Araştırmaları Merkezi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Araştırmaları Merkezi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

26 Temmuz 2018 Perşembe

Bor Cevheri ve Uygulanan Politikalar




  Bor Cevheri ve Uygulanan Politikalar 



21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü      
Enerji ve Enerji Güvenliği Araştırmaları Merkezi
02 Ocak 2014 Perşembe
Bor Cevheri ve Uygulanan Politikalar
Muhittin Ziya Gözler 
tarafından yazıldı.



                        BOR CEVHERİ ve UYGULANAN POLİTİKALAR

 1455 yılına kadar doğu ve batıda bilim ve teknolojide küçük ama zamanın yapısına ve ruhuna uygun gelişmeler kaydediliyor, doğuda Türk-İslam âlimlerinin ortaya koyduğu fikirler ışığında önemli değişiklikler yaşanıyor ve özellikle de bilim ve mimaride önemli eserler vücuda getiriliyordu. 1455 yılına, matbaada ilk kitabın basılmasına dek dünya üzerinde 30 bin adet kitap olduğu tahmin edilmektedir. Bu tarihten sonra geçen yarım asırlık zaman içinde bilim, felsefe, edebiyat, sanat ve din alanında sayıları 10 milyona yaklaşan kitabın basıldığı ileri sürülmektedir. Batılılar, 15-17.yüzyıllar arasında bilim, felsefe, sanat ve dinde gerçekleştirdikleri ıslahat hareketlerinden sonra dünyaya açılmaya başlamışlar, coğrafi keşiflerle de kaynak arayışını hızlandırarak kendi 
topraklarından uzaklardaki ülkeleri işgal ederek o ülkelerin kaynaklarını kullanmak için sömürgeler ve dominyonlar kurmaya başlamışlardır. 1565’de kurşun kalem, 1643’de barometre, 1663’de teleskop, 1671’de basit bir hesap makinesi, 1752’de paratoner, 1852’de elektromıknatıs, 1866’da dinamit, 1876’da telefon icat edilmiştir. 1299-1699 yılları arasında cihan hâkimiyeti ülküsü ile güçlü bir imparatorluk kurmuş olan Osmanlı İmparatorluğu batının değişen bu fikri, ilmi, teknik ve dini gelişmelerinden bihaber olarak ayakta durmaya çalışırken batı bu fırsatı kaçırmamış bu ’’Muhteşem İmparatorluğu’’ yıkmak için sürekli fırsat kollamaya başlamış, nihayet içerden ve dışarıdan giriştiği sosyal, kültürel ve iktisadi faaliyetler neticesinde hepimiz için hazin olan son gerçekleşmiştir. 1839 Osmanlı-İngiliz Ticaret Sözleşmesi, Osmanlı sanayini ortadan kaldırmayı ve de ülkeyi batının bir açık pazarı haline dönüştürmeyi 
amaçlıyordu. Gelişen ve değişen şartlar karşısında batı, Osmanlı’nın madenlerine gözünü çeviriyor ve sömürü düzeni böylece başlamış oluyordu. 1850’li yıllarda 
Batı Anadolu’da alçıtaşı işletmeciliği yapan Polonya’lı bir göçmen Desmazures adlı bir Fransız mühendise hediye olarak bir biblo gönderir. Mühendis gelen 
bibloyu tetkik eder ve bu malzemenin bor olduğunu tespit eder. Hemen ilgili kişiyle temasa geçer ve Türkiye’ye gelir, malzemenin yerini bulurlar. 

Burası Balıkesir ili, Susurluk ilçesindeki Sultançayır ve Aziziye Köyleri civarıdır. 

Cevher, pandermit adı verilen kalsiyum borattır. Uzun uğraşlardan sonra 1865’de Companie Industrielle Des Mazures adlı bir şirket kurulur ve 1865’de padişahtan izin alınarak bor cevheri işletilmeye başlanır. Ancak işletilen madenin alçıtaşı olduğu söylenerek ve de ucuz ücretler ödenerek bor cevheri yurt dışına 
kaçırılmaya başlanır. Bu arada Paris yakınlarında bir bor rafine tesisi de kurulmuştur. 1887’de Londra’da kurulan The Borax Company Şirketi 1898’de Fransız şirketini satın alarak Sultançayır’daki bor işletmesini tekeline alır. Ancak bu hileli durumun farkına varan Sultan Abdülhamit Han mevcut faaliyetin 
durdurulması emrini verir. Ancak 1889’da Borax Consolidated Limited (BCL) şirketi kurulur ve bu şirket 1954 yılına kadar borları işletmeye devam eder. 
Etibank ilk kez 1958 yılında Emet’te bor cevheri üretimin gerçekleştirerek dünya bor piyasasına BCL’den sonra giren ikinci şirket olur. Etibank 1964’de ilk 
rafine ürün işletmesini devreye alır. 1968’deki Bakanlar Kurulu kararı ile de bütün şirketlerin imtiyazları devlete devredilerek, bor madenleri Etibank ve 
bazı yerli şirketler tarafından işletilmeye başlanır. 1978’de çıkarılan 2172 ve 1983’deki 2840 sayılı kanunlarla da bor madenleri ile ilgili bütün faaliyetler 
devlet kontrolüne bırakılır. 20.03. 2012 tarihinde TBMM’ne 2840 sayılı kanunda bir değişiklik yapılması önerisi götürülmüştür. 1998-2002 yılları arasında 
medyanın akıl almaz kampanyası ile bor meselesi kamuoyunu meşgul eden önemli meselelerden biri haline gelmişti. Akademisyenlerden gazetecilere, 
siyasilerden sivil toplum kuruluşlarına ve hatta sokakta simit satan vatandaşa kadar hemen herkes bor konusunda adeta otorite haline gelmişti. 

Hatta bir sivil toplum yöneticisi de bir yıl içinde ülkeye bor ile çalışan bir otomobil getireceğini anlatıyor, yazıyor ve çiziyordu. Aradan 14 yıl geçti…  
2003’ten bu yana borlarla ilgili yayın taarruzuna rastlamıyoruz. Bu çok önemli bir neticedir. Zira çalışan ve üreten insanlar bir de bu dedikodularla 
uğraşmamaktadırlar. Şimdi bor cevherinin serüvenini öz ama akılda kalıcı bir biçimde anlatmaya çalışalım.

       B2O3 bazında 1970 yılında dünya bor üretimi 768 bin ton, bunun %16’sı 
olan 122 bin ton, 1998’de 1.511.000 ton olan dünya üretiminin %31’i olan 475 bin ton, 2002 yılında 1.536.000 ton olan dünya üretiminin %32’si olan 491 bin ton ve 2012’de 1.8 milyon ton olan dünya fiili bor üretiminin yaklaşık %42’si 756 bin ton Türkiye tarafından üretilmiştir. Türkiye’de bor üretiminde artış olduğu 
takdirde dünyada da bor artışının olacağı bir vakıadır. Eti Maden 
İşletmeleri’nin verdiği bilgilere göre Eti’nin 2012 yılı bor üretim kapasitesi 
973 bin ton olup, dünya fiili bor üretimiB2O3 bazında 1.8 (3.8) milyon ton olup 
bunun yaklaşık %42’sini Türkiye, %29’unu ABD, %15’ini G.Amerika, %14’ünü de Asya gerçekleştirmektedir. Ayrıca dünya bor talebinin de %46’sını Eti 
karşılamaktadır. 2002 yılında 1.890.000 ton cevher ve 717 bin (100 bin tonluk 
borik asit hariç) rafine ürün kapasitesi varken, 2012’de bu değerler rafine 
üründe 1.425.000 tona, eş değer ürünlerle birlikte kapasite 2.125.000 tona 
yükselmiştir. Diğer taraftan 1998-2002 yılları arasında bor ürünleri ihracat 
değerleri miktar olarak 400-763 bin ton, değer olarak da 200-237 milyon dolar 
seviyelerindeyken, 2009-2012 arasında miktar olarak 500-800 bin ton, değer 
olarak da 500-800 milyon dolarlar seviyesine çıkmıştır. Bu artışın önemli iki 
sebebi bulunmaktadır: 

1.Bulunan yeni rezervler ve Eti’nin yatırımlara ağırlık vermesi ham bor yerine rafine ürün satışının artması (2002 yılına göre pazarlanabilir ürün kapasitesi yaklaşık %100 artmıştır), pazara daha çok hâkim olması, 

2. B2O3 bazında 2002 yılına göre fiyatların 250-300 dolarlardan 350 735  dolarlara yükselmesi. Türkiye’de bor konusunda 1964-1996 arasında geçen 32 yıllık zaman içinde yapılması gerekenler ne yazık ki, bildiğimiz ve 
bilemediğimiz birçok sebepten ötürü yapılamamıştır. Ancak 1997’den itibaren 
başlayan ve zaman zaman yöneticileri zor durumda bırakan yatırım hamlelerinin 
giderek artan bir şekilde devam etmesi sevinilecek bir neticedir. 2000-2012 
yılları arasında konsantre bor ürünlerinde satış miktarı %47’lerden %5’lere 
düşmüş, bor kimyasallarında da %53’lerden %95’lere çıkmıştır. Bu yatırımların 
dünya bor tüketimi de dikkate alınarak ve herhangi bir engele takılmadan 
yapılması, ayrıca yatırımların rafine ve eş değer ürünlerin de ötesine geçip 
özel bor ürünlerini de kapsayacak şekilde yapılmasına da dikkat edilmesi 
şarttır.



BOR  MADEN SAHALARIMIZ 

(Türkiye’de bor cevherinin çıkarıldığı yerler. Kaynak:www.coğrafyatutkudur.com)


  Tabiatta 230’un üzerinde bor minerali bulunmaktadır. Ancak ticari manada 
önemli olan bor mineralleri kolemanit, tinkal, üleksit, kernit, datolit, 
probertit ve hidroborasittir. Ülkemizde yaygın olarak tinkal (sodyumlu), 
kolemanit (kalsiyumlu) ve üleksit (kalsiyum+sodyum) mevcuttur. Ülkemizde bor cevheri Balıkesir Bigadiç, Eskişehir Kırka, Kütahya Emet, Bursa Kestelek’de 
bulunmaktadır. Dünya bor rezervleri toplam 1.290.800.000 ton olup dağılımı 
şöyledir: (Kaynak- Eti Maden / B2O3 bin ton /2012)

  ’’Türkiye 935.800  % 72,5 / A.B.D 80.000   %6,2 / Rusya 100.000 % 7,7 

   Çin 47.000  %3,6 / Arjantin 9.000  %0,7 / Bolivya 19.000  %1,5 

   Şili 41.000 % 3,2 / Peru 22.000 % 1,7 / Kazakistan 15.000 % 1,2 / Sırbistan 
22.000 % 1,7 

  Ülkelerin 2012 yılı bor üretim kapasiteleri ise şöyledir (Bin ton B2O3) : 
Türkiye 973, ABD 673, G.Amerika 340, Asya 312.Toplam 2.298.000’’ Böylesine büyük rezervlere ve üretim kapasitesine sahip olmamıza rağmen bor ürünlerinin 
kullanımı günümüzde petrol, doğalgaz, kömür, demir-çelik,  çimento ve diğer 
sanayi ürünlerinde olduğu kadar fazla miktarda değildir. 2000 yılında 3,1 milyon 
ton olan dünya bor tüketimi (1.536.000 B2O3), 2012 yılında 3,8 milyon ton (1,8 milyon B2O3 ) olmuştur. Görüldüğü gibi bor kullanım oranı yıllık % 2 
civarındadır. Ancak ekonomik krizler ve bor tüketiminin azaldığı durumlarda bu 
oran daha da düşmektedir. Bor ürünlerinin %54’ü cam (borosilikat, yalıtım tipi 
cam elyafı, tekstil tipi cam elyafı), % 13’ü seramik, emaye, sır, % 3’ü deterjan 
ve % 12’ si tarım sektöründe ve alev geciktiriciler, sağlık, çimento, metalürji 
ve enerji sektöründe de % 18’i kullanılmaktadır. Bor mineralleri ilk önce 
fiziksel işleme tabi tutularak zenginleştirilir ve konsantre bor elde edilir. 
Elde edilen bu ürün bazı kimyasal işlemlerden geçirilerek rafine ürünler elde 
edilir. Bor ürünlerini gösteren şema aşağıdadır.

  


BOR  MADEN SAHALARIMIZ 
(Kaynak: Boren)

  Dışarıya yıllardır sattığımız ve ülkemizde halen de çok az miktarda kullanılan 
bor ürünlerinin nerelerde kullanıldığına da kısaca değinelim: Cam ve cam 
seramiklerinde; kolemanit, tinkal, üleksit, boraks penta ve deka hidrat, susuz boraks ve borik asit, emaye, sır ve fritte; boraks penta ve deka, susuz boraks, borik asit, temizleme ve ağartmada; sodyum perborat, zirai uygulamalarda; boraks deka, penta, borik asit bor oksit, meta borat kullanıldığı bilinmektedir. 

Ergimiş halde bulunan cam ara ürününe bor ilave edildiğinde malzemenin 
akışkanlığını artırmakta ve nihai ürünün yüzey sertliğini ve dayanıklılığını 
artırmaktadır. Seramiğe bor ilavesi onu çizmeye karşı korumaktadır. Deterjan ve sabunlarda mikrop öldürücü, beyazlatıcı ve suyu yumuşatıcılığını artırmak için kullanılmaktadır. Sebze ve meyvelerde hücredeki şeker geçişini, gelişimini, 
hücre bölünmesini ve fotosentez metabolizmasının düzenlendiği için 
kullanılmaktadır. Alev geciktirici olarak yanan malzemelerin üzerine 
sürüldüğünde (çinko borat) oksijenle olan teması kesmekte ve yanmayı 
önlemektedir. Metalürjide yüksek sıcaklıkta koruyucu özelliğinde dolayı demir 
dışı metal sanayinde curuf oluşturucu ve ergitmeyi hızlandırıcı madde olarak 
kullanılmaktadır. Ayrıca fiber optik kablolar da üretilmektedir. Sodyum bor 
hidrür, kâğıt hamurunun ağartılmasında, atık sulardan ağır metallerin 
uzaklaştırılmasında kullanılmaktadır. Bu ürün aynı zamanda çok iyi bir hidrojen 
taşıyıcısı ve depolayıcısı olduğunda hidrojenin enerjide kullanılmaya 
başlamasından sonra önemli bir noktaya gelecektir. Atom reaktörlerinde borlu 
çelikler, bor karbürler ve titan bor alaşımlar kullanılmaktadır. Füze 
yakıtlarında, uçak ve havacılık sanayinde yüksek ısıya dayanıklı gövde yapımında ve düşük ağırlık ve diğer bazı uygulamalarda kullanıldığı bilinmektedir. Bor nitrür, elektronikte, nükleer uygulamalarda, vakum ergitme potalarında, bujiler, rulman yatakları, askeri zırh malzemelerinde, matkap uçlarında değerlendirilmektedir. Titanyum diborür, balistik silah üretimi, ergimiş motor potalarında ve kesme aletlerin yapımında kullanılmaktadır. Bor halojenürler, ilaç, katalizörler ve bor elyafı üretiminde kullanılmaktadır. Enerji alanında, hidrojen taşıyıcısı, araçlarda doğruda yakıt olarak ve de enerjinin taşınması, depolanması ve tasarrufunda da değerlendirilmektedir. Böylesine öneme haiz bir maden varlığının yıllarca ham, konsantre ve hatta rafine ürün olarak satılması toplumun akıllı ve sürekli yol gösteren adamları tarafından hiç 
değerlendirilmemiş sadece ve sadece aman borlar emperyalistlere peşkeş 
çekilmesin nidalarıyla toplum avutulmaya çalışılmıştır. Doğru olan, yapılması ve 
yol gösterilmesi gereken husus, sanayinin hemen her yerinde kullanılan ürünlere ait tesislerin kurulması için devletin ve özel sektörün teşvik edilmesi 
olmalıydı. Aslında Eti’nin sattığı ürünlerin nerelerde kullanıldığı ABD’de 2000 
yılında bir şirket kuruluna dek de bilinmiyordu. Bor minerallerinden elde edilen 
borik asit, bor oksit, boraks dekahidrat ve pentahidrat, susuz boraks, amonyum 
pentaborat, sodyum metaborat, potasyum penta ve tetraboratlar, bor karbür, bor nitrür, titanyum diborür, ferro bor, bor halojenürler, boranlar ve diğer bor 
özel kimyasalları bilinenlerin dışında nerelerde hangi amaçlar için 
kullanılıyordu? Uzay çalışmalarında mı? Hızlı tren yapımında mı? Yeni nesil uçak 
üretiminde mi? Yakıt veya elektrik enerjisi üretiminde mi? Sağlık alanında mı? 
Görüldüğü gibi buraya kadar anlatılanlardan şu açıkça anlaşılmaktadır. Türkiye 
bor cevherini halen rafine ve eşdeğer bor cevheri şeklinde satmaktadır. Eti’nin 
bazı uç ürünlerdeki çabalarını, ortaya koyduğu sonuçları daha ötelere taşıması 
için ya devletin bu girişimleri sonuna dek desteklemesi ya da özel sektörün bu 
konuya iştiraki gerekmektedir. Eti’nin özel sektörle yapacağı ortaklıklardan da 
iyi neticeler alınabilir (tronada olduğu gibi). Uzun yıllardır yöneticilerin bu 
çabaları her nedense baltalanmış ve günümüzde de bu ileri teknoloji 
çalışmalarında yapılanlara pek destek çıkılmadığı görülmektedir. Amerika, 
Yunanistan, Bulgaristan, İtalya, Belçika, Hollanda’dan birileri gelip ülkemizin 
borlarını alacak, ülkelerinde yatırımlar yapacaklar, ama benim ülkemde milli 
sermaye yani özel sektör bor konusunda kılını kıpırdatamayacak! Devlet 
kuruluşumuz Eti’nin yaptığı çalışmalarla da çekince olduğu için kimse 
ilgilenmeyecek. Bu nasıl bir anlayıştır? Ya da daha ötesi acaba bu bir özel 
sektör düşmanlığı mıdır? Sakın ha, borlardan uzak durun… Eti’nin dışında 
kurulmuş olan Bor Enstitüsünün de çalışmalarının pek netice alıcı olduğu 
söylenemez. Bu kurum Eti’nin bünyesine katılmalı ve daha neticeye yönelik AR-GE faaliyeti yapan bir güç haline getirilmelidir. Diğer taraftan Eti, üretim 
yapısı, teknik ve tesis özellikleri, çalışma şekli ve ticari kapsamı itibariyle 
bir madencilik kuruluşundan daha çok bir kimya kuruluşuna dönüşmüştür. 

Eti’nin liderliğinde kurulacak kompleks bir kimya sektörü yukarıda anlatılmaya çalışılan bütün üretimleri yapar hale gelecektir. Ancak böylesine güçlü bir yapı sonrası Eti dünya bor sektörünün gerçek patronu olabilir. Günümüzde 1,8 milyon ton civarında kullanılan dünya bor ürünlerinin önümüzdeki 10-15 yıl içinde 8-10 kat artması mümkün olabilir. Ülke bor kaynaklarının dünya pazarındaki zenginliğe eşdeğer bir gücü yakalayabilmesi için katma değeri yüksek bor bileşikleri üretimine geçilmesi şarttır. Yani, borla ilgili AR-GE faaliyetlerine önem 
verilmeli, sanayide ve yüksek teknolojide kullanılan bor fabrikalar 
yapılmalıdır. Kısacası fabrika yapan fabrikalar kurulmalıdır. 1978’de 83 milyon, 
1999’da 237 milyon ve 2012’de 800 milyon dolar bor ihracatı yapan ve tesisler 
kurarak üretim gücünü artıran Eti’nin önüne, neredeyse birçok hasletimizden 
vazgeçerek girmeye can attığımız AB ülkeleri çok ciddi engeller 
çıkartmaktadırlar. 2000’li yıllarda başlayan bu engellerin halen devam ettiğini 
düşünmekteyim. Bu engellerin neler olduğuna gelince: 

1.Borun insan hayatı ve çevre üzerinde tahribat yaptığını iddia etmektedirler. 
Bu sebeple de bor torbalarının üzerine kuru kafa işaretleri koydurarak bor kullanımından vazgeçilmesini istemektedirler. Bor cevherinin ne tabii hali ne de rafine ürünlerinin insan sağlığına zararlı olmadığı bilimsel olarak ispat edilmiştir. 

2. Deterjan sanayinde kullanılan bor (perborat) yerine daha ucuz olan 
perkarbonat (hammaddesi soda) kullanılması gündeme getirilmiş, çalışmalar 
neticesinde şirketler perborat fabrikalarını perkarbonata dönüştürmeye 
başlamışlardır. Böylece bu proje yaygınlaştığı takdirde 500.000 ton civarında 
bor kullanılmayacak ve bu netice Eti’nin perborat fabrikalarından vazgeçmesini 
gündeme getirebilecektir. 

3.Cam sanayinde kullanılan bor yerine de Adventex (borun kullanılmadığı ve E-camını ikame eden bir fiberglas türüdür) denilen bir madde üretilmiş ve ticari anlamda çalışmalar ABD’deki şirketler tarafından hızlı bir şekilde yürütülmektedir. Yurt dışına konsantre ve rafine bor ürünler satılarak yabancı ülkelerde bor sanayinin kurulmasını desteklenmesinin önüne geçilmesi için meri kanunda değişiklik yapılarak Türk sanayicisinin bor konusunda yatırım yapmasının önü açılmalıdır. Bu konuda Eti’nin yaptığı çalışmalara önem verilmeli ve toplumun bu konudaki hassasiyetleri de dikkate alınarak Eti ile müşterek yatırımlar gerçekleştirilmelidir. Bu noktada 2840 sayılı kanunun Danıştay tarafından incelenmesi sonrası 01.05.2000 tarih ve 2000/67 sayılı kararı doğrultusunda hareket edilmesi doğru olur kanaatini taşımaktayım (bu kararın dikkatli okunması gerekmektedir). Devlet ve milli sermayenin bu konuda yapacağı yatırımların çok başarılı olacağı Beypazarı Trona yatırımında açıkça görülmüştür

       Netice itibariyle: 

1.Uzun yıllar madencilik faaliyetlerini yürüten Eti, son yıllarda yapılan özelleştirmeler sonrası ciddi bir şekilde zarar eden (dünyadaki maden fiyatlarının ani iniş, çıkışlar göstermesi sebebiyle) alüminyum, bakır, krom, gümüş, fosfat işletmelerinin bünyeden ayrılmasından sonra bor cevheri ile baş başa kalmıştır. Yaklaşık dokuz yıldır bütün yatırımlar bor üzerinde yoğunlaşmıştır. Bu sebeple Eti kimya sektörünün bir parçası olmuştur. Kurulacak entegre tesislerle ülkemizde güçlü bir bor kompleksi oluşturulabilir. Daha önceleri Alüminyum ve Mazıdağ Fosfat Tesisleri’nde yapılması düşünülen ve bir türlü hayata geçirilemeyen böylesi devasa projelere ülkenin ihtiyacının olduğu unutulmamalıdır (petro-kimya tesislerine benzeyen bir sistem kurulabilir). 

2. Eti mevcut yatırımlarına ara vermeden devam etmeli dünya 
pazarındaki payını artıracak her türlü yatırımı yaparken AR-GE faaliyetlerini de 
sürdürmelidir. 

3. Eti’nin güçlü bir teknik, pazarlama ve idari yapısı varken, 
Boren adlı bir başka teşkilatın kurulması Eti’nin yapmak istediklerini hayata 
geçirmede ciddi bir engel gibi görülmektedir. En azından dışarıdan böyle 
değerlendirilmektedir. Bu sebeple Boren’in Eti’nin idari yapısı içinde yer 
alması daha doğru olacaktır. 

4. 2000 yılında 23.539 ton olan yurt içi satışlar 2012 yılında 22.234 ton olmuştur. 

2000 yılında Türk özel sektörü bor ürünlerinden dibor trioksit, metaborik asit, orto borik asit, bor oksitleri, disodyum tetraborat anhidrit, disodyum tetraborat pentahidrat, amonyum boratlar ve diğer boratlardan yaklaşık 22 bin ton ithalat yapmıştır İhracatın 800.000 ton olduğu bir dönemde yurt içinde bor kullanımının bu denli az olması ülkemizde bora ilginin ne kadar az olduğunu göstermektedir. Bu ilgi azlığının en önemli sebebi Türk özel sektörü, yapılan menfi propagandalardan ötürü çekinmekte ve belki de bora yatırım yapmaya korkmaktadır. Diğer taraftan rafine ürünleri kullanacak fabrikalarımız bulunmamaktadır. Bu fabrikaları devlet imalat sanayinden çekildim diye uzun yıllardır yaptırmıyor, özel sektör yani milli sermaye kanunlar engel diye bor yatırımlarına uzak duruyor (yurt dışındaki 
sanayiciye engel yoktur. O sanayici ham veya konsantre bor alarak rafine ürünler de üretmektedir. Hatta ham bor alarak öğütüp satmaktadır). Birileri hala borları emperyalizme peşleş çektirmeyelim derken biz kendi ellerimizle borları 
emperyalistlere satmıyor muyuz? 19. yüzyılda bizi kandırarak borlarımızı çalan 
batıya, 21. yüzyılda biz kendi ellerimizle borlarımızı (yaklaşık kırk beş 
yıldır) satıyoruz. Gelin görün ki, bu ülke insanının borlara ilgi duyması 
yıllarca engellenmiştir. Bunun sebebi acaba nedir? İşte bu kısır döngüyü aşacak 
yeni bir anlayışın hâkim olması için bor politikasında da ciddi değişikler 
yapılmalıdır (merak edilmesin ülkenin varlılarını peşkeş çekenler halk ve devlet 
tarafından engellenirler). Bu sebeplerden ötürü 20.03.2012 tarihinde TBMM’ne 
sevk edilmiş olan ve 2840 sayılı kanunda değişiklik yapılması öngörülen metnin 
aceleye getirilmeden, özel sektörün henüz bor politikaları konusunda 
uluslararası hiçbir tecrübesinin olmamasından dolayı, Eti’nin kontrolünde ve 
onun gücünü azaltmadan, ruhsatların Eti’nin hâkimiyetinde kalması, yapılacak 
yatırımlarda Eti’nin altın hisse (imtiyazlı hisse) hakkı olması kaydıyla ve de 
Eti’nin üretim ve pazarlama politikaları çerçevesinde düzenlenmesi bor 
yatırımlarının hızlanmasında önemli rol oynayabilir. Şayet yine de özel sektör 
bor yatırımlarına bigâne kalırsa devlet Eti’nin önündeki bütün engelleri 
kaldırarak bor kimyasalları entegre tesislerini kurulmasına ön ayak olmalıdır.   
                                                                            


Uzman Hakkında
Muhittin Ziya Gözler
Enerji ve Enerji Güvenliği Araştırmaları Merkezi

Uzmanın Diğer Yazıları

  Yeni Mezopotamya’da Irak’a Olan Alaka’nın Sebebi 
  AB Üyeliği Tılsımlı Değnek Değil-İşte Yunanistan 
  Türkiye'nin Enerji Politikalarına Eleştirisel Bir Bakış 
  Doğu Akdeniz’de Paylaşılamayan Kaynaklar 
  Kömür Madenciliği 
  Türkiye’nin Güvenlik Sorunlarının Tartışılması 
  DERS-ULUSLARARASI İLİŞKİLER 
  Enerji Kıskacındaki Ortadoğu’da Yaşayan Kürt’ler Kimdir? 
   Nükleer Enerji Santrallerinde Yakıt ve Deprem Konusu 
  Türkiye Adalar Denizi ve Kıta Sahanlı'nda Savaş Değil Bilim ve Adalet İstiyor 
  Enerji İlişkileri 
  Jeotermal Enerji  
  Hafife Alınan Ancak Sonuçları Çok Ağır Olacak Bir Tehlike: Deprem  
  Rüzgâr Enerjisi 
  SOMA’NIN İSYANI: YETER ARTIK! 
  Şeyl Gaz Gerçeği 
  Su Yönetimi Siyasetin Değil Devletin Bir Meselesi Olmalıdır 
  Enerji Ve Boru Hatlarında Siyaset Oyunları 
  Bor Cevheri ve Uygulanan Politikalar 
  Çevre Enerji Ve Madencilik İlişkileri 
  Madencilikte Kökten Değişiklikler ve Yeni Politikalar 
  Maden Varlığımızın Ülkemizin Kalkınmasına Etkileri 
  Ülkemizin Enerji Kaynakları 
  Nükleer Enerjinin Önemi 
  Enerjide Milli Politikaların Zamanıdır 
  Petrol Dünyasında Türkiye’nin Yeri 

http://www.21yyte.org/tr/arastirma/enerji-ve-enerji-guvenligi-arastirmalari-merkezi/2014/01/02/7357/bor-cevheri-ve-uygulanan-politikalar

***


21 Aralık 2017 Perşembe

Sınırımızda 25.000 Tek Tip Terörist!

Sınırımızda 25.000 Tek Tip Terörist!

21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü Milli Güvenlik ve Dış Politika Araştırmaları Merkezi,
Erol Başaran Bural 
18 Aralık 2017


21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü Milli Güvenlik ve Dış Politika Araştırmaları Merkezi Başkanı Erol Başaran Bural'ın 18 Aralık 2017 tarihinde Vatan gazetesine verdiği röportajı içeren haberdir. Uluslararası terörizmle mücadele uzmanı Erol Başaran Bural ‘ABD 25 bin tek tip üniforma ve kişisel teçhizat verdiği YPG’yi düzenli orduya dönüştürüyor’ dedi, uyardı: Terör örgütünün silahlı gücü 10 tugay ve 3 kolordu seviyesinde VATAN’ın ABD’nin 2018’de terör örgütü PKK’nın Suriye kolu YPG’ye 500 milyon dolarlık silah, teçhizat, araç, mühimmat ve ekipman vereceğini ortaya çıkarmasının ardından Pentagon’un Suriye bütçesinin detayları tartışılmaya devam ediyor. Uluslararası terörizmle mücadele uzmanı emekli albay ve 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü Milli Güvenlik ve Dış Politika Araştırmaları Merkezi Başkanı Erol Başaran Bural, 2017’ye göre 8 kat artan silah yardımının en önemli detaylarından birinin 100 milyon dolarlık üniforma ve kişisel teçhizat yardımı olduğunu belirtiyor. 100 milyon $’lık üniforma Bural, “ABD askeri mevzuatına göre standart kıyafet paketi içerisinde; üniforma, bot, parka, sırt çantası, yağmurluk ve iç çamaşırı gibi arazide personelin giyeceği birçok kıyafet bulunuyor. Kişisel teçhizatlar içerisinde ise arazide üzerinde yatılacak mat, uyku tulumu, kompozit başlık, balistik koruyucu yelek ve koruyucu gözlük gibi malzemeler yer alıyor” dedi Bural ana omurgasını YPG terör örgütünün oluşturduğu SDG’ye (Suriye Demokratik Güçleri) verilen teçhizatın örgüte değişik kabiliyetler kazandırdığını vurguluyor: SDG’ye personelin çatışmada başını koruyacak kompozit başlık ve vücudunu koruyacak balistik koruyucu yelek verilmiş ise; PKK/PYD’ye yeni bir imkân ve kabiliyet kazandırılmış demektir. 100 milyon dolar harcanacak 25 bin tek tip kıyafet sayesinde PKK/PYD sözde bir ‘ordu’ görünümüne kavuşacak. Silahların yanında tek tip üniforma önemsenmese de ABD tarafından PKK/PYD’ye yardımların ‘kapalı mesajı’ olarak değerlendirilmelidir. ABD tarafından Suriye kuzeyinde sözde bir Kürt ordusu yaratıldığı açıkça görülüyor. 10 tugay, 3 kolordu Bural, SDG’nin silahlı gücünü şöyle değerlendiriyor: Pentagon’un 2018 bütçesinde 30 bin, 2017 bütçesinde ise 40 bin SDG mensubunun eğitildiği ve silahlandırıldığı belirtiliyor. Resmi olarak açıklanan sayıları ve bunların en düşük olanlarını değerlendirdiğimizde; PKK/PYD’nin yaklaşık 35 bin civarında silahlı bir gücü olduğu düşünülse Türkiye için büyük güvenlik tehdidi ortaya çıkıyor. Standart bir ordunun ‘tugay’ seviyesindeki gücü yaklaşık 3 bin-3 bin 500 kişiden oluşur. Yani yaklaşık 10 tugay kadar bir güç resmi olarak eğitilip donatılmış. Bu da yine yaklaşık 3 kolordu büyüklüğüne eşit gelir ki bu bile oldukça büyük bir rakam. 12 bin kalaşnikof Emekli albay Bural, terör örgütüne yapılan silah yardımının ne kadar büyük olduğunu şöyle anlatıyor: ABD terör örgütüne 2018’de 12 bin AK47 kalaşnikof, 1.000 AT-4 ya da SPG-9 anti-tank füzesi, 5 bin 500 el bombası ve çeşitli çapta 235 havan verilecek. İçişleri Bakanlığı’nın verilerine göre 2017’de (01 Ocak-11 Aralık) ele geçirilen toplam silah miktarı 3 bin 135. Ele geçirilen AT-4 tanksavar füzelerinin miktarı ise 21. Yakalanan el bombası sayısı 3 bin 302. Muhtelif çaplarda 21 adet havan da güvenlik güçlerimiz tarafından ele geçirildi. Bu rakamlara bakarak bile yapılan silah yardımının ne kadar büyük olduğunu anlamak mümkün. En ciddi tehlike eğitim Erol Başaran Bural, örgüte verilen askeri eğitime dikkat çekiyor: ABD ile birlikte diğer batılı ülkelerin Özel Kuvvetleri’nce verilen eğitim ile hareket kabiliyeti yüksek, yerleşim birimlerinde savaşabilen, mayın ve el yapımı patlayıcı tehditlerine karşı koyabilen, zırhlı birliklere karşı anti tank silahlarını etkin kullanabilen, düşman gerisine sızarak lojistik ve komuta merkezlerini hedef alabilen birlikler yetiştiriliyor. İki hafta sürdüğü bilinen bu eğitimlerin öncesinde PKK/PYD tarafından eğitime katılanlara terör örgütünün klasik ideolojik eğitimi ile silah kullanma teknik ve taktikleri, çatışmada uygulanacak hareket tarzları, ilk yardım ve yaralılara tıbbi müdahale, keşif ve gözetleme konularında temel askeri eğitim verildiği biliniyor. ABD silahları geri alsa bile, verilen özel kuvvetler eğitimi geri alınabilir mi? ‘En etkin silah, eğitilmiş insandır’ prensibine göre verilen eğitimler 
sayesinde PKK/PYD’ye kazandırılan imkân ve kabiliyetler Türkiye için daha büyük bir ulusal güvenlik tehdidini içeriyor. Eğitim almamış ve etkin olarak kullanacak 
adam olmadığı sürece en teknolojik silahlar bile anlamsız kalır.


http://www.21yyte.org/tr/fikir-tanki/13216/sinirimizda-25-bin-tek-tip-terorist

***


2 Aralık 2017 Cumartesi

Arap Baharı: Pandora’nın Kutusu Açılıyor

  
Arap Baharı: Pandora’nın Kutusu Açılıyor 


21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü  
Orta Doğu ve Afrika Araştırmaları Merkezi
30 Kasım 2011 Çarşamba
Arap Baharı: Pandora’nın Kutusu Açılıyor
Ozan Örmeci tarafından yazıldı.



Arap Baharı 2011 yılı içerisinde Tunus, Mısır ve Libya’da (iç savaş sonrasında) iktidar değişikliklerine neden olmuş, şimdilerde de Suriye’de ülkeyi ciddi bir 
iç savaşın ve olası rejim değişikliğinin eşiğine getirmiştir.

18 Aralık 2010'da Tunus'ta başlayan iktidar karşıtı kitlesel gösterilerin, 2011 yılı içerisinde Mısır, Libya, Suriye başta olmak üzere Cezayir, Bahreyn, Ürdün, 
Yemen ve Lübnan gibi Arap dünyasının başlıca ülkelerinde yol açtığı halk ayaklanmalarına siyaset bilimi ve uluslararası ilişkiler literatüründe Arab 
Spring (Arap Baharı) adı verilmiştir.[1] Arap Baharı 2011 yılı içerisinde Tunus, Mısır ve Libya'da (iç savaş sonrasında) iktidar değişikliklerine neden olmuş, 
şimdilerde de Suriye'de ülkeyi ciddi bir iç savaşın ve olası rejim değişikliğinin eşiğine getirmiştir. Arap Baharı'nın henüz demokratik rejimlerle 
tanışamamış Arap halklarının çağdaş dünyaya eklemlenmesi, diktatörlük rejimlerinin yıkılması gibi olumlu etkileri ve rejim değişikliği yaşayan 
ülkelerdeki yer altı kaynaklarına Batılı büyük güçlerin göz dikmesi gibi olumsuz sonuçları medyada ve akademide yoğun bir şekilde tartışılmış ve incelenmiş, bu 
doğrultuda yeni bir akademik literatür dahi oluşmaya başlamıştır. Arap Baharı sürecinde internet ve sosyal medyanın rolü, gençlik hareketlerinin halk 
ayaklanmalarındaki etkisi gibi konular da yine sıklıkla araştırılmış, Arap Baharı sürecinde Tahrir Meydanı gibi semboller, Muhammed Bouazizi gibi kahramanlar da ortaya çıkmıştır. Fakat siyaset bilimi ve uluslararası ilişkiler açısından ve dünyanın mevcut güç dengeleri de incelendiğinde Arap Baharı'nın esas anlamı, bu sürecin bölgedeki en önemli aktörler olan Türkiye, İsrail ve İran'ın birbirleri ve diğer aktörlerle olan ilişkilerine nasıl etki edeceği sorusuna cevap bulunabilirse ortaya çıkacaktır. Bu nedenle ben bu yazıda Arap Baharı sürecinin Türkiye'yi merkeze alarak Türkiye, İsrail ve İran'a olası etkileri üzerinde duracağım.

Arap Baharı sürecinde görünürde en kârlı çıkan ülkelerden biri olarak nitelendirilen Türkiye, aslına bakılırsa bu sürecin devamında ciddi risklerle 
karşı karşıya kalacaktır. Kâğıt üzerinde demokratik ve laik bir ülke olan Türkiye, Arap Baharı sürecinde başta Amerika Birleşik Devletleri olmak üzere Batılı güç merkezleri ve kanaat önderleri tarafından muhalif gruplara model olarak gösterilmiş, bu doğrultuda Tunus'ta seçimleri kazanan Ennahda Partisi lideri Raşid El-Gannuşi kendisine Recep Tayyip Erdoğan'ı örnek aldığını belirtmiş, partinin önemli isimlerinden Abdülhamid Cilasi ise "Erdoğan bizimle aynı dili konuşuyor, bu yüzden o konuştuğu zaman dinliyoruz" demiştir.[2] Erdoğan Mısır'da bizdeki 27 Mayıs'a benzer şekilde şimdilik askeri yönetimle sonuçlanan devrim sonrası bu ülkeye şaşalı bir gezi düzenlemiş ve burada coşkuyla karşılanmış, fakat Erdoğan'ın yaptığı "laiklikten korkmayınız" açıklaması, seçimler sonrası iktidara gelmesi kuvvetle muhtemel Müslüman Kardeşler örgütü tarafından tepkiyle karşılanmıştır. 

Arap Baharı sürecinde Türkiye önceden çok iyi siyasi ilişkilerinin ve çok önemli ekonomik menfaatlerinin bulunduğu Libya gibi bir müttefiki başta Fransa ve 
İtalya olmak üzere Batılı güçlere kaptırmıştır. Dahası Suriye'deki mevcut yönetimle ilişkiler ciddi şekilde bozulmuş ve eğer iktidar değişikliği olmazsa 
bu ülkenin PKK'ya vereceği olası destek ve ekonomik ilişkilerin şimdiden bozulması ve daha da bozulacak olması sonucu Türkiye ciddi bir kayba uğrama 
riskiyle karşı karşıya kalmıştır. Bu ülkede bir iktidar değişikliği olması halinde ise Türkiye için daha iyi bir durum söz konusu olabilir. Fakat iktidar 
değişikliği sürecinin Nusayriler ve Sünniler arasında bir mezhepsel iç savaşa dönüşmesi kuşkusuz Türkiye'yi de olumsuz şekilde etkileyecektir. Tunus'ta yeni 
dönem için ilk pozisyon alan ülke olan Türkiye, buna karşın henüz bu durumu somut bir kazanca dönüştürmeyi başaramamıştır. Birazdan anlatacağım sebeplerden ötürü bu süreçte İran'la da ilişkileri bozulan ve daha da bozulacak olan Türkiye, bu yüzden yine ciddi bir ekonomik kayıp ve bu ülkenin PKK'ya verebileceği destek[3] ve istikrarsızlık yaratacak faaliyetleri nedeniyle siyasi sorunlar yaşayacaktır. Suriye ve İran konusunda Batı'ya meydan okuyan bazı açıklamalar ve hamleler yapan ve önümüzdeki sene Vladimir Putin'in yeniden devlet başkanı olmasıyla bu tarz açıklama ve hamlelerini arttırması muhtemel Rusya ile ilişkilerin bozulması da Türkiye'nin bu süreçte yüzleşmek zorunda kalacağı bir diğer ciddi risktir. Özellikle Türkiye'nin İran ve Rusya'ya enerji alanındaki bağımlılığı ilerleyen yıllarda Türkiye'yi zorlayacak bir etkendir. Mısır'da kurulacak yeni yönetimin Türkiye ile Sünni hâkimiyeti konusunda rekabet içerisine girmesi de Türkiye'nin elini zayıflatabilir. Bu doğrultuda Arap Baharı sürecinde Türkiye'nin ekonomik kayıpları bedelli askerlikle finanse edilemeyecek kadar büyük olacak, dahası Türkiye çok ciddi siyasi risklerle karşı karşıya kalacaktır. 

Türkiye aslına bakılırsa Batılı güçler tarafından 2002'den bu yana adım adım, ABD'nin Irak işgali (II. Körfez Savaşı) sonrası çok güçlenen, nükleer enerji 
konusunda çalışmalar yapan[4] ve Arap Baharı sürecinde iyice güçlenmesinden korkulan İran'ı dengeleyecek ılımlı İslami bir Sünni rejimi olarak hali hazırda 
dizayn edilmekteydi. Önceden İran ve Şii hilali karşısında laik, demokratik Atatürk modelini öne çıkaran Batılı güçler, İran'ı bu model cazibesiyle içeriden 
karıştırıp yıkmayı başaramayınca, bu defa İran'ın karşısında bir Müslüman blok oluşturmak amacıyla Sünni-Şii çatışmasını gündeme getirmişler, bu doğrultuda 
Türkiye'de Adalet ve Kalkınma Partisi deneyiminden istifade etmişlerdir. Hakikaten üç dönemdir oylarını arttırarak iktidara gelen ve içeride uyguladığı 
otoriter politikalara karşın dışarıda olumlu algılanan AKP de, İslamcı Milli Görüş kökleri nedeniyle başlarda bocalamasına karşın, kısa sürede "eksen 
kayması" tartışmalarıyla hizaya sokulmuş, sonuçta bir NATO üyesi ülkenin iktidarı olarak füze kalkanı projesinde Batı ile uyumlu davranmak zorunda 
kalmıştır. Bu deneyimler sonrası kuşkusuz AKP ve ılımlı İslam modeli Batı ve İsrail için daha da değer kazanmış, Başbakan Erdoğan Time dergisinde kapak dahi yapılmıştır. Fakat önceden "komşularla sıfır sorun" politikası doğrultusunda komşu ülkelerle ticaret hacmini ve bu ülkelerde kültürel etkinliğini arttıran 
Türkiye, şimdi Şii bloğuyla kaçınılmaz bir şekilde çatışma içerisine girecek ve yine Soğuk Savaş'takine benzer şekilde "NATO'nun ileri karakolu" olarak görev 
yapacaktır. Bu süreç Türkiye'nin Davutoğlu doktrininden giderek uzaklaşması ve İslam dünyasının yine içerisindeki ikilikler kullanılarak Batılılar tarafından 
kontrol edilmesi anlamına gelecektir. Nitekim daha şimdiden İranlı yetkililerden İran'a olası bir saldırı durumunda vurulacak ilk hedefin Türkiye (füze 
kalkanının yerleştirileceği Malatya) olduğu yönünde açıklamalar gelmektedir.[5] 

Şu son yıllarda yaşadığımız birçok tartışmanın temelinde de aslına bakılırsa Türkiye'nin bu yeni soğuk savaş dönemi için yeniden dizayn edilmesinin etkili 
olduğunu düşünülebilir. Zira 1950-1990 dönemindeki Soğuk Savaş sürecinde Kemalizm'i dayanak yaparak gerçekleştirilen ve toplumsal karşılığı da oldukça 
yüksek olan askeri müdahaleleri önlemek amacıyla şimdilerde Türk Silahlı Kuvvetleri acımasız bir şekilde eleştirilmekte ve yıpratılmakta, Kemalizm ve 
Atatürk'e yönelik saldırılar ("Atatürk diktatördü" tartışmaları, Dersim olaylarına yönelik eleştiriler vs.) her gün televizyon kanallarından izlenmekte 
ve gazetelerden okunmaktadır. Bu tartışmaların amacı yeni soğuk savaş döneminde TSK'yı dizginlemek, hatta siyasal gücü ve yeni vesayet yapısını mümkün olduğunca ordudan emniyet teşkilatına doğru kaydırmaktır. Son yıllarda yaşanan çeşitli adli süreçleri de bu kapsamda değerlendirmek yanlış olmayacaktır. 

Davos Ekonomik Forumu'ndaki "one minute" krizi ve Mavi Marmara olayı gibi ciddi krizlere karşın, Türkiye'de yaşanan bu süreç İsrail tarafından da büyük ölçüde desteklenmektedir. Hatta bir komplo teorisi olarak, İsrail'in bu tarz olaylarla Türkiye'deki ılımlı İslami Sünni modelini bilinçli olarak İslam dünyasında yücelttiği bile iddia edilebilir. Zira İsrail için asıl büyük tehlike nükleer güce ulaşması muhtemel ve İsrail karşıtı hareketlere daima destek veren İran'dır. Mısır'da demokrasiye geçiş sonrası İslamcı hareketler Türkiye ve Tunus'ta olduğu gibi Batı ile uyumlu hale getirilemezse bu da İsrail açısından 
Camp David statükosunun bozulması açısından ciddi tehlike arz edebilir. İran'ın bölgedeki önemli müttefiklerinden olan Suriye'deki Esad rejiminin düşürülmesi de İsrail açısından kritik bir faktördür. İsrail'in 2014 yılında İran nükleer güce ulaşmadan önce bu ülkeye bu müdahalede bulunmak istediği açıktır. Bu nedenle İsrail önümüzdeki aylarda kendisine müttefikler arayacak ve Amerika'daki Yahudi lobisinin bu ülkeye yapacağı baskıyı da kullanarak Türkiye'nin ve Körfez ülkelerinin kapısını çalacaktır. Bölgedeki en anti-demokratik rejimler olan Körfez ülkeleri ise Arap Baharı sürecinden ciddi rahatsızlık duysalar bile, Amerika ve İsrail'e yakın durarak sistemlerini koruyabileceklerine inanmaktadırlar. Ancak Mübarek'in yaşadıkları göz önüne alınırsa; Batı ve İsrail müttefiki olmalarına karşın, sıra bir gün onlara da gelebilir.

İran açısından bakıldığında ise Arap Baharı Tunus ve Mısır'da yaşanan iktidar değişiklikleri sonrası umut yaratmış, fakat bu süreçlerin sonunda Batı yanlısı 
laik yönetimlerin yerini Batı yanlısı Sünni İslami rejimlerin aldığını görmek İran'ı ciddi şekilde rahatsız etmiştir. Mısır'da süreç henüz sonuçlanmasa da, bu 
ülkede güçlü bir İslami yönetimin ortaya çıkması İran'ın İslam dünyasında da herşeye rağmen hala bölgedeki en Batılı rejim olan Türkiye'den daha güçlü bir 
rakip bulması anlamına gelebilecektir. Bu sürecin Suriye gibi İran'ın önemli bir müttefikini düşürmesi riski kuşkusuz İran'ı endişelendirmektedir. Esad 
yönetiminin düşmesi Suriye'de Sünni çoğunluğa dayalı ve İran'la husumet güdecek yeni bir rejimin kurulması anlamına gelebilir. Fakat İran Esad'ı kurtarmanın mümkün olmadığına kanaat getirirse bu noktada kendisini güvenlik altına almak adına Batı ve İsrail ile geçici bir uzlaşmayı tercih edebilir. İran ayrıca yakın gelecekte olası bir İsrail-Batı müdahalesi ya da hava saldırısına karşı Rusya ve Çin'den destek alarak konumunu sağlamlaştırmayı deneyecektir. Yine sınır komşusu Türkiye ile oluşacak dengeler İran açısından belirleyici faktörlerden birisi olacaktır. İran'ın Türkiye'ye PKK ile mücadelede aktif destek sunması bu noktada Türkiye'nin Batı ittifakı içerisinde olmasına rağmen bu ülkeyi mümkün olduğunca askeri bir operasyondan korumaya çalışması seçeneğini gündeme getirebilir. 

Sonuç olarak Arap Baharı süreci, diktatörlük yönetimlerinin değiştirilmesi ve Arap halklarının demokratik seçimlerle tanışması gibi çok olumlu özelliklerinin 
yanında, bölgede çok tehlikeli gelişmelere neden olabilecek bir Pandora'nın kutusunun açılması hadisesidir. Umutla ve olumlu düşüncelerle başlayan bu süreç; nükleer çatışma, İslam dünyasında iç savaş ve dünya savaşını da içeren felaket sonuçlar doğurabilir. Bu nedenle Türkiye'deki siyasal iktidarın kendi üzerinde oturduğu rejimi kötülemek ve zaten zayıf olan muhalefete vurmak yerine, bir an önce Türkiye'deki milli birlik ve toplumsal mutabakatı arttıracak çalışmalar içerisine girmesi ve dış politikada muhalefet ve farklı devlet organlarıyla da görüşerek meşruiyet seviyesi yüksek ve ihtiyatlı bir çizgi belirlemesigerekmektedir. Türkiye bu süreçte izlediği politikaların bir-iki değil, en az üç-beş hamle sonrasını görebilecek kadar dikkatli ve bilgi sahibi olmalıdır. 
Zira Türkiye'nin karşısında ölüm-kalım mücadelesine girişmiş İran ve İsrail gibi ideolojik devletler bulunmaktadır. 

KAYNAKLAR

- Byman, Daniel, "Israel's Pessimistic View of the Arab Spring", The Washington Quarterly, Summer 2011, sayfa 123-136.
- Ghosh, Bobby, "Erdogan's Moment", Time, Erişim Tarihi: 27.11.2011, Erişim Adresi: 
http://www.time.com/time/magazine/article/0,9171,2099674,00.html. 
- "İran'a saldırı olursa vurulacak ilk hedef Malatya", Radikal, Erişim Tarihi: 27.11.2011, Erişim Adresi: 
http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetayV3&Date=26.11.2011&ArticleID=1070732&CategoryID=81.
- Oğuzlu, Tarık, "Arap Baharı ve Değişen Bölgesel Dinamikler", OrtadoğuAnaliz, Haziran 2011, Cilt: 3, Sayı: 30, sayfa 33-40.
- Sağsen, İlhan, "Arap Baharı, Türk Dış Politikası ve Dış Algılaması", OrtadoğuAnaliz, Temmuz-Ağustos 2011, Cilt: 3, Sayı: 31-32, sayfa 57-64.

[1] Bu terimin ortaya çıkışında 1968'de Çekoslovakya'daki Sovyetler Birliği karşıtı halk ayaklanmalarına verilen isim olan Prag Baharı'ndan (Prag Spring) 
esinlenildiği tahmin edilmektedir.
[2] Bobby Ghosh, "Erdogan's Moment", Time, Erişim Tarihi: 27.11.2011, Erişim 
Adresi: http://www.time.com/time/magazine/article/0,9171,2099674,00.html.
[3] İran devleti bu kartı çekinmeden kullanabileceğini PKK terör örgütü 
liderlerinden Murat Karayılan'ın yakalandığına ilişkin sonradan yalanlanan 
haberler vasıtasıyla Türk devletine üstü kapalı olarak iletmiştir.
[4] İran'ın 2014 yılında nükleer güce ulaşacağı 2011 yılına kadar MOSSAD 
başkanlığı görevini yürütmüş Meir Dagan tarafından ifade edilmiştir. Bu 
açıklamayı İsrail'in İran'a 2014'ten önce bir müdahale planladığı şeklinde 
okumak mümkündür. (Haaretz, Erişim Tarihi: 27.11.2011, Erişim Adresi: 
http://www.haaretz.com/news/mossad-iran-will-have-nuclear-bomb-by-2014-1.278192.)a
[5] "İran'a saldırı olursa vurulacak ilk hedef Malatya", Radikal, Erişim Tarihi:  27.11.2011, Erişim Adresi: 
http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetayV3&Date=26.11.2011&ArticleID=1070732&CategoryID=81.


Ozan Örmeci
Uzman Hakkında
Balkanlar ve Kıbrıs Araştırmaları Merkezi

Uzmanın Diğer Yazıları
 Arap Baharı: Pandora’nın Kutusu Açılıyor 



***

ABD Fırat Kalkanı’nı Soylu Mızrakla Deldi

ABD Fırat Kalkanı’nı Soylu Mızrakla Deldi 


21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü
Milli Güvenlik ve Dış Politika Araştırmaları Merkezi
22 Eylül 2016 Perşembe
ABD Fırat Kalkanı’nı Soylu Mızrakla Deldi
Cahit Armağan Dilek tarafından yazıldı.


Türkiye’nin 24 Ağustos’ta başlattığı Fırat Kalkanı Harekatının, aynı gün Türkiye’yi ziyaret eden ABD Başkan Yardımcısı Biden’ın da ifadeleri ve Pentagon’dan gelen açıklamalarla ABD tarafından da desteklendiği belirtilmişti. Aynı günlerde harekatın güneye Menbiç’e doğru ilerleme eğilimiyle birlikte Menbiç’teki PYD/YPG’li teröristlerin Türkiye’ye söz verildiği gibi Fırat’ın doğusuna geçirilmesi gündemin en üst sırasına çıktı. Nitekim hem Biden hem de diğer Amerikalı askeri yetkililer YPG’nin Fırat’ın doğusuna çekileceğini söyledi.

O zaman yazmıştım, katıldığım TV programlarında da söylemiştim. ABD’nin Fırat Kalkanı harekatına olumlu yaklaşıp peşinden de hiç itiraz etmeden YPG’nin 
Fırat’ın doğusuna çekileceğini kabul etmesinin şüpheli olduğunu, en az iki yıldır Suriye kuzeyinde uygulamaya çalıştığı planlardan vazgeçmesinin mümkün 
olamayacağını ifade etmiş, bu işin içinde bir iş var demiştim.

Birkaç gün sonra Fırat Kalkanı harekatı güneye Menbiç’e doğru ilerlerken YPG’nin bir Türk tankını vurması, karşılığında da TSK’nin YPG hedeflerini vurması 
üzerine ABD özel kuvvetleri fiziki olarak YPG ile TSK arasına girdi, Sacura nehri bölgesine konuşlandı. Böylece ABD arabulucu rolünü sahiplendi. Aslında bu 
TSK ve denetimindeki ÖSO’nun güneye inişine set çekmekten başka bir şey değildi. Nitekim öyle de oldu. Fırat Kalkanı harekatı, Sacura Nehri’ni sınır kabul ederek batıya yöneldi.

Sonra G20 zirvesinde Rakka-Musul operasyonları adeta bir havuç gibi Türkiye’nin önüne atıldı. Yazılarımızda bu durumu şöyle değerlendirmiştik: “ Rakka ne Türkiye’nin ne ABD’nin işi. Orası Suriye toprağı, dolayısıyla Rus destekli Suriye ordusu bu operasyonu yapmalı. ABD Fırat Kalkanını bırakıp Rakka-Musul’dan bahsederek bizim dikkatimizi, hedefimizi dağıtıyor, Fırat Kalkanını sonuçsuz bıraktırmak istiyor”…

Nitekim çok geçmeden bunun işaretleri de gelmeye başladı. Rakka operasyonu na sıcak bakıyoruz diyen iktidar yetkilileri “Rakka operasyonu planlamamızda yok, El Bab’a koalisyonla ortak operasyon yapacağız” demeye başladı. Derken Çobanbey’de Türkiye’nin talebiyle geldiği ortaya çıkan ABD özel kuvvet askerlerini gördük. TSK ve Pentagon açıklamasına göre Fırat Kalkanı operasyonuna o bölgede destek için oralardaymış. Bu gelişmeyi attığım twitle şöyle değerlendirmiştim: ABD’nin Fırat Kalkanı operasyonuna müdahil olması operasyonu ABD yönlendirmesine açar. Bu sürpriz gelişmenin ABD Genelkurmay Başkanı ile Türk Genelkurmay Başkanının Hırvatistan’da görüşme yaptığı aynı günde yaşanması da tesadüften ziyade önceden konuşulmuş bir hamle olduğunu gösteriyordu.

Şimdi basına düşen haberlerden anlıyoruz ki ABD kendi özel kuvvetlerinin Fırat Kalkanı operasyonuna destek verdikleri faaliyeti “Soylu Mızrak Operasyonu” 
olarak adlandırmış. Fırat Kalkanı Türkiye’nin hedefleri açısından ne kadar anlamlıysa Soylu Mızrak adı da ABD açısından o kadar anlamlı! Hem de benim 
yukarıda söylediklerimi teyit eder nitelikte. Türkiye’nin kalkanına karşılık ABD’nin mızrağı. Operasyona verilen bu kod isim işbirliği ya da ortaklık değil karşıtlık veren bir mesaj. Çünkü kalkan koruma maksatlı bir savaş ekipmanı iken mızrak saldırı maksadıyla kullanılır. Tabi ki askeri bir birlik hem savunma hem saldırı sistemlerini aynı anda kullanır, bu sistemler birbirini tamamlar ancak operasyonlara verilen kod isimlerin simgesel bir anlamı vardır ve burada bu 
simgeler, mesajlar üzerinden bir değerlendirme yapıyoruz.

Daha ABD’nin operasyona verdiği bu isim basına yansımadan ABD askerlerinin ÖSO tarafından protesto edildiği görüntülere ilişkin yaptığım değerlendirmede “bunun harekatın uyumunu bozacağını ve Türkiye’nin planlarını aksatacağını” ifade etmiştim. Nitekim ABD’nin Fırat Kalkanına dahil olmasını protesto eden bazı ÖSO grupları harekattan ayrıldıklarını ifade ettiler. Sayıları net olarak bilinmese de zaten genel toplam sayıları ve askeri yetenekleri sınırlı olan ÖSO’nun bu gelişmelerden insan gücü bağlamında olumsuz etkilenmesi, bunun da TSK’nın planlarına yansıması kaçınılmaz olacaktır.

Bu yeni durum daha fazla Türk askerinin çatışma sahasına sürülmesi ihtimalini ortaya çıkarmaktadır. Ya da ABD’nin “sözde” desteklerini kabullenme durumu 
ortaya çıkabilecektir. ABD’nin 40 civarında danışman statüsündeki özel kuvvet askerleri dışında nasıl bir desteği olabilir diye sorulduğunda da sahadaki 
askeri duruma bakıldığında ABD tarafından şöyle bir cevap gelebilir: “Türkiye’nin IŞİD’i daha güneye hatta El Bab’a kadar kovalamak, terörden arındırılmış bir saha oluşturmak istediğini biliyoruz ve destekliyoruz. Ancak El Bab’tan önce aşılması gereken bir IŞİD hattı var ki o da IŞİD’in manevi-ideoloji merkezi Dabık bölgesidir. IŞİD burada kafirlere karşı büyük savaş yapmayı hayal etmektedir. İdeolojisini buna göre kurgulamıştır. İşte buradki IŞİD’i aşmak için Fırat Kalkanına destek verebiliriz. Burayı aşmanın en en iyi yolu Dabık’ın güneyden de çevrelenmesi, IŞİD’in Dabık’ta sıkıştırılarak imha edilmesidir. Bunu yani güneyden çevrelemeyi ABD destekli Suriye Demokrartik Güçleri (SDG) yapabilir”… Böyle muhtemel bir cevabın anlamı şudur: El Bab’ın SDG yani YPG 
tarafından kontrol altına alınması, Menbiç ile Afrin’in coğrafi olarak birleşmesidir.

G20 zirvesinden buyana Menbiç’teki YPG varlığı nedense konuşulmaz oldu. İşte bu kritik bir noktada olduğumuzu gösteriyor ve şu soruları akla getiriyor:

– Eğer Türkiye ABD’ye inanıp Menbiç’te YPG kalmadığını değerlendirirse (ki bu geri dönüşü olmayan büyük bir hata olur) yukarıda muhtemel bir ABD önerisi 
olarak yazdığımız cevaba sıcak bakabilir mi?

– CB Erdoğan BM yeni dönem açılış etkinliklerine katılmak üzere ABD’ye gitmeden önce yaptığı açıklamada “bize Fırat Kalkanı harekatında daha güneye inmeyin diyorlar, ama biz gerektiği yere kadar gideceğiz” dedi. Daha güneye inmeyin diyenler kimler ve Türkiye onlara rağmen güneye devam edecek mi, yoksa harekatın devamını koalisyonla birlikte mi yapmayı deneyecek?

– ABD liderliğindeki koalisyonla devam etmek Türkiye’nin kaygılarını giderip tehditleri bertaraf edecek mi? Yoksa Türkiye, Rusya liderliğinde Suriye, İran 
cephesiyle işbirliği yaparak, şuanda sınır boyunca oluşturulan tampon bölge genişletilerek CB Erdoğan’ın söylediği 5 bin km karelik güvenli bölge hayalini 
hayata geçirmeyi, böylece terör koridorunun da oluşmasını önlemeyi mi seçecektir?

Bu sorular bizim aklımızda duradursun ama özellikle son sorunun ABD’nin aklında sürekli olduğunu da unutmayalım. Çünkü bu soruyu aklında tutan ABD artık Fırat Kalkanının bir parçası olarak harekatın gidişatını etkileyecek ya da değiştirecek önerilerle gelecek bir imkana kavuşmuştur. Türkiye neden bu aşamada ABD’den Fırat Kalkanı için destek talebinde bulunmuştur bilinmiyor ama bunun ABD’nin ve onun bölgedeki tek karar gücü dediği PYD/YPG lehine bir yol açtığı da aşikar. Çünkü ABD kurduğu mekanizmalarla ya da içine dahil olduğu mevcut mekanizmalarla o mekanizmanın işleyişini ve mekanizma içindeki aktörleri kontrol etmeyi, onların faaliyetlerini sınırlamayı bir dış politika yaklaşımı olarak benimsemiştir. Bunun Türkiye bağlamındaki en net örneği, Wikileaks’te yayımlanan ABD raporlarında ortaya çıktığı gibi, 2007-2011 yılları arasında Irak’taki PKK ile mücadele bağlamındaki istihbarat paylaşım mekanizmasıdır.

Görünen o ki, Türkiye’nin başlattığı ve sürdürdüğü Fırat Kalkanı Harekatına yönelik “sözde” işbirliği ve ortaklık adına Amerikan özel kuvvetlerinin harekata 
müdahil olması harekatı olumsuz yönde etkileyecek gelişmeler yaşatmıştır. Amerikalılarının operasyon kod isminden de hareketle şunu söyleyebiliriz ki ABD 
Türkiye’nin kalkanına mızrakla karşılık vermiş, atılan ABD mızrağı Türkiye’nin kalkanını delmiştir. Delmiştir ve önümüzdeki günlerde eğer ABD’nin 
yönlendirmeleri, önerileri öne çıkacak olursa bu delik daha da büyüyebilecek, kalkanı parçalayabilecektir. Dolayısıyla Türkiye kendisine yönelik tehditler 
nedeniyle kendi inisiyatifinde başlattığını söylediği harekatı yine kendi siyasi ve askeri hedefleri gerçekleşinceye kadar sürdürmelidir. Bunu yaparken de o 
toprakların sahibi Suriye devletiyle işbirliğini esas almalı, terörden arındırılan bölgelerin Şam yönetimine süratle devrini benimsemelidir.



Uzman Hakkında
 Cahit Armağan Dilek

Milli Güvenlik ve Dış Politika Araştırmaları Merkezi
cadilek9011@gmail.com

Uzmanın Diğer Yazıları

  S.Arabistan, Lübnan, İsrail... Irak/Suriye'de IŞİD Bitiyor Derken Şii-Sünni Savaşı Mı? 
  Rakka'da PKK Kontrolü ve Suudi Bakanın Ziyareti Ne Anlama Geliyor? 
  PKKistan'ı Önlemek İçin Kerkük'ten Sonra Sıra Suriye Kuzeyinde 
  PUTİN-ERDOĞAN; Irak ve Suriye Konusunda Gerçekten Mutabakat Var Mı? 
  IKBY Referandumu, Kerkük, Barzani'nin Rus Ruleti ve Garantörlük 
  Barzani’nin Referandumu Erteleme Pazarlığı ve Şartlı Tuzağı 
  İdlib'teki El Nusra (HTŞ) Terörünün Türkiye'ye Yönlendirilmesi ve Pakistanlaşmak 
  ABD'nin Türkiye'de İç Çatışma Öngörüsü ve Suriye'de PKK/YPG'ye Desteği 
  Almanya Türkiye'nin Savunma ve Güvenliğini Mi Hedef Alıyor? 
  ABD Esad'ı Vurmaya Hazırlanıyor!  
  Vekalet Savaşından Asıl Aktörlerin Savaşına; Suriye'de Savaş ve Bölünme Derinleşiyor 
  Irak'ı bölecek son hamle; Barzani bölgesinde ve Kerkük'te bağımsızlık referandumu 
  ABD'nin Yeni IŞİD Stratejisi; Teröristleri Yerinde İmha 
  ABD-PYD: Devlet-Örgüt İlişkisinden Devletten Devlete İlişkiye 
  ABD Peşmerge ve PKK/YPG'yi Profesyonel Orduya Dönüştürüyor  
  Soçi görüşmesi; Türkiye-Rusya ilişkileri gerçekten normalleşti mi, sorunlar aşıldı mı? 
  Sincar ve Karaçok Operasyonunun Etkileri ve Sonuçları; Ne Oldu, Neler Olacak?  
  Obama aldattıysa Trump da aldatıyordur! 
  Tillerson'ın ziyareti; ABD ve Türkiye karşı cephelerdeki iki müttefik! 
  Kerkük Kürdistan'a bağlanırken; Kerkük düşerse Türkiye düşer! 
  Rakka’ya Kim Girecek? Türk Ordusu mu Suudi/Arap (İslam) Ordusu mu? 
  Erdoğan-Trump, Stratejik Ortaklık, El-Bab/Rakka, CIA Bşk.; ABD-Türkiye Nereye? 
  Suriye'de Federal Yapı Masada; Özerk Bölgeler Kuruluyor, Kürtler Kurucu Unsur Oluyor! 
  Suriye bölünürken; Güvenli Bölge, Anayasa Taslağı, Fırat Kalkanı 
  Reina’daki Terör Saldırısının Düşündürdükleri 
  Suriye ve Irak’ın geleceğine Peşmerge ve PKK/YPG’nin “SU” tehdidi 
  Terörle Mücadeledeki Başarısızlıklarımız ve Yapılması Gerekenler 
  ABD ve Rusya Suriye’de “oyunu değiştirirken” Türkiye ne yapmalı? 
  El Bab’ta Türk Askerine Saldırı! Kim, Niye Yaptı? Şimdi Ne Olacak? 
  El Bab Düğümü; Türkiye’nin Güvenli Bölgesi, ABD/PKK’nın Koridoru, Suriye’nin 
  Tampon Bölgesi, Rusya? 
  Türkiye Musul’a Müdahale Edebilir Mi, Etmeli Midir? 
  Rakka’ya Menbiç Modeli Operasyon; Türkiye Dışarıda, ABD-PKK/YPG İşbirliği Zirvede! 
  Türkiye’nin Halep Kuzeyinde PKK/PYD’yi Vurması ve ABD/Rusya/Suriye’nin Tepkileri 
  Musul Operasyonuna Katılma Pazarlığının Arkasında Ne Var? 
  Fırat’ın Doğusunu Vurmadan İçeride PKK’yı Bertaraf Etmek İmkansız! 
  Şemdinli’deki PKK Terör Saldırısı ve PKK’nın Aklanması 
  ÖSO'yu Suriye'nin Milli Ordusu Yapma Girişimi Suriye'yi Böler 
  ABD Fırat Kalkanı’nı Soylu Mızrakla Deldi 
  Türkiye’de Konuşlanan Amerikan HIMARS Füzeleri Suriye’de Kimin Planlarına Hizmet Eder? 
  FETÖ’nün Başının İadesi İçin Terörizm mi Al Capone Suçlaması mı? 

***

1 Kasım 2017 Çarşamba

400 Milletvekili Olsaydı Ne Olacaktı?


400 Milletvekili Olsaydı Ne Olacaktı?


Milli Güvenlik ve Dış Politika Araştırmaları Merkezi
28 Eylül 2015 Pazartesi
400 Milletvekili Olsaydı Ne Olacaktı?
Ümit Özdağ tarafından yazıldı.

PKK terörü ülkemizi kana buluyor. Her gün Şehit haberleri geliyor. 
7 Haziran-15 

Eylül 2015 tarihleri arasında Türkiye 118 şehit verdi. Dağlıca'da daha şehitlerimizin kanı kurumadan Cumhurbaşkanı Erdoğan canlı yayında PKK terörünün neden tırmandığı sorusuna "Eğer 400 milletvekilini alabilecek veya bir Anayasa'yı inşa edecek sayıyı bir siyasi parti yakalamış olsaydı, durum bugün 
çok farklı olurdu. Her şeyden önce Yeni Türkiye adımını atmak için böyle bir şey çok çok iyi olurdu" cevabını verdi.

Erdoğan'ın bu cevabı ne anlama geliyor? 400 milletvekili anayasayı değiştirseydi neden PKK terör eylemi yapmazdı? Bugün sizinle bu sorunun cevabını ele almak 
istiyorum. Bu noktaya neden geldik? PKK,  11 Temmuz'da Güneydoğu Anadolu'da yapılan baraj ve kalekol inşaatlarının durdurulmasını ve tutuklamaların sona erdirilmesini talep etti aksi takdirde 2 seneden bu yana devam eden ateşkesi sona erdireceğini ilan etti. Oysa PKK ateşkes olduğunu iddia ettiği bu 2 senede birçok askerimizi ve polisimizi şehit etmişti. Gerçek bir ateşkes olmadığı gibi,  terör örgütü AKP iktidarının suskun bakışları altında Güneydoğu Anadolu'ya 80 bin silah,  63 ton bomba sokmuştu. PKK'nın yerleştirdiği uyuyan bombaları AKP Hükümeti seyrediyordu.

3 Ağustos 2015'te Başbakan yardımcısı Bülent Arınç, bir televizyon kanalında şunları söyledi: "Bizim prensibimiz zaten bugüne kadar onlar ateş etmedikçe, 
eylem yapmadıkça biz yapmayacağız idi. Bunu biz son güne kadar, 10-15 gün evveline kadar hep uyguladık. O yüzden bizi halk da eleştirmiş olabilir, 'Bunlar 
silahlarıyla her gün köylerde ama siz bunlara bir şey yapmıyorsunuz.' Halkın şöyle söylediğini biliyorum, 'Üzerinde silah olan PKK'lı teröristler karakolun 
önünden geçiyorlar, onlara el sallıyorlardı. Asker de onlara hiçbir şey yapmıyordu.' Durum biraz böyleydi. Ama bunun bir tek sebebi vardı, tekrar 
terörün hortlamaması, siyasi görüşmelerin, müzakerelerin sonuca ulaşması. Meğer onlar alay ediyorlarmış. Yani el sallarken, 'Biz buradayız bak, sen de bize 
karışamıyorsun."

AKP,  Arınç'ın söylediği gibi seyrederken, PKK bölgenin değişik yerlerine uçaksavarlar yerleştirilmişti. İl ve ilçelerde bir ayaklanma ve iç savaşın alt 
yapısını oluşturmak üzere çalışmalar yapmıştı.  PKK, bunları yaparken, AKP iktidarı Nisan 2015'te MGK toplantısında PKK'nın adını Milli Güvenlik Siyaset 
belgesinde tehdit listesinden çıkarıyordu.  Buna inanmak çok zordur. Ancak PKK, AKP tarafından artık tehdit olmaktan çıkarılması gereken bir örgüt olarak 
görülmeye başlamıştır.

AKP Hükümeti uyurken ve Açılım diyerek kamuoyunu uyuturken,  14 Temmuz'da KCK Eş Başkanı Bese Hozad,  "Özgür Kürdistan'ı kurmanın koşullarının oluştuğunu vurgulamış ve halkı Türkiye Cumhuriyetine karşı topyekün savaş ve ayaklanmaya çağırmıştır. Bunu 20 Temmuz 2015'de Suruç'ta IŞİD'in yaptığı iddia edilen kitlesel katliama, PKK terör örgütünün Şanlıurfa/Akçakale'de 24 Temmuz'da evlerinde uyuyan iki genç polisi şehit ederek cevap vermiştir.

Daha önceki aylarda birçok polis ve asker terör örgütü tarafından Yüksekova'da telefon ederken, yolda yürürken, Diyarbakır'da eşi ile alışveriş yaparken 
öldürülmesine rağmen Açılım politikasına zarar gelmesin diyerek görmemezlikten gelen, sürekli PKK karşısında geri adım atan hatta tehdit listesinden adını çıkaran Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Başbakan Davutoğlu bu sefer sert bir tepki verdiler. Türk Hava Kuvvetleri, 24 Temmuz gecesi Kandil'i bombaladı. 

Peki bu noktaya nasıl ve neden geldik?  

AKP Hükümeti, 2006'da Oslo'da PKK temsilcileri ile MİT aracılığı ile görüşmelere başladı. 2009'da görüşmeler müzakere niteliği kazandı. Oslo'da başlayan 
müzakereler, İmralı'da Abdullah Öcalan yapılan müzakereler ile derinleşti. Öcalan ile Yeni Türkiye'nin anayasal yapısı şekillendirildi. Türkiye başkanlık 
sistemine geçecek, Güneydoğu Anadolu bölgesine özerklik verilecekti.

Nihayet, 28 Şubat-2 Mart 2015 tarihleri arasında yapılan görüşmelerden sonra Öcalan ile yapılan uzlaşma, Dolmabahçe Sarayı'nda AKP'li başbakan yardımcısı, İç İşleri Bakanı, AKP Grup Başkan vekili ve HDP'lilerin katılımı ile düzenlenen toplantıda Türkiye ve Dünyaya Dolmabahçe Mutabakatı olarak açıklandı. Erdoğan, 28 Şubat'ta Elazığ'da ilk kez, "400 milletvekili isterim" açıklamasını yaptı.

Ancak Öcalan, Erdoğan ile başkanlık ve özerklik konusunda anlaşırken, PKK Türkiye'nin çok zayıf düştüğünü ve etkili bir vuruşla "bağımsız Kürdistan'a razı 
olacağını düşünmeye başlamıştı." Bundan dolayı, PKK Öcalan'ın yapmış olduğu özerklik pazarlığını kabul etmedi. Öcalan aslında çevresine "önce özerklik sonra 
bağımsızlık" diyordu. PKK ise "hemen bağımsızlık" politikasını savunuyordu.

Öcalan ve PKK, seçimlerde izlenecek strateji konusunda da anlaşmadılar. Öcalan, HDP'nin 7 Haziran seçimlerine bağımsız adaylar ile girmesini talep etti. PKK ise HDP'nin parti olarak seçimlere gireceği kararını aldı.  HDP'nin barajı aşıp aşamayacağı tartışılırken, Öcalan'dan çok PKK'ya yakın olan Selahattin Demirtaş, HDP'nin seçim stratejisinin temeline Erdoğan karşıtlığını koydu. 17 Mart'ta Demirtaş bu stratejiyi TBMM'de şöyle açıkladı: 

"Seni başkan yaptırmayacağız." 

Erdoğan'ın bu açıklamaya tepkisi sert oldu. 21 Mart'ta Erdoğan, 2 Mart'ta yapılan Dolmabahçe Mutabakatını kendisinin onaylamadığını açıkladı. Bundan sonra ki günler önce Erdoğan ile AKP Hükümeti arasında "biliyordun-bilmiyordun" tartışmaları ile geçti.  Sonunda AKP, Erdoğan'ın Dolmabahçe Mutabakatından haberinin olmadığını kabul etti. Seçimlerde Erdoğan bütün gücü ile HDP'ye saldırdı. 7 Haziran seçimlerine böyle gidildi.

20 Temmuz'da Suruç saldırısı, 24 Temmuz'da PKK cinayetleri gerçekleşti. Ve Türk Hava Kuvvetleri 24 Temmuz'da Kandil'i bombaladı. Herkes PKK'nın 2 polisimizi şehit etmesinin PKK Açılımını bitirdiğini düşünüyordu. Oysa, PKK Açılımından sorumlu başbakan yardımcısı PKK Açılımının bitmesinin nedeninin 2 polisin şehit edilmesi olmadığını açıkladı. Yalçın Akdoğan gerçek nedeni 28 Temmuz'da şöyle açıkladı:

"Seni başkan yaptırmayacağız çözüm sürecini bitirdi."

Demek ki Kandil'in bombalanmasının asıl nedeni 2 polisin şehit edilmesi değil, Demirtaş'ın "Seni Başkan yatırmayacağız" açıklamasıydı. Yalçın Akdoğan, HDP'nin halka Öcalan'ın görüşleri ile ilgili yalan söylediğini ileri sürdü: "Öcalan başkanlık sistemine karşı. Öcalan AKP'ye karşı. Külliyen yalan bunlar. Öcalan 
bunları yakalasa sopayla kovalar: Sürekli Öcalan adına yalan söylüyorlar." 

Yalçın  Akdoğan, Öcalan ile başkanlık konusunda anlaştıklarını ve AKP tek başına 400 oy alamasa dahi, Öcalan'ın karşı olmadığı AKP+HDP'nin anayasayı değiştirmek için gereken 400 oya alma şansı olduğunu düşünüyordu. Ancak, işler İmralı'da Öcalan ile planlandığı gibi gitmedi. AKP'nin Türkiye'yi PKK karşısında zayıf düşürmesinden cesaretlenen PKK ülkemize karşı bir ayaklanma başlattı. Şimdi AKP'nin yaptığı hataların bedelini asker ve polislerimiz Güneydoğu Anadolu'da canları ve kanları ile ödüyorlar.

Ancak Türkiye Cumhuriyeti büyük bir devlettir. Ülkemiz PKK terörünü aşabilecek güçtedir. Türkiye'nin PKK terörünü aşmak ve IŞİD terörünü sınırları dışında 
tutmak için parti ve kişi değil, milletin menfaatlerini ön planda tutan sürdürülebilir barış ve güvenliği sağlayacak akıllı güce dayanan bir 
anti-terörizm stratejisine ihtiyacı vardır. MHP Türkiye'ye teröre karşı tüm güvenlik güçlerinin koordinesinde, iyi planlanmış ve eşgüdümlü yürütülecek 
etkili, sonuç alıcı, entegre stratejik bir terörle mücadele stratejisi önermektedir.  MHP, Türk Milletine PKK'nın amacının demokrasi ve insan hakları değil, Türkiye'nin bölünmesi olduğunu anlatmaktadır. Bunun dışındaki bütün izah denemeleri büyük bir yalandır.

Türkiye'nin PKK'yı aşabilmesi için yetkin, güçlü, kararlı, milli güvenlik konusunda donanımlı Milliyetçi Hareket Partisi kadrolarına ihtiyacı vardır. 
Milliyetçi Hareket Partisi'nin yönettiği bir Türkiye,  PKK'yı ve bölünme tehdidini aşarak ülkemiz için en büyük istikrarsızlık unsurunu ortadan 
kaldıracaktır. Böylece Türkiye'de sürdürülebilir ekonomik kalkınmanın da önü açılacaktır.

Milliyetçi Hareket Partisi Türk Milletine sorunun ne olduğunu ve çözümün de ne olduğu dürüstçe söylemektedir. Türkiye MHP'nin önerdiği, sürdürülebilir, hukuku dışlamayan, devlete güveni tesis edecek güvenliği sağlayacak, zihinlerde güçlü ve adil devlet inancını güçlendirecek PKK terörünü aşacak anti-terörizm stratejisi ile Türk Milletinin önüne çıkmıştır.


Ümit Özdağ
uozdag61@gmail.com

Uzmanın Diğer Yazıları.,

  400 Milletvekili Olsaydı Ne Olacaktı? 
  Güneydoğu Anadolu’da Son Durumun Fotoğrafı 
  1 Kasım Seçimleri Yaklaşırken Neden MHP? 
  Seçime Giderken PKK Ayaklanması 
  Savaş Başlıyor ve Seçimler 
  Suruç Saldırısı veya Türkiye’nin Pakistanlaştırılması  
  MHP’nin Yükselen Oyları- Erdoğan ve Öcalan 
  Büyük İtiraf Geldi: AKP Toprak Verdi 
  Türkiye Musul’a Girecek mi ? 
  Öcalan'ın 10 Maddesinin Genel Seçimler İle İlgisi 
  HOCALI SADECE HOCALI DEĞİLDİR - Türk Katliamının Son Durağı Hocalı 
  Suriye’de Toprak Kaybetmedik, Peki Ege’de 
  Kesnizani Tarikatı veya Büyük Bir Örtülü Operasyon 
  Ortadoğu’da Bir Yeni Yenilgi: Süleyman Şah’tan Geri Çekilme 
  Ayn El Arap’ta Bilmediğimiz Neler Oluyor? 
  Ortadoğu’da Sınırlar Değişirken Casuslar 
  Prof. Dr. Ümit ÖZDAĞ, saat 20:00'de Habertürk TV'de Enine Boyuna 
  Programı'nda...  
  Gerilla ve Kontrgerilla Savaşı 
  Türk Deniz Kuvvetlerine Yapılan Saldırının Sonucu Ne Olmuştur? 
  Kudüs’te Son Türk Askeri 
  Türk Milleti Türkiye’nin Bölündüğünü Görmüyor mu? 
  Hayalin Böylesi: Güneydoğu Anadolu’yu PKK’ya Bırakan Ortadoğu’yu     Şekillendirme Peşinde 
  Seçimler Yaklaşırken Güneydoğu Anadolu ve Siyasi Partiler 
  PKK Müzakereleri, Ayn El Arap ve Bölgesel Değerlendirmeler 
  Amerika Fransa’ya Nükleer Saldırı Yapmayı mı Planladı? 
  Devrimci Selefilik Antiemperyalist mi? 
  Paris’te Olanlar 
  Erdoğan Yönetimi ve Avrupa Ne Diyor? 
  Son Terörist Eylemler Ne Anlama Geliyor? 
  2015’de Batı-Erdoğan İlişkilerinde İki Muhtemel Yol 
  Çocuk Katilleri İçin İdam Cezası Adil Bir Cezadır 
  AKP Hükümetinden Peşmergeye IŞİD'e Karşı Silah Yardımı 
  Cizre’de Gerçekten Ne Oldu? 
  İç Güvenlik Yasa Tasarısı 
  PKK ile Müzakere Süreci Konusunda Bir Eleştiri 
  Kürt Devletini Kim Kuruyor? 
  Hadi Beşar Esad’ı Devirdik… 
  Jandarma Genel Komutanlığı Türkiye'ye Lazım 
  Tunceli’de Ne ve Neden Oldu? 
  Politikleşmiş İstihbarat ve Milli Güvenliğe Etkisi 


Copyright © 2015. 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü. Tüm Hakları Saklıdır.
Sitemizde bulunan yazıların sorumlulukları yazarlarına aittir. Kurumumuz 
tarafından çıkarılan dergi, özel rapor ve kitapların içeriklerinde bulunan 
yazılarda aynı kapsam dahilinde yazarına aittir.
Ahlatlıbel Mah. 1825 Sokak No: 60 İncek/Çankaya/Ankara 
Tel: +90 312 489 18 01 | Belgegeçer: +90 312 489 18 02 | Elektronik Posta: 
bilgi@21yyte.org 
Yazılım & Tasarım: Haber Scripti Haber Portalı