Çatışma mı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Çatışma mı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

16 Aralık 2017 Cumartesi

Emperyalistler-Arası İlişkiler: Çatışma mı? Paylaşım mı? BÖLÜM 3

Emperyalistler-Arası İlişkiler: 
Çatışma mı?  Paylaşım mı?  BÖLÜM 3


ORTADOĞU

Emperyalistler arası mücadele deyince akla ilk gelen bölgelerden birisi herhalde Ortadoğu’dur. Zengin petrol kaynakları nedeniyle 1900’lerin başından beri Ortadoğu emperyalizmin hakim olmaya çalıştığı bir bölge olmuştur. İkinci Dünya savaşı’nın başına kadar doğuda İngiltere, Batıda ise Fransa Ortadoğuya hakim olmuştur. Ancak İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yeniden kurulan dünyada ABD, adım adım bölgeye hakim olmuştur. Bölgede Nasır, ve Baas rejimleri gibi bağımsızlıkçı rejimlere karşın ABD emirlikler ve Suudi Arabistan gibi ülkelerle tutunmaya çalışmış, Ortadoğu petrollerinin bu şekilde hakimi olmuştur. Bir yandan da İsrail vasıtasıyla bölgede önemli ve güçlü bir müttefik edinmiş, bu ülkeyi kendisi ayakta tutarak adeta bir askeri üs gibi kullanmıştır.


İsrail’in ABD açısından önemi bir askeri üs olmanın da ötesinde Arap birliğini baştan baltalayacak bir dışsal unsur olmasıdır. İsrail’in olduğu bir Ortadoğu, hiçbir şekilde bütünlüğe ve birliğe kavuşamaz. Ancak İsrail’in olmadığı bir Ortadoğuda Arapların birleşip bütünleşmesi de kolay olacaktır. Bilindiği gibi hiçbir konuda anlaşamayan Arap ülkeleri, bir tek İsrail karşıtlığında bir araya gelebilmektedir. ABD bunun bilincinde olarak İsrail’in ayakta durması için elinden geleni yapmaktadır.


1973 Petrol Krizi’nden sonra ABD’nin öğrendiği şey tamamen kendisinin yönetmediği bir Arap ülkesine sonuna kadar güvenilemeyeceğidir. ABD’nin 19737ten sonraki stratejisi, enerji kaynağı olarak Ortadoğuya bağımlı kalmama ve bölgedeki iktidarlarla uzlaşmak yerine kendi işbirlikçi rejimlerini bizzat kendisinin iktidara getirmek olmuştur.


ABD, 73’ten sonra Norveç Denizi ve Meksika Körfezi gibi alternatif petrol yataklarına yönelmiş. Ortadoğuya bağımlılığını azaltmıştır. Ancak, 90’lardan sonra Saddam Hüseyin’in ABD’ye kafa tutması ve Arap Birliği düşüncesini yeniden ortaya çıkarmasıyla birlikte, ABD, Irak’tan başlayan yeni bir Ortadoğu operasyonunun düğmesine de basmıştır. 11 Eylül’de mazlumların ABD’ye kafa tutması da bu operasyonun tetikleyicilerinden olmuştur. 11 Eylül benzeri bir eylemin bu sefer Irak gibi güçlü bir ordu ve potansiyele sahip bir ülke tarafından gerçekleştirilmesi korkusuna kapılan ABD, öncelikli davranıp kendisine kafa tuitan rejimleri ortadan kaldırma yoluna girişmiştir.


Irak operasyonunda Saddam gibi Amerikan aleyhtarlığıyla tanınmış ve tüm Ortadoğuda Amerikan karşıtı bir hava estirmeye çalışan bir lideri deviren ABD, Irak’ın kuzeyinde kurmaya çalıştığı Kürt Devletiyle stratejik bir konum elde etmiştir. Kürt Devletiyle birlikte ABD bölgede önemli bir üs edinmiş bulunmaktadır. Kürt Devleti sayesinde, ABD bu devletin batısında Suriye, doğusunda Afganistan, Pakistan ve İran, güneyinde Irak ve Kuveyt, kuzeyinde ise Türkiye ve Kafkaslar’da etkin olacaktır. Gürcistan’da hakim olan ABD, İsrail ile Gürcistan arasında Kürdistan vasıtasıyla bir etkinlik kurmuş olacak, İsrail-Kürdistan-Gürcistan seddiyle Türkiye’yi Orta Asya’dan, Orta Asya’yı Avrupa’dan, İran’ı da Avrupa’dan ayıracak bir set kurmuş olacaktır.


ABD’nin bölgede etkin olmasını yollarından birisi klasik Turuncu Devrimdir. Kendi güdümüne girmeyi kabul etmeyen Emirlikleri, ortadan kaldırmakla tehdit etmekte, Filistin gibi ülkeleri Mahmut Abbas gibi işbirlikçi şahsiyetlerle kontrol altına almaya çalışmaktadır.


Son dönemde ABD önemli karın ağrılarından kurtulmuştur. Saddam’ı devirmiş, Filistin’de Arafat’ın ölümüyle boşalan liderliğe Mahmut Abbas gibi işbirlikçi ve uzlaşmacı birini getirmiştir. Ürdün’de de hakim olan ABD, böylece İsrail-Filistin-Ürdün-Irak hattını kurmaya başlamış ve Arap dünyasını kuzeyden adeta kuşatmıştır. Şimdi bu hattın güneyini hizaya sokmak kalmıştır. Mısır’da zaten ABD hakim durumdadır. Hüsnü Mübarek iktidarı ABD’nin tam da isteyeceği türde İsrail’li bile işbirliğinden çekinmeyen Amerikancı bir iktidardır. ABD’nin İsrail’den Irak’a kurduğu hat güneyde Suudi Arabistan, kuzeyde Suriye, doğuda ise İran için tehlike oluşturmaktadır. ABD, bu hattı kuzeye. Doğuya ve Batıya doğru genişlettiği ölçüde BOP’u başarıya ulaştırabilecektir.


Ortadoğuda Güçler Dengesi


ABD’nin bölgedeki varlığı İkinci Dünya Savaşı’nın hemen ertesine kadar uzanmaktadır. Özellikle İsrail’in kurulması ABD’nin bölgedeki etkinliğin önemli ölçüde arttırmıştır. Bölgede Çin’in hemen hemen hiçbir etkinliği bulunmamaktadır. AB ve Rusya’nın etkinlikleri ise sınırlıdır. Bu iki ülke, öncelikle İsrail’le iyi ilişkiler içinde değildir. Avrupa 1400’lü yıllardan beri süregelen Yahudi düşmanlığı nedeniyle İsrail’le tam anlamıyla bir ortaklık kuramamaktadır. Kurabilecek gibi de durmamaktadır. İsrail ve Filistin’deki Katolik ve Ortodoks Kiliselerin İsrail karşıtı olmasını da buna bağlayabiliriz. Rusya ise SSCB döneminden kalma soğuk ilişkilerini düzeltmeye çalışmaktadır. Rusya Türkiye’ye doğal gaz aktardığı Mavi Akım projesini İsrail’e kadar uzatmak istemektedir. Rusya ile İsrail arasındaki teknoloji ve ticari faaliyet de gün geçtikçe artmaktadır.


Bölgede AB’nin tutunabildiği tek ülke Suriye gibi gözükmektedir. Bunun da nedeni AB’nin bu ülkedeki etkinliğinden çok Suriye’nin ABD operasyonundan korkup AB ve Rusya’ya yanaşması oluşturmaktadır. Ancak Surieye’nin kuruluşundan beri bir Fransız etkisi olduğunu da vurgulamak gerekmektedir. Fransa bu etkisini de sürdürmekte, Suriye’yi aynen Cezayir gibi kazara kaybettiği doğal sömürgesi görmektedir.


Ancak Ortadoğuda emperyalistler arasında bir çatışmanın olmasını beklemek doğru değildir. Öncelikle ne Rusya’nın ne de AB’nin bölgede tutunabileceği bir ülke bulunmamaktadır. Bu nedenle Ortadoğuda ABD ile çatışmanın bir zemini de bulunmamaktadır. AB ile Rusya’nın yapabildiği, ABD’nin operasyon düzenlediği ülkeleri el altından silah yardımı yaparak desteklemek ve dönem dönem ABD’nin operasyonlarını eleştirmekten öteye geçememektedir. Ancak ABD yine de bildiğini okuyabilmekte, AB ve Rusya’nın dediklerini kulakardı etmektedir.


Bu nedenle ABD’nin olası bir Suriye operasyonunda karısında Rusya ya da AB’yi bulacağının düşünmek biraz safça olur. Eğer Suriye AB ya da Rusya’nın yıllardır hakim olduğu bir ülke olmuş olsaydı, bu ülkeye düzenlenecek operasyonda iki kutup arasında bir hesaplaşmadan bahsedilebilirdi. Ancak AB’nin de Rusya’nın da yapabileceği Suriye’ye yönelik operasyona katılmayarak sessiz karşı çıkış göstermek ve ABD’nin kayıpla çıkacağı günü beklemektir.


AB ve Rusya’nın bölge üzerindeki ticari etkinliği de ABD’ye nazaran düşüktür. ABD İsrail ve Ürdün’le birlikte kurduğu ve diğer bölge ülkelerini de adım adım içine dahil etmek istediği MEFTA’da (Middle East Free Trade Area-Ortadoğu Serbest Ticaret Alanı) kendi ekonomik yapısına ülkeleri eklemlemektedir.


ABD’nin bölgeye bu kadar hırsla girdiği, ekonomik, siyasi ve askeri olarak bu kadar güçlü ve köklü olduğu Ortadoğuda AB ve Rusya’nın ona kafa tutması şimdilik mümkün gözükmemektedir. Bu nedenle ABD’nin İsrail-Irak hattını İran ve Suriye’yle zenginleştirmesi, Kürt Devleti üzerinden bölgede etkinlik kurması ve son olarak Suudi Arabistan’ı da ekleyerek bölgeyi tam olarak hakimiyeti altına alması beklenebilir. AB ve Rusya’nın manevraları tüm bu gelişmelerden, ABD’nin doğal gücünün sınırlarına ulaşmasından sonra gelecektir. AB ve Rusya o güne kadar anlaşılan ABD’ye karşı çıkmasa bile onaylamayacak, ticari etkinliklerini artırarak gelecek için yatırım yapacaktır.


Bu nedenle ABD’nin İran ve Suriye’ye yönelteceği operasyona AB ve Rusya’nın karşı çıkmasını beklemek hayalcilik olacaktır. Bu iki emperyalist kutup İran ve Suriye’yi savunmak yerine, aynen Irak’ta yaptıkları gibi, önce operasyonu eleştirecek, sonra da operasyon sonrası yeniden planlanan bölgelerde rant kapma mücadelesine girişecektir. Bu mücadeleye katılmak hem Rusya, hem de AB için gelecekte bölgede etkin olmanın koşulu haline gelmiştir.


Ortadoğuda bir çatışma beklenebilir mi? Çatışma kopacaksa Ortadoğuda kopmayacaktır. Ancak herhangi bir çatışma durumunda bundan Ortadoğunun da nasibini alması beklenen bir şeydir.


Hindistan ve Güney Asya


Hindistan, 1700’lü yıllardan beri emperyalizm için önemli bir ülkedir. Bu kıta büyüklüğündeki ülke, Batıya uzanan pek çok ticari yolun da ilk durağıdır. Hindistan’da hakimiyet İkinci Dünya Savaşı’na kadar tartışmasız İngiltere’deydi. Ancak bağımsızlık mücadelesi başarıya ulaştı ve Nehru’nun önderliğinde sosyalist bağımsız Hindistan kuruldu. Hindistan Nehru döneminde Üçüncü Dünyacı rejimin en önemli örneklerinden biri sayıldı.


Hindistan büyük nüfusu, farklı etnik yapıları bir arada bulundurması nedeniyle etnik çatışmaların emperyalizm tarafından kolaylıkla tetiklendiği ülkelerden birisidir. Pakistan ve Bangladeş, Müslümanlarla Hindular arasında emperyalizm tarafından körüklenen çatışmalar neticesinde kurulmuş ülkelerdir.


Günümüzde ise, Hindistan’ın önemi farklıdır. Hindistan, nükleer silaha sahip ülkelerden birisi olarak emperyalistlerin her tür stratejisinde özel önem verdikleri ülkelerden birisidir. Ayrıca, Hindistan; Pakistan ve Çin’le sınır problemleri yaşamaktadır. Keşmir bölgesinde, bu üç ülkenin hakimiyet alanları hâlâ tartışma konusudur. Bu çatışmayı önemli kılan, üç ülkenin de nükleer silaha sahip olmasıdır.


Hindistan, Nehru dönemindeki bağımsızlıkçı Hindistan’dan çok uzaktadır. 1998’e kadar ülkeyi yöneten Nehru’nun partisi Kongre Partisi, 2004 yılına kadar iktidarı Hindu milliyetçisi partiye kaptırmıştır. Ancak her iki parti de emperyalist sisteme ülkeyi entegre etmiştir. Çin’e karşı Rusya, Pakistan’a karşı da İsrail’le işbirliği Hindistan’ın temel dış politika seçimlerinden olmuştur. Hindistan’ın Çin’le mücadelesi ve Rusya’yla yakınlaşması ABD’yi bu ülkeye karşı soğuk tutmuştur.


Ancak, 11 Eylül’den sonraki dünya konjonktüründe, Pakistan’daki Ladin’in popülaritesi, El Kaide türü örgütlerin bu ülkedeki varlığı, ABD’nin Pakistan’a karşı Hindistan’ı öne çıkarmasına neden olmuştur. Yıllarca sosyalist Hindistan’a karşı “Müslüman” Pakistan’ı destekleyen ABD, 2001’den sonra, bu tutumunu tersine çevirmiştir.


Hindistan’ın İsrail’le yıllık 2 milyar dolar hacme ulaşan silah ticareti bulunmaktadır. İki ülke arasındaki bu ilişki İsrail’in Etiyopya, Hindistan, Türkiye, İran gibi Arap olmayan ülkelerle işbirliğini geliştirmesini öngören “Dış Halka Doktrini” çerçevesinde oluşmaktadır. Özellikle İsrail Dışişleri Bakanı Peres’in Hindistan ziyareti bu ilişkiyi resmileştirmiştir.


Hindistan ABD ile olan ilişkisiniise ticaretten de öteye taşımış, teknolojik anlamda, ABD’nin önemli bir ortağı haline gelmiştir. Askeri anlamda da 2002 yılında ABD-Hindistan ortak tatbikatlar düzenlemeye başlamıştır.


Ancak Hindistan, ABD’den farklı seçenekleri de gözardı etmemektedir. Çin ile olan anlaşmazlıklarını çözmek için Şanghay İşbirliği Örgütü’ne üye olmayı düşünmektedir. Hali hazırda bu örgütün gözlemcisidir. Pakistan ile de ilişkilerini düzeltmeye çalışmakta, İran’da Hindistan’a döşenecek petrol boru hattında Pakistan’ın da kaçınılmaz olarak yer almasına ses çıkarmamaktadır. Hindistan, büyük yerel güç olma yolunu da izlemekte, Birleşmiş Milletler’in Güvenlik Konseyi’nin daimi üyeliği için aday olmaktadır.


Emperyalistler açısından Güney Asya, şöyle bir paylaşım yaşamaktadır. Hindistan üzerinde ABD’nin etkisi son dönem oldukça artmıştır. Nükleer silaha sahip ülkeleri tam anlamıyla kontrol altına alma yolunu izlemeye başlayan ABD, Hindistan’ı kendi yanına çekmek için elinden geleni yapmakta, bu ülkenin nükleer silah araştırmalarını kabullenmektedir. Hindistan Başbakanının son ABD gezisinde, ABD ve Hindistan stratejik ortaklık anlaşması imzalamıştır. Hindistan’a tutunan ABD, BOP ve Şer Ekseni doktriniyle oluşturmaya çalıştığı Fas’tan Kuzey Kore’ye güvenlik zincirinde önemli bir halkayı da tamamlamış bulunmaktadır. Ancak Hindistan yine de tam anlamıyla kontrol edilebilecek bir ülke değildir. Çok büyüktür ve olanakları çok geniştir. Ancak bu noktada ABD’nin avantajı ülkedeki iki büyük partinin de Amerikancı olmasıdır.


Doğu Avrupa


Doğu Avrupa, İkinci Dünya Savaşı sonrasında Sovyetler Birliği’nin kontrolü altında kalmış bölgedir. Bu bölgeyi ikiye ayırmak gerekiyor. Sovyet Avrupası denilebilecek bölgede Sovyetler Birliği’ne üye olmuş, ancak sonra bağımsızlığını kazanmış Ukrayna, Beyaz Rusya gibi ülkeler bulunmaktadır. Doğu Avrupa denilebilecek bölgede ise Sovyetler’in kontrolünde kalmış, SSCB’nin yıkılmasıyla birlikte, kendi rejimlerin de değiştirmiş Polonya, Romanya gibi ülkeler.


Doğu Avrupa, 90’ların ilk yarısında ABD’nin önem verdiği bölgelerden birisiydi. Ancak ABD ile ABD arasındaki bir mutabakat sonucu bu bölgede AB’nin etkisi kesinlikle çok daha fazladır. ABD bu bölgeyi kendi sistemine entegre etmeye çalışmaktadır. Zaten Doğu Avrupa ülkelerinin tamamına yakını AB’ye üye olmuştur. Kalanların da üyelik süreçleri devam etmektedir. Sovyet Avrupası ülkeleri ise, henüz başlangıç aşamasında olmakla birlikte AB’ye aday üye durumundadırlar.


Bölgede çok azalmış olmakla birlikte bir Rus etkinliği hâlâ bulunmaktadır. Doğu Avrupa ülkelerinde Rus etkisi sıfıra yaklaşmıştır. Çünkü bu ülkelerin 90’lardaki kimlik kazanma sürecinde Rusya karşıtlığı önemli rol oynamıştır. Ayrıca bu ülkelerin bağımsızlığını kazanmasında ABD ve AB’nin gösterdiği destek, bu ülkeleri Rusya’ya karşı AB ve ABD’nin yanına itmiştir. Sovyet Avrupası ülkelerinde ise Rus etkisi biraz daha fazladır. Ukrayna’nın doğuda kalan yarısına Rusya hakimdir. Ancak ABD’nin düzenlediği Turuncu Devrim sonrasında ülke hakimiyetini kaptıran Rusya Doğu Ukrayna’da da tutanamaz olmuştur. Rusya’nın bölgede tutunabileceği yegane ülke Beyaz Rusya olarak kalmıştır. Rusya Beyaz Rusya’yla da entegrasyon görüşmeleri yapmaktadır. Beyaz Rusya ile ortak tatbikatlar düzenleyen Rusya, 2006 yılından itibaren de ortak para birimine geçmeyi düşünmektedir.


Doğu Avrupa’da emperyalistler arasındaki mücadeleyi kızıştıracak mesele, Rus etkisi değil AB-ABD çatışması olabilir. Bölge her ne kadar AB’nin etkisindeyse de, hatta AB’ye üyeyse de, ABD’nin bu bölgedeki etkinliği çok daha fazladır. ABD’nin bölgenin AB’e entegrasyonuna ses çıkarmamasının nedeni olarak da bu durum gösterilebilir. ABD AB’nin tam anlamıyla bir siyasi ve askeri birliğe dönüşmesini engellemek istemektedir. Bu nedenle kendi hakimiyeti altındaki ülkelerin de AB’ye katılmasını desteklemekte, böylelikle AB’yi içeriden parçalamayı hesaplamaktadır. AB içindeki İngiltere’nin de rolü budur.


ABD’nin ABB ile yaşayacağı bir hesaplaşma ancak Doğu Avrupa üzerinden başlayacaktır. Ancak, ABD’nin bu bölge üzerinde bir hesaplaşmaya girişmek yerine AB’yle uzlaşıp dünyanın kalanını sömürme niyeti de anlaşılmaktadır.


Bölgede ABD Rusya ile de karşı karşıya gelecektir. Ukrayna meselesinde Rusya geri adım atmak zorunda kalmış istemediği gelişmeleri sineye çekmiştir. Beyaz Rusya ABD için sıradaki ülkelerden birisidir. Beyaz Rusya, Rusya’nın en çok egemen olduğu, Rusya’yla bütünleşmeye gitmeyi bile düşünen ülkedir. Bu nedenle, Beyaz Rusya ancak bir Turuncu Devrimle Batı kutbuna çekilebilir. Bunun sinyalleri de geçtiğimiz seneden beri bulunmaktadır.


DİĞER BÖLGELER


Afrika


Bu büyük ve yer altı kaynakları bakımından zengin kıtanın kuzeyinde AB’nin hakimiyeti bulunmaktadır. Cezayir ve Tunus, Fransa’nın doğal uzantısı kabul ettiği ülkelerdir. Libya ise son birkaç yıldır ABD’ye karşı AB ile ilişkilerini ilerletmeye başlamıştır.


Ancak ABD’nin Kuzey Afrika stratejisi Mısır üzerinden Libya’ya uzanmak ve Cezayir’deki tüm dinci tehlikeyi bertaraf etmektir. Ancak bunun için öncelikle AB’nin bölgedeki gücünü kırmak zorundadır. Bu da anlaşılan zaman alacaktır.


Afrika’nın güney ve orta kesimlerinde ise ABD’nin tartışılmaz bir üstünlüğü bulunuyor. Nijerya ve Liberya gibi petrol ve maden zengini ülkelerde ABD’nin etkisi planlı bir şekilde artmaktadır. AB’nin ise Hollanda, Almanya, Fransa ve Portekiz gibi ülkelerin eski sömürgelerinde etkisi bulunmaktadır. Ancak bu ülkelerdeki etkisi de ABD’nin Afrika’da kurduğu Serbest Ticaret Anlaşması’yla adım adım kırılmaktadır.


Latin Amerika


ABD’nin etkinliği özellikle Orta Amerika’da yaygındır. Bu bölgedeki ülkelerin ekonomileri doğrudan ABD’ye bağımlıdır. Güney Amerika’da ise ABD’nin etkinliği azalmaktadır. Chavez iktidarı adım adım ABD’den bağımsızlığını ilan etmektedir. Hatta Chavez açık açık ABD’ye meydan okumaktadır. Bu noktada ABD bölgede Kolombiya’ya dayanmaktadır. Kolombiya’nın ekonomik gücü Venezüella’yla karşılaştırılmayacak durumdadır. Ancak askeri gücü ABD yardımlarıyla Venezüella’nın dört katına ulaşmıştır. Chavez de Kolombiya’da FARC gerillalarını destekleyerek Kolombiya’ya meydan okumaktadır. Chavez Çin, Rusya ve AB ile olan ekonomik ilişkilerini de geliştirmektedir. ABD’ye petrol satışını durdurarak da önemli bir adım atmıştır.


Güney Amerika’da ABD Kolombiya üzerinden Venezüella’ya bir saldırı düzenleyebilir. Bilindiği gibi Chavez tüm Turuncu Devrim girişimlerini başarısızlıkla sonuçlanmasına neden olmuştur. Bu saldırıdan önce Venezüella Brezilya, Bolivya, Peru gibi bölgedeki diğer sol tandanslı hükümetlerle ortaklığını ilerleterek ve onları ABD’nin güdümünden çıkararak bir mevzi kazanma durumundadır. Güney Amerika diğer bölgelerden farklı gözükmektedir. ABD’ye direnen güç bir emperyalist ülke değil, devrimci liderliğe sahip bir ülkedir. Bu açıdan emperyalizme karşı mazlumların neler yapabileceğini güzel bir örneği olarak Venezüella’da önemli bir deneyim yaşanmaktadır.


III- Genel Gidişat: Emperyalistler Ne Yapacak


Dünya bir emperyalist savaşa doğru mu gidiyor? Emperyalistler arası ilişkiler bakımından üç olasılık bulunuyor: Paylaşma, çatışma, kamplaşma. Ancak bu üç olasılığın aslında birbiri ardına gerçekleşeceğini de söyleyebiliriz. Yani önce dünya paylaşılacak, sonra belli kesişme noktalarında çatışılacak, sonra da bu çatışmada güçlü olmak için kamplaşılacak.


Paylaşma şu an için en büyük olasılık gibi gözüküyor. Çünkü herhangi bir çatışma için Avrupa da, Çin de, Rusya da hazır değil gibi gözüküyor. ABD de dikkat edilirse, bu büyük güçlerle çatışacak adımlar atmaktan çekiniyor.


Üstelik emperyalist metropollerde, büyük güçlerin dünya hakimiyeti için çatışmasından ziyade “uluslararası terörizme ve fanatik İslamcılığa karşı ortak güvenlik perspektifleri” tartışılıyor. Bu yeni paradigma özellikle 11 Eylül’den sonra yaygınlaşmaya başladı ve mazlumlara karşı bir emperyalist cephenin de habercisi görünümünde.


Paylaşma


Bir paylaşma durumunda dünya hakimiyeti şu şekilde bölünebilir: ABD, BOP çerçevesinde Fas’tan Kore’ye kadar bölgede hakim olur. Kuzey Afrika, yine AB’nin kontrolünde kalır, ancak Mısır, Ürdün, Irak, İran, Pakistan, Afganistan, Hindistan, Endonezya, Kore, Japonya hattında ABD etkinliği olur. Bu hat ABD için Rusya ve Çin’i güneyden kuşatabilmek için gereklidir. Bu kuşatma, bir çatışma için değil, bu ülkelerin hakimiyet alanlarını daha da fazla genişletmelerini önlemek için yapılacaktır.


Bir uzlaşma durumunda ABD’nin Doğu Avrupa üzerindeki etkinliği, Polonya gibi AB üyesi ülkelerde AB ile, Ukrayna gibi eski Sovyet ülkelerinde ve Kafkaslar’da Rusya ile, Orta Asya’da ise Çin ve Rusya ile paylaşılacaktır. Böyle bir paylaşma durumunda ABD, Çin’in ve Rusya’nın tartışmasız hakim olduğu bölgelerde de söz sahibi olmuş olacak.


Çatışma


Ancak paylaşma durumundan sonra kaçınılmaz çatışma durumu gelecektir. ABD, yeni hakim olduğu bölgelerde, örneğin Orta Asya’da mevcut statükonun sarsılmasından dolayı, Rusya ve Çin ile çatışmaya girişebilir. Doğu Avrupa ve Kuzey Afrika’da ise ABD’nin etkinliğinin artması AB’nin hoşuna gitmeyebilir. Bu açıdan olası çatışma noktaları şunla olacaktır:


- İran: AB-Rusya ile ABD

- Kazakistan: Rusya ile Çin
- Kore: ABD ile Çin
- Suriye: AB ile ABD
- Libya: AB ile ABD
- Azerbaycan ve Ermenistan: ABD ile Rusya
- Polonya: AB ile Rusya
- Ukrayna: ABD ile Rusya

Bu çatışma noktalarının, silahlı çatışmaya yol açması söz konusu değildir. Çatışma derken çıkarların çatışmasından bahsediyoruz. Ancak çatışma noktalarında taraflardan birisinin direnmesi durumunda çatışma çatışma noktaları kendi komşularına doğru yayılabilir. Bir kaç çatışma noktasının birleşmesi durumunda ise silahlı hale de gelebilir. Örneğin İran ve Suriye üzerindeki çatışma Kürt Devleti ya da Türkiye üzerinden birleşirse, AB ile ABD kılıçları çekebilir. Ancak, çatışma noktalarında bu derece büyük hesaplaşmanın yaşanacağı en azından şimdilik pek mümkün gözükmemektedir. Kazanamayacağını anlayan emperyalist hemen geri adım atmakta, dikkatini başka alanlara yöneltmektedir.


Kamplaşma


Dört emperyalist kutup çatışmanın arttığı noktada kamplaşmaya girişecektir. ABD’ye karşı Rusya-Çin-AB kamplaşması olası senaryolardan birisidir. Ancak bu seçenek çok gerçekçi değildir. Rusya ve Çin arasındaki çatışma bölgeleri Orta Asya’da çok daha sıcak olacaktır. Gidişat da bu iki ülkenin ittifakını değil, hesaplaşmasını göstermektedir. Ancak yine de Rusya ile Çin arasındaki ilişkilerin eski dönemden belli farklılıklar yansıttığını görmek gerekmektedir. 18 Ağustos 2005’te başlayan Rus-Çin ortak askeri tatbikatı önemli bir gelişmedir. Ancak unutmamak gerekir ki, ne bu tatbikat ne de iki ülkenin de üye olduğu ŞİÖ, ABD’ye bir alternatif yaratma amacı taşımamaktadır. Zaten Rusya ve Çin askeri konularda dönem dönem ABD ile de işbirliğine girişmektedir. Bu yüzden Rusya-Çin ilişkilerinin gelişmesini çok abartmamak gerekir.


Rusya-Çin-AB ittifakı çok gerçekçi olmamakla birlike ABD’nin yayılma alanı bolarak belirlediği Ortadoğu ve Orta Asya’da tökezlediği anda bir gerçeklik haline gelebilir. ABD kaybetmeye başladığı anda, bu üç kutup birleşmek zorundadır. Aksi takdirde ABD’yi yenen mazlumlar olacaktır ve mazlumların yükseliş dönemi başlayacaktır. Halbuki tökezlediği anda ABD’yi geri adım attıran emperyalist bir kutup olduğu zaman ABD’nin kaybetmesi mazlumların lehine olmayacaktır. Kısacası ABD kaybetmeye başladığında boşamttığı alanlar ya bağımsız mazlum ülkeler tarafından ya da başka bir emperyalist kutup tarafından doldurulacaktır.


ABD-Çin İle Rusya-AB Kamplaşması


ABD’nin bir süre daha da kaybetmediği durumda ise kamplaşma farklı gerçekleşebilir. Bu durumda Rusya ya da Çin, ABD’nin yanında yer alabilir. Gözüken odur ki, Çin-ABD ilişkileri, Rusya-ABD ilişkilerinden daha iyi durumdadır. Çin, ABD ile ilişkilerinde çatışmaya girmemeye özen göstermektedir. Tekstil ihracatına kota getirme gibi olaylarda ABD’nin istekleri doğrultusunda davranmaktan ise çekinmemektedir. ABD’nin hareket alanları incelendiğinde ise görülecektir ki, ABD’nin yayılma alanı olarak belirlediği hiçbir alanda zaten Çin’in yeri bulunmamaktadır. Tersine, Çin de ABD gibi orta Asya’da Rusya egemenliğini kırıp kendine yaşam alanı yaratmak istemektedir. Dolayısıyla Rusya’ya karşı bir ABD-Çin ortaklığı daha olası gözükmektedir.


Rusya ise, ABD ile arasındaki ilişkiyi çatışmaya taşımaktan kaçınmaktadır. ABD’nin düzenlediği son üç turuncu devirminin üçü de Rusya’nın hakimiyet bölgesinde gerçekleşmiştir: Gürcistan, Ukrayna, Kırgızistan. Ancak Rusya bu devrimlere hiçbir yanıt vermemiş, sineye çekmiştir. Ancak, ABD’nin yayılma alanı Rusya’nın aleyhinde olduğuna göre, nereye kadar bu şekilde götürecektir? AB ise ABD ile uzlaştığı anda kendi kimliğini reddetmiş olacaktır. AB eğer bir emperyalist kutup olmak istiyorsa, ABD’ye meydan okumak zorundadır. Böyle bir durumda AB’nin belli bir ayrılabilir. Örneğin İngiltere, Polonya, Romanya gibi Amerikancı AB ülkeleri, ABD ile birlikte yer alabilirler.


Bu durumda kamplaşma şu şekilde olabilir. AB, Rusya ile, Çin ise ABD ile birlikte yer alacaktır. Bu noktada Japonya’nın nasıl bir tavır alacağı belli olmaz. Japonya, Çin’in kaybedeceği bir mücadelede daha kârlı çıkacağını düşünüp, AB ve Rusya ile birlikte yer alabilir. Ancak 45’ten beri ABD’nin kanatları altında gelişmiş bir Japonya, acaba ABD’ye cephe alabilir mi? Bu nedenle ABD-Çin kutbunun Çinhindi üzerinde egemenliği paylaşmayı vaat edip Japonya’yı yanına alarak genişlemesi de mümkündür.


AB-Rusya ittifakı Polonya ve Ukrayna’yı da içine alırsa gerçekten önemli bir güç olabilir. Çünkü bu iki ülke AB ile Rusya arasındaki sınırı oluşturmaktadır. ABD’nin Ukrayna’da düzenlediği Turuncu Devrimin önemi de işte bu noktada çıkmaktadır. Ukrayna ve Polonya’ya hakim olmak aslında AB-Rusya ittifakının gücünü azaltmak anlamına gelmektedir.


3. Dünya Savaşı Olur mu?


Peki bu kamplaşma yeni bir dünya savaşına neden olur mu? Her kamplaşma savaşla sonuçlanmaz. Üstelik, dünyada yeni bir dünya savaşı olasılığı da gittikçe azalıyor. Emperyalist güçlerin yayılma alanlarında bir diğeriyle çatışmaya girmemeye özen gösterdiği görülüyor. Eski dünya savaşlarıyla bugün arasında da önemli bir fark bulunmaktadır. Birinci ve İkinci Dünya Savaşı’na bakarsak, bu iki savaşın da ortaya çıkmasının nedeninin, Almanya Japonya gibi emperyalist ülkelerin dünya üzerinde daha fazla hakim olma çabası olduğunu söyleyebiliriz. Bu nedenle ilk dünya savaşında Balkanlar, Kuzey Afrika, Ortadoğu ve Doğu Avrupa, yani Osmanlı İmparatorluğu’nun eski hakimiyet alanı paylaşım mücadelesinin ana konusuydu. İkinci Dünya Savaşı’nda ise bu alanlara Güneydoğu Asya ve Pasifik de katıldı. Her iki savaşta da paylaşım mücadelesinin ana aktörleri gibi gözüken Almanya ve İngiltere büyük zararlarla çıktılar. Almanya zaten dünya savaşlarını kaybettiği için zararlıydı. İngiltere ise hem savaşın ağır faturası, hem de yıkımı nedeniyle büyük zarar gördü. Üstelik ABD’nin iki dünya savaşından da büyük kazanımlarla çıkması İngiltere’nin eskiden hakim olduğu Ortadoğu gibi bölgelerde inisiyatifi ABD’ye kaptırmasına neden oldu.


İki Dünya Savaşı’nın da tartışmasız galibi ABD’dir. Bu galibiyetin nedeni olarak, ABD’nin iki savaşa da sonradan girmesi ve kendi anakarasında savaşmaması gösterilebilir. Bu nedenle ABD savaşın yıkımını en az düzeyde yaşamıştır. Bu gerçeğin farkında olan ABD, İngiltere’nin dünya savaşlarında düştüğü duruma düşmek istememekte, dünya çapındaki paylaşım mücadelesinin bir dünya savaşıyla sonuçlanmasının önüne geçmeye çalışmaktadır.


Günümüzün iki dünya savaşı öncesi dönemden önemli bir farkı da emperyalistlerin yayılma durumudur. İki dünya savaşı öncesinde de yeni hakimiyet alanları yaratma çabasında olan Japonya ve Almanya’ydı. Hakim ülke ise İngiltere’ydi. Dolayısıyla Alman ve Japon yayılması İngiltere’nin aleyhineydi. Böyle bir çatışmanın dünya savaşıyla sonuçlanması mümkündü. Halbuki günümüzde yeni hakimiyet alanları yaratma çabasında olan emperyalist de dünyada daha çok hakimiyet alana sahip ülke de aynıdır: ABD. Bugün yayılma isteyen güç ABD, hakimiyet alanı daralan güç ise Rusya’dır. Rusya’nın mevcut durumun bozulmasına askeri bir yanıt vermesi de pek mümkün gözükmemektedir. Bunun yerine Rusya ABD ve AB ile ilişkilerini iyi tutarak, ABD’nin yayılmasını farklı yöntemlerle engelleme, ya da ABD’nin yayılma sürecinde hata yapmasını veya yenilgiye uğramasını bekleme taktiğini izlemektedir. Bu nedenle mevcut dünya sistemi içerisinde konumundan gayet memnun olan ABD’nin bu mevcut yapıyı değiştirecek savaş adımları atması mümkün gözükmemektedir. Bu nedenle ABD atak bir yapı gösterse bile, rakiplerinin dünya savaşına varacak tepkiler göstermesini engellemek için de çeşitli anlaşmalar ve uzlaşmalar yapacağından kimsenin kuşkusu olmasın.


Nitekim gidişat da bunu göstermektedir. Bir yandan ABD Rusya’nın hakimiyet alanlarında at koştururken, diğer yandan Bush ile Putin ABD-Rusya ilişkileri tarihinin görmediği bir samimiyet ve işbirliği içerisinde görüşmeler yapmaktadır. AB ve NATO Rusya’yı içine alarak genişlemeyi tartışmaktadır. Dünyanın en zengin 7 ülkesinin birliği olan G-7’ler ise Rusya’yı da aralarına alarak Rusya’nın kapitalist-emperyalist dünya sistemi içinde merkez rol almasını kabullenmiş gözükmektedir. Bir sonraki adımın da Çin’in G-9 ismini alacak birliğe katılması beklenmektedir.


Bugünün, geçmiş dünya savaşlarından bir başka önemli farkı da, dünya ekonomik sisteminin geldiği noktadır. 1940’lara kadar emperyalist ülkelerin ekonomik konumlanışı birbirinin aleyhineydi. Herhangi bir emperyalist ülke ekonomik faaliyetini arttırmak istiyorsa, diğerinin faaliyetini durdurmak zorundaydı. Bugün ise dünya kapitalizmi büyük bir kapitalist entegrasyona doğru gitmektedir. Tüm emperyalist ülkeler birbirinin en önemli ticari ortaklarıdır aynı zamanda. Örneğin ABD ile AB arasındaki ticaret hacmi 700 milyar dolara ulaşmaktadır. ABD firmalarının Avrupa’daki doğrudan yatırımı ise 150 milyar dolara yaklaşmıştır. Emperyalistlerarası örgütlenme önemli ölçüde gelişmiştir. BM, emperyalistlerin dediklerinin dışına çıkmayan bir meşrulaştırma organına dönüşmüş, G-8, Dünya Ticaret Örgütü gibi birlikler de emperyalistler arası ekonomik ilişkileri arttırmış, adeta bir ekonomik işbirliğine dönüştürmüştür. Bu nedenle, mevcut ekonomik yapının devamı emperyalistler açısından daha önemlidir.


Emperyalistler arasında bir dünya savaşının çıkma olasılığının azlığını mazlumlar karşısındaki konumlanmalarından da görebiliriz. Mazlumlar coğrafyası üzerindeki hesaplaşma ve çelişmelerin, mazlumların aleyhine ittifaklarla sonuçlandığını görmemiz gerekiyor. Suriye, İran ve Irak’ta yaşananlar bu açıdan örnektir. Rusya’nın Irak’a, AB’nin ise İran ve Suriye’ye destek olacağı düşünülüyordu. Ancak AB de Rusya da bu bölgede ABD ile karşı karşıya gelmek yerine, ABD’nin bölgeye yerleşmesini sessizce izlediler ve bölgedeki yeni oluşumda söz sahibi olmak istediklerini de açıkça belirttiler.


Mazlumlarin Yanıtı Ne Olacak?


Adım başı stratejik araştırma merkezinin (SAM) kurulduğu Türkiye’de, tüm merkezlerin ortak bir yanlışı vardır. SAM’ların dünyasında aktörler emperyalistlerle sınırlıdır. Dünyanın geçmişi de geleceği emperyalistler arasındaki mücadelelerin bir sonucudur. Halbuki, tarihin en önemli aktörü mazlumlardır. Tüm bu paylaşım mücadelesine mazlumların nasıl yanıt vereceği yanıtlamamız gereken bir sorundur.


Bu açıdan dünyanın geleceğine ilişkin iki temel bakıştan bahsedebiliriz: Mazlum gözlüğü, emperyalist gözlük. Emperyalist gözlük dünyayı emperyalist güçlerin paylaşım mücadelesinin yürüdüğü bir alan olarak görür. Bu bakış açısında mazlumların ne yaptığının ve ne yapacağının önemi yoktur. Zaten, mazlumların yanıtlarının ardında da başka bir emperyalist güç aranır. Hatırlayalım, bu anlayış 11 Eylül’ün arkasında da Rusya ve Çin’i aramıştı.


Mazlum gözlüğü ise, mazlumların emperyalist paylaşım mücadelesine nasıl bir yanıt vereceğini de hesaba katar. Emperyalist cepheden bakarsanız zaten dünya geleceği için tek bir gelecek olabilir: ABD hakimiyeti. Çünkü, Rusya’nın, AB’nin ya da Çin’in silahları ABD’yi alt etmek için henüz yeterli değildir. Ve emperyalistler arası mücadele açısından bakarsanız ABD şu an daha güçlü durumdadır. Diğer emperyalistler ise ABD’nin gücüne ulaşmak için uğraşmaktadır. Peki, öyleyse ABD neden diğerleriyle uzlaşma peşindedir? ABD’nin zayıf düştüğü nokta başkadır. ABD’ye Rus füzeleri zarar vermemektedir, ancak Iraklı çiftçinin av tüfeği ABD helikopterlerini düşürebilmiştir. Kısacası, ABD de, AB de, Rusya da Çin de bir mazlum direnişine karşı zayıftır. Aralarındaki gizli paylaşımlar, anlaşmaların nedeni budur. Aralarındaki çatışmanın ısrarla silahlı hale dönüşmemesinin nedeni de burada yatmaktadır.


Bugün ABD’ye karşı çıkan tek güç mazlumlardır. Bakın Afganistan’daki direnişçilere, Irak’a.. İran’da nükleer özgürlüğü için eylem yapanlara, Filistin’de ABD destekli siyonist işgale karşı direnenlere, İkiz Kulelere intihar saldırısı düzenleyenlere... Bugün AB mi ABD’ye karşı çıkar Rusya mı diye tartışanlara şu soruyu sormak istiyoruz: Son 10 yıldır emperyalistler ABD’ye tek kurşun sıktı mı? Biz mazlumlar adına yanıt verelim: Onlar sıkmadı ama biz sıktık... Öyleyse bugün ABD hegemonyasına karşı çıkacak tek gücün mazlumlar olduğunu, bu mücadelede de ABD’ye nazaran daha şanslı olduğunun altını çizelim.


Bir emperyalist diğeriyle aynı koşullarda savaşır. Bu yüzden tank sayısı, nükleer füze sayısı, asker sayısı, petrol kaynaklarına ulaşım emperyalistler arası mücadelede çok önemlidir. Ancak mazlumların emperyalistlerle olan mücadelesinde silahın değil insanın önemi ortaya çıkar. Iraklı köylü ABD helikopterini mavzeriyle düşürüverir. 11 Eylül’de plastik bıçaklarla uçağı kaçıran eylemci ABD’ye tarihinin en büyük zararını veriverir. Acaba Rusya’nın ya da AB’nin hangi füzesi benzer bir zararı verebilirdi?


Dolayısıyla, görmemiz gereken gerçek şudur ki, ABD’ye en büyük zararı mazlumlar verecektir. Öyleyse bizim bugünkü dünya tablosundan çıkarmamız gereken sonuç, emperyalistler arasındaki çelişkilerin arttığı, ancak tüm emperyalistlerin mazlum coğrafyayı sömürme ve paylaşma konusunda anlaştıkları olmalıdır. Buna mazlumların vereceği yanıt herhangi bir başka emperyalist kutbun ABD’yi durdurmasını beklemek değil, ABD’ye bir tek kendisinin karşı çıkabileceğini görüp, direnişe geçmek olmalıdır. Bugün AB-Rusya-Çin ilişkilerinin artmasını ABD’nin dünya egemenliğini engelleyeceğini düşünerek destekleyenler aslında mazlumların direnişine en büyük ihaneti yapmaktadır. Gözüken odur ki bugün mazlumların önündeki en büyük engellerden biri ABD ise, diğer de AB’ci, Rusçu, Çinci sahte kurtuluş reçeteleridir.


Mazlumların Direnişi Üçüncü Dünya Savaşının Ta Kendisidir


ABD’nin egemenliğinin artması senaryosu ancak mazlumlar ABD’ye karşı hiçbir şey yapamazsa gerçekleşebilir. Halbuki, özellikle Ortadoğu’da ABD emperyalizmine karşı bir Arap direnişi başlamıştır, Suriye ve Suudi Arabistan’a yönelik bir operasyonda bu direniş güçlenip birleşecektir. Orta Asya’da da Türk Birliği’ni amaçlayan bir kurtuluş mücadelesi başlayabilir. Latin Amerika’da ise Chavez önderliğinde bir antiemperyalist cephe inşa olabilir. Bu gibi durumlarda tüm senaryolar bir anda geçersiz olacak, dünya farklı bir noktaya gidecektir.


Mazlumların elindeki silahların farkındaa olması gerekmektedir. Örneğin, Hindistan, Pakistan gibi mazlum ülkeler ellerindeki nükleer silalları birbirine değil, emperyalistlere doğru doğrultmalıdır. Emperyalistlerin en büük korkusu nükleer silahların kendilerine karşı kullanılması ya da iki mazlum ülkenin birbiriyle girişeceği bir nükleer savaşa bulaşmalıdır. Bu nedenle ABD başta olmak üzere tüm emperyalist ülkeler elinde nükleer silah bulunan ülkeleri ya sindirmeye (Kuzey kore örneğinde olduğu gibi) ya da kendi askeri-ekonomik güdümlerine almaya çalışmaktadır (Hindistan örneğinde olduğu gibi). Buna mazlumların vereceği yanıt elindeki nükleer teknolojiyi paylaşıp nükleer silahları tüm mazlum coğrafyaya yaymak olmalıdır.


Ancak nükleer silahlar mazlumların tek kurutuluşu değildir. Mazlumları güçlü yapan silahlarından öte haklılığıdır. Irak’taki çiftçinin helikopter düşüren tüfeği en güçlü silahtır. Mazlumlar bu gerçeğin bilincinde emperyalizme karşı bir direniş cephesi oluşturmalıdır.


Dolayısıyla, mazlumların kurtuluşu için emperyalistler arası çelişmelerin artmasını bekleyen hayalci görüşler yanlıştır. Dünya tarihinde devrimler emperyalistler arası çelişmelerin arttığı dönemlerde gerçekleşmemiştir. Bir devrim dalgası 1800’lerin başında Güney Amerika’da yaşanmıştı. Öncüsü Birinci Dünya Savaşının hemen ardında, bir diğeri ise İkinci Dünya Savaşı’nın ardından. Dolayısıyla mazlumların devrimleri çelişmelerin arttığı dönemlerde değil, emperyalistler arası çelişmelerin çözüldüğü savaş sonralarında yaşanmıştır.


Bugün de mazlumlara düşen emperyalistler arasındaki çelişmelerin artması sayesinde hareket alanı kazanmayı beklemek değil, emperyalistleri daha da zor duruma düşürecek direnişleri başlatmak olmalıdır. Bugün emperyalistler arasında bir Üçüncü Dünya Savaşını bekleyenlere mazlumlar coğrafyasına bakmalarını öneriyoruz. Üçüncü Dünya Savaşı işte burada kopacak. Bu savaşta mazlumlara düşen, kendi arasındaki birlik ve beraberliği artırmak ve emperyalizmi bir sistem olarak yıkma perspektifine sahip olmak olmalıdır. Mazlumların bu Üçüncü Dünya Savaşını kazanmak için başka çareleri bulunmamaktadır.


Son tahlilde hiçbir emperyalist ülke tam bağımsızlığını kazanmak isteyen bir mazluma yardım etmemiştir. Dolayısıyla mazlumlar emperyalistler arasındaki çelişmelerin artmasını sevinerek karşılayan anlayışı ortadan kaldırmalı, mazlumları kurtaracak tek ideolojinin antiemperyalizm olduğunu unutmamalıdır.


* Ankara Üniversitesi Yükseklisans öğrencisi


http://www.turksolu.com.tr/ileri/26/erdem26.htm



***

Emperyalistler-Arası İlişkiler: Çatışma mı? Paylaşım mı? BÖLÜM 2

Emperyalistler-Arası İlişkiler: Çatışma mı?  Paylaşım mı?  BÖLÜM 2


Orta Asya’da Uzlaşma Senaryosu

Tüm emperyalistlerin paylaşım mücadelesi yaptıkları bir alanda uzlaşmaları sık görülen bir durumdur. Yıllarca sadece Rusya’nın etkinlik alanı olan, zaman zaman Çin’in de söz sahibi olduğu bir bölgeye yeni aktörler olarak AB ve ABD’nin de girmesi şüphesiz bir takım dengeleri değiştirmektedir. Her ne kadar gücü azalmakta olsa da Rusya’nın bölgedeki gücü ve etkisi hâlâ çok büyüktür. Bölge ABD için Rusya ve Çin’i kuşatma projesi bakımından önemlidir.


Dolayısıyla emperyalistler arasında şöyle bir uzlaşma mümkün gözükmektedir: Bölge üzerinde emperyalist hakimiyet tümü tarafından tanınacak, belli ülkeler üzerinde belli emperyalistlerin daha fazla hakim olmasına göz yumulacaktır. Kırgızistan’da ABD hakimiyeti kabullenilecek, ABD de bu ülke üzerinden hem Rusya hem de Çin’i kontrol edebilecektir. ABD, Güney Kore sayesinde Çin’e güneydoğudan komşudur. Hindistan sayesinde güneyden, Kırgızistan sayesinde de batıdan kuşatmayı tamamlamayı hedeflemektedir. Bu nedenle Kırgızistan ABD için önemli bir hedeftir.


Bir uzlaşma durumunda ABD ve Rusya, Çin’in Kazakistan’la gelişen ilişkilerine ses çıkarmayacak, AB’nin Türkmenistan’daki etkinliği devam edecek, Rusya da Kazakistan’da hakim olmaya devam edecektir. Özbekistan ise uzun süredir ABD’nin etkin olmak istediği bir ülkedir. Batıdan Gürcistan ve Azerbaycan sayesinde Hazar’a komşu olan ABD, Kazakistan ve Türkmenistan olmasa bile Özbekistan üzerinden Hazar’ın doğusunda da hakim olmak istemektedir. Tacikistan’da ise hem ABD’nin hem de Çi’in hakimiyeti anlaşma yoluyla sağlanabilir.


Dolayısıyla Orta Asya coğrafyası emperyalistler arasında şu şekilde paylaşılabilir:


Özbekistan ve Kırgızistan: Turuncu Devrimlerle ABD hakimiyeti. Kazakistan: Tartışılmaz Rus hakimiyeti. Çin’in artan etkinliği. Türkmenistan: AB’nin doğalgaz ve petrol kaynağı. Tacikistan: Çin ve ABD’nin ortak hakimiyet alanı.


Orta Asya’da Çatışma Senaryosu


Orta Asya ülkeleri arasında Tacikistan ve Kırgızistan’ın emperyalistler açısından önemi yeraltı zenginliklerinden değil stratejik konumlarından kaynaklanmaktadır. Kazakistan ve Türkmenistan ise doğal kaynakları nedeniyle önem taşımaktadır.


Uzlaşma senaryosu gerçekleşmezse kaçınılmaz olarak emperyalistler belli bir çatışmaya girişecektir. Böyle bir durumda bölgede daha saldırgan bir tavır izleyen ve bu tavrını devam ettirmekten çekinmeyecek olan ABD, Kırgızistan dışında bir ülke belirleyerek bu ülkede Turuncu Devrim gerçekleştirebilir. ABD açısından Turuncu Devrim için en önemli hedef Kazakistan gözükmektedir. Bu seçim bir çok kişiye garip gelebilir. Keza Kazakistan hem Rusya’nın çok etkin olduğu hem de Çin’in etkisini artırdığı bir bölgedir. Ancak ABD, hatırlanmalıdır ki Ukrayna gibi Rusya’nın çok güçlü oldu bir ülkede bile Turuncu Devrim gerçekleştirebilmiştir. Bu senaryo gerçekleşirse, Kazakistan’a müdahale olması durumunda ülkedeki Rus nüfus hızla kuzeye Rusya’ya kaçacaktır. Kazakistan’da hakim olan ABD, İran operasyonuna üs yapabilmek için Türkmenistan’a, ya da bölgede tarihsel olarak liderlik rolü oynayabilecek bir ülke olan Özbekistan’a yönelebilir. Her iki durumda da karşısında yine Rusya’yı bulacaktır. Ancak Rusya; Ukrayna, Gürcistan ve Kırgızistan’daki Turuncu Devrimlere hiç ses edememiştir. Rusya sinsi bir şekilde ABD’nin kaybedeceği anı beklemektedir. Bu nedenle bu senaryoda ABD’nin hiçbir icraatına ses çıkarmayacak, ABD’nin Ortadoğu ya da Orta Asya’da başarısız olacağı günü beklemeye başlayacaktır.


Dolayısıyla ABD’nin bir başka ülkede Turuncu Devrim gerçekleştirmesine AB, Rusya ve Çin’in verebileceği tepki çok sınırlı olacaktır.


Orta Asya’da Kamplaşma Senaryosu


Bir diğer seçenek de ABD’nin bölgede Çin ile anlaşarak Rusya’nın etkinliğini azaltma yoluna gitmesidir. Bölgede Rusya ile AB’nin çıkarları çatışmamaktadır. Böyle bir durumda Rusya da AB ile ittifaka geçebilir. AB, TRACECA ve ENOGATE projelerine Rusya’yı dahil edebilir. Bu ittifak Rusya için de faydalı olacaktır, keza Rusya Türkmenistan üzerinde kaybettiği etkinliğini TRACECA ve ENOGATE sayesinde tekrar kazanacaktır.


Böyle bir kamplaşma durumunda ABD ve Çin, Kazakistan’ın egemenliğini paylaşacak, Özbekistan tamamen ABD’nin güdümüne girecek, Türkmenistan ise bir süre daha AB ve Rusya’nın hakimiyetinde kalacaktır. ABD’nin bölgede Rusya ve AB ile bir mücadele girişme ne kadar ciddi olduğuna bağlı olarak Türkmenistan üzerinde bir mücadele yaşanabilir. Kazakistan’ı BTC’ye katarak kendisine yaklaştıran ABD, Türkmenistan’dan Türkiye ve İsrail’e bir doğalgaz taşıma hattı kurarak hem ENOGATE’i ve Rusya-Türkiye arasında kurulan Mavi Akım hattını fiilen işlevsiz hale getirebilir, hem de bu ülkeyi de kendi denetimine sokabilir.


Türk Birliği Gerçekleşmezse, Orta Asya’da Emperyalistler Cirit Atacak


Jeostratejik senaryolarda, unutulan şey her zaman mazlumların ne diyeceği olmuştur. Hakim olan jeostratejik bakış, dünyayı büyük güçlerin cirit attığı yer olarak belirler ve vaat edebileceği tek çözüm de bu anlamda güçlü olup kazanacak ata oynamak olmaktadır. Biz devrimciler açısından ise emperyalistler arası çelişkiler hangi ata oynanacağının değil, kime karşı mücadele edileceğinin cevabını vermektedir.


Yukarıda sıraladığımız senaryolar emperyalistlerin kendi aralarındaki mevzi savaşımınını ürünleridir. Ancak, mazlumların direnişini de eklediğiniz zaman bu senaryolarda tabii ki bir takım değişiklikler olacaktır. Bu nedenle, bölgedeki mazlumlar, özellikle Türkler, emperyalistler arası senaryolarda figüran olmak yerine, çatışmada emperyalizme karşı aktör olmayı seçmelidir.


Orta Asya’da Türklerin ABD’yi, Kırgızistan’da olduğu gibi, “Rusya ve Çin’den iyidir” diye karşılaması doğru değildir. ABD emperyalist bir ülke olarakbölgede bulunmaktadır ve Rusya ve Çin kadar bölgede baskı ve zulüm yapmadıysa da, hakim olduğu anda Rusya ve Çin’den aşağı tabii ki kalmayacaktır.


Türklerin Orta Asya’da yapması gereken emperyalistler arasında daha zararsız olanını seçmek değil, antiemperyalist bir seçenek olarak Türk birliğini savunmak olmalıdır. Bölgede at oynatan tüm emperyalistlerin en büyük korkusu da zaten budur. Soğuk Savaş boyunca ABD’nin SSCB’deki Türkleri ayaklandırmak gibi bir strateji izlememesi, ABD’nin “Önce Rusya” stratejisi, Rusya’nın ve Çin’in Turuncu Devrimleri sessizlikle karşılamaları, hep bu Türk birliği korkusundan kaynaklanmaktadır. Bölge üzerinde bu kadar büyük emperyalist paylaşım mücadelesine rağmen, emperyalistlerin kendi arasında bir çatışmaya girmemesinin önemli nedenlerinden birisi bu çatışmanın Türk Birliğine yol açacağı endişesidir. Bu nedenle, emperyalistler kendi aralarındaki meseleleri restleşmeyle değil, uzlaşma ve tavizlerle çözmeye çalışmaktadır. Bölgede kurulacak Türk Birliği dünya mazlumlarının emperyalizme karşı direnişinde önemli bir mevzi olacaktır. Bu nedenle, Türk devrimcilerine düşen de bu nedenle, ehveni şer peşinde koşmak değil, Türk Birliği için uğraşmak olmalıdır.


KAFKASLAR

Kafkaslar, aynen Orta Asya gibi emperyalistlerarası mücadelenin (Çin hariç) en yoğun yaşandığı bölgelerden biri görünümündedir. Hem zengin petrol kaynakları, hem de Avrupa ile Orta Asya arasındaki stratejik konumu nedeniyle bölge son dönem emperyalistlerarası paylaşım mücadelesinde önem kazanmıştır. Gürcistan’daki Turuncu Devrim, bölge üzerindeki mücadelenin kızıştığının göstergesidir.

Kafkaslar da Orta Asya gibi eskiden SSCB güdümünde olan bir bölge. 1800’lerin ikinci yarısından itibaren Rus Çarlığı tarafından sömürgeleştirilen Kafkaslar’da Orta Asya’dan farklı olarak Hıristiyan ülkeler de bulunuyor: Gürcistan, Ermenistan. Ancak Kafkaslar’ı önemli yapan ülke şüphesiz petrol zengini Azerbaycan. Hazar’ın Batı kıyısındaki petrolü kontrol eden Azerbaycan, dünyanın en büyük petrol üreticilerinden biri konumunda. Hazar petrollerinin olası rezervler de söz konusu edildiğinde dünye petrol rezervlerinin %25’ini karşıladığı tahmin ediliyor. Hazar rezervlerinin üçte birine yakının da Azerbaycan tarafından kullanıldığını düşünürsek Azerbaycan’ın petrol zenginliğinin önemi de ortaya çıkar. Petrol ya da doğal gaz üretimi Azerbaycan’la kıyaslandığında önemsiz kalan Gürcistan ve Ermenistan ise, coğrafi konumları nedeniyle büyük önem taşıyor.


Gürcistan


Bir yıl öncesine kadar Şevardnadze iktidarında Rusya ile ABD arasında dengeli bir dış politika izleyen ve iki emperyalist ülkeye de eşit mesafede bulunmaya dikkat eden Gürcistan’da yaşanan Turuncu Devrim’le birlikte Saakaşvili’nin iktidarına şahit olmuştuk. İlk Turuncu Devrim’in Gürcistan’da yaşanması bir rastlantı değildi. Gürcistan eski Sovyet cumhuriyetleri arasında Rusya’yla en çok çatışma yaşayan ülkeydi. SSCB döneminde bile Gürcistan diğer Sovyet cumhuriyetlerinden farklı bir şekilde davranırdı. SSCB yıkıldığında bağımsızlığını ilk ilan eden de yine Gürcistan olmuştu. SSCB’den sonra kurulduğu açıklanan BDT’ye (Bağımsız Devletler Topluluğu) ilk başta üye olmayan tek eski SSCB ülkesi yine Gürcistan’dı. Bağımsızlığını kazandıktan sonra da Gürcistan Rusya’yla sorunlar yaşadı. Gürcistan’daki özerk bölgeler, kuzeyindeki Abhazya ve Güney Osetya ile Türkiye sınırındaki Acaristan’da Rusya’nın neredeyse kontrolü altındaydı. Bu bölgelerde Gürcistan’ın tam anlamıyla egemenliğini kazanabilmesi için bu bölgelerdeki Rus askeri üslerinin kapanması gerekiyordu. Bu ise ancak Turuncu Devrim’den sonra gerçekleşebilmiştir. İki ülke arasında bir vize problemi bile yaşanıyordu. Rusya Gürcistan vatandaşlarından vize isterken, özerk bölgelerin vatandaşlarından vize istemiyor, onlara adeta kendi vatandaşıymış muamelesi yapıyordu.


Gürcistan ile Rusya arasındaki bu gerilimli ilişki ABD tarafından da güzel değerlendirildi. ABD destekli Turuncu Devrimcilerin devirdiği Şevardnadze, SSCB döneminde Dışişleri Bakanlığı yapmış ünlü bir Gürcü politikacıydı. Her ne kadar Gürcistan’ın çıkarlarını Rusya’ya karşı savunsa da, Rusya’ya rest çekmeye cesaret edemiyor, Rusya’ya karşı çıkabilecek bir vizyona sahip değildi.


Saakaşvili dönemiyle birlikte Rusya’nın ülke üzerindeki etkisi neredeyse sıfıra indi. Acaristan ve Abhazya gibi özerk cumhuriyetlerde ayaklanmalar çıkarmaya çalışan Rusya, bunda başarılı olamadı. Gürcistan kurulduğundan beri ilk kez merkezi anlamda denetimi tam anlamıyla sağlayabildi. Üstelik Saakaşvili, ülkesindeki Rus kuvvetlerinin de sınır dışına çıkmasını istedi. Rusya her ne kadar bunu gerçekleştirmek için ayak sürüse de birliklerini Ermenistan’a kaydırmaya başladı bile.


Gürcistan yukarıda da bahsettiğimiz gibi, ne bir petrol üreticisidir ne doğal gaz. Önemli bir askeri ve ekonomik gücü de bulunmamaktadır. Ancak Orta Asya’da üretilen petrol ve doğalgazın Batıya nakledilmesinde önemli bir yere sahiptir. Hazar’ın batısında yer alıp Karadeniz kıyısında yer alan tek ülke Gürcistan’dır. Dolayısıyla Hazar’ın doğusundan, yani Orta Asya’dan nakledilen petrol ya da doğalgazın Karadeniz’e, oradan da Avrupa’ya nakledilmesi Gürcistan üzerinden geçerse mümkündür. Dolayısıyla Gürcistan’a egemen olan emperyalist ülke Orta Asya’dan nakledilen enerjinin sevkiyatında söz sahibi olacaktır. Bu nedenle Gürcistan, bölgedeki tüm önemli boru hattı projelerinin tümünde yer almaktadır. ABD bu ülkede söz sahibi olarak hem Orta Asya’ya uzanan yolda önemli bir ileri karakol elde etmiş oldu, hem de tüm enerji sevkiyatı projelerinde söz sahibi olmuş oldu.


Azerbaycan


Azerbaycan ise, Şevardnadze dönemi Gürcistan’a benzemektedir. Ne Rusya’nın tam olarak güdümündedir, ne de Rusya’ya karşı net tavır alabilmektedir. Örneğin Rusya %18’le Azerbaycan’ın en çok ithalatta bulunduğu ülke konumundadır. Ancak Rusya’nın Azerbaycan ekonomisindeki yeri ve rolü gittikçe azalmaktadır. Azerbaycan hızla ABD güdümlü Batı ekonomisine eklemlenmektedir. Buna pek çok konuda Rusya’nın Azerbaycan’ın karşısında yer alması da etkili olmaktadır. Örneğin Ermenistan’ın Dağlık Karabağ’ı işgalini dünyada resmi olarak tanıyan tek ülke Rusya’dır. Aynı şekilde Hazar petrolleri konusunda Azerbaycan ile Rusya anlaşmazlık yaşamaktadır.


Tüm bunlar Azerbaycan’ı ABD’ye yakınlaştırmaktadır. Gerçi ABD de Ermenistan’a destek vermektedir, ancak Türkiye’deki Amerikancı iktidarlar ve ABD’nin Rusya’nın bölgedeki etkinliğini kırma projesi ve Gürcistan’daki son Turuncu Devrim, Azerbaycan’ı ABD’ye yakınlaştırmaktadır. Ancak Aliyev iktidarı, Ukrayna ve Kırgızistan’da yaşanan Turuncu Devrimlerden sonra, kendi iktidarının tehlikede olduğunu hissederek, ABD’ye karşı da mesafeli davranmaya başlamıştır.


Azerbaycan’ın yeni bir Turuncu Devrimin hedefi olduğu açıktır. Bunun tek nedeni Azerbaycan petrolü değildir. Azerbaycan, ABD’nin olası bir İran operasyonu için önemli bir üs olacaktır. Hem İran’ın kuzeyinde yaşayan 25 milyona yakın Türk nüfus, Azerbaycan’la tarihi bağlar içermektedir. Bunun dışında Bakü-Ceyhan-Tiflis Petrol Boru hattı, ABD’nin tam kontrol altına almak istediği bir hattır. Bu hatla ABD hem İsrail’e petrol ulaştırmaktadır, hem de AB’nin ve Rusya’nın alternatif boru hatlarına karşı bir avantaj sağlamaktadır. Gürcistan’a Turuncu Devrim’le hakim olan ABD, Azerbaycan üzerinde de sağlam bir egemenlik kurarak boru hattının tek hakimi olmak isteyecektir. Azerbaycan’ın kontrolü ABD’nin Hazar üzerinde de öneml stratejik bir yere sahip olmasını da sağlayacaktır.


Ayrıca, Türkiye-Azerbaycan arasında yaşanan yakınlaşmayı da engelleyecek, Batının en büyük kabusu olan Türk Birliği’nin doğmadan önüne geçilecektir. Bilindiği gibi Aliyev “İki devlet tek millet” sloganını haykırmaktadır ve Türkiye-Azerbaycan birliği, kısa sürede Hazar’ın doğusuna da sıçrayabilecek ve tüm Orta Asya ile Anadolu’nun birleşmesini tetikleyebilecektir.


Bir başka neden ise Ermenistan üzerindeki hakimiyet sağlamaktır. Ermenistan, Rusya’nın kendisine sağladığı kayıtsız şartsız destekten çok memnundur. Azerbaycan’ın Rusya’yla yaşadığı sorunlar da Ermenistan’ı Rusya’ya daha da yakınlaştırmaktadır. Hatta Rus Dişişleri Bakanı “Ermenistan bizim sınır karakolumuzdur” açıklamasını yepmıştır. ABD güdümündeki bir Turuncu Devrim’den sonra Azerbaycan Hükümeti Karabağ meselesinde uzlaşmacı bir tavır alacak ve bu meselenin de ortadan kalkmasıyla birlikte Ermenistan-ABD yakınlaşması tekrar başlayacaktır. Azerbaycan’da Amerikancılığı bayrak eden muhalefetin Ermenistan’la Karabağ sorunun çözeceklerini deklare edip durmaları bunun bir göstergesidir.


Toparlarsak şu nedenlerle ABD Azerbaycan’da bir Turuncu Devrim peşindedir:


1. İran’a operasyonu için kuzey üssü


2. Kuzey İran’daki Türk nüfusu kışkırtmak


3. Hazar petrolleri üzerinde denetim


4. BTC Boru Hattı’nı kontrol


5. Türkiye-Azerbaycan birliğini engellemek


6. Ermenistan’la Karabağ sorunun çözüp Ermenistan’ı Rusya’dan koparmak


Azerbaycan’da Turuncu Devrim başarılı olursa, Kafkaslar’da ABD’nin önü açılacaktır. Rusya Gürcistan’ı yitirerek ve Azerbaycan’da sıkışarak Kafkaslar’da tutanamaz. Sadece Ermenistan’ın dostluğu Rusya için yeterli değildir. Çünkü Ermenistan’ın ne Gürcistan gibi Karadeniz’e kıyısı, ne de Azerbaycan gibi petrol kuyuları bulunmaktadır.


ABD ise yalnızca Turuncu Devrim’le değil, BTC ile de bölgeye önemli bir giriş yapmıştır. 1995 yılında Clinton’un da katıldığı bir törenle temeli atılan BTC Boru Hattı, Rusya ve AB’nin yıllardır üzerinde çalıştığı boru hatlarını geçersiz kılmaya başlamıştır. BTC sayesinde hem Avrupa İran yerine Azerbaycan doğalgazını tercih edecektir. Hem de Avrupa’nın TRANCECA ve ENOGATE projeleri zayıflayacaktır. BTC ABD’nin bölgedeki gücünü arttıran bir projedir. Bunun farkında olan ABD BTC Savunma Ordusu adı altında, Gürcistan ve Azerbaycan ordusu içinde kendisine yer edinme aşamasındadır. Bu ülkelerdeki subay eğitimi bizzat ABD tarafından yapılmaktadır.


Kafkaslar’da Emperyalistlerarası Mücadele


Kafkaslar’da Orta Asya’ya benzer bir mücadele söz konusu olmayacaktır. Bölgede Rusya’nın etkinliği Orta Asya’yla karşılaştırılamayacak derecede azalmıştır. Azerbaycan ve Gürcistan’daki üslerini kaybeden Rusya’nın tek askeri üssü Ermenistan’da kalmıştır. Ticari anlamda da Rusya’nın bu bölge ülkelerindeki etkinliği oldukça azdır. Ticaret hacminde Rusya’nın oranı Azerbaycan’da %5, Gürcistan’da %10’a kadar düşmüştür. Azerbaycan’ın Rusya’yla olan ticari ilişkisi Petrol rafineri ürünülerinden kaynaklanmaktadır. Dikkat edilirse bu oranlar Orta Asya ülkeleriyle karşılaştırıldığında neredeyse üçte biridir.


Avrupa ise, halen bölgede önemli bir ticaret ortak dışında bir şey değildir. TRANCECA ve ENOGATE projeleri dışında bölgede önemli bir yatırımı bulunammaktadır. AB, Ermenistan ve Azerbaycan’a pek ilişki kuramamıştır. Bölgeye ancak Rusya ile dostluk çerçevesinde girebilir. Bunun için bölgede bir Rus-AB ittifakından söz edilebilir. Bölgenin küçüklüğü ve kaynakların sadece Azerbaycan’da tıkanmış olması nedeniyle emperyalistlerarası çelişkinin buralarda daha da kızışacağından bahsedebiliriz.


Azerbaycan’da Turuncu Devrım Senaryoları


Olası bir ABD darbesinde Azerbaycan düşecek midir? Öncelikle, Aliyev iktidarının Kırgızistan’daki Akayev iktidarından farklı olduğunu da belirtelim. Aliyev babasından gelen 30 yıllık bir geleneğin savunucusudur ve kurduğu hanedan yönetimi sadece ülke yönetimine değil, ekonomiye de hakimdidr. Ülkenin petrol ihracatının önemli bir kısmına Aliyev hanedanı hakimdir. Bu nedenlerle Aliyev’in direnme olanakları Akayev’le karşılaştırıldığında daha büyüktür. Aliyev’in Rusya ile ABD arasında izlediği denge politikası ve AB ile iyi ilişkileri, AB’nin olası bir darbe pozisyonunda Aliyev’in yanında yer almasıyla sonuçlanabilir.


Bu nedenle ABD’nin Azerbaycan’da Ukrayna ve Gürcistan’dan farklı bir yöntem izlediğine şahit olabiliriz. ABD, İran operasyonunda Azerbaycan’a bir şeyler vaat ederek Azerbaycan halkını ikna etme yoluna gidebilir. Bu vaatlerden birisi, Karabağ meselesinin çözümünde ABD garantörlüğü olabilir, ancak en önemlisi İran’ın kuzeyinden bir bölümü Azerbaycan’a vaat etmek olacaktır. Azerbaycan’a sunulacak “yayılma ve genişleme” vaadi bu ülkeyi ABD’nin eline düşürebilir.


Ancak şunu da belirtelim, Gürcistan ve Ukrayna kadar kolay olmasa da ABD’nin Azerbaycan’da bir darbe düzenlemesi yine de imkansız değildir. Kasım ayındaki seçimlerde Aliyev’in tekrar kazanması drumunda bir blok oluşturmuş olan Musavat önderliğindeki muhalefet isyan bayraklarını kuşanacak ve sokakları dolduracaktır. “Seçimlere hile karıştı” propagandası tüm Turuncu Devrimlerde olduğu gibi tekrarlanacaktır. Bu noktada AB ve Rusya’nın Aliyev’e ne kadar destek vereceği şüphelidir. Ancak destek verirlerse, Orta Asya’da yaşamadıkları gerilimi Kafkaslar’da yaşamaya başlayacaklardır. Brzezinski’ye göre Orta Asya’nın Balkanlar’ı olan Kafkaslar’da böyle bir gerilimin yaşanması bu iki ülke olduğu kadar emperyalistleri de birbirine düşürebilir. ABD’nin desteğini almış bir Azerbaycan, Rusya’nın desteğini almış bir Ermenistan’la karşı karşıya gelebilir. Böyle bir durumda ABD Azerbaycan’ın Ermenistan’a saldırmasını desteklemeyecektir, ancak karşı da çıkmayıp seyredecektir. Bu yüzden ABD’nin bölgede sadece Azerbaycan’la yetinmeyip Ermenistan’a da darbe düzenlemesi kaçınılmaz gözükmektedir.


Öyleyse bölge açısından üç türlü senaryo uyarlanabilir:


1. ABD’nin Kazandığı Senaryo: Kasım’daki seçimlerde Musavat iktidar olur, ya da seçimi kazanan Aliyev Turuncu Devrim’le devrilir. Azerbaycan, Gürcistan gibi Rusya’yla ilişkilerini azaltır ve ABD’nin güdümüne girer. ABD’nin İran operasyonunda rol almayı kabul eder. Amerikancı Azerbaycan hükümeti vaat ettiği gibi Karabağ meselesini çözmek için Ermenistan’la masaya oturacak ancak Karabağ sorunun çözümünün bölgede ABD’yi güçlendirdiğini gören Rusya’nın kışkırtmasıyla Ermenistan uzlaşmaz bir tavır takınacaktır. Böyle bir durumda Azerbaycan Ermenistan’la saldırgan bir ilişkiye girebilir. Böyle bir durumda Ermenistan’da Karabağ sorununu çözülmesini isteyen ve Rusya’nın egemenliğini kabul etmeyen çevreler iktidara getirilir. Yani Ermenistan’da da yeni bir Amerikancı darbe oluşur.


2. Amerikancı Aliyev İktidarı: Seçimi Aliyev kazanır. Ancak ABD’nin Turuncu Devrim provokasyonuna rest çekmek yerine uzlaşmaya gider. Musavat’tan bir kişiyi Başbakan atar ve petrol kuyularındaki hakimiyetini koruma karşılığında fiili yönetimi Musavat’a terk eder. Ancak bu durum da Aliyev’i kurtaramaz. Ermenistan’la Amerikancı bir anlaşma yoluna giden Musavat’la birbirine düşer ve yeni bir Turuncu Devrim’le devrilir.


3. ABD’nin Kaybettiği Senaryo: Aliyev seçimleri kazanır. ABD’nin örgütlediği Turuncu Devrim ilk anda başarılı olamaz. Eylemler uzar gider. Ancak uluslararası kamuoyu Rusya ve AB’nin de desteğiyle en azından sessiz kalır. ABD’nin istediği ortam oluşmaz. Azerbaycan’da iç savaş çıkar. Bu savaşı kim kazanırsa kazansın, sonuçta ABD istediğini alamamış olur. Azerbaycan üzerinde Rusya ve AB’nin etkisi artar.


Ancak vurgulayalım bu senaryo en az şans tanıdığımız senaryodur. Çünkü Aliyev kendi ülkesinde tutunsa bile AB ve Rusya’nın Aliyev’i destekleyeceğini düşünmek mantıklı değildir. Henüz ABD ile hesaplaşma noktasına gelmemiş Rusya ve AB, neden Azerbaycan’da buna girişsin?


Dolayısıyla Kafkaslar’da hangi senaryo gerçekleşirse gerçekleşsin ABD’nin bir adım önde olduğunu söyleyebiliriz. Bu noktada Rusya’nın yapabileceği şey, en azından İran’ı destekleyip ABD’nin bölgede daha da hakim olmasını engellemek olabilir. AB ise mevcut boru hattı projelerini finanse etmeye devam edebilir ve özellikle Azerbaycan’la ilişkilerini arttırabilir. Azerbaycan’ın Orta Asya’nın kapısı olduğunun bilincinde, uzun vadeli strateji kuran AB, belki bugün değil ama birkaç yıl sonra Kafkaslar’da etkin olabilir. O yüzden AB’nin henüz kendi içindeki çelişkileri çözümlememişken çok da hazırlıklı olmadığı bir bölgede ABD ile hesaplaşmaya girişmesi çok mümkün gözükmemektedir. AB, Doğu Avrupa ve Kuzey Afrika’daki etkinliğini sağlamlaştırdıktan sonra bu bölgede ABD ile hesaplaşmaya girişecektir. Ancak böyle bir durumda bu hesaplaşma, ancak çatışmayla çözümlenebilecektir.


Bölgede bir de emperyalistler arasında uzlaşma imkanı bulunmaktadır. Belki de çoktan bir anlaşmaya varılmıştır. Bilindiği gibi ABD Çeçen direnişçileriniy ıllardır desteklemektedir. Ancak son dönemde Beslan provokasyonundan sonra Rusya’nın Çeçenistan’a düzenlediği operasyonları anlayışla karşılamaktadır. Dolayısıyla Rusya’nın Çeçenistan üzerinde tam hakimiyet uğruna Kafkaslar’ı ABD ile paylaşmaya karar vermiş olabilir. Böylesi bir durumda, Azerbaycan’ın bir Turuncu Devrim olmaksızın ABD güdümüne girmesi gerçeğiyle karşılaşabiliriz. Ülke üzerinde ABD ve Rusya’nın beraber egemenliğine şahit olabiliriz.


İran


ABD’nin Irak’tan sonra İran’a saldıracağını söylemek için büyük stratejisyen olmak gerekmiyor. Bu operasyonun amacı, yalnızca İran petrollerini ele geçirmek demek değildir. İran aynı zamanda jeopolitik açıdan da önemli bir yere sahiptir. İran’a hakim olmak demek hem Orta Asya’ya hem Hazar Denizi’ne, hem de Hindistan-Pakistan coğrafyasına uzanmak demektir. Aynı zamanda, İran Basra Körfezi’nin güvenliğiyle de alakalıdır. Bu açıdan petrolünün önemli bir kısmını Kuveyt’ten almakta olan ABD açısından daha da önemli hale gelmektedir. Üstelik İran nükleer silah konusunda ABD ve AB’ye kafa tutmaktadır. Bu nedenle emperyalistler açısından “haddinin bildirilmesi” şarttır.


Bugün İran üzerinde Rusya ve AB’nin etkisi bulunmaktadır. ABD 11 Eylül’den sonra Bush’un da ifade ettiği “Şer Ekseni” doktriniyle ABD’nin politik ve ekonomik boyunduruğuna girmek istemeyen tüm ülkeleri şer ekseninde göstermiş ve bu ülkelere gerekirse operasyon düzenleyeceğini duyurmuştu. ABD hegemonyasını kabul etmeyen Molla Rejimi şüphesiz ABD’nin ortadan kaldırmak isteyeceği bir rejimdir. Üstelik ABD İslamcı “uluslararası terörizm”in önünü kesmek için İslamcı rejimlere tahammül edememektedir. BOP çerçevesinde tüm coğrafyayı laik, en azından “Ilımlı İslam” rejimlerle yönetmeyi tercih etmektedir.


İran her ne kadar ABD hegemenyosını kabul etmese de tam anlamıyla antiemperyalist bir ülke olduğu söylenemez. İran’ın AB ve Rusya ile ilişkileri özellikle son 10 yıldır önemli ölçüde artmıştır. İran’ın AB ile yaptığı ticaret artmakta, AB ile ortak boru hattı ve gaz nakil hatları inşa etmektedir. İran, AB’nin önemli doğalgaz ve petrol üreticilerinden birisidir. Üstelik, İran resmi olarak ABD’nin ekonomik ambargosu altındayken. AB ülkeleri İran petrol ve doğalgazını dolaylı yollardan satın alarak ambargoyu fiilen delmektedir.


İran’ın operasyona hedef olmasının nedenlerinden birisi de bilindiği gibi nükleer gücüdür. İran’ın Buşehr kentindeki nükleer tesislerinde nükleer silah ürettiği iddia edilmektedir. ABD bu iddiayı sürekli dile getirmekte ve İran’ı uyarmaktadır. İran ise dönem dönem nükleer programını askıya aldığını açıklamakta, dönem dönem ise ABD’ye rest çekerek programını sürdürmektedir. ABD’nin korkulu rüyalarından birisi İran’ın nükleer ilaha sahip olmasıdır. Bu hem ABD’nin hem de İsrail’in bölgedeki gücünü sarsacaktır.


İran üzerinde AB ve Rusya’nın yadsınamaz bir etkisi bulunmaktadır. Özellikle, Rusya İran’a silah satmakta, İran’la önemli ticari ilişkiler kurmaktadır. Ayrıca, Rusya İran’ın Azerbaycan’la yaşadığı Hazar Denizi’nin paylaşımı gibi konularda İran’ın yanında yer almaktadır.


AB ise başından beri İran’ın nükleer enerji üretme mücadelesine sahip çıkmakta, İran’ın nükleer programını Rusya ile birlikte sürdürmektedir. Ancak yine Rusya gibi İran’ın bir nükleer silah sahibi güç olmasını da engellemek istemektedir.


ABD’nin İran Operasyonu


ABD, İran’a düzenlemeyi düşündüğü operasyondan sonra bu ülkeyi birkaç parçaya bölmek istemektedir:


- En batıda, Türkiye sınırında, Irak’taki kukla Kürt Devleti’ne eklemlenecek bir “Kürdistan”.


- Azerbaycan’ın güneyinde Güney Azerbaycan Devleti


- Basra körfezi kıyısında Sünni devlet


- Doğuda Afganistan’la birleşecek bir Pamir Krallığı


- Merkezde Pehlevi sülalesine emanet edilecek bir Şahlık.


Bu bölünmenin ABD için bir kaç faydası olacaktır. Öncelikle, İran, güvenlik gereği nükleer programını bir kaç bölgeye yaymıştır. Bu bölünmeyle birlikte İran’dan oluşacak ülkelerin hiçbirisinde nükleer teknoloji tek başına olmayacaktır. Ayrıca, ABD parçalanmış İran sayesinde Ortadoğu ve Orta Asya’ya düzenleyceği yeni operasyonlar için yeni üsler kazanmış olacaktır. Parçalanmış İran, ABD’nin İran’a operasyonuna karşı çıkan Ab ve rusya’yı ikna etmek için de gereklidir. Bir kaç parçaya bölünmüş İran üzerinde egemenlik paylaşımı ABD tarafından bu ülkelere vaat edilebilir.


İran’ın bölünmesi şüphesiz emperyalist sistemin geleceği açısından da önemlidir. Bölünmüş ve zayıflatılmış bir İran, bölgede emperyalizme direnebilecek güçlü bir mazlum ülkenin ortadan kaldırılması demek olacaktır.


İrün üzerinde, AB ve Rusyanın çıkarları bulunduğu ortadadır. Ancak AB de Rusya da ABD’nin nükleer silah üretimi konusundaki tezlerinde ABD’nin yanında yer almaktadır. Dolayısıyla, olası bir ABD operasyonunda, AB’nin de Rusya’nın da Irak’takinden daha fazla işbirliğine gidecekleri düşünülebilir. Çünkü İran üzerindeki AB ve Rusya etkisi Irak üzerindekinden çok daha fazladır. Bu nedenle ABD bu iki emperyalist kutba mutlaka “sus payı” vermelidir. AB ve Rusya için Irak kaybedilmiş bir hakimiyet alanı değildir, çünkü Irak üzerinde zaten bir etkileri bulunmuyordu. Bu nedenle, badece Irak’ın yeniden inşasında biraz söz sahibi olmak onlar için yeterliydi. Ancak, İran özellikle Rusya için önemini korumaktadır. Bu nedenle Rusya da AB de İran meselesinde ABD ile anlaşmanın ve uzlaşmanın yollarını arayacaktır. ABD operasyonunun alternatifinin AB ve Rusya’ya bağlı bir İran olmaktan çok nükleer güce sahip ve güçlenen bir mazlum ülke olacağını gören AB ve Rusya, böyle bir İran’ı ABD kontrolündeki İran’a tercih edecektir. Çünkü, ABD kontrolündeki İran, emperyalist sistemden uzaklaşmış İran’dan daha fazla işe yarayacaktır.


Bu nedenle, İran’ın AB ve Rusya’ya güvenerek direnmesi gerçekçi değildir. Nitekim, AB’nin de Rusya’nın da nükleer programına uluslararası denetimden uzak bir şekilde devam edeceğini söyleyen İran’ı ABD ile aynı şekilde uyarmaları bunun göstergesidir.


3 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR


***


Emperyalistler-Arası İlişkiler: Çatışma mı? Paylaşım mı? BÖLÜM 1

Emperyalistler-Arası İlişkiler: Çatışma mı?  Paylaşım mı? BÖLÜM 1



Özgür Erdem,*
* Ankara Üniversitesi SBF Yüksek Lisans Öğrencisi



I- DÜNYA SİSTEMİ: KAST SİSTEMİ

Mazlumlar olarak öncelikle nasıl bir dünyada yaşadığımız sorusunu yanıtlamamız gerekiyor. Bu soruyu yanıtlamadan ezilenlere sunulan sahte çözüm ve stratejiler deşifre edilemez. Bugün ezilenlere sunulan sahte kurtuluş reçetesi şu temel Batıcı paradigmaya dayanıyor: Mazlumların emperyalist merkezlerle kurduğu siyasi-askeri ve ekonomik ilişki, ezilenlerin lehinedir. Bu paradigmaya göre, “azgelişmiş” ülkelerin gelişmesi ve kalkınması için emperyalistlerle ilişki kurması zorunludur. Ezilenlerin büyük bir güçle kurduğu ittifak ya da stratejik müttefiklik ilişkisi sayesinde sınıf atlayabileceği iddia edilir. En azından ezilen, bu ittifak sayesinde yaşamını devam ettirebilecektir. Dikkat edilirse, ülkemizde de yaygın olan Amerikancı, Avrupacı ve Avrasyacı tezlerin bize vaat edebildiği yegane kurtuluş reçetesi budur: ABD olsun, AB olsun, Rusya olsun, bir emperyalist kutba eklemlenmek.

Ancak ezilenlerin (tabii ezilenlerin bir unsuru olarak biz Türklerin de) farkına varması gereken yegane gerçek dünyanın iki temel kutba ayrıldığıdır: Sömürgeci ülkeler ve sömürgeler. Bu iki kutup bir kast yapısıyla birbirinden ayrılır, yani bu iki kutup arasında geçiş imkansızdır. Böyle bir geçişin bir örneği de bulunmamaktadır. Sistemin genel ekonomik ve siyasi işleyişi bu yapı üzerine kurulmuştur. Sömürgeci ülkelerdeki ekonomik yapı, sömürgelerin doğal ve insani kaynaklarının sömürülmesi üzerine kurulmuştur. Sömürgelerden sömürgeci ülkelere sürekli bir mal ve hizmet akışı vardır. İki kutup arasındaki ilişki, bu nedenle, merkezle uydu arasındaki ilişkiye de benzetilebilir. Bu nedenle sömürgeci ülkelere “merkez”, sömürgelere de “çevre” ya da “uydu” ülkeler de denilebilir.

Emperyalist Kast

Emperyalist kast, temel olarak şu ülkelerden oluşmaktadır: 

1. ABD 
2. AB 
3. Rusya 
4. Çin.

Saydığımız bu dört emperyalist ülke, dünya üzerinde bir paylaşım ve hakimiyet mücadelesi içinde oldukları için emperyalist ülkelerdir. İsrail de bir emperyalist ülke olarak listeye eklenebilir, ancak İsrail siyonizmi, Ortadoğu’da, ABD emperyalizminin adeta bir eyaleti gibi bulunmaktadır. Hiçbir stratejisinde de ABD’nin bölge üzerindeki çıkarları aleyhinde hareket etmemektedir. Hatta, bölgedeki ABD egemenliğini pekiştirmek için uğraşmaktadır. Bu nedenle ABD’den ayrı ve bağımsız bir İsrail emperyalizminden bahsetmek çok doğru olmayacaktır.

Bu dört emperyalist ülke de şüphesiz hakimiyet alanını genişletmek için uğraşmakta, hedefledikleri alanlar çakıştığı oranda da kendi arasında bir çıkar çatışmasına girişmektedir. Bu çatışmanın emperyalistlerarası bir dünya savaşına yol açıp açmayacağı tüm dünyanın tartışmaya başladığı bir durumdur. Bu soruyu yanıtlamak için öncelikle emperyalistlerarası ilişkiyi dünya çapında incelemek ve aralarındaki çatışmanın bir savaşa doğru gidip gitmediğini değerlendirmekle mümkündür.

ABD

ABD, şu an dünyada hakimiyet alanı en geniş olan emperyalist ülkedir. Yıllık 450 milyar dolarla tüm diğer emperyalistlerin toplamından daha fazla askeri harcama yapmaktadır. Dünya ekonomisinin %25’inden fazlasına hükmektedir. BM, NATO, IMF, Dünya Bankası gibi uluslararası kuruluşlara önderlik etmektedir.

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra SSCB ile bir dünya paylaşım mücadelesine girişen ABD, 1991’de SSCB’nin yıkılmasıyla birlikte bu mücadeleden zaferle ayrılmıştır. 90’larda Yeni Dünya Düzeni adı altında SSCB’nin olmadığı tek kutuplu bir dünya inşası için çabalayan ABD, bu proje kapsamında diğer emperyalist ülkelerle karşı karşıya gelmeden kendi hegemonyasını adım adım dünyaya kabul ettirme yoluna girmiştir. Ancak 11 Eylül’le birlikte, kendi topraklarında saldırı yaşayan ABD, “önleyici savaş” doktriniyle, kendisine saldıracağını düşündüğü İran, Irak, Kuzey Kore gibi ülkelere önceden saldırmaya başlamıştır. Ayrıca ABD; ortaya koyduğu BOP ile de Kuzey Afrika ve Hindistan’a kadar Ortadoğu coğrafyasında önemli değişiklikler yapacağının haberini vermektedir.

ABD’nin hakimiyet alanlarını incelersek, Güney Amerika, Orta ve Güney Afrika’nın önemli bir kısmı, Güney Asya, Ortadoğunun bir kısmı ve Doğu Avrupa’yı sayabiliriz. Bu alanlarda ABD kâh ekonomik gücünü kullanarak, kâh askeri gücünü bir tehdit unsuru haline getirerek, kâh vaat ettiği siyasi yapıyla hakimiyet kurmaktadır. Örneğin Doğu Avrupa’da, eski Sovet ülkelerine sunduğu “demokrasi” paradigmasıyla hakimiyet kurmaktadır. İlk örneği Gürcistan’da yaşanan, hemen ardından da Ukrayna ve Kırgızistan’da gerçekleşen Turuncu Devrimler, ABD’nin eski Sovyet ülkelerini ekonomik ve siyasi açıdan kendi kampına dönüştürme ve eklemleme hamleleridir. Turuncu Devrimler vasıtasıyla ABD, Rusya’nın etkin olduğu Doğu Avrupa ve Orta Asya’da atak yapmaktadır.

ABD, dünya üzerinde diğer emperyalist ülkelere nazaran daha hakim bir görünüm sergilese de, diğerleriyle çatışmaya girmemeye özen gösteren bir davranış içerisindedir. ABD, hakimiyeti altında bulundurduğu bölgeleri kaptırmadan, Rusya ve AB’nin hakim olduğu bölgelere doğru bir yayılma politikası izlemektedir. Ancak bu yayılması sırasında diğer emperyalistlerle çatışmaya girecek derecede bir zıtlaşma ve çatışma yaşatmak istememektedir.

Ancak, ABD aynı zamanda pazarını genişletmek zorunda olan bir emperyalist ülkedir. Emperyalistler pazarları sabit kadıkça krize girer. Bir emperyalist hakim olduğu alanı sürekli genişletmek ve büyütmek zorundadır. Bu sistemin devamlılığı için şarttır. ABD işte bu krizi yaşamaktadır. ABD, diğer emperyalistlerin mevcut gelişiminden daha büyük bir gelişme yaşamak zorundadır. Bu nedenle ABD, diğer emperyalist ülkelerle karşılaştırıldığında en büyük avantajını pervasızca kullanmaktadır: Büyük askeri gücü. Tabii, askeri gücünü kullanırken bu gücünün yetmeyeceği bir noktaya doğru da hızla ilerlemektedir. Bu da emperyalistlerin kaçınılmaz bir kaderidir. Bir emperyalist yayılma yaşarken dur durak bilmez. Ve bir noktada da duvara toslar. Bu duvar ya mazlumların direnişi olur ya da başka bir emperyalist. ABD de o güne doğru hızla ilerlemektedir. Afganistan ve Irak’ta istediği düzeni bir türlü kuramaması bu gidişatın habercisi sayılmalıdır.

Avrupa Birliği

Avrupa Birliği emperyalist paylaşım savaşında yeni bir aktör olarak ortaya çıkmaktadır. Fransa, Almanya ve İngiltere, emperyalist sistemin kuruluşundan beri paylaşım mücadelesi içerisinde önemli ülkelerden olmuştur. Avrupa Birliği, işte bu ülkelerin bir araya gelmesiyle oluşmuş bir güç görünümündedir.

Ancak, AB her ne kadar kendi içinde bir birliğe gitmekte olsa da, henüz yekpare bir bütün değildir. Bilindiği gibi AB içerisinde Fransa ve Almanya ittifakı başı çekmektedir. Ancak İngiltere’nin AB perspektifi oldukça farklıdır. Fransa ve Almanya kendi önderlikleri altında yekpare ve siyasi olarak daha da bütünleşmiş ve zamanla ABD’ye kafa tutabilecek bir emperyalist merkez peşindeyken, İngiltere ise, ABD ile çatışmayacak salt ekonomik bir birlik peşindedir. Dolayısıyla AB derken aslında kastedilmesi gereken Fransa ve Almanya’nın başını çektiği “siyasi birlikçi” Avrupa ülkeleri olmalıdır. İngiltere, emperyalist paylaşımda AB kutbunun değil, ABD kutbunun bir unsuru sayılmalıdır. İngiltere ABD’nin hegemonik önderliğini kabullenmiş ve dünya sisteminin itiraz etmeyen bir unsuru olmayı kabullenmiştir ve bu sayede paylaşımdan da payını almaktadır.

Avrupa içerisinde Fransa-Almanya kutbunun önderlik ettiği kesim ile İngiltere-ABD’nin önderlik ettiği kesim arasında bir çatışma da bulunmaktadır. Fransa-Almanya’nın önderlik ettiği ve “daha fazla birlik”ten yana İtalya, Hollanda gibi ülkeler “Eski Avrupa” olarak adlandırılmaktadır. ABD’nin ve İngiltere’nin güdümünde olan ve AB’nin ABD’ye alternatif bir kutup olarak ortaya çıkmasını istemeyen genellikle Doğu Avrupa ülkelerinden oluşan kesime ise “Yeni Avrupa” denmektedir. “Eski” ve “Yeni” Avrupa arasında AB’nin geleceği üzerine büyük tartışmalar yaşanmaktadır. ABD de “Yeni” Avrupa sayesinde AB üzerinde bir kontrol kurmaya çalışmaktadır.

Ancak, “Yeni” ile “Eski” Avrupa arasındaki bu çelişkiye rağmen AB’nin son 10 yılda önemli bir bütünleşme süreci yaşadığının da altını çizelim. AB, AGSK bünyesinde oluşturmaya başladığı yeni savunma doktriniyle, NATO’dan farklı bir savunma stratejisi oluşturmaya ve bir Avrupa Ordusu kurmaya başladı. Böylece, AB, ABD’nin askeri hegemonyasından çıkmayı hedefliyor. Ayrıca AB’nin (İngiltere hariç) ortak para birimi “euro”ya geçişi de şüphesiz birlik sürecinde önemli bir adımdı. Doğu Avrupa’nın da AB’ye katılması, Eski Sovyet Avrupa’sının ise (Ukrayna vs.) AB projesinin parçası haline gelmesi de AB’nin kendi içinde bütünleşmesine ivme kazandıran bir gelişme oldu.

Rusya ve Çin

Rusya ve Çin ise emperyalist kimlikleri tartışılan ülkelerdir. Ülkemizde son dönemde yaygınlaşan Avrasyacı tezler, Rusya’nın emperyalistliği konusunda kafalarda soru işaretleri oluşturmuştur. Rusya askeri ve ekonomik gücünün büyüklüğü ve Eski Sovyet alanındaki hakimiyetiyle emperyalist bir ülkedir. Rusya tarihi boyunca da yayılmacı ve emperyalist olmuştur. Asya’nın kuzeyi, Kafkaslar ve Orta Asya olduğu gibi emperyalist Rusya’nın hakimiyet alanını oluşturmuştur. Bu alana dönem dönem Doğu Avrupa ve Balkanlar da eklenmiştir. Üstelik Rusya bu bölgelerde hakimiyet kurarken, diğer emperyalist ülkelerden farklı bir tarz izlememiştir: Askeri işgal, politik tahakküm, kültürel hegemonya ve işbirlikçi yönetimler... Bugün Rusya aynı bölgelerde hakimiyet mücadelesinin tam ortasında bulunmaktadır. Dolayısıyla Rusya’nın emperyalistliğinden kimsenin şüphesinin olmaması gerekmektedir.

Çin’in emperyalistliği de üzerinde çok tartışılan gerçeklerden birisidir. Halbuki, Çin de tarihi boyunca emperyalist olmuş bir ülkedir. Tibet, Doğu Türkistan, Mançurya, dönem dönem Çinhindi Çin’in sömürgeleştirdiği coğrafyalardır. Bugün de Çin, yüksek büyüme temposu, büyük ekonomik ve askeri olanaklarıyla dünyadaki emperyalist paylaşım mücadelesinde kendisine bir yer edinmek istemektedir. Çin konusunda kafaları karıştıran tek şey, Çin’in hâlâ Komünist Partisi tarafından yönetilmesidir. Bu Çin’in sosyalist rejimle yönetilen bir ülke olduğu yanılsaması yaratmaktadır. Halbuki, bu yanılsamaya prim vermemek gerekir. Çünkü Çin’in açık bir şekilde kapitalist bir ülke olduğu ortadadır. Hatta, Çin’de işçi emeğinin sömürüsü had safhadadır. O kadar ki, pek çok uluslararası firma, ABD ve Avrupa’daki fabrikalarını kapatıp üretimini Çin’e kaydırmaktadır. Çin, bu kimliğiyle, ismi komünist olan bir partiyle yönetilen kapitalist bir ülkedir.

Emperyalistlerarası Karşılaştırma

Emperyalistlerin dünya üzerindeki hakimiyet alanlarına bakmadan önce, bir takım ekonomik verilerle bir karşılaştırma yapalım. Yukarıdaki tabloda karşımıza şu sonuçlar çıkıyor:

- Öncelikle emperyalist ülkelerin dünya ekonomisinin ve yaratılan zenginliğin yarısından fazlasına hakim olduğunu görüyoruz. Bu dört ülkenin askeri gücünün toplamı ise %90’lara varan oranla dünya üzerindeki emperyalist tahakkümün askeri boyutu hakkında fikir vermektedir.

- ABD ekonomik açıdan rakiplerinden bir hayli önde. Dünyanın elektrik ve petrolünün dörtte birinden fazlasını tek başına ABD tüketiyor. ABD’nin vatandaşlarına sunduğu zenginlik de bir hayli yüksek (alım gücü kişi başına 36 bin dolardan fazla). ABD’nin bir süper güç olarak askeri harcamaları da diğer emperyalistlerle karşılaştırılınca yüksek kalıyor: Dünyadaki askeri harcamaların %47’si ABD tarafından gerçekleştiriliyor.

- Diğer emperyalistleri ABD ile karşılaştırdığımızda, ekonomik açıdan ABD’ye en yakın olanın AB olduğunu, askeri harcamalar açısındansa AB ve Rusya’nın toplamda ABD kadar olmasa bile yine de hatırı sayılır bir orana yaklaştıklarını görüyoruz.

- Çin ise ekonomik büyüklük ve büyüme hızı bakımından dikkat çekmektedir. Dolayısıyla Çin’i gelişmekte olan ve ileride ekonomik açıdan ABD’yi zorlayacak bir rakip olarak görebiliriz.

- AB ise üretim rakamlarına bakıldığında, hammadde kaynaklarına pek sahip olmayan, yani enerji bakımından dışa bağımlı görünmektedir. Bu durum AB’nin paylaşım mücadelesinde başını ağrıtacaktır. Hitler’in İkinci Dünya Savaşı sırasında çektiği petrol sıkıntısını hatırlarsak, durumun boyutu hakkında fikir sahibi olabiliriz.

- Rusya’ya baktığımızda ise askeri gücünün ekonomik gücünün çok çok ilerisinde olduğunu görüyoruz. Rusya’nın büyüme oranı ise %4 gibi makul bir rakam. Petrol üretiminde %10 gibi önemli bir paya sahip olan Rusya, tüketimde düşük kalmaktadır. Bu da Rusya’nın hammadde açısından zengin olduğunu, ancak elindeki hammaddeyi ürüne dönüştürecek ekonomik etkinliğe henüz ulaşmadığını göstermektedir. Örneğin, Rusya’yla aşağı yukarı eşit oranda petrol üreten ABD, tüketimde Rusya’nın neredeyse 10 katına ulaşmaktadır.

- Çin’in %7’ye varan petrol tüketimi ise bu ülkenin gelişen ekonomisinin bir göstergesidir. Ancak %4 gibi düşük petrol üretimi ise Çin’i hammadde açısından dışa bağımlı kılan bir göstergedir. Bu anlamda Çin enerji açısından AB ile aynı kaderi paylaşmaktadır.

II- Sömürgeler Kastında Emperyalıstlerarası Mücadele

Sömürgeler kastı, emperyalist olmayan ülkeler tarafından oluşturulmuştur. Gerek nüfus, gerek doğal zenginlikler, gerekse ekonomik açıdan emperyalist ülkelerle karşılaştırıldıklarında oldukça yoksul kalmaktadırlar. Ezilen coğrafyayı şu şekilde bölgelendirebiliriz: Orta Asya: Orta Asya’daki Türk Cumhuriyetleri ve Tacikistan. Kafkaslar: Hazar Deniziyle Karadeniz arasında kalan bölge. Güney Asya: Hindistan, Afganistan, Pakistan ve eskiden Hint İmparatorluğuna bağlı Nepal gibi ülkeler. Güneydoğu Asya: Kore yarımadası, Çinhindi, Endonezya, Malezya gibi ülkeler. Türkiye, İran, Ortadoğu: Mısır ve doğusundaki İran’a kadar Arap ülkeleri. Kuzey Afrika: Akdeniz kıyısındaki ülkeler, Çad ve Sudan. Güney Afrika: Angola’nın güneyindeki Afrika. Orta Afrika: Kuzey Afrika ile Güney Afrika arasında kalan Afrika. Doğu Avrupa: Eskiden Doğu Blokuna bağlı olan ülkeler (Romanya, Polonya vs.). Sovyet Avrupası: Eskiden SSCB’de yer alıp daha sonra bağımsızlığını kazanmış Avrupa ülkeleri: (Ukrayna, Beyaz Rusya vs.). Güney Amerika, Orta Amerika.

ORTA ASYA

Emperyalistlerarası mücadelede Orta Asya’nın ayrı bir önemi bulunmakta. Öncelikle, bölge üzerinde bizim emperyalist kutup olarak saydığımız ülkelerin bir hakimiyet planı bulunmaktadır. Ayrıca bölge zengin enerji kaynakları nedeniyle de emperyalizmin hedefleri arasında. Yükselen emperyalist güçler olarak Rusya ve Çin’in bölgedeki etkinliğinin de AB ve ABD tarafından azaltılması gerekiyor. Bu nedenlerle Orta Asya üzerinde büyük bir hakimiyet mücadelesi yaşanmaktadır. Son olarak Kırgızistan’da yaşanan Turuncu Devrim bu bölgenin önemini göstermektedir. Orta Asya, Ortadoğu ve Kafkaslar’la birlikte emperyalistler arasında mücadelenin en kızıştığı bölge görünümündedir. Bu nedenle, bu üç bölgede daha ayrıntılı bir inceleme gerekmektedir.

Bölgede Rusya’nın SSCB’den kalma bir etkinliği hâlâ sürmektedir. Ancak Kırgızistan’da yaşanan son Turuncu Devrimle de ortaya çıktığı gibi bölge üzerinde ABD’nin de hakimiyet planları bulunmaktadır. Çin de önderliğini yaptığı Şanghay İşbirliği Örgütü sayesinde bölgede nüfuz kazanma çabasındadır. AB ise Orta Asya üzerinde pek söz sahibi değildir, ancak Türkmenistan ve Kazakistan’la ticari ilişkilerini arttırma çabasındadır.

Bölgeye yönelik temel emperyalist paylaşım mücadelesi şu şekilde gerçekleşiyor. Bölgede Kazakistan, Özbekistan ve Tacikistan’da Rusya’nın etkisi hâlâ birincil. Kırgızistan’da ise son gerçekleşen Turuncu Devrimle birlikte Akayev’in devrilmesi bu ülkeyi Rusya’dan uzaklaştırıp ABD kampına yakınlaştırdı.

Kırgızistan’da yaşanan Turuncu Devrim, ABD’nin bölgede varlık gösterdiği ilk olay değil kuşkusuz. Ancak şunu da vurgulayalım, ABD için Orta Asya, öncelikli bir bölge hiçbir zaman olmadı. Bunun birkaç nedeni bulunuyor. Öncelikle bölgede geleneksel olarak bir Rus egemenliği söz konusu ve coğrafi olarak bölge ABD’nin ulaşamayacağı bir alan olarak görülüyordu. Bilindiği gibi, Rusya bölgeyi 1800’lerin ikinci yarısında sömürgeleştirmişti. 1850’lere gelindiğinde Rusya Orta Asya’dan Afganistan’a doğru inerken Hindistan’dan batıya doğru yayılan İngiltere’yle karşı karşıya gelmiş ve bu iki ülke Pamir dağlarını aralarında sınır olarak belirleyip anlaşmışlardı. O zamandan beri, Rusya bölgenin tartışmasız tek egemen gücüdür.

Bölgedeki Sovyet egemenliği boyunca da, gerek İngiltere, gerekse İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ABD, bölge üzerinde herhangi bir faaliyette bulunmamıştır. “Özgürlük Radyosu”, “Hür Dünya Radyosu” ve “Amerika’nın Sesi” gibi yayınlarla Sovyet egemenliğindeki Avrupa ülkelerinde propaganda faaliyeti yürüten ABD, Orta Asya ülkelerine aynı ilgiyi göstermemiştir. Bunun yerine, ABD, Sovyetler Birliği’ni güneyden kuşatma projesini devreye sokmuştur. Özellikle, Brzezinski’nin 1977’de ortaya koyduğu “yeşil kuşak” projesiyle Sovyetler Birliği’ne komşu Müslüman ülkeleri kullanarak “Kızıl tehlikeye karşı yeşil panzehir” kullanılmaya başlandı. Sovyetler Birliği’nin 1978’de Afganistan’ı işgal etmesi ve İslamcı militanların direnişe geçmesi ABD’nin “yeşil kuşak” projesinin bir ürünü ve aynı zamanda hızlandırıcısı oldu.

ABD 1980’den itibaren Sovyet işgaline karşı Afgan mücahitlerin koşulsuz yanında yer aldı, onları lojistik ve parasal açıdan destekledi. ABD’nin Orta Asya’ya ilgisi de bu şekilde başlamış oldu. Ancak ABD’nin bölgeye ilgisi, Sovyetler’in Afganistan’ı ele geçirmesini önlemekle sınırlıydı. Sovyet işgalinin Gorbaçov zamanında bitmesiyle birlikte, ABD’nin ilgisi de ortadan kalktı. Sovyetler’in 90’ların başında adım adım dağılma süreci bile ABD’nin bölgeye ilgisinin artmasına neden olmadı. O dönem ABD’nin farklı stratejik öncelikleri bulunuyordu. Rus denetiminden koparılması en zor bölge olarak gördüğü Orta Asya’daki hakimiyet mücadelesini anlaşılan bu nedenle ertelemişti. ABD, Orta Asya üzerinde bir mücadeleye girişmek yerine Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla oluşan başka bölgelere dikkatini kaydırdı: Balkanlar ve Doğu Avrupa.

AB’nin Orta Asya’daki Etkinlıği

AB’nin Orta Asya’daki etkinliği henüz askeri ve siyasi değildir. Ekonomik ilişkilerin geliştirilmesi ve alternatif enerji nakil hatlarının üretimi düzeyinde olan çalışmaları AB’nin bölgede daha uzun süre kalmasıyla birlikte şüphesiz değişecektir. Ancak yine de şunu söyleyebiliriz: AB’nin gücü bölgede ne Rusya’ya ne de ABD’ye karşı çıkabilecek boyuttadır. AB sessiz sedasız ABD ve Rusya’nın bölgedeki emellerine açıkça karşı çıkmadan kendi ekonomik etkinliğini artırma peşindedir.

Yeni İpek Yolu: Traceca ve Inogate

1993’te Brüksel’de 3 Kafkas ve 5 Orta Asya cumhuriyetinin katılımıyla, yapılan bir anlaşmayla “Avrupa-Kafkasya, Asya Taşıma Koridoru” (Transport Corridor Europe - Caucasus - Asia / TRACECA) oluşturulmuştur. Bu koridor salt bir boru lattı değildir. Amaç tarihi İpek Yolu’nun tekrar canlandırılmasıdır. Ancak AB açısından önemi Rusya’nın da ABD’nin de projenin tamamen dışında tutulmuş olmasıdır.

Koridor’un amaçları 1998 yılında yapılan “Tarihi Ipek Yolunun Restorasyonu” toplantısında imzalanan anlaşmayla “Avrupa’da, Karadeniz Bölgesinde, Kafkasya’da, Hazar Denizi Bölgesinde ve Asya’da ekonomik ilişkilerin, ticaret ve ulaştırmanın geliştirilmesi ve güvenliğinin sağlanması” olarak belirlenmiştir. Anlaşma Orta Asya ile Avrupa arasında bir ticaret koridoru kurmakta ve tüm organizasyon ve modernizasyon projelerini Avrupa’ya ihale etmektedir. TRACECA ile AB bölgede hatırı sayılır bir ekonomik etkinlik kazanmıştır. Koridor boyunca öngörülen önemli demiryolu, karayolu ve liman projelerine Avrupa Birliği mali destek sağlamaktadır. Bu gün TRACECA Programı kapsamında 52 yatırım projesi toplam (110 milyon euro) finanse edilmiştir.

AB’nin Orta Asya ile ilişkilerini belirleyen bir diğer önemli proje de Avrupa’ya Devletlerarası Petrol ve Gaz Taşıma Projesi’dir (Interstate Oil and Gas Transport to Europe / INOGATE). AB bu proje ile birlikte, yine Rusya ve ABD’yi dışarıda bırakarak Orta Asya ülkeleriyle ticari bir ilişki kurmuş ve doğal gaz ihtiyacını bu bölgeden sağlamak için önemli bir adım atmıştır. O gün kadar Doğu Avrupa üzerinden gelen Rusya doğal gazıyla ihtiyacını karşılayan Avrupa, bu projeyle birlikte, Rusya’ya olan bağımlılığından kurtulmuş ve bölgede bir etkinlik kurmuştur.

Ayrıca AB’nin Orta Asya ülkelerine yönelik mali yardımları da bulunmaktadır TACIS olarak adlandırılan bu program çerçevesinde 1991-1997 yılları arasındaki ilk dönemde toplam 3 milyar ECU’yu aşkın mali yardım yapılmıştır. AB, ABD’nin bölgeye çok fazla önem vermediği 1990-2001 yıllarını iyi değerlendirmiş, Orta Asya ülkeleriyle önemli ticari ortaklıklar gerçekleştirmiştir. 2001 sonrasında ABD’nin bölgeye ilgisinin artmasıyla ABD, AB’den bir adım öne geçmiştir. Ancak AB’nin bölgeye ilgisi şüphesiz devam etmektedir. 2001’den sonra da AB’nin bölge ülkelerine yardımları devam ettirmiş, bu bölgeye 50 milyon Euro kaynak ayırmıştır.

AB’nin bölgede çok fazla etkinlik göstermemesi ABD ve Rusya ile yaptığı bir anlaşmaya bağlanabilir. Rusya ve ABD, AB’nin Doğu Avrupa’daki etkinliğine ses çıkarmamakta, AB de Orta Asya üzerinde çok fazla durmamaktadır. Bu nedenle AB’nin kısa ve orta vadede Orta Asya’dan vazgeçtiğini söyleyebiliriz. Hele hele Kırgızistan’daki Turuncu Devrimden sonra bölgeye iyice yerleşmeye başlayan ABD’ye karşı AB’nin elleri kolları daha da bağlı kalmıştır.

Rusya’nın Orta Asya’daki Etkinliği

Bir emperyalist ülke olarak Rusya’nın temel hakimiyet alanı kuşkusuz Eski Sovyet alanıdır. Ancak, özellikle Doğu Avrupa bilindiği gibi Rusya’nın etkisinden önemli ölçüde arınmıştır. Orta Asya ise yukarıda da gördüğümüz gibi Rusya’nın en çok etkisi altında bulunan bölge görünümündedir. Sovyetler döneminde Orta Asya ülkelerindeki ekonomik yapı da bu ülkeleri Rusya’ya bağımlı kılma stratejisiyle oluşturulmuştur. Orta Asya ülkeleri Rusya ve SSCB’ye bağlı diğer Batı ülkelerine hammadde sağlayan bir işbölümüne tabi tutulmuştur. Orta Asya ülkeleri SSCB’nin dağılmasıyla birlikte bu durumun sancılarını yaşamaktadır. Bu nedenle Rusya’nın bölge üzerindeki etkisi ister istemez sürmektedir.

Bölgedeki tüm ülkelerin bir numaralı ticari ortağı Rusya görünmektedir. Üstelik Rusya planlı nüfus dağılımıyla da bölge üzerindeki etkisini sürdürmektedir. SSCB dönemi boyunca yöneticilerin yarısına yakınını Rus asıllılardan seçen Rusya, bölge ülkelerine Rus göçmenler de yerleştirmiştir. Her ne kadar bu ülkelerin bağımsızlığını kazanmasıyla birlikte bu nüfus Rusya’ya doğru göç etmekteyse de yine de azımsanmayacak bir Rus nüfus bölgede görülebilir:

Rus nüfusun oranı İhracatta Rusya’nın payı İthalatta Rusya’nın payı

Kazakistan    %30       %12                       %37

Türkmenistan %7         ---                       %20
Özbekistan     %6         %18                       %23
Kırgızistan      %18         %17                       %20
Tacikistan       %4         %12                        %23


Rusya’nın bölgede pek çok askeri üssü de bulunmaktadır. Bu üsler, ABD’nin 11 Eylül sonrasında bölgede açtığı üslerle karşılaştırıldığında çok daha fazla askere ve mühimmata sahiptir.

Kırgızistan’da yaşanan Turuncu Devrim sonrasında Rus askeri varlığı bu ülkeden çekilmiştir. Özbekistan ve Tacikistan ise, kendilerine yönelik bir ABD operasyonundan çekindikleri için Rusya’ya daha fazla yakınlaşmıştır. Yıllardır ülkesinde bulunan Rus sınır koruma birliklerinin Rusya’ya geri dönmesini isteyen Tacikistan bu konudaki ısrarından vazgeçmiş durumdadır. Hatta Rusya Tacikistan’da yeni bir askeri üs açmış bulunmaktadır.

Bölgede Rusya’nın en büyük etkinliğin bulunduğu ülke olarak Kazakistan sayılabilir. Kazakistan Rusya’dan en çok ithalat yapan ve en büyük Rus nüfusa sahip olan ülkedir. Kazakistan’ın kuzeyi neredeyse tamamen Rus’tur. Bu bölgedeki Ruslar kendi ülkelerine geri dönme eğilimindedir, ancak Rusya Kazakistan’da kalmaları çağrısında bulunmaktadır. Kazakistan’daki Ruslar ayrımcılık yapmamakta, bölgeyi Rusya’ya bağlama gibi bir perspektife de sahip bulunmamaktadır. Bunun nedeni Rusya’nın bu ülkedeki Ruslar sayesinde etkinlik kurma isteğidir.

Kazakistan ticari olarak da Rusya’nın güdümündedir. Kazakistan temel ihracat ürünü olan petrol ve doğalgazının %70’ini Rusya’ya satmaktadır. Rusya Kazakistan’dan aldığı petrol ve doğalgazı kendi iç piyasasında değerlendirmemekte, Avrupa’ya satmaktadır. Zaten dünyanın bir numaralı doğal gaz üreticisi olan ve önemli petrol üreticilerinden olan Rusya’nın Kazak petrol ve doğalgazına ihtiyacı yoktur. Bu nedenle Rusya’nın bu ülkeden aldığı petrol ve doğalgaz aslında Kazakistan’ın başka ülkelere satabileceği ürünlerdir. Böylelikle, Rusya Kazakistan’ın kendi başına doğalgaz ve petrolünü satmasını engellemiş olmaktadır. Rusya’nın Kazakistan üzerindeki bu büyük etkinliği, ülkeyi yeni bir Turuncu Devrimin ilk hedeflerinden birisi yapmaktadır.

ABD’nin Orta Asya’daki Etkinliği

11 Eylül’e kadar, ABD’nin Orta Asya’ya bakışını 1994 yılında Dışişleri Bakan Yardımcısı Talbott’un belirttiği “Önce Rusya-Russia First” politikası belirlemekteydi. Bu politikaya göre ABD uyuyan dev Rusya’yı uyandırmamak için Orta Asya üzerinde pek fazla emele sahip olmayacak ve Rusya’yı adım adım Batı kurumlarına bağlıyarak kendi sistemine eklemleyecekti. ABD, Rusya’yı kendi sistemine katarak Orta Asya’ya dolaylı olarak hakim olmuş olacaktı. Nitekim Yeltsin döneminde Rusya ABD, AB ve NATO ile ilişkilerinde bu kurum ve ülkelere tabi olmayı kabullendi. AB ve ABD’yle herhangi bir rekabete girişmedi. Talbott’un tezine göre Rusya’nın dostluğu ABD için daha önemliydi. Rusya’nın emperyalist paylaşımda bulunmamasını kazancı Orta Asya’nın elde edilmemesinin kaybından çok daha fazla olacaktı.

Ancak ABD 11 Eylül’de yaşadığı sarsıntının altından kalkabilmek için hem güçlü bir misilleme yapma ihtiyacını hissetti, hem de dünya hakimiyetini pekiştirmesi gerektiğini gördü. 11 Eylül, ABD’nin kendi topraklarında vurulabileceğini göstermiş, bu nedenle hem mazlumlara hem de ABD’nin rakiplerine cesaret vermişti. Bu nedenle, ABD ya 11 Eylül’e “şiddetli” bir yanıt verecekti, ya da dünya hakimiyeti yarışında geri adım atmayı kabullenmiş olacaktı.

11 Eylül’den sonra Afganistan’a müdahale düzenleyen ABD, bu ülkedeki Taliban iktidarını ortadan kaldırdı ve kendi atadığı Afgan Kralı Karzai ile ülkeyi yeniden yapılandırmaya girişti. Burada Afganistan operasyonunun önemi üzerinde durmamız gerekiyor. Öncelikle, operasyon, yalnızca Taliban’a yanıt vermek ya da Afganistan’a hakim olmak için yapılmamıştır. Operasyonun amaç ve nitelikleri çok daha geniştir. Afganistan’a hakim olan ABD, bu ülke üzerinden, pek çok noktaya saldırabileceğini hesaplamıştır: Afganistan’ın batısında İran, kuzeyinde Orta Asya, batısında Pakistan ve Hindistan.

Afganistan operasyonunun ABD açısından bir başka önemi de siyasal ve ideolojik önderliğinin pekiştirilmesiydi. ABD “Uluslararası terörizme karşı savaş” doktriniyle bölgeye bir operasyon düzenledi. Bu ABD’nin elinde öyle güçlü bir koza dönüştü ki. ABD’nin önderlik ettiği her tür askeri operasyonu engellemek isteyen, bu tip operasyonları eleştiren, en azından operasyona askeri desteğini vermeyen AB ülkeleri bile, ABD’nin “uluslararası terörizme karı mücadelesinde yanında olacağı” mesajını verdi. Rusya ve Çin bile, çok kutuplu dünya paradigmalarını bir kenara bırakıp, ABD’nin bölgeye yerleşmesine ses çıkarmadılar.

ABD’nin Orta Asya’daki Etkisi Artıyor

ABD’nin bölgeye ilgisinin artması 2001 yılında bölge ülkelerine yaptığı ekonomik yardımlarda da kendisini göstermektedir:

ABD ekonomik yardımı (milyon $) İhracatta ABD’nin payı-İthalatta ABD’nin payı

Kazakistan          80                        ---                              %9
Türkmenistan  16                        ---                              %8
Özbekistan       150                        %4                               %7
Kırgızistan          50                        %8                               %8
Tacikistan          61                          ---                                  ---


ABD’nin Orta Asya ülkeleriyle yaptığı ticaret hacmi Rusya’yla karşılaştırıldığında şüphesiz düşüktür, ancak oranlar gün geçtikçe artmaktadır.

ABD 11 Eylül’le birlikte, öncelikle Orta Asya’daki Türk cumhuriyetlerinde üsler kurdu. Üsler ve bulundukları ülkeler şunlardır: Kazakistan: Alma Ata, Semipalatinsk, Çim Kent. Kırgızistan: Manas. Özbekistan: Hanabad, Taşkent. Tacikistan: Kulyaf, Tubet Urgan, Hodcan

ABD’nin henüz Türkmenistan’da bir üssü bulunmuyor. Çünkü Türkmenistan diğer Orta Asya ülkelerinden farklı olarak bağımsız bir dış politika izlemek istiyor ve tarafsızlık siyaseti güdüyor. Ancak ABD Türkmenistan ile Türkmen subaylarının eğitimiyle ilgili bir anlaşma imzalayarak, bu ülke üzerindeki askeri etkisini arttırmaya başladı.

ABD bu bölgeye yerleşirken birkaç stratejiyi bir arada yürüttü. Öncelikle bölgeyi Rus doğalgaz ve petrolünden kurtaracak formüller geliştirdi. Başını Brzezinski’nin çektiği bir grup stratejisyen ise, yıllardır ABD’nin Hazar petrolleri üzerinde de söz sahibi olması gerektiğinin propagandasını yapıyor. Tabii Hazar operasyonu ABD açısından sadece petrol kaynaklarına ulaşım anlamına gelmeyecek. Aynı zamanda rakipleri Rusya, AB ve Çin’in alternatif enerji kaynaklarına ulaşması da engellenmiş olacak. ABD önderliğini yaptığı ve Bakü petrollerinin Rusya’ya uğramadan Avrupa’ya nakledilmesini sağladığı Bakü-Ceyhan-Tiflis Boru hattına Kazakistan’ı da katmaya çalışıyor.

Çin

Çin’in bölgedeki etkisi gittikçe artmaktadır. Öncelikle ticari açıdan Çin, Kazakistan ve Türkmenistan ile olan ilişkilerini geliştirmektedir. Kırgızistan ve Tacikistan ile sınırdaş olan Çin’in bölge üzerinde tarihsel bir ağırlığı ve etkisi bulunmaktadır. Bölge ülkeleri Çin’in ülkelerine doğru yayılmasından çekinmektedir. Ancak özellikle Şanghay İşbirliği Örgütü vasıtasıyla Çin bölgede etkinliğini arttırmaktadır.

Şanghay İşbirliği Örgütü

Çin’in Orta Asya’da güç kazanması yolundaki en önemli uluslararası girişim Şanghay İşbirliği Örgütü’dür (ŞİÖ). ŞİÖ, Nisan 1996’da Çin, Rusya, Kırgızistan, Kazakistan ve Tacikistan tarafından kurulmuştur. ŞİÖ’nün kuruluş amacı üye ülkeler arasındaki çeşitli sınır anlaşmazlıklarını ortadan kaldırmak ve belli bir uzlaşmaya girişmektir. Çin’in sınırları olduğu Orta Asya ülkeleri, Tacikistan, Kırgızistan ve Kazakistan’dır. Ancak 2001 yılından sonra ŞİÖ’nün misyonu değiş, adım adım yerel işbirliği örgütüne dönüşmeye başlamıştır. Haziran 2002’de ne Rusya ne de Çin’le sınır olmayan Özbekistan’ın da katılmasıyla örgütün havası değişmiştir.

11 Eylül’ün yarattığı havayla, örgüt misyonuna “uluslararası terörizm ve aşırı dincilikle mücadeleyi” de eklemiştir. Bu eklemenin Çin için önemi Doğu Türkistan’daki ayrılıkçı hareketi “uluslararası terörizm” kapsamına aldırması ve ABD’nin de Doğu Türkistan Türklerinin mücadelesini terörizm olarak tanıtmasıydı. Bu şüphesiz “hinterland”ı sağlam tutan Çin için önemli bir fırsattı. Doğu Türkistan’daki ayrılıkçı eğilimleri istediği gibi bastırma garantisi alan Çin, böylelikle Türkistan’ın batısına yönelik emperyalist yayılma emellerini de zamanla yerine getirebilirdi.

ŞİÖ’ye her ne kadar Rusya da üyeyse de, örgütün önderliğini Çin yürütmektedir ve esas olarak Çin’in Batı sınırındaki uzlaşmazlıkları giderme ve Orta Asya ülkelerinin Doğu Türkistan’daki ayrılıkçı örgütlere olası yardımlarını engelleme misyonuna sahiptir. Rusya’nın ŞİÖ’ye üye olmaktaki amacı Çin’in Orta Asya’daki etkinliğini denetleme ve bölge ülkelerindeki gücünü kısıtlama amacıdır. Yani Rusya ŞİÖ’nin Çin önderliğinde kendi etkinliğini engellemesini önlemeye çalışmaktadır.

Türkiye’de Avrasyacı kesimin söylediğinin aksine ŞİÖ antiAmerikan bir örgüt değildir. Çin ile Rusya ilişkilerini geliştirme amaçlı da değildir. Örgütün amacı Çin’in Orta Asya ülkeleriyle ilişkilerini geliştirmektir. ABD Çin’in bölgedeki etkisinin artmasının uzun vadede ABD’nin değil de Rusya’nın aleyhine olacağını hesapladığı için göz yummaktadır. Rusya ise kendisinin de üye olduğu bir örgütün kendi çıkarlarına aykırı gelmeyeceğinin bilincinde Çin ile bölge önderliği için kapışmaktansa Çin ile beraber bölgede etkin olmayı tercih etmektedir.

ŞİÖ, yalnızca sınır anlaşmazlıklarını giderme örgütünden de öte bir anlam kazanmaya başlamıştır. ŞİÖ sayesinde Çin’in bölge ülkeleriyle ticari ve siyasi ilişkileri gelişmiştir. Askeri anlamda da Çin ve bölge ülkeleri ortak askeri tatbikatlara başlamıştır. Son olarak ŞİÖ’nin toplantısında ABD’nin Özbekistan’daki üslerinin ne zaman kapatılacağının sorulması önemli bir gelişmedir. Gerçi Rus ve Çin yetkililer yapılan açıklamanın ABD’ye kafa tutmak anlamına gelmediğini söylese de Rusya ve Çin’in ŞİÖ’yü adım adım ABD’nin bölgedeki etkinliğini engelleme amaçlı kullanmak istediğini göstermektedir.

Çin-Kazakistan ilişkilerinde gelişme üzerinde özellikle durmak gerekir. Çin bu ülkeyle olan ticari ilişkilerini arttırmaktadır. Kazakistan’la 1997 yılında imzalanan anlaşmayla Kazakistan-Çin Petrol Boru Hattının inşasına karar verilmiştir. Çin Devlet Başkanı Hu Jintao’nun 2003 Haziranındaki Kazakistan ziyaretinde iki ülke anlaşarak 2006 Haziranına kadar 3 bin kilometrelik hattın 2 binlik ilk bölümünün tamamlanmasına karar vermişlerdir.

Orta Asya’daki Olası Gelişmeler

Dünyadaki emperyalist ülkelerin tümünün birden çıkarlarının olduğu ve hakimiyeti altına almak istediği yegane bölge bugün Orta Asya olarak gözükmektedir. Bu nedenle orta Asya’daki gelişmeler emperyalistler arasındaki çelişmelerin ortaya çıktığı ve bu çelişmelerin nasıl çözümleneceğinin cevaplarını da yattığı bir bölgedir. ABD’nin de 11 Eylül’den sonra bölgede hakim olmak gerektiğine kanaat getirmesiyle ve askeri üsler açmasıyla birlikte bölgedeki mücadele daha da keskinleşmiştir. Bölgede askeri gücü olan ABD dışında bir tek Rusya bulunmaktadır. Çin ve AB ekonomik güçleriyle bölgede etkin olmak istemektedir. Ancak ABD’nin Kırgızistan’daki Turuncu Devrimle birlikte bölgedeki statükoyu kökten değiştirmeyi amaçladığı ortaya çıkmıştır.


2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR


***