20 Ekim 2018 Cumartesi

PKK - CUMHURİYETİ VE AK - PARTİ., BÖLÜM 14

PKK - CUMHURİYETİ VE AK - PARTİ., BÖLÜM 14


VUR KENDİNİ DAĞLARA! VUR KENDİNİ MAXMUR’A! 

Türkiye nüfusunun önemli bir bölümü bence artık realitelerden iyice koptu,derin bir ulusal huşu içinde yaşıyoruz, yas bitmiyor, acılar tükenmiyor, nereye baksan 
sıra sıra tabutlar, ağıt yakan kadınlar var. 

Bu tablo içerisinde Türkler bana biraz daha makul görünüyor. 
Kürtler ise suskunluk,endişe ve psikolojik harp arasında bir araftalar. 
Düz ovada siyaset yapmak onları bunaltıyor artık. 
Onlar da kendilerini dağlara vuruyorlar, ellerindeki muazzam siyasi imkanlara değil, dağdakilerin ellerinde tutuğu silaha ve psikolojik harbe güveniyorlar. 
Bir yanda devlet, bir yanda PKK. 

İlki yavaş yavaş hakikate yaklaşırken, diğeri yani PKK geleceğini psikolojik harbe bağlamış görünüyor. 
Devletin geçmişte yürüttüğü psikolojik harp metotlarından uzaklaşıp, gerçeğe dönmesi kolay olmadı. 
Türkiye neredeyse 2000’li yıllara kadar, sanki sanal bir mücadelenin içindeymiş gibi, sanki 20 yıl ülkenin belli bir bölgesinde adeta iç savaşı andıran bir çatışma yokmuş gibi gösterildi. 
Oysa o tarihe kadar çatışma sadece dağlarda değil, şehirlerde de sürmüş, sivillere karşı binlerce faili meçhul cinayet işlenmiş, köyler boşaltılmış, Türkiye’nin tarihindeki en büyük iç göç hareketi meydana gelmiş ve 
resmi açıklamalara göre 28 bini PKK’li olmak üzere 35 bin insan hayatını kaybetmişti. 

Bu iç çatışma manzarası, ‘düşük yoğunluklu savaş olarak’ tanımlandı. 

Nihayet 1999 yılında Öcalan yakalanıp Türkiye’ye getirildiğinde, artık ortada üstü örtülecek bir şey kalmamıştı. 
PKK liderinin, mahkemeye sunduğu ve gerek yazılı, gerekse sözlü olarak yaptığı savunmalar aslında bütün gerçeği tüm çıplaklığıyla ortaya koyuyordu. 
Öcalan artık İmralı’daydı, ama aynı yıl yapılan yerel seçimlerde HADEP büyük bir başarı sağlamış ve aralarında Diyarbakır’ın da olduğu beş büyük şehrin 
belediye başkanlığını kazanmıştı. 

1999 Türkler’in ve Kürtler’in, Kürt sorununda gerçeklerle yüzleşmeye başladığı yıl olarak görülebilir. 
Türkiye bu yıl itibariyle mücadele ettiği bu örgütün artık siyasallaşmış bir örgüt, dağdaki birkaç militandan ibaret bir örgüt olmadığını anlamıştı. 
Ama PKK’de savaşın miadının dolduğunu bizzat Öcalan’ın ifadeleri ve açıklamalarıyla kabul etmiş görünüyordu. Mücadele artık silahsız ve hak temelli bir mücadele olarak sürebilirdi. 
Bu tarihe gelinceye kadar, siyaset kurumu, alanı tamamen askerlere terk etmiş ve siyasetin gerçeği halktan gizleyen psikolojik harp metotlarının gönüllü savunucusu olmaktan başka bir işlevi kalmamıştı. 
Sivil-asker ilişkileri o yıllardan başlayarak, son on yılda büyük bir değişim geçirdi. 
Türkiye kendi Kürt sorununda ve bu sorunun bir parçası haline gelen, iç içe geçen PKK’yle mücadele stratejisinde artık psikolojik harbi esas alan bir yerde 
durmuyor. 
Tabular bir bir yıkıldı ve bu ülke Oslo gibi bir süreci yaşadı. 
İzlenen politika geçmişte PKK’yi askeri ve siyasi manada yok edeceğine inananların hayata geçirdiği politikalardı, ama sonuç vermedi. 

Şimdi artık PKK’yi yok etmekten bahseden kimse kalmadı. Ya da böyle birileri kaldıysa da, onlar süreci belirleyen bir konumda değiller artık. 

Devlet bir yandan PKK’yle mücadele ederken bir yandan da demokratik reformların devam etmesini yeni bir anayasa yapılmasını ve siyasi partilerin bu konuda uzlaşmasını istiyor. 

Hükümet Kürt sorununda hakikatleri gizleyen bir konumdan, bu hakikatleri milliyetçi hezeyanlara kapılmadan, etnik hınç ve öfke barındıracak söylemlerden 
önemli oranda kaçınarak kamuoyuyla paylaşmayı benimseyen bir konuma geçti. 

O kadar ki, Antep’te aralarında dört de çocuğun bulunduğu ve 9 kişinin hayatını kaybettiği saldırıdan sonra bile, Başbakan Erdoğan, kapılarını çözüm için çalacak herkese açık tuttuklarını ifade etti. Geçmişte yaşanan saldırılar karşısında da tutumu farklı değildi. 

Şehit cenazelerinin kaldırıldığı günlerde dahi, PKK’nin silahı bırakması halinde her şeyi konuşabileceklerini açıklamıştı. 
Dolayısıyla, ortalığı kızıştırmak için ortaya atılan ve özellikle BDP çevrelerinin dillendirdiği ‘bu hükümet Sri-Lanka modelini esas aldı, dağdaki Kürt gençlerini imha edecek ‘ yollu propagandanın kısa sürede, PKK’nin yürüttüğü ‘psikolojik harpten’ başka bir şey olmadığı ortaya çıktı. 

PKK, Şemdinli baskınlarından sonra ‘psikolojik harbe’ dört elle sarılmış bulunuyor. 
Devleti de psikolojik harp günlerine geri dönmeye zorluyor. 
PKK’nin psikolojik harbini siyaset alanına ve kamuoyuna da, maalesef BDP’ li liderler ve şiddet meselesine, bugün artık hiçbir geçerliliği kalmamış, 
mağduriyet teorileriyle yaklaşan ve PKK’nin devrimci savaş stratejisine başından beri tolerans gösterenler taşıyor. 
Peki, bu manzara içinde BDP’nin dağdakilerle buluşmasını nasıl yorumlamak gerekir? 
Perşembeye Devam edelim. 
Orda bir kamp var uzakta, gitmesek de görmesek de o kamp bizim kampımızdır ve adı Maxmur’dur! 
CHP, ziyaret etmek isteyip giremediği Hatay’daki kampı ziyaret edecek olan Meclis-İHK’na üye vermeyecek. 

Gerekçe de, CHP’nin kampta saklandığına inandığı birtakım silahların ve delillerin ortadan kaldırılması! 

Ne diyelim, sağlık olsun! Ama ben CHP’lilere yine bu ülkenin en yakıcı sorunu olan Kürt sorunu nedeniyle oluşmuş bir kampı ziyaret etmelerini öneriyorum. İnanın bu daha faydalı olur hatta artık yazılması yılan hikayesine 
dönen Kürt Raporu’na da katkı sağlar. Apaydın kampı bugün var, yarın olmayacak. Ama Maxmur yirmi yıldır var. Kampta yaşayanların tümü bu ülkenin vatandaşı. Vize yok, kampa girmek, geceyi orada geçirmek serbest. 
Diyarbakır CHP il Başkanlığına seçilen değerli politikacı ve sevgili dostum Haşim Özkoyuncu’ya program hazırlaması için bir telefon yeterli. 

Hadi CHP, vur kendini Maxmur’a ve Kürt sorunuyla yüzleş! 

MİROĞLU’NUN 2. BÖLÜMÜ DAĞA VE BAYRAĞA DAİR.. 

Borsada değeri giderek artan hisse senedi gibi dağ mistifikasyonu sanki her geçen gün daha bir değer kazanıyor. 

Gece PKK’liler dağlara bayrak asıyor, gündüz olunca bu sefer de askerler aynı bölgeye kocaman bayrakları götürüp dikiyor. 

PKK, son zamanlarda Şemdinli üzerinden ilginç bir pskolojik harp uyguluyor, ve BDP bu psikolojik harbin tam ortasında yer alıyor. 

Siyasi temsil bakımından Meclisin dördüncü büyük partisi olan bir partinin, umudunu ve geleceğini PKK’nin önüne koyduğu psikolojik harbe bağlaması, başta bu partiye oy veren Kürt seçmenler olmak üzere, bütün Türkiye için bir kayıptır. Sayın Demirtaş Şemdinli hadiselerinden sonra ortaya bir iddia attı. 
Buna göre hükümet gerçeği halktan gizliyor çünkü Şemdinli kırsalı ve 400 kilometrekarelik bir alana yayılan bir toprak parçasını, devlet değil artık PKK kontrol ediyor. 
Hem de 700 kişiyle.. 
Bence ortada PKK’nin ve onun isteği üzerine de BDP’nin realitelerden koptuğu bir durum söz konusudur Keşke PKK daha fazla geç kalmadan gerçeğe  uyanabilse.. 
Bunun olabilmesini en çok arzu edenlerdenim. 

Ama nafile bir temenni ve nafile bir arzu bu; öyle görülüyor ki, Türkiye’nin siyasi zemini, ve bu zeminin giderek demokrasi yönünde güçlenecek olması hiçbir 
şekilde PKK’yi tatmin etmeyecek ve PKK, demokrasi güçlendikçe silahın ve şiddetin önde olduğu psikolojik harp yöntemlerine dört elle sarılmaya devam edecek. 
Bir hayli hazin ve bir o kadar da ironik bir durumla karşı karşıyayız. 

Çünkü devletin PKK’ye karşı mücadelede psikolojik harbi terk ettiği ve hakikate dönmeye başladığı bir dönemde, PKK filmi tekrar başa sarıyor ve ‘kurtarılmış 
bölge’ hayalleriyle hem kendini hem Kürt siyasetini, hem de kendisine inananları reel siyasi bir zeminde değil, sadece ulusal hissiyattan, dahası etnik hınç ve öfkeden beslenen psikolojik bir zeminde tutmaya çalışıyor. 

Devletin Kürt sorununda tamamen güvenlik eksenli bir politikayı cumhuriyetten bu yana sürdürüyor olmasının maliyetini nasıl ki bu halk ödediyse, PKK’nin ‘savaş stratejisinin’ maliyetini de bugün, hiç kuşku yok ki 15-16 yaşlarında savaşa sürülen Kürt gençleri ve halkın kendisi ödüyor. 
Demirtaş, ‘Şemdinli’yi PKK ele geçirdi, PKK başka toprakları ele geçirmeden gelin onunla anlaşın’ demeye gelen çağrılar yaptı. 
Yani, Türkiye cumhuriyeti tarihinde bir ilkin gerçekleşmiş olduğunu ve ‘devletin egemenliği altında bulunan topraklardan bir kısmının devletin 
egemenliğinden çıktığını’ açıkladı. 

Açıkçası ‘devrimci savaş stratejisinin’ sonuç verdiğini ilan etti. 
Sanki kimsenin farkında olmadığı bir gerçeğe dikkatlerimizi çeker gibi yaptı, ama yaptığı şey psikolojik harpten başka bir şey değildi. Çünkü o da böyle bir 
durumun söz konusu olmadığını biliyordu, nitekim daha sonra bir araya geldiği medya mensuplarına söylediklerinin yanlış anlaşıldığını ifade etti.( Ezgi 
Başaran, Radikal2 Eylül.) 

Sayın Demirtaş’ın açıklamasını baştan sona okudum. Eğer ben de bu açıklamadan psikolojik harp sezmiş ve bu yazı bana iki yazı yazdırmışsa, sıradan vatandaşı artık varın siz düşünün. 
PKK uzun zamandır bu psikolojik harbi, BDP ve gönüllü medya üzerinden sürdürüyor. 
Önce CHP Milletvekili Hüseyin Aygün kaçırılıyor, ardından, BDP’nin öncülüğünde PKK’lilerle bir mizansen buluşma gerçekleşiyor. 
Sonra internete gece karanlığında dağların tepesine bayrak asmaya çalışan bir PKK’ linin görüntüleri düşüyor.. 

Devlet de geçmişte o bölgede dağa taşa ‘Ne mutlu Türküm diyene’ vecizesini bembeyaz taşlarla veya kireçle yazdırır, Ertürk Yöndemlere ‘Anadolu’dan Görünüm’ programları yaptırır, Türkçe bile bilmeyen Kürt ağalarını TRT’ye çıkartarak, psikolojik üstünlük sağlamaya çalışırdı. 

Bugün artık, böyle şeylere itibar etmeyen ve geçmişten ders çıkaran bir devlet ve hükümet var. Psikolojik harbi devlet terk etti, şimdi PKK sürdürüyor. 
Psikolojik harp senaryosunun buraya kadar olan kısmını anlamak zor değil ve ben bunu anlayabilecek durumdayım. Anlamadığım şey Taraf gazetesinin bu 
psikolojik harbe bir takım haberlerle ve manşetlerle katkıda bulunmasıdır. 

Felaketi haber verir gibi atılan ve Suriye’de, ‘ikinci Kürt devletinin kurulduğunu ‘ispatlayan’ manşetlerden sonra, Şemdinli için atılan manşetler barışa ve 
yumuşamaya değil, PKK’nin psikolojik harbine hizmet ediyor. 
Psikolojik harbin her türlüsü çok kötüdür ve hiçbir şekilde meşru değildir. 
Bir ülkenin, bir halkın hakikatten kopuşu, psikolojik harbe inanmakla ve ona başvuranların haklı olduğunu kabul etmekle başlar. 
Kürtler ve Türkler otuz yıl boyunca devletin psikolojik harbine yenik düştü. 
Şimdi PKK’nin psikolojik harbiyle karşı karşıyayız. 
Daha birincisinin yol açtığı vahamet ve acı bitmeden, Türkiye bir psikolojik harbe ikinci kez yenilmemelidir. 

Ve kendi kişisel hikayesi, Kürtlerin haklı davasına yazılmış bir yazarın, Kürtlerin psikolojik harbini yazmak zorunda kalması gerçekten de çok trajiktir ve üzücüdür. 

Bu durumda galiba o yazarın, ‘ulusal saflarla’ onun arasında akıp giden bir nehrin korunaklı tarafına doğru iyice geri çekilmesi ve aynı nehrin öbür yakasından atılacak taşlardan kendini iyice koruması gerekecektir (50). 

Derin devlet ile AK Parti’nin 2011’den itibaren anlaşmasından sonra güvenlik kuvvetlerine, giderek sivillere ve kendi militanlarına yönelik şiddeti  tırmandırması karşısında, hükümette ve hükümete kayıtsız şartsız destek veren çevrelerde PKK silahlı isyanının ancak yasak, baskı ve şiddetle, kısaca askerî yöntemlerle bastırılabileceği düşüncesi ağır basmaya başladığı. Başka bir deyişle, 1990'ların zihniyetine dönüş sinyalleri çoğalmaktaydı. Sapla samanı ayırmaksızın yapılan KCK tutuklamalarının yaygınlaşması... BDP'ye yönelik 
suçlamaların tırmanması... Öcalan ile görüşmelerin son bulması; avukatlarıyla dahi görüşmesine izin verilmemesi... PKK'nın örtük-açık şekilde faaliyet 
gösterdiği Avrupa ülkelerine dönük eleştiri ve talepler... Irak'tan çekilmekte olan ABD ile insansız hava araçlarını İncirlik'e yerleştirmesi için varılan anlaşma... Ankara'ya gelen Barzani'ye, "Karayılan ile görüşün, ateşkes ilan edip, 
silahı bıraksınlar... Ortalık yangın yerine dönse de askerî operasyonlar sürecek. Eğer PKK silahlı mücadeleye devam ederse, siz de zarar görürsünüz..." mesajının verildiğine ve PKK'nın hareket yeteneğinin kısıtlanması için belirli anlaşmalar yapıldığına dair haberler... Hepsi, bu defa sivil yönetimin askerî çözüme meylettiğinin işaretleriydi. Hükümetin verdiği izlenim, Kürt sorunu 
konusunda siyasi çözüm için bugüne kadar attığı adımlardan ileri gitme konusunda isteksiz; gerekli güvenlik önlemleri alınırsa, PKK'nın bitirilemese bile 
marjinalleşeceği düşüncesinde olduğuydu. 

Öncelikle belirtilmesi gereken şunlardı: PKK'nın yürüttüğü sivilleri hedef alan terör eylemlerini de içeren silahlı isyan ve bunun desteklenmesine yönelik yasa dışı örgütlenmeler elbette ki hiçbir şekilde meşru görülemez. Silahlı isyancılara karşı olabildiğince etkin güvenlik önlemleri alınması şarttır. Bugüne kadar yaşanan istihbarat yetersizliklerinin; gerilla yöntemleri uygulayan isyancılara 
karşı mücadelenin düzenli orduyla, profesyonel kadrolarla değil zorunlu askerlik hizmeti gören, silahı yeni eline almış elemanlarla verilmesinin doğurduğu kayıpların mazur görülebilir yanı yoktur. Hükümet, güvenlik önlemlerini etkinleştirme yönünde attığı adımlarda haklıdır. Ne var ki, hükümetin çeşitli sözcülerinin zaman zaman altını çizdikleri, güvenlik ve özgürlük dengesinin 
korunmasında yanlışlar yapılacak olursa; bu bağlamda büyük sorun arz eden TMK ve TCK'nın (değiştirilmesi ihtiyacı hükümet sözcüleri tarafından da dile getirilen ve, her nedense, değiştirilmesinde ağır davranılan) hükümleri  kullanılarak, barışçı yöntemlerle yapılan muhalefet ile şiddet eylemleri aynı sepete koyulacak olursa, bundan sadece ve sadece şiddet yanlılarının yararlanacağının hiçbir şekilde unutulmaması gerekir. 

Silahlı isyancılara karşı güvenlik önlemlerinin güvenlik-özgürlük dengesi gözetilerek etkinleştirilmesi elbette gereklidir; ama Kürt sorunundan kaynaklanan şiddet ancak sorunun halliyle bitebilir. Kürt kimliğinin 
serbestçe yaşanması önündeki bütün engeller ortadan kalkmadan, Kürtleri Türkleştirme politikasından tümüyle vazgeçilmeden, Kürtlerin ortak demokratik talepleri karşılanmadan, Kürtler gönülleri ve zihinleriyle kazanılmadan Türkiye, istikrar ve huzura kavuşamaz; bölgesinde oynamak istediği (ve oynaması gereken) özgürlük ve demokrasi kalesi rolünü asla üstlenemez. 
Liderleriyle müzakere edilerek militanlarının olabildiğince geniş bir siyasi afla dağdan inmelerinin, silahlı mücadeleyi bırakıp sivil, siyasi mücadeleye katılmalarının yolu açılmadan da silahlı isyanı bitirmek mümkün olmayacaktır. 

Deniyor ki, PKK'nın amacı devlet içinde devlet olmak, Kürtler üzerinde vesayet kurmaktır. Evet, PKK'nın en azından bir bölümünün, KCK örgütlenmesinin de 
amacı bu olabilir. Kürt sorunu çözülür, silahların susması ve terk edilmesi sağlanır, Kürtler bütün farklı sesleriyle siyaset sahnesinde özgürce yer alırsa, kim onlar üzerinde vesayet kurabilir ki? O zaman PKK'yı bizzat Kürtler 
bitirecektir. Zaten PKK'yı ancak Kürtler bitirebilir (51). Kimsenin eli silahlı bir örgütle mücadele yapılmasına itirazı olamaz. Mesele PKK nede Kürt sorunu.. Ancak şu soruyu da göz ardı etmeyelim; bu mücadelenin sonunda 
nasıl bir Türkiye doğacak? Tecrübeyle sabit; PKK ile mücadele devletin de toplumun da kimyasını bozuyor. Mücadelenin süresi, araçları, psikolojisi herkesi derinden etkiliyor. Bizi başkalaştırıyor. Demokrasiyi zayıflatıyor, hukuku zedeliyor, çoğulculuğu öldürüyor. Yani yaşadığımız ‘çevre’yi boğucu hale getiriyor. Milliyetçilikler yükseliyor, hoşgörüsüzlük ve güvensizlik artıyor. Sonunda iş gelip bizim ‘nasıl yaşadığımız’a dayanıyor. Bu nedenle, sorun ne PKK ne de Kürt meselesi olarak kalıyor; bizim, hepimizin sorununa dönüşüyor. 
PKK saldırdıkça özgürlükler vazgeçilebilir, hukuk esnetilebilir görülüyor insanlara. Devlet de, toplum da sertleşiyor. Dün ‘açılım’ politikasına destek verenlerin 
büyük bir kısmı bugün ‘açılımın yanlış olduğu’ kanısında. 

Kimse de sormuyor; iyi de ‘açılım’ denilen proje yürütüldü mü ki? Habur ve Tokat’ın ardından açılım adına ne yapıldı? Toplumsal ve siyasal zeminde ‘açılım’ 
yapmanın siyasal riskleri ortaya çıkınca, devlet bu işi ‘tepeden’ Öcalan’la görüşerek halletmeye çalıştı. O da olmadı. Bakın, Öcalan-MİT görüşmesi geçen yıl deşifre olduğunda ‘ne olmuş yani, devlet terörü bitirmek, PKK’yı 
silahsızlandırmak için elbette örgütle görüşebilir’ diyenlerden eser kalmadı şu günlerde. Meselenin güvenlik tedbirleriyle çözülemeyeceğini söyleyenler hemen 
‘müzakereci’ sıfatıyla PKK’ya yapıştırılmaya çalışılıyor. Kısaca, Türkiye daha ‘sert’ bir iklime doğru gidiyor, ağır bir kış yaşayacağız… Bunun siyasal uzantısı BDP’li 
milletvekillerinin ‘dokunulmazlıklarının kaldırılmasına’ varacak gibi. Bir adım sonrası da BDP’nin AYM tarafından kapatılmasıdır. BDP’nin terörle, şiddetle, PKK 
ile arasına mesafe koymadığı sır değil. Bu durum kuşkusuz partinin demokratik meşruiyetini ciddi olarak zedeliyor. Kapatılması kimseyi şaşırtmaz. Peki, iki 
milyona aşkın seçmenini ne yapacağız? Bir diğer soru PKK ile alakalı; PKK nasıl bitirilecek? PKK’nın artan saldırganlığına tepkiler hakikaten çığ gibi büyüyor. Haksız da değil bu tepkiler; siyasetin imkânlarının sınandığı ve de tükendiği düşünülüyor. Tek kalan seçenek olarak da PKK’yı silahla bitirmek görülüyor. Tamam da bu, denenmemiş bir yöntem değil ki! Devlet PKK’yı silah yoluyla bitirme stratejisini zaten hiç bırakmadı. Şimdiye kadar 30 binin üzerinde PKK’lı öldürüldü. Hatta eski Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ ‘PKK’yı beş defa 
bitirdik’lerini ilan etti. Ama PKK terör eylemlerine hâlâ devam edebiliyor. 

Bu ortamda söylemesi kolay değil, ama gerçekçi olmak adına sormak zorundayız; PKK şimdiye kadar silah yoluyla bitirilemediyse bundan sonra nasıl 
bitirilecek? Niyetim elbette moral bozmak falan değil; mücadele edilecekse de gerçekçi bir zeminde yapmak lazım bunu. Şunu bilmek gerek; PKK son yıllarda mevcut konjonktürde olduğu gibi uygun bir bölgesel ortamı hiç bulmamıştı. Dün, Profesör Sedat Laçiner dile getirdi; ‘Türkiye bugün dört devletle savaşıyor’: Suriye, İran, Irak ve İsrail. Savaş belki abartılı bir ifade, ama bu dört ülkeyle çok derin sorunlar yaşadığımız, siyasal ve diplomatik çatışma içinde olduğumuz kuşkusuz. Peki, doğrudan fiilî bir çatışmaya girmeden bu ülkelerin bize karşı 
yürütecekleri yıpratıcı strateji neye dayanır? Bu sorunun cevabını hepimiz biliyoruz; PKK. Sonuç şudur; PKK tarihinde görmediği bölgesel desteğe şu sıralar sahip. Hep çatışma içinde olduğu İran bile arkasında. Ne yaparsak yapalım terör maalesef kısa vadede bitmeyecek. Türkiye 

1990'ların psikolojik ortamına geri döndü; ‘PKK’yı neyle ve nasıl bitirirseniz bitirin’ noktasındayız. Bunun sonuçlarını eminim hatırlayanlar vardır. Ne PKK biter ne Kürt sorunu çözülebilir mevcut koşullarda. Korkum, son on yıllık demokratik kazanımların da feda edileceği bir noktaya doğru kaymak. Devlet buna hazır, toplum da hazır hale geliyor (52). 

Dokuzuncu Bölüm PKK Başarabilir mi? 

PKK, Temmuz 2012’den itibaren yeni eylem biçimleriyle bir stratejik hamle deniyordu. Gazeteci ve akademisyen Emre Uslu, en vurucu makalesini’ PKK 
Başarabilir mi? başlığıyla Taraf gazetesinde yazdı: PKK kaynaklarının anlattığı kadarıyla bu stratejik hamlede hedef 2012 yılı içinde “sonuç almak”. PKK’nın almak istediği sonuç ise en azından Türkiye’nin bir bölümünde, örneğin Hakkâri, mümkünse Şırnak, KCK sistemini fiilen uygulamaya koymak. KCK sistemini uygulamaya koyabilmek için öncelikle PKK’nın hedefe koyduğu bölgelerde toplum üzerinde “psikolojik kuşatılmışlık hissi” yaratması gerekiyor. Yani insanlar bu coğrafyada devlet yok PKK var bu nedenle devletin sistemine göre değil PKK’nın sitemine göre kendimi ayarlamalıyım diye düşünmeye başlaması gerekiyordu. 

Bu strateji için Şemdinli kritik bir yer, çünkü Şemdinli halkı çoğunlukla gönüllü olarak PKK sistemini kabul etmiyordu. Bu nedenle de PKK zorla Şemdinli üzerinde psikolojik kuşatılmışlık hissi yaratmaya çalışıyordu. 

Hatta son aldığım bilgilere göre Şemdinli’de PKK’ya müzahir köylere gelen PKK militanları halkı silahlandırmak için köylülere baskı yapmaya başlamışlardı. Köylerde yaşayan gençlere silah dağıtacaklarını ifade edip herkesin PKK’nın dağıtacağı silahları almak zorunda olduğunu belirtmişlerdi. Bir nevi devletin kurduğu koruculuk siteminin benzerini PKK kendine müzahir köylerde kurmak istiyordu. KCK sistemi içindeki öz savunma gücü mantığın biraz daha genişletip 
halkı silahlandırarak burada ben hâkimim duygusunu yerleştirdikten sonra bir halk savaşı başlatmak istiyordu. 

Ancak Şemdinli’de PKK’ya müzahir köylüler dâhil PKK istediğini yapabilmiş değildi ve 2012’de yapamadı, e başarısız yılı oldu. Örneğin, köylerinizde gençler silah alacak diye zorladıkları köylülerin bir kısmı köylerini boşalttı. Bazı köylüler çocuklarının zorla silahlandırılmasını önlemek için çocuklarını Kuzey Irak’a 
gönderdi. 

Bütün bu veriler bize PKK’nın en azından Şemdinli de “sonuç alıcı hamle” için işinin kolay olmayacağını gösteriyordu. Ancak psikolojik kuşatılmışlık hissi yayma noktasında da PKK’nın şimdiden hedeflerine ulaşmaya başladığını söylemek yanlış olmaz. PKK kuşatılmışlık duygusunu genişlettiği için 2011’de yapılan operasyonlarla devletin eline geçen psikolojik üstünlük PKK’nın eline geçmiş durumdaydı. 2011 yılında faaliyetleri durdurulan “KCK mahkemeleri” ve “vergi” sorumluları harıl harıl çalışıyor ve halkı devletin sistemine değil kendi sistemine göre yaşamaya zorluyordu. Bu zorlama nedeniyle de PKK’ya haraç vermek istemeyen bazı zengin aileler Şemdinli ve Hakkâri’nin ilçelerinden göç etmeye hazırlanıyordu. Hatta bazıları göç etti bile. Bu açıdan bakıldığında, evet, PKK en azından kendi psikolojik ortamını yaratma noktasında başarılı oluyor  denebilir. Ancak psikolojik ortam yaratıp bunu muhafaza edebilmek çok zor bir iştir. Bir operasyonda verilecek büyük kayıplar, devletin Uludere öncesindeki nokta operasyonları konseptine yeniden dönmesi bu havayı tekrar tersine çevirebilir. 

PKK’nın hedeflediği sonucu alıp alamayacağına ilişkin değerlendirilmesi gereken diğer faktör kuşkusuz Suriye’nin içinde bulunduğu durumdur. Eğer Suriye’deki 
mevcut kaos durumu bu şekilde devam ederse, yani taraflar yenişemezse, ve Esad iktidarını bir süre daha korumayı başarışa, örneğin bir iki yıl, bu PKK’nın elini kolaylaştıracaktır. En azından Suriye’de kurduğu PKK devleti sayesinde terörü batı bölgelerine kaydırarak Hakkâri civarında kurduğu psikolojik iklimi koruyabilirdi. Nitekim 2012’de gerek Antep gerekse Kayseri Pınarbaşı’nda patlayan bombaların Suruç ile ilişkisi çok dikkate değer bir ayrıntıydı. Ne oldu da Suruç birden bire PKK’nın otomobil bombalarıyla yaptığı eylemlerin 
merkezi hâline geldi? 

Bu soruya cevap vermek için Suruç’un karşısında yer alan Kobani’nin uzun bir süredir PKK’nın Suriye’deki kolu PYD’nin kontrolünde olduğunu hatırlatmak  gerekiyor. Davutoğlu ve Beşir Atalay Kobani’de olanları küçük göstermeye çalışıyor ama etkisi Antep’ten, Kayseri’den hissediliyor. Yani Antep’te, Kayseri’de ve önümüzdeki dönemde Urfa, Hatay, Maraş, hatta İstanbul, Ankara gibi büyük şehirlerde patlayacak bombaların izleri Kobani’den, Afrin’den çıkacaktır. Bu yönüyle bakıldığında PKK şimdiye kadar başaramadığını başardı; terörü ülkenin batısına yayarak psikolojik kuşatılmışlık hissini derinleştirdi denebilir. 

Son olarak, PKK’nın başarısı biraz da devletin toplumsal duyarlılığı nasıl yönetip yönlendireceğiyle ilgilidir. Görüldüğü kadarıyla devlet PKK’nın psikolojik 
kuşatma hamlesine karşı hazırlıksızlık yakalanmıştı. Nitekim Şemdinli’de iki hafta süren çatışma döneminde toplum PKK propagandasına maruz kaldı. Buna karşı 
devlet etkili bir açıklama bile yapamadı. Özellikle twitter’ın bu kadar etkin olduğu bir yerde bilgi saklayarak, yalana dayanarak toplumsal dalgayı yönetmeye 
kalkarsanız bu ters teper. Devlet tam da bunu yapmaya çalışıyordu. Bu da devletin hazırlıksız olduğunu gösteriyordu. 

İşte PKK devletin bu hazırlıksızlığını kendi avantajına dönüştürerek yaptığı eylemleri twitter gibi sosyal medyada köpürterek toplumsal yarılma sağlamaya 
çalışıyordu. Kürt-Türk çatışmasının fitilini ateşleyici eylemeler yapıp bunları twitter’dan paylaşarak Türkleri Kürtlere karşı kışkırtıyordu. Zira muhtemel toplumsal tepki ile Kürtler ile Türkler arasındaki duygusal bağ tamamen kopacak bu da PKK’nın Devrimci Halk Savaşı hamlesini kolaylaştıracaktır. 

Doğrusu PKK’nın başarıya ulaşmasını sağlayacak en zayıf halka da burası. Bir toplumsal çatışma PKK’nın istediği sonucu alması sürecini hızlandıracaktır (53). 

Kürtçe yayın sayısını merak ediyor musunuz? Evet ben de ediyordum. Bu nedenle de araştırdım ve belli rakamlara, verilere ulaştım. Belki bunları sizinle 
paylaşmam, sizin merakınızı da giderir düşüncesi ile hareket ettiğim için, bu makaleyi kalem aldım. 

Şöyle ki; 

1. Yazılı basında ve televizyon kanallarında, Kürtler ve Kürtçe konusunda bilgisi olan olmayan hemen hemen herkes yazıyor, konuşuyor. Yaşamı boyunca Doğu / Güneydoğu Anadolu bölgelerine adımını dahi atmamış olanlar bile Kürt meselesikonusunda “uzman” olup televizyonlara çıkabiliyor. Söz konusu zevat,Türkiye’deki bunca değişime rağmen, hâlâ “Kürtçe üzerinde baskı ve engellerin varlığından” bahsedebiliyor. Bu zatların hangi zaman diliminde yaşadıklarını gerçekten merak ediyorum. 
2. TRT-6'nın günde 24 saat Kürtçe yayın yaptığı, Mardin, Muş, Diyarbakır vs. illerindeki Devlet üniversitelerinde “Kürt Dili ve Edebiyatı” bölümünün açıldığı, ayrıca Kürtçe seçmeli dersin konulduğu, “Kürdoloji” üzerine sempozyumların düzenlendiği, Kültür Bakanlığı’nca Kürtçe kitap neşrine başlandığı,  bazı  Valiliklerce (Diyarbakır, Van vb.) vatandaşları bilgilendirme amaçlı Kürtçe afişlerin asıldığı, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın izniyle bölgedeki camilerde Kürtçe 
hutbe / vaazların verildiği bir dönemde, hâlâ baskı, yasak ve engellerden söz edilebiliyorsa, bunda bir art niyet aramak gerekir. 
3. Öte yandan, Kürtçe öğretim kursu vermek, televizyon /sinema filmi-dizisi çekmek, konser, konferans, sempozyum düzenlemek, kitap, dergi, gazete, broşür, plak, kaset, cd çıkarmak için herhangi bir kısıtlama da yok zaten. 
4. Buna rağmen, “Kürtlerin anadillerini yazmaktan mahrum oldukları” iddiasında bulunanlara sormak lazım: Türkiye’de hâlihazırda 35'ten fazla Kürtçe süreli yayının neşredildiğinden haberiniz var mı acaba? 
5. Merak ettim ve araştırdım. İşte, 2012 yılı itibarıyla Türkiye’de Kürtçe ve Kürtçe-Türkçe çıkan dergi ve gazeteler: Asima, Avesta, Azadiya Welat, Banga Heq li Kelha Amed, Bawerî, Birca Belek, Bîr, Çira, Çirûsk, Dema Nû, Demokratik Modernite, Demokratik Yaşam, Hawara Botan, Hêvîya Jinê,  Hinar,  Jiyan, Kirmanciya Beleke, Mizgîn, Multîkultî,  Munzur,   Newaya Jin, Newede Dersim, Nûbihar, Nûbûn, Nûkurd, Rewşen, Roja Kurd, Serbestî, Şopa Rojê, Tîgrîs, Tîrêjên Tamara, Tîroj, Toplum ve Kuram, Vesta, W, War, Zend vs. 
6. Kürtler konusunda kitap basım-dağıtım işi yapan Kürt yayınevleri de bir haylidir: Alan, Aram, Arya, Avesta, Beybûn, Çetin, Deng, Dilan, Doz, Fırat, Hêvî, Jan, Komal, Koral, Kürt Enstitüsü, Lîs, Melsa, Mem, Müjde, 
Nûbihar, Nûjen, Öz-Ge, Pelêsor, Pêrî, Ronahî, Sîpan, Tevn, Vate, Welat vs. gibi onlarca isim sayılabilir. 
7. Ayrıca birçok Radyo ve TV kanalında da Kürtçe yayın mevcut. 
8. Bu gerçekleri, Kürt meselesi konusunda kendilerini “uzman” diye takdim edenlerin bilgisine sunuyor ve onları birazcık insaflı olmaya davet ediyorum ki; bu da hakkım olsa gerek, değil mi? (54). 

Ergenekon davası, PKK'yı ürkütüyordu. Kürt şair, yazar ve siyasetçi Kemal Burkay, yasaklı olduğu için 30 yıldır İsveç'te yaşıyordu. 2011’de Türkiye’ye döndü. 

Konuşuyor, röportajlar veriyordu. O da Kürt sorununun çözümünü istiyordu. Ama PKK-KCK-BDP çizgisinden çok farklı bir duruşu, söylemi vardı. Burkay, Yeni Şafak gazetesine verdiği röportajda şunları savundu (55): 

"Yükselen barışçı Kürt siyasetine karşı geçmişte, kontrgerilla devreye kondu. Kontrgerilla eylemleri, halka yönelik baskılar, bir bakıma barışçı biçimde gelişen 
mücadeleyi, şiddete yöneltmek için yapıldı. 1960-70'lerde barışçıl ve kitlesel biçimde gelişen Kürt hareketi, 1980'lerde PKK eli ile şiddete yöneldi ve giderek harekete, şiddetin dili ve yöntemleri egemen oldu. PKK bizden sonra sahneye çıktı ve bizleri hedef gösterdi. Bizlere şiddet uyguladı. Bu tavır 1980'lerde de bugün de aynı. Belki yöntemi biraz yumuşadı, ama bakış aynı. "Kürtleri 
ben temsil ederim, benden başkası haindir" anlayışı, bizim diyalog çabalarımıza rağmen değişmedi. 

(Kürtler, PKK vesayetinden kurtulmaya, bunu talep ve ısrar etmeye hazır mı?) "Şimdilik bu yönde kitlesel ve çok etkili bir hareket yok. Kitlelerin gönlünde olsa da bu, henüz söze ve eyleme yeterince dökülmedi. Çünkü silahların sesi, kitlelerin sesini bastırıyor. Onların taleplerini, duygu ve düşüncelerini özgürce dile getirmeyi engelliyor. Bana göre bir korku var. 

"Tabii ki açılım ve çözüm sürecindeki duraklamada, AK Parti'nin yalnız kalmasının payı büyük. Bu süreçte CHP ve MHP'nin açılıma destek vermemesini, siyaseten haklı bulmasam da anlayabilirim, ama beni asıl hayal kırıklığına uğratan BDP ve PKK oldu. Onlar ilginçtir, ne demokratik açılıma ne de Ergenekon davalarına yeterince destek vermediler. 

"Ergenekon davası ürkütüyor. Ergenekon birtakım ilişkilere ışık tutuyor. Bu ilişkiler ağının açığa çıkmasından korkuldu herhalde... Ergenekon hem devletin 
içinde örgütlenmiş, hem de solun ve Kürt hareketinin içine elini uzatmış. Ergenekon ortaya çıkarken bu kesimlerin tedirgin olması veya karşı çıkması ancak böyle izah edilebilir. 

"PKK'nin eylemsizlik ilan ettiği dönemde ordu, AK Parti'nin açılım politikalarına rağmen operasyonlara devam etti. Operasyonların durduğu zamanda bu kez 
Reşadiye olayı, Dörtyol ve Kastamonu olayları oldu. Bunlar kuşkulu ve çözüm sürecine hizmet etmeyen eylemlerdi. Hele 12 Haziran seçimlerinden sonra BDP'nin boykotu, PKK'nin ise eylemlerini tırmandırması son derece yanlış oldu. 

(1999-2004 arasındaki çözüm şansı vardı. Kullanılamadı mı sizce?) "Demek ki dağda PKK'lı silahlılar olmasını istediler. PKK'yi yedekte tuttular... 
Kanımca en başta PKK'yi Güneyli Kürtlere, yani Kürdistan Federe bölgesine karşı kullanmak için. Biliyorsunuz geçmişte de PKK birçok kez (1992, 1995 ve 
1997'de) Güneyli Kürtlere, KDP ve KYB'ye karşı savaştı. Bunda Kürtlerin hiçbir çıkarı yoktu, ama özellikle Suriye ve İran'ın etkisiyle PKK bu işe sürüklenmişti. Nitekim bir ara Karayılan'ın kendisi, 'Türkiye bizim Güneyli Kürtlerle 
savaşmamızı istiyor' diye açıklama yaptı. Öcalan bir keresinde görüşme notlarında, 'Benimle görüşen subay, tüm gerillaları güneye geçirme, 500 kadarı içerde kalsın, lazım olur' dediğini açıklamıştı. Nitekim lazım oldu da. PKK 1999-2004 döneminde silahlı eylemleri durdurmuştu. Ama AK Parti'nin seçimleri kazanıp hükümet kurmasından itibaren durum değişti. 

"AK Parti'ye karşı Ergenekon, Sarıkız, Ayışığı vb. bir dizi darbe planının devreye konduğu dönemde, daha önce 'hata yaptık, silahları tümden bırakıyoruz' diyen Öcalan ve PKK, 1 Haziran 2004'te yeniden silahı devreye soktu. Bu dönem, tam da AK Parti'ye karşı cunta hesaplarının yapıldığı dönemdir. Belli ki derin devlet, AK Parti'ye iktidar olanağı vermemek, hem Kürt sorununun çözümünü hem de Türkiye'nin AB üyeliğini ve demokratikleşme sürecini engellemek, başka bir deyişle statükoyu korumak için harekete geçti..." (56). 

“Kürt sorunu çözülürse PKK biter mi?” konusu Türk ve Kürt aydınlarının sürdürdüğü bir tartışma. Star gazetesi yazarı, liberal düşüncenin önde gelen isimlerinden Berat Özipek ile en önemli konuda hemfikiriz. 
Demokratikleşme ister PKK’yı zayıflatsın ister güçlendirsin olmazsa olmaz bir zorunluluktur. Bu nedenle tartışmamız biraz daha teknik bir alana iniyor. 
Demokratikleşme PKK’yı güçlendirir mi zayıflatır mı? Kürt sorunu uzmanı Emre Uslu, 2004 yılından bu yana PKK’yı canlı tutan şeyin antidemokratik uygulama lar değil güçlü PKK network’u olduğunu savunuyor. Bu konuda Emre ile de aynı düşüncedeyiz. Özipek ise demokratikleşme olmadığından PKK’nın kitle desteğinin devam ettiğini demokratikleşirsek PKK’nın kitle desteğinin zayıflayacağı görüşünde. Tartışmamızın esası burada odaklanıyor. Özipek’in son argümanlarını 
(http://haber.stargazete.com/yazar/sorun-cozulurse-pkk-
biter-mi/yazi-688452) linkten okuyabilirsiniz. Emre Uslu’ya göre tartışmanın doğası gereği biraz ETA’ya odaklanmak durumundayız. 

ETA ile PKK arasında paralellikler kurabilir miyiz? Özipek ETA’nın bitiş hikâyesini anlatırken demokratikleşme sayesinde ETA’nın bölündüğünü ve marjinalleştiğini, ana gövdenin siyasette kaldığını, 30 yıl süren ETA’nın eski ETA’dan farklı  olduğunu ve daha küçüldüğünü anlatıyor. Doğru, ETA’da bölünmeler oldu ama bu bölünmeler Özipek’in anlattığı gibi demokrasiyle ilgili değil ETA’nın stratejik 
tercihleriyle ilgiliydi. ETA’da ilk bölünme Özipek’in de vurguladığı gibi 1974 yılında oldu. Büyük grup (ETApm) strateji olarak demokratikleşmeyle 
birlikte “Siyasi ve askerî bir strateji izleyip bir yandan siyasette var olurken bir yandan da militan eylemler yapmalıyız” diyordu. 
Daha küçük olan grup (ETAm) ise “hayır siyaset mücadelenin özüne zarar verir çünkü kıt kaynaklarımızı iki alana da dağıtmak zorunda kalırız” diye karşı çıktı ve sadece silahlı mücadeleyi savundu ve “siyasete girerseniz askerî eylemler anlamsızlaşır” diye itiraz etti. 

BU BÖLÜM DİPNOTLARI;

50 Miroğlu, Orhan. İşte Miroğlu’nun sansürlenen o yazısı. 
Rotahaber.com. 04.09.2012. 
51 Alpay, Şahin. Zaman Gazetesi, 19.11.2011 
52 Dağı, İhsan. ‘PKK’yı neyle ve nasıl bitirirseniz bitirin’. Zaman. 4.09.2012. 
53 Uslu, Emre. PKK Başarabilir mi? Taraf gazetesi. 25.08.2012. 
54 Aytaç, Önder. Anadolu’da Kürtçe Yayın Sayısı. Rotahaber.com. 28.08.2012. 
55 Aksoy, Murat. Yeni Şafak gazetesi. Kemal Burkay’la röportaj. 17.11.2011. 
56 Gülerce, Hüseyin. Ergenekon davası, PKK'yı ürkütüyor. Zaman Gazetesi. 18.11.2011. 

15 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder