Murat KÖYLÜ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Murat KÖYLÜ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

3 Aralık 2020 Perşembe

BÜYÜK ORTADOĞU PROJESİ (BOP), TÜRKİYE VE SURİYE BÖLÜM 3

BÜYÜK ORTADOĞU PROJESİ (BOP), TÜRKİYE VE SURİYE BÖLÜM 3


Türkiye, Arap Baharı, BOP, Suriye, Jel Sınıflandırması, Orta Asya, Kuzey Afrika, Anadolu, Mezopotamya,Murat KÖYLÜ,


DEĞERLENDİRME

Soğuk Savaş sonrası Amerikan çıkarlarını ve bu çıkarlara yön veren güçlerin
araçamaç bütünselliğini sağlayarak, yeni bir proje ile ortaya çıkması kaçınılmaz olmuştur.

Çünkü ekonomik, siyasal, sosyal, hangi açıdan bakılırsa bakılsın milenyumun başındaki gelişmeler, ABD için süper güç olgusuyla uyuşmayan bir eğilim göstermektedir. ABD, ürettiğinden fazlasını tüketmektedir. Bir tüketim devi olan ABD'nin bugün dorukta olan gücünün; stratejik zihniyet, kültürel, ahlaki, ekonomik vb. çeşitli yönlerden giderek daha çok erozyona uğramakta olduğu görülmektedir. ABD, tarihteki diğer süper güçler gibi, sorunlu olan ekonomisini ayakta tutmak için ulusal gücünün askeri boyutuna artık eskiden olduğundan daha fazla ağırlık vermektedir.

Kökten dinci İslam’ın böylesine yaygınlaşmasında ve bu denli ürkütücü eylem  gücüne ulaşmasında, ABD’nin 1970’li yıllarda Başkan Carter döneminde yürürlüğe koyduğu “ Yeşil Kuşak Projesi’nin katkısı büyük olmuştur. Komünizmin dinsizlik (ateizm) yaklaşımı ve bu yaklaşıma karşı İslam’ın takındığı sert tutum nedeniyle "İslam'ın komünizme karşı bir kalkan olabileceği" görüşüne dayanan ve İkinci Dünya Savaşı’nın hemen ertesinde ABD Başkanı Truman tarafından yürürlüğe konan “Komünizmi Çevreleme Stratejisi’nin bir parçası /uzantısı olan bu proje, Sovyetlerin Afganistan’ı işgaliyle birlikte yeniden yürürlüğe konulmuştur.

Sovyetlere karşı direnen farklı kabilelere mensup Afganların ortak kimliği “İslam” olduğu için, silah yardımları yanı sıra, İslam kimliğini güçlendirecek ilahi doküman yardımları (binlerce Kuran-ı Kerim’in bastırılıp dağıtılmış) yapılmış ve Pakistan’daki mülteci kamplarına sığınmış yüz binlerce Afgan’a dini ve askeri eğitim verilmiştir. Aynı zamanda Orta Asya'daki “İslamcı Uyanış Hareketi’ni de tetiklemeyi amaçlayan bu proje, başta El Kaide terör örgütü olmak üzere, günümüzün köktendinci İslami terör gruplarının tohumlarını atmış ve yeşermesini sağlamıştır. Kendi yarattığı canavarın öldürücü saldırılarına maruz kalan ünlü Dr. Frankeştayn
gibi, Amerika da kendi yarattığı köktendinci bir terör örgütü tarafından yıllar sonra ağır yaralanmış; Ussame Bin Laden, Amerikan halkına, 2. Dünya Savaşı’ndaki Pearl Harbour baskınından sonraki en büyük felaketi ve acıyı yaşatmıştır. "Kızıl tehlikeye karşı yeşil panzehir" yıllar sonra ters tepmiştir.

BOP, bölgedeki enerji kaynaklarına sahip olmak için geliştirilmiş, çıkış gerekçesini
küresel terörü önleme, insan hakları, demokrasi, özgürlükler gibi meşru ideallerden almıştır.
Ancak, sözde adıyla Arap baharı olarak nitelendirilen bugünkü gelişmeler, bölge rejimlerinin birer birer yıkılmasına yol açmış ve ülkelerin kamuoyu tarafından da destek görmüştür. Bu durum hegemonyanın şekil değiştirdiğini göstermektedir. Uluslararası hukukun ve kurumların gelişmesinden önce hegemonya, askeri üstünlükle sağlanan açık bir faaliyetten ibaretti. Soğuk savaşla birlikte ise, ekonomik güç gibi farklı unsurlara dayanmaya başlamıştır.

Günümüzde ise hegemonik eylemler, demokrasi, insan hakları ve özgürlükler adına yapılmakta, Ortadoğu ülkelerinin diktatörlerinin yerini batı ülkeleri almaktadır. 

Ortadoğu’dakibu gelişmeler, sığ bir Arap milliyetçiliği üzerine kurulan bu ülkelerin yeni dünya düzenine ayak uydurması ve Batının değerlerinin makbul pozisyonuna işaret eden tarihin sonu tezlerinin gerçeğe dönüşmesi şeklinde yorumlanabilir. Her durumda Büyük Ortadoşu Projesinin kuramsal temellerini think tank kuruluşlarında, Hungtington ve Fukuyama’da bulan farklılaşmış bir hegemonya projesi olduğunu söylemek mümkündür. Arap dünyasının yasadışı bu tarihsel dönüşümde ve BOP’ta Türkiye önemli ve aktif bir rol oynamaktadır. Bölgeyle tarihsel ve kültürel başlara sıklıkla vurgu yapan Türkiye, aynı zamanda sıkı ekonomik ilişkilerini de korumaktadır. Ancak dış politikadaki belirsizlikler Türkiye’yi de belirsiz bir duruma çekmektedir. Zira Ortadoğu’daki gelişmelerin geleceği de belirsizdir ve Türkiye başlangıçtaki komşularla sıfır sorun temelli politikasını, bugün Batının bölgedeki temsilciliğini yapan bir formata çevirmiştir. Yakın geçmişe kadar bunu yaparken ortak tarihsel ve kültürel bağlar nedeniyle Arap devletlerine sırtını dönmeyen Türkiye, bugün Arap ülkelerindeki direnişleri desteklemekte, liderlere karşı çıkmaktadır. Dış politikada görünen manzara, ne Arap ülkeleriyle ne de AB ülkeleriyle uyumludur. Türkiye’nin dengeli bir dış politika izlemesi ve AB  sürecinden vazgeçmemesi gerekmektedir.

 Arap Baharı adı verilen Arap halklarındaki uyanışı da desteklerken, bu halkların kendi ülkelerinin doğal kaynaklarına sahip olmalarına katkı sağlamalıdır. Kendi petrollerine sahip çıkamayan Arap ülkeleri halkları için bir uyanıştan ya da bahardan söz etmek mümkün değildir.

Diğer taraftan, Arap baharı rüzgarını takip ederek bir iç meseleden uluslararası bir
soruna dönüşen Suriye, geride bıraktığı binlerce ölü ve binlerce göç eden vatandaşı ile kendi kendine yeniden bir iç barışı gerçekleştirmesi çok zor gözükmektedir.Nasıl bir çözüm sorusuna Prof. Özdağ şöyle yaklaşmaktadır:

“Suriye’ye yönelik bir dış müdahale veya son dönemde verilen isim ile insani
müdahalenin Batı ülkeleri tarafından gerçekleştirilmesinin önünde de bir çok engel olduğu biliniyor. Böyle bir müdahalenin Libya’da olduğu gibi kısa bir sürede sonuçlanması pek mümkün olmayabilir. Ancak daha vahim olan husus dış müdahale askeri sonucu aldığı gün Suriye’de başlayacak olan iç savaştır. Libya’da bile Kaddafi’nin ölünden sonra Kaddafici güçler direnişi tekrar başlatmış ve bir kenti işgal etmişlerdir.

Suriye’de başlayacak bir iç savaşın Irak’ı ve Lübnan’ı içine çekecek bir bölgesel
savaşa dönüşmesi büyük bir ihtimaldir. Şam rejiminin yanındaki ve karşısındaki ülkelerin mevcut yaklaşımları terk ederek, toptancı yaklaşımların yerine farklı ve bölge barışı için en uygun olan ve uygulanabilir olan çözüm arayışı içinde olmaları gerekmektedir.

Aksi takdirde Batı’nın istemediği rejimlere karşı keyfi müdahale sürecinin önü
açılacaktır. Esasen Libya’da olan budur. Batı Libya’da sivillere yönelik kitle katliamı olduğu için değil, kitle katliamını engellemek amacı ile müdahale etmiştir. Birleşmiş Milletler’de Rusya ve Çin’in Suriye ile ilgili son karar tasarısını veto etmesinin nedeni de budur.
Gerçekleşmemiş veya başlamamış insanlık suçları için insani müdahale gerçekleştirilemez.
Ayrıca Suriye’de şimdiye değin çatışmalarda 5500 sivil 2000`den fazla asker ölmüştür. Sadece bu sayılarda bize Suriye olan bitenin basit bir halkın katledilmesi değil, karşılıklı çatışma olduğunu göstermektedir.

Batı’nın Suriye’ye müdahalesi sonucunda çıkacak iç savaş ve bu iç savaşın
bölgesel nitelik kazanmasından birinci derecede zarar görecek ülke Türkiye’dir. 

Bu coğrafyada gerçekleşecek bir iç savaş sırasında Suriye’nin Kamışlı bölgesinin Kuzey Irak ile birleşmesi, ikisinin birlikte Bağımsız Kürdistan’ı ilan etmeleri, Suriye’ye müdahale eden Batılı güçlerin bağımsız Kürdistan’ın varlığını güvence altında alması ve Türkiye’de PKK’nın bu süreçte ayaklanma başlatması ihtimal lerini AKP hükümetinin düşünmediğini düşünmek mümkün değildir. Böyle geniş kapsamlı bir bölgesel savaş, Batı’nın İran’a vurmasını da kolaylaştıracak, bölgesel iç savaşı daha da tırmandıracaktır. Buna rağmen bugün sürdürülen politikada ısrar edilmesinin nedenlerini anlamak zordur. Artık Ankara’nın başka politikalar  üzerinde düşünmesinin zamanı gelmiştir. Aranacak yeni politikalar bir yandan Suriye’nin egemen bir devlet olması hususuna saygı gösterirken, öte yandan Suriye’de demokratikleşmeyi desteklemelidir. Şam’ın önüne Esad’ın demokratik meşruluk içinde iktidarda kalmasının yolu korunmalıdır.

Çoğunlukla geri kalmış ülkelerin yer aldığı İslam coğrafyasını, hem ekonomik hem
de sosyal yönden çağdaş değerlerle buluşturmak gibi yüksek bir amaca hizmet için ortaya atıldığı öne sürülen bu proje, bu amaca sadık kalındığı sürece, bütün dünya için, insanlık için olumlu sonuçlar doğurabilecek unsurlar içermektedir. Ancak üzerine stratejik enerji kaynaklarının kontrolüne yönelik “sömürgecilik ruhu taşıyan” ulusal çıkarlar ile ideolojik dayatmalar monte edilirse, sona eren “Soğuk Savaş” döneminin ardından, bütün dünyaya daha büyük acılar getirecek “Yeşil Savaş” döneminin başlaması kaçınılmaz olacak ve; 21. yüzyılın savaşlarının medeniyetler arasında bir savaş olacağını, savaşın taraflarının Müslümanlarla Hıristiyanlar olmakla birlikte, bunun dinler savaşı değil, dinlerde kendisini
gösteren farklı uygarlık düzeyleri arasında geçeceğini ileri süren Huntington hep
hatırlanacaktır. (Huntington, 1993: 22-49)

SONUÇ

Günümüze gelindiğinde, yaşanan terör, dünyanın süper güçlerininin
vatandaşlarını bile tehdit edecek boyuta ulaşması, korkutucu bir gerçeği ortaya koymuşur:

Ülke çıkarları bile olsa illegal yapıları muhattap almak, affetdilemez sonuçlar ortaya çıkaracaktır.

Temmuz 2015 ayında Suruç`ta, Ekim 2015 ayında Ankara`da ve bu çalışmanın
hazırlandığı Kasım 2015 ayında Paris`te meydana gelen eylemler sonucunda masum silahsız insanların terör örgütlerince katledilmeleri, Ankara ve Paris Hükümetleri gibi, terörü kendi amaçları için finans eden tüm BOP çerçevesi ülke yönetimlerine bir uyarı gibiydi.

Aslında bu uyarı, 11 Eylül eylemlerini bahane ederek ABD ve müttefiklerin önce
Afganistan ve sonrasında Irak`ı işgal etmesi döneminde İspanya, Fransa ve İngiltere`de yaşanan büyük çaplı terör eylemleri ile kendini göstermiş, bu ülkelere; küresel hiçbir boşluk yaratılmamasının, eğer yaratılırsa bu boşluğun illegal yapılar tarafından kolaylıkla doldurulabileceğini anlatmaya çalışmasına rağmen, BOP çerçevesinde ki ülkeler başta ABD olmak üzrere Kuzey Afrika`yı kendi çıkarları uğruna şekillendirmek maksadıyla 2011`de harekete geçmeleriyle tüm kırılgan ve hassas dengeler bozulmuş, dağılmış ve günümüzde ki geleceği belirsiz bir süreci doğurmuştur.

Oysa, temel anlamda İslami coğrafyada bulunan (Ortadoğu ve Kuzey Afrika)
ülkelerin yönetim esasları, baskı, sindirme ve korku sistemiyle karışık, görünürde
demokratik ancak özünde anti-demokratik dikta rejimleri tarafından uygulanmaktaydı. 

Bu tip ülkelerdeki muhalif yapılanma, güçlü diktatörler ve destekleyicileri tarafından çok sert güvenlik önlemleri ile sindirilerek, baskı altında tutulması, sindirilmesi, basit olayların dışında küresel bir terör tehdidi yaratmıyordu.
BOP`un, Afganistan ile başlayan müdahale ve kontrol altına alma zihniyeti, hedef
ülke içinde bulunan muhalif yapıyla yakın ilişki ve teması, maddi ve silah desteği ile onlara bir nevi güç kazandırma faaliyetleri, korkulan diktatör yapıların yıkılmasıyla, birbirlerine karşı husumet besleyen ancak baskıcı diktarör yapı altında bu niyetlerini ortaya çıkarmayan etnik ve dinsel yapılar arasında iç çatışma, güç savaşı ve doğal olarak terörizmi de birlikte getirdi.

Özellikle otorite zaafiyeti, bu tip illegal yapıların büyümesi ve gelişmesi için sivrisinekler için bataklık kadar önemli bir ortam hazırlamıştı.
Aslında BOP`un bu planı Irak`ta ve tüm Kuzey Afrika ülkelerinde işlemesine rağmen, son kale Suriye`de aksamaya başladı.

BOP`u planlayan ülkeler (ABD, İngiltere, İsrail vb.) ile BOP karşıtı ülkeler (Rusya, Çin, İran) arasında ki çıkar çatışması Suriye`de ki kavganın bir türlü 
sonuçlanmamasına yol açmış, kısa sürede planlan rejim değişikliği, bir türlü amacına ulaşılmamıştı.

      BOP ülkelerinin, daha önce Irak ve Kuzey Afrika ülkelerine karşı yürüttükleri operasyonlar daki gibi açık bir müdahale yapamayacaklarını anladıklarından, 
Suriye muhaliflerini destekleyerek sonuca gitme çabaları ve bu tehlikeli oyuna Türkiye üzerinden ve katkısyla gidilmesi, affedilemez, geriye dönülmez 
bir sürecin başlamasına neden olmuştur.

Milyonlarca evsiz Suriyeli mülteci, yaşanan insanlık dramları ve patlamalarla, eylemlerle yok olan insanlık…

Gelinen nokta; BOP ülkeleri ve karşıt ülkeleri aynı masaya oturtarak, yapılan vahim hatadan dönülerek, tekrardan Suriye`de ki Esat Rejimini canlandırmak, mülteci krizini sonlandırmak ve bölgede kendi yarattıkları otarite boşluğunu, tekrar eski yönetimle doldurma yönündedir.
Yaşamsal döngü içinde tarih derslerle dolu olmasına rağmen, çıkarların kör ettiği gözler bu dersleri görememesi yüzünden binlerce masum insan ölmüş ve ne yazık ki ölmeye de devam edecektir. Halkların kendi kaderlerini kendilerinin belirlediği düşünce siteminin doğduğu Fransız İhtilali`nin bile anavatanı olan Fransa bu tarih dersinden sınıfta kalmasını önce 12 Karikatürüstini sonrada yüzden fazla vatandaşını kurban ederek acı bir şekilde öğrenmiştir umarım.

KAYNAKÇA

Arı, T. (2005), Geçmişten Günümüze Ortadoğu Siyaset, Savaş ve Diplomasi. 2.Baskı İstanbul Alfa Yayınları .
Arslan, A. (2006), Avrupa’dan Türkiye’ye İkinci Yahudi Göçü, İstanbul, Truva Yayınları, s.151.
Atatürk, M. K. (2006), Nutuk, Ankara, Atatürk Araştırma Merkezi, ss.515-517
Chomsky, N. (2002), Amerikan Müdahaleciliği, Aram Yayıncılık
Davutoğlu, A. (2004), Stratejik Derinlik, 17.Baskı, İstanbul, Küre Yayıncılık, s.324-361
Değer, M. E. (1994), Emperyalizmin Tuzaklarındaki Ülke Ya da Oltadaki Balık Türkiye, Çınar Araştırma Yayınları, İstanbul, s. 92.
Demircan, E. ve Ener, M. (2008), “IMF’nin Gelişmekte Olan Ülkeler ve Türkiye’de Uygulanan
İstikrar Programları Üzerine Etkileri”, (Çevrimiçi) http://biibf.comu.edu.tr/ edemircanmenerm. pdf
Dibner, G. (1999), “My Enemy’s Enemy”, Harvard International Review, Winter 98/99, Vol. 21, Issue 1, s.34.
Günal, A. (2004), “Büyük Ortadoğu Projesi ve Türkiye”, Ege Akademik Bakış Dergisi, 4, 1, s.158-159
Huntington, S. P. (1993), “The Clash Of Civilizations?”, Foreign Affairs, Vol. 72, No. 3,
İnönü, İ. (2006), Hatıralar, Ankara, Bilgi Yayınevi, ss.359-360.
Kelidar, A. (1993), “States without Foundations: The Political Evolution of State and Society in the Arab East”, Journal of Contemporary History, 
Vol. 28, No. 2, , s.320.
Lewis, B. (1996), Ortadoğu, Çev.Mehmet Harmancı, İstanbul, Sabah Kitapları.
Özdağ, Ü. (2012), Yeniçağ Gazetesi, 8.3.2012
Parlar, S. (2006), Ortadoğu Vadedilmiş Topraklar, 3.Baskı, İstanbul, Mephisto Kitabevis.375.
Şahin, A. (2004), Büyük Ortadoğu Projesi ve Türkiye, İstanbul, Truva Yayınları.
Uzgel, İ. (2005), “ABD ve NATO’yla İlişkiler”, Türk Dış Politikası, Baskın Oran(ed.), Cilt II, 8.Baskı, İstanbul, İletişim Yayınları, s.265.
Turan, Ö. (2002), Tarihin Başladığı Nokta Orta Doğu, Step Ajans yayınları, İstanbul, s.16-17

DİPNOTLAR;

1 Ümit ÖZDAĞ, Yeniçağ Gazetesi, 8.3.2012
2 “ Erdogan ABD'den Mutlu Döndü”, Radikal, 2 Şubat 2004. 
3 “ Başbuğ: 'Ilımlı İslam' Laik değil ”, Radikal, 20 Mart 2004, (Çevrimiçi)
    http://213.243.28.21/haber.php?haberno=110235&tarih=20/10/2015

BÜYÜK ORTADOĞU PROJESİ (BOP), TÜRKİYE ve SURİYE ULUSLARARASI İKTİSADİ VE İDARİ BİLİMLER DERGİSİ 2 (1) 2015, 85-100


***

BÜYÜK ORTADOĞU PROJESİ (BOP), TÜRKİYE VE SURİYE BÖLÜM 2

BÜYÜK ORTADOĞU PROJESİ (BOP), TÜRKİYE VE SURİYE BÖLÜM 2


Türkiye, Arap Baharı, BOP, Suriye, Jel Sınıflandırması, Orta Asya, Kuzey Afrika, Anadolu, Mezopotamya,Murat KÖYLÜ,Condoleezza Rice, Davos Zirvesi, Dick Cheney, Eisenhower Doktrini, Arap-İsrail savaşları,



Lübnan'daki muhalefetin Suriye'nin bir an önce askerlerini çekmesi için protesto
gösterileri düzenlemesi etkili olmuştur. Suriye, askerlerini belirli bir plana göre çekmeye başlamıştır. Şubat 2005'in son haftasında düzenlenen gösteriler sonrası Lübnan'da Suriye yanlısı hükümet istifa etmiştir. Suriye'nin, Lübnan'da siyasal, ekonomik, ticari çıkarları bulunmaktadır. Irak'ta başlatılan savaşın yayılması için işaretler vardır. Powell, Suriye'nin Irak'ı desteklemekle risk aldığını söylemiştir. 

Bir Yahudi topluluğa yaptığı konuşmada, Suriye'yi suçlamıştır. Suriye Dışişleri Bakanlığı, "İşgalcilerin Irak'ta yenildiklerini görmeyi umut ettiklerini " söylemiştir. Suriye Devlet Başkanı, Beşar Esad, Arap rejimlerinin ABD'nin liderliğindeki savaşa karşı çıkmaya çağırmıştır. 

Esad, "Suriye'nin oturup bir sonraki olmayı bekleyemeyeceğini" söylemiştir. 

Öte yandan, medya Saddam’ın kitle imha silahlarını Suriye’ye kaçırdığı ve orada sakladığı konusunda ısrarlı yayınlar yapmıştır.

Libya’yı bölen güçler şimdi Suriye üzerine odaklanmış durumda. Suriye’de Esad
rejimini zor kullanarak devirecek bir askeri müdahalenin Irak benzeri bir iç savaşa neden olması kaçınılmaz. Irak’ta nasıl iktidarı elinde tutan Sünni Arap azınlık (%20-25) temsilcisi Saddam’ın devrilmesinden sonra bugüne kadar devam eden bir iç savaşı sürdürdü ise, Suriye’de de Nüsayri azınlık, kendilerine yönelik intikam, dışlama ve cezalandırma politikalarına tepki olarak Esad öldürülse bile savaşı sürdürecektir.

İsrail de Suriye’de, Müslüman Kardeşler’in iktidarı yerine parçalanmış bir Suriye
tercih edecektir. Washington ne düşünür ise düşünsün, İsrail, Mısır ve Suriye’de iki Müslüman Kardeşler iktidarı arasında yaşamak istemeyecektir. 1982’de Dünya Siyonist Örgütü’nün yayın organında çıkan bir makalede İsrail’in güvenliği için Irak’ın Şii, Sünni ve Kürt olmak üzere üçe, Suriye’nin ise Nüsayri, Dürzi, Şam ve Halep Cumhuriyetleri olmak üzere dörde ayrılması fikri savunulmuştur. Irak bölünmüştür. Suriye; bu dört bölgeye Kamışlı bölgesinde beşinci bir parçalanma bölgesi olan Kürt bölgesinin katılımı ile beş parçaya bölünmeye doğru ilerlemekte dir. Suriye’nin bölünmesi, Türkiye’nin toprak bütünlüğü üzerinde olağanüstü bir yük oluşturacaktır.

Bu arada PKK, İran ile yapılan pazarlık neticesinde ve yüklü bir para alarak, 2000
teröristi Esad rejimine destek vermesi için Suriye’ye kaydırmıştır. Esad da PKK’nın önemli bir gücünü, Halep’in kuzeyine, Türk bölgelerine baskı yapacak şekilde yerleştirmiştir. PKK, bugün için Esad’ın yanındadır. Ancak Esad’ın devrilmesi durumunda Kamışlı bölgesinde en etkin politik-askeri güç haline gelmesi muhtemeldir1.

Türkiye açısından bakıldığında ise son dönemde bölge ülkeleriyle ilişkilerin,
özellikle de Bağdat, Şam, Tahran, Kahire gibi önemli başkentlerle olan münasebetlerin gerginleştiği görülmektedir. Bu durumun çok farklı nedenleri vardır. Kısaca anımsatmak gerekirse Irak, Türkiye’nin içişlerine karıştığını, kuzeydeki Kürt Bölgesel Yönetimi’ni doğrudan muhatap alıp, onu bağımsızlık yönünde teşvik ettiğini düşünmektedir. Suriye, ülkedeki iç savaşta Türkiye’nin aktif olarak silahlı muhalif gruplara destek vermesini, Esad karşıtlarını tek
bir çatı altında toplamak, aralarındaki sorunları çözmek için çabalamasını eleştirmektedir.

   İran, Türkiye’nin genelde Ortadoğu, özelde ise Irak ve Suriye politikalarında Türkiye ile karşı saflardadır. Ayrıca Türkiye’nin füze kalkanı radarına ve patriot füzelerine topraklarını açmasını, doğrudan kendisine yönelik bir tehdit olarak algılamaktadır. Türkiye’nin İslam dünyasında ve Arap aleminde öne çıkmaya çalışmasını, kendisinin önünü kesme çabası olarak yorumlamaktadır. Mısır ise Cumhurbaşkanı Mursi’nin devrilmesi sonrasında Türkiye’nin takındığı tutumdan rahatsızdır ve bunu içişlerine müdahale olarak gördüğünü yetkili ağızlardan açıklamaktadır.

Tüm bu gelişmeler, Türkiye’nin yakın komşularından başlayarak bölgede hızla
yalnızlaştığı yönünde bir algının doğmasına neden olmuştur. Sık sık dillendirilen “örnek ülke”, “yükselen güç”, “küresel oyun kurucu”, “yeni Türkiye modeli” gibi iddialı sıfatların beklenen ilgiyi ve etkiyi yaratmadığı, tersine endişeye neden olduğu görülmüştür. Türkiye’nin sözleri ile yapabilecekleri arasındaki uyum, devlet kapasitesinin sınırları, Ortadoğu’da ve İslam ülkelerindeki yumuşak gücünün, itibarının, nüfuzunun boyutları sadece bölgede değil, Batıda da sorgulanmaya başlamıştır. Suriye örneğinde olduğu gibi, iktidardaki rejimle tüm ilişkileri kesip, silahlı muhalif grupları teşvik edip, desteklemek yerine, diplomatik kanalları muhafaza etmek, Türkiye’nin güvenliğine öncelik vermek gerektiği daha yüksek sesle dillendirilir olmuştur.

Atatürk, Milli Mücadele dönemini anlattığı Nutuk adlı eserinde Sevr Antlaşması,
Gümrü Ateşkes Antlaşması ve 1.İnönü Muharebesi sonrasında toplanan Londra
Konferansı’nda belirlenen esaslar doğrultusunda İtilaf Devletleri’nin yapmış olduğu 12 Mart 1921 tarihli teklif, Sakarya zaferinden sonra yapmış oldukları 22 Mart 1922 tarihli teklif ve Lozan’da kabul edilen mali esasları karşılaştırmıştır. Böylece Türkiye’ye kabul ettirilmesi düşünülen mali esaslar ile Milli Mücadele sayesinde ulaşılan sonuç ortaya konmuştur. Buna göre Sevr Antlaşması’nda İngiliz, Fransız ve İtalyan temsilcilerden kurulu bir Maliye Komisyonu oluşturulması, bu komisyonda bulunmasına müsaade edilen Türk komiserin sadece danışman olarak görev alması kararlaştırılmıştır. Meclise sunulacak bütçenin bu komisyonun onayını almış olması, Meclis’in yapacağı değişiklikleri yürürlüğe girmesi için komisyonca uygun bulunması, Duyun-u Umumiye idaresi ve Osmanlı Bankası aracılığıyla
Türkiye’nin mali faaliyetlerini düzenlemesi, Duyun-u Umumiye’ye ayrılan gelirler dışındaki tüm gelirlerin Maliye Komisyonu’nun emrine verilmesi öngörülmüştür. Mali Komisyon sahip olduğu bu geniş yetkilerle öncelikle kendisinin ve Türkiye’de kalacak İtilaf Devletleri’ne ait giderlerin karşılanması, sonra da Türkiye’nin savaşa girmesi sebebi ile zarar görmüş İtilaf Devletleri uyruklu insanların zararlarının ödenmesi planlanmıştır. Kapitülasyonların savaştan önce uygulandığı şekilde devam etmesi de düşünülmüştür. 1921 ve 1922 Mart’larında verilen tekliflerde bu ağır koşullar, İtilaf Devletleri’nin Anadolu’da üstünlüklerini kaybetmelerine
bağlı olarak tedricen hafifletilmiştir. Ancak “tam bağımsızlık” hedefleyen Türkiye Devleti bu şartları kabul etmemiş ve imzalanan Lozan Antlaşması ile tüm bu ağır şartlar ve kapitülasyonlar kaldırılmıştır (Atatürk, 2006:515-517)

 Lozan görüşmeleri esnasında Türk heyetinin başkanı olan İsmet İnönü’nün
anlattığı, İngiltere temsilcisi Lord Curzon’la yaşadığı bir vaka İtilaf Devletleri’nin ekonomik denetime bakış açısını ortaya koymaktadır. Bir toplantı esnasında Curzon İsmet İnönü’ye:

“Konferanstan bir neticeye varacağız. Ama memnun ayrılmayacağız. Hiçbir işte bizi memnun etmiyorsunuz. Hiçbir dediğimizi makul olduğuna, haklı olduğuna bakmaksızın kabul etmiyorsunuz. Hepsini reddediyorsunuz. En nihayet şu kanaate vardık ki, ne reddederseniz hepsini cebimize atıyoruz. Memleketiniz haraptır. İmar etmeyecek misiniz? Bunun için paraya ihtiyacınız olacaktır. Parayı nereden bulacaksınız? Para bugün dünyada bir bende var, bir de bu yanımdakin de (Amerikalı temsilci Mr.Chaild). Unutmayın ne reddederseniz hepsi cebimde dir. Nereden para bulacaksınız, Fransızlardan mı?... İhtiyaç sebebi ile yarın para
istemek için karşımıza gelip diz çöktüğünüz zaman, bugün reddettiklerinizi cebimizden çıkarıp size göstereceğiz (İnönü, 2006:359-360).”

Türkiye’nin dış borçlarının artması ve Uluslararası Para Fonu(IMF) ile yürütmekte
olduğu ilişkiler, ABD’nin Büyük Orta Doğu Projesi’nden bağımsız bir gelişme göstermekle birlikte çalışmanın kapsamına ve amacına uygun düşmesi sebebi ile çalışmaya dâhil edilmiştir.

Türkiye’nin IMF ile ilişkileri 1947 yılına kadar uzanmaktadır. Bu dönemden
itibaren Atatürk’ün temellerini atmış olduğu ekonomik bağımsızlık ilkesinden ödünler verilmeye başlandığı görülmektedir. IMF’den kredi sağlanmaya başlanmış bunun için de IMF ile anlaşma yapma yoluna gidilmiştir (ÖZEN ve ÖZPENÇE, 2006). IMF’nin temel kuruluş amacı, ülkelerin kısa dönemli borç ihtiyaçlarını karşılamak ve uluslararası para istikrarını sağlamaktır. Bu amaçlarla birlikte; 1950’li yıllarda fon, sermaye ve mal hareketleri üzerine konan engellerin kaldırılması, fiyat teşvikleri, piyasa güçlerinin işlevlerini yerine getirebilmeleri için gerekli serbestinin sağlanması, devlet müdahalelerinin ortadan kaldırılması, sanayilerin korunması gibi amaçları da bulunmaktadır (Topallı, 2006:92).

IMF-Türkiye ilişkileri başlangıcından bugüne Türkiye’nin ekonomik bunalıma
girdiği hemen her dönemde IMF’den kredi alınmış ve ortalama her üç yılda bir stand-by düzenlemesi yapılmıştır. IMF ile sık aralıklarla ve çok fazla stand by düzenlemesinin yapılmış olması Türkiye’nin ödemeler dengesi sorununu kalıcı olarak çözemediğinin kanıtı olarak görülmektedir (Demircan, 2008). Sonuç olarak kendi çalışanlarının dahi eleştirdiği IMF ve Dünya Bankası’nın kuruluş amacından uzaklaşmış olduğu, ABD gibi ekonomisi güçlü, gelişmiş ülkelerin çıkarlarının savunulduğu, politikalarının dayatıldığı örgütler haline geldiği değerlendirilmekte dir.
"Büyük Ortadoğu Projesi" olarak adlandırılan, bölge ülkelerin demokratikleşmesi
projesi aslında dört bölgeyi kapsamaktadır. Bunlar (Şahin,2004: 172),

1. Merkez Ortadoğu (Türkiye'nin de içinde bulunduğu bölge)
2. Kafkasya (Sovyetler Birliği’nden bağımsızlığını ilan eden ülkeler)
3. Afrika (Fas'tan Mısır'a kadar Kuzey Afrika)
4. Asya (Endonezya'ya, Güney Asya'ya ve Çin'e kadar olan Orta Asya)
 
  Proje’nin Türk kamuoyunda yoğun bir şekilde tartışılması, Başbakan Erdoğan’ın 28 Ocak 2004'te Washington’a yaptığı ziyaretle başlamıştır.

Erdoğan’ın ziyaretinden dört gün önce, 24 Ocak 2004 tarihinde de Amerikan
Başkan Yardımcısı Dick Cheney, İsviçre’nin Davos kentinde yapılan “Dünya Ekonomik Forumu’nda yaptığı konuşmada projeden bahsetmiştir. Erdoğan, Türkiye dönüsü, Atatürk Havalimanı Devlet Konukevi’ndeki basın toplantısında, “Sayın Bush ile görüşmede, ABD'nin global çerçevede büyük yeni kuvvet yapılandırması, büyük Ortadoğu veya genişletilmiş Ortadoğu vizyonu gibi konulardaki yaklaşımlarını en etkili ağızdan dinleme imkanı bulduk, yaklaşımımızı ifade ettik.” diyordu 2. Bu sözler, aynı zamanda, Türkiye'nin projeye sıcak
baktığı anlamına da gelmekteydi.

2. Büyük Ortadoğu Projesi ve Türkiye

Coğrafi konumu nedeniyle Ortadoğu projesinde Türkiye’nin tutumu önem
taşımaktadır. BOP’un uygulanması konusunda Türkiye, diğer ilgili devletlere göre daha karmaşık bir durum ile karşı karşıya kalıyor. Çünkü; Türkiye bir taraftan projeyi hazırlayan ve uygulayan kanadın önemli bir üyesi (Nato’ya üye, AB’ye üyelik çalışmaları yapıyor ve ABD’nin uzun yıllara dayanan bir müttefiki) iken diğer taraftan da projenin hedef ülkeleri ile coğrafi olarak komşu ve aralarında yüzyıllara dayanan siyasi, sosyo-ekonomik ve kültürel ilişkisi var.

Bu şartlar, Türkiye’yi iki ucu keskin bir bıçağın üzerine yerleştiriyor. ABD‘nin Ankara eski büyükelçisi Eric Edelman, ABD ve Türkiye’nin konumu açısından projeyi şu şekilde tanımlamaktadır: “Ortadoğu’da, demokrasi ve insan hakları temelinde uygulanmasını planladıkları BOP, son 50 yılın en büyük projesidir. 
Bu projenin uygulanması uzun sürebilir.

Bu zaman içerisinde Türkiye, örnek devlet olacaktır.” (Şahin, 2004:101). 

2002 yılında İstanbul’a konferans vermek için gelen Bernard Lewis, kendisine yöneltilen “Türkiye, Ortadoğu Projesi’nin neresinde yer alacaktır?” sorusunu şu şekilde cevaplandırmıştır:
“Türkiye’nin yeri, Türkiye’nin uygulayacağı politikalara bağlıdır.” Aynı şekilde CIA'nın 1980'li yıllarda Ortadoğu şefi olan Graham E. Fuller, “Siyasal İslamın Geleceği ve Türkiye” adlı son kitabında Türkiye’nin Müslüman karakteriyle önemli bir devlet olacağına vurgu yapmaktadır.

Bu projede Türkiye’nin rolü için şunları dile ifade etmektedir: “Türkiye Batı’ya her
yanaştığında bir ‘kenar’ (diplomatik dilde ‘perifer’) ülkesi olarak görüldü. 

Bu günde Türkiye’ye ikincil ama riskli görevlerin ötesinde bir rol öngörüldüğünü sanmıyoruz… “.
Türkiye; tarihî, coğrafi ve kültürel açılardan Doğu’nun olduğu kadar; Batı’nın da
bir parçasıdır. Avrupa ile asırlardır süren mevcut ortak tarihî, bunun en belirgin kanıtıdır.

Karadeniz ile Akdeniz'i, gelişmiş devletler ile gelişmekte olan devletleri, değişik ekonomik sistemleri ve farklı kültürel yapıları birbirine bağlayan Türkiye, dinler arasında da bir dostluk ve iş birliği köprüsüdür.

Türkiye’nin söz konusu projeye olan bakış açısının gelişimi şu şekilde
özetlenebilir; soğuk savaş döneminde Batılı devletler, ABD ile SSCB arasında bir cephe görevi görmekten dolayı çıkılmaz bir karmaşa içerisine girmiştir. Bazı Avrupa devletleri SSCB tarafında yer alırken bazıları ise ABD yanında bulunmuştur. Bu süreçte Türkiye’nin dış politikasında ise, bir taraftan müttefiki ABD ile olan ilişkileri diğer taraftan Ortadoğu’ya yönelik hareketlenmede ön planda olan Sovyet etkisi ve bunun Türkiye için bir tehdit olarak görülmesi önemli rol oynamıştır. Dolayısıyla Türkiye’nin bölgeye yönelik dış politikasını tek taraflı bir tercih olmaktan ziyade, çok yönlü etkiler altında oluşan bir dış politika olarak değerlendirmek gerekir (Arı, 2006:115-140). 

1980’li yıllarda ise dış politikada, SSCB’nin yıkılarak dağılma olasılığına karşı Kafkaslar ve Orta Asya’da Türki Cumhuriyetler ile birlikte olma düşüncesi ön plana çıkmıştır.

ABD’nin Büyük Orta Doğu Projesi’nin Türkiye’ye yansımalarının bir diğer boyutu
ise “rejim tehdidi” olarak değerlendirilmektedir. Türkiye’ye yönelik “rejim tehdidi”ni ortaya çıkaran temel sebep olarak ABD’nin İslam dinini siyasallaştırma çabaları görülmektedir. 

Bir dönem ABD tarafından, Afganistan’da Sovyet Rusya’ya karşı kullanılan radikal İslam silahının günümüzde ABD’ye çevrilmiş olduğu görülmektedir. 1990’ların ikinci yarısında Kenya ve Tanzanya’daki büyükelçiliklerinin bombalanması ile küresel terörizm tehdidi ile tanışan ABD’nin durumun vahametini tam olarak kavrayamadığı düşünülmektedir. 11 Eylül saldırıları dünyaya ABD’nin nasıl bir tehditle karşı karşıya olduğunu göstermiş ve bu saldırılar Büyük Orta Doğu Projesi’nin gerekçesi olarak gösterilmiştir. ABD’ye yönelen “radikal İslam
tehdidi”nin bertaraf edilebilmesi maksadıyla RAND Corporation adlı düşünce kuruluşu tarafından bir rapor hazırlanarak Bush yönetimine sunulmuştur. “İslam ve Müslümanlar, Batı demokrasi değerlerine uyumlu hale getirilmezse, medeniyetler çatışması olasılığının yüksek olduğu” tezi ortaya atılmış ve İslam coğrafyasının nasıl denetim altına alınacağına dair bir strateji önerilmiştir (Günal, 2004:158) Dünya Müslümanları; köktendinciler, gelenekçiler, modernistler (ılımlı İslam) ve laikler olmak üzere dört gruba ayrılmış, ılımlı İslamcıların desteklenmesi tavsiye edilmiştir (Benard, 1996:37). Mevcut siyasi yönetim altında Türkiye'nin Ilımlı İslam için iyi bir model oluşturduğu saptaması yapılarak, bu konuda  Türkiye'deki iktidarın desteklenmesi gerektiğinin altı çizilmektedir 
(Günal, 2004:159). 

Büyük Orta Doğu Projesi kapsamında, ABD tarafından Türkiye’ye “demokratik ve ılımlı İslam ülkesi” olması savıyla “model ülke rolü“ verildiği görülmektedir. Ancak ABD’ye yönelik terör tehdidin önlenmesi maksadıyla Türkiye’ye biçilen ılımlı İslam rolünün, Cumhuriyet’in temeli olan laiklik ilkesinin zaman içerisinde aşınmasına yol açacağı öngörülmektedir. Bu tehdidi algılayan dönemin Genelkurmay 2.Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ da bu ifadeye tepki göstermiş 3 ve Türkiye’nin İslam devleti değil, laik bir devlet olduğunu tüm dünyaya bir kez daha ilan etmiştir. Bu tepki neticesinde ABD “model ülke” tanımlamasından vazgeçmiş tir. Her ne kadar  tanımlamadan vazgeçilmiş olsa da zihinlerin arka planında bu “ılımlı İslam modeli” olduğu düşünülmektedir.



***

BÜYÜK ORTADOĞU PROJESİ (BOP), TÜRKİYE VE SURİYE BÖLÜM 1

 
BÜYÜK ORTADOĞU PROJESİ (BOP), TÜRKİYE VE SURİYE., BÖLÜM 1


Türkiye, Arap Baharı, BOP, Suriye, Jel Sınıflandırması, Orta Asya, Kuzey Afrika, Anadolu, Mezopotamya, Murat KÖYLÜ,


Murat KÖYLÜ*
* Yrd. Doç. Dr., Toros Üniversitesi İ.İ.B.F., 
    murat.koylu@toros.edu.tr

ÖZET:

     Amerika Birleşik Devletleri tarafından 2004 yılında uygulamaya koyduğu Büyük Ortadoğu Projesi, Ortadoğu, Orta Asya ve Kuzey Afrika'yı dönüştürmeyi, bu alanları küresel pazarlara açmayı ve Batı demokrasisi standartlarına ulaştırmayı
amaçlamaktadır. Proje kapsamındaki ülkelerin çoğunun Müslüman nüfusa ve zengin yeraltı kaynaklarına sahip olmaları, projenin kültürel ve ekonomik boyutunu yansıtmaktadır. BOP yeni bir girişim olarak görülse de, temelleri I. ve II. Dünya Savaşları ve sonraki gelişmelere kadar dayanmaktadır. Büyük Orta Doğu Projesi, aslında tarihi niteliği olan bir projedir. 

Orta Doğu' da yer alan bölgelerin bir bütün olarak görülmesi ve bu bölgede otoriteyi sağlayacak bir siyasal yapılanmanın gerçekleştirilmesi doğrultusunda her dönemde ve her siyasal güç açısından Orta Doğu'yu genel olarak büyük sınırlar
içerisinde ele alan bazı yaklaşımlar ve projeler geliştirilmiştir. İran, Anadolu, Mezopotamya ya da Mısır merkezli siyasal yapılanmalar daha büyük bir güç olmak için ortaya çıktıklarında, dünyanın jeopolitik merkezi olan Orta Doğu alanını daha
büyük sınırlar çerçevesinde kendi kontrolleri altına almak istemişlerdir. Sümerler, Babiller, Persler, Memluklar, Selçuklular ve de Osmanlılar aynı yoldan giderek, bütün bölgeye egemen olmak istediklerinde kendilerine göre ve gene kendilerinin
merkezinde yer aldıkları bir Ortadoğu hegemonya alanı oluşturmanın çabası içerisinde olmuşlardır. Bölge içinde, yanında ya da bölgeye yakın bir konumda kurulmuş olan bütün devletler daha fazla büyümek amacıyla Orta Doğu alanını kendi denetimleri altına almak ve böylece bir büyük imparatorluğu kurmak istemişlerdir. Orta Doğu bölgesi sahip olduğu konumu gereği böylesine büyük siyasal yapılanmalar için, elverişli olduğundan, büyümek isteyen devletler Orta Doğu alanında daha büyük bir Orta Doğu arayışı içerisinde olmuşlardır. 

Bölge ülkeleri bütün bölgeyi kendi kontrolleri altına alabilmek için böylesine bir projeyi her zaman için kendi güvenlikleri açısından zorunlu görmüşlerdir. 

Bu çalışmanın amacı; yaşananlar Büyük Ortadoğu Projesi (BOP)`nin bir parçası mı? 

Ve Batının Ortadoğuyu yeniden şekillendirme çabası mı olduğunu ortaya koymak tır.

1. GİRİŞ

Ortadoğu, Doğu ile Batıyı, Akdeniz ile Hint Okyanusunu, Rusya ile sıcak denizleri
birbirine bağlayan, aynı zamanda Doğu ile Batı arasındaki bütün ticari ve kültürel
bağlantıların yapıldığı bir bölgedir. Yeryüzünün en önemli kara ve suyollarını kumanda etmesinin kendisine kazandırdığı eşsiz jeopolitik değer, Ortadoğu‟yu tarihin ilk dönemlerinden bu yana dünya egemenliği peşinde koşan güçlerin birincil hedefi haline getirmiştir. “Kara altın” olarak tanımlanan petrolün 20. yüzyılın ilk yarısından itibaren değer kazanmasıyla Ortadoğu‟nun, dolayısıyla buradan geçen kara ve deniz yollarının stratejik önemi dünyanın hiçbir yeriyle kıyaslanamayacak derecede artmıştır (Turan, 2002:16-17)

20.yüzyılın başında Balkanları da kapsayacak kadar geniş şekilde tanımlanan Orta
Doğu günümüzde daha dar bir coğrafyayı ifade etmeye başlamıştır. Buna göre bu tanımlama en dar anlamıyla Mısır’dan İran’a uzanan Nil ve Mezopotamya havzalarının arası için, en geniş şekliyle de Fas’tan Pakistan’a kadar uzanan, başka bir deyişle Atlantik’ten Ganj havzasına kadar yayılan coğrafyayı ifade etmektedir. 

Geniş ve dar anlamda tarif edilen bu coğrafya genel olarak değerlendirildiğinde medeniyet kimliği ve jeokültürel olarak İslam kimliğini, jeoekonomik kaynak alanı olarak petrolü, fiziki coğrafya olarak bozkır ve çöl iklimini, stratejik olarak Avrasya’yı çevreleyen kenar kuşak(rimland)’ı ifade ettiği görülmektedir (Davutoğlu,2004:324)

Ortadoğu‟nun önemi, Rockefeller Kardeşler Fonu olarak bilinen ve Amerika
Birleşik Devletleri ekonomi politikasının ilkelerini saptayan örgütçe hazırlanan 1952 tarihli bir raporda vurgulanarak, emperyalizm için vazgeçilemez olduğu ifade edilmiştir. Raporda şöyle denilmiştir: “Asya, Ortadoğu ve Afrika milliyetçiliği, Sovyet Bloğunun tahrikleriyle yıkıcı bir güç haline gelecek olursa, Avrupa‟nın petrol ve diğer hammadde ikmal kaynakları tehlikeye girebilir. Şu halde, bölgeyi güvenlik altına almak için bölge ülkeleriyle ilişkiler kurmak ve yaşamsal önemdeki kaynakları böylece güvenceye almak gerekir. 
Bu nedenle, Ortadoğu,  emperyalizmin ilgi odağı olmuştur ve bu bölgeyi kendi etki alanı içinde tutmak gereklidir (Değer, 1994:92) ”
Orta Doğu’yu önemli kılan başlıca özelliklerden biri de bu coğrafyanın Avrupa,
Asya ve Afrika’dan oluşan dünya anakıtasının kesişim alanını oluşturuyor olmasıdır. Bu bölge; kara havzası açısından Asya’nın batısını, Avrupa’nın doğusunu ve Afrika’nın kuzey sınırlarını barındırmaktadır. Buna bağlı olarak Avrupa, Asya ve Afrika’yı birbirine bağlayan deniz, kara ve hava ulaşım hatlarının düğüm noktasını teşkil etmektedir. Bununla beraber dünyada birinci derecede önemi haiz olan üç stratejik deniz yolu olan Süveyş Kanalı, Babel Mendeb ve Hürmüz boğazları bölgeyi önemli kılmaktadır (Davutoğlu, 2004:325-326)

20.yüzyılın başlarında Orta Doğu’nun Osmanlı egemenliği altında olduğu
görülmektedir. Bu dönemde Osmanlı Devleti’nin ise zayıflamış otoritesi ile hayatta kalma mücadelesi içerisinde olan bir devlet durumunda olduğu görülmektedir. Hem içeride hem de dışarıda pek çok düşmanla mücadele etmek zorunda kalmıştır. Zor durumda bulunan Osmanlı Devleti’nin Orta Doğu’da mutlak hâkim olduğunu söylemek güçtür. Arap liderler ise sadece iki bölgede sınırlı bir özerklik elde etmeyi başarabilmişlerdir. Bu iki bölgeden biri Lübnan’dır. Lübnan genel olarak bazen Hıristiyan bazen Dürzî olan yerel liderlerin kontrolünde kalmıştır. Arapların özerklik kazanmayı başardığı bir diğer bölge ise Arabistan yarımadası dır.    

Özellikle Osmanlılar, İranlılar ve İngilizler arasında tartışmalı olan Körfez, esas
mücadele alanı olarak ortaya çıkmıştır. 18.yüzyılın sonlarına doğru Körfez bölgesindeki aşiret reisleri mücadelede öne geçmiş ve kısmî bir özerklik elde etmişlerdir (Kelidar, 1993:263)

20. yüzyılın başlarında Orta Doğu’nun panoramasını değiştiren en önemli
olaylardan biri de Filistin’e yönelik Yahudi göçüdür. Daha sonraki dönemde İsrail Devleti’ne dönüşecek olan bu göçler sonucunda bölgede zaten var olan gerilim çok daha üst seviyelere tırmanmıştır. İngiltere’nin 1838’den itibaren “Hasta Adam” olarak nitelendirilen Osmanlı Devleti’ni parçalamak ve Orta Doğu’yu ele geçirmek üzere kendisi ile işbirliği yapacaklarını öngördükleri Yahudilerin Filistin ve çevresine yerleşmesini desteklemiştir. Bu dönemde Yahudiler de Filistin’e yerleşmek üzere harekete geçmiştir. 1870 yılından başlamak üzere 1908 yılına kadar Filistin’de 33 Yahudi yerleşim birimi kurulmuştur (Arslan,256;151). Özellikle
1897 yılında Basel’de Theodor Herzl başkanlığında toplanan 1.Siyonist Kongresi’n de “Yahudiler için Filistin’de bir vatan yaratmak” hedefi ortaya konulması ile bu hareket daha organize hale gelmiştir. Theodor Herzl’in 1896 yılında yazmış olduğu “Der Judenstaat(Yahudi Devleti)” adlı kitabında yaptığı tespitte Filistin’e yapılacak Yahudi göçünün hem Yahudilerin hem de Yahudilerle sorunu bulunan Batı dünyası nın çıkarlarına hizmet edeceği vurgulanmıştır (Parlar, 2006:275) Yapılan bu tespite istinaden İtilaf Devletlerinin desteğinin de sağlanabileceği öngörülmüştür.
ABD’nin 2000’li yıllardan itibaren önceleri kısaca BOP (Büyük Ortadoğu Projesi)
denilen, sonrasında GOKAP (Genişletilmiş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Projesi) olarak anılan projeyle, görünürde bölgede insan hakları, demokrasi, özgürlük, hukuk devleti, sivil toplum ve piyasa ekonomisini egemen kılmak istediği savunulmuştur. Gerçekte ise Washington, kimi ülkelerin sınırlarını, kimilerinin rejimlerini, kimilerinin de hem sınırlarını hem de rejimlerini değiştirmek istediğini açıklamıştır. Sonradan dışişleri bakanlığı yapacak olan Condoleezza Rice, “Ortadoğu’da 22 ülkenin sınırlarının ve rejimlerinin değişeceğini” yazmıştır . ABD bu yolla, Ortadoğu’da kendi güdümünde rejimler yaratmaya, zaten öyle olan rejimleri de tahkim etmeye çalışmaya yönelmiştir. BOP, ilk kez 2000 yılındaki Davos Zirvesi’nde Dick Cheney, 2004’te ise Bush tarafından dillendirilmişse de öncesinin olduğu bilinmektedir. Fikri hazırlığını yapan isimler arasında Türkiye’de de yakından tanınan Bernard Lewis, Zbigniew Brzezinski gibi uzmanlar öne çıkmışlardır. BOP’un kapsama alanına 35 ülkenin girdiği, bunlardan 22’sinin Arap ülkesi, 5’inin Arap olmayan Ortadoğu ülkesi, 5’inin Orta Asya ülkesi, 3’ünün ise Trans Kafkasya ülkesi olduğu çokça ifade edilmiştir.

BOP’un hazırlanış gerekçelerini anlayabilmek ve uygulamanın nasıl olabileceğini
dair öngörülerde bulunabilmek için, konuya ışık tutabilecek bazı tarihi saptamalar yapılması uygun olacaktır. Aslında daha eskilere dayanmakla birlikte BOP’un diriliş noktası, 11 Eylül 2001’deki uçaklı intihar saldırılarıyla ABD’yi çok ciddi şekilde sarsan ve bütün dünyaya korku veren “küresel terörizm”dir. Ünlü Amerikalı gazeteci-yazar Robert Fisk’in “ezilmiş ve aşağılanmış insanların şeytani ve korkunç zalimliği” (Chomsky, 2002: 198) olarak nitelediği küresel terörizmin temel nedeni ve kaynağı ise, köktendinci İslami değer yargılarının yanı sıra, günümüz dünyasının zengin ve yoksul ülkeleri arasında var olan uçurum boyutlarındaki
gelir dengesizliğidir. Nedeni Batı sömürgeciliği olan bu dengesizlik farklı bir şekilde olmakla birlikte günümüzde de sürmekte ve özellikle İslam coğrafyasını vurmaya devam etmektedir.

ABD, sömürü düzeninin bu acımasızlıkta sürdüğü sürece, küresel terörizmi bitirmenin imkansız olduğu gerçeğini anlamıştır. Zira bu sömürü düzenine başkaldıran insanların, sömürgecilerin modern silahlarına karşı verilecek bir mücadelede kendi göğüslerinden başka silahları yoktur.

Bu analiz, Tunus’tan başlayıp Suriye’ye kadar sıçrayan olaylar için geçerli olabilir.
Ama mesela, 1960’ta iç savaşla Sudan’da, 1984’te bölücü PKK terörüyle Türkiye’de, 2003’te ABD-İngiliz işgaliyle Irak’ta meydana gelen kanlı olayları ve yaşanan bölünmeleri izah edebilir mi? Hayır. Çünkü sayılan bu çatışmaların mahiyetini çok iyi biliyoruz; BOP çerçevesinde başlamış ve sürüp gitmektedir. 

Eş zamanlı ve tesanüt içinde yürüyen PKK bölücü terörü ve AB uyum yasaları adı altında yapılan düzenlemeler, BOP çerçevesinde ve ABD güdümünde  gerçekleşmektedir.

Genişletilmiş Ortadoğu ve Kuzey Afrika’yı da kapsayan Büyük Ortadoğu Projesi,
ABD’nin Fas, Moritanya, Orta Asya ve Moğolistan, Kafkasya ve Türkiye ile Arap Dünyası ve Somali’yi içine alan “İslam Coğrafyası” dönüşüm stratejisidir. Uzun bir vadede gerçekleştirilmeye göre planlanmıştır. ABD’nin, yeni-muhafazakârlar (neokonlar) denilen ekibinin 1997’de geliştirdiği “Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi”nin (PNAC) bir alt unsurudur.

Aslında BOP, 1957’de belirlenen ve Eisenhower Doktrini olarak da bilinen “Ortadoğu’da Barış ve İstikrarı Koruma” planının devamından ibarettir. Bugün BOP çerçevesinde öne çıkan “Ortadoğu Serbest Ticaret Alanı” ve “Ortadoğu Ortaklık Girişimi destek programları” son yıllarda siyasi söylemlerde sıkça dile getirilmekte dir.
Diğer taraftan Suriye`de yaşanan siyasi kriz ve iktidar zaafiyeti, bölgeyi terör
örgütlerinin rahatlıkla tüm faaliyetlerini yürütebildiği bir alan haline getirmesini Dünya endişe ile izlemektedir.

1. Türkiye-Suriye İlişkileri

Suriye’deki gelişmeler Türkiye’yi yakından etkilemektedir. Türkiye’nin en uzun
kara sınırına sahip olduğu komşusu olan ülkedeki tüm gelişmelerin Türkiye’ye yansıması, siyasi, iktisadi, toplumsal anlamda yankı bulması doğaldır. Suriye’deki iç savaşta Türkiye’nin Cumhurbaşkanı Esad karşıtlarını desteklemesi nedeniyle siyasi ve diplomatik ilişkilerin yanında, iki ülke arasındaki ekonomik ilişkiler de, sınır ticareti başta olmak üzere kesilmiştir.

Bu süreçte Türkiye, kimi hesaplara göre en az 30 milyar dolar kaybetmiştir. Suriye’de olaylar patlak verdiğinde ilk aşamada açıktan tavır almayan, bir süre sonra ise rejim karşıtlarına destek veren Türkiye’ye karşı Suriye’nin de politikası değişmiştir. Yıllarca gerginlik yaşayan iki ülke (Hatay meselesi, su sorunu ve Şam’ın yıllarca terör örgütü PKK’ya verdiği destek nedeniyle) hem Suriye’nin geri adım atması hem de dünya ve bölge dengelerindeki değişimler nedeniyle ilişkilerini normalleştirdikten, ikili ilişkileri belli bir düzeye taşıdıktan sonra yeniden gerginlik yaşamaya başlamışlardır. İlişkilere özel önem verildikten, ikili ticaret,
sınır ticareti arttıktan, karşılıklı olarak vizeler kaldırıldıktan, 2009’da ortak bakanlar kurulu düzenlendikten sonra, ilişkilerin hızla gerilmesi, turizmden ticarete dek her alana yansımıştır.

Orta Doğu’nun bölge içi dengelerine bakıldığında ise oldukça kaotik bir durum arz
ettiği değerlendirilmektedir. Bölgedeki devletlerin çoğunluğunun Arap olmasına rağmen Araplar arasında dayanışma ve işbirliğinden söz etmek mümkün değildir. Körfez krizinin görünür nedeni iki Arap devleti- Irak ve Kuveyt- arasındaki anlaşmazlıktır. Her ne kadar Arap-İsrail savaşları Arap ve Müslüman devletler arasındaki anlaşmazlıkları bastırarak, bu ülkeleri bir araya getirmiş olsa da zamanla bu birlik çözülmüştür. Davutoğlu’na göre bölgedeki kaotik ortam, “Osmanlı egemenliğinden sonra dağılan, ancak Soğuk Savaş döneminin çift kutuplu yapısı içerisinde NATO-Varşova Paktı ve Arap-İsrail gerginliği zeminine oturan bölge içi güç yapılanmasının yeni bir dengeye oturamamasının bir sonucudur.” (Davutoğlu, 2004:361)

Bölge içerisindeki bu denge arayışına bağlı olarak ülkeler arasında “düşmanımın düşmanı dostumdur” ilkesi ilişkilerin temeli haline gelmiştir (Dipneh,34). Örnek olarak 1990’lardan İran ve Suriye’nin PKK/KONGRA-GEL terör örgütüne verdiği iddia edilen destek, Türkiye ve İsrail’in yakınlaşmasına yol açmıştır. Bunun da ötesinde 1996’da yılında Irak’ın kuzeyinde Barzani ve Talabani kuvvetleri arasındaki çatışmalarda, zor durumda kalan Barzani, Kürtlerin can düşmanı Saddam ile ittifak kurabilmiştir (Uzgel, 2005: 265).

ABD ve Alman kaynaklarında son dönemde sık sık Suriye ordusunun kaybettiği
mevzileri yeniden kazandığı, muhaliflerin güç kaybettiği yazılmaktadır. Öte yandan terör örgütü PKK’nın Suriye kolu olan PYD’nin, ülkenin kuzeyinde özerklik ilan etmeye hazırlandığı, Suriye muhalefeti içindeki kimi İslamcı gruplarla silahlı çatışmalara girdiği bilinmektedir. PYD hem terör örgütü El Kaide’ye bağlı El Nusra’ya karşı hem de Özgür Suriye Ordusu’na karşı çatışmaktadır. İlk toplantısını 160 ülkenin katılımıyla yapan “Suriye’nin Dostları” grubunun, Mayıs 2013’te Ürdün’ün başkenti Amman’da ancak 11 ülkenin katılımıyla toplanması da
Esad’ın elinin güçlendiğine ve muhalefetin durumuna ilişkin önemli bir göstergedir.
Suriye de BOP kapsamında bölünmesi ve ortadan kaldırılması planlanan bir
ülkedir. Beşar Esad'ın İsrail'e ve ABD'ye uzattığı zeytin dalları sürekli geri çevrilmektedir.

Önümüzdeki dönemde tepkilerin göğüslenebilmesi için İsrail ile birlikte yapılacak eş zamanlı bir harekâtla Suriye ve İran sorununun aynı anda çözülme girişiminin büyük olasılıkla gündeme geleceğine dair işaretler bulunmaktadır.


***

26 Ağustos 2018 Pazar

BATI ANADOLU`NUN İŞGALİNİN TÜRK, YUNAN ve İNGİLİZ SİYASİ TARİHİNE ETKİSİ BÖLÜM 2


BATI ANADOLU`NUN İŞGALİNİN TÜRK,  YUNAN ve İNGİLİZ SİYASİ TARİHİNE ETKİSİ  BÖLÜM 2



Almanya’nın bu yükselişi ve Osmanlı Devleti’yle geliştirdiği ilişkiler karşısında İngiltere, önce mesafeli davrandığı Yunanistan ile sonra da uzun 
yıllar Boğazlar ve Akdeniz hâkimiyeti için mücadele ettiği Rusya ile yakınlık kurmaya başladı. 

20. yüzyılın başında Osmanlı Devleti’nin önce Trablusgarp’ı İtalyanlara bırakması, sonrasında ise Balkan Savaşlarında ağır yenilgiler alması, İngiliz politikasına yön verenler tarafından Osmanlı Devleti’nin sonunun geldiğine bir işaret olarak algılandı. Buna rağmen İngiltere, Osmanlı Devleti’ni tamamıyla gözden çıkarmaya alenen cesaret edemedi. Zira Trablusgarp ve Balkan savaşlarında Osmanlı Devleti’nin almış olduğu ağır yenilgi sonucunda ortaya çıkan durum, İngiltere’nin Müslüman sömürgelerinde büyük bir tepkiyle karşılanmıştı. İngiltere, Müslüman sömürgelerinden gelecek bu tepkiden çekiniyor ve Balkan devletlerini açıkça destekler görünmek istemiyordu. Ayrıca Osmanlı Devletini Almanya’ya mecbur bırakmak İngiltere’nin işine gelmiyordu31. 

Diğer yandan Balkan Savaşları neticesinde ortaya çıkan Yunanistan, İngilizleri oldukça etkilemişti32. Bu dönemde Yunanistan’ın Başbakanı 1910 yılında iktidarı ele geçirmiş olan ve Balkan Savaşları’nda yıldızı oldukça parlayan Venizelos’du. “Büyük Yunanistan” hayalleri kuran Venizelos dış politikasını İngiliz hayranlığı çerçevesinde yürütüyordu. İngiltere’nin yakın gelecekte Yunanistan’ı bir müttefik olarak görmeye başlamasıyla birlikte iki ülke arasındaki ilişkiler giderek artmaya başladı. Yunan askeri yetkilileri ve deniz subayları İngilizler tarafından eğitiliyordu. Bu çerçevede Mayıs 1911’de bir İngiliz birliği Yunanistan’a gelmişti. Ayrıca İngilizler, Yunanistan polis teşkilatının kurulmasına da önemli katkılar sağladılar33. 

1912 yılında İngiliz Savaş Bakanı Winston Churchill, Yunanistan’ı kendi stratejik planına dâhil etmeye çalışmış ve İyon Adalarındaki limanları kullanmak için Yunanistan’a müracaat etmişti. Buna rağmen İngiltere, Yunanistan’ın büyük beklentilerinin farkındaydı ve mesafeli durmaya çalışıyordu. 

Diğer yandan Venizelos, İngilizleri Yunan çıkarlarının gerçekleşmesini destekleyecek ve Yunanistan’ı koruyacak tek devlet olarak görüyordu. Bu 
amaçla İngilizlerin ve diğer Avrupa devletlerinin desteğini sağlamak amacıyla Venizelos, 1914’ün Ocak ayı boyunca Paris, Londra, Berlin, Petersburg ve Viyana’yı içerisine alan bir dizi ziyaret gerçekleştirdi. İngiltere’yle resmen müttefik olmak isteyen Venizelos bu doğrultuda Londra’da İngiliz Dışişleri 
Bakanı Edward Grey ile görüştü. Fakat İngiltere’nin tek bir Balkan devleti ile anlaşma yapmak gibi bir niyeti yoktu Grey, yine de açık kapı bırakmış hatta 
ileriye yönelik yapılacak bir anlaşmanın altyapısını oluşturmaya çalışmıştı. Kesin bir sonuç elde etmemesine rağmen Venizelos’un bu gezisi Şubat ayı içerisinde meyvelerini vermeye başlamış ve Avrupalı büyük devletler 13 Şubat 1914’te Yunanistan’ın Adalar üzerindeki hâkimiyetini kabul etmişlerdi 34. 

İngiltere ve müttefikleriyle ilişkilerini giderek genişleten Yunanistan için I. Dünya Savaşının başlaması bir fırsat oldu. Osmanlı Devleti’nin kısa süre sonra Almanya’nın yanında savaşa dâhil olmasıyla birlikte İngil-tere, Osmanlı coğrafyasında uygulayacağı politikalarını gözden geçirerek daha kapsamlı bir hale getirdi. Bu amaçla bir komite teşkil edildi ve bu komite Haziran 1915’te çalışmalarını tamamladı. Komitenin raporuna göre, İngiltere’nin Yakın Doğu’da gerçekleştirmek istedikleri şu şekilde sıralana-bilir: 

—İngiltere’nin Basra Körfezi’ndeki pozisyonunun daha da güçlendirmesi, 

—Osmanlı coğrafyasında İngiliz ticaretinin önündeki bütün engellerin kaldırılması ve mevcut pazarın korunması, 

—Mekke şerifine ve Araplara verilen taahhütlerin yerine getirilebilmesi, 

—Petrol üretimi, suyolları ve tarımsal sulama faaliyetlerinin gelişmesine ve korunmasına yönelik bir politika takip edilmesi, 

—Bölgenin tahıl arzının artmasına yönelik tedbirler alınması, 

—Doğu Akdeniz’de ve Basra Körfezi’ndeki stratejik bölgelerin kontrol edilmesi, 

—Müslümanların kutsal saydığı bölgelerin bağımsız bir Müslüman devlet yönetiminde olması, 

—Ermeni meselesine bir çözüm bulunması, 

—Hıristiyanların kutsal mekânları ve Filistin konusuna bir çözüm bulunması. 

İngiltere, komitenin bu amaçları gerçekleştirebilmek için tavsiye ettiği dört alternatif arasından Osmanlı Devleti’nin bölünmesi politikasını 
tercih etti ve vakit kaybetmeden uygulamaya koydu36 . Bu politika aynı zamanda imtiyaz alanlarının oluşturulması fikriyle desteklendi. 1917 
yılında İtilaf Devletleri’nin yanında savaşa girmesiyle birlikte Yunanistan, İngiltere’nin uygulamaya koyduğu bu planın önemli bir unsuru oldu37. Savaş 
sırasında Yunanistan’ın İtilaf Devletleri’ne verdiği destek ve İngiltere’ye göstermiş olduğu “sadakat”, savaş sonrasındaki planlara, Yunanistan’ın da 
dâhil edilmesiyle sonuçlandı. Neticede kurulması düşünülen imtiyaz alanları çerçevesinde Yunanistan’a da ödül olarak Batı Anadolu bölgesi verildi. 
Böylece Batı Anadolu’daki Yunan işgalinin önü açılmış oldu. 

SONUÇ 

İzmir’in işgaliyle başlayan Batı Anadolu’daki Yunan işgali yaklaşık dört yıl sürdü. İşgalden oldukça etkilenen bölgede demografik yapıdan sosyal hayata, ekonomik ilişkilerden siyasi yapıya kadar hemen her alanda incelenmeye değer kendine has bir dönem yaşandı. Bu dönemi kendine has kılan özelliklerin ortaya çıkmasında işgalin bilhassa Yunanistan tarafından gerçekleştirilmiş olması etkili olmuştur. İşgalle birlikte İtilaf Devletleri, Batı Anadolu’da nüfus olarak azınlıkta olan bir milletin çoğunluğu teşkil eden bir millet üzerinde tahakküm kurmasına neden olan bir kararın altına imza atmışlardır. Oysaki o dönemde bölgeyi iyi bilen ve Batı Anadolu coğrafyasıyla ilgili tecrübesi bulunan hemen herkesin üzerinde hem fikir olduğu konu, Yunanistan’ın Batı Anadolu’daki mevcut nüfus yapısı ve yönetim konusundaki tecrübesizliği nedeniyle bölgede tutunamayacağıydı. Üstelik Yunanistan, bu yönetimi başarıyla devam ettirebilecek ekonomik güçten de yoksundu. Fakat Batı Anadolu’dan bu yönde gönderilen tüm raporlara, komisyon görüşlerine ve ortaya konan nüfus istatistiklerine rağmen Hıristiyanların can ve mal güvenliğinin olmadığı ve bölgede ciddi bir düzensizlik olduğu gerekçesiyle Yunanistan’ın İzmir’i işgal etmesine İtilaf Devletleri tarafından onay verildi. 

İşgallerle başlayan ve Sevr Antlaşması’yla devam eden süreç, Batılı devletler tarafından dönemin geçerli hukuk sistemi olarak kabul gören Milletler Cemiyeti prensiplerine rağmen yaşandı. Üstelik bu prensiplerin mimarı olan Amerikan Başkanı Wilson, Yunan işgaline onay veren Yüksek Konsey kararının altına imza atmıştı. Böylelikle henüz yeni yeni filizlenmeye başlayan Milletler Cemiyeti ruhu inandırıcılığını yitirmiş, milletlerin kendi kendini yönetmesi prensibi sömürgeci politikalara kurban edilmiş oldu. İşgal kararının verildiği süreçte yaşananlar, bu gerçeğin bir ispatı olarak kabul edilebilir. Zira İtalya’nın Mondros Mütarekesi sonrasında Anadolu coğrafyasındaki işgal girişimleri, İngiltere ve Fransa bir yana, Yunan işgaline ilk başta olumsuz bakan Amerika’yı bile ikna etmeye yetmişti. Dahası Hıristiyanların can ve mallarının tehlikede olduğu, işgallerin gerekçesi olarak kabul edilse bile daha güçlü ve zengin bir devlet olarak İtalya’nın, güvenliği sağlama noktasında Yunanlılardan daha başarılı olabileceği ortadaydı. Dolayısıyla İtalya yerine Yunanistan’ın İzmir’i işgal etmesine onay verilmesi, başta İngiltere’nin emperyalist kaygılarıyla ortaya çıkan bir tercihti. 

İzmir’in işgali her ne kadar görünürde İtilaf Devletleri’nin tedbir amaçlı bir eylemi şeklinde başlamış olsa da işgalle ortaya çıkan süreç, Sevr hükümlerinin İtilaf Devletleri nezdinde kesinleşmesinin ardından çok daha geniş bir coğrafyada uygulamaya konulan bir ilhak şeklinde devam etti. 

Antlaşmayla birlikte Yunanistan’ın manda yönetimine bırakılan İzmir dâhil olmak üzere geniş bir bölge, Türk hâkimiyetinin sadece bayrakla sembolize edildiği bir Yunan imtiyaz bölgesine dönüştürüldü. Hiç şüphesiz Yunan işgaliyle birlikte Türkiye coğrafyasının en verimli topraklarına sahip İzmir, Manisa, Aydın, Kasaba (Turgutlu) gibi Batı Anadolu bölgesi, ilk günden itibaren ekonomik, sosyal ve siyasi olarak ciddi bir kriz dönemi yaşadı. Oysa Paris Konferansı’nda İzmir ve çevresini talep ederken Yunanistan’ın öne sürdüğü en önemli argümanlardan biri, bölgede huzur ve asayişin olmamasıydı. Üstelik Venizelos, Hıristiyanların can ve mal güvenliğinin olmadığını iddia etmişti. Fakat İzmir’in işgali öncesinde ve sonrasında bölgedeki güvenlik ve asayiş durumu ayrıntılı olarak ele alındığında iddia edildiği gibi direk olarak Hıristiyanların canlarına ve mallarına kasteden bir güvenlik zaafının olmadığı anlaşılmaktadır. Bunun da ötesinde işgal sonrasında 

Yunanistan’ın aksi iddialarına rağmen Yunan işgal bölgesinde güvenlik ve asayiş konusunda kayda değer bir düzelme olmamıştır. Buna ilaveten Yunan yönetimi döneminde bölge halkının ekonomik olarak ilerleme kaydettiğine dair hiçbir ispat olmadığı gibi bilakis kaynakların orantısız kullanımına bağlı olarak özellikle bölgede yaşayan Türkler büyük bir ekonomik sıkıntı içine girmişlerdir. Diğer yandan göçmenlerin yeniden iskânını, bölge yönetimini Yunanlılara devredene kadar gayretle sürdüren Osmanlı yöneticilerinin aksine Yunan yönetimi bu konuda tek taraflı bir tutum sergileyerek sadece gayrimüslim göçmenlerin sorunlarıyla ilgilenmiştir. 

Bu dönemde binlerce gayrimüslim göçmen bölgeye yeniden yerleştirilirken binlerce Müslüman Türk, mülteci durumuna düşmüştür. Bu gelişmeler ışığında Mütarekeden sonra bölgede özellikle asayiş konusunda yaşanan sorunların etki-tepki sonucunda ortaya çıktığı yadsınamaz bir gerçektir. Zira İtilaf Devletleri’nin İzmir’i Yunanistan’a vereceği haberlerinin duyulmasının ardından Batı Anadolu’da yaşayan Rumlar arasında Türkleri tahrik edici bir propaganda faaliyeti başlamıştı. Savaş sonrasında Anadolu’da ortaya çıkan olumsuz ekonomik ve sosyal şartlarda neredeyse tükenme noktasına gelen Türk insanı bir de topraklarını kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya bırakılınca tepki vermekte gecikmedi. Öyle söylenebilir ki İzmir’in işgali, bu tepkilerin bütün Anadolu’ya yayılan milli bir mücadeleye dönüşmesinde en önemli gelişme olmuştur. Ayrıca savaş sırasında bölgeden göç eden gayrimüslimlerin geri dönüşü, Batı Anadolu’daki direnişin ortaya çıkmasında diğer bir önemli etken olmuştur. Zira geri dönen gayrimüslim göçmenlerin binlerce Türkü yerinden etmesi ve ortaya çıkan toprak mücadeleleri savaş sonrasında bölgede baş gösteren düzensizliği daha da tetiklemişti. 
Bölgede Türkler tarafından sergilenen mücadelede yerel eşrafın ve halkın başrolde olması, işgalle birlikte bölgedeki kaynakların el değiştirme 
ihtimalinin ortaya çıkmasıyla doğrudan ilişkilidir. 

Bölgenin ekonomik kaynaklarını ellerinde bulunduran Levantenlerin ve yabancı yatırımcıların da Yunan işgaline tepkisi yine doğrudan bu konuyla ilgilidir. Buna karşılık işgal, İtilaf Devletleri’nin ortak kuvvetleri tarafından gerçekleştirilmiş olsaydı Türklerin gösterdiği tepkilerin asgariye indirilmesi mümkün olabilecekti. Batı Anadolu halkı arasında büyük bir devletin bölgeyi işgal edeceği yönünde zaten bir öngörü vardı. Bu konuyla ilgili İngiliz belgelerinden çıkan sonuç, Anadolu halkının İstanbul Hükümeti’ne olan güvensizliği ve uzun yıllardır yaşamakta olduğu sıkıntılar neticesinde büyük bir devletin bölgeyi kontrol etmesine her hangi bir tepkisinin olmayacağı yönündedir. Fakat bölge halkının beklentilerine rağmen işgal planını devreye sokan İngiltere’de başta Genel Kurmay Başkanlığı olmak üzere Savaş Bakanlığı ve diğer bazı önemli kurum ve bürokratlar, Batı 

Anadolu’da doğrudan bir sorumluluk alınmasına karşıydı. Buna yanı sıra aynı dönemde Türklerin akıllarına bile getirmek istemedikleri tek düşünce, bölgenin Yunanistan’a verilmesi ihtimaliydi. Neticede korkulan olmuş ve İzmir, Yunanistan tarafından işgal edilmişti. 

Daha işgalin ilk günlerinde yaşanan olaylar, gelecekte neler yaşanabileceğinin habercisi olmuştu. Yunan yetkililer tarafından verilen emirlerin olayları yatıştırmada yeterli olmadığı, bu de facto işgal durumunun bölgenin kimyasına ne denli aykırı olduğu ilerleyen işgal sürecinde ortaya çıkmıştır. Buna rağmen Yunan Hükümeti, bölgede kalıcı olabilmek adına bazı tedbirler almaya çalıştı. Fakat Anadolu coğrafyasını hiç tanımamış ve görmemiş siyasetçiler tarafından, Lloyd George güdümünde Paris’te kurgulanan bu senaryonun hayata geçirilmesi neredeyse imkânsızdı. Nitekim bölgeyi iyi bilenler ve bizzat bölgede yaşayanlar tarafından defalarca öne sürülen düşüncelere paralel olarak bu girişimin, hem idari hem de askeri olarak başarısız olduğu işgali takip eden süreçte ortaya çıkmıştır. Yunan işgal projesi, neredeyse bütün ayrıntılarıyla Başbakan önderliğindeki İngiliz bürokrasisi tarafından organize edilmişti. Bu politikanın ardında İngiltere’nin Anadolu coğrafyasındaki çıkarlarını “maşa devlet” kullanarak devam ettirme düşüncesi vardı. İngiltere, resmi politikasının öngördüğü model çerçevesinde Anadolu ve diğer Osmanlı coğrafyasındaki çıkar bölgelerini güvenli ellere teslim etmek durumundaydı. Zaten İngiliz Hükümeti açısından, ülkenin içinde bulunduğu durum göz önünde bulundurulduğunda başka bir seçenek kalmamıştı. 

Dolayısıyla İngiltere’nin savaş sonrasında içinde bulunduğu ekonomik darboğaz Batı Anadolu’daki Yunan işgaliyle yakından ilintilidir. İç politika kaygılarıyla birlikte denizaşırı coğrafyalarda maliyetli politikalar sürdürmekten yana olmayan İngiliz Hükümeti, çıkarların devam ettirilmesi adına farklı arayışlar içine girmiştir. İngiltere’yi böyle bir uluslararası politika takip etmeye yönelten ciddi iç problemleri vardı. Zira dünya savaşı sırasında oldukça ağır bir yükün altına girmiş olan İngiliz Hükümeti, çıkardığı bir kanunla on yıl boyunca herhangi bir savaşa girmeme kararı almıştı. 

Askeri operasyonlar gerçekleştirmesinin önünü tıkayan bu kanunla birlikte İngiltere, çıkarlarını devam ettirmek adına diplomatik dayatma yöntemlerini 
kullanmak zorunda kalmıştır. Aynı zamanda kemer sıkma politikalarıyla uzun savaş yıllarının getirdiği ekonomik sıkıntıları göğüslenmeye çalışan İngiliz Hükümeti, kamuoyunda oluşan savaş karşıtlığı nedeniyle orduda revizyona gitmek durumunda kalmış ve asker sayısı ciddi oranda düşürülmüştü. Yine bu dönemde bir iç mesele olarak algılanabilecek İrlanda meselesi, savaş sonrasındaki dönemde İngiliz iç siyasetini oldukça hırpalamış, bu mesele ayrıca İngiltere’nin Amerika gibi güçlü bir müttefik devletle ilişkilerinin soğumasında ciddi bir neden olmuştur. 

Bu nedenlerden yola çıkarak denilebilir ki İngiliz devlet adamlarının savaş sonrasında çözmesi gereken tek sorun “Yakın ve Orta Doğu” meselesi değildi. 
Bilakis iç meselelerin ortaya çıkardığı tazyik, İngiliz dış politikasının belirlenmesinde ve dolayısıyla Osmanlı coğrafyasının kaderinin tayin edilmesinde son derece etkili olmuştur. 

Her ne kadar İngiliz hükümeti, söz konusu şartlar altında şiar edindiği, çıkarları “maşa devletler” aracılığıyla sürdürmenin haricinde fazla bir alternatife sahip değilse de, bu politikanın nasıl bir yöntem dâhilinde uygulanacağı konusunda İngiliz devlet adamları ve bürokratları çok farklı fikirlere sahiptir. Öyle ki savaş kabinesinin içerisinde dahi konuyla ilgili derin görüş ayrılıkları vardır. Dolayısıyla bu dönemdeki İngiliz politikalarından söz ederken dört yıllık bir sürecin tamamını kapsayacak genellemelerin yapılması doğru değildir. Aynı dönemde İngiliz bürokrasisinin ve devlet adamlarının uygulamaya çalıştıkları politikaların farklılığı ve belirli şartlar altında değişkenlik arz etmesi böyle bir genelleme yapılmasının önündeki en büyük engeldir. Bu tarz bir genellemeye ters düşecek bir şekilde, İzmir’in Yunanistan’a verilmesi fikri İngiliz Hükümeti içerisinde Başbakan’ın önderliğinde sadece birkaç kişi tarafından destek görmüştür. 

Diğer taraftan başta Dışişleri Bakanı Curzon, Hindistan Bakanı Montagu olmak üzere Paris Konferansı’ndaki delegasyon ve Hükümet içerisindeki birçok bürokrat ve devlet adamı İzmir’in Yunanistan tarafından işgaline karşıdır. Üstelik bölgenin Yunanistan’a verilmesine karşı çıkan bu devlet adamları bile İzmir ve Türkiye’nin geleceği konusunda birbirleriyle çatışma halindedir. İzmir’in işgaline ilk başta karşı çıkan Curzon’un işgalin ilerleyen dönemlerinde İngiltere’nin Yunanistan lehine tarafsızlıktan vazgeçmesi gerektiğini belirtmesi ise İngiliz politikalarında değişkenlik arz eden görüşlere çarpıcı bir örnek teşkil edebilir. Bu noktada şunu kabul etmek gerekir ki Curzon’un işgal öncesindeki Yunan karşıtı tavrı yahut daha sonraki süreçte sergilediği Yunan yanlısı tavrı onun bir “Türk düşmanı” olduğu ayrıca nihai hedefinin İngiliz çıkarlarını korumak olduğu gerçeğini 
değiştirmiyordu. Yine buna paralel olarak Montagu’nun İstanbul ve İzmir’in Türklerin elinden alınmasına karşı çıkması Hindistan’daki durumla ilgiliydi 
ve tamamen bu coğrafyalardaki İngiliz çıkarlarının sürdürülmesi kaygısından kaynaklanıyordu. 

Aynı durum diğer İtilaf Devletleri için de geçerlidir. Zira işgal süreci içerisinde Fransa’da bir kez, İtalya’da ise üç kez hükümet değişmiştir. Nitekim İtalya’nın takip ettiği politikanın içerdiği Yunan karşıtlığı gün geçtikçe artmış, diğer yandan İzmir’in Yunanistan tarafından işgaline destek ve onay veren Fransa’nın bu tavrı, Yunanistan’daki Kasım 1920 seçimleri sonucunda ortaya çıkan durumla birlikte tam aksi istikamette değişmiştir. Seçimler onucunda Venizelos’un iktidarı kaybetmesi ve Kral Konstantin’in Yunan tahtına büyük bir halk desteğiyle yeniden oturması, Fransa’nın bundan sonra Yunan karşıtı bir politika takip etmesine neden olmuştur. Bu düşünceden hareketle denebilir ki işgal ve ilhak dönemi boyunca Batı Anadolu’nun kaderini tayin eden en önemli gelişmelerden biri hiç şüphesiz Yunanistan’daki iktidar değişikliği olmuştur. Yunan Başbakanı Venizelos’un Kasım 1920’de yapılan seçimlerde iktidardan düşmesi, seçimleri takip eden dönemde İngiltere ve Fransa’nın Yunanistan’a verdiği açık desteğin de sonu olmuştur. Seçimlerden sonra Yunanistan’a dönen ve tahta yeniden oturan Kral ile başta Fransa olmak üzere İtilaf Devletleri’nin geçmişten kalan bir hesabı vardı. Dolayısıyla I. Dünya Savaşı boyunca İtilaf bloğu yanında savaşmayı reddeden Yunan Kralı Konstantin’in geri dönüşü, işgal sürecinde dengelerin 
Yunanistan aleyhine değişmesine neden olan önemli bir etkendi. Bu çerçevede seçimden sonra Yunanistan’a uygulanmaya başlanan ambargoya, İngiliz Başbakanı Lloyd George’un pek istekli olmamasına rağmen Fransa önayak olmuş, İngiltere de müttefik anlaşmaları dolayısıyla uzun bir süre Fransa’ya uymak durumunda kalmıştır. Özellikle Ankara Hükümeti’yle anlaşma yaparak Anadolu’dan çekilen Fransa’nın, silahlarını Yunanlılara karşı mücadele eden Türklere satması bu koşullar göz önünde bulundurul-duğunda daha anlamlı hale gelir. Şunu da belirtmek gerekir ki bu duruma karşı çıkan İngiliz Başbakanı her fırsatta ambargoyu delme teşebbüslerin-de bulunmuş ve en sonunda diğer İngiliz devlet adamlarını da ikna ederek Yunanistan’ı direk olarak destekleme kararı almıştır. Buna rağmen İngiliz Başbakanı’nın bu yoğun çabası Yunanistan’ın İngiltere’den umduğu desteği bulmasında yeterli olmamış, iki taraf arasında imzalanan kredi anlaşmasına rağmen Yunan Hükümeti, İngiliz piyasalarından kredi sağlayamamıştır. İngiltere’nin maddi açıdan Yunanistan’a sağladığı kayda değer olarak nitelenebilecek en önemli destek Türk tarafına da dahil olmak üzere İngiliz tüccarların Yunanistan’a silah satışına izin vermesi olmuştur. 

Yunan Hükümeti, 1921 yılı içerisinde gerçekleştirilen Londra konferansından itibaren Türklerle yapılan barış koşullarını düşünmekten daha çok bu ambargonun kaldırılması için büyük çaba sarf etmiştir. Yunan kamuoyu dâhil herkes şunu çok iyi biliyordu ki Anadolu’daki mücadelenin başarısı İtilaf Devletleri’nin ekonomik desteğine bağlıydı. Ekonomik olarak dibe vurmuş bir Yunanistan’ın yüksek maliyetler gerektiren Anadolu operasyonlarını devam ettirebilmesi söz konusu olamazdı. Bu sebeple Yunan Hükümeti, ambargo kararının ardından katıldığı her uluslar arası toplantıda ambargonun kaldırılması konusunda ısrarcı olmuş, özellikle 1921 Londra Konferansına gündeminde bu konuyla gitmiştir. Yine çarpıcı olan diğer bir durumsa İtilaf Devletleri’nin bu ambargo çerçevesinde Yunanistan’ın kâğıt para basmasını dahi engellemeleridir. Bu engel savaş sonrası dönemde Anadolu’da ciddi operasyonlar gerçekleştirme peşinde olan Yunanistan’ın ekonomik açıdan oldukça sıkıntıya girmesine neden olmuştur. İngiliz Başbakanı Lloyd George’un amansız Yunan taraftarlığı bile ekonomik darboğazın aşılmasına yetmedi. Müttefiklerinin desteğinden mahrum kalan Yunanistan, özellikle Sakarya Savaşı’ndan sonra farklı arayışlar içerisine girmiştir. Zira mevcut şartlar içerisinde Ankara’ya karşı bir başarı elde edilmesi 
mümkün değildi. Bu dönemden itibaren Yunanistan, Anadolu’da kalabilmenin
mümkün olmadığını anlaşmış, bir yandan kayıpsız bir şekilde geri çekilmenin hesaplarını yaparken diğer yandan farklı politikalara başvurarak başarılı olmanın yollarını aramaya başlamıştır. İzmir’de kurulan Yunan yönetiminin bağımsızlığını ilan etmesi ve Yunan ordusunun İstanbul’u işgal etme planları gibi “oldubittilerle” sonuca ulaşmaya çalışması bu bağlamda  değerlendirilmelidir. Fakat Yunan Hükümeti’nin bu planları da İtilaf Devletleri’nin ciddi tepkisiyle karşılaştı. Yunan ordusunun İstanbul’a doğru hareket etmesi halinde, İstanbul’da bulunan İngiliz askerlerinin de Ankara kuvvetleriyle karşı karşıya geleceğini düşünen İngiltere, Yunan Hükümeti’ni sert bir dille uyarmıştı. Neticede Yunan Hükümeti’nin yapmaya çalıştığı blöf başarısız olurken, İstanbul’u işgal planları da suya düşmüş oldu. 

Diğer taraftan İzmir’de bağımsız bir devlet kurma projesi de Yunan ordusunun cephede kaybetmesiyle birlikte sadece düşünce aşamasında kaldı. Bu şartlar altında Sakarya Savaşı’ndan bu yana geri çekilmeyi planlayan Yunan ordusunun Türk taarruzu karşısında tutunamayışı Batı Anado-lu’daki Yunan işgalinin de sonu oldu. Bu bilgiler ışığında öyle söylenebilir ki “Milli mücadele dönemi” olarak adlandırılan dönemin yaşanmasında Anadolu’nun iç dinamiklerinin yanı sıra uluslararası politika merkezlerinde yaşanan gelişmeler, değişimler ve bu merkezlerin kendi aralarındaki fikir ayrılıkları da oldukça etkili olmuştur. Bu gelişmeleri yakından takip eden Ankara Hükümeti’nin takip ettiği stratejinin önemli yönlerinden biri, İtilaf Devletleri arasındaki rekabetten ve dış dünyada yaşanan gelişmeler-den istifade ederek şartları Anadolu lehine çevirmeye çalışmak olmuştur. Ankara’nın bir yandan İtilaf Devletleri’yle ayrı ayrı anlaşmaya çalışması diğer yandan ise Bolşeviklerle yürüttüğü yakın ilişkiler, son derece önemli olduğu düşünülen uluslararası gelişmeleri Türk milli mücadelesinin lehine çevirebilmek adına takip edilmiş politikalardır. Bu bağlamda Ankara’nın 
dahi büyük önem vererek milli mücadeleyi başarıyla sonuçlandırmak için yakından takip ettiği Türkiye dışındaki gelişmeleri göz ardı ederek yahut 
konjonktürün değişmesiyle dış dünyada ortaya çıkan yeni şartları görmezden gelerek dönemle ilgili değerlendirmelerde bulunmak eksik algılamaların 
yaşanmasına neden olabilir. 

Öte yandan dönemi değerlendirirken meseleleri her yönüyle ele alan bütünleyicibir bakış açısı ise, işgal süreci içerisinde yaşanan gelişmelerin neden 
sonuç ilişkisi içerisinde daha sağlıklı olarak anlaşılmasını sağlayacaktır. 

Bütün bu değerlendirmeler de göz önünde bulundurulduğunda öyle söylenebilir ki yaklaşık dört yıl süren Yunan işgali, Anadolu’nun en verimli ve zengin topraklarına sahip olan Batı Anadolu’da ciddi sıkıntıları da beraberinde getirmiştir. Her şeyden önce iddia edildiği gibi bölgede düzen sağlanamamış aksine huzur ve asayiş, işgalin ilk gününden başlamak üzere giderek daha da bozulmuştur. İzmir’in işgali bölgede yaşayan Müslümanlar ve Hıristiyanlar arasındaki ilişkileri tamir edilemez bir boyutta zedelemiş ve bu durum bölgedeki halkın huzur ve refah seviyesine olumsuz olarak yansımıştır. 
Sevr sonrasında bölgede kurulan Yunan yönetimi halkın beklentilerini 
karşılamaktan uzak kalmış, bölge kaynaklarını etkin olarak kullanamadığı 
gibi hukuksuz vergi uygulamalarıyla sık sık şikâyet konusu olmuştur. Hem siyasi, hem idari, hem de iktisadi yönden başarısız olan Yunan işgal dönemi, sonuç olarak İngiltere’nin sorumluluk almaktan kaçarak uzaktan Yunanistan eliyle yürütmeye çalıştığı bir plan olarak kalmış, Anadolu’nun tarihi gerçekleri ve Türk halkının göstermiş olduğu üstün fedakârlıklar neticesinde gelen başarı, böyle bir hukuksuz girişimin sonuçsuz kalmasını sağlamıştır. 


KAYNAKÇA 

Armaoğlu, Fahir, 19. Yüzyıl Siyasi Tarihi (1789-1914), Ankara 1977. 
Belen, Fahri, Türk Kurtuluş Savaşı, Ankara 1973. 
Çakmak, Nedim, İşgal Günlerindeki İşbirlikçiler, İstanbul 2006. 
Coşkun, Alev, Kuvayı Milliyenin Kuruluşu, İstanbul 2005. 
Ediz, İsmail, Batı Anadolu’da Yunan İşgali (1919-1922), Basılmamış Doktora 
Tezi, İstanbul 2011. 
Erdem, Nilüfer, Yunan Tarihçiliğinin Gözüyle Anadolu Harekâtı,1919-1922), 
İstanbul 2010. 
Ergül, Teoman Kurtuluş savaşında Manisa, Manisa 1991. 
Daleziou, Eleftheria, Britain and Greek Turkish War Settlement of 1919-1923, 
Glasgow University 2002. 
Glenny, Misha, Balkanlar 1804-1999 Milliyetçilik, Savaş ve Büyük Güçler, 
İstanbul 2001. 
Gülcan, Oğuz, Batı Anadolu’da Kuvayı Milliyenin Oluşumu, Basılmamış 
Yüksek Lisans Tezi, Ankara 2007. 
Grigoriadis, Istoria, Tis Sighronis Elladas, (Çağdaş Yunanistan Tarihi), 19091940, 
Tomos [Cilt]: 1 
Haciantoniyu, Kostas, Mikra Asia- O Apeleftherotikos Agonas, (Anadolu - 
Özgürleştirme Mücadelesi,) 1919-1922, Atina 1994. 
Kırkpınar, Kenan, “Milli Mücadele Döneminde İngiliz Basını, Çağdaş”, Türkiye 
Araştırmaları Dergisi, Cilt:1, Sayı: 3, Yıl: 1993. 
Klieman, Aaron S., “Britain’s War Aims in the Middle East in 1915”, Journal 
of Contemporary History, Cilt: 3, No: 3, The Middle East, Temmuz 1968. 
Köklü, Nusret, Manisa, İşgalden Kurtuluşa, İzmir 1998. 
MacMillan, Margaret, Paris 1919, Çev. Belkıs Dişbudak, Ankara 2004. 
Miller, William, The Otoman Empire and Its Successors 1801-1927, New York 1974. 
Özalp, Kazım, Milli Mücadele 1919–1922, Ankara 1985. 
Speck, W. A., A Concise, History of Britain (1707-1975), Cambridge 1993. 
Su, Kamil, Manisa ve Yöresinde İşgal Acıları, Ankara, 1982. 
Tansel, Selahaddin, Mondros’tan Mudanya’ya Kadar, İstanbul 1991. 
Turan, Şerafettin Türk Devrim Tarihi, Cilt: 1, Ankara, 1991. 
YUNAN GENELKURMAY BAŞKANLIĞI, HARP TARİH BAŞKANLIĞI 
(YGHTB), Yunan Ordusu İzmir`de, Atina 1928. 
www. acikarsiv.ankara.edu.tr/fulltext/3320.pdf Ankara Üniversitesi Türk 
İnkılap Tarihi Enstitüsü, Erişim Tarihi: 26.08.2016 
http://www.tarihsuuru.com/tsrd/haberdetay.asp?ID=4521 Batı Anadolu`da 
Yunan Mezalimi: Erişim Tarihi: 26.08.2016 
http://w3.balikesir.edu.tr /~metinay/ Metin Ayışığı, ,Unutulan Soykırım:Batı 
Anadolu`da Yunan Mezalimi, Erişim Tarihi: 01.09.2016 
http://www.bolsohays.com/yazarmakale-67/anonim-kastamonu-dakirum-sayisi.html .Erişim Tarihi: 12.08.2016 

DİPNOTLAR;

1 YUNAN GENELKURMAY BAŞKANLIĞI, HARP TARİH BAŞKANLIĞI (YGHTB), Yunan Ordusu İzmir`de, Atina, 1928, s.1 
2 a.g.e, s.26 
3 Bu sayı Yunan Genel Kurmayı tarafından abartılı olarak verilmiştir. Resmi rakamlara göre 1914 mübadelesinde önce 1912`de, Anadolu`da Osmanlı 
   Kayıtlarına göre 1.777.146, Rum Ekümenik Kilise kayıtlarına göre ise de 1788.582 Yunan kökenli bulunmaktadır. Venizelos`a göre ise tüm Anadolu`da ki Rum 
   sayısı 1.694.000 dir. (http://www.bolsohays.com/yazarmakale-67/anonim-kastamonu-daki-rum-sayisi. html .Erişim Tarihi: 12.08.2016) 
4 YGHTB, a.g.e, s.27 
5 Birinci Dünya Savaşı’nda İttifak Devletleri yanında yer almış olan Türkiye de, 30 Ekim 1918 tarihinde Limni Adası’nın bir limanı olan Mondros’ta, 
   İngilizlerin Agamemnon zırhlısında, bir ateşkes antlaşması imzalamıştır. Mondros Ateşkes Antlaşması’nı Osmanlı Devleti adına Bahriye Nazırı Rauf Bey, 
   Hariciye Müsteşarı Reşat Hikmet Bey ve Yarbay Sadullah Bey; İngiltere adına ise Akdeniz Bölgesi Başkumandanı Amiral Sir S. A. G. Calthorpe imzalamışlardır. 
6 YGHTB, a.g.e, s.32-33 
7 Fahri Belen, Türk Kurtuluş Savaşı, Ankara 1973, s. 11-14 
8 İzmit 
9 YGHTB, a.g.e, s.33 
10 Şerafettin Turan, Türk Devrim Tarihi, Cilt: 1, Ankara 1991, s. 73. 
11 Istoria Grigoriadis, Tis Sighronis Elladas, Çağdaş Yunanistan Tarihi, 1909-1940, Tomos [Cilt]: 1, s. 248. 
12 Nilüfer Erdem, Yunan Tarihçiliğinin Gözüyle Anadolu Harekâtı,1919-1922), İstanbul 2010, s.91 
13 A.g.e.,s.91 
14 A.g.e., s.91 
15 Kostas Haciantoniyu, Mikra Asia - O Apeleftherotikos Agonas, Anadolu - Özgürleştirme Mücadelesi,  1919-1922, Atina, 1994, s. 25. 
16 Erdem, a.g.e., s.91 
17 a.g.e.,s.105 
18 Margaret MacMillan, Paris 1919, Çev. Belkıs Dişbudak, Ankara 2004, s. 422-423. 
19Kenan Kırkpınar, “Milli Mücadele Döneminde İngiliz Basını”, Türkiye Araştırmaları Dergisi, Cilt:1, Sayı: 3, Yıl: 1993, s. 169. 
20 Perikles (İ. Ö. 494-429), Atina’da siyasal yaşamı demokratikleştirmeye çalışmış asker ve devlet adamıdır. Atina, “Perikles Yüzyılı” ile uygarlığın 
    doruğuna ulaşmıştır. Bu dönem, “Altın Yüzyıl (Hrisus Eon)” adıyla da anılmıştır. “Perikles”, Egkiklopedia, 2002 Ansiklopedisi, Tomos [Cilt]: 15, s. 360-361; 
    “Perikles”, Büyük Larousse Sözlük ve Ansiklopedisi, Cilt: 18, s. 9287-9288. 
21 MacMillan, a.g.e., s. 341-349. 
22 Erdem, a.g.e., s.126 
23 http://w3.balikesir.edu.tr /~metinay/Metin Ayışığı, Unutulan Soykırım:Batı Anadolu`da Yunan Mezalimi,  Erişim Tarihi: 26.08.2016 
24 www. acikarsiv.ankara.edu.tr/fulltext/3320.pdf, Ankara Üniversitesi Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü, Erişim  Tarihi:26.08.2016 
25 http://www.tarihsuuru.com/tsrd/haberdetay.asp?ID=452,1Batı Anadolu`da Yunan Mezalimi, Erişim  Tarihi:01.09.2016 
26 Ayışığı, a.g.e, 
27 Ankara Hükümeti tarafından tanınmayan Sevr Antlaşması, meclis tarafından da onaylanmadığı için hiçbir zaman resmen yürürlüğe girememiş, 
    onun yerini Türk milli mücadelesi sonrasında imzalanan Lozan Antlaşması almıştır. 
28 Fahir Armaoğlu, 19. Yüzyıl Siyasi Tarihi (1789-1914), Ankara 1977, s. 545. 
29 W. A. Speck, A Concise, History of Britain (1707-1975), Cambridge 1993, s. 99. Aktaran: İsmail Ediz, Batı Anadolu’da Yunan İşgali (1919-1922), 
    Basılmamış Doktora Tezi, İstanbul 2011, s.238 
30 Misha Glenny, Balkanlar 1804-1999 Milliyetçilik, Savaş ve Büyük Güçler, İstanbul 2001, s. 128, Aktaran: Ediz, a.g.e. 238-239 
31 Armaoğlu, a.g.e., s. 664. 
32 Armaoğlu, a.g.e., s. 50-51. 
33 Eleftheria Daleziou, Britain and Greek Turkish War Settlement of 1919-1923, Glasgow University 2002, s. 53. Aktaran: Ediz, a.g.e.239 
34 Daleziou, a.g.e., s. 55. 
35 1. Osmanlı Devleti’nin mevcut haliyle devam etmesi 2. Osmanlı Devleti’nin federal bir yapıya dönüştürülmesi 3. İmtiyaz bölgelerinin 
     oluşturulması 4. Osmanlı topraklarının bölünmesi. 
36 Aaron S. Klieman, “Britain’s War Aims in the Middle East in 1915”, Journal of Contemporary History, Cilt: 3, No: 3, The Middle East, Temmuz 1968, 
     s. 247. Aktaran: Ediz, a.g.e.239 
37 William Miller, The Otoman Empire and Its Successors 1801-1927, New York 1974, s. 534. Aktaran: Ediz, a.g.e.239 


BATI ANADOLU`NUN İŞGALİNİN TÜRK, YUNAN ve İNGİLİZ SİYASİ TARİHİNE ETKİSİ 
Murat KÖYLÜ 


***