PKK - CUMHURİYETİ VE AK - PARTİ., BÖLÜM 15
13 Eylül 1974 yılında Madrid’de Polis karakoluna bitişik bir restoranda patlatılan bomba ayrışmayı hızlandırdı. ETA müşterilerinin çoğunun polis olduğu varsayımıyla bombayı patlattı ve 13 kişi öldü. Bunlardan beşi çocuktu ve sadece bir tanesi polisti. Bu olay ETA içinde büyük tartışmalara neden oldu. Zaten stratejik tercihlerde ayrışan iki grup farklı yollara gitti ve ETApm ve ETAm olarak ikiye bölündü. Keşke PKK’nın içinde de siviller ölünce böyle tartışma olsa ama PKK’da böyle tartışmalar olmaz çünkü PKK’nın kodlarında demokrasinin ’D’si yoktur. Bu nedenle demokratikleşmenin PKK’yı zayıflatacağı tezi yanlıştır.
Özipek ve tabii ki birçok aydın da bu bölünmeyi demokrasiyle ilişkilendiriyor. Eğer Özipek’in anlattığı gibi bölünme demokrasiyle ilgili olsaydı bölünme 1974 yılında değil demokrasiye geçişin olduğu 1978 ve sonrasında olması gerekirdi.
Nitekim Batılı analistler de ETAm’in haklı çıktığını, Özipek’in anlattığının aksine, siyaset ve terör eylemlerini birlikte götürmeye karar veren ETApm’in rakamsal olarak ETAm’den daha büyük olmasına rağmen silahlı mücadeleyi uzun süre devam ettiremediğini, 1977 yılında kendi içinde bir bölünme daha yaşayarak ETApm’in içindeki askerî kanadın örgütten ayrılarak ETApm’in daha küçüldüğünü ve etkisizleştiğini vurgular. Bu süre içinde sadece askerî stratejiyi seçen
ETAm’in ise militan ve silah gücü olarak daha güçlendiğine 1978 yılından itibaren eylemlerinin büyük tırmanışa geçtiğine ve silahlı mücadelenin dominant grubu
olduğuna vurgu yapar. Rakamlar da bu analizi doğrular. Ayrılmadan önceki ETA’nın askerî kanadı üyelerinin toplamda daha az olduğunu, demokrasiye geçişin de olduğu 1978 yılında bu rakamın 300/350 civarında olduğunu, daha sonraki yıllarda bu rakamın 500’e kadar çıktığını biliyoruz. Yani demokratikleşme ETA’ya katılan hard-core militan sayısını azaltmadı arttırdı.
1982’den itibaren ise ETA’ya katılan militan sayısında bir azalma görülüyor. Çünkü örgütün artan eylemleriyle birlikte İspanya kolluğu da hızlı bir şekilde tutuklamalar yapıyor. Bu dönemde tutuklanan ETA üyelerine bakıldığında çok sayıda tutuklamanın olduğu görülüyor.
Çok kısa bir süre içinde çok fazla ETA üyesi ve sempatizanı tutuklanınca örgüt yeni eylemci bulmada zorlanıyor. Yeni örgüte katılım çarkı yavaşlatılıyor. ETA
asıl darbeyi, Özipek’in söylediği gibi demokrasiyle değil, bizzat polis operasyonuyla 29 Mart 1992 tarihinde alıyor. Bu tarihte ETA’nın tüm liderleri Fransa’nın güneyinde tutuklanıyor. Bu gerçeği ETA üzerine çalışan tüm
kaynaklar teyit ediyor. Bu tarihten sonra örgütün kendisine gelemediğini ve ana gövdeyi oluşturan militan sayısının yüzlerin altına düşütünü ve etkisizleştiğini biliyoruz. ETA’nın yeni eleman kazanımı ve varlığını sürdürmek için tıpkı PKK gibi geniş bir network ağı kurduğunu ve bu sayede 30 yıldan fazla yaşadığını biliyoruz. Sanırım buna Özipek de itiraz etmez. ETA’nın network’unu zayıflatan
asıl darbenin de 1998 yılında İspanyol hâkim Garzon’un başlattığı bizdeki KCK operasyonlarının çok daha kapsamlısı operasyonlar zinciriyle ETA ile legal alanda çalışan tüm diğer network’ların arasında kurduğu ilişkinin belirlenip network’un illegal ilan edilip tüm üyelerinin tutuklanması ile birlikte, network’un çökertilmesi sayesinde olduğunu tüm literatür yazar. Eğer Hâkim Garzon’un yaptığı operasyonun oransal olarak bir benzeri bizde yapılsaydı; yani KCK operasyonları tüm PKK network’unu çökertecek biçimde ve tabii ki daha hassas yapılsaydı bugün PKK network’u çalışmazdı ve PKK çok zorlanırdı. Ancak devletin içindeki müzakereciler ve aydınların katkılarıyla bu operasyonlar durduruldu Uludere’de bilerek öldürülen köylülerle de dağdaki militanlara yönelik operasyonlar durduruldu PKK’ya can suyu verildi.
Özipek teorik bir argümanla konuyu demokrasiyle ilişkilendirip, demokrasiyi bağımsız değişken gibi anlatıyor. Bu nedenle de ETA’nın militan yapısına ve çelik çekirdeğine bakmıyor. ETA’ya yönelik toplumsal destek azaldığı için ETA zayıfladı diyor. Oysa rakamlar da Özipek’i doğrulamıyor. 1978 yılında tam olarak siyasete giren, Özipek’in büyük ETA’yı şiddeti bitiren ETA olarak tanımladığı ETA’nın siyasi kanadının aldığı oy oranları demokrasi olgunlaştıkça artmadı. Aksine hep aynı kaldı hep yüzde 10 civarında, 150 bin civarında kaldı. Bir tek 1998 yılında oylarını 224 bin civarına çıkardılar, o da seçimlerden bir ay önce ateşkes ilan edildiği için. Yani ETA’ya destek veren kor sempatizan kitlenin siyasal
tercihlerinde artma veya azalma yok. Bu nedenle de Özipek’in argümanı doğru değil.
Eylemsellik rakamlarına bakıldığında da Özipek’in argümanını destekleyen rakamlar yok. ETA’nın eylemleri demokrasiye geçiş döneminde 78-81 yıllarında tavan yapıyor. Bunu Özipek mantıklı bir tez ile açıklayabiliyor.
Ancak Özipek’in açıklaması gereken iki farklı dönem daha var. ETA eylemleri 1987 yılında ve 1991-92 yılında da tırmanışa geçiyor. Eğer ETA’nın eylemleriyle
demokratikleşme arasında bir ilişki olsaydı demokrasiye geçişten sonra süreli bir azalma olması gerekirdi ve sonunda bitişi görmeliydik. Oysa ETA eylemlerinin 92 yılında liderlerin tutuklanmasından sonra birdenbire düştüğünü görüyoruz ki bu da benim argümanımı daha çok doğruluyor.
Peki, ETA neden bitti? Elbette demokratikleşmenin ve insanlara farklı kanallar sunmanın etkisi olmuştur ama ETA’nın network’u çökertilmese ETA bugün de devam ederdi. ETA’nın çöküşünü anlamak için onun uyguladığı üç farklı stratejiyi anlamak gerekiyor. Kuruluş 1977 (ayaklanma), 1978-92 (yıldırma savaşı) ve 1992-2003 (Ulusal Cephe ya da Demokratik alternatif) stratejisi. ETA
1977’ye kadar ayaklanma savaşı yürüttü. Ancak özellikle ılımlı Bask milliyetçilerinin ve diğer partilerin destek vermemesi nedeniyle bu strateji başarıya ulaşamadı. 1978-1992 arasında ETA da tıpkı PKK gibi, “silahlı
mücadelenin amacını düşmanı yenmek değil, bu mümkün de değil, ama uzun süren savaşla onu bıktırıp istediğimiz bölgeden çekilmesini sağlamak olarak” benimsemişti.
Bugün PKK’nın kabul ettiği 4. Stratejik Mücadele’nin mantığı ETA’nın uyguladığı stratejisiyle aynıdır. Bu yüzden AKP’yi bıktırıp bölgede izole edip çekilmesini
veya taleplerine evet demesini istiyor. ETA 1978 yılında tıpkı PKK gibi neredeyse bire bir şartlar sürmüş ve stratejisini devleti bu şartları kabul ettirmeye zorlamak olarak belirlemişti. Bu şartlar, kendi kaderini tayin hakkı, hapisteki ETA üyeleri için af, Bask bölgesi için anayasal garanti, ve İspanyol güvenlik güçlerinin Bask ülkesinden geri çekilmesi.
1988 yılında tıpkı PKK ve bugünkü bazı müzakerecilerin dediği şeyi söylüyordu ETA: “Biz İspanya’yı yenemeyeceğimizi biliyoruz. Bu bizim hedefimiz de değil.
Ancak şunu da biliyoruz İspanya’da bizi yenemez.” Yine devlet ile ETA arasında 1975 yılından başlayıp 1976, 1977 yılında devam eden ve 1983 yılında sıklaşan görüşmeler oldu. ETA bu görüşmeleri yapan İspanya hakkında ne düşünüyordu? “İspanya zayıf olduğu için bizimle barış görüşmesi yapmak istiyor.” Tam da bu nedenle her görüşme öncesinde veya sonrasında tıpkı PKK’nın yaptığı gibi elini güçlendirmek için eylem yapıyor, insanları öldürüyordu.
ETA bu eylemleri yaparken hükümete güçlü olduğumuzu göstermeliyiz onları bıktırmalıyız ki istediğimizi alalım düşüncesiyle yaptı. Yoksa ETA’nın
içinde bir bölünme yoktu ve savaş isteyenler bu eylemleri yapmıyordu. Tıpkı PKK’nın devletin 2. Müzakere girişimi başlatmayı planladığı ve Avni Özgürel ile 2012’de zemin yokladığı haziran ayından hemen sonra eylemleri
tırmandırması gibi.
ETA 1992 yılında liderleri yakalandığında yeni stratejisini ilan etti: “Demokratik Alternatif” (Ulusal Cephe). Buna göre devletle görüşüp pazarlıkla istediğimizi
almak yerine Bask bölgesindeki diğer Basklılar ile birleşip taleplerimizi tüm Basklıların talebi olarak sunalım.
Böylece devlet bu toplumsal talebe karşı çıkamayacaktır düşüncesini geliştirdiler. Bu strateji çerçevesinde özellikle siyasileri hedef alan eylemler yaptılar. Demokratik alternatif size de tanıdık geldi mi? PKK da 2005’ten itibaren Demokratik Özerklik ilan edip DTK ile ulusal cephe kurmaya çalışmıyor mu? Ancak özellikle 1998 yılında Garzon’un ETA network’una başlattığı operasyon
ile 9/11 ortamı birleşince ETA liderleri de zaten hapiste olduğundan ETA bitti. Yoksa ETA’ya destek veren tabanda hiçbir değişiklik olmadı hep yüzde 10 civarında kaldı ve demokrasi Özipek’in anlattığı gibi ETA’ya desteği azaltmadı. ETA’yı bitiren şey demokratikleşme değil uyguladığı üç farklı stratejinin de işe yaramaması ve zaman içinde anlamsızlaşmasıydı. Ayrıca ETA, bu stratejiyi uygularken devletin dayanıklılığının ne kadar olacağını hesaplayamadı. Kısaca İspanyol devleti ETA’nın beklediğinden daha dayanıklı çıktığı için ETA 30 yıl
içinde eridi.
Oysa bizde devletin en azından stratejik aklı kayış atmış durumda ve PKK’yı bitiremeyiz diye inanmış. Siyasetçileri de inandırmış durumda. İşte bu düşünce
PKK’yı azdıran ve Devrimci Halk Savaşı’nı cesaretlendiren temel düşüncedir. Eyleminden stratejisine
PKK il ETA arasında ne kadar da paralellikler var. Ne kadar da tanıdık değil mi? Fark bu gerçeği göremeyen, aynı yanlışları illa da yapmak zorunaymışız gibi bize yaşatan ve yaşatmak isteyen yöneticiler ve aydınlarda sanırım. ETA’ya dair bilgiler Cuenca’nın “The persistence of nationalist terrorism: The case of ETA” adlı makalesinden özetlendi (Uslu, 2012).
Berat Özipek ve Murat Aksoy, Emre Uslu’nun ETA yorumuna itiraz ediyorlar. Özipek “Demokratikleşme konusunda ısrarla ve inatla yoluna devam eden sivil
hükümet kazandı. ETA’nın taban desteği zayıfladı, örgütün ana kütlesi silah bıraktı. Tamam, ETA adlı bir örgüt saldırılarına daha yıllarca devam etti. Ama o ETA, artık o baştaki büyük ETA değildi” diyor. Doğru 2010 yılına geldiğinde ETA’nın desteği azaldı ancak buraya gelene kadar otuz yıl geçti. Kürt sorunu çözülürse PKK biter mi sorusu her Türk vatandaşının sorduğu bir soru.
Emre Uslu bu soruya ve Özipek’in argümanına şöyle yanıt veriyor: Demokratik anayasadan sonra ETA 30 yıl daha varlığını sürdürdü. Özipek’in argümanı doğruysa şu soruya tatmin edici bir cevap vermesi gerekiyor: ETA’nın
gücünün zayıflaması neden demokratik anayasanın kabulünden sonraki 15-20 yıl gibi uzun bir süre içinde gündeme gelmedi de 2001 yılından sonra oldu bu?
Cevabını Uslu veriyor: ETA’nın desteğini yitirmesinin nedeni 2001 yılındaki kritik 9/11 saldırılarıdır. El-Kaide’nin New York’taki terör saldırılarıyla bir anda tüm
dünya Amerika’nın önderliğinde terör örgütlerine karşı bir duruş sergiledi ve şiddetin meşrulaştırılması dönemi kapandı. Yani artık benim teröristim senin özgürlük savaşçın algısı yıkıldı. Bu dönemden sonra özellikle AB ve ABD terör örgütleri listeleri çıkardı. Bu listelerde ETA’da vardı. Hatırlayın bu konjonktür PKK’yı da etkilemişti.
Özellikle 2004 yılındaki El-Kaide’nin Madrid bombaları İspanya’da terör algısını kökten değiştirdi. Artık insanlar Bask bölgesindekiler de dâhil terörün
korkunç yüzünü global ölçekte gördü. 2004 Madrid bombasından sonra da tüm Avrupa gibi İspanya’nın gündeminde kendi lokal problemleri değil “ithal
problemler” oturdu. Avrupa artık özellilikle Müslüman dünyadan gelen göçmen sorunu ve bununla ilişkilendirdikleri terör sorununu bir numaralı gündemlerine oturttu. Bu da hâliyle ETA’nın arada bir yaptığı eylemleriyle gündemde tutmaya çalıştığı ana gündemi bastırdı ve ETA’nın argümanlarını anlamsızlaştırdı. ETA’nın silah bırakma sürecine giden 2006 yılındaki ateşkes ilanının 2004 yılından sonra
gelmesi çok tesadüf olmasa gerek.
Bu noktada bir hatırlatma daha yapmak gerekiyor: PKK’dan farklı olarak ETA hiçbir zaman kendisinden farklı partileri tehditle yok etmedi. 1979 seçimlerinden beri Bask bölgesinde seçimlere giren ve önemli miktarda olan en az beş farklı parti var ki ETA’nın desteklediği partiler genellikle üçüncü sırada geliyor oy oranlarıyla. ETA’ya desteği azaltan network’lar işte Bask bölgesinde her zaman ETA’dan fazla oy alabilen diğer partilerdi.
Ayrıca ETA’nın desteğinin azalmasına neden olan en kritik olay 2006 yılındaki Madrid Havaalanı bombasıydı. Hapisteki 400 ETA militanının yerlerinin değiştirilip Bask bölgesine daha yakın hapishanelere taşınması görüşmelerinin yapıldığı dönemde patlatılan o bombadan sonra ETA’ya destek veren parti ETA ile arasına mesafe koydu. Bu saldırıdan sonra ETA’nın siyasi kanadı ipleri eline aldı ve askerî kanadın söz söyleme üstünlüğü zayıfladı. Bu da ETA’ya verilen halk desteğini azalttı.
Bizde durum böyle mi? Silvan saldırısından sonra BDP’nin bırakın PKK’ya mesafe koymasını PKK’nın sözcülüğünü yaparken hangi bilimsel veri ile
demokratikleşme PKK tabanını zayıflatır diyorsunuz? Yeniden söyleyeyim, ETA’dan farklı olarak PKK alternatif hiçbir parti veya network’a izin vermiyor. O
hâlde demokratikleşmenin yeni network’ların oluşumunu sağlayacağını, bunun da PKK’nın tabanını savunacağı argümanı (Murat Aksoy’un argümanı) tamamen
temelsiz. Zira mevcut demokratik ortamda bölgede PKK’ya alternatif partilerin ve network’ların oluşumun engelleyen şey Türk devleti değil PKK. Demokratikleşme daha da gelişirse PKK’nın vicdanı mı kabaracak da alternatif network’ların oluşumuna izin verecek? Ayrıca PKK neden buna izin versin?
ETA’nın zayıflamasında 2001 sonrasındaki polis operasyonlarının azımsanmayacak etkisi vardır. Bir nevi bizdeki KCK operasyonlarının benzerini İspanya hükümeti yapmış Fransa’nın da desteğiyle ETA’yı bitirme noktasına gelmiştir. Silah bırakma pazarlıkları da bu sürecin sonunda ETA’nın bileği bükülüp dışarıda sadece 30-50 arasında aktif ETA militanı kalınca başlamıştır.
Pazarlıkların içeriği de bizdeki gibi bölgeyi KCK’ya bırakmak üzerine değil, ETA tutuklularına bir af sağlanıp sağlanmayacağı üzerine yürütülüyor. Özetle 11 Eylül sonrası ortamında değişen uluslararası ortam ETA’nın argümanlarını anlamsızlaştırdı ve ETA’nın desteği azaldı. ETA’nın bitiş süreci (salt) demokratikleşme sayesinde değil (öyle olsa 2001 öncesi 20 yılda bitmesi lazımdı) 2001 sonrasındaki konjonktürü İspanya hükümetinin iyi kullanıp etkili polis operasyonlarıyla ETA’nın bileğini bükmesi sonucunda akıllı bir pazarlık süreci yürütmesiyle mümkün olmuştur. Demokratikleşme PKK’nın tabanını
zayıflatır diyenlerin bir diğer tezi şu: “PKK’nın kullandığı argümanları demokratikleşmeyle elinden alırsanız PKK hangi gerekçeyle dağda kalacak?
” Bunu düşünenler PKK’nın toplumsal taleplerden doğan bir argümandan
dolayı dağda kalmasını meşrulaştırdığını sanıyor. Oysa durum tam tersidir. PKK Kürt toplumuna kendi argümanlarını dikte ediyor, kabul ettiriyor. Yani bir
argümanlar manzumesinin sonucu değil bizzat argümanların üreticisi. Dolaysıyla taleplerin de üreticisi. Hatırlayın 2002 yılında Kürt sorununda tek argüman vardı OHAL’in kaldırılması. Anadilde eğitim diye bir argümanı yoktu halkın kafasında. Sadece Kürtçe yayın hakkı gibi bir argüman vardı. Peki, kim üretti anadilde eğitim argümanını? Tabi ki PKK ve/veya Kürt entelektüeli. Bu bakımdan PKK’nın argümanını elinden almak diye bir şey sözkonusu değil. Demokratik talepleri
karşıladıktan sonra da PKK kendi argümanını üretip dağda kalmaya devam edecektir. Tıpkı Kürtçe tv’lere izin verildikten sonra onları “korucu tv” diye ötekileştirip kendi argümanlarını ürettiği gibi. Bu argümanların üretim kapasitesi toplumsal taleplerin karşılanmasıyla değil PKK network’unun ne kadar etkin çalıştığıyla ilgilidir (57).
Onuncu Bölüm PKK ve KCK Nereye Koşuyor?
Şırnak'ın Cudi Dağı'na yapılan sonbahar 2012 operasyonlarında PKK'nın sapık yüzü bir kez daha gözler önüne serildi. Bu operasyonlar terör örgütü PKK 'nın
sapkın ilişkilerini bir kez daha ortaya çıkardı. Cudi Dağı 'na yapılan operasyonda aralarında Kadınlar Sorumlusunun da olduğu 5 terörist öldürüldü. Kış hazırlıkları yapan teröristlerin mağara ve sığınaklarında aramalar yapıldı. Ele geçirilen malzemeler arasından çıkan doğum kontrol hapları ve benzeri malzemeler kirli
ilişkilerin delili. Bunlar örgüt içindeki ahlaksızlığın ilk delilleri değil. Terörist başının kürt kadınları ile ilgili konuşmaları örgütte nasıl bir iğrençlik yaşandığını ve tesis edildiğini anlatmaya yetiyordu. Terör örgütü KCK 'nın sahte Cuma imamı Abdullah Taş 'ın, kardeşinin eşi K.T. ile sapkın bir ilişkisi ortaya çıkmıştı. İstanbul'da BDP 'nin organize ettiği sivil cuma eylemi ile adını duyuran 5 çocuk
babası Taş'ın, 4 çocuk annesi olan yengesi ile çarpık ilişkisi deşifre olmuştu. Taş'ın bütün yapıp ettikleri iddianamede yerini aldı. İşte terör örgütü PKK ve üst
yapılanması KCK'daki bir başka ahlaksızlık skandalı daha.
İstanbul'da 44 kişinin tutuklandığı KCK operasyonunda, Ümraniye'deki sözde siyaset akademisine de baskın yapılmıştı (58).
Terör örgütü KCK'yı yönetenlerin kadın eğitmenlere tecavüz ettiği ortaya çıkmıştı. Kadın eğitmenin, 'KCK'lı yönetici bana tecavüz etti' diye yazdığı şikâyet mektubu, baskında polisin eline geçmişti. Genç kadın mektupta taciz ve tecavüz mağduru olduğunu anlatıyordu. PKK kamplarından kaçan Nemrut kod adlı bir kadın teröristin itirafları da tüyler ürpertiyordu. Nemrut, Örgüt içinde kadın teröristlere nasıl kötü muamele ve tecavüz edildiğinden bahsediyordu. Örgüt içinde defalarca kadın ve erkek teröristler arasındaki sapkınlıklar gündeme geldi. Terör Örgütünün öne çıkardığı isimlerin örgüt dışında da, Ehl-i namus bölge halkının aile ve kızlarına yönelik cinsel saldırılarda bulundukları daha önce de gündeme gelmişti (59).
Bu arada Hakkâri son teknoloji ürünü "şahin göz "kameralarına kavuştu. Kaşif adı verilen casus balonlarla artık kentte kuş uçurtulmayacaktı. Şehir eşkıyaları ve huzur kaçırmak isteyenlerin işi artık daha zordu. İçişleri bakanlığının desteği ile Hakkari'de kurulan mobese merkezi ve uydu takip sistemi polisin adeta eli ayağı oldu. Sokak ve caddeler adım adım bu merkezden takip ediliyor.
Herhangi bir suç unsuru olduğunda ise anında müdahale geliyor. İl merkezi ve ilçelere 25 şahin göz ve 117 mobese kamerası yerleştirildi. Kameralar gece görüşüne sahip ve kendi ekseni etrafında dönebiliyor. Şahin gözler 10 kilometre ye kadar net görüntü sağlıyor. Nihayet devlet Hakkâri’ye geldi. Kullanılan teknoloji sadece kameralarla da sınırlı değil... İnsansız hava araçları da polis tarafından kullanılıyor. Teknolojinin kullanılmasından bu yana, yasa dışı gösterilerde kayda değer bir azalma var.
Üstelik birçok olay da mobeseler yardımıyla aydınlatıldı. Yüksekova'da Kuran-ı Kerim kursuna malzeme almaya giderken saldırıya uğrayan polis memurunun katilleri kameralardan bulunmuştu. 6 Ekim 2012´de de yol kesen bir grup kameralar sayesinde anında tespit edildi. Uydu takibi ile saklandıkları yer belirlenen şüpheliler yakalandı. Şemdinli ilçesindeki 5 terörist ise böyle yakayı
ele vermişti. Yeniliklerin bu kadarla da sınırlı kalmayacak ve bu mağdur ilimiz Türkiye’ye ait olduğunu hissedecek, şehri kurtarılmış PKK bölgesi yapmak isteyen iç ve dış güçlerin hevesleri kursaklarında kalacaktı. Yakın zamanda
Hakkâri’de Aselsan tarafından üretilen Balonlu Keşif Gözetleme Sistemi kullanılmaya başlanacaktı. Sistem, yüksek irtifadan gerçek zamanlı gözetleme yapılabilecekti.
Uzmanlar teknoloji kullanımının güvenlik açısından hayati öneme sahip olduğunun altını çiziyordu.
KCK'nın eğitim boykotuna karşı çıkan, teröriste karşı öğretmenini koruyan Hakkâri’de eğitim için dev yatırım kararı alındı. 16 anaokulu, 15 ilkokul, 9 lise, 2 spor salonu, pansiyon ve öğretmenevi yapımı için 120 milyon dolarlık
eğitim kompleksi kuruluyordu! Bugün'den Bilal Şahin'in haberine göre Hakkâri'de esnaftan memura, işadamından işçisine, taksiciden öğrenciye, her kesim terör örgütünün baskısından dert yanıyor. Yöre halkı, devletin kendilerine
yüzde yüz güvenlik sağlaması halinde örgüte olan desteğin tamamen kırılacağını vurguluyor.KCK'nın talimatlarına aykırı hareket edenlerin "çocuklarını kaçırırız, dükkânını yakarız" diye tehdit edildiği belirtiliyor. Hakkârililer ilk olarak PKK'nın eğitim boykotuna karşı çıkarak örgüte toplu tepki gösterdi. Şemdinli Bağlar'da öğretmeni silahla tehdit eden teröristlerin karşısında veliler durdu. Ekim ayı
başında boykot nedeniyle öğretmenleri tehdit edip propaganda yapan dört teröristi Bağlar halkının toplu tepkisi geri adım attırdı. Şemdinli merkeze bağlı bir köyde üç defa terörist baskınına uğrayan okulda da veliler gece-gündüz nöbet tutuyor. Okullara yönelik molotoflu ve bombalı saldırılara rağmen eğitim aralıksız devam ediyor. Hakkâri'de eğitimin önündeki engellerden birinin lojman
ve derslik sıkıntısı olduğunu tespit eden İçişleri Bakanlığı gerekli çalışmaları başlattı. Buna göre kentteki okullar kampüs halinde bir yerde toplanacaktı. 120 milyon lira ödenek ile 16 anaokulu, ilköğretim için 79 derslikten oluşan 15 okul, 9 lise, 2 kapalı spor salonu, 20 odalı iki lojman, 300'er kişilik iki pansiyon ve barınma sıkıntısı çeken öğretmenler için 120 odalı öğretmen evi inşa ediliyordu. 2014 yılında bitecek olan eğitim kurumlarının temelleri atıldı. Yüksekova'da da eğitim kampüsü inşa edilecek. Liseler 2014'te bitecek olan kampus çatısı altında
toplanacaktı. Mevcut liseler ortaokula çevrilerek sınıflar en fazla 30 kişilik olacak. Kampüste spor salonu, yemekhane, havuz ve pansiyon bulunacaktı. Güvenlik ve diğer hizmetler ihalelerle özel şirketlere devredilecek.
Eğitim kampüsü uygulaması ilk olarak Eskişehir ve Hakkâri’de faaliyete girecek ardından Türkiye geneline yayılacaktı.
Taş atan çocukların en çok gündeme geldiği Hakkâri ve Şırnak'ta çocukların vakit geçirebileceği bir tek oyun parkının dahi olmaması dikkat çekiyor. Bir lokanta işletmecisi belediyenin özellikle park yapmadığını iddia ediyordu. Hakkâri Belediyesine çocukların vakit geçirebileceği alan yapması talebinde bulunmalarına rağmen herhangi bir cevap alamadıklarını belirtiyordu.
Daha önce İl Özel İdaresi tarafından yapılan parkların KCK tarafından çocuklara hedef gösterilerek kullanılamaz hale getirildiği aktarılıyordu. Bölgenin önemli
sorunlarından biri de yatırım eksikliği. Hakkâri İşadamları Derneği Başkanı Hüseyin Biçer ildeki güvenlik sıkıntısı nedeniyle Hakkârili iş adamlarının bile farklı illerde yatırım yaptığını belirtti. Teşvikte Van, Gaziantep, Batman ve Şanlıurfa ile birlikte 6. Bölge il olmasının büyük dezavantaj getirdiğine dikkat çeken Biçer bu illerle aynı bölgede yer aldıklarından dolayı yatırımın
gelmediğini vurguladı (60).
PKK, uzun zamandır füze temin etme peşindeydi. Bunu 2012 sonbaharından beri başarmış görünüyor. Özellikle son dönemde Suriye üzerinden terör örgütüne
uçaksavar ve füze girişi yapıldı. Bu donanımların iç bölgelere kadar da taşındığı söyleniyor. Duyumların maalesef bu bilgiyi teyit ettiği, KCK‘nın son dönemlerde
özellikle Doçka ve füze tarzı silahları çok temin ettiği bir gerçek. İşin kötü tarafı bunları yurtiçine aktarmış olup, hakim noktalara yerleştirmiş olması. Irak merkezi yönetimine karşı Barzani‘yi ve Esad rejimine karşı Suriyeli muhalifleri açıktan destekleyerek sorunlara taraf olan Türkiye’nin bu tavrına karşılık, KCK bu silahları İran, Irak ve Suriye’den son dönemlerde rahatlıkla sağladı.
Hatta İran PKK’ya doğrudan yardım ederek örgütün bu silahları Türkiye sınırına kadar getirmesine refakat etti. İran’ın her konuda, özellikle silah ve mühimmat
konusunda PKK’ya daha çok yardım ettiği, PKK teröristlerinin İran topraklarından Türkiye’ye geçmelerini güvenle yoğun şekilde sağladığını istihbarat makamları
biliyor. Bugün gazetesinde eski savcı Gültekin Avcı, Kandil’in nereye koştuğunu şöyle betimliyor: Ne gariptir ki bu konuda kamuoyunda daha çok Irak ve Suriye ön plana çıkartılıyor. Bu da devlet içinde konuşlu İran muhiplerinin psikolojik harekâtı olsa gerektir. Bunun yanında; PKK’nın bölgede kaçakçılık yapan
vatandaşlardan şimdiye kadar komisyon adı altında para aldığını biliyoruz.
Bu aşamadan sonra terör örgütünün planlaması değişiyor. Bundan sonra kaçakçılık yapan vatandaşları sınır geçişleriyle mühimmat ve silah taşımada
daha aktif kullanabilecekleri istihbaratı alınmış durumda.
Uludere olayıyla “vahim bir yanılgı”ya itilen devleti yumuşak karnından avlamak istiyorlar. Dolayısıyla terör örgütünün her fırsatta Uludere olayını kaçakçılara
psikolojik baskı aracı olarak kullanabilecekleri güçlü bir ihtimaldir. Belli ki daha sofistike gelecekler. Propaganda faaliyetlerinde Kur’an ayetlerini bile kullanmayı
tasarlıyorlar. Düşünebiliyor musunuz?
Zerdüştlük ayinleri yapıp, İslam’a bin bir hakarette bulunan PKK, mütedeyyin Kürt kitlelerini Kur’an ayetleriyle avlamayı düşünüyor. “Ya tutarsa” kabilinden
akla gelen ve gelmeyen her yolu deneyecekleri besbelli. 2 ay önce Kuzey Irak’ta faaliyet gösteren KCK üst yöneticileri tarafından eleman temin etmek gayesiyle Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi bölgesinde seferberlik ilan edildi.Bu amaçla her evden bir erkek-bir kız olmak üzere acil olarak birer kişinin örgüte çağırıldığı, çocuk olan bu örgüt mensuplarının büyük şehirler başta olmak üzere
çeşitli bölgelere gönderilerek eylem yapacakları duyumları var. KCK emriyle yapılan eylemler sonucunda devletin yaptığı her kanuni düzenleme, KCK cephesinde galibiyet olarak algılanıyor. Vahim olan ise KCK’nın devletin attığı
adımları Kürtler’e yönelik zafer ve propaganda aracı olarak kullanıp, baskıyla oturduğu zemini güçlendirmesidir. KCK okul boykotlarına çok önem
veriyor.
Özellikle bu boykotların Cizre, Şırnak ve Hakkâri‘de mutlaka uygulanmasını istiyor. Okulların boykot edilerek veliler tarafından bir süre işgal edilmesi, öğretmen ve öğrencilerin derse girmemeleri gibi planlamaları ise KCK
Türkiye Meclisi yürütüyor.
Bunlar bir yana, Kandil’in (KCK Yürütme Konseyi) verdiği çok ilginç bir talimat var.Kandil, BDP’li belediyelerden bölgede faaliyet gösteren Gülen Hareketi
bünyesindeki dershane ve okulların deprem yönetmeliklerine uygun olmadıkları, yangın merdivenlerinin olmadığı gibi bahanelerle kapatılmasını istiyor. PKK bünyesindeki "Kürdistan Halk İnsiyatifi" tarafından yapılan 17 Kasım 2012 bildirisinde Gülen Cemaati de özel olarak hedef alındı. Kürtleri resmi eğitim
müfredatını ve okulları şiddetle boykot etmeye çağıran İnisiyatif, Gülen cemaati bünyesindeki dersane ve yurtların “ajanlaştırma ve düşürme” yerleri olduğunu
savundu. Cemaate ait bu kurumların hedef alınması ve bölgeden köklerinin kazınmasını isteyen İnisiyatif, “Özellikle özgürlük mücadelemize bağlı yurtsever Kürt ve demokratik öğretmenler sömürgeci AKP-devletine karşı net tavır almalı, kendi anadilinin öncüsü olmalıdır." dedi.
Hatırlarsanız Karayılan‘ın devletten çok Gülen Hareketi’ne husumet beslediğini gösteren ifadeleri evvelce basına yansımıştı. PKK bunu neden ister? PKK, kardeşlik, hoşgörü, şiddeti reddetmek, gönülleri fethetmek, Kürt çocuklarının idrak seviyesini yükseltmek gibi slogan ve uygulamaların örgütle Kürtler arasına aşılmaz mânialar diktiğini iyi biliyor. Belli ki Türk-Kürt ekseninde ayrılıkları değil asırlara dayanan müşterekleri öne çıkaran Gülen Hareketi’nin eğitim sistemi, kanla beslenen KCK/PKK eksenini zehirliyor. PKK cinnetinin geniş Kürt kitleleri nezdinde kabul görmesini ve meşruiyet kazanmasını engelliyor (61).
Kasım 2012 sonu Pakistan’a giden Başbakan Erdoğan’ın dönüşte uçakta gazetecilere söylediği birkaç cümle bir cilt kitaba denkti. “Silahların susturulması değil, silahların bırakılması” diyor önce ve sonra da ekliyor:
“Silah bırakıldığı andan itibaren başka ülkelere gitmeleri gündeme gelebilir.” Bu sözlerin önünü, arkasını ve aradaki boşlukları uzun uzun doldurmak ve olup bitenlerle ilgili çok kritik sonuçlar çıkartmak mümkün. Birincisi: Demek ki uzlaşma sadece Öcalan’ın yeniden sahneye çıkışı ve açlık grevlerinin sona erdirilmesi ile sınırlı kalmamış.
Masaya oturulmuş ve çözüm için müzakerelere başlanmış. Kiminle? Sahneye Öcalan çıktığına göre onunla olmalı. Peşinen Oslo’daki gibi, İmralı ile Kandil arasındaki ‘network’ün yeniden tesis edildiğini varsayabiliriz.
İkincisi, Başbakan’ın iki cümlesinin gösterdiği üzere bu müzakerelerde PKK, ateşkes karşılığı lider kadronun güvenli bir şekilde bir üçüncü ülkeye yerleşmesi şartını öne sürmüş. Hükümet ise bu şartı kabul etmiş, sadece
“ateşkes” yerine “silahlar bırakma” şartında ısrar ediyor. “Ateşkes” adı üzerinde elinizdeki silahın tetiğindeki parmağınızı çekmeniz; “silah bırakma” ise daha ileri bir adım. Beşir Atalay’ın sözleri aradaki boşlukları doldurmamıza imkân sağlıyor. Yurtdışına çıkacak PKK yöneticisi sayısı 130 civarında. Geri kalanı için eve
dönüşü mümkün kılacak bir genel af planlanıyor. Üçüncü ülke ise Polonya veya Beyaz Rusya. Kısaca Oslo süreci, kaldığı yerden devam ediyor.
Zaman yazarı Mümtaz’e Türköne’ye göre, başbakan’ın sözlerinden öte bu sözlerle kamuoyu önüne çıkmasından çıkartılacak çok önemli bir sonuç var:
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin işbaşındaki hükümeti müzakereyi kamuoyuna açık yürütüyor. Bu şeffaflığın amacı, Kürt, Türk ve uluslararası kamuoyunun baskısını PKK’ya yönlendirmek olmalı. “Devlet terör örgütünü
muhatap almaz” eşiği aşıldığına göre bu yaklaşım tutarlı. PKK’ya gelince: Hükümet ile masaya oturup yönetici kadronun sınır dışına çıkması, geri kalanının eve dönmesi karşılığında “ateşkes” yerine “silah bırakma” şartını müzakere ediyorsa kendi varlık sebebiyle ilgili üç ihtimal söz konusu. Birincisi, “silahlı mücadelede yenildik” tezi. Örgüt, askerî açıdan yenilmiş olsa da, bu gerekçeyi öne sürmez. İkincisi; silahlı mücadelenin gerekçesi olan “red ve inkâr” politikalarının sona erdiğini, böylece amacın gerçekleştiğini söylemek. Silahlı mücadele ile sonuç aldığını ve maksadın hasıl olduğunu öne sürmek.
Üçüncüsü, ikisi arasında bir yer: “Silahlı mücadelenin gerekçeleri devam ediyor. Ama artık bu amaca silahla değil, sivil siyasetle ulaşacağız” tezi.
İki taraf için de doğrusu şu olmalı: Başbakan PKK’ya güvenmiyor. Müzakere masasını ne zaman ve hangi saikle devireceğini kestiremiyor. Reşadiye, Silvan saldırıları bu güvensizliğin gerekçesi olarak yeterli. Ama açık müzakere
yöntemi ile karşı tarafın elindeki argümanları çürütmeyi hesaplıyor. Böylece PKK’nın inandırıcılığını ve itibarını kendi sempatizan kitlesi önünde teste zorluyor. PKK ise, her zaman olduğu gibi kış kampına çekilmiş durumda. Bu
sene askerî hedeflerinden hiçbirini gerçekleştiremedi. “Vur-kal” taktiği ve “devrimci halk savaşı” stratejisi iflas etti. Yaralarını sarmak ve bahara hazırlanmak için bu müzakereleri taktik bir nefes alma aralığı olarak
kullanabilir. Zira bölgede PKK’nın elindeki silahla rol alabileceği diplomasinin şartları hâlâ devam ediyor. Yine de “Ne değişti de, PKK bu sefer silah bırakmaya razı oluyor?” sorusunun inandırıcı bir karşılığı yok. Tersine, uluslararası konjonktür PKK’ya fırsatlar sunuyor. Öyleyse umuda kapılmak için çok erken. Daha henüz işin başındayız (62).
Bizde barış bir kasımpatı gibidir. Kasım ayında açar baharda solar. Barış çiçeğinin açması için her kasımda bir gazeteci Kuzey Irak’tan barış mesajları estirir. Bu kasımda kim gidip özlediğimiz barışı getirecek, diye sormuştum. Hasan Cemal sağ olsun zahmet edip oralara kadar gidip barış mesajları getirmiş. Fakat bu sefer daha kompleks bir barış ışığıyla karşı karşıyayız. Bir yandan
Kuzey Irak’tan geldi barış mesajları öbür yandan da İmralı’dan açtı kasımpatı çiçekleri. Sanırım her sonbaharda oynanan bu barış tiyatrosu inandırıcılığını
kaybettiğinden daha etkili bir senaryoya ihtiyaç duyuldu.
Bu yüzden de uzun bir gerilimden sonra mutlu sonla bitecek bir açlık grevi tiyatrosu kondu sahneye. Sonunda Abdullah Öcalan İmralı’dan haber gönderdi 68 gün süren açlık grevi tiyatrosu son buldu. Bu, “bir gerilim tiyatrosu”ydu çünkü oyunu yazan zaten ne zaman ve nasıl sonlanacağını biliyordu. Başbakan da biliyordu bu tiyatronun detaylarını Abdullah Öcalan da. Zira tiyatroyu
sahneye koyanlar aynı zamanda büyük başarı ile bu süreci sonlandırdık diye kendilerine pay çıkaranlardı.
Sadece önümüzde oynanan ölüm oyununu dışarıdan seyreden bizler tiyatroyu gerçek sandık. Ne Abdullah Öcalan bizim medya kadar ciddiye aldı bu oyunu ne de Başbakan Erdoğan. İkisi de oyunun sonunu biliyordu. Bu arada bu ölüm oyunundan mutlaka ölüm çıkarmak isteyen KCK yapısı da vardı, ancak oyunu yazanlar yan etkileri de göze alarak oynadılar bu oyunu. Örneğin hapishanedeki açlık grevleri yapanların normal açlık grevlerinde alınmayan birtakım vitaminler aldıkları da bizzat yetkililer tarafından açıklandı. Açlık grevindeyken kilo almalar bu nedenledir.
İmralı’dan her seferinde barış ışığı görenler de (bunlara bakılırsa yakında güneş İmralı’dan doğacak) adadan mucize çıkaranlar da şu sorulara neden cevap
vermez: Madem Öcalan ölüm oruçlarına ilkesel olarak karşıydı, açlık grevlerini sonlandırın demek için neden 70 gün bekledi. Adaya koster kalkmıyordu da ondan mı? Oysa Ada’ya inen helikopterin sayısı Kato dağına operasyona giden helikopterin sayısından daha az değildi bu süreçte. Resmî açıklamalara bakılırsa MİT yetkilileri AKP kongresinden önce de sonra da görüştü Öcalan’la. Bu süreçte en az beş görüşme yapıldı. Bu da her hafta bir görüşmeye denk geliyor neredeyse. Yine, Mehmet Öcalan 21 Eylül 2012’de yani açlık grevleri başladıktan on gün sonra görüştü. Ekim ayı içinde biri üst düzey olmak üzere en az üç defa MİT yetkilileri Öcalan ile görüşmeler yaptı. Eğer gerçekten de ışık huzmeleri
arasında gördüğünüz büyük barış mucizesi Abdullah Öcalan ilkesel olarak ölüm orucuna karşıysa neden bu ziyaretlerden birini vesile yapıp açlık grevlerini bitirin mesajı vermedi? Çünkü bu oyunda Abdullah Öcalan’a verilen rol gerilimin zirveye tırmandığı anda ortaya çıkıp bir mucize göstermesi ve bir sözüyle ölümleri durdurup üzerimize barış ışıkları saçmasıydı. Sonrası kendiliğinden
gelecekti ve Öcalan büyük barış adamı olarak yeniden sahneye çıkacaktı. Çıktı da…Peki, bu tiyatro neden yazıldı? Gazeteci ve akademisyen Emre Uslu, bu soruyu şöyle cevaplıyor: Abdullah Öcalan son bir yılda PKK’daki İran eğilimine yakın şahin kanadın kontrolü ele geçirmesinden sonra kendi liderliğini sürdürebilmek için şahinlerden yana tavır koymaya başladı. Öcalan buna
mecburdu, çünkü PKK’ya posta koyup oradan ayrılma lüksü yoktu. PKK Öcalansız da savaşabildiğini gösterdi.
Daha önce de bir kaç defa belirttiğim gibi, PKK’nın Öcalan’a değil Öcalan’ın PKK’ya ihtiyacı var. Bu nedenle Öcalan tercihini PKK içindeki şahinlerden yana kullandı. Nitekim 21 Eylülde kardeşi ile yaptığı görüşmede “Silvan saldırısında PKK’nın sorumluluğu yok” diyor. Bu açıkça kendisine rağmen yapılmış Silvan saldırısını onaylıyorum demektir.
Oysa tiyatroyu yazan istihbarat teşkilatının hesabına göre barış ancak Öcalan, Murat Karayılan çizgisi üzerinden müzakere ile mümkün. Bu nedenle de Öcalan’ın yeniden PKK’nı tartışmasız lideri olması gerekiyor, Karayılan’ın da pozisyonunu koruması. Bu nedenledir ki MİT’in etki alanı altındaki gazeteler ve gazeteciler Murat Karayılan’ı barış yapılabilir bir lider olarak sunuyor. Ona
toz kondurtmuyor, hastaysan doktor gönderelim diye mesaj gönderiyorlar. Bütün şeytanlıkları da Bahoz Erdal’a yüklüyorlar. Öcalan için de aynı durum geçerli.
Yani açlık grevi tiyatrosu Öcalan’ın geri dönüşü için büyük bir PR operasyonuydu. Başarılı da oldu. Hatırlayın, Öcalan, geçen yıl temmuz ayında Silvan saldırısıyla rütbeleri sökülüp onursal başkan konumuna düşürülmüştü.
Son açlık grevi tiyatrosu Öcalan’a rütbelerini iade etme töreni için yazılmış bir gerilim tiyatrosuydu. Uzun süren gerilim sahneleri sonunda Öcalan ortaya çıkartıldı ve bir kurtarıcı olarak yeniden barış mucizesi gerçekleşti. Yeniden “ışıklar” içinde bir lider olarak doğdu. Tarihsel olarak Öcalan da PKK da istihbarat teşkilatının yazdığı bu tiyatrolar sayesinde büyümüştür. MİT 1978’de Türk
solunu bölmek için oynadı bu oyunu. Kürt sorunu olarak karşımıza çıktı. Şimdi aynı oyunu oynuyor, yakında Kürt devleti olarak göreceğiz sonucunu. Acı olan şu: hükümet de bu illüzyona inanmış, kendi rolünü oynuyor: Türklere
gaz veriyor Öcalan’a söz veriyor. Başbakan Türk mahallesinde Öcalan’ı asıyor, Kürt mahallesinde kurtarıyor. Bu bir gerilim tiyatrosundan skeç değilse ne?
Bazıları Öcalan’ın bu tiyatro oyununu bir mucize göstererek gerçeğe dönüştürecek sihirli değneği olduğunu sanıyor. Oysa barış bir tiyatrodan daha ciddidir. Öcalan, “PKK ülke dışına çekilsin” çağırısı yapıp PKK da bu çağırıya uyana kadar bu tiyatroya inanmayacak kadar tecrübeli bir TC vatandaşıyım ben. Bu tiyatroya başlık seçseydim herhalde “Kışın seviş yazın savaş” olurdu.
Ancak ölüm gerçeği İmralı’da Kandil’de ve Yeni
Mahalle’de sahnelenen barış tiyatrosundan daha gerçek, barış mucizesinden daha sahici, barış ışıldaklarından daha yakıcıdır. Çünkü bunu sadece barış Pollyannaları değil herkes görür (63).
Gazeteci ve yazar Rıdvan Akar ise, açlık grevleri sayesinde Öcalan’ın tekrar liderlik rolünü kaptığını düşünüyor. Açlık grevleri iki biçimde bitebilirdi. Kandil
açlık grevlerinin bitmesi talimatı verebilirdi. Ancak Kandil’in böylesi bir niyeti olmadığı KCK Yürütme Konseyi Başkanı Murat Karayılan’ın 22 Ekim 2012’de
Roj TV’de yayınlanan mesajında ortaya çıkıyordu. Karayılan, cezaevlerinde yapılan açlık grevleri ile PKK’nın bir ilgisi olmadığını, eylemlerin “kendiliğinden”
başladığına dikkati çekiyor ve “PKK geleneğinde cezaevlerinde bir eylemin yapılması kararı vermeyecekleri gibi, ‘bitir’ talimatını da kimsenin veremeyeceğini bu kararı sadece açlık grevi başlatanların verebileceğini”
söylüyordu. Karayılan’a göre açlık grevlerini Öcalan değil, Başbakan Erdoğan bitirebilirdi.
Her ne kadar Karayılan böyle dese de ikinci seçenek hiç kuşkusuz Öcalan’dı. Öcalan’ın “bitir” talimatı/çağrısı eylemin sonlandırılması için yetti de arttı. Ancak
Öcalan’ın çağrısında “dışarıdakilere” dönük bir eleştiri de mevcuttu. “Dışarıdakilerin” kendilerinin yapmaları gerekeni cezaevlerindekilere yüklediği mealindeki eleştiri kulak ardı edildi. Oysa Karayılan aynı söyleşide açlık
grevlerinin tarihi bir dönüşümün başlangıcı olabileceği yönündeki görüşleri mevcuttu. Yani açlık grevlerine böylesi bir mana ve ehemmiyet yüklendiği anlaşılıyordu. Şimdi bu yeni ahvalde iki ilginç tutum dikkati çekiyor.
Birincisi, MİT doğrudan Öcalan ile yeniden iletişime geçmiş görünüyor.
Bu iletişimi Hükümet-Öcalan diyaloğu olarak da tanımlayabiliriz. Zira Adalet Bakanı Sadullah Ergin “gerekirse Öcalan ile de görüşülebileceği” yönünde
demeçler verirken, Başbakan Erdoğan’ın henüz dumanı üzerindeki “Biz iktidarda kaldığımız sürece ev hapsi olmaz. Cezasını İmralı’da çekecek” şeklindeki
açıklamalarına rağmen, Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç “silah bırakılması halinde Öcalan’a ev hapsinin de gündeme alınabileceğini” söylüyor.
Peki bu keskin U dönüşüne neden gerek duyuldu? Erdoğan Öcalan’a görüş yasağının konulduğu 1.5 yıl içinde Kürt Sorunu’nun çözümünde muhatap arayışında ciddi bir sıkıntı yaşadı. Önce farklı mecralarla Kürt Sorunu’nu görüşeceğini söyledi. Olmadı. Sonra sadece yasal temsilcileriyle görüşeceğini belirtti. Yani BDP’yi muhatap alacaktı. O da olmadı. Hal böyle olunca da
milliyetçiliğin hamaseti ile malul bir “silahla çözeriz” politikasına sarılındı.
Ancak İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin’in “Öcalan’a görüş ambargosunu sürdürelim. Terörle mücadelede çok başarılı bir dönemden geçiyoruz” telkininin bir yumuşak karnı vardı. Dağda silahlı, şehirlerde taş ve molotoflu Kürt militanlar yerine siyaseti açlıkla terbiye/tehdit eden yepyeni bir direniş biçimi ezberleri bozdu. İşte bu ahvalde “terörle mücadeledeki azimli ve başarılı kararlılık” pek de etkili olamayacaktı. Oysa cezaevlerinden gelebilecek
kitlesel ölüm haberleri ülkeyi yeniden kan ve ateşle imtihana sürükleyebilirdi.
Bu koşullarda yeniden malum adrese başvuruldu. Öcalan devreye girdi ve sorunu çözdü. Krizin biricik kazananı da Öcalan oldu. Bir kez daha örgüt
ve Kürtler üzerindeki etkisini kanıtladı. 1.5 yıllık uzaklığa rağmen gücünden hiçbir şey yitirmediğini gösterdi. Dahası belki tersten “çakarak” da olsa kendisinin uzak kaldığı dönemdeki cari dinamikler/muhataplar olan BDP/Kandil
eksenine kifayetsizlik eleştirisi yapmış oldu. Şimdi Öcalan yeniden muhatap alınması gereken tek makam olarak öne çıkıyor. Dahası açlık grevlerindeki duruşu itibarıyla da “akil” bir konuma yükselmiş görünüyor. Hele avukatlara
görüş izninin verilmesi halinde bu sürecin çok daha içerikli parametrelerini göreceğimizi ön görüyorum.
Yani Öcalan giderek fiili siyaset yapan, örgütü yöneten kadrolarla arasına mesafe koyarak, eleştiri ve “silahla çözüm olmaz” yaklaşımıyla devletle PKK
arasında “aracı” bir konum elde etmek isteyebilir ya da o konumu “pazarlıklar muvacehesinde” devlet tarafından öne çıkarılmak istenebilir. İlginç bir sürece gireceğiz. İmralı’da pazarlıklar sürecek. Öyle anlaşılıyor. Bakalım bu pazarlık sürecinde Kandil “biz de buradayız” vurgusunu yine kanla yazacak mı? Bakalım Öcalan ile devlet ve Öcalan inisiyatifi ile Kandil arasındaki bu bilek güreşini
kim kazanacak? Umarız telaffuz edildiğinde bile adeta PKK söylemi gibi algılanan “barış” bu kez provokasyonlara daha dayanıklıdır (64).
AKP içindeki bir damar da yeni bir fitne vesilesi olarak, Milat Gazetesinden Adem Çaylak’ın da ifade ettiği şekliyle; ‘doğuda PKK ile mücadele eden the cemaattir.
Ve şiddete başvuran güvenlik güçleri de the cemaatin elemanlarıdır’ şeklinde absürt bir söylem geliştirmektedir. Gazeteci ve akademisyen Önder Aytaç,
bu süreç içerisinde muhtemel olabilecek terör eylemlerini 30 madde halinde ve PKK sorununda gelinen noktaya parmak basarak iki makalesinde şöyle özetliyor.
1. Öncelikle burada yazdıklarımız bizim öngörülerimiz ve bu konudaki uzmanlığımız sonucundaki çıkarsamalarımızdır demeliyim.
2. Bu yazdıklarımızdan sonra, -daha önceden de defaatle olduğu gibi- ya bu olayları yapmalarında eylem sayısı bağlamında bir azalama ya da yapılma süresini öteleme / geciktirme ve hatta hiç yapamama söz konusu olabiliyor. Olabiliyor çünkü terör örgütlerinin yapacaklarının önceden söylenilmesi / yazılması, örgütte çok ciddi moral bozukluğuna vesile oluyor ve içsel
hesaplaşmalara da neden oluyor ki bu da ülkemiz adına güzel bir durum…
3. Sn. Muammer Güler bundan sonraki siyasi hayatına herhalde Mardin’de devam edemez. Edemez çünkü Büyükşehir Yasası sonucunda Mardin de BDP’nin
dışındaki partiler sadece nal toplayacaklar. Bu nedenle, eğer bu büyükşehir yasası ile ‘Kürdistan’ın haritası çizilmiyorsa, yasanın uygulamasından geri adım atılmalı. Atılmazsa, çok kısa geçecek belli bir süre sonrasında ‘biz size demiştik ama anlamadınız’ demek zorunda kalacağız…
4. Eğer Sn. Beşir Atalay’ı Sn. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül her ne hikmetse ısrarla tutmaya ve kollamaya devam ederse, terörle mücadele de ve açılım
konusunda atılan adımlarda ciddi saçılımlar ve polis özel harekât ve jandarma özel harekâtın ortaklaşa yaptıkları nokta vuruşlu ve caydırıcı adımlar akim kalmış olacak…
5. Yapılan bu açlık grevleri ile suni bir gündem oluşturdular ve bunu da Öcalan’a çözdürerek onu yeniden önemli ve kutsanmış hale getirdiler.
6. Bölgede kaçakçılık yapan kaçakçılar da asla terörün bitmesini istemiyorlar. Özellikle de sigara ve mazot kaçakçılığı yapanlar için bu durum daha fazlası ile söz konusu. Sınır ötesinden 1’e getirilen mallar Türkiye’de 5’e satılabiliyor ki rantta bu konuda çok büyük.
7. Sınırlar adeta kevgire dönmüş gibi. Sınır güvenliği çok önemli olmasına rağmen böylesi bir güvenlik nerede ise yok. Coğrafi şartların kötülüğü de bir diğer dezavantaj. Sınırda çok kör noktalar var. Yalnızca insana dayalı kontroller değil, onun yanında elektronik ve teknik kontroller de çoğaltılmalı.
8. Emniyet güçleri, jandarma ve karacılar gerçekten de son 3-4 ayda terörle mücadelede çok başarılılar. Ama bu başarılarını yeterince anlatamıyorlar. Medyada da bu anlamda başarılar yeterince yer almıyor. PKK, psikolojik
çöküntüsünü izale etmek ve tabanına moral aşılamak için yeni bir Uludere benzeri saldırı yapmak istiyor. Ya da batıdaki petropol şehir merkezlerinde terör saldırısı yapmaya çalışacaklar.
9. Bu bağlamda güvenlik güçleri açısından en büyük engel ve en büyük terörle mücadeleyi yavaşlatacak unsur olarak gözüken ise AK Parti Hükümeti nin yeniden müzakereler diyerek görüşmelere başlaması ve mücadeleyi sonlandırma sı ki bu durum PKK’ya yeniden nefes almayı ve kendini düzenleme hakkını vermiş olacak…
10. PKK’nın özellikle dağ kadrosunda da inanılmaz çarpıklıklar söz konusu. Çocuk yaşta dağa çıkan kızlara ve erkeklere kaşarlanmış teröristlerce tecavüz, yoz ilişkiler, homoseksüel çarpıklıklar, doğum kontrol hapları, pejmurdelik alabildiğine söz konusu ve bununla ilişkili terör örgütünün kendi içinde de çok ciddi sıkıntıları mevcut.
11. Doğuda yapılan operasyonları azaltmak ve hatta engelleyebilmek için, batıdaki büyük illerde patlayıcı maddelerin yığınakları yapılmakta. Bu amaçla batı illerinde de bol bol eylemler gerçekleştirilecek…
12. TSK belki de PKK ile mücadele tarihinde ilk kez şu anda en etkin şekilde mücadelesini yapmakta. Jandarma da bu anlamda gerçekten de çok başarılı bir şekilde JÖH olarakta gerçekten de başarılı adımlar atmakta. TSK’da artık etkin bir şekilde terörle mücadelede polisle birlikte aktif katılım sağlamakta. Darısı MİT’in de başına demekte de yarar var… Hakkari ve Şırnak da bu anlamda önemli olan 2 ilimiz..
13. Terör bölgesinde görev yapan valilerin çoğu başarı ancak bazı illerde adı yolsuzluğa bulaşan kişiler de acaba var mı? Kaymakamlar da eskiye göre daha aktifler. Ancak hala tırsık olan bazı kaymakamlarda var. Bunların yerine de aktif kaymakamların getirilmesinde yarar var…
14. MİT kurumsal anlamda sanki oldukça sıkıntılı. Bir diğer anlatımla çağı yakalayamamış bir durumda adım atıyor. Hakan Fidan’ın MİT’i iyileştirme ve
çağdaşlaştırma adımları olsa da maalesef ki hantal yapı karşısında yeterli olmuyor…
15. Dağda olan terörist sayısı 3500 kadar olduğu ifade edilen bu yapının, Temmuz 2012’den bu tarafa neredeyse 500’e yakını ölü olarak ele geçirildi ki bu neredeyse son 30 yıldaki terörle mücadeledeki en başarılı olunan dönemdir bile denilmesine neden oluyor. Dağda yaşayanlar ise kış gelmesine rağmen mağaralarına giremiyorlar çünkü PÖH ve JÖH tarafından ortak operasyonlarla yakalanıyor ya da öldürülüyorlar. Bu nedenle de dağdaki teröristler de çok perişan bir durumdalar. BU durumda örgütte çok ciddi infiallere ve iç eleştirilere de neden olmakta (65).
BU BÖLÜM DİPNOTLARI;
57 Uslu, Emre.ETA nasıl bitti, PKK ile paralellik kurabilir miyiz. 18 Eylül 2012. İnternet ulaşımı euslu.com
58 Uslu, Emre. Kürt sorunu çözülürse PKK biter mi? (3) 12 Eylül 2012. İnternet ulaşımı
http://euslu.com/2012/09/12/kurt-sorunu-cozulurse-pkk-biter-mi-3/
59 Samanyolu Haber, Bugün, Haber7. İşte PKK'nın sapık ve iğrenç ilişkileri! 17.11.2012.
60 Şahin, Bilal. Hakkari’ye Dev Yatırım. Bugün gazetesi. 17.11.2012.
61 Avcı, Gültekin. Kandil’in düşündüren talimatı. Bugün, 29.11.2012.
62 Türköne, Mümtaz’er. PKK silah bırakacak mı? Zaman. 25.11.2012.
63 Uslu, Emre. Kışın seviş yazın savaş. Taraf gazetesi. 18.11.2012.
64 Akar, Rıdvan. Öcalan’a biçilen yeni rol. 25.11.2012. Internetden, 24.com.tr
65 Aytaç, Önder. Kasım ve Aralık'ta terör takvimi! 21. 11.2012. İnternet ulaşımı
http://www.medyafaresi.com/yazi/1018/onder-aytac-kasim-ve-aralik-ta-teror-
takvimi.html
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder