25 Temmuz 2017 Salı

DEMOKRASİ, DARBELER ve TÜRK MODERNLEŞMESİ BÖLÜM 1

DEMOKRASİ, DARBELER ve TÜRK MODERNLEŞMESİ  BÖLÜM 1



12 Mart 1971 öncesinde yaşananlara dikkat çeken Rıdvan Akar, ABD ve NATO’nun etkisini şöyle izah eder: 

12 Mart döneminde, iki farklı cunta kendi aralarında ciddi bir rekabet gerçekleştiriyorlar. Biri 9 Mart Cuntası diye bilinen daha sol, daha radikal 
bir asker grup, diğeri 12 Mart cuntası diye bildiğimiz o ünlü muhtıranın sahipleri. 9 Martçıların çok çarpıcı bir durumu var: Faruk Gürler Paşa ikisi arasında gidip geldiği bir dönemde Faruk Gürler’e geliniyor ve deniyor ki: “Paşam, DEV-KUR harekete geçti.” DEV-KUR, 1962-63 yılında NATO tarafından Türkiye’de oluşturulan “devleti kurtarma planı.” Yani bir darbe girişimi olduğunda devlet hangi refleksleri gösterecek, nereyi kontrol altında tutacak ve darbeyi nasıl savuşturacak? Bu tamamen NATO tarafından planlanmış olan ve doğrudan da fiilî olarak NATO tarafından da harekete geçirilmesi istenen bir plan. DEV-KUR’un harekete geçmesiyle birlikte 9 Martçılar tasfiye ediliyorlar. Çünkü DEV-KUR 
refleksini ortaya çıkaran şey 9 Martçıların radikal dünya görüşleri ve 12 

Mart galebe çalıyor. Şimdi, dolayısıyla, ben her darbe sürecinde mutlaka Türkiye’nin stratejik müttefiki olan Amerika’nın şu veya bu şekilde bu 
sürecin içerisinde olduğu ya da şu veya bu biçimde bu süreci engelleyip manipüle edebileceği duygu ve düşüncesine sahibim.12 

Türkiye’nin dış politikasının inşasında ordunun ağırlığı ve etkililik düzeyi ele alınmaya değerdir. Ordu, tıpkı iç politikada siyasetin sınırlarını belirleyip siyasal parti ve aktörlerin bu sınırlar içinde politika yapmasını istediği gibi, dış politikada da Kürt sorunu, İsrail ile ilişkiler, Kuzey Irak Politikası, Kıbrıs ve Ege sorunları gibi kritik konuları kendi yetki alanı içinde gördü. Sonuçta ortaya siyasal iktidarların, ana eksenlerini ordunun belirlediği çerçeve içinde dış politika oluşturabildikleri bir yapı çıktı. Dış işleri bürokrasisi doğal olarak bu politikaların 
oluşturulma sürecinin bir parçasıydı, ama zaman zaman görüş ayrılıkları belirdiğinde askerlerin çıkışıyla karşılaştı. Siyasetin üstünde bir devlet politikası anlayışının sonuçta seçim ve iktidarların değişmesi olgusunu anlamsız kıldığı ortadadır.13 

Ordu, Kıbrıs ve Ege, İnsan Hakları Dairesi, Doğu Çalışma Grubu gibi birimler oluşturarak ve SAREM14 gibi merkezler kurarak bu önemli konularda politika oluşturmaktadır. NATO ve silahlanma ile ilgili konular tamamen askerlerin eline bırakıldı, Kuzey Irak politikası 1996’daki bir Özel Millî Siyaset Belgesi ile Genelkurmay Başkanlığına bağlı Özel Kuvvetlere havale edildi.15 

Soğuk savaş ve sonrası dönemdeki dinamikler 11 Eylül ile birlikte önemli bir değişime uğradı. Balkanlar’da belirleyici gücün AB olmaya başladığı ve belli bir istikrarın sağlandığı, İsrail ile ilişkilerin 1990’lardaki önem ve hızını yitirdiği bir ortamda ABD’nin Türkiye’ye özel ve ayrıcalıklı bir müttefik gibi davranmasının anlamı kalmamıştı. Ayrıca, ABD kendisine yeni ve çok daha hevesli müttefikler bulmuştu. Macaristan, Polonya, Bulgaristan, Romanya, Arnavutluk, Gürcistan, Özbekistan ve Tacikistan ABD’yle askeri ve siyasal alanda işbirliği yapmak için kendileri önerilerde bulunuyorlar, ABD Almanya’daki birliklerini Polonya’ya kaydırıyor, Irak’ta kullanabileceği muhalif unsurları Macaristan’daki üste eğitiyordu. Yani, Doğu Avrupa’dan başlayan bir hat boyunca, Türkiye’yi de içine alan ve Kafkaslara, Orta Asya’ya ve Afganistan’a uzanan bir eksende, Avrasya Bölgesinde ABD, askeri ve siyasal olarak konumunu pekiştirmişti. Ayrıca, ABD için 1990’ların başından beri yaşamsal önem taşıyan Irak, doğrudan ABD yönetimi altına girmişti. İşte böyle bir stratejik yeniden yapılanmada Türkiye zincirin halkalarından birine dönüşmüştü ve ABD’li yetkili ve yazarlar bunu farklı şekillerde, ama açıkça belirtmişlerdi. Örneğin, Brooking Institute’den Philip Gordon “Türkiye’nin askeri değerinin çok fazla olduğu efsanesinin yıkılmasının iki ülke arasında daha sağlıklı ilişkilerin kurulması için zemin oluşturacağını” yazdı (America’s Partnership With Turkey is Still Valuable,” International Herald Tribune, 6 Ağustos 2003). 

Eski Ankara Büyükelçisi Mark Parris ise ABD’nin Türkiye’ye bakışının Irak savaşından önce değişmeye başlamış olduğunu ve artık stratejik ortaklıktan söz etmenin bir anlamı olmadığını söylüyor (Starting Over: US-Turkish Relations in the Post Iraq War Era, Turkish Studies Quarterly, Nisan 2003). 

Silahlı Kuvvetlerin dış politikayı ve özelde Türkiye’nin dış politikasını nasıl algıladığı üzerinde durmak gerek. Dünyanın her yerinde askerlerin sivillerden farklı bir zihin yapısına sahip oldukları kabul edilir. Askeri zihniyet (military mind) olarak da adlandırılan ve dünyayı güvenlik penceresinden gören bu yaklaşımda genel hatlarıyla belirleyici olan dost-düşman ayrımıdır ve 
gri tonlar pek bulunmaz ki, bu da alınan eğitimin ve ordunun işlevinin gereğidir. Dış politika alanında güvenlik merkezli bu bakış açısı teorik karşılığını realpolitik’te bulur ve uluslararası ilişkiler literatüründeki bütün eleştiri ve gelişmelere rağmen askerlerin bakış açılarına en uygun şemayı bu yaklaşım oluşturur. Yaratılan kuşku ve korku Türkiye’nin demokratikleşmesini ve insan haklarının gelişimini engelleyen en önemli etkenlerden biri oldu. Dünyanın en büyük emperyalist güçlerine ve onların içte ve çevremizdeki uzantılarına 
karşı savaş veriliyorsa, demokrasiden ödün verilmesinden doğal bir şey olmazdı. Sonuçta, askerler insan hakları ve demokratikleşme ile etkin çatışma ve parçalanma arasında birebir ilişki kurarak, bu konuda Batı’dan gelen eleştiri ve baskıları doğrudan bölünmeye giden yolu açmak olarak değerlendirdiler. O yüzden de insan hakları ve demokratikleşme kendi içinde insanlığın oluşturduğu bir değer olarak alınmak ve cumhuriyet projesinin en önemli parçası olarak kabul edilmek yerine, Batı’nın özellikle Türkiye’ye karşı kullanmayı seçtiği emperyalist araçlarından biri olarak görüldü, diğer konular gibi güvenlik alanına hapsedildi.16 Mahir Kaynak; Türkiye’nin Batı’yı bir bütün olarak göremediğini, Batı’nın içinde ciddi rekabetler olduğunu ve Türkiye’deki darbelere de Amerika - Avrupa (özellikle İngiltere) çekişmesinin sirayet ettiğini, yine Türkiye’de komünistlerin varlığından bahsedilebileceğini ancak bir komünist hareketin hiç olmadığını, özellikle sol bir tehlikenin yaşanmadığını bunun abartılarak kullanıldığını ifade etmiştir. Düşüncelerinin devamında: 

Türkiye’nin dünya politikasındaki yerine dair büyük hatamız Batı’yı bir bütün olarak görmemiz ve her şeyi Batı-Doğu şeklinde analiz etmemiz. Hâlbuki Batı’nın içerisinde ciddi rekabetler vardır. O zamanki Cumhuriyet Halk Partisi -şimdi de öyle ya- Avrupalıydı. Daha açık bir ifadeyle, Türkiye İngiltere’nin nüfuz alanı içerisinde, onun dediklerini yapan bir ülke olarak bilinirdi. 

Fakat Amerika Birleşik Devletleri askerî olarak Orta Doğu’ya ve Türkiye’ye girdi. Türkiye’ye girince de giderek Türkiye içerisindeki etkileri artmaya başladı. Bu etkileri artınca hemen bir darbe hazırlığı olmaya başladı. Yani oradaki mesele Amerika’nın Türkiye’deki etkinliğini bertaraf etmekti. Daha ziyade İngilizler ama birçok Avrupa ülkesi de işine geldiği zaman onunla birlikte hareket eder. Geçmişte de böyleydi şimdi de böyle. Özetle, 1960 darbesi Amerika’nın Türkiye üzerindeki etkinliğini azaltmak amacıyla yapılmıştır. Sorun Türkiye’nin Batı’nın içerisinde Avrupalı veya Amerikalı olup olmamasıyla ilgilidir. Dünyadaki mücadelenin bir de bu tarafı vardır. Kimse buna bakmaz. Bu yüzden yaptılar ve Amerika’ya daha yakın olan Demokrat Partiyi bertaraf ettiler, İsmet Paşa geldi. 12 Mart 1971 darbesi, benim katıldığım darbe de bu sürecin bir devamıdır. Neden? Amerika’nın etkinliğini iyice azaltmak için sol bir cunta hazırladılar. Sol cuntanın özelliği, solculuğun Amerika karşıtı olmasıydı. Bu solcu olmaya yetiyordu.17 

Demokrasi, Darbeler ve Türk Modernleşmesi 

Demokrasi, birçoğumuz için tanıdık bir sözcük olabilir fakat yine de, totaliter rejimler ile askeri diktatörlüklerin, birbirlerine benzer bir biçimde, kendilerine demokratik etiketler yapıştırarak halk desteğine sahip olduklarını ileri sürdükleri bir dönemde, yanlış anlaşılmış ve yanlış kullanılmış bir kavramdır. Sözlük tanımında demokrasi: Üstün iktidarın halkta bulunduğu veya halk tarafından doğrudan ya da özgür bir seçim sistemi içinde seçilmiş temsilcileri aracılığıyla kullanıldığı, halk tarafından yönetimdir. Abraham Lincoln’ın deyişiyle, 
demokrasi, “halkın, halk tarafından ve halk için” yönetimidir. Gerçekten de demokrasi, özgürlüğe ilişkin bir fikirler ve ilkeler kümesidir ama aynı zamanda, uzun ve çoğu kez dolambaçlı bir tarih boyunca biçimlenmiş bir uygulamalar ve usuller kümesini de içinde barındırmaktadır. Kısacası demokrasi, özgürlüğün kurumsallaşmasıdır. Bu nedenle, herhangi bir toplumun, doğru anlamda demokratik diye adlandırılabilmesi için, anayasal yönetimin, insan haklarının ve kanun önünde eşitliğin, zamanın sınamasından geçmiş olması 
gerekmektedir.18 

Demokrasiler, devletin halka hizmet için var olduğu ilkesine dayanırlar; halk devlete hizmet için var olmaz. Bir diğer deyişle, insanlar demokratik devletin tebaası değil, yurttaşlarıdır. 
Devlet, yurttaşlarının haklarını korurken, bunun karşılığında, yurttaşlar da devlete sadakat gösterirler. Buna karşılık, otoriter bir sistemde devlet, toplumdan ayrı bir varlık olarak, kendi halkından, devletin eylemlerine rıza göstermelerini garantiye almak gibi herhangi bir karşı yükümlülük getirmeden, sadakat ve hizmet talep eder. 
Bütün demokrasiler, yurttaşların özgürce, çoğunluğun yönetimi ilkesine uygun olarak siyasal kararları aldıkları sistemlerdir. Hiç kimse, örneğin, nüfusun yüzde 51’inin, geriye kalan yüzde 


49’u çoğunluk adına baskı altında tutmasını hakça ya da adil diye nitelemez. Demokratik bir toplumda, çoğunluğun yönetimi, bireysel insan haklarının güvenceleri ile birlikte var olmalıdır ki, bu da, karşılık olarak, ister etnik, dinsel veya siyasal ya da ister çekişmeli bir yasama sorunu ile ilgili tartışmada kaybedenler anlamında olsun, azınlıkların haklarını korumayı sağlamaktadır. Azınlıkların hakları, çoğunluğun iyi niyetine bağlı değildir ve çoğunluk oyuyla ortadan kaldırılamaz. Bu itibarla demokrasinin temel dayanakları şu başlıklar 
altında sıralanabilir: Halk egemenliği, hükümetin yönetilenlerin rızasına dayanması, çoğunluğun yönetimi, azınlık hakları; temel insan haklarının güvence altında olması, özgür ve adil seçimler, kanun önünde eşitlik, davaların hukuki usullere göre görülmesi, hükümetin anayasa ile sınırlandırılması, toplumsal ekonomik ve siyasal çoğulculuk, hoşgörü ve uzlaşma değerlerinin benimsenmesi. 

Aydınlanma filozoflarının 17 ve 18. yüzyıllarda formüle ettikleri ‘vazgeçilmez haklar’, 20. yüzyılda uluslararası anlaşmalarla garanti altına alınmış ve Temel İnsan Hakları başlığı altında düzenlenmiştir. Bunlar; ifade ve basın özgürlüğü, din özgürlüğü, toplanma ve örgütlenme özgürlüğü, hukuk koruması karşısında eşit olma hakkı, hukuki usullere uygun muamele görme ve adil yargılanma hakkıdır. Bu haklar, tahrip edilmez ve ne toplum ne de devlet bu hakları kaldırabilir veya devredebilir. Bu sayılanlar, her demokratik devletin kabul etmek zorunda olduğu hakların çekirdeğini oluşturmaktadırlar. Bu haklar devletten bağımsız olarak var oldukları için, yasama yoluyla ortadan kaldırılmaları mümkün olmadığı gibi, herhangi bir seçmen çoğunluğunun anlık kaprislerine de tabi değildir. Söz ve ifade özgürlüğü, herhangi bir demokrasinin can damarıdır. Tartışmak ve oy kullanmak, toplanmak ve protesto etmek, 
ibadet etmek, herkes için adaleti güvence altına almak bunların hepsi söz ve enformasyonun sınırlandırılmamış akışına bağlıdır. Otoriter devletlerin aksine, demokratik yönetimler, yazılı veya sözlü beyanların içeriğini ne denetlerler, ne dikte ederler, ne de yargılarlar. 

Din özgürlüğü, ya da daha geniş anlamıyla vicdan özgürlüğü, kadın veya erkek hiçbir kimsenin, kendi isteklerine aykırı olarak, herhangi bir din veya inancı ikrar etmek zorunda olmaması demektir. Buna uygun olarak, kadın veya erkek, hiç kimse, bir dini diğerine tercih ettiği veya aslında hiçbir dine inanmadığı için kesinlikle cezalandırılmamalıdır. Demokratik devlet, kişinin dinsel inancını tümüyle kişisel bir konu olarak görür. Hukuk önünde eşitlik veya daha sık olarak ifade edildiği biçimiyle hukukun korumasından eşit yararlanma hakkı, herhangi bir adil ve demokratik toplum için temel niteliğindedir. Zengin ya da yoksul, etnik çoğunluk ya da dinsel azınlık, devletin siyasal müttefiki ya da muhalifi olsun herkes hukuk önünde eşit korunma hakkına sahiptir.19 

1876 yılında Serasker (Genelkurmay Başkanı) Hüseyin Avni Paşa’nın Sultan Abdülaziz’i hal edip intihar süsü vererek katletmesi ile başlayan süreç; “Türkiye Askeri Müdahaleler Tarihi” için önemli bir milattır. Türkiye’nin bundan sonra karşılaşacağı tüm askeri darbelerde olduğu gibi 1876 darbesinde de bir “dış etki, dış güç” mevzubahistir. Abdülhamit döneminde, cuntadaki rolü yüzünden yargılanmak üzere tevkif edileceğini haber alan Mithat Paşa İngiliz konsolosluğuna sığınır. Çünkü İngiliz büyükelçisi Sir Henry Elliot bu işin organizatörleri arasındadır.20 

Avni Özgürel, Sultan Abdülaziz’in katledildiği ve ilk modern darbe olarak kabul edilmesi gereken bu hadise ile ilgili komisyonumuza şunları ifade etmiştir: 

Bizim ülkenin ilk maruz kaldığı bugün anladığımız manada darbe sivil kadroların gerçekleştirdiği bir darbe. Evet, içinde yine asker var ama planlamasını sivillerin 
yaptığı yani Mithat Paşa’nın yaptığı bir darbe. Bu, Sultan Abdülaziz’in katliyle sonuçlanan bir darbe. Finansmanını V. Murat ve Ermeni bankerlerin yaptığı, 
insanların yevmiye karşılığı sokaklara döküldüğü, medrese talebelerinin sokaklara döküldüğü bir dizi olayın neticesi “erkânı erbaa” diyorlar yani “dörtlü çete”, 

Mithat Paşa, Hüseyin Avni Paşa, efendim, Mütercim Rüştü Paşa filan, bu dörtlü çete Padişah’ı tahttan indirdiler, dört gün sonrada Feriye Sarayı’nda katlettiler, 
üstelik de buna “İntihar etti.” dediler, hâlâ da “intihar” deniliyor. Sultan Abdülhamit bir büyük soruşturma açtı. Bu, Türkiye’deki ilk büyük darbe 
soruşturmasıdır ve bu cinayetin failleri başta Mithat Paşa olmak üzere hepsi tanık beyanlarıyla yani cinayetin asli faillerinin itirafları, “Evet, biz öldürdük ve emri de falancalar verdi.” diye itiraflarıyla hepsi mahkûm oldular. Şimdi, bu bizim yaşadığımız ilk darbe ama bu bir alışkanlık da oldu. Nitekim akabinde Türkiye bir İttihat Terakki darbesine tanık oldu. Dünyada iktidara gelmiş ilk ve tek çete İttihat Terakkidir.21 

Abdülaziz’in hallinden sonra önce V. Murat ardından II. Abdülhamit tahta çıkar. II. Abdülhamit, darbeci gruba Anayasayı ilan edeceği teminatını verir. 19. yüzyıl başından itibaren Osmanlı devletinin reform asrı diyebileceğimiz dönem, yerini artık inkılâp asrına devretmiş ve Türkiye’nin siyasal hayatında, fikir hareketlerinde yapısal bir değişim başlamıştır. Meşrutiyet hareketi padişahın değil, aslında Babıâli’nin (Osmanlı hükümeti) mutlakıyetçiliğine karşı, gene Babıâli’nin bir kadrosu tarafından başarılmıştı. Meşrutiyete geçiş, bir büyük ihtilalle değil, gene yönetici grubun içindeki bir başka grubun başkaldırmasıyla / darbesiyle gerçekleştirilmiştir. Bu ilginç görünüme, günümüz tarihçilerinin 
bir kesiminin yorumu: Bu bir darbedir ve sapkınlıktır ve de imparatorluğu mahva götüren bir harekettir. 1876 yılının Aralık ayında, imparatorluk yöneticileri anayasayı top sesleriyle ve anayasanın her şeyi düzelteceği inancıyla ilan ettiler. Mithat Paşa ile o gün başlayan ve bugüne kadar süren bir anayasa romantizmi toplumsal siyasette hâkim olmuştur. Anayasa ile her sorunun çözümleneceği ve toplumsal, siyasal gelişmenin bu sayede sağlanacağına inanılmıştır. Yüz yılı aşkın deneyim bunun böyle olmadığını göstermiştir.22 

Sultan Abdülaziz’in hallinin modern Türkiye Cumhuriyeti’ne bakan yüzü önemlidir. Eskiden iktidar değişikliklerinde yeniçerilerin oynadığı rol, artık Nizam-ı Cedid23 döneminin ‘modern ordusu’ tarafından devralınmış bulunuyordu. Ama bundan sonraki ayaklanmaların asli unsuru olan ‘modern ordu’ için kimse mürteci, yobaz, gerici, vb. kavramları kullanmayacaktı. 
Artık 20. yüzyılın sonuna kadar modern ordu (zinde kuvvetler) gerektiğinde ‘durumdan vazife çıkaracak’, ilericilik adına iktidara ya doğrudan el koyacak ya da kuliste kalarak sahneyi düzenlemeyi yeğleyecekti. Herhalde şöyle düşünüyor olmalıydılar: Modern çağda yapılan darbeler ilericidir. Birileri çıkıp da ilerici darbe olamayacağını, darbelerin doğası gereği her zaman gerici ve gericiliğin hizmetinde olduğunu, ilerici darbe kavramının eşyanın tabiatına aykırı olduğunu söylemediğine (söyleyemediğine) göre, gereği de yapılmayınca, yüzyılların 
geleneği sürüp gidecekti.24


BÖLÜM DİPNOTLARI ;


12 Rıdvan Akar, Gazeteci, TBMM Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu Dinleme Tutanağı, 8 Ekim 2012, s. 24. 
13 İlhan Uzgel; Ordu Dış Politikanın Neresinde, Bir Zümre, Bir Parti Türkiye’de Ordu, Birikim Yayınları, İstanbul, 2009, s. 313. 
14 Genelkurmay en çok tartışılan birimini kapattı. Eski Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hüseyin Kıvrıkoğlu tarafından açılışı 8 
Ocak 2002’de yapılan Stratejik Araştırma ve Etüt Merkezi (SAREM) 2011 Kasım ayında faaliyetlerine son verdi. SAREM'in adını gündeme getiren en önemli gelişme ise 2007 yılında yaşandı. Türkiye üzerine 'felaket senaryoları'nın 
konuşulduğu ABD'deki Hudson Enstitüsü'nde düzenlenen toplantıya, dönemin SAREM Başkanı Süha Tanyeri'nin katıldığı ortaya çıktı. Uzun süre tartışılan senaryolara göre; dönemin Anayasa Mahkemesi Başkanı Tülay Tuğcu suikasta kurban gidecek, Beyoğlu'nda düzenlenecek canlı bomba saldırısını terör örgütü PKK üstlenecek, ardından da TSK 50 bin askerle Kuzey Irak'a girecekti. Basına sızan senaryonun ardından Genelkurmay bir açıklama yaparak Tuğgeneral Tanyeri'nin, bir dizi temasta bulunmak üzere ABD'de olduğu, Hudson Enstitüsü'ndeki toplantıya da bu çerçevede katıldığını duyurdu. 
(http://siyaset.milliyet.com.tr/genelkurmay-en-cok-tartisilan-biriminikapatti/siyaset/siyasetdetay/20.01.2012/1491491/default.htm 
Milliyet Gazetesi, 20 Ocak 2012, Erişim: 1 Temmuz 2012) 
15 İlhan Uzgel (2009); s. 314, 315, 325, 328, 329, 334. 
16 İlhan Uzgel (2009); s. 315, 325. 
17 Mahir Kaynak, İktisat Profesörü, TBMM Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu Dinleme Tutanağı, 14 Ekim 2012,s. 3-4.
18 Türk Demokrasi Vakfı; Demokrasi Nedir? (Çev: Levent Köker), Türk Demokrasi Vakfı, Ankara, 1992, s. 9, 10. 
19 Türk Demokrasi Vakfı (1992); s. 17-21, 25, 29. 
20 Süleyman Paşa ve Sir Henry Elliot; Emperyalizmin Hükümet Darbesi Abdülaziz’in Tahttan İndirilmesi (Çev: Av. Dr. Faruk Yılmaz), 
Berikan Yayınevi, Ankara, 2007, s. 25. 
21 Avni Özgürel, Gazeteci, TBMM Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu Dinleme Tutanağı, 15 Ekim 2012, s. 35.
22 İlber Ortaylı; İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı, Alkım Yayınevi, İstanbul, 2005, s. 261, 262, 268.
23 Nizam-ı Cedid: Yeni Düzen anlamını taşıyan kavram, Osmanlı Devleti'nin gerileme devrinde, askerin ıslah veyenileştirilmesine karşılık gelir. Dar Anlam: 
Avrupa usulünde yetiştirilmek istenen talimli asker. Geniş Anlam: Yeniçeriliği kaldırmak veya hiç değilse faydalanabilecek şekle getirmek, Avrupa talim 
usulünü yeni kurulan askeri kuvvetin baskısı ile kabul ettirmek, ulemanın çağdışı düşüncesine karşı koyup nüfuzlarını kırmak, Osmanlı Devleti'ni Avrupa'nın ilim, 
sanat, ticaret, ziraat, teknik ve sanayide yaptığı ilerlemelere ortak etmek için gelişen yenilik hareketlerinin bütünü.
24 Fikret Başkaya; Yediyüz, Osmanlı Beyliğinden 28 Şubata: Bir Devlet Geleneğinin Anatomisi, Ütopya Yayınları, Ankara,
1999, s. 226, 227.

KAYNAK PDF FORMATLI
https://www.tbmm.gov.tr/sirasayi/donem24/yil01/ss376_Cilt1.pdf
TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ  DARBELERİ ARAŞTIRTIRMA KOMİSYONU  RAPORU 
Dönem: 24 
Türkiye Büyük Millet Meclisi  Demokrasiye Girişi 
Kasım 2012   S. Sayısı: 37  
Türkiye Büyük Millet Meclisi (S. Sayısı: 376) 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR
***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder