Ümit ÖZDAĞ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Ümit ÖZDAĞ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

20 Ekim 2018 Cumartesi

PKK ile Müzakere, Mütareke ve Kirli Barış Sürecinin Analizi BÖLÜM 2

PKK ile Müzakere, Mütareke ve Kirli Barış Sürecinin Analizi  BÖLÜM 2



           2007 SONRASINDA TSK YIPRATILMIŞTIR

2007 sonrasında Türk Ordusu’nun karşı karşıya olduğu süreç, bir ordunun karşı 
karşıya kalabileceği en hüzün verici durumdur. Şüpheli deliller ile yargılanan 
subay ve generaller, terörist olarak mahkum olan Genelkurmay başkanı ve komuta kademesi, intihar eden kahramanlar. Neticesinde savaş yeteneğini yitirmiş bir deniz kuvvetleri, savaş yeteneği ağır darbe almış ve uçaklarının tamamını uçuramayacak bir hava kuvvetleri, bütün güvenlik sırları, savaş planları ortaya dökülmüş bir ordudan bahsediyoruz.

        TSK kadrolarına karşı sürdürülen psikolojik savaş neticesinde ağır bir 
baskı süreci Harp Okulundaki öğrenciden başlayarak en üst rütbedeki genelkurmay başkanına kadar uzanmaktadır. Türkiye’de her subay her an tutuklanma, casusluk ve terörist olmakla suçlanma ihtimali ile karşı karşıya görev yapmaktadır.

        Terörle mücadelenin efsane çocukları “özel kuvvet” mensuplarına 
suikastçi katil muamelesinin yapılmış, Türk ordusunun en seçkin subayları 
ahlaksızca “çocuk katili olmakla” suçlanmışlardır. Komutanları Korg. Engin Alan 
mahkum olmuştur. Özel Kuvvetin Cumhuriyet tarihi boyunca yetiştirmiş olduğu en başarılı isimlerden birisi olanTürk ordusundaki tek üç üstün cesaret ve feragat madalyası, altı üstün birlik yetiştirme takdirnamesi ve 180 takdirname sahibi olan Alb. Levent Göktaş’ın yıllardan beri hapishanede olması herhalde silah arkadaşlarının moralini yükseltmiyordur.

          Seçkinlerin en seçkinleri olan ve gizli ve açık operasyonlarda en önde 
giden hem Kardak’ta ve hem Cudi’de savaşan SAT’çıların da başına gelenler silah arkadaşlarını acaba nasıl etkilemektedir?

         PKK’ya karşı mücadelede en öndeki güç olan Jandarma Genel Komutanlığı 
sistemli saldırılar ile yıpratılmıştır. Komutanlığın geleceği belli değildir. 
Jandarma Genel Komutanlığı Türkiye’nin % 92’sini kaplayan bir alanda 83 İl alay komutanlığı, 900 ilçe jandarma komutanlığı ve 2000 jandarma karakolu ile yurt sathına yayılan bir güçtür. Terörle mücadelede de uzmanlaşmış kadroları ile; 5384 subay, 22 bin astsubay, 24 uzman çavuş, 55 uzman erbaş ve 133 bin erden oluşan bu profesyonelleşmiş güçten şimdi bütün erler tasfiye edilerek 
küçültülmesi ve Jandarma Genel Komutanlığı tekerlekleri olmayan bir arabaya 
dönüşmesi planlanmaktadır.

         Oslo sürecinde askere “operasyon yapmayın” baskısında bulunulması, 
jandarma istihbaratın sahaya çıkarılmaması, birçok jandarma karakol komutanının kendisine bağlı olan köyleri bile ziyaret edememesi neticesini vermiştir. Jandarma’nın PKK ile mücadelede efsane komutanları Tuğg. Ali Aydın, Albay Cemal Temizöz, Albay Abdülkerim Kırca, Albay Hasan Atilla Uğur’un akibetlerinin silah arkadaşlarının moralini yükselttiğini söylemek mümkün değildir.     

           Sonuç olarak bir subayın yazdığı mektuptan özetlemek gerekir ise 
savaşın doğasını bilmeyen, bölgenin üstünden uçarak dahi geçmemiş olan köşe 
yazarlarının şehit veren, gazi olan, şehit olan, barut kokan subayları 
gazetelerdeki köşelerinde cahilce infaz etmeleri, haklarında açılan 
soruşturmalar, Hakkari’de olduğu gibi PKK’nın döşediği mayınların TSK’ya mal 
edilmesi, 1990’lı yıllarda PKK ile mücadele eden subay ve polis kadrolarının 
Öcalan’ın önerdiği Hakikatleri Araştırma Komisyonunda yargılanacak iddialarının 
ortaya atılması ve yalanlanmaması, Genelkurmay Başkanı’nın terörist olarak bütün karargahı ile tutuklu olması, PKK ile değil, TSK ile mücadele edildiği inancını vermektedir.

         TSK’ya yönelik bu saldırı ve komploların amacını belki de en iyi 
özetleyen Taraf gazetesi yazarı Melih Altınok’un şu satırlarıdır: “Bu gazete ve 
tekmili birden yazarları, daha 1-2 yıl önce, icraatları bugünkü çözüm süreci 
projesinin yanında teferruat sayılacak hükümeti, Erdoğan’ı alkışlamıyorlar 
mıydı? Ergenekon davasındaki, Balyoz’daki 12 Eylül referandumundaki hakkaniyetli tavrımız hangi sürecin başlaması içindi?”[6]

         PKK İLE İKİNCİ MÜCADELE SÜRECİ    

         PKK ile sürdürülen Oslo Müzakerelerinin 2011’de PKK’nın Silvan 
saldırısından sonra kesilmesini takiben güvenlik güçleri terörist örgütün kent 
kadrolarını oluşturan KCK’lılara karşı kapsamlı operasyonlar geliştirmişlerdir. 
2002’den sonra terörle mücadele adına yapılan tek doğru eylem, KCK 
operasyonlarıdır. Ayrıca Öcalan’a tecrit politikası uygulanarak, PKK’yı 
yönetmesi engellenmiştir.

         PKK, bu siyasete “halk savaşı” adını verdiği terörist saldırılar ile 
cevap vermeye çalışmıştır. PKK’nın halk savaşı siyaseti 2012 yazında Hakkari’de 
alan hakimiyeti girişimi aşamasına ulaşmış ise de örgüt başarılı olamamıştır.

        Bu aşamada Abdullah Öcalan ile Hükümet arasında gizli müzakereler 
başlamıştır. AKP Hükümeti Öcalan’a uygulanan tecriti kaldıracaktır. PKK üzerinde tekrar etkinlik sağlamasının yolu bulunacaktır. PKK üzerinde etkinlik sağlayan Öcalan ise PKK’nın sınır dışına çıkmasını sağlayarak AKP Hükümetinin elini rahatlatacak ve bu da daha kapsamlı anayasal reformlar yapmasının önünü 
açacaktır. Hükümet ise Öcalan ve PKK’ya samimiyetini göstermek için KCK’lıların serbest bırakılması ve Kürtçe savunma hakkı dahil bazı adımlar atacak, gelecekte yapılacak etnik reformların perspektifini ortaya koyacaktır.      

        2012 yazı sonunda hapishanelerdeki PKK’lıların, “Kürtçe savunma hakkı” 
ve “Öcalan’a tecridin kalkması” talepleri ile sahte kitlesel açlık grevi 
başlamıştır. 68 gün sürdüğü iddia edilen açlık grevinde kimse ölmemesine rağmen bir medya kampanyası ile Türkiye açlık grevi gerilimine sokulmuş, her gün kitlesel ölümlerin her an başlayabileceği haberleri yayılmıştır.

        PKK açlık grevinin ilk aşamasında AKP 4. Olağan Kongresi 30 Eylül 
2012’de yapılmış, Başbakan Erdoğan bu kongrede PKK Açılımı sürecinin en radikal adımlarının kısa zaman içinde  atılacağını açıklamıştır. Bu adımlar;          

1)Anadilde savunmanın sorun olmaktan çıkarılması, 

2)Anadilde kamu hizmetlerine erişim,

3)Ayrımcılıkla mücadele ve eşitlik komisyonu kurulması,

4)Kamu hizmetlerinde Kürtçe tercümanlık,

5)Nüfusunun 3’te 2’si Büyükşehir belediyesi sınırlarında yaşayan bir Türkiye 
olarak tanımlanmıştır.

          AKP 4. Kurultay’ın da Başbakan Erdoğan tarafından duyurulan yeni 
adımlar hızla atılmaya başlanmıştır.11 Kasım 2012’de Büyükşehir Yasa tasarısı 
muhalefetin büyük tepkisi ve direnişine rağmen kabul edilmiştir. AKP Hükümeti 12 Kasım’da anadilde savunma hakkı ile ilgili yasa tasarısını TBMM’ne vermiştir. 
KCK’nın istediği gibi Kürtçe savunmanın önü açılmıştır. 12 Kasım 2012’de MİT ile Öcalan arasında görüşme yapılmıştır. Sahte açlık grevi Öcalan’ın 17 Kasım 
2012’de verdiği talimat ile sona ermiştir. Öcalan’a uygulanan tecride 
kaldırılmıştır. 23 Kasım’da MİT ile Öcalan arasında ikinci görüşme yapılmıştır. 
3 Ocak’ta Öcalan ile MİT ve Öcalan-BDP görüşmesi yapılmıştır.3 Ocak’ta Ahmet 
Türk ve Ayla Akat Ata İmralı’da BDP adına A. Öcalan ile bir araya gelmişlerdir.

07 Ocak 2013’de Erdoğan Öcalan ile artık “mütareke” yani ateşkes anlamına gelen yeni bir sürecin başladığını şu şekilde açıklamıştır: “Gelecekte Oslo’ya benzer, Oslo olmaz da başka bir yer olur.” Öcalan ile görüşmeler kamuoyuna İmralı ile görüşmeler şeklinde sunulmuştur. Sanki görüşmeler bir ada ile yapılıyor imiş gibi kamuoyu uyutulmak istenmiştir. Bu arada 16 Ocak 2013’de BDP eşbaşkanı Selahattin Demirtaş’ın Diyarbakır’da yaptığı bir açıklama dikkatlerden kaçmış olmasına rağmen büyük bir önem taşımaktadır. Demirtaş şöyle demektedir: “Süreçte sadece Türkiye’deki Kürtlerin kaderi çizilmiyor, bütün Kürdistan’ın kaderi çiziliyor. Kürtlerin ulusal taleplerde birlikte hareket etmeleri gerekiyor. Sürece Erbil veya İmralı-Erbil adı verilebilir? Diğer tüm grup ve fraksiyonları da bu sürece katmalıyız” 

           Demirtaş’ın bu açıklamasına 04 Şubat 2013’de Erdoğan’ın yaptığı bir 
başka açıklama sanki cevap niteliği taşımaktadır: “Karşımızda siyasi 
muhataplarımız olabilir. Bunlar yerli de olur, uluslararası da olur ve 
uluslararası camiadan istifade edeceksek onlarla da bu işi görüşürüz. Nitekim 
görüşüyoruz, ben de görüştüm.” Açık olan husus, Öcalan ile görüşmelerin bir 
ayağını Barzani diğer ayağını ABD/AB eksenlerinin oluşturduğudur

       Bütün bu süreç yaşanırken, Türk Milletine yönelik kapsamlı bir psikolojik 
operasyon başlamıştır. Bu psikolojik operasyonun üç boyutu vardır.

       Birinci boyutu Öcalan’ın olumlu bir kişilik olarak sunulması 
oluşturmaktadır. AKP Hükümetinin önde gelen isimlerinin başını çektiği bir A. 
Öcalan’ı güzelleştirme psikolojik operasyonu yapılmaya başlanmıştır. Başbakan 
yardımcısı Bülent Arınç’ın ifadeleri ile Öcalan, Türkiye Cumhuriyetinin hataları 
sonucunda iyi bir Müslüman genç iken Kürtçü olmuş bir kader kurbanı olarak 
sunulmaya çalışılmıştır.

       İkinci boyutu müzakere sonuçlarının topluma kabul ettirilmesi için AKP 
Hükümeti tarafından yapılan “PKK’ya taviz vermeyeceğiz” açıklamaları teşkil 
etmektedir. Ayrıca Öcalan’ın şartlarının devlet ve millet tarafından kabul 
edilebilir olduğu propagandası da bu hedefe ulaşılmasına yardım etmesi amacı ile yapılmıştır. Cengiz Çandar bu süreci şöyle özetlemektedir: “Kısacası kamuoyunda ‘Öcalan bu sefer işbirliğine çok yatkın ve PKK’yı dışarıya çıkaracak’ izlenimi yaratıldı. Bunun ne karşılığında olduğunu ise bilmiyorduk biz. Bu soruyu 
soranlara ‘savaşın devamını istiyor’ suçlaması yapıldı. Bu soruyu ortaya atarsan 
fitne sokuyordun ve Başbakan bu soruya cevap vermek zorunda kalacağı için 
sinirlenebilirdi.” [7]

       Üçüncü boyutunu halkın Öcalan ile görüşmeleri desteklediği düşüncesinin 
yayılması çalışmaları oluşturmuştur. Müzakereler ile ilgili kamuoyundan gelen 
gerçek ve sert tepkileri yansıtan kamuoyu araştırmalarına karşı sahte kamuoyu 
araştırmaları piyasaya sürülmeye ve basında yayınlatılmaya çalışılmıştır. Oysa 
değil sadece kamuoyunda AKP parti grubu içinde bile sert tepkiler vardır. Bundan dolayı Erdoğan, Kızılcıhamam toplantıları ile meclis grubunu denetim altında tutmaya ve teşkilatlardaki sapmaları engellemeye çalışmaktadır.

          AKİL ADAMLAR-PSİKOLOJİK SAVAŞIN ELEMANLARI

          Bu üç aşamalı psikolojik operasyona akil adamlar yeni bir boyut 
kazandırmışlardır. Öcalan ve Murat Karayılan tarafından önerilen ve nihayet, AKP ve PKK’nın isimlerde uzlaşması ile kurulan, içlerinde KCK davasından 
yargılananların da bulunduğu akil adamlar kurulunun amacı PKK’ya verilecek 
tavizler konusunda toplumu hazırlayacak bir psikolojik operasyon 
gerçekleştirmektir. Akil adamlar, Erdoğan’ın ifadesi ile “halka psikolojik 
operasyon yaparak” PKK ile üzerinde uzlaşılan çözüme Türk Milletini ikna etmek 
için kurulmuş bir psikolojik operasyon heyetidir.

         Akil insanlar heyeti televizyonlardan, gazetelerden, internetten sonra 
şimdide şehirleri dolaşarak, Türk Milletini kısaca söyleyelim aşamalı olarak 
“Bölünmeye razı etmeye” çalışacaklardır. Akil adamlardan Can Paker “Keşke Öcalan özgür olsa” diyor. Akil adamlardan Prof. Dr. Baskın Oran, “Barış gelmez ise AVM’ler havaya uçar, kan gölüne döner ortalık” diye milleti PKK adına tehdit 
ediyor. Mustafa Armağan eyalet sisteminden bahsetmektedir. Akil insan 
Abdurrahman Dilipak, “yeni devlet adamımız Abdullah Öcalan, eski devlet adamımız Süleyman Demirel’den daha sahici” demektedir.[8]

         Tabii ki, ne AKP Hükümeti ne de akil adamların PKK’lı olanlar hariç 
büyük bir bölümü, Türkiye’nin bölünmesini istemiyor. Hatta, bir çoğu “PKK ile 
mücadele etmeye devam edersek bölünürüz” şekilde düşünüyorlar. Ancak, saptıkları yol Türkiye’yi kaçınılmaz olarak bir kırılma noktasına doğru sürükleyecek. Türk Milletine anlatılacak olan nedir? Türk Milleti terörün bitmesini istemiyor mu? Türk Milletinin “barışa” doğru ifade ile huzura ikna edilmesine gerek yoktur. Terörü sona erdirmeye ikna edilmesi gereken, PKK’dır. Türk Milletini barışa ikna etmek gibi bir ihtiyaç olmadığına göre, akil insanlar Türk Milletini neye ikna edeceklerdir? Barışın bedeli olarak PKK’ya verilecek tavizlere.  

         Öcalan ve PKK ile yapılan müzakerelerin en önemli noktası da budur. AKP 
Hükümetinin PKK’ya vereceği taviz, Türkiye’nin federalleşmesi ve PKK’nın 
güneydoğu Anadolu’da bir veya iki eyaleti PKK devletçiğine dönüştürmesidir. Bu 
eyalet/devletçiklerden birisinin valisi de Abdullah Öcalan olacaktır. 

        Bu noktada Öcalan’ın önerdiği ve uygulamaya konulan süreci nasıl 
işleyeceğini görmeliyiz. Öcalan, MİT ile yaptığı görüşmeler sonucunda üç aşamalı ve iç içe geçmiş süreçler çerçevesinde PKK ile Türkiye Cumhuriyeti arasında bir “barış” yapılacağından bahsetmektedir.

       Bu süreçlerin adlarını A. Öcalan,

1) Sürekli ateşkes,

2) Yeni Anayasa,

3) Normalleşme olarak koymuştur.

         Öcalan tarafından çerçevesi çizilen bu süreç, AKP Hükümeti tarafından 
kabul edilmiştir ve resmi ağızlar Öcalan’ın belirlediği terminoloji ile 
konuşmaktadırlar. Öcalan 21 Mart 2013’de sürekli ateşkes ilan edecek ve 
PKK’lıların Irak’a çekilmesinin başlayacağı ilan edilmiştir. Ancak daha sonra 
gelişmeler geri çekilmenin başlamasını 8 Mayıs tarihine sarkıtmıştır. Böylece 15 
Ağustos 2013’te bitmesi öngörülen geri çekilme, sonbahara kadar uzayacaktır. 
Üzerinde dikkatle durulması gereken husus, Öcalan’ın bu aşamada silah 
bırakılması ile ilgili herhangi bir şey söylememektedir.

         YENİ ANAYASA veya ÖCALAN İLE ANAYASA YAZMAK

         Öcalan önce İmralı Tutanaklarında geri çekilme süreci devam ederken, 
yeni anayasaya konulmasını istediği maddelerin konulup konulmadığını 
denetleyeceğini açıklamıştır. Ancak, daha sonra yapılan pazarlıklar neticesinde 
anayasal değişikliklerin PKK’lıların geri çekilmesinden sonrasına bırakılması 
kararı alınmış görünmektedir. PKK’lıların geri çekilmesi AKP Hükümetine 
anayasada Öcalan’ın istediği değişikliklerin yapılması için gereken zemini 
verecektir. Ancak, Öcalan sadece AKP Hükümeti ile değil, (pazarlığın MİT 
Müsteşarı Hakan Fidan ile yapıldığını söylemek doğru değildir. Bir bürokrat olan 
Hakan Fidan siyasal pazarlık yapamaz sadece Başbakan Erdoğan’ın ağzı ve kulağı olabilir.) Kandil ve BDP ile de müzakere etmektedir. Bu çerçevede Öcalan’ın istekleri de ana eksenini muhafaza etmekle birlikte, AKP Hükümetinin Türk kamuoyunu ikna zorunluluğunu göz önünde tutarak, mümkün olduğunda diplomatik ifade edilmektedir.  

          Öcalan’ın istediklerini İmralı Tutanaklarından yola çıkarak şu 
başlıklar altında toplamak mümkündür.

1)Çekilme için parlamentonun karar alması, TBMM’nin onaylaması,

2) Anayasadan Türk milleti kavramının çıkması, çok milletli bir anayasal zeminin 
oluşturularak Kürtlerin bir etnik grup/millet olarak varlıklarının kabulü,

3)Tanzimat, Meşrutiyet, Cumhuriyet ve demokrasiye geçişten daha büyük bir 
dönüşümün gerçekleşmesinin talep edilmesi,

4)Başkanlık sistemi ve federal bir sistemin unsurları olan senato ve halklar 
meclisi adlı iki parlamentonun kurulması.

5)Hakikatler Komisyonunun kurulması,

6)Öcalan ve PKK üst düzey kadrolarının serbest kalmasının güvence altına 
alınması,

7)Köylere dönüşün gerçekleşmesi,

8)Türkiye’nin Avrupa Yerel Yönetimler Şartına koyduğu çekinceleri kaldırması  
başlıkları altında toplanabilir.

        Öcalan, BDP milletvekillerine “eğer bu taleplerim karşılanmaz ise 
PKK’lıların geri çekilmesini durdururum. Ve 50 bin PKK’lının katıldığı bir halk 
savaşı başlar” demiştir. Öcalan ile MİT arasında yapılan görüşmelerde üzerinde 
anlaşılan yol haritası budur. Şu ana kadar ne hükümetten  ne de BDP’den “Bunlar yalandır” açıklaması gelmemiştir. Sürecin ilerlemesi ile yukarıda anlatılanlar AKP Hükümeti tarafından bazı makyaj düzenlemeleri ile yaşama geçirilmeye başlanmıştır.

       Öcalan tarafından konulan altı temel şartı İmralı Tutanaklarının 
yayınlanmasından sonra gerçekleşen gelişmeler ışığında Kandil ve BDP’nin de 
müzakere ve mütareke sürecinde dahil olması çerçevesinde teker teker daha 
ayrıntılı olarak tahlil edeceğiz.

       1)PKK’nın Çekilmesinin TBMM Tarafından Onaylaması

       Öcalan, 21 Mart 2013-15 Ağustos 2013 arasında gerçekleşeceğini söylediği 
PKK’lıların Türkiye’den Irak’a gerçekleşecek “geri çekilmenin” TBMM tarafından 
onaylanmasını talep etmektedir. Böyle bir onay, PKK’yı devletler hukuku 
açısından meşru siyasi ve askeri bir varlık haline getirecektir. Hele PKK’lılar 
için gerilla sözcüğü kullanılır ise 1949 tarihli Cenevre Sözleşmesi’nin 3. 
Maddesi çerçevesine girebilir.

       Esasen, TBMM PKK’lıların çekilmesine onay vermese dahi yaşanan süreç 
PKK’nın “Kürtlerin meşru temsilcisi” olarak muhatap alınması ve Kürtlere 
verilecek hakların pazarlığının PKK ile yapılması sonucunu doğurmaktadır.

       Öcalan’ın bu talebi AKP ve BDP tarafından CHP ve MHP’nin oy vermeyi 
reddettikleri  TBMM’de kurulan komisyonu ile karşılanmıştır.

       2) Anayasadan Türk Milleti Kavramının Çıkması

         Öcalan’ın taleplerinden birisi de Türk Milleti kavramının anayasadan 
çıkmasıdır. Öcalan, 2009’daki yol haritasının 2013’deki güncellenmiş halinde 
“Demokratik Ulus İlkesi” ve “Ortak Vatan İlkesi” başlıkları altında, anayasada 
çok dillilik ve çok etniklilik ilkesini savunmaktadır.


         Bu Türk Milletinin siyasal-hukuki varlığına son verecek ve Türk 
Milletini hukuki olarak bir etnik grup hüviyetine itecek bir adımdır. Öcalan, 
yeni Anayasayı PKK’nın ileride Türkiye’yi bölmesini hukuki anlamda 
meşrulaştırıcı bir ara adım olarak görmektedir.Ancak Türk Milleti kavramının 
Anayasadan çıkarılması düşüncesi kamuoyunda büyük bir tepkinin oluşmasına neden olmuştur. Bu tepki, sürece Türk Milletinin tepkisinin yoğunlaşmaması için 
Öcalan, PKK ve AKP’nin şimdilik geri adım atmasına neden olmuştur.


        Buna rağmen Murat Karayılan, Kandil’de 8 Mayıs’ta PKK’nın geri 
çekileceğini açıklarken, bu geri çekilmeyi Öcalan’ın ve PKK kadrolarının 
özgürlüğü yanında Kürtlere anayasal statüye bağlayarak, tek millet=Türk Milleti 
anlayışını ortadan kaldıran yaklaşımda ısrar etmiştir. Ancak daha sonra 
Karayılan’ın basın toplantısında açıklamasına rağmen basın tarafından yazılmayan açıklamaları ortaya çıkınca Karayılan’ın “Eyalet sistemi, federal sistem daha iyi olabilir. Eğer anayasada milletler yazılacaksa hepsi yazılsın. Başbakan sayıyor ya Gürcü, Çerkes, Arnavut,..”diyerek pozisyonunu netleştirdiği görülmektedir.[9]

        Karayılan, PKK’ya yakın bir televizyona 29 Nisan 2013’de yaptığı 
açıklamada PKK’nın şartlarını tekrar etmiştir.Karayılan şöyle demiştir: “Geri 
çekilme tamamlanırsa 2. aşama başlayacak. Bu aşamanın özellikleri Türk 
Devleti’nin çözüm karşısındaki görevlerini yerine getirmesidir. Yani anayasada 
bir reform yapması, koruculuk sistemi ve özel kuvvetleri vb. güçleri bir kenara 
çekmesi ya da bunları sivilleştirmesi. Bu savaş güçlerinin ya lağv edilmesi ya 
da geri çekilmesi gerekiyor. 

Aynı şekilde yeni bir anayasanın düzenlenmesi gerekiyor. Bunda Türkiye’nin 
demokratikleştirilmesi, Kürt inkarının kaldırılması ve varlığının kabul 
edilmesi, Kürt halkının özgürlüklerinin garanti altına alınması, aynı şekilde 
Türkiye’de yaşayan diğer halkların da, yaşayan farklı etnik ve dini kimliklere 
özgürlük tanınması gerekiyor.”[10] 

         BDP eşbaşkanı S. Demirtaş’ın açıklamaları ise çok açıktır. Demirtaş, 
Öcalan’ın İmralı tutanaklarında açıkladığı gibi sürecin üç aşamalı olduğunu 
söylemektedir. Birinci aşama geri çekilme, ikinci aşama yeni anayasa ve üçüncü 
aşama normalleşmedir. Demirtaş: “Birinci aşamadan sonra, Türkiye’nin 
demokratikleşmesi denilen ikinci aşama var. Bu aşamada yasal reformlar ve 
anayasal değişikler var.” “Hükümet, demokratikleşme konusunda adım atmak 
zorunda. Eğer PKK’ya ‘sen geri çekil ve bana fırsat ver. Ben Türkiye’de 
demokratikleşme yapacağım’ diyorsa..Ve PKK’da buna uyuyorsa..Şimdi adım atma sırası hükümetindir.”

          Aslında İmralı tutanaklarına göre, Öcalan, Hükümetin Kürt 
reformlarının çekilme bitmeden gerçekleşmesini istiyordu. Ya bu şartta Hükümetin istediği üzerine bir değişiklik oldu ve Hükümetin kamuoyu karşısında elini güçlendirmek için reformlar PKK çekilmesi sonrasına bırakıldı ya da Demirtaş serbest bir yorum yaptı. İkinci ihtimal yok denecek kadar azdır.

        Peki, PKK’nın demokratikleşme konusunda bekledikleri neler? Demirtaş, 
önce bir geçiş dönemi anayasası sonra ikinci anayasadan bahsediyor. AKP 
Hükümetinden reformları bekledikleri geçiş dönemi anayasasında Demirtaş, “Bütün Türkiye için bölgesel yönetimler önereceğiz. Bir tür özerklik bu… Seçimle iş başına gelen ve yetkileri (egemenliği diye okuyun bundan dolayı özerklik değil federasyon Ü.Ö.) merkezle paylaşan bölge meclisleri bu…Bu bölge meclislerinin içinden de bir tür bölge hükümeti olan bölge yürütmesi çıkıyor. Valinin yerini de seçimle gelen bölge başkanları alıyor.(Erdoğan valiler seçimle gelebilir demişti. Ü.Ö.) Biz parlamentoya anayasa teklifimizi bu şekilde sunduk. Ulusal güvenlik, genel adalet ve savunma, genel bütçe planlama gibi hizmetlerin dışındaki eğitim, sağlık, kültür, turizm bütün hizmet ve  yetkiler bu bölge meclislerine ait oluyor.” Şimdi Demirtaş’ın canalıcı cümlesi geliyor: “BİZ BU MODELİ BARIŞ SONRASI İÇİN DEĞİL, BARIŞ İÇİN ÖNERİYORUZ.” 

            Özetle, Demirtaş, Öcalan, PKK ve BDP’nin AKP Hükümetinden beklediği 
anayasal ve yasal değişikliklerin temelinde federasyonu koyuyor ve ekliyor: “ 
‘Türkçe dışında anadilde eğitim yapılamaz’ diyen bir anayasayı asla kabul 
edemeyiz. Herkesi Türk olarak kabul eden bir maddeyi de kabul edemeyiz.”

            Demirtaş Öcalan’ın hapishaneden çıkması ile ilgili olarak şöyle 
söylüyor: “Öcalan’ın hapiste tutulmasının nedeni Kürt sorununun çözülmemiş 
olması ve savaşın devam ediyor olmasıydı. Bu koşullar ortadan kalktığında belki 
cezaevi anlamsızlaşır. Öcalan’ı orada niye tutsunlar ki? Yeterince hapis yatmadı 
mı? Onbeş yıl yattı.” PKK yöneticileri konusunda da Demirtaş’ın cevabı açık: 
“Dönmek isteyenler dönebilir sürecin sonunda bence.” [11]

         AKP, kamuoyundan gelen tepkiler üzerine Anayasa Komisyonuna verdiği 
öneride Anayasa’nın ikinci maddesinde Türk Milleti kavramını kullanmıştır. Ancak iktidar partisi yeni anayasada “değiştirilemez maddelerin” olmaması gerektiğini söyleyerek, birkaç sene sonra yapılacak bir değişikliğinde alt yapısını 
hazırlamayı hedeflemiştir.

         Şu anda üzerinde çalışılan Türkiye Cumhuriyeti isminin devlet 
kurumlarından çıkarılmasıdır. Önce Sağlık Bakanlığı bunu denemiş fakat Türk 
Milleti sert tepki gösterince geri adım atmıştır. Sonra valilikler valilik 
isimlerinden T.C. ibaresini silmeye başlamışlardır. Şimdi Başbakanlık’a bağlı 
kurumların ibarelerinden T.C silinmektedir. AKP’den istifa eden Karacabey 
Belediye başkanının belediyeye tekrar T.C. ibaresini koydurması, bu adımın bir 
parti politikası olduğunu göstermektedir.

T.C. ibaresi çıkarılırken Tunceli’de isyancı lideri Seyit Rıza’nın heykeli 
dikilmiştir. Siirt’te Halk Kütüphanesine Sivas Kongresini basmak üzere İngiliz 
istihbaratçı binbaşı Noel ile birlikte hareket eden ve Malatya’yı basan Celadet 
Ali Bedirhan’ın ismi verilmektedir.        AKP İstanbul İl Başkanı Aziz Babuşçu, 
AKP iktidarının başarısından bahsederken, “Hepimiz Türk olmaktan kurtulduk” 
demiştir. Aziz Babuşçu anlaşılan Türk olmaktan kurtulmuş olmaktan çok memnun. 

Ancak Aziz Babuşçu unutmamalı,  Alparslan, Fatih, Kanuni, Mimar Sinan, 
Abdülhamit de Türk’tür.Kültür Bakanı, bu millet kendi adını kendisi koyacaktır 
diye açıklama yapıyor.

         Bir ülkenin vatandaşlarının %85-90 arasında bir kesimi anadilini Türkçe 
diye beyan eder ve kendisini Türk olarak tanımlarken, “Türk Milleti” kavramının 
anayasadan çıkarılmasını talep etmek, siyasal bir çılgınlık ve küstahlıktır.

        3) PKK İle Yapılacak Uzlaşmanın Tanzimat, Meşrutiyet, Cumhuriyetten Daha Önemli Olması 

         A. Öcalan’ın yaşanan süreci bu şekilde tanımlaması ilk bakışta yersiz 
bir küstahlık gibi görünse de aslında meselenin gerçek doğasını ifade 
etmektedir. Tanzimat, Meşrutiyet, Cumhuriyet düzenlenmeleri Türk devletinin 
kendi içinde yaptığı düzenlemelerdir. Oysa PKK ile yapılması planlanan anlaşma 
Türk devletinin varlığını sona erdirirken, PKK’yı/Öcalan’ı yeni devletin kurucu 
unsuru haline getirmektedir.Bundan dolayı, Öcalan müzakere, mütareke ve kirli 
barış sürecinin sonunda ortaya çıkması hedeflenen devletin artık Türk devleti 
olmayacağı noktasından bakıldığında bu tespitinde haklıdır. 

        Cengiz Çandar bu tespiti ve süreci şu şekilde izah etmektedir: “Öcalan 
ile görüşmeleri iyi bilen bir üst düzey iktidar yetkilisi görüşmemizde şunu 
söyledi: ‘Adam Kürt hareketinin tümünün ilerisinde düşünüyor.Onun için pek çok şey teferruat. Öcalan, Hakan Fidan’la ve onun üzerinden Başbakan’dan aldığı sinyalle ‘Türkiye’nin yeniden yapılanmasına varacak bu iş’ diye stratejik bir karar almış. …Erdoğan ile Öcalan arasında Türkiye modeli üzerinde egzersiz var.” Çandar’ın ifadesini netleştirirsek, yazar, Erdoğan ve Öcalan yeni devleti nasıl kuracaklarını tartışmaktadırlar demektedir.

       4)Başkanlık sistemi ve federal bir sistemin unsurları olan senato ve 
halklar meclisi adlı iki parlamentonun kurulması

       Öcalan tarafından ortaya atılan ve üzerinde “bugün barışın …kapısını 
aralayan” “Demokratik Ulus İlkesi” ve “Ortak Vatan İlkesi” başlıklarının doğal 
sonucu federal bir devlet yapısıdır. Öcalan’ın önerdiği senato ve halklar 
meclisi kurumları da bir federal devletin yasama organları olarak görülmelidir.

        Başbakan Erdoğan’ın Öcalan ile mütareke görüşmeleri çerçevesinde 
müzakereler devam ederken, 2023’de eyaletlere geçeceğiz açıklaması, Erdoğan ile Öcalan’ın Türkiye’de milli devletin tasfiyesi konusunda aynı fikirde olduğunu 
göstermektedir.Başbakan Erdoğan, bununla da yetinmemiş, Osmanlı döneminde Kürdistan eyaleti olduğundan bahisle tezine tarihsel derinlik kazandırmak istemiştir.

       5) Hakikatler Komisyonunun Kurulması

          Öcalan “Hakikatler Komisyonu” adlı komisyon ile Güneydoğu Anadolu’da 
PKK’ya karşı etkin mücadele eden güvenlik görevlilerinin ve devletin yanında yer alan vatandaşların politik ve psikolojik olarak ezilmelerini, toplumsal olarak 
tasfiye edilmelerini sağlamak istemektedir. Çekilme süreci ile ilgili AKP ve 
BDP’nin kurduğu, MHP ve CHP’nin katılmadığı komisyon Hakikatler Komisyonunun ilk adımı olmuştur.

          6) Öcalan ve PKK üst düzey kadrolarının serbest kalmasının güvence 
altına alınması

          Öcalan ile müzakere görüşmelerinin başlamasından sonraÖcalan’ın tek 
istediğinin barış olduğu ve kendisi için herhangi bir af istemediği, Kandil’deki 
örgüt yöneticilerinin de Avustralya’ya yerleşecekleri propagandası yapılmıştır. 
Ancak böyle bir propagandanın akla aykırı olduğu ortadadır. Nitekim Öcalan’ın 
BDP’lilere yaptığı açıklama, hem kendisinin hem Kandil’deki şeflerin siyasete 
katılmalarının önünün açıldığını göstermektedir. Yeni Şafak’ta A. Selvi, 
Öcalan’ın affedileceğini yazmıştır. Radikal’de Cengiz Çandar aynı hususu 
vurgulamıştır. Nisan 2013 sonu itibarı ile işleyen süreç ise KCK’lıların serbest 
bırakılmasıdır. Mart-Nisan 2013’de 212 KCK’lı tahliye edilmiştir.

         7) Köylere Dönüş  

        Sürecin en zayıf maddesi budur. Köylere dönüş büyük ölçüde 
gerçekleşmiştir. Ancak Öcalan bu süreci daha da güçlendirerek, özellikle PKK 
yanlısı kadroların köylere dönmesini arzu etmektedir.  Çünkü PKK terörü yeniden başlar ise bu köyler PKK’nın lojistik altyapısını oluşturacaktır.

        8) Türkiye’nin Avrupa Yerel Yönetimler Şartına koyduğu çekinceleri 
kaldırması

        Bu çekincelerin kaldırılmasının Öcalan-PKK-BDP üçlüsünün nihai talepleri 
açından bakıldığından büyük bir öneminin olduğunu söylemek zordur.

       Öcalan tarafından ileri sürülen şartlar adım adım uygulanırken, süreç ile 
ilgili olarak PKK-KCK-BDP-Öcalan cephesindeki gelişmeleri incelemek, sürecin 
geleceğini okuyabilmek açısından önemlidir.   

3 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

PKK ile Müzakere, Mütareke ve Kirli Barış Sürecinin Analizi BÖLÜM 1

PKK ile Müzakere, Mütareke ve Kirli Barış Sürecinin Analizi , BÖLÜM 1


Ümit Özdağ 

Terörizm ve Terörizmle Mücadele
07 Mayıs 2013 Salı
21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü                         
PKK ile Müzakere, Mütareke ve Kirli Barış Sürecinin Analizi
Terörle Mücadelede Verdiğimiz Şehitler 1984-2013
Faili Meçhuller Dosyası
Türk Üniversiteleri Uluslararası İlişkiler Öğretim Üyeleri Veritabanı

   Devletimizin ve milletimizin geleceği açısından hayati öneme sahip günlerden 
geçiyoruz. Önümüzdeki birkaç sene içinde gerçekleşecek gelişmeler çocuklarımızın nasıl bir Türkiye’de daha açık bir ifade ile Türkiye’den geriye kalan kısımda yaşayacağını belirleyecek.

         Yaşanan gelişmeleri  algılama konusunda aydın kamuoyu ikiye bölünmüş 
durumda. AKP Hükümetinin de desteklediği, eski komünist yeni liberal ve 
kendilerine muhafazakar diyen aydınlar, A. Öcalan ile yapılan müzakereleri büyük bir sevinçle karşılıyorlar. “Nihayet anaların gözyaşları dinecek” diyorlar. AKP Grup Başkan Ayşenur Bahçekapılı “Bayram var, Bayram” diyerek süreci 
değerlendirmiştir. İktidar Partisinin grup başkan vekili Ayşenur Bahçekapılı, 
CHP ve MHP’yi kana istemekle suçlayıp, artık Türkiye’de CHP ve MHP’ye yer 
olmadığını söylerken, Türkiye’de bayram olduğunu açıklıyor.

     Öte yandan Türk Milletinin çok büyük bir bölümü, MHP ve CHP, milliyetçi, 
vatansever aydınlar, gelişmeleri bütün bir endişe ve tepki ile izliyorlar, 
ülkemizin bir bölünme sürecine girdiğini ileri sürüyorlar.

         Gelişmeleri izleyen milletimizin genellikle gelişmelerin alacağı şekil 
ile ilgili büyük endişe içinde olduğu görülüyor.  Yapılan en son (Nisan 
2013/Metorpoll) bağımsız çalışmanın ortaya koyduğu husus, “Öcalan ile yürütülen müzakereleri destekliyor musunuz?” sorusuna % 35 “evet”, % 58 “hayır” dediğidir. % 7 ise kararsız görünüyor.

       Aynı gelişmeler ile ilgili olarak bir milletin mensupları bu kadar farklı 
iki tepki verebilirler mi? Evet, verebilirler. Birinci Dünya Savaşı sonunda 
imzalanan ve Türk Milletinin varlığına açıkça kasteden Mondros Mütarekesini 
herkes acı ve nefret ile hatırlayacaktır. Ancak Mondros Mütarekesi imzalandıktan sonra İstanbul’da kutlamalar düzenlenmiş, fener alayları yapılmış, hatıra pulu basılmıştır. Kötü hatta milli bir felaket olduğu çok açık olan gelişmeleri dahi milletler hemen anlayamayabilirler.

            Bugün yaşanan Öcalan ve PKK ile müzakere, sonra mütareke (ateşkes) 
ve nihayet kirli barış sürecini bir bütünlük içinde ortaya koyabilmemiz için 
1984’den buyana Türkiye’nin terörizm ile mücadelede hangi aşamalardan geçerek bugüne geldiğini ortaya koymamız gerekmektedir. Çünkü, AKP Hükümetinin Öcalan ve PKK ile müzakere yolunu seçmesinin temel nedeni, “PKK’yı, Kürtçülüğü Türkiye Cumhuriyetinin milli-üniter devlet yapısı üretmiştir” ve “terör ile mücadele edilerek sonuç alınamıyor” gerekçeleridir. 

Bu gerekçelerin doğru olup olmadığı ancak 1984’den buyana yaşananları tahlil 
edersek anlaşılabilir.

        Kürtçülük Sorunu Türkiye Cumhuriyetinin Ürettiği Bir Sorun Mudur?

       AKP Hükümeti ve destekleyen politik/kültürel çevreler, PKK sorununun 
Türkiye Cumhuriyeti’nin bir üniter milli devlet olmasından kaynaklandığına 
inanırlar ve savunurlar. Ne demektir milli ve üniter devlet.Türkiye 
Cumhuriyeti’nin milli devlet olması demek,  Türk devleti olması demektir. Siyasi 
ve hukuki olarak Türk Milleti, Türkiye’de yaşayan ve vatandaşlık bağı ile Türk 
Milletine bağlı olan herkesin oluşturduğu millettir. Türkiye Cumhuriyetinin 
üniter devlet olması demek, TBMM’nin tek egemen olması ve tek başkentin Ankara olması demektir. Türkiye Cumhuriyeti’nin Türk devleti olmasından rahatsız olanlar, Selçuklu ve Osmanlı devletlerinin Türk Milletinin değil de hangi 
milletin devleti olduğu sorusuna cevap vermelidirler.

2. Abdülhamit Han anayasa tartışmaları sırasında şöyle demiştir: “Bir hükümdar 
için lazım olan şey, memleketin yararıdır. Eğer bu yarar anayasanın ilanında 
ise, o da yapılıyor. Fakat iyi uygulanır mı, Türk’ün yararı saklı kalır mı, 
burasını kestiremiyorum.”[1] Keza Panislamizm politikalarını en yoğun uygulayan sultan olan 2. Abdülhamit Han Piriştina Belediye Meclisinin Arnavutça hutbe okunması kararına ret cevabı verirken, “Bu benim hükümranlık (egemenlik) hakkımdır. Hala dilimizi öğrenmemişler mi?” cevabını vermiştir.[2]

Selçuklu ve Osmanlı Hakanları kendi egemenlikleri ile eşit olan her hangi bir 
egemenliği devletlerinin sınırları için de Osmanlı’nın adı üzerinde yıkılma 
dönemi hariç kabul etmemişlerdir. Özetle, Türkiye Cumhuriyeti, Türk ve tek 
egemen yapısı ile Selçuklu ve Osmanlı’nın devamıdır. Esasen TBMM 1922’de 
308’nolu kararında bu hususu şöyle ifade etmektedir: “Osmanlı Devleti’nin 
kurucusu ve gerçek sahibi olan Türk Milleti..düşmanlarına karşı kıyam 
etmiş..bugünkü kurtuluş gününe vasıl olmuştur.”[3]

            Buna rağmen,AKP zihniyeti milli-üniter devletten vazgeçilir ise PKK 
ve Kürtçülük sorununun da sona ereceğini düşünmektedir. Başbakan Erdoğan şöyle demektedir: ”Osmanlı medeniyetinde farklılıklar zenginliktir. Ama Osmanlı’dan sonra zaafa uğradık ve neticesinde diğerleri, ötekileri, biz, onlar gibi bu tür yaklaşım tarzları birbirimize bağlayan kardeşlik özelliklerinde bir zafiyet 
meydana getirdi. Şimdi bunu aşmamız gerekiyor.”

Buradaki algı şudur. İstiklal Savaşı’nı gerçekleştiren Atatürk ve heyeti 
Osmanlı’yı yıkmıştır. “Biz Türk’üz” demiş, diğer insanları yabancılaştırmıştır. 
Bu çok yanlış bir tarih algısı olmasına rağmen anılan çevrelerde geçerlidir. 
Ancak bu algı Türkiye Cumhuriyeti öncesindeki Kürtçü isyanları izah 
etmemektedir. Oysa Cumhuriyeti kuran Türk milliyetçileri Osmanlı devletinin 
yıkılmaması için Trablusgarb’tan Filistin Cephesine, Irak’tan Kafkas Cephesine 
yıllarca savaşmışlardır. Herkesin ayrıldığı noktada özellikle Balkan Savaşı’ndan 
ve nihayet Birinci Dünya Harbi’nden sonra geriye kalan Türkler, Türkiye 
Cumhuriyetini kurmuşlardır.

Oysa, Kürtçü isyanlar Türkiye Cumhuriyeti kurulmadan çok önce 
başlamıştır.Babanzade Abdurrahman Paşa İsyanı, (1806-1823)İsyan, Baban 
aşiretinden Süleymaniye kentinin kurucu lideri olan İbrahim Paşa’nın ölümünün 
ardından, aşiretin artan gücünden endişe duyan Osmanlı idaresinin, rakip 
aşiretten Halid Paşa’yı emir olarak atamasıyla patlak vermiştir.İbrahim Paşa’nın 
torunu Abdurrahman Paşa’nın 3 yıl süren bu isyanı, 1808 yılında bastırılmış ve 
Abdurrahman Paşa, İran’a sığınmıştır.  İsyan, İran tarafından desteklenmiştir. 
1823’e kadar sürmüştür.

İkinci isyan Babanzâde Ahmet Paşa isyanıdır(1812).Türk-Rus Savaşı’nın(1806-1812) sonlarına doğru ve Osmanlı Devleti’nin Sırp isyanıyla uğraştığı bir dönemde, yineaynıaileden, Babanzade Ahmet Paşa’nın başlattığıisyan, 1812’de 
bastırılmıştır.

Üçüncü isyan, Mîr Muhammed isyanıdır(1830).Soran Aşiretinin lideri Mir Muhammed Paşa’nın, Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa ’nın isyanından  cesaret alarak çıkardığı ayaklanmadır. Bu isyan sürecinde, Yezidiler, Baban Emirliği ve yerel aşiretlerle de çatışan ve Musul’a kadar geniş bir bölgede etkin olan Mir Muhammed,  1836 yılında bölgedeki din âlimlerinin Mir Muhammed’in isyanını onaylamayan ve kınayan fetvalarının da desteğiyle, güçlü bir Osmanlı müdahalesinin ardından 
isyan bastırılmıştır.

Dördüncü isyan Revandüzlü Kör Mehmet İsyanıdır (1832). Revandüz hakimi Kör 
Mehmet Paşa liderliğinde Kuzey Irak’ta gerçekleşmiş ve Osmanlı’nın, Mısır Valisi 
Mehmet Ali Paşa’nın Ordusuna Nizip’te yenilmesi üzerine; 1833’de Mardin ve 
Diyarbakır’a kadar genişlemiştir. Ancak, bir sene sonra, Mehmet Reşit Paşa 
komutasında ilerleyen Osmanlı Ordusunun etkisi ve Kürt dini liderlerin tepkisi 
ile isyan sona ermiştir. Kör Mehmet, 1836’da yakalanarak, İstanbul’a 
götürülmüştür.

Beşinci isyan, Cizreli Bedirhan Bey İsyanıdır (1836). Bedirhan Bey, 1831’de 
Yeniçeri teşkilatını lağvetmiş ve yeni ordu için asker isteyen İstanbul’un 
talebini, Türk-Rus savaşından istifade ederek geri çevirmişti. 1836’ya kadar 
Cizre’deki diğer aşiretleri etrafında birleştiren Bedirhan Bey, Osmanlı’ya isyan 
etmiştir.

Altıncıisyan Yezdan Şer İsyanıdır( 1855).1855’te, Bedirhan Bey’in yeğeni Yezdan Şer isyan etmiş ve Musul’dan Van Gölüne kadar geniş bir bölgeyi kontrol altına almıştır. Rus Ordusu çekildikten sonra, umduğu İngiliz desteğini sağlayamayınca çökmüştür. Daha sonra Yezdan Şer tutuklanmıştır.

Yedinci isyan Şeyh Udeydullah İsyanıdır. (1880)19. 
yüzyıldagerçekleşensonisyanınönderliğiniNakşibendiŞeyhiŞeyhUbeydullahyapmıştır.İran’daki.Kürtlerin maruz kaldıkları girişimleri bahane ederek, 20 bin isyancıyla, İran’a girmiş ve birçok Azeri Türk’ünün de katledildiği saldırıda bulunmuştur. 1881’de Şeyh’in Osmanlı tarafından tutuklanmasıyla son bulmuştur. 2. Meşrutiyet’in ilanı üzerine Rusya’nın tahriki ile Molla Selim İsyanı 1913’de Taşnak partisi ile işbirliği içinde başlamıştır. Özetle, bölücülük sorunu Türkiye Cumhuriyetinin milli ve üniter devlet yapısının ürettiği bir sorun değildir. Bölücülük sorunu 19. Yüzyılın başından itibaren devletin başına birçok badire açmış bir şekavettir.

GÜVENLİKÇİ ANLAYIŞ SONUÇ VERMEDİĞİ İÇİN PKK İLE MÜZAKERE BİR ZORUNLULUKTUR

 PKK ile müzakereleri haklı göstermek için ileri sürülen ikinci gerekçe, ise 
terörle mücadelenin başarılı olmadığıdır. Şimdi bu tezi de inceleyelim. AKP 
Hükümeti ve destekçileri edilgen, teslimiyetçi ve müzakereci stratejiyi haklı 
göstermek için “Terör 1984’den beri devam ediyor. Güvenlikçi anlayış ile bir 
yere varılamadı. Demek ki müzakere doğru” söylemini kullanmaktadırlar.     

Oysa,1984’den 1999’a kadar PKK ile süren mücadele sonunda PKK askeri olarak 
yenilmiş, hedeflerini gerçekleştirmesi engellenmiştir. PKK, 15 Ağustos 1984’de 
Eruh ve Şemdinli’ye yaptığı saldırıdan sonra “Bağımsız, Birleşik Sosyalist 
Kürdistan” hedefini ilan etmiş ve stratejik savunma, stratejik denge ve 
stratejik saldırı konseptine dayanan Maoist Halk Savaşı ile Türk Ordusu’nu G.D. 
Anadolu’dan çıkarma hedefini açıklanmıştır. PKK 1990’ların başında kendisini bu 
hedefe yakın görmüş, Öcalan 50 bin kişilik bir orduya ulaşacaklarını 
açıklamıştır. PKK, Türkiye’yi cephe, Kuzey Irak’ı ise cephe gerisi olarak ilan 
etmiş, terörü Kuzey Irak merkezli olarak geliştirmiş ve Türkiye’ye taşımıştır.

        1987’de sıkıyönetimin kalkması ve Olağanüstü hal rejiminin uygulanmaya 
konulması ile  TSK terörle mücadeleden büyük ölçüde çekilmiş ve terörle mücadele İç İşleri Bakanlığı tarafından devralınmıştır. 1990 Kuveyt Savaşı sonrasında Kuzey Irak’ta oluşan boşluk PKK için büyük bir fırsat olmuş, PKK gelişmesini sürdürmüştür. 1992 Kasım’ında TSK’nın başlattığı Kuzey Irak operasyonu ile birlikte ordu, terör ile mücadeleyi İç İşleri Bakanlığı’ndan sıkıyönetim ilan edilmeden devralmıştır. Türk Ordusu, 1993-1997 arasında uygulanan Türkiye’de “alan hâkimiyeti” ve PKK’nın “cephe gerisi” olan Kuzey Irak’ı ise sürekli sınır ötesi operasyonlar ile cepheleştirerek, 1997 senesine gelindiğinde PKK’yı askeri olarak mağlup etmiştir. 1998 terörün statikleştiği yıldır. PKK, eylem gücünü büyük ölçüde yitirmiş, Kuzey Irak’tan gerçekleşen PKK sızmaları ülkemizin iç kesimlerine ilerleyemeden güvenlik güçleri tarafından Hakkari’de yok edilmiştir. PKK Eylül 1998’de tek taraflı ateşkes ilan etmek zorunda kalmıştır.

        Ekim 1998’de Cumhurbaşkanı S. Demirel TBMM’nin açılış konuşmasında 
Suriye’yi Öcalan’ı teslim etmemesi durumunda savaş ile tehdit etmiştir. Şam, 
Öcalan’ı derhal sınır dışı etmiştir. Öcalan, Rusya, İtalya, Yunanistan ve Afrika 
üzerinden çıktığı yolculuğun sonunda yakalanmıştır. Türkiye’nin Yunanistan’ı 
tehdit etmesi ve bir Türk-Yunan savaşı çıkma ihtimali ABD’yi harekete 
geçirmiştir. ABD’nin Öcalan’ın bulunduğu Kenya’ya ve Yunanistan’a baskı yapması sonucunda, Öcalan Türk devletine teslim edilmiş ve 31 Mayıs 1999’da İmralı’da yargılanmaya başlanmıştır.

Yargılama sırasında Öcalan asılmamak kaygısı ile PKK’nın Kuzey Irak’a 
çekilmesini istemiş, örgüt bu emre uymuştur. Türkiye, PKK tarafından ilanedilen 
ateşkesi kabul etmemiş ve terör örgütü ile mücadele sürdürülmüştür. Kuzey Irak’a çekilen 500 PKK’lı geri çekilme sırasında çıkan çatışmalarda öldürülmüştür. 
Ancak mücadele bununla da kalmamıştır. TSK, 2002 sonuna kadar PKK ile 
mücadelesini Kuzey Irak’ta sürdürmeye devam etmiştir. Bütün bunlar 
göstermektedir ki, Öcalan ile 57. Hükümet döneminde İmralı’da istihbarat almak amacı ile askerler ve istihbaratçılar tarafından görüşülmüş ancak AKP 
Hükümetinin yaptığı gibi müzakere ve pazarlık yapılmamıştır. Bu dönemde Öcalan ile yapılan görüşmelerin niteliği Öcalan’ın sorgulaması olmuş, Öcalan’ın 
karşısına Başbakanın temsilcisi çıkmamıştır.

        Özetle, PKK ile askeri mücadele PKK’nın bağımsız devlet hedefine 
ulaşmasını engellemiştir. PKK’nın ilan ettiği bağımsız, birleşik, sosyalist 
Kürdistan hedefi engellenmiştir. Lideri Öcalan ve askeri lideri sayılan 
ŞemdinSakık yakalanmıştır. 20 bin terörist öldürülmüştür.

          2000’de 29, 2001’de 20 ve 2002’de 7 şehit verilmiştir. Türkiye içinde 
terör eylemleri sona yaklaşır iken Türkiye, terörle mücadeleyi tamamen Kuzey 
Irak’a taşımıştır.Başarısız oldu dedikleri güvenlikçi anlayış bu sonucu 
almıştır. Bu bir başarıdır. PKK terörü etkisiz kılınmıştır, terör örgütünün ülke 
üzerindeki baskısı ortadan kaldırılmıştır. PKK kendisini Kuzey Irak’ta savunmaya 
zorlanmıştır. Öcalan, İmralı’da bir mahkum haline gelmiştir.

AKP DÖNEMİNDE PKK TERÖRÜNÜN TIRMANMASI

           2003’den itibaren PKK terörü tekrar tırmanışa geçmiştir. Bunun beş 
temel nedeni vardır. Bunlar,

          a) AKP Hükümeti ABD’nin Irak’ı işgali sonrasında terör örgütü ile 
etkin mücadele için düzgün bir politika geliştirememiştir,

          b)Avrupa Birliğine tam üyelik uğruna ancak Batı Avrupa’da uygulanacak 
hukuki mevzuat Türkiye’ye taşınmış ve güvenlik güçlerinin terörle mücadele için 
sahip olması gereken hukuki imkanlar ellerinden alınmıştır.Yol denetimleri 
kaldırılarak, PKK’lıların karayollarını istedikleri gibi kullanmasının önü 
açılmıştır. Kırsalda gıda denetimleri kaldırılarak, PKK’nın dağ kadrolarının 
beslenmesinin önü açılmıştır.

         c)AKP Hükümeti terör ile mücadelede doğru bir anlayış ile gerekli 
önlemler almadığı gibi, Türk Silahlı Kuvvetlerine karşı yürütülen sert mücadele 
ile terörle mücadelenin en seçkin isimleri tutuklanmıştır.

         d) Kuzey Irak’taki PKK kamplarına yönelik sınır ötesi operasyonlar için 
TSK’dan gelen talepleri  Hükümet göz ardı etmiştir.

         e) Başbakan yardımcısı Beşir Atalay’ın 2 Mayıs 2013’de "Bizim temel 
icraatımız, daima köklü belirlenmiş stratejilerimiz. Şu günlerde çözüm süreci 
diye bir çalışmamız var. Bu yeni bir şey değil. 11 yıl önce başlattığımız 
çalışmanın yeni bir evresidir. 14 Ağustos 2001’de kurulduğunda yapılan programda bugünkü yaptıklarımızın ana hatlarıyla yazılı olduğunu görürsünüz. Çok iyi çalışarak yazdık biz o programı” diyerek,  AKP’nin daha ilk günden PKK terörü ile mücadele etme amacının olmadığını ortaya koymuştur.[4]

       AKP Hükümetlerinin politikaların ve hatalarının neticesinde PKK terörü 
tırmanışa geçmiştir. 2003’de 31, 2004’de 75, 2005’de 105 askerimiz şehit 
olmuştur. Nihayet 2006’da AKP ile PKK arasında İngiltere’nin hakemliğinde 
Oslo’da müzakereler başlamıştır. Müzakereler devam ederken, terör de devam 
etmiştir. 2006’da 111, 2007’de  146, 2008’de 171, resmi açılım yılları olan 
2009’da 56, 2010’da 88 ve 2011’de 99 şehit verilmiştir.2012’de ise 123 şehit 
verilmiştir.

Üstelik, PKK terörü son on yılda tırmanırken, AKP Hükümeti PKK’nın nihai hedefi 
olan ayrı milletleşme ve kaçınılmaz olarak devletleşme sürecine hizmet edecek 
olan adımlar atmış, tavizler vermiştir. Bu çerçevede;

          1)TRT Şeş adı ile devlet Kürtçe televizyon yayınına başlamıştır.

          2)Kürtçe devlet okullarında seçmeli ders olmuştur.

         3)Üniversitelerde Kürtçe bölümleri açılmıştır, öğretmen yetiştirilmeye 
başlanmıştır.

         4)PKK’nın siyasi koluna Kürtçe propaganda yapma imkanı verilmiştir.

         5)Etnik örgütlenmeler ve bölücü propaganda serbest kalmıştır.

        6)Belediyeler Kürtçe yazışma yapmaktadırlar.

        7)Kürtçe bilme şartı ile kamu personeli istihdamı yapılmıştır.

        8)Merkezden bağımsız Bölgesel Kalkınma Ajansları kurulmuştur.

        9)Mahkemelerde ana dilde savunma hakkı kabul edilmiştir.

       10)Büyükşehir belediyeleri yasası ile idari federasyonun alt yapısı 
kurulmuştur.[5]

        Özetle, 30 yıldan bu yana bitmeyen terör sloganı bir yalandır. Terör 
güvenlikçi önlemler ile büyük ölçüde bitirilmiş, AKP’ye terörsüz bir Türkiye 
teslim edilmiştir. Terörü canlandıran AKP’nin son 10 yılda uyguladığı 
politikalardır. Bundan dolayı doğru tespit son 10 yıldır bitmeyen terördür. Bu 
politikalar, yenik, Kuzey Irak’ta yaşamı için mücadele eden bir terör örgütünü, 
bugün 1984’den bu yana en güçlü olduğu konuma getirmiştir. Nisan-Mayıs 2013 itibarı ile PKK’ya katılım en üst seviyesindedir. Örgüt telsiz çağrılarında 
“Şimdi bize katılanlar Kürdistan eyalet kurulduktan sonra güvenlik görevlisi 
olacak” diyerek propaganda yapmaktadırlar.

Bu politika sonucunda Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi 23 Nisan 2013 
tarihli raporunda PKK’yı terörist değil aktivist olarak nitelendirmiştir. 25 
Nisan 2013’de Beyaz Saray’dan yapılan açıklamada da PKK çekilmesinden 
bahsedilirken, PKK terör örgütü olarak nitelendirilmemiştir.

2002’de İmralı’da bir mahkum olan Öcalan, bugün Time dergisine göre dünyanın en etkili 100 kişisinden birisidir.     

        PKK, terörü devam ettirdiği halde  AKP Hükümeti tarafından muhatap 
alındığını görmenin rahatlığı içinde terörü müzakere masasında baskının aracı 
haline getirmiştir. Oslo’da Başbakanın özel temsilcisi PKK temsilcilerine PKK 
üzerindeki baskıların kaldırıldığını, aksine baskı yapan bürokratların PKK 
tarafından Hükümete şikayet edilmesi gerektiğini söylemiştir.

Başbakanın Başdanışmanı Oslo’da PKK’lı muhataplarına şöyle demektedir: 
“Geliştirilen bir özgürlük alanı açıldı…Bir noktaya kadar tolere 
edebiliyorsunuz. Çünkü dediğim gibi alandaki valiler, emniyet müdürleri bu 
noktada gerçekten çok değerli insanlar.Yani şu anda sizi bilmiyorum. Spesifik 
olarak isim vererek şikayet edebileceğiniz şu adam düşmandır bu adam şeydir.”Bu cümleler AKP döneminde terörle mücadelenin ruhunu ortaya koymaktadır. Diğer bir ifade ile AKP Hükümeti terör ile mücadeleyi yasaklamış ve hatta cezalandırmıştır.

        Oslo’da Başbakan’ın özel temsilcisinin ifade ettiği gibi Türk Ordusu’nun 
PKK’ya karşı bütün planlı operasyonları durdurulmuştur. Askerlik yapan herkes 
bilir planlı operasyonların durdurulması terörle mücadelenin durdurulmasıdır. 
Bütün bunlar olurken, PKK ise terör eylemlerini tırmandırmaya devam etmiştir.

          Nihayet Ocak 2009’da TRT 6’in yayına başlamasını Temmuz 2009’da Kürt Açılımının ilan edilmesi izlemiştir. Açılımdan sorumlu Başbakan yardımcısı Beşir Atalay STÖ’ları televizyonlar eşliğinde dolaşarak gezerken ve görünürde sözde çözüm önerileri toplar, özde halkı sürece alıştırmak için psikolojik operasyon yaparken, Oslo’da PKK’lılar ile 9 maddelik bir protokol üzerinde anlaşma sağlanmıştır. Bu noktada TSK’nın nasıl yıpratıldığını ele alalım.

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

19 Eylül 2018 Çarşamba

2015’te Batı Erdoğan İlişkilerinde Muhtemel İki Yol

  2015’te Batı Erdoğan İlişkilerinde Muhtemel İki Yol 














Ümit Özdağ tarafından yazıldı.
21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü                            
Avrupa Birliği Araştırmaları Merkezi
28 Kasım 2016 Pazartesi


    15 Temmuz FETÖ’cü darbesinden sonra darbe öncesinde ortaya çıkan ve darbenin nedenlerinden birisi olan Türkiye ile ABD ve Türkiye ile Avrupa Birliği arasında gerilim bir yandan Türkiye’nin Rusya ile gelişen ilişkileri diğer yandan Batı başkentlerinde endişe ile izlenmektedir. Bu endişeler Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Türkiye yüzünü Şanghay İşbirliği Teşkilatına çevirmeli, orada daha rahat ederiz söylemi ile daha da artmaktadır. Türkiye’nin eksen mi değiştirdiği, NATO ve AB’den ayrılıp ayrılmayacağı hatta çıkarılıp çıkarılmayacağı konuşulmaktadır. 

Aslında bugün yaşananlar çok şaşırtıcı değildir. Çünkü, Erdoğan’ın önünde 2015’e girerken artık ABD-AB dışında bir baka yolun olduğu açık bir şekilde 
görülmekteydi. Bunun ile ilgili emareler belirginleşmişti. Batıdan kopma süreci 
2015 sonunda daha da güçlenmişti. Aşağıdaki analizi 2 Ocak 2015’de 
www.21yyte.org’da yayınladım. 
Kasım 2016’da bu analizde öngörülen sürecin geliştiği görülmektedir. Ümit Özdağ

2015 senesi Türkiye tarihinin en önemli senelerinden birisi olabilir. Bu sene, 
yıllardan bu yana biriken birçok sorunun radikal bir şekilde çözüme doğru 
ilerlediğini görebiliriz. Türkiye, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ifadesi ile “Fetret 
Devrinden geçerken”, Erdoğan’ı iktidara gelme sürecinde destekleyen Batı Dünyası ile ilişkilerinde büyük bir bozulma görünmektedir. Bu bozulmanın zaman içinde biriken ana nedenleri, İsrail ile gerilim politikası, ABD’nin AKP Hükümetini 
eleştirdiği ve 20 açıklama yaptığı Gezi Olayları, Suriye’de AKP’nin Selefi 
güçleri destekleme stratejisi, Mısır’da askeri darbe sonrasında netleşen genel 
Ortadoğu stratejisi konusunda yolların ayrılması ve nihayet Kobani çatışmaları 
sonrasında ayrılan yollar başlıkları altında toplanabilir. Bu gerilim yüklü 
ilişkinin çok uzun bir süre devam edemeyeceği görülmektedir. ABD ve AB, 
Erdoğan’ın “hesap edilemez ve öngörülemez” bir lider olduğundan hareket ile 
Erdoğan’ın siyasi yaşamını sonlandırmayı hedefleyen bir politika izleyebilir.

ABD ve AB’nin bu tasfiyeci politikasına karşı, Erdoğan’ın önünde iki seçenek 
görünmektedir. Bunlardan birisi Batı Dünyasının uzun süreden beri Türkiye’ye 
dayatmaya çalıştığı talepleri kabul ederek, siyasal yaşamını uzatma seçeneğidir. 
Diğer seçenek ise, ABD ve AB ile ilişkileri sert bir şekilde koparma niteliği 
taşıyacak bir politik çizgiyi izlemektir. Erdoğan’ın her iki politikayı da 
izleyebileceğine dair emareler vardır. Aşağıda bu iki seçeneği destekleyen 
emareler ile izah edilmiştir.

                Batı’ya Teslim Olma Seçeneği

Cumhurbaşkanı Erdoğan, cumhurbaşkanlığı makamına geçtikten sonra parti içindeki gerilimleri de göz önünde tutarak, dışarıda ABD ve AB ile, içerde cemaat ve büyük sermaye grupları ile eşzamanlı olarak çatışarak iktidarını sürdürmesi nin mümkün olmadığını düşünebilir. Bu noktada ABD ve AB’nin kendisine yönelik politikalarını yumuşatmak amacı ile bazı stratejik adımlar atabilir.

Bunlardan birisi Kıbrıs’ta Annan Planı’nı da aşan ölçüler içinde taviz veren bir 
Kıbrıs planını kabul etmektir. Bu aynı zamanda bir Amerikan talebidir. ABD 
Dışişleri Bakan yardımcısı V. Nuland’ın Kıbrıs’ta çözümü öncelikli paket olarak 
gördüğü anlaşılmaktadır.(Hürriyet,16 Şubat 2014, Tolga Tanış, Türkiye Ne 
Verecek?) Bu süreç; 2014’ün büyük bir bölümünde ABD’nin denetiminde hızla 
yürümüştür. Washington, AKP Hükümetinin tutumundan çok memnun görünmüştür. Bu memnunluğunu ilişkilerdeki büyük gerilime rağmen AKP’ye teşekkür ederek ortaya koymuştur. KKTC’nin tasfiyesinin Türk halkına anlatılabilmesi için ise Doğu Akdeniz bölgesindeki enerji kaynaklarının Türkiye üzerinden dünyaya eklemlenmesi gerekçesinin hazırlandığı görünmüştür. Haziran 2014’te Washington’da “son birkaç ayda mükemmel bir iletişim kuruldu” ifadesi ile Ankara için çok olumlu rüzgarlar esmektedir. Olumlu rüzgarları estiren, Kıbrıs’ta içine ilerleyen süreçtir. (Hürriyet, 1 Haziran 2014, Tolga Tanış, Gezi’nin Yıldönümünde Amerikan İki Yüzlülüğü) ABD Başkan yardımcısı Biden’ın 11 Temmuz 2014’de yaptığı konuşma ABD’nin Kıbrıs konusundaki proje ve beklentilerini ortaya koymuştur. Ancak Kıbrıs’ta başlayan ve Amerikalıları memnun eden süreç, 2014’ün ikinci yarısından itibaren ilk hızı ile ilerlememiştir.

5-7 Aralık 2014’te yapılan 3. Türk-Yunan İşbirliği Konseyi görüşmelerinde 
Davutoğlu ve Yunan Başbakanı Samaras’ın Kıbrıs görüşmelerine ivme kazandırma kararı almaları ve daha önemlisi Türkiye’nin sismik araştırma gemisi Barbaros Hayrettin Paşa’yı Rum kesiminin münhasır ekonomik bölge ilan ettiği bölgeden çekme kararı aldığının açıklanmış olması geri adım şüphesi yaratmıştır. Ancak Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 10 Aralık 2014’de yapmış olduğu konuşmada Rum Kesimi’nin münhasır ekonomik bölgesinin tanınmadığını vurgulaması, KKTC konusunda direnç olduğunun göstergesi kabul edilebilir. (Yeniçağ, 31 Aralık 
2014, Hüseyin Macit Yusuf, Navtex Kaldırılıyor mu?)

ABD Ermeni sözde soykırımı iddialarının kabul edilmesini talep etmektedir. V. 
Nuland’dan önce görev yapan P. Gordon’ın öncelikli dosyasının bu olduğu 
bilinmektedir. (Hürriyet, 16 Şubat 2014, Tolga Tanış, Türkiye Ne Verecek?) 2015 yaklaşırken, Türkiye Cumhuriyeti’nin Ermeni propaganda ve saldırılarına karşı 
mücadele etmek için hiçbir hazırlığı yoktur. Çünkü bu aşamada Ermeni tezleri ile mücadele etmek değil, Ermenistan ve Ermeni diasporasını tatmin edecek bir 
çözümün fikri alt yapısının hazırlanması ön plana çıkıyor görünmektedir. 
Davutoğlu’nun 2013’te Ermenistan ziyareti sırasında tehciri “gayri insani” 
diyerek eleştirmesi, 15 Nisan 2014’de Başbakan Erdoğan’ın yayınladığı bildiride 
tehcir için gayri insani nitelemesini kullanması, bir taviz politikasının 
girişini oluşturuyor olabilir.

Üçüncü geri çekilme alanı PKK ile sürdürülen müzakere görüşmelerinin 
sonlandırılması ve 2015 içinde PKK’nın otonomi talebinin kabul edilmesidir. Ve 
bunu Suriye’de PKK kontrolündeki kantonların meşruluğunu kabul ederek 
genişletmesidir. Bununla bağlantılı olarak, 2015 içinde Barzani’nin Irak’tan 
bağımsızlığını ilan etmesi durumunda Barzani’yi Bağdat’a karşı korumaya almak, Türkiye’nin Batı’yı yatıştırmak amacı ile izleyebileceği bir strateji olabilir.

              Batı’dan Kopma Seçeneği

Erdoğan’ın önündeki ikinci seçeneğin ABD ve AB ile kopma/ilişkileri zayıflatma 
seçeneği olduğu görülmektedir. Cumhurbaşkanı Erdoğan, ABD-AB bloğunun ne yaparsa yapsın, uzlaşmak için hangi geri adımı atar ise atsın kendisini tasfiye etmede kararlı olduğuna inanabilir. Erdoğan’ın bu şekilde bir inanca sahip olması için güçlü gerekçeleri olabilir. Bu noktada Erdoğan çıkışı Batı Dünyası ile 
ilişkileri zayıflatma seçeneğinde görebilir. Bu çerçevede Türkiye, AB ile tam 
üyelik sürecini askıya alabilir ve Gümrük Birliği’nden çıkabilir. Türkiye’nin 
NATO içinde geri adım atan bir sürece girdiği görülebilir. Birinci seçeneğin 
gerçekleşeceğini gösteren belirtiler olduğu gibi, ikinci seçeneğin 
gerçekleşebileceğini gösteren gelişmeler de özellikle Ayn El Arap yani Arap 
Pınarı çatışmalarından sonra gözlenmeye başlamıştır.

Kerkük petrollerinin Türkiye üzerinden ABD’nin onayı ile geçirileceğine inanan 
Cumhurbaşkanı Erdoğan, PKK’nın Suriye’nin kuzeyinde bir Kürt koridoru açarak, 
Kerkük petrollerini Akdeniz’e ulaştırma projesine ABD’nin destek vermesi 
üzerinde sert bir dönüş yapmıştır. Erdoğan, “üst akıl” diye nitelendirdiği 
ABD’nin Türkiye’nin menfaatlerine saldırdığını birkaç defa açıklamıştır. Erdoğan 
alışılmadık bir şekilde şöyle konuşmuştur: “Ne içerideki ihanet şebekelerine 
(müzakerelerin sürdüğü PKK/HDP’yi ve cemaati kastediyor) ne de dışarıdan (ABD’yi kastediyor) gelen algı operasyonlarına Türkiye boyun eğecek, eyvallah diyecek bir ülke değildir. Sevr Anlaşması’nı yırtıp atmış, manda ve himayeyi elinin tersiyle itmiş, bağımsız, hür bir ülkeyiz, Türkiye’yiz.”(Yeni Akit, 4 Kasım 2014)

Bu arada Kırım ve Ukrayna’da izlediği politikalardan dolayı arası ABD ve AB ile 
olağanüstü gerilen ve yalnızlaşan Putin ile yalnızlaşan Erdoğan arasında ciddi 
bir yakınlaşma olduğu görülmektedir. Putin, Erdoğan’ın ikili görüşmelerinde 
“AB’yi ürkütmeyelim” şeklindeki uyarısına “boş ver önemli değil” diye cevap 
verdiğini açıklayıp, Erdoğan’dan delikanlı adam diye bahsetmiştir.

Putin Yönetiminin önemli isimlerinden olan Evgeniy Fydorov, (Aydınlık, 29 Aralık 
2014) verdiği bir demeçte şöyle demektedir: “Putin’in Türkiye ziyareti çok 
olumlu geçmiştir. Bu ziyaret insanlığın geleceğini etkileyecek kimi girişimleri 
başlatmıştır. Amerikan sömürgecilik sistemi sorgulanmaya başlanmıştır... 
Putin-Erdoğan buluşması, Çin ve Hindistan’ın bu sürece verdiği destekle birlikte 
Amerikan sömürgecilik sisteminden kurtuluş sürecini başlatmış oluyor.Yani özgür ülkelerden oluşan çok kutuplu bir dünya düzenini..Putin ve Erdoğan bu düzenin; 
ilk tuğlasını koymuş oldular… Rusya, Türkiye’nin Şanghay İşbirliği Örgütü’ne 
girmesi için elinden gelen desteği verecektir.

Bu açıklama, uluslararası ilişkiler alanında büyük bir yeniden yapılanmanın 
habercisi görünmektedir. Eğer Rus milletvekilinin söyledikleri doğru ise, 
Putin-Erdoğan görüşmesinde İsmet İnönü’nün 1964’deki ifadesi ile “Dünya yeniden kurulur ve Türkiye o dünyada yerini alır” içerikli görüşmeler yapılmıştır. 
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Şangay İşbirliği Teşkilatı Genel Müdürlüğü kurulması 
için emir vermiş olduğu bilgisi eğer doğru ise, Evgeniy Fydorov’un 
söylediklerini doğrulamaktadır. İlk aşamada Türkiye, AB ile ilerlemeyen 
müzakereleri fiilen askıya alıp, Şangay İşbirliği Teşkilatı’nın gözlemci üyesi 
olabilir. Doğrusu böyle bir adım, Şangay İşbirliği Teşkilatı içinde büyük bir 
propaganda başarısı olacaktır. Keza Putin, Erdoğan’ın önünü Avrasya Ekonomik 
Birliği-Türkiye ilişkilerini bir şekilde kurumsallaştırma süreci başlatarak Orta 
Asya’da da açabilir.

Türkiye-Rusya yakınlaşmasının bir başka boyutuna ise 30 yıl Dünya Bankası’nda 
çalışan Peter Koenig dikkat çekmektedir. Koenig, Rusya ve Çin’in aralarındaki 
enerji ticaretini dolardan milli paraya çevirme kararı aldıklarını ve Brezilya, 
Hindistan, Güney Afrika ve Şanghay İşbirliği Örgütü üyeleri Tacikistan, 
Kırgızistan, Özbekistan ile Hindistan, Pakistan, Afganistan, İran, Moğolistan 
ile Şanghay İşbirliği Örgütü’ne yaklaşan Türkiye’nin de dolardan ayrılarak milli 
para ile ticaret için hazırlandıklarını ileri sürmektedir. 

(http://www.globalresearch.ca/free-fall-of-the-ruble-whos-behind-it-a-ploy-of-russias-economic-wizards-whose-chess-game/5420796)

Özgür Suriye Ordusu ile Esad’ın arasını bulmak için Moskova’nın başlatmış olduğu görüşmelerin Ankara’nın örtülü desteğini alıyor görünmesi ilginçtir. ABD’nin PYD/PKK’yı desteklemesine, Erdoğan Şam ile Rusya üzerinden uzlaşma perspektifini koyarak cevap vermiştir. Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu’nun 31 Aralık 2014’de; “Rusya ve İran, Suriye’nin politik dönüşümüne dahil olmalıdırlar” açıklaması, bu yeni politikanın bir parçası olarak yorumlanabilir.

ABD’nin İran’a yönelik ekonomik ambargonun kapsamını genişlettiği 2014 sonunda Türkiye ise, İran ile 1 Ocak 2015’den itibaren yürürlüğe giren ve amacı iki ülke arasındaki ticaret hacmini 13-14 milyar Dolar’dan 30 milyar Dolara çıkarmasını hedefleyen tercihli ticaret anlaşmasını imzalamıştır. Bu adım da Washington’da yüzlerin ekşimesine neden olacak bir adımdır.

Batı ile ilişkilerin kopma süreci içinde olup olmadığını gösterecek en önemli 
göstergelerden birisi Ankara’nın Çin’den alınmasına karar verilen füze 
sistemleri kararında ısrarcı olup olmayacağıdır. ABD ve NATO’nun bütün 
muhalefetine rağmen, Ankara Çin füzelerinde ısrarcı olur ise ABD/NATO-Ankara 
krizi derinleşecektir.

Özetle, Erdoğan’ın Batıya teslim olması bir seçenek iken, diğer seçenek de 
ABD’nin kendisini gözden çıkardığı inancı ile Batı ilişkileri kopararak 
Avrasyacı bir eksene kaymasıdır. Bu iki seçenekten birisinin seçilmesi durumunda Erdoğan’ın başta PKK ile müzakereler olmak üzere iç politikada da müttefik ve düşman şekillenmesi yeniden olacaktır. Erdoğan’ın bu seçeneği istese de gerçekleştirip gerçekleştiremeyeceği iç dinamikler değerlendirildiğinde ayrı bir sorudur.

Yukarıda Emarelerini anlattığımız iki seçeneğe eklememiz gereken bir başka 
seçenek de Erdoğan’ın Batı’yı Rusya-İran-Çin seçeneği ile tehdit edip, vereceği 
tavizleri iç politik olarak hafifletip, Batı ile uzlaşma seçeneği olabilir. 
Ancak bu seçenek, Erdoğan’ın 12 yıl boyunca yapmış olduğu politik manevralara artık alışmış olan Batı’nın ulaşılan aşamada tahammülsüz tavrından dolayı 
oldukça zayıflamış görünmektedir. 2015 bu seçeneklerden hangisinin öne 
çıkacağının belirginleştiği sene olacaktır.

Uzman Hakkında
Ümit Özdağ
uozdag61@gmail.com

Uzmanın Diğer Yazıları

  AKP’nin PARTİ ORDUSU GİRİŞİMİ 
  Özdağ'dan Başkanlığa Karşı Mektup 
  2015’te Batı Erdoğan İlişkilerinde Muhtemel İki Yol 
  Askeri Sağlık Sistemi Neden Gerekli? 
  Kesnizani Tarikatı: Irak’ın FETÖ’sü 
  Gülenci Darbe ve Bir Kitabın Önsözü 
  Türkiye’ye Vatandaş İthalinin Felaket Niteliğindeki Sonuçları 
  Göçler ve Güvenlik 
  Orta Doğu’da Jeopolitik Dönüşüm ve Türkiye İçin Oluşturduğu Tehdit 
  Suriye'nin Kuzeyinde İşler Gittikçe Daha Kötüye Gidiyor 
  400 Milletvekili Olsaydı Ne Olacaktı? 
  Güneydoğu Anadolu’da Son Durumun Fotoğrafı 
  1 Kasım Seçimleri Yaklaşırken Neden MHP? 
  Seçime Giderken PKK Ayaklanması 
  Savaş Başlıyor ve Seçimler 
  Suruç Saldırısı veya Türkiye’nin Pakistanlaştırılması  
  MHP’nin Yükselen Oyları- Erdoğan ve Öcalan 
  Büyük İtiraf Geldi: AKP Toprak Verdi 
  Türkiye Musul’a Girecek mi ? 
  Öcalan'ın 10 Maddesinin Genel Seçimler İle İlgisi 
  HOCALI SADECE HOCALI DEĞİLDİR - Türk Katliamının Son Durağı Hocalı 
  Suriye’de Toprak Kaybetmedik, Peki Ege’de 
  Kesnizani Tarikatı veya Büyük Bir Örtülü Operasyon 
  Ortadoğu’da Bir Yeni Yenilgi: Süleyman Şah’tan Geri Çekilme 
  Ayn El Arap’ta Bilmediğimiz Neler Oluyor? 
  Ortadoğu’da Sınırlar Değişirken Casuslar 
  Prof. Dr. Ümit ÖZDAĞ, saat 20:00'de Habertürk TV'de Enine Boyuna  Programı'nda...  
  Gerilla ve Kontrgerilla Savaşı 
  Türk Deniz Kuvvetlerine Yapılan Saldırının Sonucu Ne Olmuştur? 
  Kudüs’te Son Türk Askeri 
  Türk Milleti Türkiye’nin Bölündüğünü Görmüyor mu? 
  Hayalin Böylesi: Güneydoğu Anadolu’yu PKK’ya Bırakan Ortadoğu’yu Şekillendirme Peşinde 
  Seçimler Yaklaşırken Güneydoğu Anadolu ve Siyasi Partiler 
  PKK Müzakereleri, Ayn El Arap ve Bölgesel Değerlendirmeler 
  Amerika Fransa’ya Nükleer Saldırı Yapmayı mı Planladı? 
  Devrimci Selefilik Antiemperyalist mi? 
  Paris’te Olanlar 
  Erdoğan Yönetimi ve Avrupa Ne Diyor? 
  Son Terörist Eylemler Ne Anlama Geliyor? 
  2015’de Batı-Erdoğan İlişkilerinde İki Muhtemel Yol 

Ahlatlıbel Mah. 1830. Sokak No:39 İncek/Çankaya ANKARA        alsancak escort
 Tel: +90 312 489 18 01 | Belgegeçer: +90 312 489 18 02 | Elektronik Posta: 
bilgi@21yyte.org 

***

25 Kasım 2017 Cumartesi

NATO Üyeliğini Savunmak Vatan Hainliği midir?.

NATO Üyeliğini Savunmak Vatan Hainliği midir?..


Ahmet TAKAN

​Güncel tartışma olduğu için ve ayaklarımızın yere basması ve  gerçekleri tekrar hatırlamamız  ve hayalci olmamamız için konuya giriyorum. Ve de, dertleri asla NATO'dan çıkmak veya çıkmamak olmayan kirli güç odaklarının bazı hayalci çevreleri de alet ederek kurdukları tezgahları, Türkiye'yi sokmak istedikleri yeni bataklıklara dikkat çekmek için  bu satırları yazıyorum. İYİ Parti'yi ve programını savunmak  ve ona  "NATO" başlığı üzerinden gelen  saldırılara yanıt vermek gibi bir gayem yok. Asla  ve kata olmadı, olmayacak da... Zaten, bu satırların yazarının tek işinin objektif gazetecilik olduğunu da en iyi takip edenleri bilir. Yazı arşivimizde bazı NATO üyelerinin terör örgütü PKK'ya yaptığı yardımları deşifre eden ve en sert eleştirileri yapan ifadeler duruyor. Onlara sadığım...Bir milim de geri adım atmam!..
Durum tespiti yapalım:

İYİ Parti lideri Meral Akşener, "Hangi partinin programında NATO'dan çıkmak var?" dedi. Genel Başkan Yardımcısı Ümit Özdağ da herkesin anlayacağı dilden eleştirilere net  cevap verdi ve parti programındaki ifadeleri tekrarladı. Şöyle:

"Türkiye'nin NATO şemsiyesinde olması milli politikalar ve stratejiler uygulamasına engel olmadığı gibi, İttifak üyeliğimiz diğer ittifak ve mekanizmalardaki ülkelerle kendi milli çıkar ve ulusal güvenliğimizin gereği olarak kurulacak ilişkilere ve işbirliği çabalarına da aykırı değildir."

NATO bünyesinde önemli görevler yapmış eski Milli Savunma Bakanlığı Genel Sekreteri emekli Kurmay Albay Ümit Yalım'a görüşlerini sordum. Yalım, İYİ  Parti'nin programını kendi bakış açısından değerlendirdi. "NATO" başlığına yapılan eleştirilerin  "mesnetsiz ve tamamen duygusal olduğu"nu söyledi. Ümit Yalım, "NATO'nun 29 üyesi olup kararlar oy birliği ile alınır. Yani Türkiye dâhil, NATO üyesi her ülkenin alınacak kararları veto etme hakkı vardır. Türkiye bu hakkından neden vazgeçsin? Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'ndeki 5 daimi üye ülkenin de veto hakkı var. BM daimi üyeliğinden vazgeçen ülke var mı? NATO'dan vazgeçmek veto hakkını kullanmaktan vazgeçmek demektir" diye önemli bir saptama yaptı. Yalım'ın şu hatırlatmalarına da çok dikkat edelim:

Tarihten örnekler

"Yunanistan'ın NATO'nun askerine kanadına dönmesinde Kenan Evren veto hakkını kullanmamıştır. Peygamber efendimize hakaretler içeren karikatürlerin yayınlandığı Danimarka'nın Başbakanı Rasmussen için AKP Hükümeti veto hakkını kullanmamış ve Rasmussen, Erdoğan ve AKP Hükümetinin desteği ile Nisan 2009'da NATO Genel Sekreterliği'ne seçilmiştir. Fransa Devlet Başkanı Sarkozy'nin, Türkiye'nin AB üyeliğine karşı çıkmasına ve Türkiye'ye İmtiyazlı Ortaklık önermesine rağmen AKP Hükümeti veto hakkını kullanmamış ve Fransa, Erdoğan ve AKP Hükümetinin desteği ile Nisan 2009'da NATO'nun askeri kanadına dönmüştür. Milletimizi van minut masallarıyla uyutmaya çalışan Erdoğan ve AKP Hükümeti veto hakkını kullanmamış ve Mayıs 2016'da İsrail'in NATO'da temsilcilik açması sağlanmıştır.

Türkiye'nin NATO'dan çıkmasını isteyenlerin, Evren ve Erdoğan'ın veto hakkını kullanmamasını eleştirmediği görülmektedir. ABD ve İsrail'in vesayeti altında olan ve milli olmayan hükümetler veto hakkını kullanmamıştır.Ancak Türkiye'nin veto hakkı şemsiyesi altında cereyan eden olumlu örneklerde vardır. Örneğin,Güney Kıbrıs Rum Yönetimi'nin NATO Akdeniz Diyaloğu'na üyelik çabası,SHAPE Karargahı / Belçika-Mons'ta 2002 yılında yapılan alt komite toplantılarında engellenmiştir. (Bu olay Yalım'ın  NATO görevi sırasında gerçekleşmiştir-aht-) İYİ Parti'nin iktidara gelmesi halinde veto hakkını kullanacağı beklenmektedir.

Sovyetler Birliği dağılmıştır ancak Rus tehdidi sona ermemiştir. Rusya Federasyonu'nun, NATO üyesi olmayan Gürcistan'a 2008'de savaş açtığı ve NATO üyesi olmayan Ukrayna'ya ait Kırım bölgesini 2014'de ilhak ettiği unutulmamalıdır. RF'nin elinde nükleer silah vardır. Ancak, Türkiye'de nükleer silah yoktur. Türkiye'nin NATO üyeliği, nükleer saldırılara karşı caydırıcılık ve koruma sağlamaktadır. Türkiye'nin yüksek irtifa hava savunması konusunda NATO'dan destek aldığı da gözden uzak tutulmamalıdır.

Türkiye, 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı sırasında NATO üyesi olmasaydı, NATO Antlaşması'nın 5. Maddesi Türkiye'ye karşı işletilebilir ve haklı olduğu bir mücadelede haksız konumuna düşürülebilirdi. Ege Denizi'nde Yunan işgali altında olan adalarımız diplomatik yollardan geri alınamazsa askeri müdahale kaçınılmazdır. Böyle bir durumda 5. Madde ile muhatap olmamak için Türkiye'nin NATO üyeliği devam ettirilmelidir.

Rusya dost mu?

Geçtiğimiz günlerde PKK terör örgütü tarafından Şemdinli'deki kontrol noktasına yapılan saldırıda 6 askerimiz ve 2 korucumuz şehit oldu. Teröristlerin saldırıda, ABD tarafından PKK'nın Suriye'deki uzantısı YPG/PYD'ye verilen AT-4 roketatarını kullandığı belirlendi. ABD'nin PKK'ya silah desteği vermesi asla kabul edilemez. ABD'ye en şiddetli şekilde tepki verilmelidir. Ancak PKK terör örgütünün çoğunlukla Rus yapımı Kaloşnikof piyade tüfeği kullandığı ve örgütün 1997'de Rus yapımı SA-7B füzesi ile biri taarruz ve biri genel maksat helikopteri olmak üzere 2 helikopterimizi düşürdüğünü unutmamak gerekir.

Türkiye'nin, NATO'ya girmek için Kore'ye asker gönderdiği ve NATO üyeliği için çok büyük bedel ödediği de unutulmamalıdır. Türkiye'nin NATO şemsiyesinde olması, milli çıkar ve ulusal güvenliğimiz için gereklidir."

Esas sorun, NATO'ya üye olup olmamakta değil milli olup olmamak da!..
-----------
Irak başbakanı İbadi'yi “sen benim muhatabım değilsin, seviyemde değilsin, karatımda değilsin, kalitemde değilsin, haddini bil” diyerek yuhalatan kimdi, “değerli dostum, kardeşim İbadi'yi külliyemizde ağırlamaktan duyduğum memnuniyeti ifade etmek isterim” diyerek alkışlatan kimdi?.


***

4 Kasım 2017 Cumartesi

2014’e başlarken kumpas üzerine


2014’e başlarken kumpas üzerine

Ümit Özdağ

Balyoz adlı TSK’da önceden tespit edilen general-amiral ve subayları tasfiye etmeye yönelik operasyonu ilk kez,  “Ergenekon rüzgarının sert bir şekilde esmeye devam ettiği”  o günlerde  “Ters Cephe” adlı programda, programın katılımcılarından ve Taraf gazetesi yazarı olan Rasim Ozan Kütahyalı programda yayınlamak üzere getirdiğinde Türk kamuoyu ile birlikte duymuştum. Ordu ve askeri darbe konusunda uzman bir akademisyen olarak plan tatbikat seminerinde darbe planı yapılmasının mümkün olmadığını ileri sürmüştüm. Sadece Balyoz değil, Ergenekon örgütü iddiasının da tam bir siyasi tasfiye operasyonu olduğunu söyleyen birisi olarak, Balyoz’un Ergenekon operasyonunun devamı olduğunu görüyordum.

Ne zaman ki, yargı ve poliste Ergenekon-Balyoz-Casusluk vs. davaları geliştiren kadrolar bu kez iktidarın yolsuzluklarına yöneldiler, Başbakan Erdoğan Türk ordusunu, Türk subaylarını teslim etmek konusunda bir an dahi tereddüt etmediği yargı ve polis kadrolarına karşı “paralel devlet”, “casus”  ve benzeri en ağır ifadeler ile saldırmaya başladı. Erdoğan’ın başdanışmanı olayları en yakından bilen ve siyasi suç ortağı olduğu süreç için “orduya kumpas kurdular”  diye yazdı. Şimdi, ben belirli bir olayı kastetmedim dese de kimin neyi kastettiği gayet iyi biliniyor.

2007’den buyana yaşanan süreç, askerde ve sivilde kimin, aslında ne olduğunu da bize göstermesi açısından çok öğretici oldu. Milliyetçi-ulusalcı, danışman, akademisyen diye ortada dolaşanların nasıl ortalardan kaybolduklarını, seslerini kestiklerini, yurtdışına kendilerini attıklarını gördük. Televizyonlarda Harp Okulu’ndan değil de iktidarın parti okulundan mezun olmuş gibi konuşan eski subayları gördük. Subay arkadaşlarının tutuklanması  “iyi oldu”  deyip, bir hafta sonra kendisi de Balyoz’dan tutuklananları gördük. Askeri hapishanede iktidardan korktuğu için tutuklu komutanının alanını iyice daraltan  “subayları” gördük.

Bu süreçte bir de saf, temiz, delikanlı Türk çocuklarını da gördük.  Balyoz Davası’ndan esir bulunan Amiral Cem Aziz Çakmak onlarla ilgili duygularını şu şiirinde dile getirmiş:

İhanet tohumları filizlenince
Ve yaşım elliye gelince
Hasdal’a vardığım o ilk gece
Tanıştım Mehmet’le.
Kahpe pusuların gölgesinde
Korkunun cesarete egemenliğinde
Hiç ama hiç çekinmedi, rütbesiz Mehmet
Ve görevi süresince bizimle birlikte çekti eziyet

***
Bıkmadan dolandı durdu çevremizde
Bir yardımım dokunur mu diye
Havalandırma saatlerinde.
Pazar geceleri bir merak gözlerinde
Ziyaretçileri sayardı asılan listede
Sevinirdi sayıyı yeterli gördüğünde
Sinirlenirdi gelenler az ise.
Açık görüş günlerinde bir garip olurdu Mehmet
Gönüldendi büyüklere gösterdiği hürmet
Vazifesi olmasa da zevkle ederdi hizmet.

***
Ama çocuklar...
Çocuklara farklıydı
Babalara sarılan çocukları görünce Mehmet
Bir köşede sessizleşirdi çaresizce
Gözyaşlarını gizlemeye çalışırken acemice.
İkaz etmesi istense de Mehmet
Gelip söyleyemezdi “Vakit tamam, bitti ziyaret.”
İşittiği laflar için bir kez bile etmedi şikayet.

***
Tezkere zamanı geldiğinde
Vedalaşmak zor oldu Mehmet’le
Boynuma sarıldı içtenlikle
Dedi “Her şeyi anlatacağım köyümde.”
Ona söyleyebildiğim tek cümle,
“Görüşeceğiz elbet özgür günlerde”...
Derin bir acı hissettim gittiğinde...

***
Düşündün sonra, bir yanda Mehmet,
peki ama ya diğerleri!
Bilerek susan, sinerek izleyen zihniyet...
Bir kenara bıraktım paylaştığım seneleri
Ve öğrendiğim değerleri
Ya unutulan insaniyet
Toplasam hepsini,
Etmez bir tane Mehmet!
Özetle her subay bu süreçte askere gelen Türk gencine bakarken gerçek silah arkadaşının rütbesiz bir er olabileceğini de öğrenmiştir.

***


1 Kasım 2017 Çarşamba

400 Milletvekili Olsaydı Ne Olacaktı?


400 Milletvekili Olsaydı Ne Olacaktı?


Milli Güvenlik ve Dış Politika Araştırmaları Merkezi
28 Eylül 2015 Pazartesi
400 Milletvekili Olsaydı Ne Olacaktı?
Ümit Özdağ tarafından yazıldı.

PKK terörü ülkemizi kana buluyor. Her gün Şehit haberleri geliyor. 
7 Haziran-15 

Eylül 2015 tarihleri arasında Türkiye 118 şehit verdi. Dağlıca'da daha şehitlerimizin kanı kurumadan Cumhurbaşkanı Erdoğan canlı yayında PKK terörünün neden tırmandığı sorusuna "Eğer 400 milletvekilini alabilecek veya bir Anayasa'yı inşa edecek sayıyı bir siyasi parti yakalamış olsaydı, durum bugün 
çok farklı olurdu. Her şeyden önce Yeni Türkiye adımını atmak için böyle bir şey çok çok iyi olurdu" cevabını verdi.

Erdoğan'ın bu cevabı ne anlama geliyor? 400 milletvekili anayasayı değiştirseydi neden PKK terör eylemi yapmazdı? Bugün sizinle bu sorunun cevabını ele almak 
istiyorum. Bu noktaya neden geldik? PKK,  11 Temmuz'da Güneydoğu Anadolu'da yapılan baraj ve kalekol inşaatlarının durdurulmasını ve tutuklamaların sona erdirilmesini talep etti aksi takdirde 2 seneden bu yana devam eden ateşkesi sona erdireceğini ilan etti. Oysa PKK ateşkes olduğunu iddia ettiği bu 2 senede birçok askerimizi ve polisimizi şehit etmişti. Gerçek bir ateşkes olmadığı gibi,  terör örgütü AKP iktidarının suskun bakışları altında Güneydoğu Anadolu'ya 80 bin silah,  63 ton bomba sokmuştu. PKK'nın yerleştirdiği uyuyan bombaları AKP Hükümeti seyrediyordu.

3 Ağustos 2015'te Başbakan yardımcısı Bülent Arınç, bir televizyon kanalında şunları söyledi: "Bizim prensibimiz zaten bugüne kadar onlar ateş etmedikçe, 
eylem yapmadıkça biz yapmayacağız idi. Bunu biz son güne kadar, 10-15 gün evveline kadar hep uyguladık. O yüzden bizi halk da eleştirmiş olabilir, 'Bunlar 
silahlarıyla her gün köylerde ama siz bunlara bir şey yapmıyorsunuz.' Halkın şöyle söylediğini biliyorum, 'Üzerinde silah olan PKK'lı teröristler karakolun 
önünden geçiyorlar, onlara el sallıyorlardı. Asker de onlara hiçbir şey yapmıyordu.' Durum biraz böyleydi. Ama bunun bir tek sebebi vardı, tekrar 
terörün hortlamaması, siyasi görüşmelerin, müzakerelerin sonuca ulaşması. Meğer onlar alay ediyorlarmış. Yani el sallarken, 'Biz buradayız bak, sen de bize 
karışamıyorsun."

AKP,  Arınç'ın söylediği gibi seyrederken, PKK bölgenin değişik yerlerine uçaksavarlar yerleştirilmişti. İl ve ilçelerde bir ayaklanma ve iç savaşın alt 
yapısını oluşturmak üzere çalışmalar yapmıştı.  PKK, bunları yaparken, AKP iktidarı Nisan 2015'te MGK toplantısında PKK'nın adını Milli Güvenlik Siyaset 
belgesinde tehdit listesinden çıkarıyordu.  Buna inanmak çok zordur. Ancak PKK, AKP tarafından artık tehdit olmaktan çıkarılması gereken bir örgüt olarak 
görülmeye başlamıştır.

AKP Hükümeti uyurken ve Açılım diyerek kamuoyunu uyuturken,  14 Temmuz'da KCK Eş Başkanı Bese Hozad,  "Özgür Kürdistan'ı kurmanın koşullarının oluştuğunu vurgulamış ve halkı Türkiye Cumhuriyetine karşı topyekün savaş ve ayaklanmaya çağırmıştır. Bunu 20 Temmuz 2015'de Suruç'ta IŞİD'in yaptığı iddia edilen kitlesel katliama, PKK terör örgütünün Şanlıurfa/Akçakale'de 24 Temmuz'da evlerinde uyuyan iki genç polisi şehit ederek cevap vermiştir.

Daha önceki aylarda birçok polis ve asker terör örgütü tarafından Yüksekova'da telefon ederken, yolda yürürken, Diyarbakır'da eşi ile alışveriş yaparken 
öldürülmesine rağmen Açılım politikasına zarar gelmesin diyerek görmemezlikten gelen, sürekli PKK karşısında geri adım atan hatta tehdit listesinden adını çıkaran Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Başbakan Davutoğlu bu sefer sert bir tepki verdiler. Türk Hava Kuvvetleri, 24 Temmuz gecesi Kandil'i bombaladı. 

Peki bu noktaya nasıl ve neden geldik?  

AKP Hükümeti, 2006'da Oslo'da PKK temsilcileri ile MİT aracılığı ile görüşmelere başladı. 2009'da görüşmeler müzakere niteliği kazandı. Oslo'da başlayan 
müzakereler, İmralı'da Abdullah Öcalan yapılan müzakereler ile derinleşti. Öcalan ile Yeni Türkiye'nin anayasal yapısı şekillendirildi. Türkiye başkanlık 
sistemine geçecek, Güneydoğu Anadolu bölgesine özerklik verilecekti.

Nihayet, 28 Şubat-2 Mart 2015 tarihleri arasında yapılan görüşmelerden sonra Öcalan ile yapılan uzlaşma, Dolmabahçe Sarayı'nda AKP'li başbakan yardımcısı, İç İşleri Bakanı, AKP Grup Başkan vekili ve HDP'lilerin katılımı ile düzenlenen toplantıda Türkiye ve Dünyaya Dolmabahçe Mutabakatı olarak açıklandı. Erdoğan, 28 Şubat'ta Elazığ'da ilk kez, "400 milletvekili isterim" açıklamasını yaptı.

Ancak Öcalan, Erdoğan ile başkanlık ve özerklik konusunda anlaşırken, PKK Türkiye'nin çok zayıf düştüğünü ve etkili bir vuruşla "bağımsız Kürdistan'a razı 
olacağını düşünmeye başlamıştı." Bundan dolayı, PKK Öcalan'ın yapmış olduğu özerklik pazarlığını kabul etmedi. Öcalan aslında çevresine "önce özerklik sonra 
bağımsızlık" diyordu. PKK ise "hemen bağımsızlık" politikasını savunuyordu.

Öcalan ve PKK, seçimlerde izlenecek strateji konusunda da anlaşmadılar. Öcalan, HDP'nin 7 Haziran seçimlerine bağımsız adaylar ile girmesini talep etti. PKK ise HDP'nin parti olarak seçimlere gireceği kararını aldı.  HDP'nin barajı aşıp aşamayacağı tartışılırken, Öcalan'dan çok PKK'ya yakın olan Selahattin Demirtaş, HDP'nin seçim stratejisinin temeline Erdoğan karşıtlığını koydu. 17 Mart'ta Demirtaş bu stratejiyi TBMM'de şöyle açıkladı: 

"Seni başkan yaptırmayacağız." 

Erdoğan'ın bu açıklamaya tepkisi sert oldu. 21 Mart'ta Erdoğan, 2 Mart'ta yapılan Dolmabahçe Mutabakatını kendisinin onaylamadığını açıkladı. Bundan sonra ki günler önce Erdoğan ile AKP Hükümeti arasında "biliyordun-bilmiyordun" tartışmaları ile geçti.  Sonunda AKP, Erdoğan'ın Dolmabahçe Mutabakatından haberinin olmadığını kabul etti. Seçimlerde Erdoğan bütün gücü ile HDP'ye saldırdı. 7 Haziran seçimlerine böyle gidildi.

20 Temmuz'da Suruç saldırısı, 24 Temmuz'da PKK cinayetleri gerçekleşti. Ve Türk Hava Kuvvetleri 24 Temmuz'da Kandil'i bombaladı. Herkes PKK'nın 2 polisimizi şehit etmesinin PKK Açılımını bitirdiğini düşünüyordu. Oysa, PKK Açılımından sorumlu başbakan yardımcısı PKK Açılımının bitmesinin nedeninin 2 polisin şehit edilmesi olmadığını açıkladı. Yalçın Akdoğan gerçek nedeni 28 Temmuz'da şöyle açıkladı:

"Seni başkan yaptırmayacağız çözüm sürecini bitirdi."

Demek ki Kandil'in bombalanmasının asıl nedeni 2 polisin şehit edilmesi değil, Demirtaş'ın "Seni Başkan yatırmayacağız" açıklamasıydı. Yalçın Akdoğan, HDP'nin halka Öcalan'ın görüşleri ile ilgili yalan söylediğini ileri sürdü: "Öcalan başkanlık sistemine karşı. Öcalan AKP'ye karşı. Külliyen yalan bunlar. Öcalan 
bunları yakalasa sopayla kovalar: Sürekli Öcalan adına yalan söylüyorlar." 

Yalçın  Akdoğan, Öcalan ile başkanlık konusunda anlaştıklarını ve AKP tek başına 400 oy alamasa dahi, Öcalan'ın karşı olmadığı AKP+HDP'nin anayasayı değiştirmek için gereken 400 oya alma şansı olduğunu düşünüyordu. Ancak, işler İmralı'da Öcalan ile planlandığı gibi gitmedi. AKP'nin Türkiye'yi PKK karşısında zayıf düşürmesinden cesaretlenen PKK ülkemize karşı bir ayaklanma başlattı. Şimdi AKP'nin yaptığı hataların bedelini asker ve polislerimiz Güneydoğu Anadolu'da canları ve kanları ile ödüyorlar.

Ancak Türkiye Cumhuriyeti büyük bir devlettir. Ülkemiz PKK terörünü aşabilecek güçtedir. Türkiye'nin PKK terörünü aşmak ve IŞİD terörünü sınırları dışında 
tutmak için parti ve kişi değil, milletin menfaatlerini ön planda tutan sürdürülebilir barış ve güvenliği sağlayacak akıllı güce dayanan bir 
anti-terörizm stratejisine ihtiyacı vardır. MHP Türkiye'ye teröre karşı tüm güvenlik güçlerinin koordinesinde, iyi planlanmış ve eşgüdümlü yürütülecek 
etkili, sonuç alıcı, entegre stratejik bir terörle mücadele stratejisi önermektedir.  MHP, Türk Milletine PKK'nın amacının demokrasi ve insan hakları değil, Türkiye'nin bölünmesi olduğunu anlatmaktadır. Bunun dışındaki bütün izah denemeleri büyük bir yalandır.

Türkiye'nin PKK'yı aşabilmesi için yetkin, güçlü, kararlı, milli güvenlik konusunda donanımlı Milliyetçi Hareket Partisi kadrolarına ihtiyacı vardır. 
Milliyetçi Hareket Partisi'nin yönettiği bir Türkiye,  PKK'yı ve bölünme tehdidini aşarak ülkemiz için en büyük istikrarsızlık unsurunu ortadan 
kaldıracaktır. Böylece Türkiye'de sürdürülebilir ekonomik kalkınmanın da önü açılacaktır.

Milliyetçi Hareket Partisi Türk Milletine sorunun ne olduğunu ve çözümün de ne olduğu dürüstçe söylemektedir. Türkiye MHP'nin önerdiği, sürdürülebilir, hukuku dışlamayan, devlete güveni tesis edecek güvenliği sağlayacak, zihinlerde güçlü ve adil devlet inancını güçlendirecek PKK terörünü aşacak anti-terörizm stratejisi ile Türk Milletinin önüne çıkmıştır.


Ümit Özdağ
uozdag61@gmail.com

Uzmanın Diğer Yazıları.,

  400 Milletvekili Olsaydı Ne Olacaktı? 
  Güneydoğu Anadolu’da Son Durumun Fotoğrafı 
  1 Kasım Seçimleri Yaklaşırken Neden MHP? 
  Seçime Giderken PKK Ayaklanması 
  Savaş Başlıyor ve Seçimler 
  Suruç Saldırısı veya Türkiye’nin Pakistanlaştırılması  
  MHP’nin Yükselen Oyları- Erdoğan ve Öcalan 
  Büyük İtiraf Geldi: AKP Toprak Verdi 
  Türkiye Musul’a Girecek mi ? 
  Öcalan'ın 10 Maddesinin Genel Seçimler İle İlgisi 
  HOCALI SADECE HOCALI DEĞİLDİR - Türk Katliamının Son Durağı Hocalı 
  Suriye’de Toprak Kaybetmedik, Peki Ege’de 
  Kesnizani Tarikatı veya Büyük Bir Örtülü Operasyon 
  Ortadoğu’da Bir Yeni Yenilgi: Süleyman Şah’tan Geri Çekilme 
  Ayn El Arap’ta Bilmediğimiz Neler Oluyor? 
  Ortadoğu’da Sınırlar Değişirken Casuslar 
  Prof. Dr. Ümit ÖZDAĞ, saat 20:00'de Habertürk TV'de Enine Boyuna 
  Programı'nda...  
  Gerilla ve Kontrgerilla Savaşı 
  Türk Deniz Kuvvetlerine Yapılan Saldırının Sonucu Ne Olmuştur? 
  Kudüs’te Son Türk Askeri 
  Türk Milleti Türkiye’nin Bölündüğünü Görmüyor mu? 
  Hayalin Böylesi: Güneydoğu Anadolu’yu PKK’ya Bırakan Ortadoğu’yu     Şekillendirme Peşinde 
  Seçimler Yaklaşırken Güneydoğu Anadolu ve Siyasi Partiler 
  PKK Müzakereleri, Ayn El Arap ve Bölgesel Değerlendirmeler 
  Amerika Fransa’ya Nükleer Saldırı Yapmayı mı Planladı? 
  Devrimci Selefilik Antiemperyalist mi? 
  Paris’te Olanlar 
  Erdoğan Yönetimi ve Avrupa Ne Diyor? 
  Son Terörist Eylemler Ne Anlama Geliyor? 
  2015’de Batı-Erdoğan İlişkilerinde İki Muhtemel Yol 
  Çocuk Katilleri İçin İdam Cezası Adil Bir Cezadır 
  AKP Hükümetinden Peşmergeye IŞİD'e Karşı Silah Yardımı 
  Cizre’de Gerçekten Ne Oldu? 
  İç Güvenlik Yasa Tasarısı 
  PKK ile Müzakere Süreci Konusunda Bir Eleştiri 
  Kürt Devletini Kim Kuruyor? 
  Hadi Beşar Esad’ı Devirdik… 
  Jandarma Genel Komutanlığı Türkiye'ye Lazım 
  Tunceli’de Ne ve Neden Oldu? 
  Politikleşmiş İstihbarat ve Milli Güvenliğe Etkisi 


Copyright © 2015. 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü. Tüm Hakları Saklıdır.
Sitemizde bulunan yazıların sorumlulukları yazarlarına aittir. Kurumumuz 
tarafından çıkarılan dergi, özel rapor ve kitapların içeriklerinde bulunan 
yazılarda aynı kapsam dahilinde yazarına aittir.
Ahlatlıbel Mah. 1825 Sokak No: 60 İncek/Çankaya/Ankara 
Tel: +90 312 489 18 01 | Belgegeçer: +90 312 489 18 02 | Elektronik Posta: 
bilgi@21yyte.org 
Yazılım & Tasarım: Haber Scripti Haber Portalı