DOGU PERİNÇEK etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
DOGU PERİNÇEK etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

20 Ekim 2018 Cumartesi

PKK - CUMHURİYETİ VE AK - PARTİ., BÖLÜM 15

PKK - CUMHURİYETİ VE AK - PARTİ., BÖLÜM 15



    13 Eylül 1974 yılında Madrid’de Polis karakoluna bitişik bir restoranda patlatılan  bomba ayrışmayı hızlandırdı. ETA müşterilerinin çoğunun polis olduğu varsayımıyla bombayı patlattı ve 13 kişi öldü. Bunlardan beşi çocuktu ve sadece bir tanesi polisti. Bu olay ETA içinde büyük tartışmalara neden oldu. Zaten stratejik tercihlerde ayrışan iki grup farklı yollara gitti ve ETApm ve ETAm olarak ikiye bölündü. Keşke PKK’nın içinde de siviller ölünce böyle tartışma olsa ama PKK’da böyle tartışmalar olmaz çünkü PKK’nın kodlarında demokrasinin ’D’si yoktur. Bu nedenle demokratikleşmenin PKK’yı zayıflatacağı tezi yanlıştır. 
Özipek ve tabii ki birçok aydın da bu bölünmeyi demokrasiyle ilişkilendiriyor. Eğer Özipek’in anlattığı gibi bölünme demokrasiyle ilgili olsaydı bölünme 1974 yılında değil demokrasiye geçişin olduğu 1978 ve sonrasında olması gerekirdi. 

Nitekim Batılı analistler de ETAm’in haklı çıktığını, Özipek’in anlattığının aksine, siyaset ve terör eylemlerini birlikte götürmeye karar veren ETApm’in rakamsal olarak ETAm’den daha büyük olmasına rağmen silahlı mücadeleyi uzun süre devam ettiremediğini, 1977 yılında kendi içinde bir bölünme daha yaşayarak ETApm’in içindeki askerî kanadın örgütten ayrılarak ETApm’in daha küçüldüğünü ve etkisizleştiğini vurgular. Bu süre içinde sadece askerî stratejiyi seçen 
ETAm’in ise militan ve silah gücü olarak daha güçlendiğine 1978 yılından itibaren eylemlerinin büyük tırmanışa geçtiğine ve silahlı mücadelenin dominant grubu 
olduğuna vurgu yapar. Rakamlar da bu analizi doğrular. Ayrılmadan önceki ETA’nın askerî kanadı üyelerinin toplamda daha az olduğunu, demokrasiye geçişin de olduğu 1978 yılında bu rakamın 300/350 civarında olduğunu, daha sonraki yıllarda bu rakamın 500’e kadar çıktığını biliyoruz. Yani demokratikleşme ETA’ya katılan hard-core militan sayısını azaltmadı arttırdı. 

1982’den itibaren ise ETA’ya katılan militan sayısında bir azalma görülüyor. Çünkü örgütün artan eylemleriyle birlikte İspanya kolluğu da hızlı bir şekilde tutuklamalar yapıyor. Bu dönemde tutuklanan ETA üyelerine bakıldığında çok sayıda tutuklamanın olduğu görülüyor. 

Çok kısa bir süre içinde çok fazla ETA üyesi ve sempatizanı tutuklanınca örgüt yeni eylemci bulmada zorlanıyor. Yeni örgüte katılım çarkı yavaşlatılıyor. ETA 
asıl darbeyi, Özipek’in söylediği gibi demokrasiyle değil, bizzat polis operasyonuyla 29 Mart 1992 tarihinde alıyor. Bu tarihte ETA’nın tüm liderleri Fransa’nın güneyinde tutuklanıyor. Bu gerçeği ETA üzerine çalışan tüm 
kaynaklar teyit ediyor. Bu tarihten sonra örgütün kendisine gelemediğini ve ana gövdeyi oluşturan militan sayısının yüzlerin altına düşütünü ve etkisizleştiğini biliyoruz. ETA’nın yeni eleman kazanımı ve varlığını sürdürmek için tıpkı PKK gibi geniş bir network ağı kurduğunu ve bu sayede 30 yıldan fazla yaşadığını biliyoruz. Sanırım buna Özipek de itiraz etmez. ETA’nın network’unu zayıflatan 
asıl darbenin de 1998 yılında İspanyol hâkim Garzon’un başlattığı bizdeki KCK operasyonlarının çok daha kapsamlısı operasyonlar zinciriyle ETA ile legal alanda çalışan tüm diğer network’ların arasında kurduğu ilişkinin belirlenip network’un illegal ilan edilip tüm üyelerinin tutuklanması ile birlikte, network’un çökertilmesi sayesinde olduğunu tüm literatür yazar. Eğer Hâkim Garzon’un yaptığı operasyonun oransal olarak bir benzeri bizde yapılsaydı; yani KCK operasyonları tüm PKK network’unu çökertecek biçimde ve tabii ki daha hassas yapılsaydı bugün PKK network’u çalışmazdı ve PKK çok zorlanırdı. Ancak devletin içindeki müzakereciler ve aydınların katkılarıyla bu operasyonlar durduruldu Uludere’de bilerek öldürülen köylülerle de dağdaki militanlara yönelik operasyonlar durduruldu PKK’ya can suyu verildi. 

Özipek teorik bir argümanla konuyu demokrasiyle ilişkilendirip, demokrasiyi bağımsız değişken gibi anlatıyor. Bu nedenle de ETA’nın militan yapısına ve çelik çekirdeğine bakmıyor. ETA’ya yönelik toplumsal destek azaldığı için ETA zayıfladı diyor. Oysa rakamlar da Özipek’i doğrulamıyor. 1978 yılında tam olarak siyasete giren, Özipek’in büyük ETA’yı şiddeti bitiren ETA olarak tanımladığı ETA’nın siyasi kanadının aldığı oy oranları demokrasi olgunlaştıkça artmadı. Aksine hep aynı kaldı hep yüzde 10 civarında, 150 bin civarında kaldı. Bir tek 1998 yılında oylarını 224 bin civarına çıkardılar, o da seçimlerden bir ay önce ateşkes ilan edildiği için. Yani ETA’ya destek veren kor sempatizan kitlenin siyasal 
tercihlerinde artma veya azalma yok. Bu nedenle de Özipek’in argümanı doğru değil. 

Eylemsellik rakamlarına bakıldığında da Özipek’in argümanını destekleyen rakamlar yok. ETA’nın eylemleri demokrasiye geçiş döneminde 78-81 yıllarında tavan yapıyor. Bunu Özipek mantıklı bir tez ile açıklayabiliyor. 
Ancak Özipek’in açıklaması gereken iki farklı dönem daha var. ETA eylemleri 1987 yılında ve 1991-92 yılında da tırmanışa geçiyor. Eğer ETA’nın eylemleriyle 
demokratikleşme arasında bir ilişki olsaydı demokrasiye geçişten sonra süreli bir azalma olması gerekirdi ve sonunda bitişi görmeliydik. Oysa ETA eylemlerinin 92 yılında liderlerin tutuklanmasından sonra birdenbire düştüğünü görüyoruz ki bu da benim argümanımı daha çok doğruluyor. 

Peki, ETA neden bitti? Elbette demokratikleşmenin ve insanlara farklı kanallar sunmanın etkisi olmuştur ama ETA’nın network’u çökertilmese ETA bugün de devam ederdi. ETA’nın çöküşünü anlamak için onun uyguladığı üç farklı stratejiyi anlamak gerekiyor. Kuruluş 1977 (ayaklanma), 1978-92 (yıldırma savaşı) ve 1992-2003 (Ulusal Cephe ya da Demokratik alternatif) stratejisi. ETA 
1977’ye kadar ayaklanma savaşı yürüttü. Ancak özellikle ılımlı Bask milliyetçilerinin ve diğer partilerin destek vermemesi nedeniyle bu strateji başarıya ulaşamadı. 1978-1992 arasında ETA da tıpkı PKK gibi, “silahlı 
mücadelenin amacını düşmanı yenmek değil, bu mümkün de değil, ama uzun süren savaşla onu bıktırıp istediğimiz bölgeden çekilmesini sağlamak olarak” benimsemişti. 

Bugün PKK’nın kabul ettiği 4. Stratejik Mücadele’nin mantığı ETA’nın uyguladığı stratejisiyle aynıdır. Bu yüzden AKP’yi bıktırıp bölgede izole edip çekilmesini 
veya taleplerine evet demesini istiyor. ETA 1978 yılında tıpkı PKK gibi neredeyse bire bir şartlar sürmüş ve stratejisini devleti bu şartları kabul ettirmeye zorlamak olarak belirlemişti. Bu şartlar, kendi kaderini tayin hakkı, hapisteki ETA üyeleri için af, Bask bölgesi için anayasal garanti, ve İspanyol güvenlik güçlerinin Bask ülkesinden geri çekilmesi. 

1988 yılında tıpkı PKK ve bugünkü bazı müzakerecilerin dediği şeyi söylüyordu ETA: “Biz İspanya’yı yenemeyeceğimizi biliyoruz. Bu bizim hedefimiz de değil. 
Ancak şunu da biliyoruz İspanya’da bizi yenemez.” Yine devlet ile ETA arasında 1975 yılından başlayıp 1976, 1977 yılında devam eden ve 1983 yılında sıklaşan görüşmeler oldu. ETA bu görüşmeleri yapan İspanya hakkında ne düşünüyordu? “İspanya zayıf olduğu için bizimle barış görüşmesi yapmak istiyor.” Tam da bu nedenle her görüşme öncesinde veya sonrasında tıpkı PKK’nın yaptığı gibi elini güçlendirmek için eylem yapıyor, insanları öldürüyordu. 

ETA bu eylemleri yaparken hükümete güçlü olduğumuzu göstermeliyiz onları bıktırmalıyız ki istediğimizi alalım düşüncesiyle yaptı. Yoksa ETA’nın 
içinde bir bölünme yoktu ve savaş isteyenler bu eylemleri yapmıyordu. Tıpkı PKK’nın devletin 2. Müzakere girişimi başlatmayı planladığı ve Avni Özgürel ile 2012’de zemin yokladığı haziran ayından hemen sonra eylemleri 
tırmandırması gibi. 

ETA 1992 yılında liderleri yakalandığında yeni stratejisini ilan etti: “Demokratik Alternatif” (Ulusal Cephe). Buna göre devletle görüşüp pazarlıkla istediğimizi 
almak yerine Bask bölgesindeki diğer Basklılar ile birleşip taleplerimizi tüm Basklıların talebi olarak sunalım. 
Böylece devlet bu toplumsal talebe karşı çıkamayacaktır düşüncesini geliştirdiler. Bu strateji çerçevesinde özellikle siyasileri hedef alan eylemler yaptılar. Demokratik alternatif size de tanıdık geldi mi? PKK da 2005’ten itibaren Demokratik Özerklik ilan edip DTK ile ulusal cephe kurmaya çalışmıyor mu? Ancak özellikle 1998 yılında Garzon’un ETA network’una başlattığı operasyon 
ile 9/11 ortamı birleşince ETA liderleri de zaten hapiste olduğundan ETA bitti. Yoksa ETA’ya destek veren tabanda hiçbir değişiklik olmadı hep yüzde 10 civarında kaldı ve demokrasi Özipek’in anlattığı gibi ETA’ya desteği azaltmadı. ETA’yı bitiren şey demokratikleşme değil uyguladığı üç farklı stratejinin de işe yaramaması ve zaman içinde anlamsızlaşmasıydı. Ayrıca ETA, bu stratejiyi uygularken devletin dayanıklılığının ne kadar olacağını hesaplayamadı. Kısaca İspanyol devleti ETA’nın beklediğinden daha dayanıklı çıktığı için ETA 30 yıl 
içinde eridi. 

Oysa bizde devletin en azından stratejik aklı kayış atmış durumda ve PKK’yı bitiremeyiz diye inanmış. Siyasetçileri de inandırmış durumda. İşte bu düşünce 
PKK’yı azdıran ve Devrimci Halk Savaşı’nı cesaretlendiren temel düşüncedir. Eyleminden stratejisine 

PKK il ETA arasında ne kadar da paralellikler var. Ne kadar da tanıdık değil mi? Fark bu gerçeği göremeyen, aynı yanlışları illa da yapmak zorunaymışız gibi bize yaşatan ve yaşatmak isteyen yöneticiler ve aydınlarda sanırım. ETA’ya dair bilgiler Cuenca’nın “The persistence of nationalist terrorism: The case of ETA” adlı makalesinden özetlendi (Uslu, 2012). 

Berat Özipek ve Murat Aksoy, Emre Uslu’nun ETA yorumuna itiraz ediyorlar. Özipek “Demokratikleşme konusunda ısrarla ve inatla yoluna devam eden sivil 
hükümet kazandı. ETA’nın taban desteği zayıfladı, örgütün ana kütlesi silah bıraktı. Tamam, ETA adlı bir örgüt saldırılarına daha yıllarca devam etti. Ama o ETA, artık o baştaki büyük ETA değildi” diyor. Doğru 2010 yılına geldiğinde ETA’nın desteği azaldı ancak buraya gelene kadar otuz yıl geçti. Kürt sorunu çözülürse PKK biter mi sorusu her Türk vatandaşının sorduğu bir soru. 

Emre Uslu bu soruya ve Özipek’in argümanına şöyle yanıt veriyor: Demokratik anayasadan sonra ETA 30 yıl daha varlığını sürdürdü. Özipek’in argümanı doğruysa şu soruya tatmin edici bir cevap vermesi gerekiyor: ETA’nın 
gücünün zayıflaması neden demokratik anayasanın kabulünden sonraki 15-20 yıl gibi uzun bir süre içinde gündeme gelmedi de 2001 yılından sonra oldu bu? 
Cevabını Uslu veriyor: ETA’nın desteğini yitirmesinin nedeni 2001 yılındaki kritik 9/11 saldırılarıdır. El-Kaide’nin New York’taki terör saldırılarıyla bir anda tüm 
dünya Amerika’nın önderliğinde terör örgütlerine karşı bir duruş sergiledi ve şiddetin meşrulaştırılması dönemi kapandı. Yani artık benim teröristim senin özgürlük savaşçın algısı yıkıldı. Bu dönemden sonra özellikle AB ve ABD terör örgütleri listeleri çıkardı. Bu listelerde ETA’da vardı. Hatırlayın bu konjonktür PKK’yı da etkilemişti. 

Özellikle 2004 yılındaki El-Kaide’nin Madrid bombaları İspanya’da terör algısını kökten değiştirdi. Artık insanlar Bask bölgesindekiler de dâhil terörün 
korkunç yüzünü global ölçekte gördü. 2004 Madrid bombasından sonra da tüm Avrupa gibi İspanya’nın gündeminde kendi lokal problemleri değil “ithal 
problemler” oturdu. Avrupa artık özellilikle Müslüman dünyadan gelen göçmen sorunu ve bununla ilişkilendirdikleri terör sorununu bir numaralı gündemlerine oturttu. Bu da hâliyle ETA’nın arada bir yaptığı eylemleriyle gündemde tutmaya çalıştığı ana gündemi bastırdı ve ETA’nın argümanlarını anlamsızlaştırdı. ETA’nın silah bırakma sürecine giden 2006 yılındaki ateşkes ilanının 2004 yılından sonra 
gelmesi çok tesadüf olmasa gerek. 

Bu noktada bir hatırlatma daha yapmak gerekiyor: PKK’dan farklı olarak ETA hiçbir zaman kendisinden farklı partileri tehditle yok etmedi. 1979 seçimlerinden beri Bask bölgesinde seçimlere giren ve önemli miktarda olan en az beş farklı parti var ki ETA’nın desteklediği partiler genellikle üçüncü sırada geliyor oy oranlarıyla. ETA’ya desteği azaltan network’lar işte Bask bölgesinde her zaman ETA’dan fazla oy alabilen diğer partilerdi. 

Ayrıca ETA’nın desteğinin azalmasına neden olan en kritik olay 2006 yılındaki Madrid Havaalanı bombasıydı. Hapisteki 400 ETA militanının yerlerinin değiştirilip Bask bölgesine daha yakın hapishanelere taşınması görüşmelerinin yapıldığı dönemde patlatılan o bombadan sonra ETA’ya destek veren parti ETA ile arasına mesafe koydu. Bu saldırıdan sonra ETA’nın siyasi kanadı ipleri eline aldı ve askerî kanadın söz söyleme üstünlüğü zayıfladı. Bu da ETA’ya verilen halk desteğini azalttı. 
Bizde durum böyle mi? Silvan saldırısından sonra BDP’nin bırakın PKK’ya mesafe koymasını PKK’nın sözcülüğünü yaparken hangi bilimsel veri ile 
demokratikleşme PKK tabanını zayıflatır diyorsunuz? Yeniden söyleyeyim, ETA’dan farklı olarak PKK alternatif hiçbir parti veya network’a izin vermiyor. O 
hâlde demokratikleşmenin yeni network’ların oluşumunu sağlayacağını, bunun da PKK’nın tabanını savunacağı argümanı (Murat Aksoy’un argümanı) tamamen 
temelsiz. Zira mevcut demokratik ortamda bölgede PKK’ya alternatif partilerin ve network’ların oluşumun engelleyen şey Türk devleti değil PKK. Demokratikleşme daha da gelişirse PKK’nın vicdanı mı kabaracak da alternatif network’ların oluşumuna izin verecek? Ayrıca PKK neden buna izin versin? 

ETA’nın zayıflamasında 2001 sonrasındaki polis operasyonlarının azımsanmayacak etkisi vardır. Bir nevi bizdeki KCK operasyonlarının benzerini İspanya hükümeti yapmış Fransa’nın da desteğiyle ETA’yı bitirme noktasına gelmiştir. Silah bırakma pazarlıkları da bu sürecin sonunda ETA’nın bileği bükülüp dışarıda sadece 30-50 arasında aktif ETA militanı kalınca başlamıştır. 
Pazarlıkların içeriği de bizdeki gibi bölgeyi KCK’ya bırakmak üzerine değil, ETA tutuklularına bir af sağlanıp sağlanmayacağı üzerine yürütülüyor. Özetle 11 Eylül sonrası ortamında değişen uluslararası ortam ETA’nın argümanlarını anlamsızlaştırdı ve ETA’nın desteği azaldı. ETA’nın bitiş süreci (salt) demokratikleşme sayesinde değil (öyle olsa 2001 öncesi 20 yılda bitmesi lazımdı) 2001 sonrasındaki konjonktürü İspanya hükümetinin iyi kullanıp etkili polis operasyonlarıyla ETA’nın bileğini bükmesi sonucunda akıllı bir pazarlık süreci yürütmesiyle mümkün olmuştur. Demokratikleşme PKK’nın tabanını 
zayıflatır diyenlerin bir diğer tezi şu: “PKK’nın kullandığı argümanları demokratikleşmeyle elinden alırsanız PKK hangi gerekçeyle dağda kalacak?  

” Bunu düşünenler PKK’nın toplumsal taleplerden doğan bir argümandan 
dolayı dağda kalmasını meşrulaştırdığını sanıyor. Oysa durum tam tersidir. PKK Kürt toplumuna kendi argümanlarını dikte ediyor, kabul ettiriyor. Yani bir 
argümanlar manzumesinin sonucu değil bizzat argümanların üreticisi. Dolaysıyla taleplerin de üreticisi. Hatırlayın 2002 yılında Kürt sorununda tek argüman vardı OHAL’in kaldırılması. Anadilde eğitim diye bir argümanı yoktu halkın kafasında. Sadece Kürtçe yayın hakkı gibi bir argüman vardı. Peki, kim üretti anadilde eğitim argümanını? Tabi ki PKK ve/veya Kürt entelektüeli. Bu bakımdan PKK’nın argümanını elinden almak diye bir şey sözkonusu değil. Demokratik talepleri 
karşıladıktan sonra da PKK kendi argümanını üretip dağda kalmaya devam edecektir. Tıpkı Kürtçe tv’lere izin verildikten sonra onları “korucu tv” diye ötekileştirip kendi argümanlarını ürettiği gibi. Bu argümanların üretim kapasitesi toplumsal taleplerin karşılanmasıyla değil PKK network’unun ne kadar etkin çalıştığıyla ilgilidir (57). 


Onuncu Bölüm PKK ve KCK Nereye Koşuyor? 

   Şırnak'ın Cudi Dağı'na yapılan sonbahar 2012 operasyonlarında PKK'nın sapık yüzü bir kez daha gözler önüne serildi. Bu operasyonlar terör örgütü PKK 'nın 
sapkın ilişkilerini bir kez daha ortaya çıkardı. Cudi Dağı 'na yapılan operasyonda aralarında Kadınlar Sorumlusunun da olduğu 5 terörist öldürüldü. Kış hazırlıkları yapan teröristlerin mağara ve sığınaklarında aramalar yapıldı. Ele geçirilen malzemeler arasından çıkan doğum kontrol hapları ve benzeri malzemeler kirli 
ilişkilerin delili. Bunlar örgüt içindeki ahlaksızlığın ilk delilleri değil. Terörist başının kürt kadınları ile ilgili konuşmaları örgütte nasıl bir iğrençlik yaşandığını ve tesis edildiğini anlatmaya yetiyordu. Terör örgütü KCK 'nın sahte Cuma imamı Abdullah Taş 'ın, kardeşinin eşi K.T. ile sapkın bir ilişkisi ortaya çıkmıştı. İstanbul'da BDP 'nin organize ettiği sivil cuma eylemi ile adını duyuran 5 çocuk 
babası Taş'ın, 4 çocuk annesi olan yengesi ile çarpık ilişkisi deşifre olmuştu. Taş'ın bütün yapıp ettikleri iddianamede yerini aldı. İşte terör örgütü PKK ve üst 
yapılanması KCK'daki bir başka ahlaksızlık skandalı daha. 

İstanbul'da 44 kişinin tutuklandığı KCK operasyonunda, Ümraniye'deki sözde siyaset akademisine de baskın yapılmıştı (58). 

Terör örgütü KCK'yı yönetenlerin kadın eğitmenlere tecavüz ettiği ortaya çıkmıştı. Kadın eğitmenin, 'KCK'lı yönetici bana tecavüz etti' diye yazdığı şikâyet mektubu, baskında polisin eline geçmişti. Genç kadın mektupta taciz ve tecavüz mağduru olduğunu anlatıyordu. PKK kamplarından kaçan Nemrut kod adlı bir kadın teröristin itirafları da tüyler ürpertiyordu. Nemrut, Örgüt içinde kadın teröristlere nasıl kötü muamele ve tecavüz edildiğinden bahsediyordu. Örgüt içinde defalarca kadın ve erkek teröristler arasındaki sapkınlıklar gündeme geldi. Terör Örgütünün öne çıkardığı isimlerin örgüt dışında da, Ehl-i namus bölge halkının aile ve kızlarına yönelik cinsel saldırılarda bulundukları daha önce de gündeme gelmişti (59). 

 Bu arada Hakkâri son teknoloji ürünü "şahin göz "kameralarına kavuştu. Kaşif adı verilen casus balonlarla artık kentte kuş uçurtulmayacaktı. Şehir eşkıyaları ve huzur kaçırmak isteyenlerin işi artık daha zordu. İçişleri bakanlığının desteği ile Hakkari'de kurulan mobese merkezi ve uydu takip sistemi polisin adeta eli ayağı oldu. Sokak ve caddeler adım adım bu merkezden takip ediliyor. 

Herhangi bir suç unsuru olduğunda ise anında müdahale geliyor. İl merkezi ve ilçelere 25 şahin göz ve 117 mobese kamerası yerleştirildi. Kameralar gece görüşüne sahip ve kendi ekseni etrafında dönebiliyor. Şahin gözler 10 kilometre ye kadar net görüntü sağlıyor. Nihayet devlet Hakkâri’ye geldi. Kullanılan teknoloji sadece kameralarla da sınırlı değil... İnsansız hava araçları da polis tarafından kullanılıyor. Teknolojinin kullanılmasından bu yana, yasa dışı gösterilerde kayda değer bir azalma var. 

Üstelik birçok olay da mobeseler yardımıyla aydınlatıldı. Yüksekova'da Kuran-ı Kerim kursuna malzeme almaya giderken saldırıya uğrayan polis memurunun katilleri kameralardan bulunmuştu. 6 Ekim 2012´de de yol kesen bir grup kameralar sayesinde anında tespit edildi. Uydu takibi ile saklandıkları yer belirlenen şüpheliler yakalandı. Şemdinli ilçesindeki 5 terörist ise böyle yakayı 
ele vermişti. Yeniliklerin bu kadarla da sınırlı kalmayacak ve bu mağdur ilimiz Türkiye’ye ait olduğunu hissedecek, şehri kurtarılmış PKK bölgesi yapmak isteyen iç ve dış güçlerin hevesleri kursaklarında kalacaktı. Yakın zamanda 
Hakkâri’de Aselsan tarafından üretilen Balonlu Keşif Gözetleme Sistemi kullanılmaya başlanacaktı. Sistem, yüksek irtifadan gerçek zamanlı gözetleme yapılabilecekti. 
Uzmanlar teknoloji kullanımının güvenlik açısından hayati öneme sahip olduğunun altını çiziyordu. 

KCK'nın eğitim boykotuna karşı çıkan, teröriste karşı öğretmenini koruyan Hakkâri’de eğitim için dev yatırım kararı alındı. 16 anaokulu, 15 ilkokul, 9 lise, 2 spor salonu, pansiyon ve öğretmenevi yapımı için 120 milyon dolarlık 
eğitim kompleksi kuruluyordu! Bugün'den Bilal Şahin'in haberine göre Hakkâri'de esnaftan memura, işadamından işçisine, taksiciden öğrenciye, her kesim terör örgütünün baskısından dert yanıyor. Yöre halkı, devletin kendilerine 
yüzde yüz güvenlik sağlaması halinde örgüte olan desteğin tamamen kırılacağını vurguluyor.KCK'nın talimatlarına aykırı hareket edenlerin "çocuklarını kaçırırız, dükkânını yakarız" diye tehdit edildiği belirtiliyor. Hakkârililer ilk olarak PKK'nın eğitim boykotuna karşı çıkarak örgüte toplu tepki gösterdi. Şemdinli Bağlar'da öğretmeni silahla tehdit eden teröristlerin karşısında veliler durdu. Ekim ayı 
başında boykot nedeniyle öğretmenleri tehdit edip propaganda yapan dört teröristi Bağlar halkının toplu tepkisi geri adım attırdı. Şemdinli merkeze bağlı bir köyde üç defa terörist baskınına uğrayan okulda da veliler gece-gündüz nöbet tutuyor. Okullara yönelik molotoflu ve bombalı saldırılara rağmen eğitim aralıksız devam ediyor. Hakkâri'de eğitimin önündeki engellerden birinin lojman 
ve derslik sıkıntısı olduğunu tespit eden İçişleri Bakanlığı gerekli çalışmaları başlattı. Buna göre kentteki okullar kampüs halinde bir yerde toplanacaktı. 120 milyon lira ödenek ile 16 anaokulu, ilköğretim için 79 derslikten oluşan 15 okul, 9 lise, 2 kapalı spor salonu, 20 odalı iki lojman, 300'er kişilik iki pansiyon ve barınma sıkıntısı çeken öğretmenler için 120 odalı öğretmen evi inşa ediliyordu. 2014 yılında bitecek olan eğitim kurumlarının temelleri atıldı. Yüksekova'da da eğitim kampüsü inşa edilecek. Liseler 2014'te bitecek olan kampus çatısı altında 
toplanacaktı. Mevcut liseler ortaokula çevrilerek sınıflar en fazla 30 kişilik olacak. Kampüste spor salonu, yemekhane, havuz ve pansiyon bulunacaktı. Güvenlik ve diğer hizmetler ihalelerle özel şirketlere devredilecek. 
Eğitim kampüsü uygulaması ilk olarak Eskişehir ve Hakkâri’de faaliyete girecek ardından Türkiye geneline yayılacaktı. 

Taş atan çocukların en çok gündeme geldiği Hakkâri ve Şırnak'ta çocukların vakit geçirebileceği bir tek oyun parkının dahi olmaması dikkat çekiyor. Bir lokanta işletmecisi belediyenin özellikle park yapmadığını iddia ediyordu. Hakkâri Belediyesine çocukların vakit geçirebileceği alan yapması talebinde bulunmalarına rağmen herhangi bir cevap alamadıklarını belirtiyordu. 

Daha önce İl Özel İdaresi tarafından yapılan parkların KCK tarafından çocuklara hedef gösterilerek kullanılamaz hale getirildiği aktarılıyordu. Bölgenin önemli 
sorunlarından biri de yatırım eksikliği. Hakkâri İşadamları Derneği Başkanı Hüseyin Biçer ildeki güvenlik sıkıntısı nedeniyle Hakkârili iş adamlarının bile farklı illerde yatırım yaptığını belirtti. Teşvikte Van, Gaziantep, Batman ve Şanlıurfa ile birlikte 6. Bölge il olmasının büyük dezavantaj getirdiğine dikkat çeken Biçer bu illerle aynı bölgede yer aldıklarından dolayı yatırımın 
gelmediğini vurguladı (60). 

PKK, uzun zamandır füze temin etme peşindeydi. Bunu 2012 sonbaharından beri başarmış görünüyor. Özellikle son dönemde Suriye üzerinden terör örgütüne 
uçaksavar ve füze girişi yapıldı. Bu donanımların iç bölgelere kadar da taşındığı söyleniyor. Duyumların maalesef bu bilgiyi teyit ettiği, KCK‘nın son dönemlerde 
özellikle Doçka ve füze tarzı silahları çok temin ettiği bir gerçek. İşin kötü tarafı bunları yurtiçine aktarmış olup, hakim noktalara yerleştirmiş olması. Irak merkezi yönetimine karşı Barzani‘yi ve Esad rejimine karşı Suriyeli muhalifleri açıktan destekleyerek sorunlara taraf olan Türkiye’nin bu tavrına karşılık, KCK bu silahları İran, Irak ve Suriye’den son dönemlerde rahatlıkla sağladı. 

Hatta İran PKK’ya doğrudan yardım ederek örgütün bu silahları Türkiye sınırına kadar getirmesine refakat etti. İran’ın her konuda, özellikle silah ve mühimmat 
konusunda PKK’ya daha çok yardım ettiği, PKK teröristlerinin İran topraklarından Türkiye’ye geçmelerini güvenle yoğun şekilde sağladığını istihbarat makamları 
biliyor. Bugün gazetesinde eski savcı Gültekin Avcı, Kandil’in nereye koştuğunu şöyle betimliyor: Ne gariptir ki bu konuda kamuoyunda daha çok Irak ve Suriye ön plana çıkartılıyor. Bu da devlet içinde konuşlu İran muhiplerinin psikolojik harekâtı olsa gerektir. Bunun yanında; PKK’nın bölgede kaçakçılık yapan 
vatandaşlardan şimdiye kadar komisyon adı altında para aldığını biliyoruz. 
Bu aşamadan sonra terör örgütünün planlaması değişiyor. Bundan sonra kaçakçılık yapan vatandaşları sınır geçişleriyle mühimmat ve silah taşımada 
daha aktif kullanabilecekleri istihbaratı alınmış durumda. 

Uludere olayıyla “vahim bir yanılgı”ya itilen devleti yumuşak karnından avlamak istiyorlar. Dolayısıyla terör örgütünün her fırsatta Uludere olayını kaçakçılara 
psikolojik baskı aracı olarak kullanabilecekleri güçlü bir ihtimaldir. Belli ki daha sofistike gelecekler. Propaganda faaliyetlerinde Kur’an ayetlerini bile kullanmayı 
tasarlıyorlar. Düşünebiliyor musunuz? 

Zerdüştlük ayinleri yapıp, İslam’a bin bir hakarette bulunan PKK, mütedeyyin Kürt kitlelerini Kur’an ayetleriyle avlamayı düşünüyor. “Ya tutarsa” kabilinden 
akla gelen ve gelmeyen her yolu deneyecekleri besbelli. 2 ay önce Kuzey Irak’ta faaliyet gösteren KCK üst yöneticileri tarafından eleman temin etmek gayesiyle Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi bölgesinde seferberlik ilan edildi.Bu amaçla her evden bir erkek-bir kız olmak üzere acil olarak birer kişinin örgüte çağırıldığı, çocuk olan bu örgüt mensuplarının büyük şehirler başta olmak üzere 
çeşitli bölgelere gönderilerek eylem yapacakları duyumları var. KCK emriyle yapılan eylemler sonucunda devletin yaptığı her kanuni düzenleme, KCK cephesinde galibiyet olarak algılanıyor. Vahim olan ise KCK’nın devletin attığı 
adımları Kürtler’e yönelik zafer ve propaganda aracı olarak kullanıp, baskıyla oturduğu zemini güçlendirmesidir. KCK okul boykotlarına çok önem 
veriyor. 
Özellikle bu boykotların Cizre, Şırnak ve Hakkâri‘de mutlaka uygulanmasını istiyor. Okulların boykot edilerek veliler tarafından bir süre işgal edilmesi, öğretmen ve öğrencilerin derse girmemeleri gibi planlamaları ise KCK 
Türkiye Meclisi yürütüyor. 

Bunlar bir yana, Kandil’in (KCK Yürütme Konseyi) verdiği çok ilginç bir talimat var.Kandil, BDP’li belediyelerden bölgede faaliyet gösteren Gülen Hareketi 
bünyesindeki dershane ve okulların deprem yönetmeliklerine uygun olmadıkları, yangın merdivenlerinin olmadığı gibi bahanelerle kapatılmasını istiyor. PKK bünyesindeki "Kürdistan Halk İnsiyatifi" tarafından yapılan 17 Kasım 2012 bildirisinde Gülen Cemaati de özel olarak hedef alındı. Kürtleri resmi eğitim 
müfredatını ve okulları şiddetle boykot etmeye çağıran İnisiyatif, Gülen cemaati bünyesindeki dersane ve yurtların “ajanlaştırma ve düşürme” yerleri olduğunu 
savundu. Cemaate ait bu kurumların hedef alınması ve bölgeden köklerinin kazınmasını isteyen İnisiyatif, “Özellikle özgürlük mücadelemize bağlı yurtsever Kürt ve demokratik öğretmenler sömürgeci AKP-devletine karşı net tavır almalı, kendi anadilinin öncüsü olmalıdır." dedi. 

Hatırlarsanız Karayılan‘ın devletten çok Gülen Hareketi’ne husumet beslediğini gösteren ifadeleri evvelce basına yansımıştı. PKK bunu neden ister? PKK, kardeşlik, hoşgörü, şiddeti reddetmek, gönülleri fethetmek, Kürt çocuklarının idrak seviyesini yükseltmek gibi slogan ve uygulamaların örgütle Kürtler arasına aşılmaz mânialar diktiğini iyi biliyor. Belli ki Türk-Kürt ekseninde ayrılıkları değil asırlara dayanan müşterekleri öne çıkaran Gülen Hareketi’nin eğitim sistemi, kanla beslenen KCK/PKK eksenini zehirliyor. PKK cinnetinin geniş Kürt kitleleri nezdinde kabul görmesini ve meşruiyet kazanmasını engelliyor (61). 

Kasım 2012 sonu Pakistan’a giden Başbakan Erdoğan’ın dönüşte uçakta gazetecilere söylediği birkaç cümle bir cilt kitaba denkti. “Silahların susturulması değil, silahların bırakılması” diyor önce ve sonra da ekliyor: 
“Silah bırakıldığı andan itibaren başka ülkelere gitmeleri gündeme gelebilir.” Bu sözlerin önünü, arkasını ve aradaki boşlukları uzun uzun doldurmak ve olup bitenlerle ilgili çok kritik sonuçlar çıkartmak mümkün. Birincisi: Demek ki uzlaşma sadece Öcalan’ın yeniden sahneye çıkışı ve açlık grevlerinin sona erdirilmesi ile sınırlı kalmamış. 

Masaya oturulmuş ve çözüm için müzakerelere başlanmış. Kiminle? Sahneye Öcalan çıktığına göre onunla olmalı. Peşinen Oslo’daki gibi, İmralı ile Kandil arasındaki ‘network’ün yeniden tesis edildiğini varsayabiliriz. 
İkincisi, Başbakan’ın iki cümlesinin gösterdiği üzere bu müzakerelerde PKK, ateşkes karşılığı lider kadronun güvenli bir şekilde bir üçüncü ülkeye yerleşmesi şartını öne sürmüş. Hükümet ise bu şartı kabul etmiş, sadece 
“ateşkes” yerine “silahlar bırakma” şartında ısrar ediyor. “Ateşkes” adı üzerinde elinizdeki silahın tetiğindeki parmağınızı çekmeniz; “silah bırakma” ise daha ileri bir adım. Beşir Atalay’ın sözleri aradaki boşlukları doldurmamıza imkân sağlıyor. Yurtdışına çıkacak PKK yöneticisi sayısı 130 civarında. Geri kalanı için eve 
dönüşü mümkün kılacak bir genel af planlanıyor. Üçüncü ülke ise Polonya veya Beyaz Rusya. Kısaca Oslo süreci, kaldığı yerden devam ediyor. 

Zaman yazarı Mümtaz’e Türköne’ye göre, başbakan’ın sözlerinden öte bu sözlerle kamuoyu önüne çıkmasından çıkartılacak çok önemli bir sonuç var: 
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin işbaşındaki hükümeti müzakereyi kamuoyuna açık yürütüyor. Bu şeffaflığın amacı, Kürt, Türk ve uluslararası kamuoyunun baskısını PKK’ya yönlendirmek olmalı. “Devlet terör örgütünü 
muhatap almaz” eşiği aşıldığına göre bu yaklaşım tutarlı. PKK’ya gelince: Hükümet ile masaya oturup yönetici kadronun sınır dışına çıkması, geri kalanının eve dönmesi karşılığında “ateşkes” yerine “silah bırakma” şartını müzakere ediyorsa kendi varlık sebebiyle ilgili üç ihtimal söz konusu. Birincisi, “silahlı mücadelede yenildik” tezi. Örgüt, askerî açıdan yenilmiş olsa da, bu gerekçeyi öne sürmez. İkincisi; silahlı mücadelenin gerekçesi olan “red ve inkâr” politikalarının sona erdiğini, böylece amacın gerçekleştiğini söylemek. Silahlı mücadele ile sonuç aldığını ve maksadın hasıl olduğunu öne sürmek. 
Üçüncüsü, ikisi arasında bir yer: “Silahlı mücadelenin gerekçeleri devam ediyor. Ama artık bu amaca silahla değil, sivil siyasetle ulaşacağız” tezi. 

İki taraf için de doğrusu şu olmalı: Başbakan PKK’ya güvenmiyor. Müzakere masasını ne zaman ve hangi saikle devireceğini kestiremiyor. Reşadiye, Silvan saldırıları bu güvensizliğin gerekçesi olarak yeterli. Ama açık müzakere 
yöntemi ile karşı tarafın elindeki argümanları çürütmeyi hesaplıyor. Böylece PKK’nın inandırıcılığını ve itibarını kendi sempatizan kitlesi önünde teste zorluyor. PKK ise, her zaman olduğu gibi kış kampına çekilmiş durumda. Bu 
sene askerî hedeflerinden hiçbirini gerçekleştiremedi. “Vur-kal” taktiği ve “devrimci halk savaşı” stratejisi iflas etti. Yaralarını sarmak ve bahara hazırlanmak için bu müzakereleri taktik bir nefes alma aralığı olarak 
kullanabilir. Zira bölgede PKK’nın elindeki silahla rol alabileceği diplomasinin şartları hâlâ devam ediyor. Yine de “Ne değişti de, PKK bu sefer silah bırakmaya razı oluyor?” sorusunun inandırıcı bir karşılığı yok. Tersine, uluslararası konjonktür PKK’ya fırsatlar sunuyor. Öyleyse umuda kapılmak için çok erken. Daha henüz işin başındayız (62). 

Bizde barış bir kasımpatı gibidir. Kasım ayında açar baharda solar. Barış çiçeğinin açması için her kasımda bir gazeteci Kuzey Irak’tan barış mesajları estirir. Bu kasımda kim gidip özlediğimiz barışı getirecek, diye sormuştum. Hasan Cemal sağ olsun zahmet edip oralara kadar gidip barış mesajları getirmiş. Fakat bu sefer daha kompleks bir barış ışığıyla karşı karşıyayız. Bir yandan 
Kuzey Irak’tan geldi barış mesajları öbür yandan da İmralı’dan açtı kasımpatı çiçekleri. Sanırım her sonbaharda oynanan bu barış tiyatrosu inandırıcılığını 
kaybettiğinden daha etkili bir senaryoya ihtiyaç duyuldu. 

Bu yüzden de uzun bir gerilimden sonra mutlu sonla bitecek bir açlık grevi tiyatrosu kondu sahneye. Sonunda Abdullah Öcalan İmralı’dan haber gönderdi 68 gün süren açlık grevi tiyatrosu son buldu. Bu, “bir gerilim tiyatrosu”ydu çünkü oyunu yazan zaten ne zaman ve nasıl sonlanacağını biliyordu. Başbakan da biliyordu bu tiyatronun detaylarını Abdullah Öcalan da. Zira tiyatroyu 
sahneye koyanlar aynı zamanda büyük başarı ile bu süreci sonlandırdık diye kendilerine pay çıkaranlardı. 

Sadece önümüzde oynanan ölüm oyununu dışarıdan seyreden bizler tiyatroyu gerçek sandık. Ne Abdullah Öcalan bizim medya kadar ciddiye aldı bu oyunu ne de Başbakan Erdoğan. İkisi de oyunun sonunu biliyordu. Bu arada bu ölüm oyunundan mutlaka ölüm çıkarmak isteyen KCK yapısı da vardı, ancak oyunu yazanlar yan etkileri de göze alarak oynadılar bu oyunu. Örneğin hapishanedeki açlık grevleri yapanların normal açlık grevlerinde alınmayan birtakım vitaminler aldıkları da bizzat yetkililer tarafından açıklandı. Açlık grevindeyken kilo almalar bu nedenledir. 

İmralı’dan her seferinde barış ışığı görenler de (bunlara bakılırsa yakında güneş İmralı’dan doğacak) adadan mucize çıkaranlar da şu sorulara neden cevap 
vermez: Madem Öcalan ölüm oruçlarına ilkesel olarak karşıydı, açlık grevlerini sonlandırın demek için neden 70 gün bekledi. Adaya koster kalkmıyordu da ondan mı? Oysa Ada’ya inen helikopterin sayısı Kato dağına operasyona giden helikopterin sayısından daha az değildi bu süreçte. Resmî açıklamalara bakılırsa MİT yetkilileri AKP kongresinden önce de sonra da görüştü Öcalan’la. Bu süreçte en az beş görüşme yapıldı. Bu da her hafta bir görüşmeye denk geliyor neredeyse. Yine, Mehmet Öcalan 21 Eylül 2012’de yani açlık grevleri başladıktan on gün sonra görüştü. Ekim ayı içinde biri üst düzey olmak üzere en az üç defa MİT yetkilileri Öcalan ile görüşmeler yaptı. Eğer gerçekten de ışık huzmeleri 
arasında gördüğünüz büyük barış mucizesi Abdullah Öcalan ilkesel olarak ölüm orucuna karşıysa neden bu ziyaretlerden birini vesile yapıp açlık grevlerini bitirin mesajı vermedi? Çünkü bu oyunda Abdullah Öcalan’a verilen rol gerilimin zirveye tırmandığı anda ortaya çıkıp bir mucize göstermesi ve bir sözüyle ölümleri durdurup üzerimize barış ışıkları saçmasıydı. Sonrası kendiliğinden 
gelecekti ve Öcalan büyük barış adamı olarak yeniden sahneye çıkacaktı. Çıktı da…Peki, bu tiyatro neden yazıldı? Gazeteci ve akademisyen Emre Uslu, bu soruyu şöyle cevaplıyor: Abdullah Öcalan son bir yılda PKK’daki İran eğilimine yakın şahin kanadın kontrolü ele geçirmesinden sonra kendi liderliğini sürdürebilmek için şahinlerden yana tavır koymaya başladı. Öcalan buna 
mecburdu, çünkü PKK’ya posta koyup oradan ayrılma lüksü yoktu. PKK Öcalansız da savaşabildiğini gösterdi. 

Daha önce de bir kaç defa belirttiğim gibi, PKK’nın Öcalan’a değil Öcalan’ın PKK’ya ihtiyacı var. Bu nedenle Öcalan tercihini PKK içindeki şahinlerden yana kullandı. Nitekim 21 Eylülde kardeşi ile yaptığı görüşmede “Silvan saldırısında PKK’nın sorumluluğu yok” diyor. Bu açıkça kendisine rağmen yapılmış Silvan saldırısını onaylıyorum demektir. 

Oysa tiyatroyu yazan istihbarat teşkilatının hesabına göre barış ancak Öcalan, Murat Karayılan çizgisi üzerinden müzakere ile mümkün. Bu nedenle de Öcalan’ın yeniden PKK’nı tartışmasız lideri olması gerekiyor, Karayılan’ın da pozisyonunu koruması. Bu nedenledir ki MİT’in etki alanı altındaki gazeteler ve gazeteciler Murat Karayılan’ı barış yapılabilir bir lider olarak sunuyor. Ona 
toz kondurtmuyor, hastaysan doktor gönderelim diye mesaj gönderiyorlar. Bütün şeytanlıkları da Bahoz Erdal’a yüklüyorlar. Öcalan için de aynı durum geçerli. 

Yani açlık grevi tiyatrosu Öcalan’ın geri dönüşü için büyük bir PR operasyonuydu. Başarılı da oldu. Hatırlayın, Öcalan, geçen yıl temmuz ayında Silvan saldırısıyla rütbeleri sökülüp onursal başkan konumuna düşürülmüştü. 
Son açlık grevi tiyatrosu Öcalan’a rütbelerini iade etme töreni için yazılmış bir gerilim tiyatrosuydu. Uzun süren gerilim sahneleri sonunda Öcalan ortaya çıkartıldı ve bir kurtarıcı olarak yeniden barış mucizesi gerçekleşti. Yeniden “ışıklar” içinde bir lider olarak doğdu. Tarihsel olarak Öcalan da PKK da istihbarat teşkilatının yazdığı bu tiyatrolar sayesinde büyümüştür. MİT 1978’de Türk 
solunu bölmek için oynadı bu oyunu. Kürt sorunu olarak karşımıza çıktı. Şimdi aynı oyunu oynuyor, yakında Kürt devleti olarak göreceğiz sonucunu. Acı olan şu: hükümet de bu illüzyona inanmış, kendi rolünü oynuyor: Türklere 
gaz veriyor Öcalan’a söz veriyor. Başbakan Türk mahallesinde Öcalan’ı asıyor, Kürt mahallesinde kurtarıyor. Bu bir gerilim tiyatrosundan skeç değilse ne? 

Bazıları Öcalan’ın bu tiyatro oyununu bir mucize göstererek gerçeğe dönüştürecek sihirli değneği olduğunu sanıyor. Oysa barış bir tiyatrodan daha ciddidir. Öcalan, “PKK ülke dışına çekilsin” çağırısı yapıp PKK da bu çağırıya uyana kadar bu tiyatroya inanmayacak kadar tecrübeli bir TC vatandaşıyım ben. Bu tiyatroya başlık seçseydim herhalde “Kışın seviş yazın savaş” olurdu. 
Ancak ölüm gerçeği İmralı’da Kandil’de ve Yeni 

Mahalle’de sahnelenen barış tiyatrosundan daha gerçek, barış mucizesinden daha sahici, barış ışıldaklarından daha yakıcıdır. Çünkü bunu sadece barış Pollyannaları değil herkes görür (63). 

   Gazeteci ve yazar Rıdvan Akar ise, açlık grevleri sayesinde Öcalan’ın tekrar liderlik rolünü kaptığını düşünüyor. Açlık grevleri iki biçimde bitebilirdi. Kandil 
açlık grevlerinin bitmesi talimatı verebilirdi. Ancak Kandil’in böylesi bir niyeti olmadığı KCK Yürütme Konseyi Başkanı Murat Karayılan’ın 22 Ekim 2012’de 
Roj TV’de yayınlanan mesajında ortaya çıkıyordu. Karayılan, cezaevlerinde yapılan açlık grevleri ile PKK’nın bir ilgisi olmadığını, eylemlerin “kendiliğinden” 
başladığına dikkati çekiyor ve “PKK geleneğinde cezaevlerinde bir eylemin yapılması kararı vermeyecekleri gibi, ‘bitir’ talimatını da kimsenin veremeyeceğini bu kararı sadece açlık grevi başlatanların verebileceğini” 
söylüyordu. Karayılan’a göre açlık grevlerini Öcalan değil, Başbakan Erdoğan bitirebilirdi. 

Her ne kadar Karayılan böyle dese de ikinci seçenek hiç kuşkusuz Öcalan’dı. Öcalan’ın “bitir” talimatı/çağrısı eylemin sonlandırılması için yetti de arttı. Ancak 
Öcalan’ın çağrısında “dışarıdakilere” dönük bir eleştiri de mevcuttu. “Dışarıdakilerin” kendilerinin yapmaları gerekeni cezaevlerindekilere yüklediği mealindeki eleştiri kulak ardı edildi. Oysa Karayılan aynı söyleşide açlık 
grevlerinin tarihi bir dönüşümün başlangıcı olabileceği yönündeki görüşleri mevcuttu. Yani açlık grevlerine böylesi bir mana ve ehemmiyet yüklendiği anlaşılıyordu. Şimdi bu yeni ahvalde iki ilginç tutum dikkati çekiyor. 
Birincisi, MİT doğrudan Öcalan ile yeniden iletişime geçmiş görünüyor. 
Bu iletişimi Hükümet-Öcalan diyaloğu olarak da tanımlayabiliriz. Zira Adalet Bakanı Sadullah Ergin “gerekirse Öcalan ile de görüşülebileceği” yönünde 
demeçler verirken, Başbakan Erdoğan’ın henüz dumanı üzerindeki “Biz iktidarda kaldığımız sürece ev hapsi olmaz. Cezasını İmralı’da çekecek” şeklindeki 
açıklamalarına rağmen, Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç “silah bırakılması halinde Öcalan’a ev hapsinin de gündeme alınabileceğini” söylüyor. 

Peki bu keskin U dönüşüne neden gerek duyuldu? Erdoğan Öcalan’a görüş yasağının konulduğu 1.5 yıl içinde Kürt Sorunu’nun çözümünde muhatap arayışında ciddi bir sıkıntı yaşadı. Önce farklı mecralarla Kürt Sorunu’nu görüşeceğini söyledi. Olmadı. Sonra sadece yasal temsilcileriyle görüşeceğini belirtti. Yani BDP’yi muhatap alacaktı. O da olmadı. Hal böyle olunca da 
milliyetçiliğin hamaseti ile malul bir “silahla çözeriz” politikasına sarılındı. 

Ancak İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin’in “Öcalan’a görüş ambargosunu sürdürelim. Terörle mücadelede çok başarılı bir dönemden geçiyoruz” telkininin bir yumuşak karnı vardı. Dağda silahlı, şehirlerde taş ve molotoflu Kürt militanlar yerine siyaseti açlıkla terbiye/tehdit eden yepyeni bir direniş biçimi ezberleri bozdu. İşte bu ahvalde “terörle mücadeledeki azimli ve başarılı kararlılık” pek de etkili olamayacaktı. Oysa cezaevlerinden gelebilecek 
kitlesel ölüm haberleri ülkeyi yeniden kan ve ateşle imtihana sürükleyebilirdi. 
Bu koşullarda yeniden malum adrese başvuruldu. Öcalan devreye girdi ve sorunu çözdü. Krizin biricik kazananı da Öcalan oldu. Bir kez daha örgüt 
ve Kürtler üzerindeki etkisini kanıtladı. 1.5 yıllık uzaklığa rağmen gücünden hiçbir şey yitirmediğini gösterdi. Dahası belki tersten “çakarak” da olsa kendisinin uzak kaldığı dönemdeki cari dinamikler/muhataplar olan BDP/Kandil 
eksenine kifayetsizlik eleştirisi yapmış oldu. Şimdi Öcalan yeniden muhatap alınması gereken tek makam olarak öne çıkıyor. Dahası açlık grevlerindeki duruşu itibarıyla da “akil” bir konuma yükselmiş görünüyor. Hele avukatlara 
görüş izninin verilmesi halinde bu sürecin çok daha içerikli parametrelerini göreceğimizi ön görüyorum. 

Yani Öcalan giderek fiili siyaset yapan, örgütü yöneten kadrolarla arasına mesafe koyarak, eleştiri ve “silahla çözüm olmaz” yaklaşımıyla devletle PKK 
arasında “aracı” bir konum elde etmek isteyebilir ya da o konumu “pazarlıklar muvacehesinde” devlet tarafından öne çıkarılmak istenebilir. İlginç bir sürece gireceğiz. İmralı’da pazarlıklar sürecek. Öyle anlaşılıyor. Bakalım bu pazarlık sürecinde Kandil “biz de buradayız” vurgusunu yine kanla yazacak mı? Bakalım Öcalan ile devlet ve Öcalan inisiyatifi ile Kandil arasındaki bu bilek güreşini 
kim kazanacak? Umarız telaffuz edildiğinde bile adeta PKK söylemi gibi algılanan “barış” bu kez provokasyonlara daha dayanıklıdır (64). 

AKP içindeki bir damar da yeni bir fitne vesilesi olarak, Milat Gazetesinden Adem Çaylak’ın da ifade ettiği şekliyle; ‘doğuda PKK ile mücadele eden the cemaattir. 
Ve şiddete başvuran güvenlik güçleri de the cemaatin elemanlarıdır’ şeklinde absürt bir söylem geliştirmektedir. Gazeteci ve akademisyen Önder Aytaç, 
bu süreç içerisinde muhtemel olabilecek terör eylemlerini 30 madde halinde ve PKK sorununda gelinen noktaya parmak basarak iki makalesinde şöyle özetliyor. 

1. Öncelikle burada yazdıklarımız bizim öngörülerimiz ve bu konudaki uzmanlığımız sonucundaki çıkarsamalarımızdır demeliyim. 
2. Bu yazdıklarımızdan sonra, -daha önceden de defaatle olduğu gibi- ya bu olayları yapmalarında eylem sayısı bağlamında bir azalama ya da yapılma süresini öteleme / geciktirme ve hatta hiç yapamama söz konusu olabiliyor. Olabiliyor çünkü terör örgütlerinin yapacaklarının önceden söylenilmesi / yazılması, örgütte çok ciddi moral bozukluğuna vesile oluyor ve içsel 
hesaplaşmalara da neden oluyor ki bu da ülkemiz adına güzel bir durum… 
3. Sn. Muammer Güler bundan sonraki siyasi hayatına herhalde Mardin’de devam edemez. Edemez çünkü Büyükşehir Yasası sonucunda Mardin de BDP’nin 
dışındaki partiler sadece nal toplayacaklar. Bu nedenle, eğer bu büyükşehir yasası ile ‘Kürdistan’ın haritası çizilmiyorsa, yasanın uygulamasından geri adım atılmalı. Atılmazsa, çok kısa geçecek belli bir süre sonrasında ‘biz size demiştik ama anlamadınız’ demek zorunda kalacağız… 
4. Eğer Sn. Beşir Atalay’ı Sn. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül her ne hikmetse ısrarla tutmaya ve kollamaya devam ederse, terörle mücadele de ve açılım 
konusunda atılan adımlarda ciddi saçılımlar ve polis özel harekât ve jandarma özel harekâtın ortaklaşa yaptıkları nokta vuruşlu ve caydırıcı adımlar akim kalmış olacak… 
5. Yapılan bu açlık grevleri ile suni bir gündem oluşturdular ve bunu da Öcalan’a çözdürerek onu yeniden önemli ve kutsanmış hale getirdiler. 
6. Bölgede kaçakçılık yapan kaçakçılar da asla terörün bitmesini istemiyorlar. Özellikle de sigara ve mazot kaçakçılığı yapanlar için bu durum daha fazlası ile söz konusu. Sınır ötesinden 1’e getirilen mallar Türkiye’de 5’e satılabiliyor ki rantta bu konuda çok büyük. 
7. Sınırlar adeta kevgire dönmüş gibi. Sınır güvenliği çok önemli olmasına rağmen böylesi bir güvenlik nerede ise yok. Coğrafi şartların kötülüğü de bir diğer dezavantaj. Sınırda çok kör noktalar var. Yalnızca insana dayalı kontroller değil, onun yanında elektronik ve teknik kontroller de çoğaltılmalı. 
8. Emniyet güçleri, jandarma ve karacılar gerçekten de son 3-4 ayda terörle mücadelede çok başarılılar. Ama bu başarılarını yeterince anlatamıyorlar. Medyada da bu anlamda başarılar yeterince yer almıyor. PKK, psikolojik 
çöküntüsünü izale etmek ve tabanına moral aşılamak için yeni bir Uludere benzeri saldırı yapmak istiyor. Ya da batıdaki petropol şehir merkezlerinde terör saldırısı yapmaya çalışacaklar. 
9. Bu bağlamda güvenlik güçleri açısından en büyük engel ve en büyük terörle mücadeleyi yavaşlatacak unsur olarak gözüken ise AK Parti Hükümeti nin yeniden müzakereler diyerek görüşmelere başlaması ve mücadeleyi sonlandırma sı ki bu durum PKK’ya yeniden nefes almayı ve kendini düzenleme hakkını vermiş olacak… 
10. PKK’nın özellikle dağ kadrosunda da inanılmaz çarpıklıklar söz konusu. Çocuk yaşta dağa çıkan kızlara ve erkeklere kaşarlanmış teröristlerce tecavüz, yoz ilişkiler, homoseksüel çarpıklıklar, doğum kontrol hapları, pejmurdelik alabildiğine söz konusu ve bununla ilişkili terör örgütünün kendi içinde de çok ciddi sıkıntıları mevcut. 
11. Doğuda yapılan operasyonları azaltmak ve hatta engelleyebilmek için, batıdaki büyük illerde patlayıcı maddelerin yığınakları yapılmakta. Bu amaçla batı illerinde de bol bol eylemler gerçekleştirilecek… 
12. TSK belki de PKK ile mücadele tarihinde ilk kez şu anda en etkin şekilde mücadelesini yapmakta. Jandarma da bu anlamda gerçekten de çok başarılı bir şekilde JÖH olarakta gerçekten de başarılı adımlar atmakta. TSK’da artık etkin bir şekilde terörle mücadelede polisle birlikte aktif katılım sağlamakta. Darısı MİT’in de başına demekte de yarar var… Hakkari ve Şırnak da bu anlamda önemli olan 2 ilimiz.. 
13. Terör bölgesinde görev yapan valilerin çoğu başarı ancak bazı illerde adı yolsuzluğa bulaşan kişiler de acaba var mı? Kaymakamlar da eskiye göre daha aktifler. Ancak hala tırsık olan bazı kaymakamlarda var. Bunların yerine de aktif kaymakamların getirilmesinde yarar var… 
14. MİT kurumsal anlamda sanki oldukça sıkıntılı. Bir diğer anlatımla çağı yakalayamamış bir durumda adım atıyor. Hakan Fidan’ın MİT’i iyileştirme ve 
çağdaşlaştırma adımları olsa da maalesef ki hantal yapı karşısında yeterli olmuyor… 
15. Dağda olan terörist sayısı 3500 kadar olduğu ifade edilen bu yapının, Temmuz 2012’den bu tarafa neredeyse 500’e yakını ölü olarak ele geçirildi ki bu neredeyse son 30 yıldaki terörle mücadeledeki en başarılı olunan dönemdir bile denilmesine neden oluyor. Dağda yaşayanlar ise kış gelmesine rağmen mağaralarına giremiyorlar çünkü PÖH ve JÖH tarafından ortak operasyonlarla yakalanıyor ya da öldürülüyorlar. Bu nedenle de dağdaki teröristler de çok perişan bir durumdalar. BU durumda örgütte çok ciddi infiallere ve iç eleştirilere de neden olmakta (65). 


BU BÖLÜM DİPNOTLARI;


57 Uslu, Emre.ETA nasıl bitti, PKK ile paralellik kurabilir miyiz. 18 Eylül 2012. İnternet ulaşımı euslu.com 
58 Uslu, Emre. Kürt sorunu çözülürse PKK biter mi? (3) 12 Eylül 2012. İnternet ulaşımı 
http://euslu.com/2012/09/12/kurt-sorunu-cozulurse-pkk-biter-mi-3/ 
59 Samanyolu Haber, Bugün, Haber7. İşte PKK'nın sapık ve iğrenç ilişkileri! 17.11.2012. 
60 Şahin, Bilal. Hakkari’ye Dev Yatırım. Bugün gazetesi. 17.11.2012. 
61 Avcı, Gültekin. Kandil’in düşündüren talimatı. Bugün, 29.11.2012. 
62 Türköne, Mümtaz’er. PKK silah bırakacak mı? Zaman. 25.11.2012. 
63 Uslu, Emre. Kışın seviş yazın savaş. Taraf gazetesi. 18.11.2012. 
64 Akar, Rıdvan. Öcalan’a biçilen yeni rol. 25.11.2012. Internetden, 24.com.tr 
65 Aytaç, Önder. Kasım ve Aralık'ta terör takvimi! 21. 11.2012. İnternet ulaşımı 
http://www.medyafaresi.com/yazi/1018/onder-aytac-kasim-ve-aralik-ta-teror-
takvimi.html 



PKK - CUMHURİYETİ VE AK - PARTİ., BÖLÜM 14

PKK - CUMHURİYETİ VE AK - PARTİ., BÖLÜM 14


VUR KENDİNİ DAĞLARA! VUR KENDİNİ MAXMUR’A! 

Türkiye nüfusunun önemli bir bölümü bence artık realitelerden iyice koptu,derin bir ulusal huşu içinde yaşıyoruz, yas bitmiyor, acılar tükenmiyor, nereye baksan 
sıra sıra tabutlar, ağıt yakan kadınlar var. 

Bu tablo içerisinde Türkler bana biraz daha makul görünüyor. 
Kürtler ise suskunluk,endişe ve psikolojik harp arasında bir araftalar. 
Düz ovada siyaset yapmak onları bunaltıyor artık. 
Onlar da kendilerini dağlara vuruyorlar, ellerindeki muazzam siyasi imkanlara değil, dağdakilerin ellerinde tutuğu silaha ve psikolojik harbe güveniyorlar. 
Bir yanda devlet, bir yanda PKK. 

İlki yavaş yavaş hakikate yaklaşırken, diğeri yani PKK geleceğini psikolojik harbe bağlamış görünüyor. 
Devletin geçmişte yürüttüğü psikolojik harp metotlarından uzaklaşıp, gerçeğe dönmesi kolay olmadı. 
Türkiye neredeyse 2000’li yıllara kadar, sanki sanal bir mücadelenin içindeymiş gibi, sanki 20 yıl ülkenin belli bir bölgesinde adeta iç savaşı andıran bir çatışma yokmuş gibi gösterildi. 
Oysa o tarihe kadar çatışma sadece dağlarda değil, şehirlerde de sürmüş, sivillere karşı binlerce faili meçhul cinayet işlenmiş, köyler boşaltılmış, Türkiye’nin tarihindeki en büyük iç göç hareketi meydana gelmiş ve 
resmi açıklamalara göre 28 bini PKK’li olmak üzere 35 bin insan hayatını kaybetmişti. 

Bu iç çatışma manzarası, ‘düşük yoğunluklu savaş olarak’ tanımlandı. 

Nihayet 1999 yılında Öcalan yakalanıp Türkiye’ye getirildiğinde, artık ortada üstü örtülecek bir şey kalmamıştı. 
PKK liderinin, mahkemeye sunduğu ve gerek yazılı, gerekse sözlü olarak yaptığı savunmalar aslında bütün gerçeği tüm çıplaklığıyla ortaya koyuyordu. 
Öcalan artık İmralı’daydı, ama aynı yıl yapılan yerel seçimlerde HADEP büyük bir başarı sağlamış ve aralarında Diyarbakır’ın da olduğu beş büyük şehrin 
belediye başkanlığını kazanmıştı. 

1999 Türkler’in ve Kürtler’in, Kürt sorununda gerçeklerle yüzleşmeye başladığı yıl olarak görülebilir. 
Türkiye bu yıl itibariyle mücadele ettiği bu örgütün artık siyasallaşmış bir örgüt, dağdaki birkaç militandan ibaret bir örgüt olmadığını anlamıştı. 
Ama PKK’de savaşın miadının dolduğunu bizzat Öcalan’ın ifadeleri ve açıklamalarıyla kabul etmiş görünüyordu. Mücadele artık silahsız ve hak temelli bir mücadele olarak sürebilirdi. 
Bu tarihe gelinceye kadar, siyaset kurumu, alanı tamamen askerlere terk etmiş ve siyasetin gerçeği halktan gizleyen psikolojik harp metotlarının gönüllü savunucusu olmaktan başka bir işlevi kalmamıştı. 
Sivil-asker ilişkileri o yıllardan başlayarak, son on yılda büyük bir değişim geçirdi. 
Türkiye kendi Kürt sorununda ve bu sorunun bir parçası haline gelen, iç içe geçen PKK’yle mücadele stratejisinde artık psikolojik harbi esas alan bir yerde 
durmuyor. 
Tabular bir bir yıkıldı ve bu ülke Oslo gibi bir süreci yaşadı. 
İzlenen politika geçmişte PKK’yi askeri ve siyasi manada yok edeceğine inananların hayata geçirdiği politikalardı, ama sonuç vermedi. 

Şimdi artık PKK’yi yok etmekten bahseden kimse kalmadı. Ya da böyle birileri kaldıysa da, onlar süreci belirleyen bir konumda değiller artık. 

Devlet bir yandan PKK’yle mücadele ederken bir yandan da demokratik reformların devam etmesini yeni bir anayasa yapılmasını ve siyasi partilerin bu konuda uzlaşmasını istiyor. 

Hükümet Kürt sorununda hakikatleri gizleyen bir konumdan, bu hakikatleri milliyetçi hezeyanlara kapılmadan, etnik hınç ve öfke barındıracak söylemlerden 
önemli oranda kaçınarak kamuoyuyla paylaşmayı benimseyen bir konuma geçti. 

O kadar ki, Antep’te aralarında dört de çocuğun bulunduğu ve 9 kişinin hayatını kaybettiği saldırıdan sonra bile, Başbakan Erdoğan, kapılarını çözüm için çalacak herkese açık tuttuklarını ifade etti. Geçmişte yaşanan saldırılar karşısında da tutumu farklı değildi. 

Şehit cenazelerinin kaldırıldığı günlerde dahi, PKK’nin silahı bırakması halinde her şeyi konuşabileceklerini açıklamıştı. 
Dolayısıyla, ortalığı kızıştırmak için ortaya atılan ve özellikle BDP çevrelerinin dillendirdiği ‘bu hükümet Sri-Lanka modelini esas aldı, dağdaki Kürt gençlerini imha edecek ‘ yollu propagandanın kısa sürede, PKK’nin yürüttüğü ‘psikolojik harpten’ başka bir şey olmadığı ortaya çıktı. 

PKK, Şemdinli baskınlarından sonra ‘psikolojik harbe’ dört elle sarılmış bulunuyor. 
Devleti de psikolojik harp günlerine geri dönmeye zorluyor. 
PKK’nin psikolojik harbini siyaset alanına ve kamuoyuna da, maalesef BDP’ li liderler ve şiddet meselesine, bugün artık hiçbir geçerliliği kalmamış, 
mağduriyet teorileriyle yaklaşan ve PKK’nin devrimci savaş stratejisine başından beri tolerans gösterenler taşıyor. 
Peki, bu manzara içinde BDP’nin dağdakilerle buluşmasını nasıl yorumlamak gerekir? 
Perşembeye Devam edelim. 
Orda bir kamp var uzakta, gitmesek de görmesek de o kamp bizim kampımızdır ve adı Maxmur’dur! 
CHP, ziyaret etmek isteyip giremediği Hatay’daki kampı ziyaret edecek olan Meclis-İHK’na üye vermeyecek. 

Gerekçe de, CHP’nin kampta saklandığına inandığı birtakım silahların ve delillerin ortadan kaldırılması! 

Ne diyelim, sağlık olsun! Ama ben CHP’lilere yine bu ülkenin en yakıcı sorunu olan Kürt sorunu nedeniyle oluşmuş bir kampı ziyaret etmelerini öneriyorum. İnanın bu daha faydalı olur hatta artık yazılması yılan hikayesine 
dönen Kürt Raporu’na da katkı sağlar. Apaydın kampı bugün var, yarın olmayacak. Ama Maxmur yirmi yıldır var. Kampta yaşayanların tümü bu ülkenin vatandaşı. Vize yok, kampa girmek, geceyi orada geçirmek serbest. 
Diyarbakır CHP il Başkanlığına seçilen değerli politikacı ve sevgili dostum Haşim Özkoyuncu’ya program hazırlaması için bir telefon yeterli. 

Hadi CHP, vur kendini Maxmur’a ve Kürt sorunuyla yüzleş! 

MİROĞLU’NUN 2. BÖLÜMÜ DAĞA VE BAYRAĞA DAİR.. 

Borsada değeri giderek artan hisse senedi gibi dağ mistifikasyonu sanki her geçen gün daha bir değer kazanıyor. 

Gece PKK’liler dağlara bayrak asıyor, gündüz olunca bu sefer de askerler aynı bölgeye kocaman bayrakları götürüp dikiyor. 

PKK, son zamanlarda Şemdinli üzerinden ilginç bir pskolojik harp uyguluyor, ve BDP bu psikolojik harbin tam ortasında yer alıyor. 

Siyasi temsil bakımından Meclisin dördüncü büyük partisi olan bir partinin, umudunu ve geleceğini PKK’nin önüne koyduğu psikolojik harbe bağlaması, başta bu partiye oy veren Kürt seçmenler olmak üzere, bütün Türkiye için bir kayıptır. Sayın Demirtaş Şemdinli hadiselerinden sonra ortaya bir iddia attı. 
Buna göre hükümet gerçeği halktan gizliyor çünkü Şemdinli kırsalı ve 400 kilometrekarelik bir alana yayılan bir toprak parçasını, devlet değil artık PKK kontrol ediyor. 
Hem de 700 kişiyle.. 
Bence ortada PKK’nin ve onun isteği üzerine de BDP’nin realitelerden koptuğu bir durum söz konusudur Keşke PKK daha fazla geç kalmadan gerçeğe  uyanabilse.. 
Bunun olabilmesini en çok arzu edenlerdenim. 

Ama nafile bir temenni ve nafile bir arzu bu; öyle görülüyor ki, Türkiye’nin siyasi zemini, ve bu zeminin giderek demokrasi yönünde güçlenecek olması hiçbir 
şekilde PKK’yi tatmin etmeyecek ve PKK, demokrasi güçlendikçe silahın ve şiddetin önde olduğu psikolojik harp yöntemlerine dört elle sarılmaya devam edecek. 
Bir hayli hazin ve bir o kadar da ironik bir durumla karşı karşıyayız. 

Çünkü devletin PKK’ye karşı mücadelede psikolojik harbi terk ettiği ve hakikate dönmeye başladığı bir dönemde, PKK filmi tekrar başa sarıyor ve ‘kurtarılmış 
bölge’ hayalleriyle hem kendini hem Kürt siyasetini, hem de kendisine inananları reel siyasi bir zeminde değil, sadece ulusal hissiyattan, dahası etnik hınç ve öfkeden beslenen psikolojik bir zeminde tutmaya çalışıyor. 

Devletin Kürt sorununda tamamen güvenlik eksenli bir politikayı cumhuriyetten bu yana sürdürüyor olmasının maliyetini nasıl ki bu halk ödediyse, PKK’nin ‘savaş stratejisinin’ maliyetini de bugün, hiç kuşku yok ki 15-16 yaşlarında savaşa sürülen Kürt gençleri ve halkın kendisi ödüyor. 
Demirtaş, ‘Şemdinli’yi PKK ele geçirdi, PKK başka toprakları ele geçirmeden gelin onunla anlaşın’ demeye gelen çağrılar yaptı. 
Yani, Türkiye cumhuriyeti tarihinde bir ilkin gerçekleşmiş olduğunu ve ‘devletin egemenliği altında bulunan topraklardan bir kısmının devletin 
egemenliğinden çıktığını’ açıkladı. 

Açıkçası ‘devrimci savaş stratejisinin’ sonuç verdiğini ilan etti. 
Sanki kimsenin farkında olmadığı bir gerçeğe dikkatlerimizi çeker gibi yaptı, ama yaptığı şey psikolojik harpten başka bir şey değildi. Çünkü o da böyle bir 
durumun söz konusu olmadığını biliyordu, nitekim daha sonra bir araya geldiği medya mensuplarına söylediklerinin yanlış anlaşıldığını ifade etti.( Ezgi 
Başaran, Radikal2 Eylül.) 

Sayın Demirtaş’ın açıklamasını baştan sona okudum. Eğer ben de bu açıklamadan psikolojik harp sezmiş ve bu yazı bana iki yazı yazdırmışsa, sıradan vatandaşı artık varın siz düşünün. 
PKK uzun zamandır bu psikolojik harbi, BDP ve gönüllü medya üzerinden sürdürüyor. 
Önce CHP Milletvekili Hüseyin Aygün kaçırılıyor, ardından, BDP’nin öncülüğünde PKK’lilerle bir mizansen buluşma gerçekleşiyor. 
Sonra internete gece karanlığında dağların tepesine bayrak asmaya çalışan bir PKK’ linin görüntüleri düşüyor.. 

Devlet de geçmişte o bölgede dağa taşa ‘Ne mutlu Türküm diyene’ vecizesini bembeyaz taşlarla veya kireçle yazdırır, Ertürk Yöndemlere ‘Anadolu’dan Görünüm’ programları yaptırır, Türkçe bile bilmeyen Kürt ağalarını TRT’ye çıkartarak, psikolojik üstünlük sağlamaya çalışırdı. 

Bugün artık, böyle şeylere itibar etmeyen ve geçmişten ders çıkaran bir devlet ve hükümet var. Psikolojik harbi devlet terk etti, şimdi PKK sürdürüyor. 
Psikolojik harp senaryosunun buraya kadar olan kısmını anlamak zor değil ve ben bunu anlayabilecek durumdayım. Anlamadığım şey Taraf gazetesinin bu 
psikolojik harbe bir takım haberlerle ve manşetlerle katkıda bulunmasıdır. 

Felaketi haber verir gibi atılan ve Suriye’de, ‘ikinci Kürt devletinin kurulduğunu ‘ispatlayan’ manşetlerden sonra, Şemdinli için atılan manşetler barışa ve 
yumuşamaya değil, PKK’nin psikolojik harbine hizmet ediyor. 
Psikolojik harbin her türlüsü çok kötüdür ve hiçbir şekilde meşru değildir. 
Bir ülkenin, bir halkın hakikatten kopuşu, psikolojik harbe inanmakla ve ona başvuranların haklı olduğunu kabul etmekle başlar. 
Kürtler ve Türkler otuz yıl boyunca devletin psikolojik harbine yenik düştü. 
Şimdi PKK’nin psikolojik harbiyle karşı karşıyayız. 
Daha birincisinin yol açtığı vahamet ve acı bitmeden, Türkiye bir psikolojik harbe ikinci kez yenilmemelidir. 

Ve kendi kişisel hikayesi, Kürtlerin haklı davasına yazılmış bir yazarın, Kürtlerin psikolojik harbini yazmak zorunda kalması gerçekten de çok trajiktir ve üzücüdür. 

Bu durumda galiba o yazarın, ‘ulusal saflarla’ onun arasında akıp giden bir nehrin korunaklı tarafına doğru iyice geri çekilmesi ve aynı nehrin öbür yakasından atılacak taşlardan kendini iyice koruması gerekecektir (50). 

Derin devlet ile AK Parti’nin 2011’den itibaren anlaşmasından sonra güvenlik kuvvetlerine, giderek sivillere ve kendi militanlarına yönelik şiddeti  tırmandırması karşısında, hükümette ve hükümete kayıtsız şartsız destek veren çevrelerde PKK silahlı isyanının ancak yasak, baskı ve şiddetle, kısaca askerî yöntemlerle bastırılabileceği düşüncesi ağır basmaya başladığı. Başka bir deyişle, 1990'ların zihniyetine dönüş sinyalleri çoğalmaktaydı. Sapla samanı ayırmaksızın yapılan KCK tutuklamalarının yaygınlaşması... BDP'ye yönelik 
suçlamaların tırmanması... Öcalan ile görüşmelerin son bulması; avukatlarıyla dahi görüşmesine izin verilmemesi... PKK'nın örtük-açık şekilde faaliyet 
gösterdiği Avrupa ülkelerine dönük eleştiri ve talepler... Irak'tan çekilmekte olan ABD ile insansız hava araçlarını İncirlik'e yerleştirmesi için varılan anlaşma... Ankara'ya gelen Barzani'ye, "Karayılan ile görüşün, ateşkes ilan edip, 
silahı bıraksınlar... Ortalık yangın yerine dönse de askerî operasyonlar sürecek. Eğer PKK silahlı mücadeleye devam ederse, siz de zarar görürsünüz..." mesajının verildiğine ve PKK'nın hareket yeteneğinin kısıtlanması için belirli anlaşmalar yapıldığına dair haberler... Hepsi, bu defa sivil yönetimin askerî çözüme meylettiğinin işaretleriydi. Hükümetin verdiği izlenim, Kürt sorunu 
konusunda siyasi çözüm için bugüne kadar attığı adımlardan ileri gitme konusunda isteksiz; gerekli güvenlik önlemleri alınırsa, PKK'nın bitirilemese bile 
marjinalleşeceği düşüncesinde olduğuydu. 

Öncelikle belirtilmesi gereken şunlardı: PKK'nın yürüttüğü sivilleri hedef alan terör eylemlerini de içeren silahlı isyan ve bunun desteklenmesine yönelik yasa dışı örgütlenmeler elbette ki hiçbir şekilde meşru görülemez. Silahlı isyancılara karşı olabildiğince etkin güvenlik önlemleri alınması şarttır. Bugüne kadar yaşanan istihbarat yetersizliklerinin; gerilla yöntemleri uygulayan isyancılara 
karşı mücadelenin düzenli orduyla, profesyonel kadrolarla değil zorunlu askerlik hizmeti gören, silahı yeni eline almış elemanlarla verilmesinin doğurduğu kayıpların mazur görülebilir yanı yoktur. Hükümet, güvenlik önlemlerini etkinleştirme yönünde attığı adımlarda haklıdır. Ne var ki, hükümetin çeşitli sözcülerinin zaman zaman altını çizdikleri, güvenlik ve özgürlük dengesinin 
korunmasında yanlışlar yapılacak olursa; bu bağlamda büyük sorun arz eden TMK ve TCK'nın (değiştirilmesi ihtiyacı hükümet sözcüleri tarafından da dile getirilen ve, her nedense, değiştirilmesinde ağır davranılan) hükümleri  kullanılarak, barışçı yöntemlerle yapılan muhalefet ile şiddet eylemleri aynı sepete koyulacak olursa, bundan sadece ve sadece şiddet yanlılarının yararlanacağının hiçbir şekilde unutulmaması gerekir. 

Silahlı isyancılara karşı güvenlik önlemlerinin güvenlik-özgürlük dengesi gözetilerek etkinleştirilmesi elbette gereklidir; ama Kürt sorunundan kaynaklanan şiddet ancak sorunun halliyle bitebilir. Kürt kimliğinin 
serbestçe yaşanması önündeki bütün engeller ortadan kalkmadan, Kürtleri Türkleştirme politikasından tümüyle vazgeçilmeden, Kürtlerin ortak demokratik talepleri karşılanmadan, Kürtler gönülleri ve zihinleriyle kazanılmadan Türkiye, istikrar ve huzura kavuşamaz; bölgesinde oynamak istediği (ve oynaması gereken) özgürlük ve demokrasi kalesi rolünü asla üstlenemez. 
Liderleriyle müzakere edilerek militanlarının olabildiğince geniş bir siyasi afla dağdan inmelerinin, silahlı mücadeleyi bırakıp sivil, siyasi mücadeleye katılmalarının yolu açılmadan da silahlı isyanı bitirmek mümkün olmayacaktır. 

Deniyor ki, PKK'nın amacı devlet içinde devlet olmak, Kürtler üzerinde vesayet kurmaktır. Evet, PKK'nın en azından bir bölümünün, KCK örgütlenmesinin de 
amacı bu olabilir. Kürt sorunu çözülür, silahların susması ve terk edilmesi sağlanır, Kürtler bütün farklı sesleriyle siyaset sahnesinde özgürce yer alırsa, kim onlar üzerinde vesayet kurabilir ki? O zaman PKK'yı bizzat Kürtler 
bitirecektir. Zaten PKK'yı ancak Kürtler bitirebilir (51). Kimsenin eli silahlı bir örgütle mücadele yapılmasına itirazı olamaz. Mesele PKK nede Kürt sorunu.. Ancak şu soruyu da göz ardı etmeyelim; bu mücadelenin sonunda 
nasıl bir Türkiye doğacak? Tecrübeyle sabit; PKK ile mücadele devletin de toplumun da kimyasını bozuyor. Mücadelenin süresi, araçları, psikolojisi herkesi derinden etkiliyor. Bizi başkalaştırıyor. Demokrasiyi zayıflatıyor, hukuku zedeliyor, çoğulculuğu öldürüyor. Yani yaşadığımız ‘çevre’yi boğucu hale getiriyor. Milliyetçilikler yükseliyor, hoşgörüsüzlük ve güvensizlik artıyor. Sonunda iş gelip bizim ‘nasıl yaşadığımız’a dayanıyor. Bu nedenle, sorun ne PKK ne de Kürt meselesi olarak kalıyor; bizim, hepimizin sorununa dönüşüyor. 
PKK saldırdıkça özgürlükler vazgeçilebilir, hukuk esnetilebilir görülüyor insanlara. Devlet de, toplum da sertleşiyor. Dün ‘açılım’ politikasına destek verenlerin 
büyük bir kısmı bugün ‘açılımın yanlış olduğu’ kanısında. 

Kimse de sormuyor; iyi de ‘açılım’ denilen proje yürütüldü mü ki? Habur ve Tokat’ın ardından açılım adına ne yapıldı? Toplumsal ve siyasal zeminde ‘açılım’ 
yapmanın siyasal riskleri ortaya çıkınca, devlet bu işi ‘tepeden’ Öcalan’la görüşerek halletmeye çalıştı. O da olmadı. Bakın, Öcalan-MİT görüşmesi geçen yıl deşifre olduğunda ‘ne olmuş yani, devlet terörü bitirmek, PKK’yı 
silahsızlandırmak için elbette örgütle görüşebilir’ diyenlerden eser kalmadı şu günlerde. Meselenin güvenlik tedbirleriyle çözülemeyeceğini söyleyenler hemen 
‘müzakereci’ sıfatıyla PKK’ya yapıştırılmaya çalışılıyor. Kısaca, Türkiye daha ‘sert’ bir iklime doğru gidiyor, ağır bir kış yaşayacağız… Bunun siyasal uzantısı BDP’li 
milletvekillerinin ‘dokunulmazlıklarının kaldırılmasına’ varacak gibi. Bir adım sonrası da BDP’nin AYM tarafından kapatılmasıdır. BDP’nin terörle, şiddetle, PKK 
ile arasına mesafe koymadığı sır değil. Bu durum kuşkusuz partinin demokratik meşruiyetini ciddi olarak zedeliyor. Kapatılması kimseyi şaşırtmaz. Peki, iki 
milyona aşkın seçmenini ne yapacağız? Bir diğer soru PKK ile alakalı; PKK nasıl bitirilecek? PKK’nın artan saldırganlığına tepkiler hakikaten çığ gibi büyüyor. Haksız da değil bu tepkiler; siyasetin imkânlarının sınandığı ve de tükendiği düşünülüyor. Tek kalan seçenek olarak da PKK’yı silahla bitirmek görülüyor. Tamam da bu, denenmemiş bir yöntem değil ki! Devlet PKK’yı silah yoluyla bitirme stratejisini zaten hiç bırakmadı. Şimdiye kadar 30 binin üzerinde PKK’lı öldürüldü. Hatta eski Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ ‘PKK’yı beş defa 
bitirdik’lerini ilan etti. Ama PKK terör eylemlerine hâlâ devam edebiliyor. 

Bu ortamda söylemesi kolay değil, ama gerçekçi olmak adına sormak zorundayız; PKK şimdiye kadar silah yoluyla bitirilemediyse bundan sonra nasıl 
bitirilecek? Niyetim elbette moral bozmak falan değil; mücadele edilecekse de gerçekçi bir zeminde yapmak lazım bunu. Şunu bilmek gerek; PKK son yıllarda mevcut konjonktürde olduğu gibi uygun bir bölgesel ortamı hiç bulmamıştı. Dün, Profesör Sedat Laçiner dile getirdi; ‘Türkiye bugün dört devletle savaşıyor’: Suriye, İran, Irak ve İsrail. Savaş belki abartılı bir ifade, ama bu dört ülkeyle çok derin sorunlar yaşadığımız, siyasal ve diplomatik çatışma içinde olduğumuz kuşkusuz. Peki, doğrudan fiilî bir çatışmaya girmeden bu ülkelerin bize karşı 
yürütecekleri yıpratıcı strateji neye dayanır? Bu sorunun cevabını hepimiz biliyoruz; PKK. Sonuç şudur; PKK tarihinde görmediği bölgesel desteğe şu sıralar sahip. Hep çatışma içinde olduğu İran bile arkasında. Ne yaparsak yapalım terör maalesef kısa vadede bitmeyecek. Türkiye 

1990'ların psikolojik ortamına geri döndü; ‘PKK’yı neyle ve nasıl bitirirseniz bitirin’ noktasındayız. Bunun sonuçlarını eminim hatırlayanlar vardır. Ne PKK biter ne Kürt sorunu çözülebilir mevcut koşullarda. Korkum, son on yıllık demokratik kazanımların da feda edileceği bir noktaya doğru kaymak. Devlet buna hazır, toplum da hazır hale geliyor (52). 

Dokuzuncu Bölüm PKK Başarabilir mi? 

PKK, Temmuz 2012’den itibaren yeni eylem biçimleriyle bir stratejik hamle deniyordu. Gazeteci ve akademisyen Emre Uslu, en vurucu makalesini’ PKK 
Başarabilir mi? başlığıyla Taraf gazetesinde yazdı: PKK kaynaklarının anlattığı kadarıyla bu stratejik hamlede hedef 2012 yılı içinde “sonuç almak”. PKK’nın almak istediği sonuç ise en azından Türkiye’nin bir bölümünde, örneğin Hakkâri, mümkünse Şırnak, KCK sistemini fiilen uygulamaya koymak. KCK sistemini uygulamaya koyabilmek için öncelikle PKK’nın hedefe koyduğu bölgelerde toplum üzerinde “psikolojik kuşatılmışlık hissi” yaratması gerekiyor. Yani insanlar bu coğrafyada devlet yok PKK var bu nedenle devletin sistemine göre değil PKK’nın sitemine göre kendimi ayarlamalıyım diye düşünmeye başlaması gerekiyordu. 

Bu strateji için Şemdinli kritik bir yer, çünkü Şemdinli halkı çoğunlukla gönüllü olarak PKK sistemini kabul etmiyordu. Bu nedenle de PKK zorla Şemdinli üzerinde psikolojik kuşatılmışlık hissi yaratmaya çalışıyordu. 

Hatta son aldığım bilgilere göre Şemdinli’de PKK’ya müzahir köylere gelen PKK militanları halkı silahlandırmak için köylülere baskı yapmaya başlamışlardı. Köylerde yaşayan gençlere silah dağıtacaklarını ifade edip herkesin PKK’nın dağıtacağı silahları almak zorunda olduğunu belirtmişlerdi. Bir nevi devletin kurduğu koruculuk siteminin benzerini PKK kendine müzahir köylerde kurmak istiyordu. KCK sistemi içindeki öz savunma gücü mantığın biraz daha genişletip 
halkı silahlandırarak burada ben hâkimim duygusunu yerleştirdikten sonra bir halk savaşı başlatmak istiyordu. 

Ancak Şemdinli’de PKK’ya müzahir köylüler dâhil PKK istediğini yapabilmiş değildi ve 2012’de yapamadı, e başarısız yılı oldu. Örneğin, köylerinizde gençler silah alacak diye zorladıkları köylülerin bir kısmı köylerini boşalttı. Bazı köylüler çocuklarının zorla silahlandırılmasını önlemek için çocuklarını Kuzey Irak’a 
gönderdi. 

Bütün bu veriler bize PKK’nın en azından Şemdinli de “sonuç alıcı hamle” için işinin kolay olmayacağını gösteriyordu. Ancak psikolojik kuşatılmışlık hissi yayma noktasında da PKK’nın şimdiden hedeflerine ulaşmaya başladığını söylemek yanlış olmaz. PKK kuşatılmışlık duygusunu genişlettiği için 2011’de yapılan operasyonlarla devletin eline geçen psikolojik üstünlük PKK’nın eline geçmiş durumdaydı. 2011 yılında faaliyetleri durdurulan “KCK mahkemeleri” ve “vergi” sorumluları harıl harıl çalışıyor ve halkı devletin sistemine değil kendi sistemine göre yaşamaya zorluyordu. Bu zorlama nedeniyle de PKK’ya haraç vermek istemeyen bazı zengin aileler Şemdinli ve Hakkâri’nin ilçelerinden göç etmeye hazırlanıyordu. Hatta bazıları göç etti bile. Bu açıdan bakıldığında, evet, PKK en azından kendi psikolojik ortamını yaratma noktasında başarılı oluyor  denebilir. Ancak psikolojik ortam yaratıp bunu muhafaza edebilmek çok zor bir iştir. Bir operasyonda verilecek büyük kayıplar, devletin Uludere öncesindeki nokta operasyonları konseptine yeniden dönmesi bu havayı tekrar tersine çevirebilir. 

PKK’nın hedeflediği sonucu alıp alamayacağına ilişkin değerlendirilmesi gereken diğer faktör kuşkusuz Suriye’nin içinde bulunduğu durumdur. Eğer Suriye’deki 
mevcut kaos durumu bu şekilde devam ederse, yani taraflar yenişemezse, ve Esad iktidarını bir süre daha korumayı başarışa, örneğin bir iki yıl, bu PKK’nın elini kolaylaştıracaktır. En azından Suriye’de kurduğu PKK devleti sayesinde terörü batı bölgelerine kaydırarak Hakkâri civarında kurduğu psikolojik iklimi koruyabilirdi. Nitekim 2012’de gerek Antep gerekse Kayseri Pınarbaşı’nda patlayan bombaların Suruç ile ilişkisi çok dikkate değer bir ayrıntıydı. Ne oldu da Suruç birden bire PKK’nın otomobil bombalarıyla yaptığı eylemlerin 
merkezi hâline geldi? 

Bu soruya cevap vermek için Suruç’un karşısında yer alan Kobani’nin uzun bir süredir PKK’nın Suriye’deki kolu PYD’nin kontrolünde olduğunu hatırlatmak  gerekiyor. Davutoğlu ve Beşir Atalay Kobani’de olanları küçük göstermeye çalışıyor ama etkisi Antep’ten, Kayseri’den hissediliyor. Yani Antep’te, Kayseri’de ve önümüzdeki dönemde Urfa, Hatay, Maraş, hatta İstanbul, Ankara gibi büyük şehirlerde patlayacak bombaların izleri Kobani’den, Afrin’den çıkacaktır. Bu yönüyle bakıldığında PKK şimdiye kadar başaramadığını başardı; terörü ülkenin batısına yayarak psikolojik kuşatılmışlık hissini derinleştirdi denebilir. 

Son olarak, PKK’nın başarısı biraz da devletin toplumsal duyarlılığı nasıl yönetip yönlendireceğiyle ilgilidir. Görüldüğü kadarıyla devlet PKK’nın psikolojik 
kuşatma hamlesine karşı hazırlıksızlık yakalanmıştı. Nitekim Şemdinli’de iki hafta süren çatışma döneminde toplum PKK propagandasına maruz kaldı. Buna karşı 
devlet etkili bir açıklama bile yapamadı. Özellikle twitter’ın bu kadar etkin olduğu bir yerde bilgi saklayarak, yalana dayanarak toplumsal dalgayı yönetmeye 
kalkarsanız bu ters teper. Devlet tam da bunu yapmaya çalışıyordu. Bu da devletin hazırlıksız olduğunu gösteriyordu. 

İşte PKK devletin bu hazırlıksızlığını kendi avantajına dönüştürerek yaptığı eylemleri twitter gibi sosyal medyada köpürterek toplumsal yarılma sağlamaya 
çalışıyordu. Kürt-Türk çatışmasının fitilini ateşleyici eylemeler yapıp bunları twitter’dan paylaşarak Türkleri Kürtlere karşı kışkırtıyordu. Zira muhtemel toplumsal tepki ile Kürtler ile Türkler arasındaki duygusal bağ tamamen kopacak bu da PKK’nın Devrimci Halk Savaşı hamlesini kolaylaştıracaktır. 

Doğrusu PKK’nın başarıya ulaşmasını sağlayacak en zayıf halka da burası. Bir toplumsal çatışma PKK’nın istediği sonucu alması sürecini hızlandıracaktır (53). 

Kürtçe yayın sayısını merak ediyor musunuz? Evet ben de ediyordum. Bu nedenle de araştırdım ve belli rakamlara, verilere ulaştım. Belki bunları sizinle 
paylaşmam, sizin merakınızı da giderir düşüncesi ile hareket ettiğim için, bu makaleyi kalem aldım. 

Şöyle ki; 

1. Yazılı basında ve televizyon kanallarında, Kürtler ve Kürtçe konusunda bilgisi olan olmayan hemen hemen herkes yazıyor, konuşuyor. Yaşamı boyunca Doğu / Güneydoğu Anadolu bölgelerine adımını dahi atmamış olanlar bile Kürt meselesikonusunda “uzman” olup televizyonlara çıkabiliyor. Söz konusu zevat,Türkiye’deki bunca değişime rağmen, hâlâ “Kürtçe üzerinde baskı ve engellerin varlığından” bahsedebiliyor. Bu zatların hangi zaman diliminde yaşadıklarını gerçekten merak ediyorum. 
2. TRT-6'nın günde 24 saat Kürtçe yayın yaptığı, Mardin, Muş, Diyarbakır vs. illerindeki Devlet üniversitelerinde “Kürt Dili ve Edebiyatı” bölümünün açıldığı, ayrıca Kürtçe seçmeli dersin konulduğu, “Kürdoloji” üzerine sempozyumların düzenlendiği, Kültür Bakanlığı’nca Kürtçe kitap neşrine başlandığı,  bazı  Valiliklerce (Diyarbakır, Van vb.) vatandaşları bilgilendirme amaçlı Kürtçe afişlerin asıldığı, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın izniyle bölgedeki camilerde Kürtçe 
hutbe / vaazların verildiği bir dönemde, hâlâ baskı, yasak ve engellerden söz edilebiliyorsa, bunda bir art niyet aramak gerekir. 
3. Öte yandan, Kürtçe öğretim kursu vermek, televizyon /sinema filmi-dizisi çekmek, konser, konferans, sempozyum düzenlemek, kitap, dergi, gazete, broşür, plak, kaset, cd çıkarmak için herhangi bir kısıtlama da yok zaten. 
4. Buna rağmen, “Kürtlerin anadillerini yazmaktan mahrum oldukları” iddiasında bulunanlara sormak lazım: Türkiye’de hâlihazırda 35'ten fazla Kürtçe süreli yayının neşredildiğinden haberiniz var mı acaba? 
5. Merak ettim ve araştırdım. İşte, 2012 yılı itibarıyla Türkiye’de Kürtçe ve Kürtçe-Türkçe çıkan dergi ve gazeteler: Asima, Avesta, Azadiya Welat, Banga Heq li Kelha Amed, Bawerî, Birca Belek, Bîr, Çira, Çirûsk, Dema Nû, Demokratik Modernite, Demokratik Yaşam, Hawara Botan, Hêvîya Jinê,  Hinar,  Jiyan, Kirmanciya Beleke, Mizgîn, Multîkultî,  Munzur,   Newaya Jin, Newede Dersim, Nûbihar, Nûbûn, Nûkurd, Rewşen, Roja Kurd, Serbestî, Şopa Rojê, Tîgrîs, Tîrêjên Tamara, Tîroj, Toplum ve Kuram, Vesta, W, War, Zend vs. 
6. Kürtler konusunda kitap basım-dağıtım işi yapan Kürt yayınevleri de bir haylidir: Alan, Aram, Arya, Avesta, Beybûn, Çetin, Deng, Dilan, Doz, Fırat, Hêvî, Jan, Komal, Koral, Kürt Enstitüsü, Lîs, Melsa, Mem, Müjde, 
Nûbihar, Nûjen, Öz-Ge, Pelêsor, Pêrî, Ronahî, Sîpan, Tevn, Vate, Welat vs. gibi onlarca isim sayılabilir. 
7. Ayrıca birçok Radyo ve TV kanalında da Kürtçe yayın mevcut. 
8. Bu gerçekleri, Kürt meselesi konusunda kendilerini “uzman” diye takdim edenlerin bilgisine sunuyor ve onları birazcık insaflı olmaya davet ediyorum ki; bu da hakkım olsa gerek, değil mi? (54). 

Ergenekon davası, PKK'yı ürkütüyordu. Kürt şair, yazar ve siyasetçi Kemal Burkay, yasaklı olduğu için 30 yıldır İsveç'te yaşıyordu. 2011’de Türkiye’ye döndü. 

Konuşuyor, röportajlar veriyordu. O da Kürt sorununun çözümünü istiyordu. Ama PKK-KCK-BDP çizgisinden çok farklı bir duruşu, söylemi vardı. Burkay, Yeni Şafak gazetesine verdiği röportajda şunları savundu (55): 

"Yükselen barışçı Kürt siyasetine karşı geçmişte, kontrgerilla devreye kondu. Kontrgerilla eylemleri, halka yönelik baskılar, bir bakıma barışçı biçimde gelişen 
mücadeleyi, şiddete yöneltmek için yapıldı. 1960-70'lerde barışçıl ve kitlesel biçimde gelişen Kürt hareketi, 1980'lerde PKK eli ile şiddete yöneldi ve giderek harekete, şiddetin dili ve yöntemleri egemen oldu. PKK bizden sonra sahneye çıktı ve bizleri hedef gösterdi. Bizlere şiddet uyguladı. Bu tavır 1980'lerde de bugün de aynı. Belki yöntemi biraz yumuşadı, ama bakış aynı. "Kürtleri 
ben temsil ederim, benden başkası haindir" anlayışı, bizim diyalog çabalarımıza rağmen değişmedi. 

(Kürtler, PKK vesayetinden kurtulmaya, bunu talep ve ısrar etmeye hazır mı?) "Şimdilik bu yönde kitlesel ve çok etkili bir hareket yok. Kitlelerin gönlünde olsa da bu, henüz söze ve eyleme yeterince dökülmedi. Çünkü silahların sesi, kitlelerin sesini bastırıyor. Onların taleplerini, duygu ve düşüncelerini özgürce dile getirmeyi engelliyor. Bana göre bir korku var. 

"Tabii ki açılım ve çözüm sürecindeki duraklamada, AK Parti'nin yalnız kalmasının payı büyük. Bu süreçte CHP ve MHP'nin açılıma destek vermemesini, siyaseten haklı bulmasam da anlayabilirim, ama beni asıl hayal kırıklığına uğratan BDP ve PKK oldu. Onlar ilginçtir, ne demokratik açılıma ne de Ergenekon davalarına yeterince destek vermediler. 

"Ergenekon davası ürkütüyor. Ergenekon birtakım ilişkilere ışık tutuyor. Bu ilişkiler ağının açığa çıkmasından korkuldu herhalde... Ergenekon hem devletin 
içinde örgütlenmiş, hem de solun ve Kürt hareketinin içine elini uzatmış. Ergenekon ortaya çıkarken bu kesimlerin tedirgin olması veya karşı çıkması ancak böyle izah edilebilir. 

"PKK'nin eylemsizlik ilan ettiği dönemde ordu, AK Parti'nin açılım politikalarına rağmen operasyonlara devam etti. Operasyonların durduğu zamanda bu kez 
Reşadiye olayı, Dörtyol ve Kastamonu olayları oldu. Bunlar kuşkulu ve çözüm sürecine hizmet etmeyen eylemlerdi. Hele 12 Haziran seçimlerinden sonra BDP'nin boykotu, PKK'nin ise eylemlerini tırmandırması son derece yanlış oldu. 

(1999-2004 arasındaki çözüm şansı vardı. Kullanılamadı mı sizce?) "Demek ki dağda PKK'lı silahlılar olmasını istediler. PKK'yi yedekte tuttular... 
Kanımca en başta PKK'yi Güneyli Kürtlere, yani Kürdistan Federe bölgesine karşı kullanmak için. Biliyorsunuz geçmişte de PKK birçok kez (1992, 1995 ve 
1997'de) Güneyli Kürtlere, KDP ve KYB'ye karşı savaştı. Bunda Kürtlerin hiçbir çıkarı yoktu, ama özellikle Suriye ve İran'ın etkisiyle PKK bu işe sürüklenmişti. Nitekim bir ara Karayılan'ın kendisi, 'Türkiye bizim Güneyli Kürtlerle 
savaşmamızı istiyor' diye açıklama yaptı. Öcalan bir keresinde görüşme notlarında, 'Benimle görüşen subay, tüm gerillaları güneye geçirme, 500 kadarı içerde kalsın, lazım olur' dediğini açıklamıştı. Nitekim lazım oldu da. PKK 1999-2004 döneminde silahlı eylemleri durdurmuştu. Ama AK Parti'nin seçimleri kazanıp hükümet kurmasından itibaren durum değişti. 

"AK Parti'ye karşı Ergenekon, Sarıkız, Ayışığı vb. bir dizi darbe planının devreye konduğu dönemde, daha önce 'hata yaptık, silahları tümden bırakıyoruz' diyen Öcalan ve PKK, 1 Haziran 2004'te yeniden silahı devreye soktu. Bu dönem, tam da AK Parti'ye karşı cunta hesaplarının yapıldığı dönemdir. Belli ki derin devlet, AK Parti'ye iktidar olanağı vermemek, hem Kürt sorununun çözümünü hem de Türkiye'nin AB üyeliğini ve demokratikleşme sürecini engellemek, başka bir deyişle statükoyu korumak için harekete geçti..." (56). 

“Kürt sorunu çözülürse PKK biter mi?” konusu Türk ve Kürt aydınlarının sürdürdüğü bir tartışma. Star gazetesi yazarı, liberal düşüncenin önde gelen isimlerinden Berat Özipek ile en önemli konuda hemfikiriz. 
Demokratikleşme ister PKK’yı zayıflatsın ister güçlendirsin olmazsa olmaz bir zorunluluktur. Bu nedenle tartışmamız biraz daha teknik bir alana iniyor. 
Demokratikleşme PKK’yı güçlendirir mi zayıflatır mı? Kürt sorunu uzmanı Emre Uslu, 2004 yılından bu yana PKK’yı canlı tutan şeyin antidemokratik uygulama lar değil güçlü PKK network’u olduğunu savunuyor. Bu konuda Emre ile de aynı düşüncedeyiz. Özipek ise demokratikleşme olmadığından PKK’nın kitle desteğinin devam ettiğini demokratikleşirsek PKK’nın kitle desteğinin zayıflayacağı görüşünde. Tartışmamızın esası burada odaklanıyor. Özipek’in son argümanlarını 
(http://haber.stargazete.com/yazar/sorun-cozulurse-pkk-
biter-mi/yazi-688452) linkten okuyabilirsiniz. Emre Uslu’ya göre tartışmanın doğası gereği biraz ETA’ya odaklanmak durumundayız. 

ETA ile PKK arasında paralellikler kurabilir miyiz? Özipek ETA’nın bitiş hikâyesini anlatırken demokratikleşme sayesinde ETA’nın bölündüğünü ve marjinalleştiğini, ana gövdenin siyasette kaldığını, 30 yıl süren ETA’nın eski ETA’dan farklı  olduğunu ve daha küçüldüğünü anlatıyor. Doğru, ETA’da bölünmeler oldu ama bu bölünmeler Özipek’in anlattığı gibi demokrasiyle ilgili değil ETA’nın stratejik 
tercihleriyle ilgiliydi. ETA’da ilk bölünme Özipek’in de vurguladığı gibi 1974 yılında oldu. Büyük grup (ETApm) strateji olarak demokratikleşmeyle 
birlikte “Siyasi ve askerî bir strateji izleyip bir yandan siyasette var olurken bir yandan da militan eylemler yapmalıyız” diyordu. 
Daha küçük olan grup (ETAm) ise “hayır siyaset mücadelenin özüne zarar verir çünkü kıt kaynaklarımızı iki alana da dağıtmak zorunda kalırız” diye karşı çıktı ve sadece silahlı mücadeleyi savundu ve “siyasete girerseniz askerî eylemler anlamsızlaşır” diye itiraz etti. 

BU BÖLÜM DİPNOTLARI;

50 Miroğlu, Orhan. İşte Miroğlu’nun sansürlenen o yazısı. 
Rotahaber.com. 04.09.2012. 
51 Alpay, Şahin. Zaman Gazetesi, 19.11.2011 
52 Dağı, İhsan. ‘PKK’yı neyle ve nasıl bitirirseniz bitirin’. Zaman. 4.09.2012. 
53 Uslu, Emre. PKK Başarabilir mi? Taraf gazetesi. 25.08.2012. 
54 Aytaç, Önder. Anadolu’da Kürtçe Yayın Sayısı. Rotahaber.com. 28.08.2012. 
55 Aksoy, Murat. Yeni Şafak gazetesi. Kemal Burkay’la röportaj. 17.11.2011. 
56 Gülerce, Hüseyin. Ergenekon davası, PKK'yı ürkütüyor. Zaman Gazetesi. 18.11.2011. 

15 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

7 Mart 2017 Salı

Perinçek’in Türklere verdiği zarar,


Perinçek’in Türklere verdiği zarar,



Özgür Erdem
19.03.2007

12 Mart’ta tüm örgütünü, 12 Eylül’de ise tüm Yöneticilerini tutuklattıran
Perinçek’in hedefinde şimdi de tüm Türkler var.., Perinçek’in Türklere verdiği zarar

Uluslararası mahkemelerde Talat Paşa bile beraat etmişti Perinçek ceza almayı başardı,

Doğu Perinçek Yine Mahkûm oldu.


   < Lozan’da görülen Perinçek davası sözde Ermeni soykırımı konusunda Türkiye’yi La Hey Adalet Divanı’nda sanık sandalyesine oturtma planının ilk adımını oluşturuyor. La Hey Adalet Divanı stratejisini savunan Aydın Doğan medyası ve AKP’nin Perinçek’e verdiği destek bu nedenle tesadüf değil. >

Bölücülük yaptığı için defalarca hapse giren Perinçek, bu sefer İsviçre’de mahkûm oldu. Lozan’da yargılandığı mahkemede, Ermeni soykırımının emperyalist bir yalan olduğunu söylediği için ırkçılık karşıtı yasayı ihlal ettiği gerekçesiyle 90 gün hapis ve 35 bin YTL para cezasına çarptırıldı.

Bugün Perinçek sayesinde “Ermeni soykırımı yalandır.” demek suç haline gelmiştir. İsviçre mahkemesinden çıkan kararın biricik sonucu budur.

Sözde Ermeni soykırımı konusunda bugüne kadar pek çok parlamento Türkiye’nin aleyhinde kararlar çıkardı. Pek çok ülkede Ermeni Soykırımının olmadığını iddia etmek suç sayılıyor.

Ancak bugüne kadar bu konuda suçluluğu mahkemece sabit görülen kimse olmamıştı. Perinçek davası yüzünden sözde Ermeni soykırımı konusunda bir mahkemede ilk kez bir “Türk”, suçu sabit görülüp hüküm giymiş oldu.

Perinçek bu konuda kendisini Talat Paşa gibi görebilir; ancak hüküm giyerek aslında Türkiye’yi zor durumda bırakmaktadır. Üstelik hatırlatırız ki, Talat Paşa dahil pek çok Osmanlı devlet adamı İngilizlerin ünlü Malta mahkemelerinde bile beraat etmişlerdi.

Halbuki Perinçek bu davadan beraat edebilirdi; çünkü benzer örnekleri daha önce yaşandı.

  '' İsviçre’de Aynı Maddeden Yargılanan 17 Türk 2001 yılında beraat etmişti, ''

2001 yılında Ermenistan-İsviçre Derneği, 17 Türk Derneği yöneticisi aleyhinde sözde soykırımı inkâr ettikleri gerekçesiyle Bern kantonunda dava açmıştı. Ermeni derneği, davalarına gerekçe olarak Yahudi soykırımını inkâr etmeyi yasak sayan İsviçre Ceza Kanunu’nun 261. maddesini gerekçe olarak göstermişti.

Davada Türkiye’nin lehine bir karar çıkmış ve 17 Türk beraat etmişti. Karar gerekçesinde İsviçre’nin Ermeni soykırımını tanımadığı ve yargılanan insanların milliyetçi olmaya ve Ermeni soykırımını kabul etmemeye hakları olduğu vurgulanmıştı. Ermeni derneğinin başvurduğu üst mahkeme de kararı onamıştı.

Dolayısıyla 2001 yılındaki davada 17 Türk, Perinçek’in de yargılandığı maddeden beraat etmiş oluyordu.

2002 yılında federal mahkeme tarafından beraat kararının onanmasıyla birlikte İsviçre’deki Ermeniler, kantonlar bazında iddialarını yasallaştırmaya çalıştı.

İsviçre’deki 27 kantonun sadece 2’sinde bunu yasalaştırabildiler: Cenevre ve Lozan’ın da içinde bulunduğu Vaud…

Dolayısıyla Ermeniler istediklerini elde edememiş oluyordu; çünkü sözde soykırımla ilgili yasaları Temsilciler Meclisi’nde kabul ettirseler bile bir üst meclis olan Senato’dan geçiremiyorlardı. Zaten İsviçre yönetimi de sözde soykırım konusunda Türkiye’yi karşısına almak istemiyordu.

Örneğin, İsviçre Adalet Bakanı Christoph Blocher 2006 Ekiminde Türk Medeni Kanunu’nun kabul edilişinin 80. yıl kutlamaları için geldiği Ankara’da 261. maddeyi eleştiren açıklamalar yapmıştı. O günlerde Yusuf Halaçoğlu aleyhinde 261. madde gerekçe gösterilerek dava açılmıştı. Blocher ise bu maddeden dava açılmasını doğru bulmadığı söylüyordu.

_ Perinçek kendisini zorla yargılatıyor,

Görüldüğü gibi İsviçre açısından her şey aslında Türkiye’nin lehine gidiyordu. Halaçoğlu da hakkında tutuklama kararı çıkmış olmasına rağmen İsviçre’ye gitmeyerek emperyalist tezgâha dahil olmuyordu. Ne de olsa Halaçoğlu sorumluluk sahibi davranıyordu. Bu noktada Perinçek devreye girdi. Gelişmeleri alt alta bir sıralayalım:

Temmuz 2005: Perinçek peşine yüzlerce kişiyi katarak Lozan Anlaşması’nın yıldönümünde Lozan’a geldi. Perinçek burada sözde Ermeni soykırımının yalan olduğunu söyleyen bir konuşma yaptı. Halaçoğlu hakkında o günlerde bir tutuklama kararı çıktığı için sempozyuma soykırım tartışması damgasını vurdu. Ancak burada ilginç bir şey var: Sempozyumda herkes soykırım iddialarını kınarken ne hikmetse gözaltına alınan bir tek Perinçek oldu.

Eylül 2005: Lozan Savcısı Antenen, Perinçek hakkında takipsizlik kararı verdi.

Mayıs 2006: Ermeni derneklerinin Antenen’in kararına itirazının ardından Perinçek hakkında tekrar soruşturma açıldı. Antenen, bu ikinci soruşturma sürecinde Perinçek’in gerekli savunmaları yapmadığını ve göndermeyi vaat ettiği belgeleri göndermediğini açıkladı. Bu nedenle Perinçek hakkındaki dava açıldı.

Mart 2007: Perinçek yine yüzlerce kişiyi peşine katarak Lozan’a geldi ve provokatif bir savunma vererek adeta kendisini mahkûm ettirdi.

Bu davanın sonuçlarının doğru okunması lazım. Perinçek’in aldığı ceza sözde Ermeni soykırımıyla ilgili bir Türk’ün aldığı ilk cezadır. Ve bir emsal oluşturacaktır.

Kıbrıs Rum Kesimi’ndeki Loizidou Davası gibi bir emsal teşkil edecektir.

Öncelikle İsviçre’de sonra da Avrupa’nın diğer ülkelerinde Perinçek’in aldığı ceza örnek gösterilerek Türkiye aleyhinde kararlar çıkartılacaktır.

Ancak senaryonun bir de 2008 boyutu olacak. Perinçek hakkını sonuna kadar arayacağını, gerekirse AİHM’e kadar gideceğini söylemiş.

Önce bir hatırlatma yapalım: Perinçek daha önce de AİHM’e başvurmuştu.

Perinçek’in partisi 1991 yılında bölücülük yaptığı için kapatılmıştı. Perinçek de yaptığı konuşmalarda bölücülük yaptığı için ceza almıştı. 1998 yılında 6 ay Haymana’da yatmıştı. Bu kararın aleyhinde Perinçek, AİHM’e başvurdu. 2005 yılında AİHM’den Türk Devleti aleyhinde karar çıkartmayı başaran Perinçek, Türkiye’yi 17 bin euro tazminata mahkûm etti.

_ Bu Parayı alıp almadığını bilmiyoruz.

Yıllarca antiemperyalist politika yaptığını iddia eden bir siyasetçinin hangi mantıkla Türkiye’yi emperyalist kurumlara şikayet ettiğini de geçiyoruz. Bunlar başka bir yazının konusudur.

Burada önemli olan şudur: Perinçek daha önce de AİHM’e başvurmuştur. AİHM tarafından tanınmaktadır ve çıkan kararın gösterdiğine göre AİHM tarafından sevilmektedir de. Bu nedenle AİHM’den Perinçek’in istediği doğrultuda karar çıkması beklenmelidir. Kısacası AİHM İsviçre’deki kararı onaylayacaktır!!!

Bu okuyucuya çelişki gibi gelebilir.

Perinçek tabii ki hakkında verilen hapis ve para cezasının kaldırılması için başvurmaktadır AİHM’e. Ancak Perinçek’in stratejisinin beraat etmek üzerine değil de, ceza yemek üzerine kurulduğunu hatırlatmak isteriz.

_ Perinçek Lozan’a beraat etmek için değil, ceza yemek için gitti

Bu noktada Perinçek’in aslında uğursuz bir rolle Lozan’a gittiğini vurgulamamız gerekiyor. Çıkan mahkeme kararında Perinçek hakkında “ırkçı, provokatör, küstah” gibi ifadeler kullanıldı.

Hatta Perinçek, 261. maddenin işlemez hale getirilmesinin yolunun bu maddeyi ihlal eden açıklamalar yapıp binlerce insanın yargılanması olduğunu da söylemişti.

Halbuki bu strateji çok yanlıştır. Avrupa hukuk sisteminin bir yasasına tepkiliyseniz, bunu o maddeden ceza yiyerek göstermek mantıklı değildir. Yapılması gereken o kanunu koyanları ikna etmek olmalıdır. Yani İsviçre’de yapılması gereken, 261. maddeden binlerce insanın hüküm giymesini değil, o maddenin meclis tarafından değiştirilmesini sağlamak olmalıdır.

Bu stratejinin bir başka yanlışı ise, sözde Ermeni soykırımı konusunda Türkiye’nin aklanması ihtiyacının hissedilmesidir. Halbuki bu konuda İsviçre’deki yerel mahkemenin hiçbir yetkisi bulunmamaktadır. Türkiye’nin kendi suçsuzluğunu ispatlamak gibi bir yükümlülüğü de yoktur.

Hukukta sanık suçsuzluğunu ispatlamak durumunda değildir; sanığı suçlayanlar kendi delillerini sunmalıdır. Bu nedenle Perinçek’in Lozan’a götürdüğü 67 kilo (kendi deyimiyle 90 kilo) belgenin de bir anlamı bulunmamaktadır.

Burada ilginç bir durumla daha karşı karşıyayız. Dünyada hiç kimse ceza almak için mahkemeye çıkmaz. Tutuklanıp hüküm giymek hiçbir sanığın istediği bir şey değildir.

Bu yüzden Avukatlar tutulur. Savunmalar hazırlanır.

Ancak Perinçek açısından durum böyle değildir. Dikkat edilirse davanın başından beri, beraat etmenin değil, gerekirse hüküm giymenin, hapis yatmanın propagandasını yapmaktadır. Hatta kendisine nasıl destek olunması gerektiğini soranlara, aynı suçu defalarca işleyerek İsviçre adaletini işlemez hale getirme çağrısında bulunmaktadır…

Perinçek davasının amacı sözde soykırımı La Hey’e götürmek

Anlaşılan Perinçek Lozan’a 261. maddeden yargılanmak için gitmiş. Aleyhinde dava açılmasını sağlamak için açıklamalar yapmış. Tüm bunları kendi siyasi hırsları için yaptığı da malûm.

Yıllardır Perinçek’in bu yanlış stratejileri ve psikolojik durumu örgütünün çapı kadar zarar veriyordu. Birkaç kişinin hayatına mal olmaktan öte bir zararı yoktu. O yüzden çok problem değildi.

Ancak Perinçek’in verdiği zarar artık örgütsel gücünün ötesine geçmiştir.

Perinçek yüzünden Türkiye mahkûm olmuştur. Türkler zarar görmektedir. O yüzden Perinçek’in aldığı mahkumiyet kararını biraz daha ayrıntılı incelemek gerekiyor. Öncelikle Perinçek’in aldığı mahkumiyet kararının neden AKP dönemine denk geldiğini bir düşünelim. Yıllardır Ermenilerin üzerinde durduğu bir tez vardır. Sözde soykırım iddialarının uluslararası bağımsız bir yargı organında tartışılıp karar bağlanmasını isterler.

Bunun adresi ise bellidir: La Hey Adalet Divanı. Ancak Ermenilerin bu konuda çektikleri sıkıntı Birleşmiş Milletler’in 1948 yılında aldığı soykırım kararıdır. Bu karara göre 1948 yılından önce gerçekleşmiş hiçbir fiil soykırım tanımına alınamayacaktır. Bu nedenle Türkiye’nin 1915 tehciriyle ilgili bir yargılamayla karşı karşıya kalması hukuken mümkün değildir.

Burada Ermeniler açısından tek bir yol kalmaktadır: Türkiye’nin La Hey’de yargılanmayı kendi kendisine kabul etmesini sağlamak. Bunun için Türkiye’nin “ben zaten suçsuzum” diyerek teslim olması gerekiyor.

Bugün maalesef Türkiye’de bir kesim, zaten soykırım işlemediğimizi ve La Hey’deki davayı nasıl olsa kazanacğımızın propagandasını yapıyor. Perinçek’in sözde Lozan zaferini manşetlere çıkaran Aydın Doğan medyasının, Ermeni meselesinin çözümünün La Hey’de olduğunu savunan başlıca kesim olması bu bakımdan bir tesadüf sayılmamalı. Hatırlayalım. Mehmet Y. Yılmaz başta olmak üzere Aydın Doğan medyasından pek çok yazar Perinçek davası için “antreman maçı” demişti. Bu antremansa gerçek maç nerede oynanacaktır peki? Tabii ki La Hey’de...

Halbuki La Hey’de sanık sandalyesine oturmaya bir kere kabul ettiniz mi davada görüşülecek olan sadece ve sadece soykırım tazminatı olarak ne vereceğiniz olacaktır. Ve savunma olarak da en fazla “istemeden oldu” diyebileceksiniz. Belki de en iyi ihtimalle toprak yerine para tazminatı kararıyla günü kurtaracaksınız. La Hey Adalet Divanı’nın soykırımla suçlanan ilk sanığı Almanya’ydı ve doğal olarak Yahudi soykırımından hüküm giydi. İkinci sanık ise Sırbistan oldu. Sonuç ortada. Üçüncü sanık Türkiye yapılmak istenmektedir.

Perinçek davasının AKP’nin Türkiye’yi La Hey Adalet Divanı’na götürme planının ilk adımı olarak görmek gerekir.

_ Perinçek AKP planının taşeronu

Bugün La Hey’e gidilmesi gerektiğini savunanların başında Dışişleri Bakanı Abdullah Gül gelmektedir. Gül yıllardır meseleyi La Hey’e götürmenin Türkiye açısından daha avantajlı olacağının propagandasını yapmaktadır.

AKP Türkiye’nin iç ve dış politikadaki kırmızı çizgilerini bir bir çiğnemektedir. Bunu yaparken bazen kendi adamlarını, bazen de taşeronları kullanır. Anlaşılan Ermeni meselesinde taşeron olarak seçilen Perinçek’tir.

Perinçek iki sene önce Lozan’da gözaltına alındığında bizzat Abdullah Gül tarafından kurtarılmıştı. Bugün de Lozan’da hüküm giydiğinde ilk destek açıklaması Dışişleri Bakanlığı’ndan geldi. Bunlar tesadüf değildir. AKP taşeronuna sahip çıkmaktadır.

Perinçek’in siyasi geçmişi benzer yargılamalar ve hüküm giymelerle doludur. Perinçek nasıl ben suçsuzum diye 12 Eylül’e teslim olup yıllarca hapis yatmışsa Türkiye’yi de aynı mantıkla La Hey’e götürecektir.

Türkiye’nin devlet politikası sözde Ermeni soykırımı iddiaları konusunda uluslararası hiçbir mahkemeyi muhattap kabul etmemektir.

Perinçek ise emperyalist mahkemelerin ayağına kadar gitmekte, emperyalist yargıyı meşrulaştırmakta ve Türkiye’nin başını belaya sokmaktadır.
Geçmişte tüm örgütünün başını belaya soktuğu gibi…

Dış politikada devlet sözcülüğü yapmak ciddiyet ve akıl ister. 12 Mart ve 12 Eylül’de tüm örgütünü içeri tıkan bir zihniyete devlet politikası teslim edilemez. Lozan davası göstermiştir ki Perinçek zihniyeti tüm Türklerin başını belaya sokmaktadır.
Önlem alınması gerekmektedir.
Perinçek 12 Mart’ta da beraat etmek için değil, adeta hüküm giymek için savunma vermişti

_ 12 Mart’ta Çelikleşsin diye tüm örgütünü ispiyonlamıştı

Perinçek’in hüküm giyerek “çelikleşme” stratejisi yeni değil. 12 Mart döneminde de uygulamıştı. Bilenler bilir. Bilmeyenlere hatırlatalım. 12 Mart’ta en kalabalık dava Perinçek’in örgütü TİİKP’nin davasıydı. Bunun nedeni TİİKP’nin en kalabalık örgüt olması değil, sanıkları en çok çözülen, en çok itirafta bulunan örgüt olmasıydı. Zaten TİİKP, 12 Mart döneminin en marjinal ve en zayıf örgütüydü. Devrimci gençlik hareketinden de, işçi sınıfı hareketinden de, Ordu içindeki devrimci hareketlerden de dışlanmıştı.

Onca TİİKP’linin yargılanmasına neden olan en önemli şey Perinçek’in kendi polis ifadesiydi. Perinçek belki de dünyada ilk kez, tüm örgütünü açığa çıkaran itiraflarda bulunan örgüt lideri olmuştu. Böyle bir şey dünyanın neresinde yaşanırsa yaşansın, o lider tasfiye edilir. Halbuki Perinçek sayfalar tutan ifadesini hep savundu. Hatta örgütün faşist zindanlarda bu sayede çelikleştiğini öne sürdü.

O kadar ki, İP’liler 12 Mart’ta toplu halde cezaevinde kalmaktan her zaman gurur duydular, örgütün bu sayede cezaevini bir okula dönüştürdüğünü savundular. Mesela İP’in yayın organı Teori dergisinde yayımlanan İşçi Partisi tarihinde şöyle diyor: “TİİKP 1972 yılında yoğun tutuklamalar yaşadı. 1973 yılına gelindiğinde TİİKP’nin önderliği ve gövdesinin büyük bir kısmı tutuklanmıştı. 1973 yılında TİİKP’nin mücadelesi daha çok hapishane ve mahkemelerde devam etti. (…) TİİKP davasındaki devrimciler cezaevi koşullarını iyi değerlendirdiler. (…) TİİKP cezaevleri koşullarının devrimciler tarafından değerlendirilmesinin örneklerini yarattı. Geleceğe yatırım yaptı. (…) Cezaevleri bir okul haline geldi.” (Teori dergisi, sayı 46)

Kısacası çelikleşmek ve cezaevlerini okul haline dönüştürmek adına tüm örgüt Perinçek tarafından ateşe atılmıştır. Perinçek poliste bizzat saatlerce ifade vererek tüm örgütünün içeri girmesini sağladı. Perinçek’in polis ifadeleri o kadar ünlüdür ki, 70’lerde kitap olarak bile basılmıştır... Perinçek’in tüm örgütünü nasıl ateşe attığı 12 Mart mahkemelerinde izlediği savunma anlayışında da görülebilir. Aynen bugün Lozan’da uyguladığı stratejiyi uygulamış ve adeta hüküm giymek için savunma yapmıştır.

O dönemde tüm devrimciler Anayasa’yı gerçekten savunanların devrimciler olduğu üzerinden savunma yapardı. Savcıların “proletarya diktatörlüğü kurmak” suçlamaları tüm devrimciler tarafından reddedilirdi. Perinçek’ler ise Anayasa’yı ortadan kaldırmak ve proletarya diktatörlüğünü kurmak istediklerini her zaman söylediler.

Kimse bu savunmayı kahramanlık diye yutturmaya kalkışmasın. Malûmunuz, en uzun polis ifadesini veren Perinçek’tir. Sorguda ser verip sır vermeyen gelenek ise devrimcilerindir. Ayrıca 12 Mart döneminde devrimci hareketin önemli kadroları ve tüm devrimci örgütlerinin liderleri ya idam edilmiş ya da şehit edilmiştir. Örgüt liderleri arasında tek hayatta kalan Perinçek’tir. Kısacası, gerçek kahramanların kimler olduğu ortadadır.


_ Perinçek 12 Eylül’de de kendi teslim oldu,

Bir başka faşist darbe döneminde, 12 Eylül’de ise, Perinçek gidip bizzat kendisi teslim olmuştur. On binlerce insanın işkenceden geçtiği, yüz binlerce insanın gözaltına alındığı faşist darbe koşullarında Perinçek de bir ilki başarmış, “Zaten suçsuzum.” diye teslim olmuştu.

Bununla da yetinmemiş, partisinin tüm lider kadrosunun teslim olmasını sağlamıştı. O kadar ki, darbe olduğu sırada Almanya’da bulunan Mustafa Kemal Çamkıran bile teslim olmuştu. Çamkıran, Perinçek’in 1 numaralı sanık olduğu TİKP Davası’nda 3 no’lu sanıktı. Yani Perinçek’in önemli kadrolarındandı. Türkiye’ye dönmeden önce Almanya’da düzenlediği bir basın açıklamasıyla 12 Eylül’ün faşist bir darbe olmadığını savunarak tüm dünyayı şaşırtmış ve Türkiye’ye dönerek teslim olmuştu. Tabii o da 12 Eylül zindanlarında “çelikleşmişti”.

_ İşte Perinçek zihniyeti.

Dün mahkûm olmak için Almanya’lardan gelip teslim olanlar, bugün İsviçre’lere kadar gidiyor. Bu zihniyetin tek bir açıklaması olabilir: Perinçek’in dikkat çekme çabası... Yargılanan ve mahkûm olan siyasetçi her zaman haber olmuştur.

Siyasi emelleri için hapis yatmayı göze alanlar her zaman dikkat çeker. Perinçek bu anlamda dikkat çekmeyi başarıyor; ama siyasetçi dikkat çekmek değil başarılı olmak zorundadır. 40 yıldır dikkat çeken; ama bir türlü bir yere gelemeyenler bu işi niye yaptığını bir sorgulasın.


Deniz Gezmiş:

“Marksist-Leninist düzen kurmakla itham ediliyoruz. Bu iddiaların hiçbiri varit değildir. Bu ülkede Anayasa’yı en fazla savunanlar bizleriz. Anayasa’yı ihlal edenlerse ortadadır.” (THKO Davası)

Mahir Çayan:

“Savcılık makamının hakkımızda hazırladığı iddianame bizim proletarya diktatoryasını kurmak için Anayasa nizamını ihlal ettiğimiz savı üzerine kurulmuştur. Bu iddia gerçeklere aykırı, mesnedsiz ve zorlama bir iddiadır. Eylemlerimizin hedefi 27 Mayıs Anayasası’nı ihlal etmek değil, tam tersine ihlal edilmiş, fiilen işlemez hale getirilmiş 27 Mayıs Anayasası’nın öngördüğü nizamı tesis etmektir.” (THKP-C Davası)

Doğu Perinçek:

“TİİKP proletarya diktatörlüğü kurmak ve kapitalizmi yıkarak sosyalizmi gerçekleştirmek amacını programında belirtmiştir. Bizler de burada, proletarya diktatörlüğü uğruna mücadele etmekle suçlanıyoruz. Evet, biz bir avuç işbirlikçi zalimin halkımız üzerindeki gerici diktatörlüğünü yıkmak, onun yerine işçi sınıfı önderliğinde demokratik halk iktidarını kurmak ve durmaksızın proletarya diktatörlüğünü gerçekleştirmek için mücadele ediyoruz.” (TİİKP Davası)


http://www.turksolu.com.tr/131/erdem131.htm



***