Çin etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Çin etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

28 Ekim 2018 Pazar

T.C Merkez Bankası ve Kalkınma

T.C Merkez Bankası ve Kalkınma



Agah Oktay GÜNER
agahoktayguner@hotmail.com
27 Aralık 2010 


   Geçtiğimiz haftanın önemli gündem maddelerinden biri; T.C Merkez Bankası (TCMB) kararlarının yarattığı geniş tartışmalar oldu. Tam “ Türkiye krizden başarıyla çıktı ” derken gelen açıklamalar  tedirginlik yarattı. Korkulardan başlıcası, Ciddi Ekonomik sıkıntı içinde olan AB’nin durumu. Çin’in yardım teklifini kabul etmemeleri halinde, borç kriziyle mücadele eden bu ülkelerin para basma yoluna gitmeleri ve Türkiye dahil bazı ülkelere hızla sıcak para akması ihtimalidir. 

Bu yüzden, TCMB’nin kararları; doğru ve yerindedir. 
Ancak, Geç alınmış, yetersiz tedbirlerdir. 
Ekonomik kriz dünya üzerinde tesirlerini sürdürmektedir. 

    BRIC ülkeleri (Brezilya, Rusya, Hindistan ve Çin) yabancı sermaye, cari açık ve döviz kuru konusunda yılın ilk yarısında tedbirlerini almış ve başarılı olmuşlardır.Bizde ise yabancı sermayeye; “kısa vadeli geliyorsan gelme” çıkışını TCMB Başkanı ancak şimdi yapabilmiştir. Ülkemize gelip kısa vadeli vurdu kaçtılar ile başka yerde kazanılması mümkün olmayan kazancı sağlayıp, her yıl sonunda olduğu gibi geri dönen yabancı sermayeye “Sıcak Para” diyoruz. 

    Halbuki gelen sermaye kalıcı olmalı ve sanayi yatırımına dönüşmelidir. Sanayi yatırımlarının uzun vadeli kaynağa ihtiyacı var. Ortalama 1-3 ay vadeli sermayeyle sanayi sektörüne fon sağlanması imkansızdır.Bu arada, TCMB ülkemizi yabancılara cazip kılmak için faiz oranlarını olması gerekenden daha düşük seviyeye çekememek te ve yerli sanayiciyi daha ucuz kredi bulma imkanından mahrum bırakmaktadır. Yerli firmalara  “ Borç Batağına Girmeyin ”  uyarısında bulunuluyor oysa 2010 ve 2011 yılı Kurumlar Vergisi rakamları, yerli yatırımcıların kriz sonrasında daha kârlı olduğunu ve daha büyük borcu kaldırabileceğini gösteriyor. Yeter ki kur riski almasın. Yapılması gereken, TCMB eliyle; yurt içindeki sermayenin vade ve faiz oranlarıyla yönlendirilmesidir. Banka’nın son kararlarıyla kısa vadeli  mevduat karşılıkları, dolayısıyla paranın maliyeti yükselmiş, uzun vadede ise maliyet düşürülmüştür. Fakat, geç alınmış, kısa ve uzun vadeli faiz oranları arasında sadece %3 fark öngören kararlar yeterli olmayacaktır. 

    Bu sebeple daha etkin tedbirler uygulanmalıdır.Diğer taraftan bazı bankaların yurt dışı kaynaklı sendikasyon kredilerini, içeride TL cinsinden kullandırmalarının yarattığı kur riski dikkatle izlenmelidir. 

    Zira, hızla büyüyen cari açığın bir devalüasyonla sonuçlanması tehlikesi önümüzdedir.Dünya ekonomisinin kaymağını yiyen emperyalist çevreler ve bunların ülke içindeki işbirlikçileri, Türkiye ekonomisinin ışık saçan bir ufku olduğunu iddia ediyorlar. Kuşkusuz ufkumuz aydınlık. Ancak mevcut ekonomi politikalarıyla bu ufka ulaşmak mümkün mü? Artan cari açığa, işsizliğe, yoksulluğa, reel ücretlerdeki düşüşe rağmen, yetkililere göre biz hızla  kalkınıyoruz! Uluslararası değerlendirme kuruluşlarının Türkiye’ye bir türlü neden  “ Yatırım Yapılabilir Ülke ” notu vermediklerini de  bizim ekonomi yönetimi anlamıyor. 

   Onlara göre bu not verilse, yatırımlar akacak ve kalıcı olacaktır. Yani suçlu  uluslararası değerlendirme kuruluşları ve objektif tahlil yapanlar.Temenni ediyorum ki girdiğimiz seçim süreci, bakış açılarımızdaki uçurumu daha da derinleştirmesin.  Herkesin dikkate alması gereken bir husus var, Türkiye hali hazırdaki ekonomi politikasıyla, çok ciddi bir krize doğru gidiyor. 

   Bu ihtimalin gerçekleşmesi halinde dünyanın içinde bulunduğu şartlarda düze çıkmak çok zor ve pahalı olacaktır. 
Ekonomi Yönetimine basiret, Ülkemize Aydınlık ufuklar temenni ediyorum. 


Kaynak Yeniçağ: T.C Merkez Bankası ve kalkınma 
Agah Oktay GÜNER 

http://www.yenicaggazetesi.com.tr/t-c-merkez-bankasi-ve-kalkinma-16303yy.htm


***

9 Eylül 2018 Pazar

ABD Müttefik Değiştirirken , ‘ Trump'la Birlikte ABD için en büyük tehdit artık Rusya değil Çin ve Avrupa '



‘ Trump'la Birlikte ABD için en büyük tehdit artık Rusya değil Çin ve Avrupa '












Elif Sudagezer

Helsinki'de gerçekleşen Putin-Trump zirvesini değerlendiren EPPEN Başkanı Özdemir "Amerikan çıkarlarının Trump yönetimi ardından yeniden tanımlandığını düşünürseniz Amerika için artık en büyük tehdidin Rusya değil, Çin ve Avrupa olduğunu kavrarsınız. Dolayısıyla Trump'ın hedefi Çin ve Avrupa ülkeleri olacaktır" dedi.

















ABD Başkanı Donald Trump
© REUTERS / JONATHAN ERNST

‘Trump, ABD istihbarat örgütlerine güvenmiyor ve bu örgütlerin cadı avı peşinde olduğunu düşünüyor'

Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ve ABD Başkanı Donald Trump'ı Finlandiya'nın başkenti Helsinki'de bir araya getiren zirve, Amerikalı yetkililerin Trump'ı hedef alan açıklamalarıyla başlayan çatışmanın gölgesinde kalsa da; son derece olumlu bir havada geçti. Zira, Rusya Devlet Başkanı Yardımcısı Yuriy Uşakov da, görüşmenin hemen öncesinde yaptığı açıklamada, iki ülkenin söz konusu zirveyle birlikte uluslararası arenada işbirliğine geri döndürecek adımların atılabileceğini ifade etmişti. Uşakov'un vurgu yaptığı üzere; Rusya Lideri Putin, görüşmenin ardından "işbirliği" mesajı verirken; Trump ikili görüşmeyi "'iyi bir başlangıç" olarak niteledi. Zirvenin iki ülkenin ilişkileri açısından olası yansımalarını ise Enerji Piyasaları ve Politikaları Enstitüsü (EPPEN) Başkanı Dr. Volkan Özdemir, Sputnik'e değerlendirdi.
‘ABD TRUMP'LA BİRLİKTE KÜRESELLEŞME YANLISI ULUSLARARASI SERBEST TİCARETİ BİR KENARA BIRAKTI'

Zirvenin, Trump'ın ABD'nin uluslararası serbest ticaret yanlısı bir politikasını bir kenara bırakarak ticarette korumacılığın egemen olduğu politikalar uyguladığını ve zirvenin de bu yeni durumla tutarlı olduğunu anlatan Özdemir şu değerlendirmede bulundu:

"Bence Trump'ın izlemiş olduğu politikalar şaşırtıcı değil. Kendisi göreve başlamadan öncesinden bu yana, şu anki politikaları izleyeceğini söylüyordu. Trump'ın uluslararası sistem açısından en önemli politikaları, ticaret düzenlemelerinin yeniden ele alınması oldu. Amerika Birleşik Devletleri Trump'tan önce, küreselleşme yanlısı, uluslararası serbest ticaret yanlısı bir politika izliyordu. Hatırlatmakta fayda var. Uluslararası ticaret uygulamaları yalnızca ticari değil aynı zamanda bir ülkenin sanayileşme politikası ve onunla birlikte en az onun kadar önemli olarak da jeopolitik kurgusunun bir aracıdır. Dolayısıyla olaya sadece ticari açıdan bakmamak lazım. Trump'ın ABD'nin yüksek dış ticaret açığı verdiği Çin'e ve Avrupa'ya karşı almış olduğu tedbirler, uygulamalar, gümrük tarifelerinin artırılması aslında uluslararası ticarette korumacılığın egemen olduğunu ve ABD'nin artık küreselleşmeden vazgeçtiğini gösteren politikalardır. Eğer kurguyu böyle ele alırsınız ve Amerikan çıkarlarının Trump yönetimi ardından yeniden tanımlandığını düşünürseniz Amerika için artık en büyük tehdidin Rusya değil, Çin ve Avrupa olduğunu kavrarsınız. Çünkü ABD ve Rusya arasında kayda değer bir ticaret yoktur. Dolayısıyla Trump'ın hedefi Çin ve Avrupa ülkeleri olacaktır."

















Helsinki zirvesi Putin-Trump basın toplantısı
© REUTERS / GRİGORY DUKOR
Rusya'nın ABD Büyükelçisi Antonov: Putin ve Trump gizli anlaşma yapmadı


‘ABD YENİ MÜTTEFİK ARAYIŞI İÇİNE GİRDİ, RUSYA DA BUNA ADAY'

ABD'nin izlediği yeni politikanın Rusya'nın da ulusal çıkarlarına hizmet etme ihtimaline vurgu yapan Özdemir "Bu manzaraya Rusya'yı oturttuğunuzda, o zaman Amerika'nın düşman algısı Rusya olmayacaktır ve Rusya da bu yeni Amerika politikasını kendi ulusal çıkarlarını arttırmak için bir fırsata çevirmeye çalışacaktır. Zaten olan biten de tam da budur. Ayrıca Trump'ın kendi ülkesinde ciddi anlamda eleştirilmesinin sebebi de budur" ifadelerini kullandı.

Trump'ın temelini attığı yeni politikalarla birlikte yeni müttefik arayışı içine gireceğini aktaran Özdemir "Trump'ın daha önce uyguladığı politikalar düşünüldüğünde, bu zirvenin bu politikaların bir sonucu olduğu görüşündeyim. İster istemez Trump, Rusya'yla yakınlaşmak isteyecektir. İkili arasındaki temel konu başlıkları uluslararası güvenlik meseleleridir. Ukrayna ve Suriye meselesinin yanı sıra stratejik silahların azaltılması meselesi dahil olmak üzere yeni bir kurgu söz konusu. Bu zirve, Amerika ve Rusya'nın üst perdeden açık görüşmelere başladığının da göstergesi" diye konuştu.

‘RUSYA KENDİ NÜFUZ ALANINDA RAHATLAYABİLİR'

"ABD Başkanı'nın söyleyip de yapmadığı bir şey yok. Trump son derece açık ve tutarlı bir biçimde kendisini oraya getiren güçleri temsil edercesine, kendi çıkarları kapsamında korumacılığı yaygınlaştırılması ve bunu temel alan yeni bir jeopolitik kurgunun artık hayata geçirilmesi olarak yorumluyor. Son derece tutarlı görünüyor" diyen EPPEN Başkanı şöyle devam etti:

"Rusya, Trump'ın politikalarıyla birlikte Obama yönetiminin aksine ABD'nin birincil hedefi olmaktan çıktığı için kendi yakın çevresinde, kendi jeopolitik nüfuz alanında daha fazla rahatlayacaktır. Bence en önemli sonuç bu. Trump'ı eleştiren gruplar da var; Amerika'daki seyre bağlı olarak Rusya-ABD ilişkilerinin çeşitli jeopolitik konu başlıklarında yumuşama dönemine gireceğini tahmin ediyorum."



















Donald Trump
© REUTERS / KEVİN LAMARQUE

Trump: Rusya'nın 2016 ABD başkanlık seçimlerine müdahale ettiğine dair istihbaratçıların vardığı sonucu kabul ediyorum.

‘TRUMP POLİTİKALARINI UYGULAMADA BAŞARILI BİR İSİM'

Trump'ın kendi politikasını uygulamada "başarılı" olduğunu aktaran Özdemir "Trump'ın bundan sonra başarılı olup olmayacağı Amerika'daki farklı grupların düşüncelerine de bağlı olacaktır. Bu dinamik bir süreç ve her iki tarafa da kayabilir. Ancak Trump uluslararası sistemi değiştirmeye çalışıyor ve onun Çin gibi Avrupa gibi güçlü oyuncularına cephe alıyor. Bunu yaparken de başka uluslararası aktörlerin de yanında olmasını ister. Trump bu anlamda eski müttefiklerini terk edip yeni müttefikler arıyor. Yeni müttefik adaylarından biri de Rusya. Tabii, burada Amerika'daki güç mücadelesinin Rusya-Amerika ilişkilerini nereye kadar etkileyebileceğini de düşünmek gerekiyor. Trump'ın ne ölçüde başarılı olacağını bu değişkenlerin de etkisinde önümüzdeki dönemde göreceğiz" diye ekledi. 

https://tr.sputniknews.com/columnists/201807181034342062-donald-trump-vladimir-putin-abd-rusya-cin-avrupa-ticaret-zirve-helsinki-jeopolitik-muttefik/

***

ABD Avrupa Kuvvetleri ve NATO Müttefik Kuvvetler Harekat Komutanı'ndan Türkiye ziyareti


19:12 30.07.2018
(Güncellendi 19:37 30.07.2018)

ABD Avrupa Kuvvetleri ve NATO Müttefik Kuvvetler Harekat Komutanı Curtis Scaparrotti, Çarşamba günü temaslarda bulunmak üzere Türkiye'ye gelecek. Öncelikli gündem Suriye.

‘ABD tehditlerini uygularsa Türkiye NATO'dan çıkmak yerine NATO'da kalıp sistemi kilitler'

ABD Avrupa Kuvvetleri ve NATO Müttefik Kuvvetler Harekat Komutanı Orgeneral Scaparrotti, Türkiye'ye gelerek Suriye konusunda temaslarda bulunacak.
GÖRÜŞMELERDE AĞIRLIKLI OLARAK SURİYE'NİN KUZEYİNDEKİ GELİŞMELERİN ELE ALINMASI BEKLENİYOR'

Edinilen bilgiye göre, Orgeneral Scaparrotti, 1 Ağustos Çarşamba günü Ankara'da Türk yetkililerle görüşmeler yapacak. Görüşmelerde ağırlıklı olarak Suriye'nin kuzeyindeki gelişmelerin ele alınması bekleniyor.

Scaparrotti, 2 Ağustos Perşembe günü ise İncirlik Üssü'nü ziyaret edecek ve oradan İzmir'e geçecek.

ZİYARET, ABD-TÜRKİYE GERİLİMİN YENİNDEN TIRMANDIĞI BİR DÖNEME DENK GELDİ

Scaparrotti, en son 27 Haziran'da Genelkurmay Başkanı görevinde bulunan Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar ile telefon görüşmesi yapmıştı.












Türkiye ilk F-35 uçağını teslim aldı
© AA / ATILGAN ÖZDİL
Türkiye'ye F-35 teslimatını engelleyen tasarı, ABD Temsilciler Meclisi'nden geçti
Görüşmede, Suriye'nin kuzeyindeki mevcut güvenlik durumu ile daha önce mutabık kalınan "Münbiç yol haritası" doğrultusunda belirlenen güvenlik prensiplerinin uygulanması konularının ele alındığı ve NATO ile ilgili bazı konularda görüş alışverişinde bulunulduğu açıklanmıştı.
Ziyaret, ABD-Türkiye geriliminin yeniden tırmandığı bir döneme denk geldi.

ABD Başkanı Donald Trump ile Başkan Yardımcısı Mike Pence, tutukluluk hali ev hapsine çevrilen rahip Andrew Brunson tümüyle serbest bırakılmazsa Türkiye'ye geniş çaplı yaptırım uygulamakla tehdit ediyor.

Geçen ay NATO liderler zirvesinde kriz çıkaran ABD Başkanı Donald Trump'ın müttefiklerin askeri harcamaları yüz milyarlarca dolar artırmasını talep etmesi ve ittifakın kurucu anlaşmasının 5. maddesini tartışmaya açması da gündemden düşmüyor.


https://tr.sputniknews.com/turkiye/201807301034528692-abd-avrupa-kuvvetleri-nato-muttefik-kuvvetler-komutani-turkiye-ziyaret/


***

A.B.D. SÜPER GÜÇ OLARAK KALABİLİR Mİ? BÖLÜM 3


A.B.D. SÜPER GÜÇ OLARAK KALABİLİR Mİ?  BÖLÜM 3



    Dünya Dengelerinin giderek Avrupa’dan Asya’ya kaydığı, Atlantik Okyanusu’nun yerini Pasifik Okyanusu’nun aldığı bir dönemde ABD’nin 
okyanus ötesinden dünya anakarasının merkezi bölgesini yönetebilmesi ya da yönlendirebilmesi son derece güçtür. ABD binlerce kilometre öteden dünyanın jeopolitik merkezini kontrol etmekte epeyce zorlanacaktır. Her türlü teknolojik üstünlük bile bölge ülkelerini izlemekte ve denetlemekte bir ölçüde yetersiz kalacaktır. Özellikle bölgede sıcak çatışma sorunlarının devam etmesi ve bunların uzun süredir çözümsüz kalması; ABD’nin kendine bağımlı bir üçüncü imparatorluk alanı yaratmasını, ABD üstünlüğü açısından zorunlu kılmaktadır. Bu nedenle, yeni dünya düzeni süreci içinde ABD’nin en fazla ilgilendiği, gene en fazla zorlandığı bölge Avrasya alanı olmaktadır. ABD, kendisine bağlı bir 
Avrasya yapılanmasını gerçekleştirebilirse, o zaman kendisinin merkezinde yer aldığı yeni dünya düzenini başarabilecektir. Kendisinin gerisinde yer alan diğer büyük devletlere sözünü daha kesin olarak dinletebilecek, büyük devletler arasındaki denge bozulmadan oluşacak Avrasya yapılanması, ABD’ye rakip olabilecek diğer büyük devletlerin dengelenmesinde de önemli bir rol oynayacaktır. 

   Eğer, ABD Avrasya yapılanmasını fazla sancısız biçimde gerçekleştirebilirse, o zaman ne Asya’nın dev ülkeleri ne de Avrupa’nın büyük ülkeleri ABD üstünlüğü ne karşı direnemeyeceklerdir. O zaman da, dünyanın ortasında birbirine bağlı biçimde üç ayrı imparatorluk kurmuş olan ABD, dünyanın tek hegemon gücü olarak devam edecek ve kendisinin merkezinde yer aldığı tek ve bütünleşmiş bir dünya düzeni oluşturabilecektir. Kendine bağlı üç imparatorluk kuran ABD’nin üstünlüğü o zaman tartışılmaz olabilecektir. Ne var ki, böylesine bir sonucu ve geleceğin dünyasını Avrasya’daki gelişmeler belirleyecektir. 

ABD’nin ikinci imparatorluğunun kurulmuş olduğu Avrupa kıtasındaki ülkelerin biraraya gelerek Amerikan güdümünden kurtulmak üzere bir Avrupa Birliğine yönelmeleri, ABD üstünlüğü açısından Avrasya’da oluşturulacak üçüncü Amerikan imparatorluğunun kurulmasını yaşamsal bir noktaya getirmiştir. Avrupa Birliği’nin kendi ordusunu kurarak Nato’yu dışlamak istemesi ve böylece ABD’yi Avrupa’dan atmaya yönelmesi ile ABD’nin dünyanın merkezi bölgesi olan Avrasya’ya yerleşmesi üstünlüğünü koruyabilmesi için zorunlu bir noktaya gelmiştir. ABD kendi kontrolü altından sıyrılmak isteyen Avrupa Birliği’ni ancak Avrasya’da kendine bağlı olarak kurabileceği yeni bir büyük siyasal yapılanma ile denetleyebileceğini çok iyi bilmektedir. Bu nedenle, Avrasya’da yeni Amerikan yapılanması, ABD’nin dünya üstünlüğü açısından son derece kaçınılmaz bir noktaya gelmiştir. ABD imparatorluklarını üçe çıkarmak isterken, ikincisini yitirme aşamasına sürüklendiği için üçüncünün kurulması, diğer ikisinin korunması açısından yaşamsal bir anlam kazanmıştır. İki dünya savaşı çıkmasına neden olan maceraperest Alman politikası Avrupa Birliği’ne egemen oldukça, Avrupa Birliği’nin Avrasya bölgesinde genişleme arzuları hiç bir zaman dinmez ve Avrupa gelecekte dünyanın merkezi jeopolitik alanına sızarak, ABD’nin üstünlüğüne son verebilecek kadar ileri gidebilecek yeni siyasal örgütlenmeleri devreye sokabilir. ABD yönetimi bu durumu çok iyi bilmekte ve bu nedenle Alman ve Avrupa yayılmacılığını Balkanlar’da kontrol ederek, çekişmenin Orta Doğu ve Kafkasların petrol ve enerji alanlarına uzanmasına izin vermemektedir. 

ABD ilk iki imparatorluğunu korurken, üçüncüsünü de kurarak yeni yüzyılda dünyanın süper gücü olarak ancak ayakta kalabilir. Üçüncünün kurulma aşamasında diğer ikisinin sağlam olarak elde tutulması gerekmektedir. Avrupa’daki gelişmelerin ikinci imparatorluğu bozması, ya da Güney Amerika kıtasında ABD’nin denetimi dışında yeni gelişmelerin gündeme gelmesi, ABD üstünlüğünü tehlikeye atabilecektir. Mevcut siyasal yapısını koruyamayan bir süper gücün tahtından inmesi kaçınılmazdır. Bu doğrultuda, ABD hem Amerika hem de Avrupa kıtalarındaki kendine bağımlı olan siyasal yapılanmaları öncelikle korumak zorundadır. ABD, Güney Amerika kıtasında başlayan bölgesel 
ortak pazar oluşumunun Avrupa kıtasında olduğu gibi bir ayrı bölgesel devlet oluşumuna yönelmemesi için, latin dünyası ile ilişkilerini Amerikan Devletler Topluluğu adı verilen kıtasal örgütlenme çatısı altında sürdürecektir. Böylece, Nafta hareketi ile Meksika ve Kanada gibi büyük Kuzey Amerika ülkelerini ekonomik açıdan kendisine bağlayan ABD, ikinci aşama olarak, güney ülkelerini de Amerikan Devletler Topluluğu olarak kendi çatısı altında birleştirme çabası içindedir. Castro nedeniyle yalnızca Küba’nın dışarıda tutulduğu bu oluşum, ABD’nin denetiminde bir kıtasal devlete doğru gelişmektedir. Peru’ya giren Japonya ve Kanada’ya özel yakınlık gösteren Çin Kaliforniya’da etkinliğini artıran Almanya, ABD’nin denetiminde bir Amerikan kıta devleti oluşumunu önleyebilmesinin çabasını göstermektedirler. Gelecekteki Pasifik egemenliği yarışı böylesine bir çekişme meydana getirmektedir. 

Almanya tarihsel hırsları çizgisinde Avrupa patronluğuna soyunurken, ABD’nin ikinci imparatorluğunu tehdit etmekte, Çin ve Japonya’da geleceğin Pasifik liderliğine soyunurken, ABD’yi kendi kıtasında rahat bırakmamaktadırlar. ABD içinde giderek sayıları artan Çinli ve Japon göçmenlerin de geldikleri ülkeler yararına bazı girişimlerde bulunmaları ABD’yi politik olarak zor durumlara düşürmek-tedir. ABD’nin Avrupa’daki hegemon konumundan rahatsız olan protes-tan ve katolik dünyaları sahip oldukları güçlü lobiler ile ABD içinde 
etkinliklerini artırmaktalar ve böylece ABD’nin diplomasisini kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirmenin çabası içine girmektedirler. 

ABD bir göçmen ülkesi olduğu için hemen hemen her Amerikalının bir asıl ülkesi vardır. Bu nedenle tüm ABD vatandaşları kendilerini çifte kimlik ile ifade ederler. Her ABD vatandaşı Amerikalı olduğunu söylerken, bu sıfatının başına gelmiş olduğu ülkenin kimliğini de ekler. Böylece her Amerikalı bir üst ve bir de alt olmak üzere iki kimlikli vatandaşlığa sahip bulunmaktadır. ABD’nin dünya üstünlüğü mücadelesi, Almanya, Fransa, Japonya ya da Çin gibi dünyanın büyük ülkelerinin çıkarlarına aykırı düştü mü bu ülkeler, ABD’de yaşayan kendi vatandaşlarından oluşan lobileri örgütleyerek ABD’yi kendi içinden etkilemenin yollarını aramaktadırlar. Günümüzde Amerikan iç politikasında bu lobiler fazlasıyla etkin olmaktadırlar. 

Bugün ABD’nin iç politikası incelenirse; çeşitli lobiler arasında katolik, protestan ve yahudi lobileri olmak üzere başlıca üç büyük dinsel grup iktidar kavgası vermektedir. Türkiye ile uğraşan Rum ve Ermeni lobileri fazla etkin değildir. Ulusal, etnik ve kültürel kimlikler geride kalırken, dinsel kimliklerin öne çıkması hem bir din hem de bir etnik köken olan yahudilerin ABD’de güçlenmesine neden olmuştur. ABD’nin büyük devlet olması ve güçlü bir ekonomiye sahip bulunması nedeniyle bu farklı gruplar, Amerika’da birarada yaşayabilmişlerdir. Ne 
var ki, kapitalist ekonominin, eşitsizliği geliştiren haksız ve adaletsiz yapısı, Amerikan toplumunda dökülmelere neden olmuş ve böylece etnik ve dinsel kimlikler giderek öne çıkmaya başlamıştır. Yahudiliğin en güçlü kimlik olarak ülke yönetiminde egemen olması ABD’nin bu lobinin çıkarları doğrultusunda hareket etmesine neden olması ve buna tepki olarakda diğer dinsel ve ulusal kimliklerin de örgütlenerek öne çıkmasına yolaçmıştır. Bu tür gelişmeler bir Amerikan ulusunun oluşumunu önlemiş, Amerika’yı farklı etnik ve dinsel kökenlerden gelen insanlar topluluğu durumuna dönüştürmüştür. Günümüzde küreselleşmenin ideolojisi olarak öne sürülen çok kültürcülük, anlayışı 
çerçevesinde biraraya getirilen farklı kökenden gelmiş insanların zaman içinde bir ulus oluşturmadıklarını, aksine dinsel ve etnik kökenlerine daha fazla dönerek, Amerikan toplumunun parçalanmasına giden yolu açtıklarını öne süren görüşler giderek artmaktadır. Çift kimlikle yüzde elli bağlılığın ülkenin ayakta kalmasına yetmediği lobiler arası savaş ile açıkça ortaya çıkmıştır. Etnikçi yaklaşımların giderek ağır basması Amerikan toplumunu parçalanmaya doğru sürüklemektedir.8 ABD dünyayı kendi etrafında bütünleştirmek isterken, iç yapısından parçalanma tehlikesi ile karşı karşıyadır. ABD’nin rakibi olan ülkeler de bu ülkeye gönderdikleri göçmenler aracılığı ile oluşturdukları lobilerle 
böylesine bir dağılma sürecini desteklemektedirler. Özellikle Almanya’nın, Fransa’nın, İrlanda’nın ve İsrail’in bu konuda yarıştıkları 
gözlenmektedir.9 

Amerikan kıta devletinin ilk adımı olarak Nafta’yı kuran ABD, günümüzde kuzey ve güney olarak parçalanma tehlikesi ile karşı karşıya bulunmaktadır. Amerikan tarihinin ortaya koyduğu üzere zengin Anglosaksonlar ülkenin kuzeyinde yahudilerle beraber oturmaktadırlar. Güney ayaletlerinde ise Latinler, Afrikalılar ve yoksul ülke göçmenleri ağırlıktadır. Güney eyaletlerinde latin kültürü ağır basmakta ve giderek İspanyolca İngilizce gibi resmi bir dilin önüne geçmektedir. Türkiye’ye doğu bölgesinde farklı bir dili serbest bırakması için insan hakları adına baskı yapan ABD yönetimi, kendisinin güney bölgesinde resmi dili olan İngilizce’yi zorunlu dil yapan bir yasa çıkartarak kendi insan hakları politikası ile çelişkiye sürüklemektedir. Başka ülkeler için ABD’nin savunduğu kültürel haklar ve dil özgürlüğü ABD’nin güney eyaletlerinde geçerli değildir, çünkü Meksika’dan asker zoru ile alınan tüm Teksas eyaleti ve komşu eyaletlerde halk İngilizce değil İspanyolca konuşmaktadır. 

Kaliforniya eyaletinde giderek artan Alman asıllı nüfus ise, oluşturduğu güçlü lobi ile İspanyol kökenlilerle işbirliği yapmakta ve bağımsız bir Kaliforniya devleti kurabilmenin girişimini örgütlemektedirler. Almanya, ABD içindeki Alman lobisinin ABD’nin ulusal birliğini kaldırmaya öngördüğü girişimlerini dolaylı olarak hoşgörmektedir. Çünkü kendi iç sorunları ile uğraşan ABD’nin bir gün Avrupa kıtasını terketmek zorunda kalacağını tahmin etmektedir ve böylece Alman merkezli bir Avrupa Birliği gerçekleştirmeye çalışmaktadır. 

ABD’yi içerden çökertmek ve parçalamak için uğraşan Avrupalı emperyalist ülkelerin kullandıkları ana kozlardan birisi de, Afrikalı göçmen zencilerdir. ABD’de giderek, nüfusları hızla artan zenciler, Yeni-Afrika Halk Kurtuluş Cephesi başlığı altında toplanarak Misissipi ve Florida arasında yer alan beş eyalette çoğunluğu ele geçirmişlerdir. Gelecekte ABD’nin parçalanması durumunda, güneyde Meksika Körfezi’nde yer alan bu beş eyalet Yeni Afrika Cumhuriyeti olarak, zenciler tarafından kurulmak istenmektedir. Kanada’da ayrı devlet kurmak 
isteyen Fransız asıllılar, Quebec eyaletini ABD’nin kuzey doğu eyaletlerini içine alacak biçimde genişletmek için yoğun çaba harcamaktadırlar. Benzeri biçimde, Çinliler ve Japonlar ABD’nin pasifik kıyısındaki eyaletlerinde sayılarını artırarak, gelecekte parçalanma olursa buralarda kendi ülkelerine bağımlı olabilecek koloniler oluşturmanın hazırlığını yapmaktadırlar. Bu tür gelişmeler, ABD sınırları içindeki nüfus hareketliliğini son yıllarda fazlasıyla yoğunlaştırmıştır. Giderek aynı kökenden gelen insanların belirli bölgelerde toplanarak etnik ve dinsel cemaatlar oluşturmağa öncelik verdikleri görülmektedir. Yeni dünya düzeninin, yeniden ortaçağı getirecek cemaatleşme felsefesine uygun bir tarzda ortaya çıkan bu bölgesel cemaatleşma eğilimleri de ABD’nin dağılmasına giden süreci hızlandırmaktadır. Yeni dünya düzenini oluşturmak isteyen ABD, bu kez sürecin silahı ile Boomerang örneğindeki gibi kendisini vurmak durumunda kalmıştır. 

ABD’nin geleceğinde en etkin ve belirleyici toplum kesimlerinden birisi, Yahudiler olacaktır. Bu büyük ülkenin kurulmasında Avrupa ülkelerinden göç ederek gelip Amerika’ya yerleşen yahudilerin çok büyük rolü olmuştur. Kendi güçlü lobileri ile ABD yönetiminde her zaman için söz sahibi olmuşlar ve bu süper gücün doğmasında başta gelen katkılar sağlamışlardır. Çok kültürlü bir yapı içinde özgürce hareket edebilen Amerikan yahudileri, lobiciliğin tırmanma göstermesi karşısında daha örgütlü biçimde ABD yönetimini etkilemişlerdir. 
ABD’de yer alan tüm etnik toplulukların geldikleri bir ülkeleri olmasına rağmen, İkinci Dünya Savaşı sonrasına kadar yahudilerin böyle bir geçmişleri yoktu. İsrail’in kurulmasından sonra, yirminci yüzyılın ikinci yarısından sonra Amerikan yahudi lobisinin ABD politikalarını, İsrail devletinin çıkarları doğrultusunda yönlendirdiği görülmektedir. AİPAC adlı örgüt bu politikayı örgütlemektedir. Bazı yönlerden ABD’nin Avrasya politikaları ile uyumluluk gösteren bu tür politik girişimlerin, İsrail devletinin çıkarları sözkonusu olduğunda, ABD’nin küresel dünya dengeleri politikaları ile çeliştiği ortaya çıkmaktadır. ABD süper güç olarak dünyanın her bölgesine eşit ağırlıkta politikalarla yaklaşırken, Amerikan yahudi lobisi İsrail’e ve Orta Doğu’ya ağırlık vererek ABD politikalarını bu bölgede İsrail’in gelişmesi için yönlendirmektedir. 












Yirminciyüzyılın ikinci yarısı incelendiğinde, ABD’nin Orta Doğu’da İsrail’den yana politikalara kilitlendiği gözlemlenmekte, bu durumda ABD gibi dünyanın süper devi bir ülkeyi tüm Arap ve İslam dünyası ile karşı karşıya bırakmaktadır. ABD’nin bir buçuk milyarlık İslam dünyasını İsrail yüzünden karşısına alması, bir süper gücün uygulayacağı dünya dengeleri politikalarına ters düşmektedir. Yine benzeri biçimde elliden fazla Arap kökenli ülke ile ABD’nin Orta Doğu’da ters düşmesi, hiç bir biçimde süper güç politikaları ile açıklanamıyacak bir 
durumdur. Bu gibi çelişkiler ABD’ye Orta Doğu’da zor dönemler yaşatmakta ve ABD’nin Avrasya politikalarını giderek tehlikeye sürüklemektedir. 

Kendi iç politikalarında etkin olan lobileri dengeleyemeyen bir ABD’nin süper güç olarak ayakta kalabilmesi ya da varlığını koruyabilmesi mümkün olamayacaktır. Almanya, Fransa ve İsrail gibi söz dinlemeyen batılı müttefikler, ya da Çin, Japonya ve Hindistan gibi Asyalı devler sürekli olarak ABD’yi zor durumlara düşüreceklerdir. ABD süper güç olarak ayakta kalabilmek için hem Asyalı devleri dengelemek hem de söz dinlemeyen batılı müttefiki olan üç yaramaz çocuğu yani Almanya, Fransa ve İsrail’i denetlemek zorundadır. Almanya Avrupa’da, 
Fransa Afrika ve Amerika’da, İsrail ise Orta Doğu’da hiç söz dinlememekte ve kendi ulusal çıkarları ve dünya hegemonyaları doğrultusunda bildiklerini yapmaya çalışmaktadırlar. ABD; üç dev rakip ve üç yaramaz çoçuk ile başedebilirse, süper güç olarak varlığını koruyabilir. 

Gerçekleştirmek istediği yeni dünya düzeni sürecini tamamlayabilir, aksi takdirde herşeyin planlananların tersine gelişmesi kaçınılmazdır. 
Bu da ABD’nin süper güç konumunun ortadan kalkmasına gidecek yolu açacaktır. 

Yeni bir yüzyıla girerken, ABD’nin üç doğulu dev ülke ve üç batılı söz dinlemeyen müttefike karşı yeni yoldaşının Rusya Federasyonu olduğu görülmektedir. Günümüzde soğuk savaş döneminin ikili denge günlerini arar hale gelen ABD’nin, geleceğe dönük olarak kurmakta olduğu yeni dünya düzenini tehdit eden gelişmelere ve söz dinlemeyen ülkelere karşı yeni bir ABD-Rusya işbirliği denemesini gündeme getirdiği anlaşılmaktadır. On yıllık bir geçiş döneminden sonra Putin ile beraber Rusya’da aradığı ortağı bulan ABD, Rusya ile yakınlaşarak ve bu ülkeyi zengin olmadığı halde zengin ülkeler birliği içine alarak, dünya dengelerini kendi insiyatifi altında götürmeye hazırlandığı gözlemlenmektedir. 
Rusya’da göreve gelen yeni yönetimin de bu durumu kabul etmesiyle beraber, yeni dünya düzenine geçiş sürecinde yeni bir aşamaya geçilmiş ve bekleme dönemi bittikten sonra ABD geleceğe dönük adımlar atmaya başlamıştır. Rusya’yı yeniden kendine partner seçen ABD, Avrupa ve Avrasya politikalarını gözden geçirmiş ve Rusya’yı karşısına almayacak biçimde daha esnek politikalar uygulamaya başlamıştır. Balkanlar, Kafkaslar ve Orta Asya’da karşılıklı olarak sürdürülen rekabet yeni dönemde geride kalmış, işbirliği ve ortak politikalar 
geliştirme girişimleri öne geçmiştir. Bunun en somut örneği Kuzey Kafkasya’da değişen ABD politikası ile açıkça görülmüştür. 

ABD’nin dünya dengelerini gözeterek yeniden Rusya ile işbirliği sürecine girmesi, Türkiye gibi eski müttefiklerini çok zor durumda bırakmıştır. Rusya ile küresel işbirliğine girilirken, Türkiye ile var olan bölgesel işbirliğinin ihmal edilmemesi gerekmektedir. Küresel politikaların, bölgesel oluşumları devre dışı bıraktığı noktada, yeni yeni sorunlar gündeme gelmekte ve dünya konjonktüründe istenmeyen olaylarla mücadele yapılmak zorunda kalınmaktadır. Bu gibi durumları önleyebilmek için Amerikan politikasında süreklilik ve değişimin dengeli biçimde gündeme gelmesi gerekmektedir.10 ABD küresel dengeleri korurken hem kendi iç yapısındaki gelişmeleri hem de dünyanın her 
bölgesinde ortaya çıkan tüm yeni olayları izlemek zorundadır. Aksi takdirde, değişen koşullarda süper güç olarak ayakta kalabilmesi çok zor olacaktır. Kendi iç bünyesinde oluşturacağı yeni bir yapılanma ile, ulusal politikalarını çıkmaza sokan anlamsız lobiler yarışını dengeleyerek işe başlayacak olan ABD, evrensel alanlara daha rahat çıkabilecek ve kendi istediği doğrultuda küreselleşme süreçlerini daha kolay uygulama olanağı bulacaktır. Yakın dönemde dünya barışının ABD’nin süper güç konumunu korumasına bağlı olduğu düşünülürse; ABD’nin kendisini bir an önce toparlayarak dünya barışını tehdit eden gelişmelere karşı daha aktif politikalarla önlemler geliştirmesi gerekmektedir. 

Dünya barışının kalıcılığı, ABD’nin süper güç olarak ayakta kalmasına bağlı olduğu sürece, bütün dünya ülkelerinin ve uluslarının ABD politikaları ile yakından ilgileneceği açıktır. Bu makale de böylesine bir algılamanın ürünü olarak yazılmıştır.11 


DİPNOTLAR;

1 Wallerstein, İmmanuel, Jeopolitik ve Jeokültür, İz yayınları, İstanbul, 1993, s.29.v.d. 
2 Summers, Harry G., The New World Stcategy, s. 40-58, Simon and Schuster New York, 1995. 
3 Schreiber, Jac Servan - Amerika meydan okuyor, İstanbul 1973, Sander Yayınları 
4 Lind, Michael -Üçüncü Amerikan İmparatorluğu, (New York Times) Aktaran, Yeni Şafak, 12.1.1996 
5 ”TİME” Dergisi - Ocak 1999 Kolleksiyonu 
6 ÇULCU, Murat - Marjinal Tarih Tezleri, İstanbul 1995. Erciyes Yayınları 
7 HİCKOK, Michael Robert, Hegemon Rising, The Gap Between Turkish Strategy and Military Modernization, Parameters, Summer 2000, s.105-119 
8 Schlesinger, Arthur M. -The disuniting of America, New York, WW Norton and Co., 1992, s. 35 v.d. 
9 Karamısra, Sami, Türkiye’nin siyasi meseleleri, OSAV Yayını, İstanbul 1994, s. 231 vd. 
10 Kegley Charles, Wittkopf, Eugene - American Foreign Policiy, St. Martin’s Prese, New York 1996, s.1-12 
11 Kagan, Robert, Alicenap Imparatorluk, Foreign Policy, Yaz 1998, İstanbul, s. 22-32. 

ANIL ÇEÇEN / A.B.D. SÜPER GÜÇ OLARAK KALABİLİR Mİ? 


ÖZEL NOTUM; 
MUKAYESE AÇISINDAN..,  DİĞER BİR GÖRÜŞ HABERE YER VEREYİM; Aşagıda ( Taner Çelik )


Amerika Süper Güç olarak kalabilir mi.

11 Şubat 2013 Pazartesi












Samuel Huntington, Joseph Nye gibi siyaset bilimcilerin başını çektiği kamp Amerika'nın süper güç olmaya devam edeceğini ve hiç bir ülkenin Amerika'nın 
Ekonomik, Askeri ve Kültürel gücüyle yarışamayacağını savundu. Soğuk Savaş sonrasını izleyen yirmi yıl Huntington ve Nye'ı haklı çıkardı.

Globalleşme ve kapitalist politik ekonominin entegrasyonu pek çok ülkeyi Amerika'yla ekonomik ilişkiye bağımlı kıldı. Saldırı denizaltısı ve uçak gemisi 
filolarıyla denizde, savaş uçakları ve insansız hava araçlarıyla havada ve nükleer gücüyle ve uzay araştırmalarıyla Amerika askeri alanda da rakipsiz oldu. 
Bilişim teknolojisindeki üstünlüğü, İngilizce'nin dünya dili olması, Hollywood filmlerinin popülerliği, Amerika'nın dünyanın her yerinden göçmen çeken bir 
ülke olması yumuşak güç alanında da Amerika'nın liderliğini kanıtladı. Fakat Amerika'nın süper güç olmasında en az bunlar kadar önemli bir başka unsur 
daha vardı: Dünyanın her bölgesine askeri, politik ve ekonomik olarak angaje olması. 

***
Washington'da yeniden alevlenen savunma bütçesi kesintisi tartışması bana Soğuk Savaş'ın bitiminden itibaren sorulan soruyu yeniden düşündürttü: 
Dünya Amerika'nın süper güç olmadığı bir evreye mi giriyor? Obama yönetimi gelecek on yılda savunma bütçesinde 400 milyar dolarlık kesinti yapacağını 
açıkladı. Bütçe kesintisinin savaş uçaklarının uçuş saatindeki kısıtlamalardan yeni silah alımlarının azaltılmasına pek çok sonucu olacak fakat en önemlisi 
Amerika'nın tüm dünyadaki askeri ve buna bağlı olarak politik varlığının zayıflayacak olması. Amerika Avrupa'daki dört tugaydan ikisini, binlerce personeli, Körfez'deki iki uçak gemisinden birini geri çağırıyor, Almanya'da bulunan dört üssü kapatıyor. Bunlar bütçe kesintisiyle yapılan düzenlemelerden sadece birkaçı. Kesintilerin Amerika'nın tüm dünyadaki askeri angajmanını azaltıyor olması siyasi ve ekonomik varlığını da etkileyecek bir gelişme çünkü Amerika kurduğu askeri ittifaklar karşılığında serbest piyasa ekonomisinin devamına katkı sağlıyor, önemli ticaret yollarının açık kalmasına yardım ediyor ve siyasi nüfuzunu genişletiyor. Mesela Japonya'nın Obama yönetiminin serbest ticaret inisiyatifi olan Trans-Pasifik Ortaklığı ile ilgilenmesinin sebebi Amerika ile askeri bağlarını güçlendirmek istemesi. Güney Kore de benzer sebeple serbest ticaret anlaşması görüşmelerinde Amerika'nın şartlarını kabul etti. Dünya petrolünün dörtte birinin dünya pazarına ulaşmak için geçtiği Hürmüz Boğaz'ı da Amerika'nın körfezdeki askeri varlığıyla mümkün. Askeri varlığı siyasi anlamda da Amerika'nın elini güçlendiren bir faktör.

Soğuk Savaş döneminde Güney Kore ve Taiwan'ın nükleer silah elde etmemesinin sebebi Amerika'nın verdiği askeri destek sözüydü. 

Mısır, Ürdün, Suudi Arabistan gibi ülkelerin Amerika'nın bölgesel politikalarını desteklemesinin altında yatan en önemli neden de askeri ittifak. Amerika hala dünyanın en büyük ekonomisi ve en önemli askeri gücü. Fakat ekonomisi zayıflamış, dünyadan askeri olarak elini eteğini çekmeye hazırlanan, global ve bölgesel sorunların çözümünü müttefiklerine devreden, Irak'ın işgali ve Guantanamo gibi yerlerdeki insan hakları ihlalleriyle ve Arap Baharı'nın getirdiği yeni dinamiklerle yumuşak gücü sarsılmış bir Amerika Çin, Brezilya, Hindistan gibi alternatif güç odaklarının ortaya çıktığı bir Dünyada Süper güç olarak kalmaya devam edebilir mi?


https://www.aksam.com.tr/yazarlar/amerika-super-guc-olarak-kalabilir-mi/haber-168969


***

A.B.D. SÜPER GÜÇ OLARAK KALABİLİR Mİ? BÖLÜM 2

A.B.D. SÜPER GÜÇ OLARAK KALABİLİR Mİ?  BÖLÜM 2












     İkinci Dünya Savaşı’nın son aşamasında, Normandiya çıkartması ile beraber Amerikan askerinin Avrupa kıtasına ayak basmasından sonra ortaya çıkan tabloda, ikinci Amerikan İmparatorluğu kurulmuştur. Avrupa kıtasına ayak basan Amerikan askeri günümüze kadar bir daha bu kıtadan çıkmamıştır. ABD askeri gücü ile ikinci dünya savaşını sona erdirdikten sonra, Avrupa kıtasının doğusunda yer alan Sosyalist Blok’a karşı bir Hür Dünya dayanışması kurmuş ve bunu daha sonra bir askeri örgüt biçimine dönüştürerek, kendi egemenliğindeki NATO Askeri İttifakı ile bütün Avrupa ülkelerini denetimi altına almıştır. 

Nato ittifakı, soğuk savaş yıllarında Avrupa Kıtasının tümü ile ABD’nin denetimine girmesini sağlamış ve bu sayede Amerika Birleşik Devletleri, ikinci imparatorluğunu Avrupa Kıtasında oluşturmuştur. Soğuk savaşın sona 
ermesine kadar devam eden bu yeni düzen sayesinde, ABD tümü ile Avrupa Kıtasına nüfuz etmiş ve Avrupa’nın yönetimini eline almıştır. 

Askeri düzen ile Avrupa’nın büyük ülkelerini kendisine bağlayan ABD, dünya savaşı sonrasında örgütlediği Marshall yardımı ile bu ülkelere ekonomik canlanma getirmiştir. Bu canlanma sayesinde ticaretinin ağırlığını Avrupa’ya kaydıran ABD, kısa zamanda dünyanın ikinci büyük ekonomik gücünü Avrupa kıtasında meydana getirmiştir. Yirminci yüzyılın son çeyreğinde, dünyanın en büyük ekonomik gücü olan ABD’ye karşı durabilecek hiç bir karşı güç yoktu. Dünyanın ikinci büyük ekonomik gücü de Avrupa’daki Amerikan sermayesi idi.3 

Böylece ABD hem askeri hem de ekonomik varlığı ile kendisine bağlı ikinci imparatorluğunu Avrupa kıtası üzerinde kurmuş oluyordu. İşte bu durum,  
Avrupa ülkelerini uyandırıyor ve dünya savaşı ile içine sürüklendikleri Amerikan hegemonyasından kurtulmak üzere, Avrupa Birliği’ne giden yolun temellerini yirminci yüzyılın ortalarında atmaya başlıyorlardı. 

ABD’nin ikili imparatorluğu soğuk savaş yıllarında devam ediyor ve yirminci yüzyılın sonlarına kadar sürüyordu. Sovyetler Birliği’nin dağılması ile beraber, Balkanlar, Orta Doğu, Kafkasya, Karadeniz ve Orta Asya bölgelerindeki sosyalist düzenler yıkılıyor ve ortaya büyük bir otorite boşluğu çıkıyordu. Böyle bir otorite boşluğu alanına ABD’nin ilgisiz kalması düşünülemezdi, çünkü jeopolitik teorilere göre, dünyanın merkezi alanını oluşturan bu bölgelerin başka bir siyasal gücün denetimi altına girmesi, ABD’nin dünya üstünlüğünü tehlikeye sokar ve 
ABD’nin süper güç olmasına son verirdi. Amerika ve Avrupa kıtalarında kendine bağlı iki ayrı imparatorluk oluşturarak dünyanın tek egemen süper gücü düzeyine gelen ABD’nin, dünyanın merkez bölgelerini görmezden gelmesi düşünülemezdi. Nitekim, bu doğrultuda bazı adımlar soğuk savaşın son yıllarında atılmış ve Post-Sovyet dönemi için hazırlık yapılmıştır. Özellikle Türkiye gibi bu bölgelerin merkezinde yeralan bir ülkede gündeme gelen son askeri dönemde, önemli yapısal değişiklikler gerçekleştirilmiş ve bu ülke ABD’nin Avrasya bölgesindeki yeni dönem stratejileri için hazırlanmıştır. Ülkede sola karşı ciddi bir kampanya açılırken, ülkenin geleneksel laik rejimini sarsıntıya uğratacak 
derecede ülke halkının islami kimliği gündeme getirilmiş ve buradan Avrasya bölgesinin müslüman halklarına yönelinmek istenmiştir. 

Sovyetler Birliği sonrasında, dünyanın önde gelen büyük ülkelerinin yoğun siyasal baskıları nedeniyle bir satranç tahtasına dönüşen Avrasya bölgesi, ABD’nin üçüncü imparatorluğu doğrultusunda gündeme gelmiştir. Birinci ve ikinci imparatorluklarını korumak için ABD’nin, dünyanın jeopolitik merkezinde ortaya çıkan otorite boşluğu alanında yeni bir imparatorluk kurması zorunluluğu doğmuştur. İlk iki imparatorluk ile süper güç konumuna gelen ABD, bu statüsünü koruyabilmek için, dünyanın merkez bölgesindeki alanda benzeri bir siyasal yapılanma gereksinmesi duymuştur. New York Times gazetesinde yayınlanan bir makalesinde Amerikalı bir yazar, yeni Amerikan İmparatorluğu’ nun sınırlarının Balkanlar’da başlayacağını ve Orta Doğu ile Kafkasların bu imparatorluğun içeresinde yer alacağına açıkça ilan etmiştir.4 Vietnam savaşındaki Amerikan yenilgisinin ABD’nin Asya bölgelerinde etkili olması gerektiğini vurgulayan yazar, Amerika ve Avrupa kıtalarının güvenliğinin Orta Doğu ve Asya bölgesine bağlı olduğunu ileri sürmüştür. Bu nedenle, batının güvenliği nedeniyle ABD’nin üçüncü imparatorluğunu Avrasya bölgesinde kurmasının gerekli olduğu tartışması böylece ortaya çıkmıştır. Dünyanın büyük ülkeleri olan 

    Rusya, Çin, Hindistan ve Japonya’nın dengelenmesi için de ABD’nin Avrasya bölgesinde kendisine bağlı bir üçüncü imparatorluk kurması gerektiği savunulmuştur. ABD’nin dünyanın süper gücü düzeyine gelmesi, Avrupa’nın eski sömürgeci ülkelerini Nato ile kendisine bağlaması sayesinde mümkün olabilmiştir. Rusya, Çin, Hindistan ve Japonya’nın da benzeri biçimde dengelenebilmesi için Avrasya’da üçüncü Amerikan İmparatorluğu’nun gerekliliği tezi açıkça dile getirilmektedir. 

    Amerikan “Time” dergisi yirmibirinci yüzyılın süper gücü kim olacak başlığını taşıyan sayısında, ABD’ye rakip olabilecek süper gücün ancak Avrasya bölgesinden çıkabileceğini ileri sürmüştür.5 Adı geçen dergiye göre, gelecekte insanlığın gereksinmesi olan tüm enerji kaynakları ve yeraltı zenginlikleri bu bölgede yer almaktadır ve kim bu bölgeye sahip olursa bu zenginlikler ile beraber güçleneceği için dünyanın yeni süper gücü haline gelebilecektir. “Time” dergisine göre, Avrasya bölgesinin merkezinde yer alan üç önemli ülke; gelecekte Avrasya’nın egemen gücü olmağa adaydır. Bu ülkeler de Türkiye, İran ve İsrail’dir. Avrasya bölgesi önderliği için bu üç ülke arasında büyük bir rekabet bulunmaktadır, aradaki yarışı hangi ülke kazanırsa, Avrasya kıtasının süper gücü haline gelecektir. Tam bu aşamada Türkiye ile İran’ı savaştırmağa yönelik senaryoların gündeme gelmesi de bu rekabet düzeninin varolduğunu ve kimler tarafından ne amaçla düzenlendiğini açıkça göstermektedir. Kendi haline bırakılırsa Avrasya’nın bu üç ülkesi, Avrasya kıtasal oluşumu için önderlik ve hegemonya mücadelesi içine gireceklerdir. Ne var ki, bölge dışı güçler ve Asya’nın önde gelen büyük ülkeleri, buna izin vermek istememektedirler. Rusya, Çin, Hindistan gibi ülkeler Avrasya kıtasının yanıbaşında yeralmaktalar ve kendi kontrolleri altında bir Avrasya oluşumu için sahip oldukları büyük güçlerini 
bu alan üzerinde genişleterek kullanmaktadırlar. 

Dünya anakarasının ortasında yeralan Avrasya bölgesinin, Asya’nın büyük ülkelerinin denetimine geçmesi, ya da Avrasya bölgesinde rekabet için de olan güçlü ülkelerin önderliğinde bağımsız bir kıtasal devlete dönüşmesi, Avrupa ile beraber ABD’nin de geleceği açısından önemli güvenlik sorunları çıkartabilecek tir. Bunu farkeden başta Almanya olmak üzere, tüm büyük Avrupa ülkeleri ile beraber Avrupa Birliğide kendi çıkarları doğrultusunda bir Avrasya politikasını gündeme getirmişlerdir. Avrasya bölgesinde meydana gelebilecek bir Asya ülkesi egemenliği ya da bağımsız bir büyük siyasal oluşum, tüm Batıyı tehdit edebileceği gibi, bu bölgenin Almanya ya da Avrupa’nın hegemonyası 
altına sürüklenmesi de, ABD’yi tehdit edebilecek ve ABD’nin Avrupa’daki ikinci imparatorluğuna son verecektir. İkinci imparatorluğunu koruyamayan ABD ise, Avrasya bölgesinde üçüncü bir imparatorluk hiç bir zaman kuramayacak ve bu durumda da Avrasya bölgesini kontrol altında tutamayan ABD’nin süper güç olarak hegemonyasını sürdürmesi artık mümkün olamayacaktır. Jeopolitik teorilere göre Avrasya’ya egemen olanın dünyaya egemen olabileceği görüşü, ABD’nin süper güç konumunu koruması açısından son derece önem 
taşımaktadır. 

ABD, ilk iki imparatorluğunu koruyabilmek için, yeni dünya koşullarında Avrasya’da da bir üçüncü imparatorluk kurmak zorundadır. Bunu kurabilirse, süper güç olarak kendisinin merkezde yer aldığı bir yeni dünya düzeni kurabilir, kuramazsa o zaman Avrasya’ya egemen olacak güç, yeni süper güç olarak ABD’nin bugünkü konumuna gelebilir. Günümüz koşullarında ABD dış politikası bu duruma öncelik vermektedir, ve Avrasya bölgesinde Post-sovyet dönemde yeni bir büyük siyasal otoritenin öne geçmesini önlemeğe çalışmaktadır. 

Balkanlar’dan başlayarak, Karadeniz, Kafkaslar, Orta Doğu ve Orta Asya bölgelerindeki tüm siyasal gelişmelerde ABD’nin sürekli olarak öne çıkması ve başa güreşmesi, ABD’nin süper güç konumunu koruyabilmek için zorunlu olduğu, üçüncü imparatorluk alanında hegemonya kurma ve başka bir hegemon gücün bu bölgede ortaya çıkmasını önleyebilme çabasının yansımalarıdır. 

ABD’nin Avrasya politikasının, Osmanlı İmparatorluğu alanını merkez alan bir yaklaşımı gündeme getirdiği görülmektedir. ABD bir anlamda, İstanbul’un merkez olduğu Ankara’nın ikinci plana itildiği yeni bir Osmanlı hinterlandı yapılanması istemektedir. Ne var ki, ABD’nin bu yaklaşımı Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılmaya başladığı ondokuzuncu yüzyılın ortalarında dünyanın egemeni olan İngiliz İmparatorluğu’nun geliştirdiği eski bir plana dayanmaktadır. Bu da, dörtlü konfederasyon planıdır. Anglosakson bakış açısı ile hazırlanmış olan Benjamin Disraelli planına göre, Osmanlının yıkılmasından sonra bu bölgede yeni bir Türk ya da İslam İmpataroluğu’na izin verilmeyecek, 
Almanya ya da Rusya’nın Osmanlı topraklarına girmesine karşı çıkılacak ve İngiliz İmparatorluğu’na bağlı bir biçimde, yani İngiliz mandası altında dörtlü bir konfederasyon kurulacaktır. İngiltere’nin dünya egemeni olduğu dönemde hazırlanan Osmanlının yerini alacak yeni siyasal yapı planının, olduğu gibi daha sonra onun yerini alan ABD tarafından benimsendiği görülmektedir. Dünyadaki Anglosakson egemenliği İngiliz İmparatorluğunun çöküşünden sonra ABD’ye geçmiş ve Amerika Birleşik Devletleri bir Anggosakson güç olarak İngiliz İmparatorluğu’nun hegemonyasını sürdürmüştür. Birçok eski İngiliz sömürgesi ABD egemenliğine geçerken, Anglosakson dünya egemenliği planları da ABD’ye devredilmiştir. Günümüzde İngiltere’nin yerini alan ABD aynı planları ya da benzeri projeleri sürdürerek dünyayı yönetmeye çalışmaktadır. Bu doğrultuda, eski Osmanlı imparatorluğu alanındaki Balkan, Kafkas, Orta Doğu ve Anadolu’da oluşturulacak federasyonların daha sonra bir Yakın Doğu Konfederasyonu olarak biraraya getirilmeleri planlanmaktadır. Anadolu’da yeniden Sevr haritaları bu yüzden gündeme gelmiştir. 

    Sosyalist Sistemin geri çekilmesinden sonra Balkanlardaki büyük güç olan Yugoslavya yıkılmıştır. Balkanlar kendi haline bırakılırsa giderek Almanya ya da Avrupa egemenliğine girmektedir. Orta Doğu ve Kafkaslar ile beraber Orta Asya’da büyük bir hegemonya çekişmesi vardır. Bütün bunların önlenebilmesi için, ABD Türkiye’yi merkezi alan olarak ele alan ama Türkiye’nin siyasal yapısını da tıpkı Disraelli planında ya da Sevr planında olduğu gibi değiştiren bir yapılanmayı dolaylı olarak gündeme getirmektedir. Kurulacak olan dörtlü konfederasyonda Balkan ülkeleri, Kafkas ülkeleri ve Orta Doğu ülkeleri ayrı federasyonlar halinde yer alacaktır. Ama bugün Türkiye’nin yer aldığı 
Anadolu’nun bir bütün olarak değil, Sevr haritasında olduğu gibi eyaletlere bölünen ve daha sonra federasyona dönüşen bir yapıda yeralması düşünülmektedir. ABD’nin üçüncü imparatorluğu dörtlü konfederasyon olarak bir Yakın Doğu devleti biçiminde gündeme gelirken; Türkiye, Suriye, İran ve Irak gibi devletlerin üniter yapıdan çıkarak eyaletlerden oluşan federatif yapılara dönüşmesini de beraberinde getirmektedir. İşte bu nedenle, yeni dünya düzeni isteyen ABD; Avrasya’da üçüncü imparatorluğunu kurarken, Avrasya’nın çeşitli bölgelerinde yeni sorunlarla karşı karşıya kalmaktadır. Kendi jeopolitik stratejisi doğrultusunda, sıcak sorunlara yaklaşan ABD, bölgede egemen olmak isteyen İsrail, Almanya, ve Rusya gibi diğer güçlerin politikaları ile karşı karşıya kalmakta bazen de Türkiye gibi yakın müttefikleri ile politik sürtüşme süreçlerine sürüklenmektedir. ABD’nin, kendine bağlı bir üçüncü imparatorluk oluşturma stratejisi, İngiltere’nin eski dörtlü konfederasyon tezi ile beraber Orta Asya Türk Cumhuriyetleri’ni de biraraya getirmeyi öngörmekte, bütün bu bölgeleri 
bir alt örgütlenme merkezi olarak kendine bağlı bir alt merkez olarak İstanbul’dan yönetmeyi hedeflemektedir.7 

ABD’nin Avrasya stratejisi, bölge dışı ülkelerin bu bölgeye egemen olmalarını önlemeyi hedeflediği kadar, bölge ülkelerinin önderliğinde kendisinden bağımsız bir siyasal yapının ortaya çıkmasını da engellemeye dayanmaktadır. Bunu sağlamak için bölgenin liderliğine aday olan Türkiye ve İran gibi ülkelerin bölünmesi, zaman içinde ABD açısından kabul edilebilir. ABD’nin Avrasya’da üçüncü bir imparatorluk ile dünya hegemonyasını sürdürme stratejisi, Türkiye’nin bölgedeki oluşum ile ilgili ulusal stratejisi ile çelişmektedir. Ulusal birlik ve bütünlüğünü koruyarak, Avrasya’nın yeniden yapılanmasında Kemalist bir model olarak ayakta kalmak isteyen Türkiye modeli, ABD’nin Avrasya 
İmparatorluğu stratejisi içinde eriyip gitmektedir. ABD; üçüncü imparatorluk oluşumu için kendisinin kumandasında çok modern bir askeri yapılanmayı bu bölgede gündeme getirmek istemektedir. Bu yaklaşım da Nato üyesi olan Türkiye’nin ulusal stratejisi ile açıkça çelişmektedir.6 Türkiye’yi merkez alan yeni bir strateji ile Avrasya’ya bakan ABD; Balkanlar, Kafkaslar, Orta Doğu ve Orta Asya gibi bölgelerin savunmasını merkezi bölgeden yaparken, uluslararası nitelikte bir profesyonel ordu istemektedir. Bu da Türkiye Cumhuriyetinin ulusal devlet yapısının dayandığı ulusal ordu yapılanması ile çelişmektedir. Türk ordusu ulusal kaldığı sürece Türkiye Cumhuriyeti de ulusal devlet olarak varlığını koruyabilecektir. Türk Ordusunun ulusal yapıdan uzaklaşması, beraberinde yeni bir bölge ordusuna giden profesyonelleşme sürecini getirecektir. NATO çerçevesinde gündeme getirilecek profesyonel ordu, ABD’nin istediği yönde bölge savunmasına yönelirken, ulusal sınırların ötesine taşacak ve yeni bir bölge devletine giden yolda bölgenin jandarması konumuna gelebilecektir. Türkiye Cumhuriyeti ABD’nin müttefiki olmasına rağmen, böylesine bir yeni yapılanma, Türkiye’nin siyasal yapısını zorlayacağı için iki ülke arasında bazı sorunların 
çıkması kaçınılmazdır. ABD, kendi egemenliğini sürdürmek için yeni bir imparatorluk örgütlenmesine girdiği Avrasya bölgesinde, müttefikleri 
ile ters düşerek değil ama karşılıklı konuşarak, asgari ortak politikalar belirleyerek hareket ederse daha gerçekçi bir yapılanma gündeme gelebilir. ABD’nin Türkiye gibi yakın müttefikleri ile anlaşma ve dayanışma içerisinde gündeme getireceği bir Avrasya yapılanması daha gerçekçi olacak ve dünya dengelerini fazla sarsmayacaktır. 

ABD’nin Amerika ve Avrupa Kıtalarından sonra Avrasya Kıtasındaki üçüncü impatorluğu, varolan çoklu dengelerde büyük gerginliklere yol açmadan gerçekleşebilirse o zaman dünyanın ortasında; Balkanlar, Karadeniz, Kafkaslar Orta Doğu ve Orta Asya gibi beş önemli bölgeyi içine alan bir büyük bölge devleti konfederasyon biçiminde gerçekleşebilir. ABD, burada kendi merkezli bir politika yerine bölgede yer alan müttefikleri ile işbirliği yaparak daha hızlı ve fazla yol alabilir. Kendisinin süper güç olarak ayakta kalabilmesi için, bir üçüncü imparatorluğa gereksinme duyan ABD, bu imparatorluğun kurulacağı büyük alandaki nüfus çoğunluğunun Türk ve müslüman asıllı insanlardan geldiğini ve bunların gerçek merkezlerinin de Türkiye Cumhuriyeti olduğunu dikkate almak durumundadır. Bu durumu dikkate almayan ya da bu doğrultuda Atatürk’ün Türkiye’sini kendisine ortak almayan bir ABD’nin, Türkiye’ye rağmen bir Avrasya yapılanmasını gerçekleştirebilmesi son derece zor görünmektedir. Zira kendisinden binlerce kilometre ötede bulunan bir alanda, yeni bir siyasal yapılanmaya gidebilmek için güçlü bir merkezin oluşturulması gerekmektedir. Bu çerçevede, Atatürk’ün Cumhuriyetinin yaşamını sürdürdüğü bir Türkiye 
devletinde, ülkenin ulusal çıkarlarına ters düşen ya da bağdaşmayan bir yeni bir siyasal yapılanmayı gerçekleştirmek düşünülemez. Bunu Türkiye’yi karşısına alan ABD gibi bir süper güç bile gerçekleştiremez. 

3 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,

***

ABD SÜPER GÜÇ OLARAK KALABİLİR Mİ ? BÖLÜM 1

ABD SÜPER GÜÇ OLARAK KALABİLİR Mİ ?  BÖLÜM 1


Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN* 
AVRASYA DOSYASI 
* ASAM Yönetim Kurulu Üyesi 












  Yirminci yüzyılın ortaya çıkardığı dünyanın süper dev ülkesi Amerika Birleşik Devletleri, yirmibirinci yüzyılda ayakta kalabilecek mi? 
Yeni bir yüzyıla girilen bu aşamada dünyanın en büyük süper devleti konumunu koruyabilecek mi? Yeni dünya düzeni süreci içerisinde bambaşka bir yapıya mı sahip olacak? 

Dünya tarihinin ortaya koyduğu gerçekler doğrultusunda bu sorular ele alındığında başka başka senaryolar gündeme gelebilmektedir. 

Tarih biliminin verilerine göre, hiç bir siyasal konum sonsuza kadar devam etmemekte, beklenen ya da beklenmeyen değişimler ile sürekli olarak yeni 
yeni durumlar gündeme gelebilmektedir. Bilimin en büyük kurallarından birisi olan değişim yasası, tarihte olduğu kadar siyasal bilim alanında da geçerliliğe sahip bulunmaktadır. Dünyada değişmeyen tek şeyin değişim yasası olduğu benimsenirse, değişimin genel doğruları dünyanın siyasal sahnesini de belirli doğrultularda değişime zorlayacaktır. 

İnsanlık tarihinin her döneminde değişim süreci yepyeni konumlar ve durumlar ortaya çıkardığına göre, soğuk savaş sonrası dönemde de hızlanan değişim sürecinin başka başka siyasal dengeler yaratacağı açıktır. 

Wallerstein, bu konularla ilgili bir bilim adamı olarak, jeopolitik bir değerlendirme yaptığı kitabında, Amerika Birleşik Devletleri’nin bugünkü konumunu ele almakta, bunun günümüzün değişim süreci çerçevesinde kalıcı olabilmesinin mümkün olamayacağını belirtmekte ve ortaya çıkacak yeni gelişmelere göre, Amerika Birleşik Devletleri’nin süper devlet durumunun değişebileceğini öne sürmektedir. Tarihin çeşitli dönemlerinde ya tek bir hegemon güç olmuş ve o dönem bu gücün etrafındaki gelişmelere göre biçimlenmiştir, ya da birden fazla 
birbirine benzer güç merkezi olmuş ve bunlar arasındaki çekişme ve rekabet tarihsel olayların belirlenmesinde etkin olmuştur. Ya tek hegemon güç çeşitli olaylara rağmen üstünlüğünü korumuş ve konumunu sürdürebilmiştir. Ya da yeni ortaya çıkan güç merkezleri, hızla gelişerek eski hegemon gücün üstünlüğüne son vererek kendilerinin merkezde yer aldığı yeni bir dünya düzeni kurmuşlardır. 
Eski hegemon güç gelişmelere rağmen üstünlüğünü koruyabilmişse, yeni dönemde daha üstün ve otoriter bir politika izlemiştir. Üstünlüğünü koruyamamışsa, o zaman yeni hegemon gücün baskısı ile bölünme ve parçalanma noktasına sürüklenmekten kendisini kurtaramamıştır. Yeni hegemon güç, kendisinden daha etkin bir güç istemediği için, eski hegemon gücü ortadan kaldırana kadar bölme ve parçalama sürecine itmekte, kısacası yeni hegemon güç adayının kendisini kabul ettirmesine kadar, eski ve yeni güçler arasında tam bir çatışma ve çatışma dönemi yaşanmaktadır. 

Bu gibi çatışma dönemleri, tarihin toplumsal ve siyasal dinamiği olarak değişime ve gelişime yol açmışlardır. 

Dünya, yirminci yüzyılın hegemon gücü olan ABD’nin öncülüğünde yeni bir yüzyıla, hatta daha da ileri bakılırsa yeni bir binyıla doğru girerken, Amerika Birleşik Devletleri; tüm eski hegemon güçler gibi tarihin değişim tekerleğinin tehdidi altındadır. Ya tarih bilimi kuralları işleyecek ve eski hegemon güç tarihin tozlu sayfalarına doğru yuvarlanacak, ya da değişen koşullarda ABD, değişim sürecini avucunun içine alarak değişimi kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirecektir. Hızlanan değişim süreci, olduğu yerde kalan bir ABD’yi geri plana itebilir ama değişimi kavrayan ve giderek yönlendirmeğe başlayan ABD dünyanın tek hegemon gücü olarak ayakta kalabilir. Eski koşullar hızla 
değiştiğine göre, ABD’nin istemediği yeni koşullar yerine, ABD’nin istediği yeni koşulların gündeme gelmesi Amerika’nın çıkarlarına uygun olacaktır. Amerika Birleşik Devletleri, kendisinin gelecekte dünyanın tek egemeni ve merkezi gücü olarak ayakta kalabileceği ve giderek bir dünya devleti konumuna gelebileceği bir yeni dünya düzenini bu nedenle gündeme getirmekte ve iki kutuplu dünyanın sona ermesi ile beraber kendisinin merkezinde yer aldığı tek merkezli bir yeni dünya düzenine yönelmektedir. Bu doğrultuda, ikinci dünya savaşı sonrası 
yıllarda kendisine bağlı olarak oluşturduğu dünya ekonomik sisteminden de yararlanmakta ve Dünya Bankası ile beraber Uluslararası Para Fonu’nu da kendi oluşturmak istediği yeni dünya düzeninin kurucu örgütleri olarak piyasaya sürmektedir. Bu iki uluslararası kuruluş ABD’ye bağlı olarak ve onun güdümünde yeni bir dünya düzeninin oluşturulmasında etkin olmakta ve dünya ekonomik düzeni çerçevesinde tüm ülkeler yeni dünya düzenine doğru yönlendirilmektedir. Bu süreç içinde tüm dünya ülkelerinin eşit olacak temsil edildiği Birleşmiş Milletler kuruluşu devre dışına itilmektedir. 




Değişim süreci içerisinde konuya bakılırsa, yeni yüzyılda ya yeni bir hegemon güç olacaktır, ya ABD eski konumunu koruyacaktır, ya da tarihin dinamikleri başka koşulları gündeme getirecektir. Bu üç ihtimalden hangisinin ağırlık kazanacağına ABD’nin tutumu belirleyici olacaktır. ABD kendisini yenileyemezse, eski uygarlıklar gibi çöküp gidecektir ama kendisini yenileyerek değişimi yönlendirirse, kendi çıkarlarına uygun bir yeni dünya düzenini kurabilecektir. Postsovyet dönemde, ABD’nin böylesine bir atılıma kalkıştığı görülmekte ve 
dünyanın eski düzeni hızla çökertilirken, diğer yandan da yeni bir dünya düzeni oluşturulmaktadır. Yeni bir dünya düzeni kurulabilmesi için eski düzenin ortadan kalkması gerektiğinden, öncelik yıkıcılığa verilmektedir. Eski dünya düzeni ile beraber bunun içinde yer alan eski ulus devlet düzenlerinin çözülmesine giden yol açılmakta ve uluslararası sistem aracılığı ile bu yöntem hızlandırılarak kısa dönemde sonuç alınmağa çalışılmaktadır. Bu aşamada, ABD hem kendi hegemonyası için, hem de bu doğrultuda bir yeni dünya düzeninin oluşturulabilmesi için çaba sarfetmektedir.1 

Yeni bir yüzyıla dünyanın en büyük hegemon gücü olarak giren ABD, bu durumunu koruyarak yeni bir dünyayı konumunu pekiştirecek biçimde planladığı aşamada, geleceğe dönük tüm politikasını ve diplomasisini bu amaç doğrultusunda örgütlemektedir. Bu doğrultuda ABD’nin üç amacı bulunmaktadır. Birinci amacı, kendi merkezi hegemon konumunu korumaktır. İkinci amacı, buna uygun bir yeni dünya düzeni oluşturmaktır. Üçüncü hedefi ise, bu iki amacı önleyebilecek bir başka bir yeni hegemon gücün ortaya çıkışını önlemektir. Dünya tarihinin ortaya koyduğu gibi rakip bir hegemon güç ya da adayı ortaya çıkarsa ABD merkezli bir yeni dünya düzeni planı zorlanacağı için, kendi çıkarları doğrultusunda ABD böyle bir oluşuma izin vermemekte, böyle bir role soyunan herhangi bir dünya ülkesini yakın takibe alarak, onun böylesine bir sürece girmesini engellemektedir. Kendisini ABD’nin yerine dünyanın gelecekteki hegemon gücü olarak görebilecek tüm ülkelere karşı, ABD özel yöntemler geliştirmekte ve bu adayların içinden hiçbirisinin öne çıkmasına izin vermeyen dengeleyici bir yol izlemektedir. 

ABD’nin, bugün için tek süper güç olarak ayakta kalabilmesi için birbirini dengeleyecek çoklu bir dengeye gereksinme vardır. Eskisi gibi iki kutuplu bir dünya düzeni ABD’nin üstün konumunu yitirmesine neden olabilir, hiç beklenmedik biçimde karşı kutbun merkezi olan ülke öne çıkabilir ya da dünya dengelerini kendi çıkarına değiştirebilir. 

Böylesine riskli bir durumu önleyebilmek için birbirine eşit düzeyde birkaç ülkenin devrede olması ve bunlar arasında bir rekabet düzeninin oluşması, bu düzenin ABD’nin hakemliğinde sürmesi gerekmektedir. ABD süper güç olarak ayakta kalırken, kendisinden geride yer alan beş altı ülkenin birbirine eşit bir düzeyde rekabet içinde bulunması, bu adaylardan herhangi birisinin öne çıkmasına izin vermeyecektir. Bu ülkeler birbirleriyle rekabet ederken, ABD süper güç olarak bunları izleyecek, yönlendirecek, gerekirse müdahale edecektir. Böylece bu gibi büyük güç olmaya aday ülkelerden herhangi bir tehdidin kendisine yönelmesine izin vermeyecektir. 



ABD merkezli tek bir dünya düzenine yönelen süreç içerisinde ikili değil ama çoklu bir denge ABD açısından yararlı görülmektedir. Bu durumda eski büyük ülkelerin yavaş yavaş dünyanın gündeminde daha etkin olmalarına izin verilirken, yeni yeni bazı büyük ülkelerin ya da siyasal yapıların oluşarak çoklu denge düzenine girmeleri gerekmektedir. Bu hedef doğrultusunda bazı bölgesel oluşumlar ele alınmakta ve yönlendirilmektedir. Otorite boşluğu bulunan bazı önemli jeopolitik bölgelerde ABD’ye bağımlı olabilecek biçimde yeni otorite düzenlerinin oluşumuna ağırlık verilmekte, böylesine boşluklardan diğer büyük ülkelerin yararlanarak istenmedik biçimde büyümelerine gidebilecek yolların önü kesilmeğe çalışılmaktadır. ABD’nin süper güç olarak ayakta kalabileceği bir süreç ancak, diğer büyük devletlerin büyüme trendlerinin izlenmesi ve bu gibi süreçlerin kontrol edilmesi ile mümkün olabilecektir. 


ABD stratejsi; tek süper güç olarak ayakta kalmak olduğu için, bunu tehdit edebilecek tüm gelişmelere karşı çıkmak öncelikli politika olarak gündeme gelmektedir. Büyük ülkeler ya da büyümekte olan ülkelerden herhangi birisinin öne çıkması durumunda, ABD politikasının bu öne çıkan ülkeyi diğer ülkelerin desteklenerek dengelenmesine çalışmak biçiminde yoğunlaştığı görülmektedir. Tek bir süper gücün önderliğinde yol alan yeni dünya düzeni çoklu bir dengeye oturacak ve yine böylesine bir çoklu denge içerisinde gelişimini sürdürecektir. Çoklu dengeyi herhangi bir büyük ülke hırs ve ihtirasa kapılarak bozmak isteyince, süper güç ABD diğer büyük ülkeleri ya da öne çıkmak isteyen ülkenin 
yanıbaşındaki önemli ülkeleri oyunbozana karşı kullanacaktır. Çoklu dengenin büyük ya da güçlü ülkeleri; dengeyi bozarak ABD’nin süper önderliğine karşı çıkmağa çalışırlarsa, ABD’nin diğer büyük ve güçlü ülkelerle ortak hareket etmesi kendiliğinden gündeme gelmekte ve herhangi bir politik ya da diplomatik yoldan ABD bu ülkeyi cezalandırmaktadır. 

Doğaldır ki, ABD’nin süper güç konumunu koruyan bu çoklu denge düzeninden bazı büyük ülkeler ciddi boyutlarda rahatsız olmaktadırlar. 

   Özellikle iki kutuplu dünyanın ikinci süper gücü konumundaki Rusya Federasyonu eski düzenin alışkanlıkları ile zaman zaman ABD’ye karşı kendisini kutup merkezi olarak görmekte ve bu doğrultuda bazı girişimlerde bulunmakta ama eskisi gibi etkili olamayınca, Asya’nın büyük devletleri ile birlikte ABD’ye karşı çıkmakta, ya da batı blokuna karşı çeşitli dayanışma antlaşmaları imzalamaktadır. Rusya’nın Çin, Hindistan ve Japonya gibi Asya kıtasının önde gelen büyük ülkeleri ile yakınlaşma ve dayanışma amaçlı imzaladığı antlaşmalar, ABD’nin çoklu denge düzenini ciddi boyutlarda zorlayan girişimler olarak ortaya çıkmıştır. 

ABD merkezli bir yeni dünya düzeni kurulması sürecinde, ulus devletlerin öncelikle ortadan kalkması hedeflendiği için, yerel yönetimlerin ve kıtasal oluşumların dolaylı biçimlerde desteklendiği görülmektedir. İnsanlar kırsal kesimlerden kentlere doğru göçe yönlendirilirken, geleceğin devlet yapılanmaları olarak kentler gündeme gelmekte ve giderek yerel yönetim politikaları ile kentlerin devletlere dönüşmeleri desteklenmektedir. Kentlerin bağımsız devletleşme yönünde gelişmesi, ABD’nin kendisinin merkezinde yeraldığı yeni dünya düzeni modeline uygundur. Ne var ki, kentlerin devletleşmesi ile ulus devletler parçalanırken, daha büyük yapılanmalar olarak, bölge ya da kıta devletleri bir üst siyasal yapılanma olarak devreye girmektedir. Yeni dünya düzenine giden yolda ulus devletler alt düzeyde kentlerin devletleşmeleri ile, üst düzeyde de bölgesel ya da kıtasal üst devletleşme olguları ile aşılmaktadır. Gelecekte ABD kontrolünde bir dünya devletinin oluşumu açısından zorunlu görünen bu durumda; kendi bölgesinde ya da kıtasında iddialı bir büyük devletin ortaya çıkması ve bu tür üst siyasal oluşumları kendisinin merkezinde yer aldığı daha büyük bir süper devlet oluşumu için kullanması durumunda, gene ABD 
merkezli dünya federasyonu planı yatmaktadır. Bunu istemeyen ABD, ulus devletlerin aşılmasını sağlayan yerelleşmeye öncelik vererek, bölgeselleşme ya da kıta devleti oluşumlarında başı çekebilecek ya da kendi bölgesinde patronluk ileri sürerek, ABD’ye karşı çıkabilecek bir ikinci süper güç oluşumuna öncelik verebilecek durumların önüne geçebilme doğrultusunda adım atmaktadır. Eğer bir büyük devlet ya da güçlü bir devlet, kendisinin merkezinde yer aldığı bir kıtasallaşma ya da bölgeselleşme sürecini gündeme getirirse, bu ABD’nin süper güç konumunu koruyabilmesi açısından büyük güçlükler çıkartabilecektir. Yerel kimliklere öncelik verilmesiyle canlılık kazanabilecek yerelleşme eğilimleri, büyük ve güçlü devletlerin parçalanma tehlikelerini beraberinde gündeme getireceği için, kendi bölgesinde liderliğe ya da patronluğa soyunabilecek büyük ulus devletleri iç karışıklıklara sürükleyecek, kendi iç bünyesinde yerel alt kimliklerin talepleri ile uğraşmak zorunda kalan bu tür devletler, iç sorunlarla uğraşmaktan kendi çervelerinde güçlü bir dış politika uygulama şansına sahip olamayacaklardır. 

   ABD’nin Süper Güç konumunda bulunduğu çoklu dengeyi, bölgesel ya da kıtasal güç merkezi olarak sarsmaya yönelebilecek büyük ve güçlü ülkeler; küreselleşme sürecinin moda eğilimleri olan dinsel, etnik ve kültürel kimlik arayışları, bölünme tehdidi içine sürüklenmektedirler. Bu gibi ülkeler kendi bütünlüklerini korumaya öncelik verdikleri aşamada, dışa dönük güçlü politikalar geliştirememekteler ve böylece ABD’yi aşma ya da tehdit etme hevesleri kursaklarında kalmaktadır. Sovyetler Birliği’nin çözülmesi ile beraber, büyük bir değişim sürecine giren dünya platformunda ortaya çıkan boşluk alanları birçok ülkenin tarihsel heveslerini gündeme getirmiş, ne var ki, her ülke kendi içinde 
barındırdığı etnik ve dinsel sorunların dış provakasyon ile sıcak bir ortama kavuşması nedeniyle bu heveslerini gerçekleştirecek ulusal politikaları gündeme getirememiştir. ABD’nin öncülüğünde ve merkez güç potansiyelinde düzenlenmiş olan yeni dünya düzenine geçiş aşamasında, ABD’nin ve dünya ekonomik sisteminin istemediği hiç bir oluşum gündeme gelememiştir. Söz dinlemeyen ülkeler ya dış baskılarla, ya ekonomik reçetelerle, ya da içi sorunlar çıkartılarak hizaya getirilmeye çalışılmış ve tek merkezli dünyanın dışına çıkabilecek, kendi başına buyruk hiç bir bölgesel oluşuma izin verilmemiştir. 
Böylece; ABD üstünlüğünde bir geçiş aşaması gerçekleştirilmiş, uluslararası ekonomik sistem ile kuruluşlar bu amacın gerçekleştirilmesi için belirli bir plan dahilinde kullanılmışlardır. Bir anlamda, ABD öncülüğünde fiilen oluşmuş olan dünya devleti yapılanması, iki kutuplu düzenin çöküşü sonrasındaki tüm gelişmeleri ABD merkezli tek kutup etrafında biçimlendirmeye ve yönlendirmeye çalışmıştır. Gözle görülmeyen bir dünya devleti varlığı ABD merkezli ve destekli politikalarla bütün dünya devletlerine anlatılmıştır. Bu gerçeği görmek istemeyenlerin karşılarına ise bir çok siyasal yaptırım çıkarılarak, ulusal devletlerin güçleri kırılmıştır. ABD’nin süper gücü çeşitli girişimlerle bu 
oluşumları sağlayarak kendisinin varlığını devam ettirebilmiştir. Bu aşamada, Amerikan tarzı bir savaş gündeme getirilmiştir.2 

      Yirminci yüzyıl Avrupa merkezli dünyanın sona erdiği ve Amerika merkezli bir dünyanın ortaya çıktığı dönem olmuştur. Amerika Birleşik Devletleri’nin ortaya çıkışı iki yüzyıllık bir tarihe dayanmaktadır. Avrupa ülkelerinden giden göçmenlerin kurduğu eyaletler daha sonra bir bağımsızlık savaşından sonra federal devlete dönüşünce, Amerika Birleşik Devletleri onsekizinci yüzyılda kurulmuştur. Ondokuzuncu yüzyılda, bu devlet kendi bölgesindeki oluşumlara sahip çıkmış ve yeni kurulan eyaletlerle beraber batıya doğru genişlemiştir. Yirminci yüzyılın başlarına gelindiğinde, Amerika Birleşik Devletleri, birinci Amerikan İmparatorluğu’nu kurmakla meşguldür. Özellikle Avrupalı sömürgecileri Amerika kıtasında kovarak “Amerika Amerikalılarındır” sloganını gerçekleştirmeğe çalışına Monreo doktrini sayesinde, Amerika Birleşik 
Devletleri yirminci yüzyılın başlarında Amerika kıtası üzerindeki ve bu kıtayı çevreleyen okyanuslardaki egemenliğini pekiştirmeye çalışan bir politikaya öncelik vermiştir. Bu açıdan ABD’nin Amerika kıtasındaki hegemonyası birinci Amerikan İmparatorluğu olarak adlandırılmaktadır. 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

16 Aralık 2017 Cumartesi

Emperyalistler-Arası İlişkiler: Çatışma mı? Paylaşım mı? BÖLÜM 3

Emperyalistler-Arası İlişkiler: 
Çatışma mı?  Paylaşım mı?  BÖLÜM 3


ORTADOĞU

Emperyalistler arası mücadele deyince akla ilk gelen bölgelerden birisi herhalde Ortadoğu’dur. Zengin petrol kaynakları nedeniyle 1900’lerin başından beri Ortadoğu emperyalizmin hakim olmaya çalıştığı bir bölge olmuştur. İkinci Dünya savaşı’nın başına kadar doğuda İngiltere, Batıda ise Fransa Ortadoğuya hakim olmuştur. Ancak İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yeniden kurulan dünyada ABD, adım adım bölgeye hakim olmuştur. Bölgede Nasır, ve Baas rejimleri gibi bağımsızlıkçı rejimlere karşın ABD emirlikler ve Suudi Arabistan gibi ülkelerle tutunmaya çalışmış, Ortadoğu petrollerinin bu şekilde hakimi olmuştur. Bir yandan da İsrail vasıtasıyla bölgede önemli ve güçlü bir müttefik edinmiş, bu ülkeyi kendisi ayakta tutarak adeta bir askeri üs gibi kullanmıştır.


İsrail’in ABD açısından önemi bir askeri üs olmanın da ötesinde Arap birliğini baştan baltalayacak bir dışsal unsur olmasıdır. İsrail’in olduğu bir Ortadoğu, hiçbir şekilde bütünlüğe ve birliğe kavuşamaz. Ancak İsrail’in olmadığı bir Ortadoğuda Arapların birleşip bütünleşmesi de kolay olacaktır. Bilindiği gibi hiçbir konuda anlaşamayan Arap ülkeleri, bir tek İsrail karşıtlığında bir araya gelebilmektedir. ABD bunun bilincinde olarak İsrail’in ayakta durması için elinden geleni yapmaktadır.


1973 Petrol Krizi’nden sonra ABD’nin öğrendiği şey tamamen kendisinin yönetmediği bir Arap ülkesine sonuna kadar güvenilemeyeceğidir. ABD’nin 19737ten sonraki stratejisi, enerji kaynağı olarak Ortadoğuya bağımlı kalmama ve bölgedeki iktidarlarla uzlaşmak yerine kendi işbirlikçi rejimlerini bizzat kendisinin iktidara getirmek olmuştur.


ABD, 73’ten sonra Norveç Denizi ve Meksika Körfezi gibi alternatif petrol yataklarına yönelmiş. Ortadoğuya bağımlılığını azaltmıştır. Ancak, 90’lardan sonra Saddam Hüseyin’in ABD’ye kafa tutması ve Arap Birliği düşüncesini yeniden ortaya çıkarmasıyla birlikte, ABD, Irak’tan başlayan yeni bir Ortadoğu operasyonunun düğmesine de basmıştır. 11 Eylül’de mazlumların ABD’ye kafa tutması da bu operasyonun tetikleyicilerinden olmuştur. 11 Eylül benzeri bir eylemin bu sefer Irak gibi güçlü bir ordu ve potansiyele sahip bir ülke tarafından gerçekleştirilmesi korkusuna kapılan ABD, öncelikli davranıp kendisine kafa tuitan rejimleri ortadan kaldırma yoluna girişmiştir.


Irak operasyonunda Saddam gibi Amerikan aleyhtarlığıyla tanınmış ve tüm Ortadoğuda Amerikan karşıtı bir hava estirmeye çalışan bir lideri deviren ABD, Irak’ın kuzeyinde kurmaya çalıştığı Kürt Devletiyle stratejik bir konum elde etmiştir. Kürt Devletiyle birlikte ABD bölgede önemli bir üs edinmiş bulunmaktadır. Kürt Devleti sayesinde, ABD bu devletin batısında Suriye, doğusunda Afganistan, Pakistan ve İran, güneyinde Irak ve Kuveyt, kuzeyinde ise Türkiye ve Kafkaslar’da etkin olacaktır. Gürcistan’da hakim olan ABD, İsrail ile Gürcistan arasında Kürdistan vasıtasıyla bir etkinlik kurmuş olacak, İsrail-Kürdistan-Gürcistan seddiyle Türkiye’yi Orta Asya’dan, Orta Asya’yı Avrupa’dan, İran’ı da Avrupa’dan ayıracak bir set kurmuş olacaktır.


ABD’nin bölgede etkin olmasını yollarından birisi klasik Turuncu Devrimdir. Kendi güdümüne girmeyi kabul etmeyen Emirlikleri, ortadan kaldırmakla tehdit etmekte, Filistin gibi ülkeleri Mahmut Abbas gibi işbirlikçi şahsiyetlerle kontrol altına almaya çalışmaktadır.


Son dönemde ABD önemli karın ağrılarından kurtulmuştur. Saddam’ı devirmiş, Filistin’de Arafat’ın ölümüyle boşalan liderliğe Mahmut Abbas gibi işbirlikçi ve uzlaşmacı birini getirmiştir. Ürdün’de de hakim olan ABD, böylece İsrail-Filistin-Ürdün-Irak hattını kurmaya başlamış ve Arap dünyasını kuzeyden adeta kuşatmıştır. Şimdi bu hattın güneyini hizaya sokmak kalmıştır. Mısır’da zaten ABD hakim durumdadır. Hüsnü Mübarek iktidarı ABD’nin tam da isteyeceği türde İsrail’li bile işbirliğinden çekinmeyen Amerikancı bir iktidardır. ABD’nin İsrail’den Irak’a kurduğu hat güneyde Suudi Arabistan, kuzeyde Suriye, doğuda ise İran için tehlike oluşturmaktadır. ABD, bu hattı kuzeye. Doğuya ve Batıya doğru genişlettiği ölçüde BOP’u başarıya ulaştırabilecektir.


Ortadoğuda Güçler Dengesi


ABD’nin bölgedeki varlığı İkinci Dünya Savaşı’nın hemen ertesine kadar uzanmaktadır. Özellikle İsrail’in kurulması ABD’nin bölgedeki etkinliğin önemli ölçüde arttırmıştır. Bölgede Çin’in hemen hemen hiçbir etkinliği bulunmamaktadır. AB ve Rusya’nın etkinlikleri ise sınırlıdır. Bu iki ülke, öncelikle İsrail’le iyi ilişkiler içinde değildir. Avrupa 1400’lü yıllardan beri süregelen Yahudi düşmanlığı nedeniyle İsrail’le tam anlamıyla bir ortaklık kuramamaktadır. Kurabilecek gibi de durmamaktadır. İsrail ve Filistin’deki Katolik ve Ortodoks Kiliselerin İsrail karşıtı olmasını da buna bağlayabiliriz. Rusya ise SSCB döneminden kalma soğuk ilişkilerini düzeltmeye çalışmaktadır. Rusya Türkiye’ye doğal gaz aktardığı Mavi Akım projesini İsrail’e kadar uzatmak istemektedir. Rusya ile İsrail arasındaki teknoloji ve ticari faaliyet de gün geçtikçe artmaktadır.


Bölgede AB’nin tutunabildiği tek ülke Suriye gibi gözükmektedir. Bunun da nedeni AB’nin bu ülkedeki etkinliğinden çok Suriye’nin ABD operasyonundan korkup AB ve Rusya’ya yanaşması oluşturmaktadır. Ancak Surieye’nin kuruluşundan beri bir Fransız etkisi olduğunu da vurgulamak gerekmektedir. Fransa bu etkisini de sürdürmekte, Suriye’yi aynen Cezayir gibi kazara kaybettiği doğal sömürgesi görmektedir.


Ancak Ortadoğuda emperyalistler arasında bir çatışmanın olmasını beklemek doğru değildir. Öncelikle ne Rusya’nın ne de AB’nin bölgede tutunabileceği bir ülke bulunmamaktadır. Bu nedenle Ortadoğuda ABD ile çatışmanın bir zemini de bulunmamaktadır. AB ile Rusya’nın yapabildiği, ABD’nin operasyon düzenlediği ülkeleri el altından silah yardımı yaparak desteklemek ve dönem dönem ABD’nin operasyonlarını eleştirmekten öteye geçememektedir. Ancak ABD yine de bildiğini okuyabilmekte, AB ve Rusya’nın dediklerini kulakardı etmektedir.


Bu nedenle ABD’nin olası bir Suriye operasyonunda karısında Rusya ya da AB’yi bulacağının düşünmek biraz safça olur. Eğer Suriye AB ya da Rusya’nın yıllardır hakim olduğu bir ülke olmuş olsaydı, bu ülkeye düzenlenecek operasyonda iki kutup arasında bir hesaplaşmadan bahsedilebilirdi. Ancak AB’nin de Rusya’nın da yapabileceği Suriye’ye yönelik operasyona katılmayarak sessiz karşı çıkış göstermek ve ABD’nin kayıpla çıkacağı günü beklemektir.


AB ve Rusya’nın bölge üzerindeki ticari etkinliği de ABD’ye nazaran düşüktür. ABD İsrail ve Ürdün’le birlikte kurduğu ve diğer bölge ülkelerini de adım adım içine dahil etmek istediği MEFTA’da (Middle East Free Trade Area-Ortadoğu Serbest Ticaret Alanı) kendi ekonomik yapısına ülkeleri eklemlemektedir.


ABD’nin bölgeye bu kadar hırsla girdiği, ekonomik, siyasi ve askeri olarak bu kadar güçlü ve köklü olduğu Ortadoğuda AB ve Rusya’nın ona kafa tutması şimdilik mümkün gözükmemektedir. Bu nedenle ABD’nin İsrail-Irak hattını İran ve Suriye’yle zenginleştirmesi, Kürt Devleti üzerinden bölgede etkinlik kurması ve son olarak Suudi Arabistan’ı da ekleyerek bölgeyi tam olarak hakimiyeti altına alması beklenebilir. AB ve Rusya’nın manevraları tüm bu gelişmelerden, ABD’nin doğal gücünün sınırlarına ulaşmasından sonra gelecektir. AB ve Rusya o güne kadar anlaşılan ABD’ye karşı çıkmasa bile onaylamayacak, ticari etkinliklerini artırarak gelecek için yatırım yapacaktır.


Bu nedenle ABD’nin İran ve Suriye’ye yönelteceği operasyona AB ve Rusya’nın karşı çıkmasını beklemek hayalcilik olacaktır. Bu iki emperyalist kutup İran ve Suriye’yi savunmak yerine, aynen Irak’ta yaptıkları gibi, önce operasyonu eleştirecek, sonra da operasyon sonrası yeniden planlanan bölgelerde rant kapma mücadelesine girişecektir. Bu mücadeleye katılmak hem Rusya, hem de AB için gelecekte bölgede etkin olmanın koşulu haline gelmiştir.


Ortadoğuda bir çatışma beklenebilir mi? Çatışma kopacaksa Ortadoğuda kopmayacaktır. Ancak herhangi bir çatışma durumunda bundan Ortadoğunun da nasibini alması beklenen bir şeydir.


Hindistan ve Güney Asya


Hindistan, 1700’lü yıllardan beri emperyalizm için önemli bir ülkedir. Bu kıta büyüklüğündeki ülke, Batıya uzanan pek çok ticari yolun da ilk durağıdır. Hindistan’da hakimiyet İkinci Dünya Savaşı’na kadar tartışmasız İngiltere’deydi. Ancak bağımsızlık mücadelesi başarıya ulaştı ve Nehru’nun önderliğinde sosyalist bağımsız Hindistan kuruldu. Hindistan Nehru döneminde Üçüncü Dünyacı rejimin en önemli örneklerinden biri sayıldı.


Hindistan büyük nüfusu, farklı etnik yapıları bir arada bulundurması nedeniyle etnik çatışmaların emperyalizm tarafından kolaylıkla tetiklendiği ülkelerden birisidir. Pakistan ve Bangladeş, Müslümanlarla Hindular arasında emperyalizm tarafından körüklenen çatışmalar neticesinde kurulmuş ülkelerdir.


Günümüzde ise, Hindistan’ın önemi farklıdır. Hindistan, nükleer silaha sahip ülkelerden birisi olarak emperyalistlerin her tür stratejisinde özel önem verdikleri ülkelerden birisidir. Ayrıca, Hindistan; Pakistan ve Çin’le sınır problemleri yaşamaktadır. Keşmir bölgesinde, bu üç ülkenin hakimiyet alanları hâlâ tartışma konusudur. Bu çatışmayı önemli kılan, üç ülkenin de nükleer silaha sahip olmasıdır.


Hindistan, Nehru dönemindeki bağımsızlıkçı Hindistan’dan çok uzaktadır. 1998’e kadar ülkeyi yöneten Nehru’nun partisi Kongre Partisi, 2004 yılına kadar iktidarı Hindu milliyetçisi partiye kaptırmıştır. Ancak her iki parti de emperyalist sisteme ülkeyi entegre etmiştir. Çin’e karşı Rusya, Pakistan’a karşı da İsrail’le işbirliği Hindistan’ın temel dış politika seçimlerinden olmuştur. Hindistan’ın Çin’le mücadelesi ve Rusya’yla yakınlaşması ABD’yi bu ülkeye karşı soğuk tutmuştur.


Ancak, 11 Eylül’den sonraki dünya konjonktüründe, Pakistan’daki Ladin’in popülaritesi, El Kaide türü örgütlerin bu ülkedeki varlığı, ABD’nin Pakistan’a karşı Hindistan’ı öne çıkarmasına neden olmuştur. Yıllarca sosyalist Hindistan’a karşı “Müslüman” Pakistan’ı destekleyen ABD, 2001’den sonra, bu tutumunu tersine çevirmiştir.


Hindistan’ın İsrail’le yıllık 2 milyar dolar hacme ulaşan silah ticareti bulunmaktadır. İki ülke arasındaki bu ilişki İsrail’in Etiyopya, Hindistan, Türkiye, İran gibi Arap olmayan ülkelerle işbirliğini geliştirmesini öngören “Dış Halka Doktrini” çerçevesinde oluşmaktadır. Özellikle İsrail Dışişleri Bakanı Peres’in Hindistan ziyareti bu ilişkiyi resmileştirmiştir.


Hindistan ABD ile olan ilişkisiniise ticaretten de öteye taşımış, teknolojik anlamda, ABD’nin önemli bir ortağı haline gelmiştir. Askeri anlamda da 2002 yılında ABD-Hindistan ortak tatbikatlar düzenlemeye başlamıştır.


Ancak Hindistan, ABD’den farklı seçenekleri de gözardı etmemektedir. Çin ile olan anlaşmazlıklarını çözmek için Şanghay İşbirliği Örgütü’ne üye olmayı düşünmektedir. Hali hazırda bu örgütün gözlemcisidir. Pakistan ile de ilişkilerini düzeltmeye çalışmakta, İran’da Hindistan’a döşenecek petrol boru hattında Pakistan’ın da kaçınılmaz olarak yer almasına ses çıkarmamaktadır. Hindistan, büyük yerel güç olma yolunu da izlemekte, Birleşmiş Milletler’in Güvenlik Konseyi’nin daimi üyeliği için aday olmaktadır.


Emperyalistler açısından Güney Asya, şöyle bir paylaşım yaşamaktadır. Hindistan üzerinde ABD’nin etkisi son dönem oldukça artmıştır. Nükleer silaha sahip ülkeleri tam anlamıyla kontrol altına alma yolunu izlemeye başlayan ABD, Hindistan’ı kendi yanına çekmek için elinden geleni yapmakta, bu ülkenin nükleer silah araştırmalarını kabullenmektedir. Hindistan Başbakanının son ABD gezisinde, ABD ve Hindistan stratejik ortaklık anlaşması imzalamıştır. Hindistan’a tutunan ABD, BOP ve Şer Ekseni doktriniyle oluşturmaya çalıştığı Fas’tan Kuzey Kore’ye güvenlik zincirinde önemli bir halkayı da tamamlamış bulunmaktadır. Ancak Hindistan yine de tam anlamıyla kontrol edilebilecek bir ülke değildir. Çok büyüktür ve olanakları çok geniştir. Ancak bu noktada ABD’nin avantajı ülkedeki iki büyük partinin de Amerikancı olmasıdır.


Doğu Avrupa


Doğu Avrupa, İkinci Dünya Savaşı sonrasında Sovyetler Birliği’nin kontrolü altında kalmış bölgedir. Bu bölgeyi ikiye ayırmak gerekiyor. Sovyet Avrupası denilebilecek bölgede Sovyetler Birliği’ne üye olmuş, ancak sonra bağımsızlığını kazanmış Ukrayna, Beyaz Rusya gibi ülkeler bulunmaktadır. Doğu Avrupa denilebilecek bölgede ise Sovyetler’in kontrolünde kalmış, SSCB’nin yıkılmasıyla birlikte, kendi rejimlerin de değiştirmiş Polonya, Romanya gibi ülkeler.


Doğu Avrupa, 90’ların ilk yarısında ABD’nin önem verdiği bölgelerden birisiydi. Ancak ABD ile ABD arasındaki bir mutabakat sonucu bu bölgede AB’nin etkisi kesinlikle çok daha fazladır. ABD bu bölgeyi kendi sistemine entegre etmeye çalışmaktadır. Zaten Doğu Avrupa ülkelerinin tamamına yakını AB’ye üye olmuştur. Kalanların da üyelik süreçleri devam etmektedir. Sovyet Avrupası ülkeleri ise, henüz başlangıç aşamasında olmakla birlikte AB’ye aday üye durumundadırlar.


Bölgede çok azalmış olmakla birlikte bir Rus etkinliği hâlâ bulunmaktadır. Doğu Avrupa ülkelerinde Rus etkisi sıfıra yaklaşmıştır. Çünkü bu ülkelerin 90’lardaki kimlik kazanma sürecinde Rusya karşıtlığı önemli rol oynamıştır. Ayrıca bu ülkelerin bağımsızlığını kazanmasında ABD ve AB’nin gösterdiği destek, bu ülkeleri Rusya’ya karşı AB ve ABD’nin yanına itmiştir. Sovyet Avrupası ülkelerinde ise Rus etkisi biraz daha fazladır. Ukrayna’nın doğuda kalan yarısına Rusya hakimdir. Ancak ABD’nin düzenlediği Turuncu Devrim sonrasında ülke hakimiyetini kaptıran Rusya Doğu Ukrayna’da da tutanamaz olmuştur. Rusya’nın bölgede tutunabileceği yegane ülke Beyaz Rusya olarak kalmıştır. Rusya Beyaz Rusya’yla da entegrasyon görüşmeleri yapmaktadır. Beyaz Rusya ile ortak tatbikatlar düzenleyen Rusya, 2006 yılından itibaren de ortak para birimine geçmeyi düşünmektedir.


Doğu Avrupa’da emperyalistler arasındaki mücadeleyi kızıştıracak mesele, Rus etkisi değil AB-ABD çatışması olabilir. Bölge her ne kadar AB’nin etkisindeyse de, hatta AB’ye üyeyse de, ABD’nin bu bölgedeki etkinliği çok daha fazladır. ABD’nin bölgenin AB’e entegrasyonuna ses çıkarmamasının nedeni olarak da bu durum gösterilebilir. ABD AB’nin tam anlamıyla bir siyasi ve askeri birliğe dönüşmesini engellemek istemektedir. Bu nedenle kendi hakimiyeti altındaki ülkelerin de AB’ye katılmasını desteklemekte, böylelikle AB’yi içeriden parçalamayı hesaplamaktadır. AB içindeki İngiltere’nin de rolü budur.


ABD’nin ABB ile yaşayacağı bir hesaplaşma ancak Doğu Avrupa üzerinden başlayacaktır. Ancak, ABD’nin bu bölge üzerinde bir hesaplaşmaya girişmek yerine AB’yle uzlaşıp dünyanın kalanını sömürme niyeti de anlaşılmaktadır.


Bölgede ABD Rusya ile de karşı karşıya gelecektir. Ukrayna meselesinde Rusya geri adım atmak zorunda kalmış istemediği gelişmeleri sineye çekmiştir. Beyaz Rusya ABD için sıradaki ülkelerden birisidir. Beyaz Rusya, Rusya’nın en çok egemen olduğu, Rusya’yla bütünleşmeye gitmeyi bile düşünen ülkedir. Bu nedenle, Beyaz Rusya ancak bir Turuncu Devrimle Batı kutbuna çekilebilir. Bunun sinyalleri de geçtiğimiz seneden beri bulunmaktadır.


DİĞER BÖLGELER


Afrika


Bu büyük ve yer altı kaynakları bakımından zengin kıtanın kuzeyinde AB’nin hakimiyeti bulunmaktadır. Cezayir ve Tunus, Fransa’nın doğal uzantısı kabul ettiği ülkelerdir. Libya ise son birkaç yıldır ABD’ye karşı AB ile ilişkilerini ilerletmeye başlamıştır.


Ancak ABD’nin Kuzey Afrika stratejisi Mısır üzerinden Libya’ya uzanmak ve Cezayir’deki tüm dinci tehlikeyi bertaraf etmektir. Ancak bunun için öncelikle AB’nin bölgedeki gücünü kırmak zorundadır. Bu da anlaşılan zaman alacaktır.


Afrika’nın güney ve orta kesimlerinde ise ABD’nin tartışılmaz bir üstünlüğü bulunuyor. Nijerya ve Liberya gibi petrol ve maden zengini ülkelerde ABD’nin etkisi planlı bir şekilde artmaktadır. AB’nin ise Hollanda, Almanya, Fransa ve Portekiz gibi ülkelerin eski sömürgelerinde etkisi bulunmaktadır. Ancak bu ülkelerdeki etkisi de ABD’nin Afrika’da kurduğu Serbest Ticaret Anlaşması’yla adım adım kırılmaktadır.


Latin Amerika


ABD’nin etkinliği özellikle Orta Amerika’da yaygındır. Bu bölgedeki ülkelerin ekonomileri doğrudan ABD’ye bağımlıdır. Güney Amerika’da ise ABD’nin etkinliği azalmaktadır. Chavez iktidarı adım adım ABD’den bağımsızlığını ilan etmektedir. Hatta Chavez açık açık ABD’ye meydan okumaktadır. Bu noktada ABD bölgede Kolombiya’ya dayanmaktadır. Kolombiya’nın ekonomik gücü Venezüella’yla karşılaştırılmayacak durumdadır. Ancak askeri gücü ABD yardımlarıyla Venezüella’nın dört katına ulaşmıştır. Chavez de Kolombiya’da FARC gerillalarını destekleyerek Kolombiya’ya meydan okumaktadır. Chavez Çin, Rusya ve AB ile olan ekonomik ilişkilerini de geliştirmektedir. ABD’ye petrol satışını durdurarak da önemli bir adım atmıştır.


Güney Amerika’da ABD Kolombiya üzerinden Venezüella’ya bir saldırı düzenleyebilir. Bilindiği gibi Chavez tüm Turuncu Devrim girişimlerini başarısızlıkla sonuçlanmasına neden olmuştur. Bu saldırıdan önce Venezüella Brezilya, Bolivya, Peru gibi bölgedeki diğer sol tandanslı hükümetlerle ortaklığını ilerleterek ve onları ABD’nin güdümünden çıkararak bir mevzi kazanma durumundadır. Güney Amerika diğer bölgelerden farklı gözükmektedir. ABD’ye direnen güç bir emperyalist ülke değil, devrimci liderliğe sahip bir ülkedir. Bu açıdan emperyalizme karşı mazlumların neler yapabileceğini güzel bir örneği olarak Venezüella’da önemli bir deneyim yaşanmaktadır.


III- Genel Gidişat: Emperyalistler Ne Yapacak


Dünya bir emperyalist savaşa doğru mu gidiyor? Emperyalistler arası ilişkiler bakımından üç olasılık bulunuyor: Paylaşma, çatışma, kamplaşma. Ancak bu üç olasılığın aslında birbiri ardına gerçekleşeceğini de söyleyebiliriz. Yani önce dünya paylaşılacak, sonra belli kesişme noktalarında çatışılacak, sonra da bu çatışmada güçlü olmak için kamplaşılacak.


Paylaşma şu an için en büyük olasılık gibi gözüküyor. Çünkü herhangi bir çatışma için Avrupa da, Çin de, Rusya da hazır değil gibi gözüküyor. ABD de dikkat edilirse, bu büyük güçlerle çatışacak adımlar atmaktan çekiniyor.


Üstelik emperyalist metropollerde, büyük güçlerin dünya hakimiyeti için çatışmasından ziyade “uluslararası terörizme ve fanatik İslamcılığa karşı ortak güvenlik perspektifleri” tartışılıyor. Bu yeni paradigma özellikle 11 Eylül’den sonra yaygınlaşmaya başladı ve mazlumlara karşı bir emperyalist cephenin de habercisi görünümünde.


Paylaşma


Bir paylaşma durumunda dünya hakimiyeti şu şekilde bölünebilir: ABD, BOP çerçevesinde Fas’tan Kore’ye kadar bölgede hakim olur. Kuzey Afrika, yine AB’nin kontrolünde kalır, ancak Mısır, Ürdün, Irak, İran, Pakistan, Afganistan, Hindistan, Endonezya, Kore, Japonya hattında ABD etkinliği olur. Bu hat ABD için Rusya ve Çin’i güneyden kuşatabilmek için gereklidir. Bu kuşatma, bir çatışma için değil, bu ülkelerin hakimiyet alanlarını daha da fazla genişletmelerini önlemek için yapılacaktır.


Bir uzlaşma durumunda ABD’nin Doğu Avrupa üzerindeki etkinliği, Polonya gibi AB üyesi ülkelerde AB ile, Ukrayna gibi eski Sovyet ülkelerinde ve Kafkaslar’da Rusya ile, Orta Asya’da ise Çin ve Rusya ile paylaşılacaktır. Böyle bir paylaşma durumunda ABD, Çin’in ve Rusya’nın tartışmasız hakim olduğu bölgelerde de söz sahibi olmuş olacak.


Çatışma


Ancak paylaşma durumundan sonra kaçınılmaz çatışma durumu gelecektir. ABD, yeni hakim olduğu bölgelerde, örneğin Orta Asya’da mevcut statükonun sarsılmasından dolayı, Rusya ve Çin ile çatışmaya girişebilir. Doğu Avrupa ve Kuzey Afrika’da ise ABD’nin etkinliğinin artması AB’nin hoşuna gitmeyebilir. Bu açıdan olası çatışma noktaları şunla olacaktır:


- İran: AB-Rusya ile ABD

- Kazakistan: Rusya ile Çin
- Kore: ABD ile Çin
- Suriye: AB ile ABD
- Libya: AB ile ABD
- Azerbaycan ve Ermenistan: ABD ile Rusya
- Polonya: AB ile Rusya
- Ukrayna: ABD ile Rusya

Bu çatışma noktalarının, silahlı çatışmaya yol açması söz konusu değildir. Çatışma derken çıkarların çatışmasından bahsediyoruz. Ancak çatışma noktalarında taraflardan birisinin direnmesi durumunda çatışma çatışma noktaları kendi komşularına doğru yayılabilir. Bir kaç çatışma noktasının birleşmesi durumunda ise silahlı hale de gelebilir. Örneğin İran ve Suriye üzerindeki çatışma Kürt Devleti ya da Türkiye üzerinden birleşirse, AB ile ABD kılıçları çekebilir. Ancak, çatışma noktalarında bu derece büyük hesaplaşmanın yaşanacağı en azından şimdilik pek mümkün gözükmemektedir. Kazanamayacağını anlayan emperyalist hemen geri adım atmakta, dikkatini başka alanlara yöneltmektedir.


Kamplaşma


Dört emperyalist kutup çatışmanın arttığı noktada kamplaşmaya girişecektir. ABD’ye karşı Rusya-Çin-AB kamplaşması olası senaryolardan birisidir. Ancak bu seçenek çok gerçekçi değildir. Rusya ve Çin arasındaki çatışma bölgeleri Orta Asya’da çok daha sıcak olacaktır. Gidişat da bu iki ülkenin ittifakını değil, hesaplaşmasını göstermektedir. Ancak yine de Rusya ile Çin arasındaki ilişkilerin eski dönemden belli farklılıklar yansıttığını görmek gerekmektedir. 18 Ağustos 2005’te başlayan Rus-Çin ortak askeri tatbikatı önemli bir gelişmedir. Ancak unutmamak gerekir ki, ne bu tatbikat ne de iki ülkenin de üye olduğu ŞİÖ, ABD’ye bir alternatif yaratma amacı taşımamaktadır. Zaten Rusya ve Çin askeri konularda dönem dönem ABD ile de işbirliğine girişmektedir. Bu yüzden Rusya-Çin ilişkilerinin gelişmesini çok abartmamak gerekir.


Rusya-Çin-AB ittifakı çok gerçekçi olmamakla birlike ABD’nin yayılma alanı bolarak belirlediği Ortadoğu ve Orta Asya’da tökezlediği anda bir gerçeklik haline gelebilir. ABD kaybetmeye başladığı anda, bu üç kutup birleşmek zorundadır. Aksi takdirde ABD’yi yenen mazlumlar olacaktır ve mazlumların yükseliş dönemi başlayacaktır. Halbuki tökezlediği anda ABD’yi geri adım attıran emperyalist bir kutup olduğu zaman ABD’nin kaybetmesi mazlumların lehine olmayacaktır. Kısacası ABD kaybetmeye başladığında boşamttığı alanlar ya bağımsız mazlum ülkeler tarafından ya da başka bir emperyalist kutup tarafından doldurulacaktır.


ABD-Çin İle Rusya-AB Kamplaşması


ABD’nin bir süre daha da kaybetmediği durumda ise kamplaşma farklı gerçekleşebilir. Bu durumda Rusya ya da Çin, ABD’nin yanında yer alabilir. Gözüken odur ki, Çin-ABD ilişkileri, Rusya-ABD ilişkilerinden daha iyi durumdadır. Çin, ABD ile ilişkilerinde çatışmaya girmemeye özen göstermektedir. Tekstil ihracatına kota getirme gibi olaylarda ABD’nin istekleri doğrultusunda davranmaktan ise çekinmemektedir. ABD’nin hareket alanları incelendiğinde ise görülecektir ki, ABD’nin yayılma alanı olarak belirlediği hiçbir alanda zaten Çin’in yeri bulunmamaktadır. Tersine, Çin de ABD gibi orta Asya’da Rusya egemenliğini kırıp kendine yaşam alanı yaratmak istemektedir. Dolayısıyla Rusya’ya karşı bir ABD-Çin ortaklığı daha olası gözükmektedir.


Rusya ise, ABD ile arasındaki ilişkiyi çatışmaya taşımaktan kaçınmaktadır. ABD’nin düzenlediği son üç turuncu devirminin üçü de Rusya’nın hakimiyet bölgesinde gerçekleşmiştir: Gürcistan, Ukrayna, Kırgızistan. Ancak Rusya bu devrimlere hiçbir yanıt vermemiş, sineye çekmiştir. Ancak, ABD’nin yayılma alanı Rusya’nın aleyhinde olduğuna göre, nereye kadar bu şekilde götürecektir? AB ise ABD ile uzlaştığı anda kendi kimliğini reddetmiş olacaktır. AB eğer bir emperyalist kutup olmak istiyorsa, ABD’ye meydan okumak zorundadır. Böyle bir durumda AB’nin belli bir ayrılabilir. Örneğin İngiltere, Polonya, Romanya gibi Amerikancı AB ülkeleri, ABD ile birlikte yer alabilirler.


Bu durumda kamplaşma şu şekilde olabilir. AB, Rusya ile, Çin ise ABD ile birlikte yer alacaktır. Bu noktada Japonya’nın nasıl bir tavır alacağı belli olmaz. Japonya, Çin’in kaybedeceği bir mücadelede daha kârlı çıkacağını düşünüp, AB ve Rusya ile birlikte yer alabilir. Ancak 45’ten beri ABD’nin kanatları altında gelişmiş bir Japonya, acaba ABD’ye cephe alabilir mi? Bu nedenle ABD-Çin kutbunun Çinhindi üzerinde egemenliği paylaşmayı vaat edip Japonya’yı yanına alarak genişlemesi de mümkündür.


AB-Rusya ittifakı Polonya ve Ukrayna’yı da içine alırsa gerçekten önemli bir güç olabilir. Çünkü bu iki ülke AB ile Rusya arasındaki sınırı oluşturmaktadır. ABD’nin Ukrayna’da düzenlediği Turuncu Devrimin önemi de işte bu noktada çıkmaktadır. Ukrayna ve Polonya’ya hakim olmak aslında AB-Rusya ittifakının gücünü azaltmak anlamına gelmektedir.


3. Dünya Savaşı Olur mu?


Peki bu kamplaşma yeni bir dünya savaşına neden olur mu? Her kamplaşma savaşla sonuçlanmaz. Üstelik, dünyada yeni bir dünya savaşı olasılığı da gittikçe azalıyor. Emperyalist güçlerin yayılma alanlarında bir diğeriyle çatışmaya girmemeye özen gösterdiği görülüyor. Eski dünya savaşlarıyla bugün arasında da önemli bir fark bulunmaktadır. Birinci ve İkinci Dünya Savaşı’na bakarsak, bu iki savaşın da ortaya çıkmasının nedeninin, Almanya Japonya gibi emperyalist ülkelerin dünya üzerinde daha fazla hakim olma çabası olduğunu söyleyebiliriz. Bu nedenle ilk dünya savaşında Balkanlar, Kuzey Afrika, Ortadoğu ve Doğu Avrupa, yani Osmanlı İmparatorluğu’nun eski hakimiyet alanı paylaşım mücadelesinin ana konusuydu. İkinci Dünya Savaşı’nda ise bu alanlara Güneydoğu Asya ve Pasifik de katıldı. Her iki savaşta da paylaşım mücadelesinin ana aktörleri gibi gözüken Almanya ve İngiltere büyük zararlarla çıktılar. Almanya zaten dünya savaşlarını kaybettiği için zararlıydı. İngiltere ise hem savaşın ağır faturası, hem de yıkımı nedeniyle büyük zarar gördü. Üstelik ABD’nin iki dünya savaşından da büyük kazanımlarla çıkması İngiltere’nin eskiden hakim olduğu Ortadoğu gibi bölgelerde inisiyatifi ABD’ye kaptırmasına neden oldu.


İki Dünya Savaşı’nın da tartışmasız galibi ABD’dir. Bu galibiyetin nedeni olarak, ABD’nin iki savaşa da sonradan girmesi ve kendi anakarasında savaşmaması gösterilebilir. Bu nedenle ABD savaşın yıkımını en az düzeyde yaşamıştır. Bu gerçeğin farkında olan ABD, İngiltere’nin dünya savaşlarında düştüğü duruma düşmek istememekte, dünya çapındaki paylaşım mücadelesinin bir dünya savaşıyla sonuçlanmasının önüne geçmeye çalışmaktadır.


Günümüzün iki dünya savaşı öncesi dönemden önemli bir farkı da emperyalistlerin yayılma durumudur. İki dünya savaşı öncesinde de yeni hakimiyet alanları yaratma çabasında olan Japonya ve Almanya’ydı. Hakim ülke ise İngiltere’ydi. Dolayısıyla Alman ve Japon yayılması İngiltere’nin aleyhineydi. Böyle bir çatışmanın dünya savaşıyla sonuçlanması mümkündü. Halbuki günümüzde yeni hakimiyet alanları yaratma çabasında olan emperyalist de dünyada daha çok hakimiyet alana sahip ülke de aynıdır: ABD. Bugün yayılma isteyen güç ABD, hakimiyet alanı daralan güç ise Rusya’dır. Rusya’nın mevcut durumun bozulmasına askeri bir yanıt vermesi de pek mümkün gözükmemektedir. Bunun yerine Rusya ABD ve AB ile ilişkilerini iyi tutarak, ABD’nin yayılmasını farklı yöntemlerle engelleme, ya da ABD’nin yayılma sürecinde hata yapmasını veya yenilgiye uğramasını bekleme taktiğini izlemektedir. Bu nedenle mevcut dünya sistemi içerisinde konumundan gayet memnun olan ABD’nin bu mevcut yapıyı değiştirecek savaş adımları atması mümkün gözükmemektedir. Bu nedenle ABD atak bir yapı gösterse bile, rakiplerinin dünya savaşına varacak tepkiler göstermesini engellemek için de çeşitli anlaşmalar ve uzlaşmalar yapacağından kimsenin kuşkusu olmasın.


Nitekim gidişat da bunu göstermektedir. Bir yandan ABD Rusya’nın hakimiyet alanlarında at koştururken, diğer yandan Bush ile Putin ABD-Rusya ilişkileri tarihinin görmediği bir samimiyet ve işbirliği içerisinde görüşmeler yapmaktadır. AB ve NATO Rusya’yı içine alarak genişlemeyi tartışmaktadır. Dünyanın en zengin 7 ülkesinin birliği olan G-7’ler ise Rusya’yı da aralarına alarak Rusya’nın kapitalist-emperyalist dünya sistemi içinde merkez rol almasını kabullenmiş gözükmektedir. Bir sonraki adımın da Çin’in G-9 ismini alacak birliğe katılması beklenmektedir.


Bugünün, geçmiş dünya savaşlarından bir başka önemli farkı da, dünya ekonomik sisteminin geldiği noktadır. 1940’lara kadar emperyalist ülkelerin ekonomik konumlanışı birbirinin aleyhineydi. Herhangi bir emperyalist ülke ekonomik faaliyetini arttırmak istiyorsa, diğerinin faaliyetini durdurmak zorundaydı. Bugün ise dünya kapitalizmi büyük bir kapitalist entegrasyona doğru gitmektedir. Tüm emperyalist ülkeler birbirinin en önemli ticari ortaklarıdır aynı zamanda. Örneğin ABD ile AB arasındaki ticaret hacmi 700 milyar dolara ulaşmaktadır. ABD firmalarının Avrupa’daki doğrudan yatırımı ise 150 milyar dolara yaklaşmıştır. Emperyalistlerarası örgütlenme önemli ölçüde gelişmiştir. BM, emperyalistlerin dediklerinin dışına çıkmayan bir meşrulaştırma organına dönüşmüş, G-8, Dünya Ticaret Örgütü gibi birlikler de emperyalistler arası ekonomik ilişkileri arttırmış, adeta bir ekonomik işbirliğine dönüştürmüştür. Bu nedenle, mevcut ekonomik yapının devamı emperyalistler açısından daha önemlidir.


Emperyalistler arasında bir dünya savaşının çıkma olasılığının azlığını mazlumlar karşısındaki konumlanmalarından da görebiliriz. Mazlumlar coğrafyası üzerindeki hesaplaşma ve çelişmelerin, mazlumların aleyhine ittifaklarla sonuçlandığını görmemiz gerekiyor. Suriye, İran ve Irak’ta yaşananlar bu açıdan örnektir. Rusya’nın Irak’a, AB’nin ise İran ve Suriye’ye destek olacağı düşünülüyordu. Ancak AB de Rusya da bu bölgede ABD ile karşı karşıya gelmek yerine, ABD’nin bölgeye yerleşmesini sessizce izlediler ve bölgedeki yeni oluşumda söz sahibi olmak istediklerini de açıkça belirttiler.


Mazlumlarin Yanıtı Ne Olacak?


Adım başı stratejik araştırma merkezinin (SAM) kurulduğu Türkiye’de, tüm merkezlerin ortak bir yanlışı vardır. SAM’ların dünyasında aktörler emperyalistlerle sınırlıdır. Dünyanın geçmişi de geleceği emperyalistler arasındaki mücadelelerin bir sonucudur. Halbuki, tarihin en önemli aktörü mazlumlardır. Tüm bu paylaşım mücadelesine mazlumların nasıl yanıt vereceği yanıtlamamız gereken bir sorundur.


Bu açıdan dünyanın geleceğine ilişkin iki temel bakıştan bahsedebiliriz: Mazlum gözlüğü, emperyalist gözlük. Emperyalist gözlük dünyayı emperyalist güçlerin paylaşım mücadelesinin yürüdüğü bir alan olarak görür. Bu bakış açısında mazlumların ne yaptığının ve ne yapacağının önemi yoktur. Zaten, mazlumların yanıtlarının ardında da başka bir emperyalist güç aranır. Hatırlayalım, bu anlayış 11 Eylül’ün arkasında da Rusya ve Çin’i aramıştı.


Mazlum gözlüğü ise, mazlumların emperyalist paylaşım mücadelesine nasıl bir yanıt vereceğini de hesaba katar. Emperyalist cepheden bakarsanız zaten dünya geleceği için tek bir gelecek olabilir: ABD hakimiyeti. Çünkü, Rusya’nın, AB’nin ya da Çin’in silahları ABD’yi alt etmek için henüz yeterli değildir. Ve emperyalistler arası mücadele açısından bakarsanız ABD şu an daha güçlü durumdadır. Diğer emperyalistler ise ABD’nin gücüne ulaşmak için uğraşmaktadır. Peki, öyleyse ABD neden diğerleriyle uzlaşma peşindedir? ABD’nin zayıf düştüğü nokta başkadır. ABD’ye Rus füzeleri zarar vermemektedir, ancak Iraklı çiftçinin av tüfeği ABD helikopterlerini düşürebilmiştir. Kısacası, ABD de, AB de, Rusya da Çin de bir mazlum direnişine karşı zayıftır. Aralarındaki gizli paylaşımlar, anlaşmaların nedeni budur. Aralarındaki çatışmanın ısrarla silahlı hale dönüşmemesinin nedeni de burada yatmaktadır.


Bugün ABD’ye karşı çıkan tek güç mazlumlardır. Bakın Afganistan’daki direnişçilere, Irak’a.. İran’da nükleer özgürlüğü için eylem yapanlara, Filistin’de ABD destekli siyonist işgale karşı direnenlere, İkiz Kulelere intihar saldırısı düzenleyenlere... Bugün AB mi ABD’ye karşı çıkar Rusya mı diye tartışanlara şu soruyu sormak istiyoruz: Son 10 yıldır emperyalistler ABD’ye tek kurşun sıktı mı? Biz mazlumlar adına yanıt verelim: Onlar sıkmadı ama biz sıktık... Öyleyse bugün ABD hegemonyasına karşı çıkacak tek gücün mazlumlar olduğunu, bu mücadelede de ABD’ye nazaran daha şanslı olduğunun altını çizelim.


Bir emperyalist diğeriyle aynı koşullarda savaşır. Bu yüzden tank sayısı, nükleer füze sayısı, asker sayısı, petrol kaynaklarına ulaşım emperyalistler arası mücadelede çok önemlidir. Ancak mazlumların emperyalistlerle olan mücadelesinde silahın değil insanın önemi ortaya çıkar. Iraklı köylü ABD helikopterini mavzeriyle düşürüverir. 11 Eylül’de plastik bıçaklarla uçağı kaçıran eylemci ABD’ye tarihinin en büyük zararını veriverir. Acaba Rusya’nın ya da AB’nin hangi füzesi benzer bir zararı verebilirdi?


Dolayısıyla, görmemiz gereken gerçek şudur ki, ABD’ye en büyük zararı mazlumlar verecektir. Öyleyse bizim bugünkü dünya tablosundan çıkarmamız gereken sonuç, emperyalistler arasındaki çelişkilerin arttığı, ancak tüm emperyalistlerin mazlum coğrafyayı sömürme ve paylaşma konusunda anlaştıkları olmalıdır. Buna mazlumların vereceği yanıt herhangi bir başka emperyalist kutbun ABD’yi durdurmasını beklemek değil, ABD’ye bir tek kendisinin karşı çıkabileceğini görüp, direnişe geçmek olmalıdır. Bugün AB-Rusya-Çin ilişkilerinin artmasını ABD’nin dünya egemenliğini engelleyeceğini düşünerek destekleyenler aslında mazlumların direnişine en büyük ihaneti yapmaktadır. Gözüken odur ki bugün mazlumların önündeki en büyük engellerden biri ABD ise, diğer de AB’ci, Rusçu, Çinci sahte kurtuluş reçeteleridir.


Mazlumların Direnişi Üçüncü Dünya Savaşının Ta Kendisidir


ABD’nin egemenliğinin artması senaryosu ancak mazlumlar ABD’ye karşı hiçbir şey yapamazsa gerçekleşebilir. Halbuki, özellikle Ortadoğu’da ABD emperyalizmine karşı bir Arap direnişi başlamıştır, Suriye ve Suudi Arabistan’a yönelik bir operasyonda bu direniş güçlenip birleşecektir. Orta Asya’da da Türk Birliği’ni amaçlayan bir kurtuluş mücadelesi başlayabilir. Latin Amerika’da ise Chavez önderliğinde bir antiemperyalist cephe inşa olabilir. Bu gibi durumlarda tüm senaryolar bir anda geçersiz olacak, dünya farklı bir noktaya gidecektir.


Mazlumların elindeki silahların farkındaa olması gerekmektedir. Örneğin, Hindistan, Pakistan gibi mazlum ülkeler ellerindeki nükleer silalları birbirine değil, emperyalistlere doğru doğrultmalıdır. Emperyalistlerin en büük korkusu nükleer silahların kendilerine karşı kullanılması ya da iki mazlum ülkenin birbiriyle girişeceği bir nükleer savaşa bulaşmalıdır. Bu nedenle ABD başta olmak üzere tüm emperyalist ülkeler elinde nükleer silah bulunan ülkeleri ya sindirmeye (Kuzey kore örneğinde olduğu gibi) ya da kendi askeri-ekonomik güdümlerine almaya çalışmaktadır (Hindistan örneğinde olduğu gibi). Buna mazlumların vereceği yanıt elindeki nükleer teknolojiyi paylaşıp nükleer silahları tüm mazlum coğrafyaya yaymak olmalıdır.


Ancak nükleer silahlar mazlumların tek kurutuluşu değildir. Mazlumları güçlü yapan silahlarından öte haklılığıdır. Irak’taki çiftçinin helikopter düşüren tüfeği en güçlü silahtır. Mazlumlar bu gerçeğin bilincinde emperyalizme karşı bir direniş cephesi oluşturmalıdır.


Dolayısıyla, mazlumların kurtuluşu için emperyalistler arası çelişmelerin artmasını bekleyen hayalci görüşler yanlıştır. Dünya tarihinde devrimler emperyalistler arası çelişmelerin arttığı dönemlerde gerçekleşmemiştir. Bir devrim dalgası 1800’lerin başında Güney Amerika’da yaşanmıştı. Öncüsü Birinci Dünya Savaşının hemen ardında, bir diğeri ise İkinci Dünya Savaşı’nın ardından. Dolayısıyla mazlumların devrimleri çelişmelerin arttığı dönemlerde değil, emperyalistler arası çelişmelerin çözüldüğü savaş sonralarında yaşanmıştır.


Bugün de mazlumlara düşen emperyalistler arasındaki çelişmelerin artması sayesinde hareket alanı kazanmayı beklemek değil, emperyalistleri daha da zor duruma düşürecek direnişleri başlatmak olmalıdır. Bugün emperyalistler arasında bir Üçüncü Dünya Savaşını bekleyenlere mazlumlar coğrafyasına bakmalarını öneriyoruz. Üçüncü Dünya Savaşı işte burada kopacak. Bu savaşta mazlumlara düşen, kendi arasındaki birlik ve beraberliği artırmak ve emperyalizmi bir sistem olarak yıkma perspektifine sahip olmak olmalıdır. Mazlumların bu Üçüncü Dünya Savaşını kazanmak için başka çareleri bulunmamaktadır.


Son tahlilde hiçbir emperyalist ülke tam bağımsızlığını kazanmak isteyen bir mazluma yardım etmemiştir. Dolayısıyla mazlumlar emperyalistler arasındaki çelişmelerin artmasını sevinerek karşılayan anlayışı ortadan kaldırmalı, mazlumları kurtaracak tek ideolojinin antiemperyalizm olduğunu unutmamalıdır.


* Ankara Üniversitesi Yükseklisans öğrencisi


http://www.turksolu.com.tr/ileri/26/erdem26.htm



***