm kolaylıklar sağlanmış durumdadır. Bundan daha öteye bir yaklaşım, terörle bir noktaya gelindiğini gösterir ki, bu da Türkiye Cumhuriyeti’nin savunduğu ilkelere ters düşer. Aksi bir durum terörün, siyasetin önünü açacak ve devletle müzakere edilebilecek bir platform olarak kullanılmasına imkân yaratacaktır. Eylemsizlik kararının devam ettirilmesine yönelik çabalar da, bir yol olarak kullanılacaktır.Terör can yaktığından dikkat çekmektedir. Bu nedenle yönetim, doğal olarak bütün dikkat ve gayretini PKK bölücü terör örgütünün eylemlerinin önlenmesine yönlendirmektedir. Hâlbuki terör eylemleri, bölücülük faaliyetlerinin iç ve dış kamuoyuna taşınmasını sağlamak, toplumda bezginlik, bıkkınlık, korku, endişe ve ümitsizlik yaratmak ve bu konuda dikkat çekmek maksadıyla yapılır. 

   Bu nedenle sadece terörün önlenmesine yönelik yaklaşım tarzı, bölücü siyaset kapsamında faaliyet gösteren BDP’nin, İmralı’nın, DTK’nın, bazı uluslararası STK ve örgütlerin, dış güçlerin, bunların propagandasını yapan yazarların, diğer yazılı, sesli ve görsel medya sözcülerinin bölücülük faaliyeti yapmalarının önünü açar. Maalesef özellikle görsel medya, tarafsız habercilik adına, bölücü siyaset yapanlara programlarında yer vermekte, böylece bölücü siyaset yapan ve bunları savunanların, ülkenin varlığı, bütünlüğü, güvenliği ve ülkenin kuruluş ve varoluş felsefesi olan ulus-devlet ve Üniter-Devlet anlayışı aleyhinde propaganda yapmalarına imkân sağlamaktadır.

   Bölücü faaliyetler engellenmeli Siyasetçilerden beklenti, sadece terörle mücadeleyi ön planda tutmak değil, bölücü terörle birlikte, hatta ondan da önce, bölücü siyaset ve her türlü bölücü akımla mücadeleyi de dikkate almaları ve söylemlerinde bunu da vurgulamalarıdır. Bölücü faaliyetlerin engellenmesi, terörün de ortadan kalkmasını sağlar. Devlet ve hükümet yetkililerinin gerekli zaman ve yerlerde tek devlet, tek bayrak, tek vatan, tek millet kavramından vazgeçilmeyeceğini ısrarla vurgulamaları olumlu ve kararlı bir yaklaşımdır. Ancak her şeyden önce bölücü terör örgütünün askeri anlamda tam bir yenilgiye uğratılması ve onun bölücü siyasetin önünü açan bir vasıta olarak kullanılmasına fırsat yaratılmaması gerekir. Bu konuda ulusal, uluslararası ve sınır ötesi tedbirler alınmalı, ısrarla takip edilmeli, bu konu iç ve dış politikanın esasını teşkil etmelidir. Ülkenin halen en önemli konusu budur. Başka şekildeki çözüm arayışları ülke çıkarları ile bağdaşmaz. 

Kaynak Yeniçağ: 
Eylemsizlik kararı ve beklentiler - 
Armağan KULOĞLU 

http://www.yenicaggazetesi.com.tr/eylemsizlik-karari-ve-beklentiler-15026yy.htm


***

Irak Politikasındaki Değişim

Irak Politikasındaki Değişim






Armağan KULOĞLU
oakuloglu@gmail.com
02 Kasım 2013

Kaynak Yeniçağ: 

     Özellikle son birkaç yıldır Irak’la olan mesafeli, soğuk, hatta gerginlik ve sertlik içeren ilişkilerimizin birden bire yumuşadığını görmekteyiz. Bunun sebeplerini ortaya koyabilmek için ilişkilerimizin yakın geçmişine ve son gelişmelere bakılmasında yarar bulunmaktadır.2009 yılında ilişkilerimiz “Komşularla sıfır sorun” anlayışı çerçevesinde, Suriye’nin yanında Irak’la da ortak bakanlar kurulu toplantısı yapacak kadar gelişmiş ve “Yüksek Düzeyde Stratejik İşbirliği” düzeyine ulaştığı ilan edilmiştir. 

Ancak bu ilişki, Irak’ta yapılan seçimler sonrasında iktidara gelen Maliki yönetimiyle, başladığı gibi sürdürülememiştir. İlişkilerin bozulmasını; Maliki’nin Şii olmasına, İran’a yakın durmasına, Esad yönetimini desteklemesine, Türkiye’nin Sünni olan ve hakkında tutuklama kararı çıkarılan Irak Cumhur başkanı Yardımcısı Haşimi’yi himaye etmesine, Türkiye’nin merkezi yönetimden bağımsız olarak Barzani yönetimiyle enerji anlaşmaları yapmasına bağlamak mümkündür. 

*** 

Türkiye’nin Irak’la olan ilişkileri gerginliğini muhafaza ederken, Suriye politikası da değerlendirilenin tam aksine gelişmiş, sınıra yakın bölgelerde PYD hâkim olmuş ve el-Kaide destekli Irak-Şam İslam devletinin kurulduğu ilanedilmiş tir.Suriye’deki iç savaş, Irak’taki saldırıların artmasına da neden olmuş ve el-Kaide bu saldırılarda önemli bir rol oynamaya başlamıştır. Ayrıca Barzani yönetimiyle, Irak merkezi hükümetini devre dışı bırakarak yapılan enerji anlaşmaları da, Kuzey Irak yönetiminin statüsünü yükseltmiş ve bu yönetimin bağımsızlık yönündeki iştahını kabartmış, gelinen aşama Irak’ın toprak bütünlüğünü de tehlikeye sokmuştur.  

Suriye’nin yanında Irak’ın da toprak bütünlüğü tehlikeye girmiş, bölgede istikrar gittikçe bozulmuş ve gelinen aşama güvenlik sorunları yaratmaya başlamıştır. Bu durum tedirginliği artırmış ve bölgedeki tehdidin bertaraf edilebilmesi için bölgesel politikalarda değişiklik yapılması zaruretini yaratmıştır. Bu kapsamda Türkiye’nin özellikle Irak politikasını yeniden gözden geçirmesi durumu ortaya çıkmıştır.Diğer taraftan Türkiye’nin aynı kapsamda İran politikasını da olumlu yönde geliştirdiği görülmektedir. 

Hatta yakın bir gelecekte, geçen haftaki yazımda belirttiğim üzere, Suriye politikasında da değişiklik yapmasını beklemek mümkündür. 

Belki de Mısır dahil tüm Orta Doğu politikasının yeniden düzenlemesinin gündeme gelmesi dahi sürpriz olmayacaktır. 

*** 

Bu değişime, ABD’nin Orta Doğu politikalarında yeniden yapılandırmaya gitmesinin de önemli katkı sağladığı düşünülmektedir. 
Hatta bu konuda Türkiye’ye telkin ve tavsiyelerde bulunduğu da değerlendirilmektedir.Bilindiği üzere ABD, Suriye’de askeri bir müdahaleye karşı olduğunu açık bir şekilde ortaya koymuş, Suriye’nin kimyasal silahlardan temizlenmesini BM’ye bırakmış ve Esad’ın tutumundan da memnun olduğunu ifade etmiştir. Esad’a karşıyken, politikasında Esad’lı bir çözüme doğru değişiklik yapmıştır. İran politikasında değişime gittiği ve diyalog ortamı yaratmaya çalıştığı da bilinmektedir. 

Irak politikasında da, merkezi hükümetin duruma hâkim olmasını istediği, fazla tasvip etmese de Maliki yönetimine destek verdiği bir gerçektir. 

Maliki’nin özellikle el-Kaide militanlarına karşı mücadele edebilmek için, silah temini dahil, destek almak üzere ABD’yi ziyaret edeceği de bilinmektedir. 

*** 

Gelinen aşamada Türkiye’nin Irak’la olan ilişkilerindeki yumuşamayı, ortaya çıkan şartlar nedeniyle tercih ettiği anlaşılmaktadır. Özellikle Irak’ta Türkmenleri etkisizleştirme ve yok etme planı çerçevesinde yürütülen katliamlara karşı, merkezi yönetimin otoritesinin Irak’ın bütününde sağlanmasının ve bu kapsamda Maliki hükümetiyle ilişkilerin düzeltilmesinin doğru bir yaklaşım olduğuna inanılmaktadır.Türkiye’nin İran’la olan ilişkilerinde de bir gelişme içinde olduğu gözlenmektedir. 

Yakın bir gelecekte Suriye politikasını, hatta daha sonra Mısır politikasını da gözden geçirerek yeniden değerlendireceği düşünülmektedir. Geç de olsa yanlışlardan dönerek, bölgede oluşan istikrarsızlığın ve buna paralel güvenlik sorunlarının giderilmesi yönünde yapılacak politika değişikliklerinin ülke menfaatleri açısından yararlı olduğuna inanılmaktadır. 

Armağan KULOĞLU
oakuloglu@gmail.com
02 Kasım 2013

Kaynak Yeniçağ: 

http://www.yenicaggazetesi.com.tr/irak-politikasindaki-degisim-28646yy.htm

***

Suriye Politikası Yenilenmeli

Suriye Politikası Yenilenmeli







Armağan KULOĞLU
oakuloglu@gmail.com
26 Ekim 2013

    Arap Baharı Suriye’ye uzandığında Türkiye, her ülkenin kendine göre bir sistemi olduğunu düşünmeden, uluslararası bağlantılarını dikkate almadan, bu ülkede de diğerleri gibi iktidarın kısa sürede yıkılacağını ve yerine demokratik bir sistemin hâkim olacağını değerlendirerek ona uygun bir politika izlemiştir.Önce telkin ve tavsiyelerle Esad’ın reform yapacağını düşünmüş ve bundan kendine pay çıkarmaya çalışmıştır. Bunun gerçekleşmeyeceğini anlayınca da, iktidarın kısa sürede devrileceğini hesaplayarak, muhalefetin oluşturacağı yönetimle işbirliği yapmada öncelik almak için muhalefete destek vermiştir.Ancak verilen destekte mezhepsel yaklaşımların da etkisiyle Esad’ı yıkmaya çalışan her harekete arka çıkılmıştır. Grupların tümü bu durumdan istifade etmiş ve geniş bir alanda serbest hareket etme imkânına sahip olmuştur.Ancak desteğin esas itibariyle Özgür Suriye Ordusu’na (ÖSO) verilmesi düşünülmüşken, radikal dinci örgütler ve Kürt gruplar, faaliyetlerini Esad’la mücadeleden, kendi idealleri yönüne çevirmiş ve mevcut kaos ortamından istifadeyle belirli noktalarda kontrol sağlamışlardır. Kürtler, PYD önderliğinde Türkiye sınırına komşu olacak şekilde, diğer Kürt hareketlerinin de desteğini alarak bir yönetim oluşturmuş ve muhatap kabul edilen bir duruma gelmiştir. el-Kaide’nin uzantısı el-Nusra ve destekçileri de Cihatçılar olarak, Türkiye-Suriye sınırına yakın bir bölgede Irak-Şam İslam Devleti kurduklarını ilan etmişlerdir. 

*** 

Bu kapsamda Suriye’deki iç savaşın boyutları genişlemiş, Esad güçleri ÖSO ile savaşırken, Cihatçılar ve Kürtler, Suriye’de elde ettikleri konumlarını muhafaza ve birbirlerine karşı da üstünlük sağlama mücadelesine girmişlerdir. Bu gruplar mücadelelerini sürdürürken bir kısmının, Suriye’den Türkiye’ye gelen ve sayılarının 600.000’e ulaştığı söylenen mültecilerle birlikte Türkiye’ye girdikleri bilgisi mevcuttur. Ayrıca Esad’a karşı güçler için Türkiye tarafından verilen ve verilmeye devam eden lojistik, personel ve diğer destekler esnasında Türkiye’ye girip çıktıkları ve bunların kontrolünde de sıkıntılar yaşandığı ifade edilmektedir.Gruplar, sınır ötesinde sürdürülen mücadele esnasında Türkiye sınırları içinde de mal ve can kaybına neden olmuşlar ve sınır güvenliğini de tehdit etmişlerdir. PYD ve Cihatçı grupların Suriye’de bulunmasının yanında bir kısmının da Türkiye içinde olduğu bilinmektedir. Bu gruplardan Kürtlerin, Batı’dan, Cihatçılarla mücadele için yardım talep ettikleri de söylenmektedir. Gelinen aşamanın Türkiye’de sıkıntılar yaratacağı düşünülmektedir.Gelişen durum çerçevesinde Türkiye’nin, özellikle uluslararası ortamda, muhaliflere destek adı altında el-Kaide ve uzantısı gruplara da destek olduğu algısı gittikçe yaygınlaşmış ve bu gelişme Türkiye’yi rahatsız etmiştir. Türkiye de bu 
suçlamadan kurtulma arzusundadır. Bu kapsamda sınır ötesinden Türkiye toprakları içine düşen mermilere top atışıyla cevap vermiştir. 

Bunu da el-Kaide/İslam Devleti mevzilerinin ateş altına alınması şeklinde açıklamıştır. Ancak el-Kaide’nin hedef alındığının açıklanmasının, başka yönlerden Türkiye’ye zarar vereceğini de dikkate almakta yarar görülmektedir. Ayrıca bölgedeki kaçakçılık faaliyetlerinde de artış gözlenmiştir. Bölgedeki hassasiyetten dolayı sınırdaki askeri gücün artması, kaçakçılığın eskiye nazaran kolay yapılamamasını da beraberinde getirmiş, bu durum kaçakçılarla askerin sık sık karşı karşıya gelmesine sebep olmuştur. 
Bu nedenle bölgede bir de kaçakçılıktan dolayı sıkıntı oluşmuştur. 

*** 

Gelişmeler, Türkiye’nin konunun başından bugüne kadar sürdürdüğü Suriye politikasının yanlışlığını ve bunun sonucunda durumun kontrolden çıktığını göstermektedir. 

Bu durumda Türkiye’nin Suriye politikasında radikal değişiklikler yapması, önümüzdeki ay Cenevre’de yapılacak konferans için, Esad takıntısını da bir tarafa bırakıp, Suriye’deki muhaliflerin de katılımını sağlayacak ve savaşı sona erdirerek istikrarın sağlanmasına imkân yaratacak teşebbüslerde bulunması gerekli görülmektedir. 

Kaynak Yeniçağ: 
Suriye politikası yenilenmeli 
Armağan KULOĞLU 

http://www.yenicaggazetesi.com.tr/suriye-politikasi-yenilenmeli-28569yy.htm

***

Birlik Beraberlik Nasıl olur?

Birlik Beraberlik Nasıl olur?



Armağan KULOĞLU
oakuloglu@gmail.com
19 Ekim 2013

Kaynak Yeniçağ: 

İktidarın liderleri her fırsatta birlik beraberlik mesajı vermeye devam etmektedir. Bayram dolayısıyla bu mesaj daha da çok kullanılmıştır. 
Aslında milletçe bir ve beraber olmak son derece önemli, ülkemize güç katan, etki yaratan ve arzuladığımız bir husustur. Ancak bunun sözde değil, özde olması gerekir. 
Mevcut duruma baktığımızda, ülkemizin bırakın bir ve beraber olmayı, Alevi- Sünni, Türk-Kürt ve diğer etnik kökenler, Laik-Antilaik, dindar-dindar olmayan, sözde inançlı-inançsız, benden/yandaş-muhalif/öteki gibi birçok sahada ayrışmaya uğradığı, kutuplaştığı görülmektedir. Bunun sebebinin de dış ve iç etkenler ile geçmişten gelen bazı hoşnutsuzluklar ve şuur altına yerleşmiş karşıtlıkların ön plana çıkardığı yanlış politikalar olduğu değerlendirilmektedir. 

*** 

Son zamanlarda açıklanan ve uygulamaya konan demokratikleşme paketi ve onun bir parçasını teşkil eden çözüm sürecine ilişkin konulara bakıldığında, onların da demokratikleşmeye değil, uzun süredir gittikçe artan kutuplaşmaya katkı sağladığı kıymetlendirilmektedir.Türbanın ve hatta daha aşırı tesettürün kamuda serbest olmasının demokrasiyle olan ilgisi anlaşılamamıştır. Ne kadar çok türban, o kadar çok demokrasi olamaz. O zaman Arap ülkelerinin en ileri demokrasiye sahip olması gerekirdi. Bunun demokrasi adı altında başka düşüncelerin bir uygulamasının olduğu düşünülmektedir. Bireylerin dindar olması ve dini vecibelerini yerine getirmesi kadar doğal bir şey olamaz. Böyle insanlara da saygı duyulur. Ancak devletin dindar olması laiklik ilkesiyle bağdaşmaz. Laiklik olmadan da demokrasi olmaz. 

Bu uygulamanın, Türk Milletini ayrıştırmaya katkı sağladığı dikkate alınmalıdır. Diğer taraftan Türk kelimesine karşı, ırkçı, bölücü ve ötekileştirici olduğu gerekçesiyle yürütülen kampanyanın bir uzantısı olarak görülen andımızın, okullarımızdan kaldırılmasını da kabul etmek mümkün değildir. Tam aksine Türk kelimesi, ayrıştırıcı değil, bütünleştiricidir. Türkiye Cumhuriyetini kuran ahaliye Türk Milleti denmiştir. Türklük ise, Türk Milletini oluşturan her bir ferdin ulusal ve uluslararası kimliği olarak belirlenmiş ve bu husus anayasanın 66. maddesinde de yer almıştır. Anayasa çalışmalarında bunun değiştirilmesi için ortaya atılan hususların da ayrışmayı artıracağı unutulmamalı dır. TC rumuzlarının kaldırılmasına, “ Ne mutlu Türküm diyene! ” yazılarının yok edilmesine, Türk kelimesinin bulunduğu kurum isimlerinden ve bayrağımız başta olmak üzere doğal olan ve onur duyduğumuz ifadelerden çıkarılması eylemlerine ve teşebbüslerine kayıtsız kalınmamalıdır. Türk kelimesiyle uğraşanlara gerekli 
cevap verilmelidir. Esas bu düşünce ve uygulamalar birlik ve beraberliğimizi bozmaktadır. 

*** 

Diğer taraftan Türk Silahlı Kuvvetlerinin itibarsızlaştırılması ve etkisizleştirilmesi maksadıyla yürütülen psikolojik harekâtın, çoğunlukla düzmece olduğuna inanılan haberlere, kanıtlara ve düzenlemelere istinaden yapıldığı kanaati bulunmaktadır. Yargıya intikal ettirilen davaların ve yargı kararlarının da, kamuoyunda farklı tepkiler yarattığı görülmektedir. Bu tepkilerin de, kendilerinin ait olduğunu kabul ettiği tarafa göre şekillendiğine şahit olunmaktadır. Bu konu da birleşmeyi, bütünleşmeyi değil, tam aksine ayrışmayı artırmaktadır.Davaların da çoğunlukla olmayan, ancak teşebbüs olarak nitelendirilen darbelere istinat ettirildiği anlaşılmaktadır. Diğer taraftan, bugüne kadar demokratikleşme adı altında yapılan ve yapılmakta olan bazı uygulamaların 2003 yılında yapılmış olması halinde darbeye sebep olabileceği de hükümet yetkililerince ifade edilmiştir. 

Bu durum, TSK üzerindeki uygulamaların muhtemel darbeleri önlemeye yönelik olduğu algısını yaratmakta, davaların daha çok siyasi olduğu kanaatini uyandırmakta ve demokratikleşme adı altındaki uygulamaların da doğruluğunun sorgulanmasına sebep olmaktadır. 

*** 

Sonuç olarak birlik ve beraberliğin özde olabilmesi için, birleştirici ve bütünleştirici olan Atatürkçü Düşünce Sisteminin benimsenmesi, Türklük etrafında birleşilmesi ve bütünleşilmesi, Cumhuriyet’in kuruluşundan beri kazandığımız değerlerin yıpranmasına göz yumulmaması önem arz etmektedir. 

Kaynak 
Yeniçağ: 
Birlik beraberlik nasıl olur? 
Armağan KULOĞLU 

http://www.yenicaggazetesi.com.tr/birlik-beraberlik-nasil-olur-28503yy.htm

***

TSK ve Askerlik,

TSK ve Askerlik,




Armağan KULOĞLU
oakuloglu@gmail.com
12 Ekim 2013

   Yakın bir geçmişte Askerliğin tarifi ve TSK’nın görevi, darbelere dayanak teşkil ettiği düşüncesiyle değiştirilmiş, askerliğin tarifinden, harp sanatının öğrenilmesi ve uygulanmasının amacı olan  “Türk vatanı, istiklal ve Cumhuriyeti’ni korumak” çıkarılarak askerlik, amaçsız, sıradan bir meslek olarak nitelendirilmiştir. TSK’nın görevinde de, Türk vatanının sadece yurtdışından gelecek tehditlere karşı korunması ifade edilerek iç tehdit konusu görev dışında bırakılmıştır.Bu değişikliğe rağmen TSK’nın, Türk vatanını, istiklal ve Cumhuriyeti’ni korumak için harp sanatını öğrendiği, öğrettiği ve uyguladığından, vazifesini de, vatanı her türlü tehdide karşı korumak için yaptığından, yapmaya devam ettiğinden ve edeceğinden de hiçbir şüphe bulunmamaktadır. 

*** 

Mecburi askerlik süresinin 12 aya düşürülmesiyle birlikte tamamen  profesyonel askerliğe geçileceği yönünde yorumlar da artmaya başlamıştır. 

Bu söylemlerin daha önceleri de, bedelli askerlik, daha kısa askerlik gibi konularla da gündeme getirildiği bilinmektedir.

TSK’nın, görevini yapabilmesi için her an harbe hazır olması zarureti bulunmaktadır. Ülkenin birçok kez ani reaksiyona ihtiyaç gösteren durumlarla karşılaştığı ve gerginlik süresinin de çoğunlukla çok kısa olduğu dikkate alınmak mecburiyetindedir.Birçok yorumcunun ifade ettiği gibi mecburi askerlik, sadece harp sanatının öğrenilmesi için yapılmayıp, aynı zamanda ihtiyaç duyulduğunda derhal görev yapmayı da gerektirmektedir. Askerlik süresinin çok kısa olması  durumunda olaylara müdahale edecek elde eğitimli ve yeteri kadar tecrübeli erbaş ve er bulunmayacak, bu durumda TSK’nın profesyonel kadrosu, insan gücü açısından yeterli olmayabilecektir.TSK, hem eğitim, hem de hazır kuvvet kurumudur. Bu nedenle mecburi askerlik süresinin kısaltılmasında ifrata kaçılmaması önem kazanmaktadır. 

Son yapılan kısaltmanın da bu durum göz önüne alınarak yapıldığı değerlendirilmektedir. 

*** 

Değişen tehdide göre birliklerin yeniden yapılandırıldığı, konuş yerlerinin değiştirildiği ve bir kısmının da iptal edildiği bilinmektedir. 

Personel mevcudu da gittikçe azaltılmıştır. Bu süreç TSK’da dinamik bir durumdur. Diğer taraftan, özellikle teknik bilgi, uzmanlık, tecrübe, özellik ve devamlılık gerektiren yerlerde istihdam edilmek üzere alınan uzman erbaşların ve sözleşmeli erlerin katılımıyla ve bunların mevcutlarının artmasıyla TSK’nın daha fazla profesyonelleştiği de bir gerçektir. Önümüzdeki dönemde bunda bir miktar daha artış olacağı da beklenmektedir.  

Organizasyonda yapılan değişikliklerin ve profesyonelleşmenin, tehdide, TSK’nın ihtiyaçlarına, ülkenin mali gücüne göre gerçekleştirildiği bilinmektedir. Ancak mecburi askerlik süresinin gittikçe kısaltılmasının ve profesyonelleşmedeki artışın, TSK’nın tamamen profesyonel personelden oluşacağı anlamına da gelmemelidir.

Türkiye Cumhuriyeti masada değil, kanla, canla, fedakârlıklarla kurulmuştur. Türkiye’nin bulunduğu coğrafya, jeopolitik gerçekler ve gelişmeler, Türk Milleti’nin milli duygularının daima üst durumda ve coşkulu olmasını mecburi kılmaktadır. 

Son zamanlardaki olumsuz gelişmelerin etkisinde kalınmamalıdır. Bu nedenle vatan ve millet sevgisinin dorukta olması ve ordu millet bağının muhafazası elzemdir. 

TSK’nın, profesyonel kadrosu ve yakınlarının yanında, bu bağı muhafaza edecek mecburi askerlik uygulamasından, onun yarattığı geleneksel ve ulvi değerlerimizden, örf ve adetlerimizden asla vazgeçilmemeli ve taviz verilmemelidir. 

*** 

Bir taraftan TSK’nın itibarlaştırılmasına yönelik bir seri davaların yanında, darbeleri önleme adına tarif ve görevde yapılan tartışmalı değişiklikler ve askerlik statüsünün dile getirilmesiyle milletin ordusu olmaktan uzaklaştırmaya yönelik uygulamalar dikkat çekmektedir. 

Bu süreç içinde T.C.’nin, andımızın kaldırılması gibi bir dizi, Türk Milleti’ni adım adım, milli değerlerinden ve Türklükten uzaklaştırmaya çalışan düzenlemeler de rahatsızlık yaratmaktadır. Okuyucuların dikkatine sunulur. 


Kaynak Yeniçağ: 
TSK ve askerlik - 
Armağan KULOĞLU 

http://www.yenicaggazetesi.com.tr/tsk-ve-askerlik-28439yy.htm

***

ABD YENİ ARAYIŞLAR PEŞİNDE

ABD YENİ ARAYIŞLAR PEŞİNDE




ARAŞTIRMA DOSYASI 
E. TÜMG. ARMAĞAN KULOĞLU : 
28 AĞUSTOS 2018 

ABD Ortadoğu’da Rusya’ya karşı kısmen kaybettiği etkinliğini yeniden sağlamak için yeni hamleler yapmaya çalışmaktadır. Bu hamlelerin Suriye ve GKRY özelinde arttığı görülmektedir.

Suriye’deki yeni girişimler

ABD, Türkiye’nin bütün ısrarlarına rağmen Suriye’nin kuzeyindeki yapıyı takviyeye ve desteklemeye devam etmekte ve onun, Suriye’nin yeni yapılanmasında kendine müzahir bir statüde olması için çabalarını sürdürmektedir.

ABD, PYD’ye vermiş olduğu desteğin yanında kendisi de üsler kurmak suretiyle bölgede bundan sonra da fiilen bulunacağını açıkça ortaya koymaktadır. Bu üslerin yanında Kobani’ye de radar tesisleri yerleştirmiştir. Böylece bölgedeki ve özellikle Türkiye’nin uçuşlarını kontrol altında tutmak istediği anlaşılmaktadır.

İdlip üzerinde oyun oynanıyor,

Suriye yönetiminin, Rusya’nın da desteğiyle İdlip’teki teröristleri temizleme iddiasıyla bu bölgeyi de kontrol altına almak için bir hazırlık içinde olduğu bilinmektedir. Buna karşılık ABD, İngiltere ve Fransa’nın müşterek olarak, Suriye yönetiminin kimyasal silah kullandığı / kullanacağı iddiasıyla Suriye’yi vurmaya hazırlandığı söylenmektedir.

İdlip’e yapılacak her türlü müdahalenin, özellikle mülteci akını açısından Türkiye aleyhinde sonuçlar yaratacağı aşikârdır. Bu konunun çözümlenmesi için Türkiye’nin Rusya ve İran ile temasları devam etmektedir. İdlip’in, kuzeydeki terör yapısının Akdeniz’e ulaşmasını sağlayacak son halka olması nedeniyle Türkiye açısından ayrıca bir önemi olduğundan, bu konuya Türkiye olarak özel önem atfedilmektedir.

Astana süreci Cenevre sürecinde eritilmemeli,

Türkiye, Rusya ve İran’ın, Suriye’de barışın tesisi, yeni yapılanma ve terörden arındırma konularında Astana süreciyle kurmuş oldukları ittifak, çalışmalarını etkinlikle devam ettirmektedir. Bu ülkelerin 07 Eylül 2018’de tekrar bir araya gelmeleri beklenmektedir.

Batı’nın aynı amaçla tesis ettiği Cenevre süreci de çalışmalarını sürdürmektedir. Ancak Astana süreci kadar etkin olamamaktadır. Türkiye Cenevre sürecinde de yer almaktadır. Bu gerçeği gören BM, Astana sürecinin etkinliğinden yararlanmak amacıyla, Türkiye, Rusya ve İran’ı birlikte, Suriye Anayasa Komitesi görüşmeleri için, 11-12 Eylül 2018’de Cenevre’de toplantıya davet etmiştir. Anayasa görüşmelerinin ABD başta, diğer ülkelerle de sürdürüleceği ifade edilmektedir.

Burada dikkat edilmesi gereken konu, Astana sürecinin etkinliğini devam ettirmesi, İdlip’e Türkiye’nin arzusu dışında yapılacak bir harekâtla Astana sürecinin tehlikeye girmesinin önlenmesi yönünde olmalıdır.

ABD’nin GKRY’de üs arayışı,

Kıbrıs’ta İngiltere’nin iki üssü bulunmaktadır. Son iki ay içinde Fransa ve İsrail de, GKRY’de üs kurmak için anlaşmalar yapmışlardır. Şimdi de ABD’nin deniz ve hava üsleri oluşturmak için müzakereler yaptığı ortaya çıkmıştır.

ABD’nin, GKRY üslerini kullanmada bir sıkıntı yaşamamasına ve İngiliz üslerini de sorunsuzca kullanmasına rağmen böyle bir talepte bulunması, bölgede kalıcı etkinlik yaratma arzusunun bir sonucu olarak görülmektedir.

ABD’nin ayrıca Doğu Akdeniz’deki, özelde Kıbrıs açıklarındaki petrol ve doğal gazın çıkarılmasında, işletilmesinde ve nakledilmesinde çalışacak olan ABD şirketlerini koruma düşüncesinin de bulunduğu değerlendirilmektedir.

Ege ve Kıbrıs konusuna özel dikkat!,

Yunanistan ve Rum yönetiminin, Türkiye’nin sorunlarının çok olduğu, süper güçlerle ve çevresiyle gerilimler yaşadığı, terörle mücadelesinin yoğun olduğu zamanlarda, bu sıkıntıdan istifade etmeye çalıştığı tecrübelerle sabittir. Türkiye’nin sıkıntılar yaşadığı bu dönemde geçmiştekine benzer hamlelerle karşılaşması muhtemeldir.

Ege’deki 18 adanın hesabı sorulmazsa, Kıbrıs için yeniden müzakere yapmaya razı olunursa kaybederiz. Her müzakere süreci bizden götürür. Kıbrıs’ta 45 senedir barış vardır. Konu 1974’de çözümlenmiş, 1983’de KKTC’nin kurulmasıyla bitmiştir.

İltica edenlerin hesabı nasıl soruluyorsa, işgal edilen adaların da hesabı sorulmalıdır. Hamasi sözlerle, şiirlerle sorunlar çözümlenmez. İcraat gereklidir.

https://stratejikguvenlik.wordpress.com/2018/08/28/arastirma-dosyasi-e-tumg-armagan-kuloglu-abd-yeni-arayislar-pesinde/


***

SURİYE’NİN SİYASİ YAPILANMASI ŞEKİLLENİYOR,

SURİYE’NİN SİYASİ YAPILANMASI ŞEKİLLENİYOR,







E. TÜMG. ARMAĞAN KULOĞLU
2 AĞUSTOS 2018
SURİYE’NİN SİYASİ YAPILANMASI ŞEKİLLENİYOR

Suriye’nin yeni siyasi yapılanmasının ana hatları yavaş yavaş ortaya çıkıyor. Cereyan eden olaylar bu yapılanmanın mevcut resmi durumdan farklı olacağını gösteriyor. Yeni şekillenen yapı, Türkiye’nin güvenliğine olumsuz etki yapacağı dikkate alınarak önlem alınmasını gerektiriyor.

Esad rejimi, PYD/YPG’yle anlaşma yolları arıyor

Esad yönetiminin, PKK’nın Suriye kolu olan YPG’nin başını çektiği Suriye Demokratik Güçleriyle (SDG) görüşmeler yaptığı kaydedilmiştir. Her iki unsurun savaşın sona erdirilmesi için komiteler kurmaya karar verdikleri öğrenilmiştir. Bu komitelerin şiddetin ve savaşın sona erdirilmesinin yanında, Suriye için bir yol haritasının oluşturulması için çalışacakları da ifade edilmektedir.

Bir süredir devam eden görüşmeler sonucunda, Esad rejimiyle SDG’nin, Suriye’nin mevcut merkezi yapısıyla yola devam edilemeyeceği, adem-i merkezi yapıya geçilmesi hususunda mutabakata vardıkları anlaşılmıştır.

Bu kapsamda Esad rejiminin SDG tarafına, rejimin taleplerini içeren 12 maddelik sınırlı bir federasyon veya özerklik teklif ettiği ve bu maddelerin de müzakereye tabi olduğu söylenmektedir.

Bunların içinde, Rakka ve Deyrez-zor’un devlete teslim edilmesi, yer altı/üstü servetlerin ve enerji üretiminin merkezi yönetimin kontrolünde olması, devlet kurumlarında ve sınırlarda Suriye bayrağının esas alınması, dış güçlerle ilişkinin kademeli olarak kesilmesi, DAEŞ’e karşı müşterek mücadele edilmesi, yeni anayasada Kürtlerin statüsünün diyalog sonucunda sağlanacak esaslarla yer alması konularının bulunduğu ifade edilmektedir.

Esad rejimi İdlip’te de kontrol sağlamak istiyor

İdlip’te rejim güçleriyle muhaliflerin çatışmasını ve terör faaliyetlerini önlemek üzere, Türkiye-Rusya ve İran’ın sağladığı mutabakat çerçevesinde gözlem noktalarının oluşturulmasına karar verilmiştir. Türkiye kendine ait gözlem noktalarının oluşturulmasını ön görülen zamanda tamamlamıştır. Rusya da gecikmeli olarak kendine ait olanları tesis etmiştir. Ayrıca riskli olan yerlerde çatışmasızlık bölgeleri de tespit edilerek çatışmaların önlenmesine çalışılmıştır.

Suriye rejimi, bunların dışındaki bölgelerde çeşitli operasyonlar gerçekleştirerek kontrol altında tuttuğu bölgeleri genişletmektedir. Ancak bu sefer İdlip’e de kapsamlı bir kara ve hava harekâtı hazırlığı yapıldığı tespit edilmiştir. Bu harekât için rejim güçleriyle beraber hareket etmek üzere Hizbullah milislerinin de hazırlık içinde olduğu tespit edilmiştir.

PYD/PKK da, İdlip’e yapılacak harekâta katılmak istediğini beyan etmiştir. Bu durum, PYD’nin Esad rejimiyle dayanışma içinde olabileceği anlamını taşımakta ve Suriye’nin yeni siyasi yapılanmasındaki statüde güçlü bir şekilde yer almaya istekli olduğunu göstermektedir.

Yeni siyasi yapı, Türkiye’nin güvenliğine tehdit

Fırat Kalkanı ve Zeytin Dalı Operasyonlarının, Suriye’nin kuzeyinde bir bütün halinde, Akdeniz’e de bağlantısı olabilecek bir terör oluşumunu engellemesi açısından ne kadar önemli ve kıymetli olduğu bir kere daha ortaya çıkmıştır. Burada sonuna kadar diretilmesi halinde bu oluşum gerçekleşemeyecektir.

Menbiç’teki durum hala arzu edilen sonuca ulaşmamıştır. Tehdidin şimdilik Fırat’ın doğusunda tutulması, mevcut gelişmeler çerçevesinde sanki Türkiye tarafından kabullenilmiş gibi görünmektedir. Ancak bunun sürdürülebilir olduğu söylenemez. Yeni siyasi yapılanma Türkiye için bir tehdittir. Türkiye Suriye’nin sadece toprak bütünlüğü değil, siyasi birlik içinde toprak bütünlüğü üzerinde durmalıdır.

Yeni yapılanmada, Fırat’ın doğusunda bir Kürt federasyonu veya özerkliği oluşturulması için görüşmeler devam etmektedir. Buna ABD, kendi kontrolünden uzaklaşmaması kaydıyla rıza göstermekte, Rusya ise desteklemektedir.

Bu durumda, en azından Fırat Kalkanı ve Zeytin Dalı Operasyonlarıyla kontrol altına alınan bölgenin de, Türkiye’nin kontrolünden çıkmadan özerk bir yapıda olması için çaba sarf edilmelidir. İdlip’in de Akdeniz’e çıkışı kolaylaştıracak bölge olarak önemli olduğu dikkate alınmalıdır.

Özellikle ABD’yle ilişkilerin bozulduğu bu ortamda, Suriye’de, Ege’de ve Kıbrıs’ta, aleyhimizde durum yaratmak için fırsat kollayan ülkelere ve gelişmelere karşı uyanık olunmalı, hassasiyet gösterilmelidir.


https://stratejikguvenlik.wordpress.com/2018/08/02/arastirma-dosyasi-e-tumg-armagan-kuloglu-suriyenin-siyasi-yapilanmasi-sekilleniyor/

***

Türkiye'nin Güvenlik Algılamaları ve ABD Politikalarının Güvenliğimize Etkileri

Türkiye'nin Güvenlik Algılamaları ve ABD Politikalarının Güvenliğimize Etkileri




Armağan Kuloğlu  
10.04.2009

  Özet
Ulusal güvenlik kavramı çok boyutlu bir kavramdır. Mevcut ve potansiyel tehditlere karşı alınacak önlemler manzumesinin tümünü ihtiva eder. Sadece askeri tedbirler yeterli olmayabilir. Ulusal güvenlik kavramının içinde ulusal çıkarlar, ulusal hedefler, ulusal politika, ulusal strateji ve ulusal güç bulunmakta dır. Soğuk Savaş’ın sona ermesinden sonra riskler ve belirsizlikler oluşmuş, tehditler değişik bir boyut kazanmıştır. Gelinen durum, reaktif (etki-tepki) önlemlerden çok proaktif (ön alıcı) tedbirler alınmasını gerektirmektedir. Caydırıcı tedbirler önem arz etmektedir.

Türkiye`nin politik, askeri ve ekonomik stratejik güvenlik sınırlarının öncelikle Balkanlar, Ortadoğu, Kafkasya ve Orta Asya`yı kapsayacak şekilde belirlenmesi nin ve buna Karadeniz, Ege Denizi ve Akdeniz’in dâhil edilmesinin uygun olacağı değerlendirilmektedir.

Türkiye’ye müteveccih dış ve iç tehditler bulunmaktadır. Bu tehditler çevre ülkelerinden kaynaklanabildiği gibi, Türkiye’nin etkide bulunma veya etkilenme konumunda bulunduğu bölgelerden, küresel güç unsurlarından, ilgi sahasındaki gelişmelerden, bölücü akım ve faaliyetten, irticadan ve her türlü kutuplaştırmaya yönelik hareketten kaynaklanmaktadır. Ancak bir eylem veya gücün tehdit olabilmesi için sahip olunan değerlere zarar verme niyetinin olması ve elinde, bu niyetini gerçekleştirebilecek yeterli imkân ve vasıtalarının bulunması gerekmekte dir. Türkiye kendisine yönelen tehditlerin tümüne karşı koyabilecek güçtedir. Bu gücü tarihi geçmişinden, gelenek ve göreneklerinin de içinde olduğu kültürel yapısından, milletinin duygularından, coğrafyasından, jeopolitik durumundan ve öneminden, silahlı kuvvetlerinden, laik, demokratik ve sosyal hukuk devleti anlayışından ve Atatürkçü düşünce sisteminden almaktadır.

Dünyanın içinde bulunduğu küreselleşme ortamı bir gerçektir. Onunla birlikte yaşamak, faydalı kısımlarından yararlanmak, tehdit olan kısımlarından korunmak gerekmektedir. Küreselleşmenin başlıca hedefi ulus devlet anlayışının yok edilmesidir. Esas korunması gereken nokta budur. Ulus devlet, laik devlet, üniter yapı mutlaka korunması gereken değerlerdir. Türkiye’nin enerjisini, etnik, dini, çeşitli olaylardan dolayı rövanş alma, menfaat sağlama gibi düşüncelerle dışarıdan destekli veya desteksiz iç çekişmelere harcaması, ülkede kutuplaşma lar yaratmakta, birlik ve beraberliği bozmakta bu husus da güvenliği olumsuz yönde etkilemektedir. Türkiye’nin güvenlik algılamasının esasının birlik, beraberlik ve bütünlükten geçtiği, içeride yaratılacak güçlü durumun her şeyden önemli olduğu bilinmelidir.

TÜRKİYE’NİN GÜVENLİK ALGILAMALARI

Güvenlik ve Ulusal Güvenlik,

Güvenlik kavramı günümüzde çok boyutlu bir kavrama dönüşmüş ve bu kavrama askeri güvenliğin yanında siyasi, ekonomik, hukuki, sosyolojik, psikolojik, teknolojik ve coğrafi faktörler de dâhil olmuştur. Reaktif (etki-tepki) yaklaşımlarla sınırların korunması esasına dayalı askeri savunma anlayışı yerini, proaktif (ön alıcı) yaklaşımlarla milli çıkarların sınırların ötesinde daha uzaktan korunmasını esas alan ‘stratejik güvenlik’ anlayışına bırakmıştır. Bu kapsamda, ‘stratejik güvenlik’ kavramını, potansiyel tehditleri öncelikle tehdide dönüşmeden belirleyip onları sınırların ötesinde caydırmak, bu mümkün olmuyorsa yönlendir mek ve bu da mümkün olmuyorsa önlemek amacıyla alınan ve uygulanan tedbirler süreci olarak tanımlamak mümkündür. Bu tanımın içindeki geleceğe yönelik saklı olan en önemli husus proaktif yaklaşımlardır. Stratejik güvenlik; politik, askeri ve ekonomik olarak üç ana boyutta önem kazanmakta dır. Politik güvenlik, devletin yapısının ve onun yönetiminin korunmasını; askeri güvenlik, mevcut askeri imkân ve kabiliyetlerin muhtemel hasım ülkelerdekilerle aynı etkinlikte ve/veya onlara nazaran nisbi bir üstünlük seviyesinde muhafazasını ve sürekli geliştirilmesini; ekonomik güvenlik ise, tüm çalışmaların amaçlarına uygun olarak en iyi seviyede yapılmasını sağlayan ekonomik imkân ve kabiliyetlerin geliştirilmesi ve korunmasını kapsamaktadır.

Ulusal güvenlik; devletin anayasal düzeninin, varlığının, bütünlüğünün, bütün çıkarlarının ve ahdi hukukunun her türlü dış ve iç tehditlere karşı korunmasıdır. Ulusal güvenlik; ulusal gücün geliştirilmesini ve ulusal çıkarları gerçekleştirecek bi­çimde kullanılmasını, uluslararası koşullara uyarak belirli hareket tarzla­rının saptanmasını ve uygulanmasını gerekli kılmaktadır. Ulusal güvenlik kavramının içinde; ulusal çıkarlar, ulusal hedefler, ulusal politika, ulusal strateji ve ulusal güç bulunmaktadır. Ulusun ortak çıkarları, devlet idaresinde temel düşünceyi oluşturur. Ülkenin güven içerisinde refah ve mutluluğunu temin için zaruri olduğu değerlendirilen hususlar ulusal çıkar olarak nitelendirilir. Hükümetlerin asli görevi, ulusal çıkarların sağlanması ve korunmasıdır. Ulusal hedefler, elde edilmeleri halinde ulusal çıkarlara ulaşmayı sağlayan sonuçlardır. Ulusal hedefler, ulusal politikaya yön verir. Ulusal hedefler; genellikle ekonomik refah, politik istikrar, sosyal ve endüstriyel gelişim ve diğer bir ülkenin tecavüz ve saldırısına karşı güvenlik hususlarını kapsar. Ulusal çıkarlar, durum ve uluslararası ilişkilere bağlı olarak değişebilir, kapsamları geniştir, devamlıdır ve sayıları azdır. Ulusal çıkarlar, ulusal hedef ve ulusal politikaların ortaya konmasında bir hareket noktasıdır. 
Ulusal hedeflerde istikrar unsuru önemlidir. Siyasal iktidarların değişmesine karşılık, ulusal hedeflerin devamlılık gösteren nitelik arz etmesi, bu hedeflerin sık değiştirilmemesini de beraberinde getirmekte dir.

Ulusal Güvenlik”, devletin politik, askeri, ekonomik, sosyal ve teknolojik çıkarlarının geliştirilmesi, idamesi ve korunmasına yönelik en üst düzeydeki güvenlik yapılanmasını bünyesinde barındıran en geniş güvenlik yelpazesidir. Bu nedenle ulusal güvenlik, milli güç unsurlarının ve kendisinin altındaki diğer güvenlik kategorilerinin bir şemsiyesi konumundadır. Milli güç unsurlarından politik gücün ve askeri gücün devamlılıkları, stratejik açıdan ekonomik güç ile doğrudan irtibatlıdır. Ekonomik güç bir noktada ulusal güvenlik ve onun şemsiyesi altındaki milli güç unsurlarının etkinliğinin başat belirleyicisi konumundadır.

Ulusal güvenlik politikasının tespitinde; ulusal, bölgesel ve uluslara­rası konjonktürdeki değişimler ve gelişmeler dikkate alınırken, önceden belirlenmiş olan ulusal çıkar ve ulusal hedef veya hedefle­rin de göz önünde bulundurulması gerekir. Ancak bölgesel ve özellikle uluslararası ilişkilerdeki çağdaş değişiklikler ve gelişmeler de gözden uzak tutulmamalıdır.

Ulusal güvenlik politikası belgeleri (Milli Güvenlik Siyaset Belgesi), Türkiye’de MGK tarafından kabul ve tavsiye edilen, Bakanlar Kurulu kararıyla yürürlüğe konan, “çok gizli” gizlilik derecesi taşıyan, kamuoyuna açıklanmayan, hatta sınırlı sayıda siyasetçi ve bürokrat tarafından bilinen belgelerdir. Türkiye’ye özgü şartlar böyle olmasını gerektiriyor olabilir. Ancak bu belgelerin ana çerçevesini belirten ve kamuoyu tarafından bilinmesinde fayda görülen hususların açıklanmasında yarar görülmektedir. 
Bu suretle hükümette görev almayan siyasi partilerin de, konsept hakkında bilgi sahibi olmaları, parti programlarını ve seçim bildirgelerini hazırlarken bunları dikkate almaları sağlanabilir. Diğer taraftan kamuoyunda stratejik zihniyetin bilinçli olarak oluşmasına da imkân yaratılmış olur.

Güvenlik Sınırlarının Belirlenmesi

Farklılaşan risk ve tehditler ve bunlara paralel olarak değişen güvenlik ortamı, sahip oldukları özellikler nedeniyle ülkeleri farklı boyutlarda etkilemektedir. Bu nedenle, ülkelerin, güvenlik stratejilerinin oluşturulmasında, yeni güvenlik ortamının değişen parametreleri ile sahip oldukları özellikler arasında bir denge gözeterek stratejilerini bu çerçevede oluşturmaya yöneldikleri görülmektedir. Bu çerçevede, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan itibaren yöneldiği çağdaş uygarlık düzeyine ulaşma hedefi kapsamında, mevcut laik, demokratik ve hukukun üstünlüğünü esas alan rejimini koruması ve güçlendirmesi amacıyla yakın ilişkiler kurmasında yarar görülen ülkeler, üye olmasında fayda sağlayacak uluslararası ve bölgesel kuruluşlar ile örgütler, uluslararası kamuoyunda etkin olan sivil toplum örgütleri ile ilişkiler Türkiye’nin politik güvenlik sınırlarını belirleyici unsurlar olarak değerlendirilmektedir.

Türkiye Cumhuriyeti`nin savunma sanayi, araştırma ve geliştirme çalışmaları, harp silah, araç ve gereçlerinin temininde dışa bağımlılıktan kurtulmak için milli kaynaklara yönelme gayretleri, içinde bulunduğu askeri iş birlikleri, üyesi olduğu uluslararası güvenlik ve savunma örgütleri, çeşitli ülkelerle imzalanan ikili askeri anlaşmalar, muhtemel kriz bölgeleri, kitle imha silahları, konvansiyonel silahlar ve terörizmle mücadele alanındaki mevcut belirsizlikler, risk ve tehdit algılamaları Türkiye`nin askeri güvenlik sınırlarını belirleyici faktörler olarak düşünülmektedir.

Türkiye`nin, her şeyden önce, milli güç unsurlarından başta ekonomik gücü olmak üzere politik ve askeri kapasitesinin en azından bölgesel bazda yani etki alanı olması gereken bölgelerde kendisini hissettirecek kadar güçlü, ilgi alanına giren diğer bölgeler için yeterli seviyede olması gerekmektedir.

Türkiye`nin jeopolitik önemi ile sahip olduğu coğrafi, nüfus, bilimsel, teknolojik, sosyal ve kültürel güçlerin ülkemize sağladığı avantajlar da dikkate alınarak, politik, askeri ve ekonomik stratejik güvenlik sınırlarımızın öncelikle etki alanımız olması gereken Balkanlar, Ortadoğu, Kafkasya ve Orta Asya`yı kapsayacak şekilde belirlenmesinin ve Karadeniz, Ege Denizi ve Akdeniz’in bu sınırların içine dâhil edilmesinin uygun olacağı değerlendirilmektedir. Ancak, Türkiye`nin bu bölgeleri şu anda tek başına etki alanı haline getirmesi görünür gelecekte mümkün görülmemektedir. Bu nedenle, Türkiye`nin bu bölgelerde etkin olabilmesi için bölgesel ve küresel stratejik ortaklıklara ve iş birliğine ihtiyacının olduğu ve bu bölgelerde çıkar sağlamaya çalışan diğer devletlerin özelliklerinin bilinmesi gerektiği kıymetlendirilmektedir.

Risk ve Tehditler,

Ülkelerin sahip olduğu değerlerden bir kısmı, diğer ülkelerin de sahip olmak istediği veya en azından diğer ülkeler tarafından sahip olunmasından rahatsızlık duyulan değerler ise, bunlar çeşitli yönlerden gelen tehditlerle karşı karşıyadırlar. Bu nedenle korunması gerekmektedir. Değerlerin korunması, ona yönelik tehditlerin sağlıklı bir şekilde tespit edilmesini ve bu tehditlere karşı tedbir alınmasını gerektirmektedir. Güvenlik politikaları da, jeopolitik ile tehdidin bir arada düşünülmesi sonucunda şekillenmektedir. Ancak bir konunun tehdit olarak algılanabilmesi için, sahip olunan değerlere hasmın zarar verme niyetinin olması ve elinde, bu niyetini gerçekleştirebilecek yeterli imkân ve vasıtalarının bulunması gerekmektedir. Soğuk Savaş sonrası ‘Küresel Merkez’, Avrupa’dan doğuya doğru kaymış ve Türkiye’nin güvenlik algılamalarının merkezine oturmuştur. Risk ve tehditler simetrikten asimetriğe doğru kayarak geniş bir yelpazeye yayılmıştır. Bu geniş yelpaze; bölücü ve irticai faaliyetler, terörizm, uyuşturucu ticareti, kitle imha silahlarının yayılması, insan kaçakçılığı ve yasa dışı göç ile teknolojik [siber] tehditler gibi asimetrik unsurların yanı sıra; komşu ülkelerden kaynaklanabilecek istikrarsızlıklar olarak Türkiye'nin güvenliğini doğrudan etkileyebilecek risk ve tehditleri içermektedir.

Küreselleşmenin tehdit boyutu,

Küreselleşme, sanayi toplumundan bilgi toplumuna, işgücü ağırlıklı teknolojiden yüksek teknolojiye, ulusal ekonomiden dünya ekonomisine, merkezi yönetimden yerel yönetime, temsili demokrasiden katılımcı demokrasiye geçiş gibi sosyal, siyasal, ekonomik ve yönetim faaliyetleri açısından çeşitli değişim ve dönüşümler yaşanmasına neden olmaktadır. Ulaşım ve iletişim teknolojilerindeki gelişmeler küreselleşmenin yayılmasını sağlarken, müşterek bir kültür ve egemenliği sermayenin elinde olan tek bir küresel pazar anlayışı da küreselleşmenin görünürdeki hedefleridir. Küreselleşme yalnız ekonomik alanda değil; hukuki, siyasi, sosyal ve kültürel alanlarda da yaşanan değişim sürecidir. Ulus devlet üzerinde bir hegemonya siyaseti uygulama ve bu oluşumu zayıflatma bilinci ise, küreselleşmenin politik hedefi olarak görülmektedir. Küreselleşme sürecinin başlıca özelliği, ulusal sınırların önemini yitirmesi ve ulus devletin ekonomi üzerindeki denetiminin ortadan kalkmasıdır. Ulus devlet, sınırlarından geçen bilgi, mal, sermaye ve insan kaynakları üzerindeki denetimiyle bir siyasal kurum olarak kendi toprakları üzerinde egemenlik sağlar. Denetim gücünü bir başkası ile paylaşması veya egemenliğinin dolaylı da olsa sekteye uğraması, ulus devletin varlığını tehlikeye sokar. Devletin kontrol kapasitesinin azalması; vatandaşlarını diğer güçler tarafından alınan kararlardan ve kendi sınırları dışında oluşan olaylardan etkilenmesine karşı koruyamaması anlamına gelir. Karar alma süreçlerinde giderek artan meşruiyet kaybı da demokratik meşruiyet açığını ortaya çıkarır. Ancak küreselleşme bir gerçektir ve tüm dünyada etkisini göstermektedir.

Ülkeler bir taraftan küreselleşmenin etkisi ile onun bir parçası olma durumunu yaşarken, diğer taraftan da yine küreselleşmenin etkisi ile varlıklarının ve egemenliklerinin tehlikeye girdiğini değerlendirmekte ve bu nedenle onu korumaya yönelik refleksler göstermektedir. Korunacak değerler olduğuna göre, bunun karşısındaki olgu, tehdit olarak algılanır. Bu durumda küreselleşme de bir tehdit olarak karşımıza çıkmaktadır. Hedefi ulus devlettir. Ancak küreselleşme yaşanan bir gerçektir. Önemli olan küreselleşme ile birlikte yaşamak, ancak onun ülkenin varlık ve egemenliğine yönelik tehditlerini bertaraf etmeye yönelik tedbirleri almaktır. Ülkemizde de küreselleşmenin etkisi görülmekte ve doğal olarak karşı tepkiyi yaratmaktadır. Diğer ülkelerde, ırkçı bir milliyetçilik politikası izlenirken, ülkemizde savunma amaçlı, ancak ırkçılığa dayanmayan, “Atatürk Milliyetçiliği”ni esas alan bir milliyetçilik anlayışı doğmuştur.

Türkiye’nin Etki ve İlgi Alanındaki Ülkeler ve Tehdit Algılamaları
Türkiye’nin güvenlik algılamaları doğal olarak tehdit algılamaları ile doğru orantılıdır. 21. Yüzyıldaki tehditler de küreselleşmenin yaygınlaşmasına paralel olarak değişim göstermiştir. Riskler ve belirsizlikler ön plana çıkmıştır. Türkiye’nin etkisi altında kaldığı ve önümüzdeki dönemde de etkisinin hissedileceği tehditleri; terör başta olmak üzere kitle imha silahlarının yaygınlaşması, insan, uyuşturucu ve silah kaçakçılıkları, yasa dışı kitlesel göç hareketleri gibi genel tehditler; çevre ve ilgi alanındaki ülkelerden kaynaklanan dış tehditler; jeopolitik özelliğinden dolayı dışarıdan da destek gören bölücülük ve irtica olarak ön plana çıkan iç tehditler olarak tasnif etmek mümkündür. Tehditlerin mahiyetinden de anlaşılacağı üzere bunlara karşı alınacak önlemleri yalnız askeri anlamda düşünmek de yeterli olamamaktadır. Politika başta olmak üzere, ekonomik, sosyolojik, psikolojik, kültürel ve hukuki alanlarda alınacak tedbirler de önemli ve gerekli olarak mütalaa edilmektedir.

Dış tehditler

Tehdit ve buna göre şekillenen güvenlik algılamalarının çıkış noktası olan, genel anlamdaki tehditlerin dışında dış tehdit olarak kabul edilebilecek veya edilemeyecek Türkiye’nin çevresindeki ülkeler ile tehdit olarak nitelendirilen diğer akımları incelediğimizde aşağıdaki düşünceler ön plana çıkmaktadır.

Rusya,

Soğuk Savaş döneminde asıl tehdit olarak görülen ve güvenlik politikalarımızın tamamen kendisine ve lideri durumunda olduğu Sovyetler Birliği ve Varşova Paktı’na karşı tedbir olarak şekillenmesine sebep olan bu ülke, değişen şartlar nedeniyle şimdilik tehdit olarak görülmemektedir. Bölgesel ve küresel menfaatlerimiz açısından iş birliği yapılabilecek bir konumdadır. Rusya; Türkiye`nin etkili olmasının öngörüldüğü bütün bölgelerde tek başına bunu başarmasının görünür gelecekte mümkün olamayacağı, bu nedenle bölgesel ve küresel stratejik iş birliği yapabileceği ülkelere ihtiyaç duyabileceği gerçeğine uygun bir örnek durumundadır. Karadeniz’deki hak ve menfaatlerimizi korumak, Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin sağladığı egemenlik haklarımızı gözetmek, Kafkasya ve Orta Asya’da etkili olabilmek için bu ülke ile iş birliği yapılabilir. Ancak böyle bir iş birliğini gerçekleştirirken diğer müttefiki olduğumuz ve iş birliği yaptığımız ülkelerin tepkisini çekmemeyi ve dengeli bir tutum izlemeyi gözetmemizde fayda görülmektedir. Diğer taraftan bu ülkenin ileride tehdit olabilecek bir potansiyel olduğunu da göz ardı etmemek gerekir.

Ukrayna ve Gürcistan,

Gerek ülke gücü ve gerek tutumları itibariyle tehdit olarak görülmemektedir. Ancak Gürcistan’daki çatışma ortamını sürekli takip etmek, güç odaklarının etki sağlama çabalarında ulusal menfaatlerimiz istikametinde pozisyon almak gerekmektedir.

Ermenistan,

Ülke gücü olarak tehdit olamaz. Ancak diasporanın etkisi ve diasporanın bulunduğu ülkelerin desteği ile sözde soykırımı gündeme getirip, uluslararası ortamda sırasıyla tanıma, tazminat ve toprak talebinde bulunabilirler. İlişkilerin düzelmesi yönündeki gelişmeler kısa vadede göreceli sonuçlar verebilir. Ancak anlaşmazlığın tamamen çözümünü beraberinde getirmeyeceğinden diasporanın etkisi ile iki ülke arasında yeniden gerilim doğabilir. Diğer ülkeler ile ilişkilerimizde olumsuz sonuçlar yaratabilir. Kendisine karşı sürekli olarak ihtiyatlı olunmasını gerektiren bir ülke konumundadır.

İran,

Türkiye ve İran’ın, tarih boyunca birbirlerine karşı fazla düşmanca duygular beslemeyen, ancak bölgede etkinlik sağlayabilmek için birbirleri ile daima rekabet içinde olan, devlet geleneğine sahip köklü iki ülke olduğu görülmektedir. Bu nedenle zaman zaman gerginlikler yaşanmıştır. İran’ın birkaç yıl öncesine kadar, Türkiye’yi zayıflatarak kendisinin bölge etkinliği konusunda üstün duruma gelmek için PKK/Kongra-Gel örgütüne verdiği desteği ve rejim ihracı politikasını unutmamak gerekir. İran son yıllarda Türkiye ile yakınlaşma politikası uygulamakta, siyasi, askeri ve ekonomik alanda ilişkileri geliştirmek istemektedir. İran’ın hem kendi toprakları içinde, hem de Irak sınırı ve hatta sınırın Irak tarafındaki PKK terör örgütü ve onun uzantısı PEJAK terör örgütü ile mücadeleye giriştiği, ona zayiat verdirdiği, bu konuda Türkiye ile bir iletişim içinde olduğu bilinmektedir. Bu eylemi, bölgede yaşanan gerginlik ve üzerindeki ABD baskısı nedeniyle Türkiye’nin desteğini kazanmak istemesi ve aynı zamanda Irak’ın kuzeyindeki Kürt bölgesi oluşumunun, bölgede gelişmekte olan Kürtçülük hareketinin Büyük Kürdistan beklentisi ile kendisine de tehdit olacağı düşünceleri ile gerçekleştirdiği değerlendirilmektedir. Türkiye’nin de iyi komşuluk münasebetleri, güvenlik ve ekonomik menfaatleri çerçevesinde bu yakınlaşmaya olumlu cevap verdiğini, ancak bunu çeşitli nedenlerle ölçülü tuttuğunu söylemek mümkündür. ABD de, Türkiye’nin olası bir müdahalede veya müdahale olmasa dahi uluslararası kamuoyunun beklentileri doğrultusunda hareket etmesini, Batı Kulübü içinde kalmasını ve İran ile olan ilişkilerini sınırlamasını arzu etmektedir.

Bölgesel etkinlik ve güvenlik açısından İran’ın nükleer silaha sahip olması Türkiye açısından olumsuz bir gelişme olacaktır. Bu bakımdan İran’ın nükleer silah elde etmesini engellemek için yapılacak çeşitli müdahalelerin Türkiye’nin menfaatlerine uygun olacağı değerlendirilmektedir. Ancak komşumuz İran’a yapılacak bir askeri müdahalede ABD tarafında yer almanın ve buna doğrudan destek sağlamanın, Türkiye’ye karşı olası terör hareketlerini tetikleyebileceği, bölgede kültürel, dini, sosyal, ekonomik ve politik açıdan yaralar açabileceği ve gerginlikleri derinleştirebileceği düşünceleri ile mahsurlu olacağı kıymetlendirilmektedir. Ayrıca bölgede bu ülke ile beraber yaşamak durumunda olduğumuz ve ABD nedeniyle ilişkilerimizin derin izler bırakacak tarzda zedelenmesinin de menfaatlerimize uygun olmayacağı dikkate alınmalıdır. Bu nedenlerle Türkiye’nin krizin çözülmesi için diplomasi ve müzakere yolunu sonuna kadar desteklemesi ve her iki tarafı da çatışmadan uzaklaştırmak için gayret göstermesi gerekmektedir. Müdahale kaçınılmaz duruma gelmişse tarafsız bir tutum içinde olması ve uluslararası ilişkiler açısından mecbur kalınması halinde, tepkilere neden olmayacak şekilde ilerleyen zaman içinde ABD’ye dolaylı destek vermesi tercih edilebilir. Ancak bunun zaman içinde Türkiye aleyhine geri dönüşünün olabileceğini de düşünmek gerekir.       İran ülke gücü açısından tehdit olabilecek boyutta bir ülkedir. Ne var ki, tehdit olma durumu şartlara göre değişebilmektedir.

Irak, 

İşgalden sonra ABD kontrolünde, yeni anayasasına göre federal bir yapıda, henüz tam olarak istikrara kavuşmamış bir ülke konumundadır. Türkiye açısından önemli olan Irak’ın, siyasi bütünlük içinde toprak bütünlüğünü sağlamış, merkezi hükümetin hakim unsur olduğu, uluslararası sisteme entegre olmuş, düşmanca davranışlar içinde olmayan, muhatap olarak kabul edilebilecek konumda, iyi ilişkiler kurulabilecek bir ülke durumunda olmasıdır. Kuzeydeki yönetimin statüsü, davranışları ve etki alanı yaratma durumu dikkatle takip edilmesi gereken bir konudur. Kuzeydeki yönetimin teröre olan desteği, tutum ve davranışlarının, tehdide sebep olmaması için ihtiyatlı olunması gerekmektedir. ABD’nin askeri gücünü Irak’tan çekmesini müteakip, ABD’nin kuzeydeki yönetimin hamiliğini yapma gibi bir isteğine sıcak bakılmamalıdır. Muhatap olarak Irak devleti alınmalıdır.

Suriye,

Suriye’yi Türkiye ile olan ilişkiler açısından incelediğimizde, zaman içinde Suriye’nin değişen iki politikası ile karşılaşılmaktadır. 1999 yılında terörist başının yakalanmasına kadar olan sürede Suriye, PKK terör örgütünü barındıran, himaye eden, destekleyen, hatta yönlendiren bir ülke konumunda olmuştur. Hatay konusunu sürekli gündemde tutmuş ve haritalarında kendi topraklarında göstermiş, sınır aşan sular konusunda sürekli aşırı taleplerde bulunmuştur. Türkiye’yi zayıf duruma düşürebilmek için “düşmanımın düşmanı dostumdur” anlayışı ile hareket etmiş ve bu nedenle Türkiye’nin Ege ve Kıbrıs konularında anlaşmazlık içinde olduğu Yunanistan ile ittifak içine girmiştir. Bu dönemde Türkiye’ye yönelik tehditler açısından önemli bir noktada olmuş, Türkiye kendine yönelik tehditlere göre savaş planlarını “iki buçuk muharebe doktrini”ni esas alarak yapmıştır. Tam olarak nitelendirilen tehditler Yunanistan ve Suriye, yarım olarak nitelendirilen de iç tehdit olan PKK terörüdür. Türkiye’nin, PKK teröründen dolayı Suriye’yi mütecaviz ilan etmesi, bu ülkeye karşı kuvvet kullanacağını beyan etmesi ve bu konuda kararlılık göstermesi ile 1999’dan sonra Suriye’nin politikasında değişiklik gözlemlenmiştir. Bu değişimde Hafız Esat’ın ölmüş olması, ABD baskısını üzerinde hissetmesi ve bölgede yalnız kalmasının da payı olmuştur. Türkiye’nin halen Suriye ile olan ilişkileri dostane bir şekilde devam etmektedir. Memnuniyet verici olan bu gelişmenin, şartların değişmesi ile yeniden eskisine benzer bir duruma dönüşebileceğini de dikkate almakta yarar görülmektedir.

Suriye ile İsrail arasındaki anlaşmazlık devam etmekte, bunun yarattığı gerginlik bölge istikrarını olumsuz yönde etkilemektedir. Bu ülkeler, anlaşmazlıklarından dolayı silahlı kuvvetlerinin önemli bir kısmını birbirlerine angaje etmiş durumdadırlar. Türkiye bölge barışına hizmet ederek istikrarın sağlanmasına katkıda bulunmak maksadıyla, her iki ülke ile olan iyi ilişkilerinden faydalanarak, Suriye ile İsrail arasında arabuluculuk yapmaya çalışmaktadır. Bu girişimler hem bu ülkelerde, hem bölge ülkelerinde, hem de uluslararası diğer ortamlarda Türkiye’nin bölgede etkili olmasından rahatsızlık duymayanlar tarafından takdirle karşılanmakta ve destek görmektedir. Arabuluculuk faaliyetlerinin olumlu netice vermesinden sonra, zaman içinde İsrail’e angaje olmaktan kurtulan Suriye askeri gücünün Türkiye cephesinde kullanılabilmesi olanağı ortaya çıkabilecektir. Bu nedenle Türkiye’nin, arabuluculuk faaliyetlerinde kullanacağı argümanları, girişimlerinin dozajını ve oluşacak şartları, kendisine zarar vermesine imkân bırakmayacak tarzda düzenlemesinde yarar görülmektedir.

İsrail,

Filistin toprakları üzerinde kurulduğu günden itibaren var olma mücadelesi içinde olan İsrail, genelde Ortadoğu kaynaklı problemlerin odak noktasında olmuştur. ABD’nin desteğini de sürekli arkasında hissetmiş, kendisine tehdit olarak algıladığı konular karşısındaki davranışlarında aşırılığa kaçmakta tereddüt etmemiştir. Bölge ülkelerinin önemli bir kısmı ile ihtilaf halindedir. Filistin konusunda da sertlik yanlısı tavır ve davranışları tepki görmektedir. Türkiye ile tarihsel olarak yakınlığı da bulunan İsrail’in savunma sanayi konusunda Türkiye ile yakın ilişkileri vardır. Özellikle ABD’den kaynaklanan ambargo, malzeme ve teknoloji transferindeki kısıtlamaların bu ülke vasıtasıyla giderildiği bir gerçektir. Ancak diğer taraftan İsrail’in tutum ve davranışlarının gözetim altında tutulmasında da yarar görülmektedir. Türkiye ile dost görünen, Yahudi lobisi vasıtasıyla uluslararası ortamda zaman zaman Türkiye’ye yardımcı olan İsrail’in, kendi güvenliği açısından bir Kürt Devletine sıcak baktığı ve bunun oluşumuna ABD ile birlikte örtülü destek verdiği de düşünülmelidir. İsrail yönetiminin, olumsuz bazı olaylarla karşılaşılsa da, Türkiye ile olan dostane ilişkilerini devam ettirme yönündeki davranışlarını dikkate almakta yarar görülmektedir. Bu konuda karşılıklı menfaatlerin önemli rol oynayacağı anlaşılmaktadır. İsrail ile ilişkilerin, karşılıklı destekten tehdide dönüşmemesi için, Türkiye’nin güçlü ülke konumunda olması önemli bir faktördür.

Yunanistan,

İki ülke arasındaki sorunlar, geçici olarak gündem dışı tutulmaya çalışılsa da, ulusal çıkarlar söz konusu olduğundan sürekli bir barış ortamının yaratılması mümkün görülmemektedir. İki ülke de NATO üyesi, biri AB, diğeri AB aday ülkesi olmasına rağmen Yunanistan’ın sorumsuz ve doyumsuz davranışları her an için bir çatışma ortamı yaratabilecek niteliktedir. Yunanistan Türkiye’nin zayıf duruma düştüğü durumlarda, üstünlük sağlamak maksadıyla “Düşmanımın düşmanı dostumdur” anlayışı ile hareket edebileceğini, Türkiye’nin terörle mücadelesindeki en yoğun olduğu zamanda Suriye ile de iş birliği yaparak göstermiştir. Türkiye’yi zayıf duruma düşürebilmek için PKK terörüne destek veren ülkeler arasındadır. Kıbrıs konusu, karasuları, kıta sahanlığı, FIR hattı, adaların silahlandırılması, aidiyeti belli olmayan adalar ile ilgili tutumu, münhasır ekonomik bölge konusundaki davranışları ve GKRY ile bu konudaki dayanışması, sürekli olarak Türkiye aleyhine genişleme ve etki sahasını arttırma çabaları konularında Türkiye’ye problem çıkarmaktadır. Yunanistan hangi şartlar içinde olursa olsun tehdittir. Sürekli üstün durumda bulunmamızı gerektirir.

Bulgaristan,

Soğuk Savaş sonrası Varşova Paktı’nın ortadan kalkmasını müteakip NATO’ya ve AB’ye üye olan Bulgaristan’ın oluşan şartlar itibariyle tehdit olma durumu ortadan kalkmıştır. İyi ilişkiler içinde olduğumuz dost bir ülke konumuna dönüşmüştür. Ancak eski husumetlerin yeniden ortaya çıkabilme potansiyeli olduğundan dikkatli olunmasında yarar görülmektedir.

İç Tehditler

Bölücülük Tehdidi,

İç tehditlerden önemli olanlardan biri “Bölücülük”tür. Türkiye’de cereyan eden etnik esaslı bölücülük/Kürtçülük hareketinin, Ortadoğu kaynaklı bölgesel ve aynı zamanda küresel bir hareket olduğu göz ardı edilmemelidir. Küreselleşmenin politik hedefi, ulus devlet üzerinde hegemonya yaratmak, milliyetçilik duygularını yok ederek emperyalizmin ve dolayısı ile büyük sermayelerin önündeki engelleri kaldırmaktır. Dolayısı ile küreselleşme, bölücülük tehdidinin dolaylı bir nedeni olarak görülebilir. Ayrıca insan hakları, özgürlükler ve demokrasi kavramları, küreselleşme adına hâkim unsurların dünyayı kontrol edebilmesinin bir aracı, bir paravanı olarak kullanılmaktadır.

Avrupa Birliği (AB) tarafından, azınlık olarak kabul edilmesi imkânsız olan, hatta bu toplumların büyük bir bölümü tarafından dahi reddedilen, Türkiye Cumhuriyeti’nin asli unsurları Kürtler ve Aleviler gibi vatandaşlarımızı bütünden koparmaya yönelik sözde haklarının verilmesi talepleri gündeme getirilmiştir. Devleti oluşturan onurlu kurum ve kuruluşların ve Türklüğü aşağılayıcı ifadelere karşı korumayı esas alan kanunun kaldırılması istenmiştir. Bunlar insan hakları, özgürlükler ve demokrasi maskesi ile küreselleşme oluşumunun, Türkiye’yi zayıflatmaya yönelik yaklaşımları olarak değerlendirilmektedir. AB’nin bu yaklaşımları da bölücülük tehdidinin bir parçası olarak değerlendirilmektedir.

Diğer taraftan bölgesel ve aynı zamanda küresel bir hareket olan, etnik esasa dayalı bölücü ve Kürtçü hareketin Irak’taki ayağını teşkil eden kuzeydeki yapının, bağımsız “Kürdistan Devleti”ne dönüştürülmesi amacı, geçerliliğini korumakta ve bu oluşum Türkiye’ye tehdit teşkil etmektedir. ABD, kuzeydeki bu yerel yönetimi korumaktadır. Türkiye’yi bağımsız bir Kürt Devleti’nin kurulması yönündeki oluşuma hazırlamak için iç ve dış basında çıkan yazılar, yapılan yorumlar ve konuşmalara dikkat edilmesi gerekmektedir. Türkiye’nin bu durumu kabullenmesi için hamilik, iyi ilişkiler gibi söylemlere itibar etmemesi ve kamuoyunun da bu konuda aydınlatılması önleyici tedbirler olarak faydalı olacaktır.

Bölücü terör hareketinin hedefi, öncelikle ulus devlet ve bilahare üniter devlet yapısının ortadan kaldırılmasıdır. Etnik kimliklerinin anayasal güvenceye kavuşturulması talebi, doğrudan ulus devlet yapısını hedef almaktadır. Sonraki hedef de üniter devlettir.

Etnik esasa dayalı bölücülük yapanlar, silahlı propaganda aracı olarak kullanılan terörü, siyaseti veya her ikisini birbirini destekleyecek şekilde kullanmakta ve konuyu kamuoyuna kabul ettirmeye ve ortamı uygun hale getirmeye çalışmaktadır. Siyaset yolu ile yapılan bölücülük, terörden çok daha tehlikelidir. Bu tehlike hem iç siyaset, hem de dış siyaset açısından geçerlidir. Konunun boyutları siyasi dış müdahaleden, ekonomik, sosyal ve fiili dış müdahaleye kadar uzanabilir. Halen yerel yönetimlerin bölgede etkili duruma gelme çalışmaları, hatta bu yönetimlerin merkezi devlet yönetimine alternatif olma çabaları gözden kaçmamaktadır. Hareket, etnik esaslı siyaset yapan bir siyasi parti ile de desteklenmektedir. Irak’ın kuzeyindeki yerel yönetim de Türkiye iç siyasetini etkileme çabasındadır. Bu nedenle “terör yapma, siyaset yap” anlayışının ne kadar yanlış bir yaklaşım olduğu aşikârdır. Türkiye, hem iç hem de dış gelişmelerden etkilenen ve birinci derecede tehdit oluşturan bölücülüğe karşı tedbir almalıdır. Bu kapsamda; siyasi kararlılık en önemli faktördür.

Bölücülük tehdidine karşı yapılan mücadelede dış tedbirler olarak; ABD ile ilişkilerde, müttefiklik anlayışına uygun, birbirlerinin menfaatlerine zarar vermeyen sahalarda al-ver ilişkisine dayanan bir iş birliği gerçekleştirilmelidir. Zarar veren konularda ise verimkâr olunmaması, egemen bir ülke olarak hareket edilmesi esas alınmalıdır. AB ile ilişkilerde, Türkiye’nin güvenliğine doğrudan ve dolaylı etki eden her konuya sınırlama getirilmelidir. Çevre ülkelerle diyalog içinde olunmalıdır. Bölgedeki istikrar için ortam yaratma teşebbüslerine, aşırılığa kaçmadan ve muhtemel sonuçlarını değerlendirerek devam edilmelidir. Niyet ve maksadımız net olarak anlatılmalı, güvenliğimizin hiçbir ülke veya yönetimin inisiyatifine bırakılamayacağı açıkça belirtilmeli ve bunun da arkasında kararlılıkla durulmalıdır.

Yine bu kapsamda yapılacak müdahalede iç tedbirler olarak; devlet otoritesi her yerde kayıtsız ve şartsız sağlanmalıdır. Küreselleşmenin paravanı olarak kullanılmak istenen demokrasi, insan hakları ve özgürlüklerin güvenliği ve devlet otoritesini sarsmasına müsamaha edilmemelidir. Kritik olarak tanımlanan bölgelere tecrübeli bürokratlar atanmalı ve devletin varlığını göreceli olarak hissettirecek imkânlar götürülmelidir. Yargının caydırıcı olacak şekilde hukuk devleti anlayışından sapmadan süratli hareket etmesi de bu konuda önemli bir etkendir. Güvenlik güçlerinin terörü önlemede yetkili ve etkili olabilmesi için bir takım hukuki düzenlemelere ihtiyaç duyulduğu da bir gerçektir. Bu konuda tedbir alınmasından çeşitli düşüncelerle imtina edilmemelidir. Bölgede askeri tedbirlerin yanında eğitim seferberliği ve nüfus kontrolü tedbirlerinin alınması zarureti de bulunmaktadır. Bu tedbirleri ekonomik ve sosyal tedbirlerin takip etmesi de gerekmektedir. Mücadeledeki en etkin faktörün, kamuoyu desteği olduğu, halk tarafından benimsenmiş ve devletin tüm organları ile koordineli olarak desteklenmiş bir mücadelenin mutlaka başarıya ulaşacağı bilinmelidir. Kamuoyu desteği kazanmanın ve hareketin halk tarafından benimsenmesi için de karşı propaganda ve psikolojik harekâtın etkili olacağı değerlendirmektedir.

İrtica tehdidi,

Diğer bir iç tehdit de “irtica"dır. Toplumun önemli bir kesiminin; eğitim düzeyinin düşük olması, modern yaşam tarzının dışında bulunması, geleneklere bağlı olması, değişime adapte olamaması veya çarpık adaptasyona tabi olması, açık ve gizli işsizliğin yaygınlığı ve fakirlik, istismara müsait bir ortam yaratmaktadır. Bu durumda din olgusu etken bir faktör olarak ön plana çıkmaktadır. Din konusu Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşundan bugüne kadar bazı çevreler ve oluşumlar tarafından istismar edilmiştir. İktidar olabilmek ve çıkar sağlamak amacıyla kullanılmıştır. Siyasete alet edilmiştir. Fırsat buldukça devletin kadrolarına sızmış ve genişleme temayülü göstermiştir. Demokrasi adı altında laik sistem erozyona uğratılmaya çalışılmaktadır. İrticai unsurlar laiklik karşıtı faaliyetlerini; vakıf, dernek vb. isimler altında bir takım yasal oluşumlar vasıtasıyla yurt içinde ve dışında sürdürmeye devam etmektedirler. Ülkemizdeki etnik ve dini yapı ve bu konudaki kültürel zenginliğimiz, bazı dış destekli çevreler tarafından istismar edilmeye çalışılmaktadır. Anayasal bütün kurumların laik, demokratik, sosyal hukuk devletinin koruyucusu durumunda olması, demokratik sistem içinde irtica ile mücadele etmesi gerekmektedir. Bu konuda yapılacak mücadele, samimi dindarların, maneviyata önem verenlerin ve genel anlamda toplumun duygu ve düşüncelerini rencide etmemelidir.

ABD’nin Yeni Politikalarının Türkiye’nin Güvenliğine Etkileri
ABD, Türkiye’nin önemli tehdit algılamalarından olan PKK bölücü terör örgütü ile sınır ötesindeki mücadelesine, 5 Kasım 2007 tarihindeki Erdoğan-Bush görüşmesinden sonra, Irak’ın kuzeyindeki yerel yönetimi kabullenmesi ve onunla iletişim kurması, iyi ilişkiler oluşturması ve muhatap olarak kabul etmesi karşılığında müsaade etmiş ve yardımcı olmaya başlamıştır. Yeni ABD yönetimi de önceki yönetimin son zamanlardaki politikası yönünde davranış göstermiş ve Irak’ın kuzeyindeki yerel yönetimle başlayan diyalogun devam ettirilmesi ve güçlendirilmesine destek veren bir yaklaşım içinde olmuştur.

Türkiye’nin de bu anlayış içinde hareket etmesi ve PKK terörünün sonlandırılması için her çareye başvurulabileceği yönündeki davranış tarzı, Irak’ın kuzeyindeki yönetim, Irak merkezi yönetimi ve ABD tarafından olumlu karşılanmıştır. Ülke içinde, hatalı bir yaklaşım da olsa, zaman zaman “Kürt Sorunu” olarak adlandırılan konuya, çözüm adı altında birtakım açılımlarda bulunabileceği yönünde çalışmalar yapıldığına ilişkin, devlet yetkililerinin ifadelerine de rastlanmaktadır. Bu durum “Terörle bir yere varılamaz” anlayışına ters düşmektedir. Terör yerine siyaset yapılması, bu maksatla PKK teröristlerine af çıkarılması yönünde isteklerle karşılaşılmaktadır. Bu konu ABD’nin bazı devlet yetkilileri tarafından da sık sık dile getirilmiştir. Bölücü terör hareketinin ara hedefinin konuyu siyaset alanına taşımak, hatta kendisinin siyaset sahnesinde rol almak olduğu dikkate alınmalıdır. Siyaset yolu ile yapılan bölücülük faaliyetinin bölücü terörden daha tehlikeli olduğu unutulmamalıdır. Obama, Türkiye ziyaretinde, Kürtçe TV’nin açılmasını olumlu karşıladığını, eğitim dahil Kürtlere tanınan hakların arttırılmasını beklediğini söylemiştir. Bu konunun aynı zamanda terör örgütünün taleplerinden olduğu ve bölücülüğe hizmet ettiği unutulmamalıdır. Siyaset yolu ile bölücülük yapılmasına asla müsaade ve müsamaha edilmemelidir. ABD’nin Kürt konusundaki yaklaşımlarında, iç hassasiyetler de dikkate alınarak ihtiyatlı olunması zarureti bulunmaktadır.

ABD’nin yeni Başkanı Obama’nın açıklamalarından ve Dışişleri Bakanı Clinton’un Türkiye ziyaretinden ve yine Başkan’ın Türkiye’ye yaptığı ziyaretteki ifadelerinden anlaşılacağı üzere, ABD’nin Türkiye hakkındaki düşüncelerine ilişkin ana politikasında bir değişiklik olmadığı sonucuna varmak mümkündür. ABD’nin bölgeye ilişkin ana politikasının, Türkiye ile iyi ilişkiler kurarak Türkiye’nin jeopolitik durumundan yararlanıp bölge üzerinde kontrol sağlamak olduğu değerlendirilmektedir. Önceki dönemde bu politikayı gerçekleştirmek için “ılımlı İslam” anlayışının hâkim kılınması strateji olarak benimsenmiş, ancak tepki çektiği anlaşılınca, yeni yönetim tarafından bu yaklaşımdan vazgeçilerek, “laik anayasa ve demokrasi” tabirine vurgu yapılmıştır. ABD Başkanı’nın ziyaretinde kullandığı “Model Ortaklık” tabirini değerlendirmekte fayda görülmektedir. ABD ile “Stratejik Ortak” olmadığımız ve olamayacağımız bilinmektedir. İlişkilerimiz, ikili ve NATO çerçevesinde “Stratejik Müttefiklik” düzeyindedir. Bu durum, belirli sahalarda müşterek hareket etmeyi öngörür. Ancak ilişkilerin tek taraflı değil karşılıklı menfaat ilişkisine oturtulmasını, al-ver durumunu birbirine zarar vermeden gerçekleştirmeyi gerektirmektedir. “Model Ortaklık” tabirinin “Stratejik Müttefiklik” ile eşdeğer kabul edilebileceği düşünülebilir. ABD’nin Türkiye’ye olan davranışlarında değişiklik yapmasının, değişik bir strateji ile yaklaşmasının altında birçok beklentisinin olduğu kıymetlendirilmektedir. Bu beklentilerinin neler olabileceği hususunda aşağıdaki değerlendirmeleri yapmak mümkün olabilecektir.

 ABD’nin Irak’tan askeri kuvvetlerini bir plan dâhilinde çekeceği ve 2011 yılı sonuna kadar bu işlemi tamamlayacağına ilişkin iki ülke arasında yapılan SOFA antlaşmasında hüküm bulunmaktadır. Yeni yönetimin, kuvvetinin önemli bir kısmını erken çekme arzusunu gerçekleştirecek bazı değişiklikler olabileceğini dile getiren açıklamaları olduysa da, bu plana ana hatları ile uyum göstereceği anlaşılmıştır. ABD, Irak ordusunun yeniden yapılandırılması, organizasyonu, lojistik desteği için istekte bulunmuştur. Bu maksatla Türkiye ile Irak arasında bir protokol imzalanmıştır. Önümüzdeki dönem için de ABD, askeri kuvvetlerinin Irak’ı tamamen terk etmesi veya mevcudunun azalması halinde çeşitli şekillerde ortaya çıkabilecek kuvvet zafiyetini Türkiye vasıtasıyla giderme konusunda ön talepte bulunabilecek, doğabilecek bir çatışma ortamında Türkiye’den destek isteyebilecektir.

 ABD’nin, kuvvetlerinin önemli bir kısmının Irak’tan çekilmesini Türkiye üzerinden yapma talebinde bulunduğu düşünülmektedir. Böyle bir talebin, bir işgale son verme anlamını taşıması itibariyle olumlu karşılanmasında mahsur olamayacağı değerlendirilebilir. Ancak bunun şartlarının uygun planlanması, zaman, mekân, çekilme süresi ve kuvvet değerlendirmesinin iyi yapılması ve kontrolünün tam sağlanması zarureti bulunmaktadır.

ABD, Irak’ın kuzeyindeki yönetim ile ilişkilerimizi geliştirme, tehdit olarak algılamamıza engel olma, bir noktada bu yapıya hamilik yaparak yaşamasına imkân sağlama konusunda garantiler alma ve destek olma isteklerinde bulunabilecek, Kürtlerin yaşam sahasının olgunlaştırılmasını talep edebilecektir. Nitekim Obama Türkiye’ye yapmış olduğu ziyarette bu çerçevede ifadelerde bulunmuş. Hatta PKK ile mücadelede Türkiye’nin, Irak’ın kuzeyindeki yapı ile de işbirliği yapmasını öngörmüştür.

ABD, İran ile diyalog kurma ve müzakere etme konusunda yaklaşımlarda bulunmaktadır. İran ise rejimin devamının, ABD ve Batı ile yakınlaşmamasına bağlı olduğuna inanmaktadır. Bu konuda sertlik yanlıları ile orta yolu izlemek isteyen siyasetçiler arasında çekişme yaşanmaktadır. ABD, İran ile münasebet konusunda bölge ülkesi olan Türkiye’nin, İran ile iyi olarak nitelendirilen ilişkilerinden istifade etmek istemektedir. Ancak Obama Türkiye ziyaretinde, İran’ın nükleer teknoloji çalışmaları konusunda BM tarafından uygulamaya konabilecek yaptırımlara Türkiye’nin uyması ve batı bloğu içinde yer almasını çağrıştıran ifadelerde bulunmuştur. Bu konu önem arz etmektedir. Ayrıca ABD’nin son tahlilde askeri müdahale gerektiğinde yine Türkiye’nin desteğini talep edebileceği de göz önünde tutulmalıdır.

Aynı şekilde ABD, Suriye konusunda da politika değişikliğine gitmiş ve bu ülkeyi de şer ekseninden çıkararak diyalog kurma, ehlileştirme ve uluslararası sisteme monte etme niyetini belli etmiştir. Bu konuda da Suriye ile iyi ilişkiler içinde olan Türkiye’den istifade etmek istemektedir.

ABD, Türkiye’nin, son yaşanan gerilimler dışarıda tutulmak kaydıyla, İsrail ile uzun bir dönemdir kurduğu olumlu diyalogdan ve ilişkilerden istifade ile Suriye-İsrail barış sürecine katkısının devamını talep etmektedir.

ABD, Türkiye’nin Hamas üzerindeki etkisinden istifade ile Hamas’ı ehlileştirme, Filistin Kurtuluş Örgütü ile Hamas arasında bir anlaşma sağlanmasına katkıda bulunma ve dolayısı ile İsrail-Filistin anlaşmazlığında olumlu rol oynama konusunda isteklerde bulunabilir.

Afganistan konusu NATO açısından başarılı veya başarısız olma durumuyla eşdeğer tutulmaktadır. Bu nedenle ABD Afganistan konusuna önem vermekte ve kendisi askeri katkısını arttırdığı gibi müttefiklerinden de destek vermelerini ve mevcut desteklerini de arttırmalarını talep etmektedir. Bu konuda Afganistan’a önemli katkılarda bulunan Türkiye’den de desteğini arttırmasını talep etmektedir. 3-4 Nisan 2009’da yapılan NATO Zirvesi’nde yine dile getirilmiş ve müttefiklerin 5000 asker daha göndermeleri kararlaştırılmıştır. Tarihi boyutta Türk-Afgan ilişkilerinin seyrine bakıldığında dostluk ve yardımlaşma söz konusudur. Afgan halkı Türkiye’ye sempati duymakta ve güvenmektedir. ABD Türkiye’nin Afganistan’daki sempatik ve kabul görme durumundan istifade etmek istemektedir. Ayrıca Türkiye, güvenlik sağlama faaliyetine ilave olarak Afganistan’da istikrarın sağlanmasına, ülkenin yeniden inşası ve yapılanmasına parasal destek de dâhil önemli katkılar sağlamakta, ülkeye ve ülke halkına çeşitli yardımlarda bulunmaktadır. ISAF’ın komutasını da iki defa üslenmiştir. Komutayı yeniden üstlenmesi de gündemdedir. Komuta Türkiye’ye geçtiğinde 750 kadar olan asker sayımızın doğal olarak bir miktar artacağı 1000 civarına çıkacağı düşünüldüğünde, NATO’nun 5000 asker arttırma isteğinden payımız düşenin karşılandığı kabul edilebilir. Ancak görevlendirme yine Kabil ve civarının güvenliği çerçevesinde olmalı, çatışma sahasında Türk askerinin bulunmamasına özen gösterilmelidir. Bu çizginin dışına çıkmak, her iki toplum için de sakınca doğurur. Ayrıca Türkiye-Afganistan- Pakistan arasında bir müddettir yapıla gelmekte olan üst düzeydeki temas ve toplantıların da, hem Afganistan’da, hem de Pakistan’da istikrara hizmet ettiği dikkate alınmalıdır. Taliban, çıkış noktası olan ve Afganistan’da olduğu kadar Pakistan’da da problem yaratmaktadır. Taliban’ın militan olmayan kanadının siyasete çekilmesi, terörle mücadelede kolaylık sağlayacağı düşünülmekte, bu konuda Türkiye’nin Afganistan ile birlikte Pakistan ile olan dostluk ve kardeşliğinin de önemli rol oynayacağı değerlendirilmektedir. Bu gelişmede elde edilecek olumlu sonuçlar, Türkiye’ye uluslararası ortamda prestij sağlayacak, bölge üzerinde sevgi, sempati ve hoşgörüye dayanan bir etkinlik oluşturulmasına imkan yaratacaktır. Bu durum, Afganistan’daki istikrarın sağlanmasına hizmet edeceğinden, aynı zamanda NATO ve müttefiklere de katkı sağlama, yardımda bulunma anlamına gelecektir. Türkiye’nin Afganistan konusundaki katkılarını sadece muharip asker katkısı ile ölçmek mümkün değildir. Türkiye’nin bu konudaki girişimleri son derece etkin ve olumlu sonuç almaya yöneliktir.

Genel olarak ABD, Arap ve Müslüman dünyası ile ilişkilerde Türkiye’nin bir bölge ülkesi olmasından, nüfusunun büyük bir kısmının Müslüman olmasından ve göreceli olarak muhafazakâr yaklaşımlar sergileyerek bölgede sempati toplamasından, ancak aynı zamanda laik ve demokratik yapısı ile Batı değerlerini taşımasından istifade etmek istemektedir. ABD ölçüsüz güç kullanarak kontrol sağlama konusunda netice alınmayacağını idrak etmiş durumdadır. Ayrıca yaşanan küresel ekonomik krizden en fazla etkilenen, hatta krizin kaynağı olan ülke konumundadır. Bu nedenle bir müddet için daha yumuşak politikalar uygulayarak zaman içinde yeniden politik, ekonomik ve askeri alanlarda güç toplamayı tercih etmektedir. Bu nedenlerle uygulayacağı politika ve stratejilerde Türkiye’nin jeopolitik durumuna, tarihi ve kültürel değerlerine önem veren bir anlayışla hareket etmektedir.

Kırgızistan, ABD’ye ait Manas askeri üssünü kapatma kararı almıştır. Manas, Afganistan’daki Amerikan üslerine lojistik destek sağlaması açısından önem taşımaktadır. Bu durumda ABD’nin, ikmal konusunda Türkiye’den de talepte bulunabileceği değerlendirilmektedir. Ancak Kırgızistan, Manas üssü konusunda, ABD’nin girişimi ile bu konuyu yeniden görüşmeye niyetli görünmektedir.

Diğer önemli bir konu da “Sözde Ermeni Soykırımı” ve “Ermenistan ile ilişkiler” meselesidir. Obama’nın seçim kampanyalarında güçlü şekilde dile getirdiği konulardan biri de Ermeni soykırımını tanıyacağı sözüdür. Obama her ne kadar Türkiye ile stratejik ilişkileri geliştireceği ve güçlendireceğini ifade etse de bu durum, Türkiye-ABD ilişkilerini olumsuz yönde etkileyebilir. Diaspora bu durumda etkisini arttırabilir, Ermenistan bundan güç alabilir. Tanınmadan sonra sırada olduğu nitelendirilen tazminat ve toprak konuları zaman içinde gündeme getirilebilir. Bu durum Türkiye’yi politik açıdan meşgul ve rahatsız edebilir. Aslında bu konu ABD’de birçok eyalette kabul görmüşse de, merkezi yönetimde böyle bir karar alınması, önemli olarak mütalaa edilmektedir. Seçim döneminde söylenenlerle, icraatta karşı karşıya gelinen gerçeklerin birbirini tutmadığı geçmişte yaşanmıştır. Bu konudaki beklenti, başkanların tutumlarında değişiklik olabileceği yönünde olmasına rağmen, bu kadar güçlü bir vaatten nasıl vazgeçileceği bilinmemektedir. Yeni ABD yönetimi bir taraftan bölgede istikrar sağlanmasını arzu ederken, diğer taraftan da seçmenine ve genel olarak halkına karşı, sözde Ermeni soykırımının ABD Meclisi’nde kabulü sözünden vazgeçmeyi nasıl savunacağının hesabını yapmaktadır. Vazgeçmenin Türkiye açısından bedelinin olabileceği düşünülmektedir. Ermenistan ile olan ilişkilerde yeni ve karşılanması zor taleplerde bulunulabilir. Bu nedenle tasarının çıkmasını önleyici, çıkması durumunda da karşı koyucu önlemler konusunda değerlendirmeler yapılması gerekli görülmektedir. Bu konuda Obama’nın Türkiye ziyaretinde TBMM’de yaptığı konuşma şüpheler yaratmıştır. Tarihle yüzleşmekten çekinilmemeli demiş, 1915’de arzu edilmeyen olayların yaşandığını ifade etmiştir. Ancak diğer taraftan da bu meselenin Türkiye ile Ermenistan arasında çözümlenebileceğini, ABD olarak karışılmaması gerektiğini de belirtmiştir. Türkiye ile Ermenistan arasındaki yeni açılımları desteklediğini ve ilerlemesini arzu ettiğini de açıklamıştır. Ancak bu gelişmelerin Azerbaycan’ı gücendirdiği de dikkate alınmalıdır. Azerbaycan’dan hiçbir temsilcinin İstanbul’da yapılan Medeniyetler İttifakı toplantısına katılmaması manidardır. Ermenistan’ın soykırım iddiasından vazgeçmeden, sınırlarımızı tanıdığını ve Doğu Anadolu topraklarında iddiası olmadığı açıklamadan ve bunu teyit etmeden, Azerbaycan’da işgal ettiği topraklardan çıkmadan Türkiye’nin tek taraflı açılım yapması durumu, yeniden değerlendirmeye ihtiyaç gösteren bir konu olarak karşımızı çıkmaktadır. Batı, AB, ABD istedi diye karşılıksız açılımda bulunulması prestij kaybına, dostları kaybetmemize, zaman içinde tehdit oluşmasına yol açacağından üzerinde tekrar tekrar düşünülmesini zaruri kılmaktadır.

Obama, seçim konuşmaları esnasında Türkiye’yi, Kıbrıs’ta işgalci güç olarak nitelendirmiştir. Bu durum, hem Kıbrıs Rum Yönetimi’nin, hem Yunanistan’ın, hem de AB’nin yaptırımlar ve tavizler kapsamında Türkiye’ye karşı elini güçlendirmektedir. Esas itibariyle ABD’nin Kıbrıs politikasına baktığımızda ABD; Türk-Yunan ilişkilerindeki gelişmeleri, Doğu Akdeniz güvenliğinin bir parçası olarak algılamaktadır. Dolayısıyla Kıbrıs’a ilişkin bir çözüm, ABD için ikinci önceliktedir. ABD, Türkiye-Yunanistan arasında meydana gelebilecek bir çatışmayı, sadece NATO müttefikleri olmaları açısından değil, aynı zamanda ABD için hayati öneme haiz bölgelerin güvenlik ortamını doğrudan etkilemesi ve kendi çıkarları açısından önlenmesi gereken bir durum olarak da görmektedir. Diğer taraftan İngiltere, garantörlük hakkını, Adadaki üslerinin korunmasına yönelik bir imtiyaz olarak görmekte, çözümde de İngiliz çıkarlarının korunmasını esas almaktadır. Bu nedenle İngiltere AB’ye üye olurken üsleri, AB statüsünün dışında bırakmaya özen göstermiştir. ABD’nin de bu üslerden yararlanması, onun da meseleye İngiltere gibi bakması sonucunu ortaya çıkarmaktadır. Obama Türkiye ziyaretinde, Kıbrıs konusunda, birleşik, iki federasyonlu bir yapı oluşturma yönünde devam eden müzakere sürecini desteklediğini ifade etmiştir. İzolasyonların kaldırılmasından söz etmemiştir. Türkiye’nin, ABD’nin Kıbrıs konusunda olabilecek yeni bir yaklaşımlarını, yukarıdaki argümanları kullanarak karşılamasının uygun olabileceği değerlendirilmektedir.

Sonuç

Ulusal güvenlik kavramı çok boyutlu bir kavramdır. Mevcut ve potansiyel tehditlere karşı alınacak önlemler manzumesinin tümünü ihtiva eder. Sadece askeri tedbirler yeterli olmayabilir. Ulusal güvenlik, milli güç unsurlarının ve kendisinin altındaki diğer güvenlik kategorilerinin bir şemsiyesi konumundadır. Ulusal güvenlik kavramının içinde ulusal çıkarlar, ulusal hedefler, ulusal politika, ulusal strateji ve ulusal güç bulunmaktadır. Ulusun ortak çıkarları, devlet idaresinde temel düşünceyi oluşturur. Soğuk Savaşın sona ermesinden sonra riskler ve belirsizlikler oluşmuş, tehditler değişik bir boyut kazanmıştır. Gelinen durum, reaktif (etki-tepki) önlemlerden çok proaktif (ön alıcı) tedbirler alınmasını gerektirmektedir. Caydırıcı tedbirler önem arz etmektedir.

Türkiye`nin jeopolitik önemi ile sahip olduğu coğrafi, nüfus, bilim, teknolojik, sosyal ve kültürel güçlerin ülkemize sağladığı avantajlar da dikkate alınarak, politik, askeri ve ekonomik stratejik güvenlik sınırlarımızın öncelikle etki alanımız olması gereken Balkanlar, Ortadoğu, Kafkasya ve Orta Asya`yı kapsayacak şekilde belirlenmesinin ve Karadeniz, Ege Denizi ve Akdeniz’in ve bu sınırların içine dâhil edilmesinin uygun olacağı değerlendirilmektedir.

Küreselleşme bir gerçektir. Onunla birlikte yaşamak, faydalı kısımlarından yararlanmak, tehdit olan kısımlarından korunmak gerekmektedir. Küreselleşmenin başlıca hedefi ulus devlet anlayışının yok edilmesidir. Esas korunması gereken nokta budur.

Türkiye’ye müteveccih dış ve iç tehditler bulunmaktadır. Bu tehditlerin çevre ülkelerinden kaynaklanabildiği gibi, Türkiye’nin etkide bulunma veya etkilenme konumunda bulunduğu bölgelerden, küresel güç unsurlarından, ilgi sahasındaki gelişmelerden, bölücü akım ve faaliyetten, irticadan ve her türlü kutuplaştırmaya yönelik hareketten kaynaklandığını söylemek mümkündür. Ancak bir eylem veya gücün tehdit olabilmesi için sahip olunan değerlere hasmın zarar verme niyetinin olması ve elinde, bu niyetini gerçekleştirebilecek yeterli imkân ve vasıtalarının bulunması gerekmektedir.

Türkiye kendisine yönelen tehditlerin tümüne karşı koyabilecek güçtedir. Bu gücü tarihi geçmişinden, gelenek ve göreneklerin de içinde olduğu kültürel yapısından, milletinin duygularından, coğrafyasından, jeopolitik durumundan ve öneminden, silahlı kuvvetlerinden, laik, demokratik ve sosyal hukuk devleti anlayışından ve Atatürkçü düşünce sisteminden almaktadır. Ulus devlet, laik devlet, üniter yapı mutlaka korunması gereken değerlerdir. Türkiye’nin enerjisini, etnik, dini, çeşitli olaylardan dolayı rövanş alma, menfaat sağlama gibi düşüncelerle dışarıdan destekli veya desteksiz iç çekişmelere harcaması, ülkede kutuplaşmalar yaratmakta, birlik ve beraberliği bozmakta bu husus da güvenliği olumsuz yönde etkilemektedir. Bu gibi zararlı düşüncelerin, aklı ve mantığı esir almasına müsaade edilmemeli, aynı gemide olduğumuz hiçbir zaman göz ardı edilmemelidir.

Türkiye’nin güvenlik algılamasının esasının birlik, beraberlik ve bütünlükten geçtiği, içeride yaratılacak güçlü durumun her şeyden önemli olduğu bilinmelidir.        

Faydalanılan Kaynaklar   

1. Ali Esgin ÖZ, Ulus devlet ve Küreselleşmeye ilişkin bazı tartışmalar, Erişim tarihi: 23 Mart 2009.  
2. Ali Nail KUBALI, Yeni Asır Gazetesi, Yükselen Milliyetçilik, Erişim tarihi: 25 Mart 2009.   
3. Armağan Kuloğlu, Küreselleşme ve Milliyetçilik, , Kasım 2006.  
4.  Armağan Kuloğlu,ABD’deki yeni başkanlık döneminin Türkiye’nin güvenliğine muhtemel etkileri, , 02 Aralık 2008.  
5. Armağan Kuloğlu, Ulusal güvenlik kapsamında sivil-asker ilişkileri, Ekoenerji dergisi, Aralık 2008, Sayı: 24.  
6.  Armağan Kuloğlu, Ortadoğu’daki gelişmeler, Türkiye’nin tehdit algılamaları ve güvenlik sorunları, Ekoenerji Dergisi, Şubat 2009, Sayı: 26.  
7.  Armağan Kuloğlu, 60 yıllık ittifak NATO ve Türkiye, Ortadoğu Analiz Dergisi, Nisan 2009, Sayı:4.  
8.  Bölgesel Sorunlar ve Türkiye sempozyumu bildirileri, Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi, Mayıs 2008.  
9.  Fahir ATASOY, Küresel Milliyetçilik, Tevfik DALGIÇ Batılılık, Küreselleşme ve Kemalist Milliyetçilik üzerine bazı görüşler.  
10. Gnkur.Bşk.Org.Yaşar Büyükanıt’ın Güvenliğin yeni boyutları ve uluslar arası örgütler konulu sempozyum açış konuşması, 31 Mayıs 2007. 11. M. Faruk Demir, 21. Yüzyılda Türkiye İçin Yeni Bir Milli Güvenlik Siyaseti / Stratejik Öneriler Belgesi, 2002.  
12. Sait Yılmaz, 21. Yüzyılda Güvenlik ve İstihbarat, Milenyum Yayınları, İstanbul, Eylül 2007.   
13. Sait Yılmaz, Ulusal Savunma, Kumsaati Yayınları, İstanbul, Nisan 2009.  
14. Suat İlhan, Jeopolitik Duyarlılık, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1989.   
15. Türkiye’nin Ulusal Güvenlik Sınırlarını Belirleyici Unsurlar, , 2   Eylül 2008.  
16. Yılmaz Tezkan, Jeopolitikten Milli Güvenliğe, Ülke Kitapları, İstanbul, Mart 2005.  
17. 3,4,5,6,7 Nisan 2009 tarihli gazeteler, TV ve radyo programları.     


http://orsam.org.tr/tr/turkiye-nin-guvenlik-algilamalari-ve-abd-politikalarinin-guvenligimize-etkileri/

***