20 Nisan 2020 Pazartesi

PKK Terör Örgütüyle Mücadelenin Mitleri,

PKK Terör Örgütüyle Mücadelenin Mitleri,





Cahit Armağan Dilek 
04 Ağustos 2013

Mit'in sözlüksel anlamı din ile ya da kahramanlıklarla ilgili olan, toplumun gelenek ve göreneklerine göre ağızdan ağıza ulaştırılan ve zaman içinde değişiklik gösteren söylenceler anlamındadır. Mit kelimesi Yunanca "mythos" kelimesinden gelmektedir. Mitler genel olarak çok tanrılı dönemleri, olağan üstü kahramanlıkları ve olayları konu alır.[i]

Günlük hayatımızda ise mit kavramı "yanlış, doğru olmayan hikâye yada metafor anlamında" da kullanılmaktadır. Ve bu kullanımda anlatıcının asıl vurgulamak istediği nokta doğru olmayan bir olgunun ya da kısmın hikaye içerisinde barındığı dır. 

İşte bu yazı mitin günlük hayattaki anlamı esas alarak hazırlanmıştır. Bütün Türkiye'nin yaklaşık 30 yıldır maruz kaldığı terör saldırıları herkesin gözü önünde, açık açık gerçekleşirken maalesef PKK terör örgütüyle mücadele ise bir o kadar dar kapsamlı katılımlarla alınan kararlarla ve nedense hep bir gizlilik içinde yürütüldü ve yürütülüyor. 2009'da başlayan Kürt açılımı ve 2013 yılı başında kamuoyuna yansıyan hükümetin PKK terör örgütüyle müzakereleri de sanki kamuoyuyla paylaşılıyormuş gibi yapılmasına rağmen aynı gizlilik içinde yürütülüyor. Fakat bu sefer daha vahim olanı, PKK terör örgütü ve yandaşları hükümetin ne yapacağı, hükümetle ne anlaştıkları konusunda her şeyi biliyorken TBMM ve Türk milleti süreç hakkında halen hiçbir şey bilmemektedir. İşte terörle mücadelede yeterli şeffaflığın olmaması, mit kavramının günümüzdeki anlamıyla uygun olarak, PKK terörüyle mücadelenin mitler üzerinden yapılmasına yol açtı. Böyle olunca da herkes farklı bir düzlemde konuştu, birbiriyle anlaşamadı, sonuçta da bir türlü sorunu çözemedik. Ancak burada dikkat çekici olan bu mitlerin çoğunluğunun 2003'den sonra oluşmuş yada söylemlerin mite dönüşmüş olması, açılım ve müzakere süreçleriyle birlikte ise bunların daha da artmış olmasıdır.

İşte Türkiye'yi terörle mücadeleden müzakereye ve PKK terör örgütüyle pazarlık konumuna  getiren ve hükümetlerin bir yönetim mekanizması haline getirip kullandıkları, kamuoyunu yönlendiren mitler:

Mit 1.       Adına ister Kürt sorunu, ister Güney Doğu, ister terör sorunu, ister bağımsızlık/özerklik sorunu deyin yapılacaklar aynı.

Yanlış. Türkiye yaşadığı bu sorunun adında mutabık kalıp sorunu tam olarak tanımlayamadığı için çözüm üretememektedir. Aslında bugün yaşanan kargaşa ve bölünmenin altında da sorunun farklı tanımlanması ve algılanması yatmaktadır.[ii]

Soruna ad koyabilmek demek sorunu tanımlamak demektir. Sorunu tanımladığınızda ise ortaya çıkan eksiklikler ve yanlışlıklar için çözüm önerilerini, hareket tarzlarınızı belirlersiniz, ona göre stratejinizi hazırlar ve uygularsınız. Yani başka ad vermek başka bir sorun veya yanlış bir sorun tanımlamak demektir. Birbirine yakın ilişkili sorunlarda, ayrı adlandırma ve tanımlamalarda tabii ki birbiriyle örtüşen eksiklikler, yanlışlıklar, çözüm önerileri olacaktır ama bu "soruna ne ad koyarsanız koyun yapılacaklar aynıdır" savını doğru yapmaz. Çünkü sorunun adını tam koyamaz ve örneğin Kürt sorunu diyerek yola çıkarsanız uygulayacağınız reçete gerçek sorunu çözmeyeceği gibi yeni sorunlar (Türk sorunu gibi) da yaratacaktır. Türkiye'yi yönetenler 1999 öncesinde sorunu çok büyük bir oranda terör sorunu olarak algılamış, halk da bu şekilde görmüş, bu tespite göre yöntemler uygulanmış, 15 sene gibi uzun bir zaman geçse de 1999 yılında terörü sıfır noktasına getirebilmiştir. Ancak sonrasında terör örgütünün istismar ettiği konulara ilişkin gerekli siyasi, ekonomik, sosyal tedbirler hayata geçirilmediği için silahlı olarak Irak'ın kuzeyinde bekleyen PKK terör örgütü 2003 sonrasında oluşan yurtiçi ve bölgesel konjonktürden de istifadeyle yeniden terör saldırılarını artırmıştır. Ancak PKK terör örgütü bu kez terör saldırılarıyla birlikte sorunun başka türlü algılanmasını sağlayacak etkenleri de kullanmış, bugünkü avantajlı pozisyona gelmeyi başarmış ve sorunun terör sorunu değil de başka sorunlar olarak algılanmasında hedeflediği  noktaya ulaşmıştır.

Mit 2.       Terörle bir yere varılamaz.

Yanlış. Çünkü terörle bir yere varıldığının hem de terör örgütünün tam da istediği noktaya gelindiğinin en büyük ispatı bugün PKK terör örgütüyle yapılan müzakere/pazarlıklar ve bunun yarattığı ortamdır.

PKK'nın 1984'deki ilk saldırısından pazarlıkların başladığının aleni olduğu 2012 yılı sonuna kadar her terör saldırısından sonra on binlerce kez duyduğumuz "terörle bir yere varılmaz" söylemi aslında devletimizle terör örgütü arasındaki bir psikolojik savaş alanıydı. Ancak maalesef bu mücadelede kazanan taraf terör örgütü olmuştur.  Türkiye'de gelinmiş olan noktaya rağmen halen terörle bir yere varılamayacağını savunanlar ya PKK terör örgütünün safında olanlardır ya kavramsal kargaşa yaşayanlardır  ya da strateji, ulusal güvenlik gibi kavramları bilmeyenlerdir.  Konuyu basitçe şöyle açıklayabiliriz. Örneğin bir ülke bir askeri harekat yapıyorsa (örneğin Kıbrıs Barış Harekatında safha safha yeşil hatta kadar olan bölgenin ele geçirilmesi) bunu bir politikasını gerçekleştirmek için yapıyordur yani devletin bir politikasına hizmet ediyordur. Askeri harekatla ele geçirilecek askeri hedef o ülkenin siyasi hedefinin gerçekleştirilmesi için gerekli olan bir unsurdur. İşte aynı şekilde terör örgütünün de terör eylemleri yaparak karşısındaki devleti isteklerini yerine getirmeye veya kabul etmeye zorlayacak bir pozisyon kazanmaya yönelik siyasi bir hedefi vardır. Terör saldırıları terör örgütünün bu siyasi hedefine ulaşması için yapılmaktadır. Çünkü o istekleri hayata geçirilebilecek güç o coğrafyadaki yani ülkenin siyasi sınırları içindeki hakim unsur olan "devlet"tir ve terör örgütü ona karşı mücadele etmektedir.  Bugün Türkiye'de olan da budur. Hükümet hangi gerekçeyle hareket etmiş olursa olsun terör örgütü açısından somut sonuç terörle istediği noktaya (hükümetle müzakere/pazarlık edebilme) gelmiş olduğu gerçeğidir. Bugün müzakere/pazarlık masasında terör örgütünün eli halen çok güçlüdür, çünkü hem masadadır hem de halen elinde silah vardır ve şantaj/tehdit yaparak devleti bir şeyler yapmaya zorlamaktadır. Çünkü bilmektedir ki ulaşılmış bu seviyeden daha alt bir seviyeye dönmesi mümkün değildir, bundan sonra süreç işlese de işlemese de terör örgütü tek kazanandır.

Mit 3.  PKK terör örgütüdür ve Kürtlerin temsilcisi değildir.

Doğruydu ama açılım politikalarıyla birlikte önce mitleştirildiğini, son dönemde ise toplum mühendisliği uygulamalarıyla tersinin (PKK terör örgütü değildir ve Kürtlerin temsilcisidir) kabul ettirildiğini görmekteyiz.

PKK terör örgütü özellikle ilk saldırılarını ve sonrasındaki saldırılarının önemli bir bölümünü Kürt asıllı vatandaşlarımıza yönelik gerçekleştirmiş ve zorla da olsa onların desteğini (daha doğrusu yardım ve yataklık yapmalarını) alarak Türk kamuoyuna ve uluslar arası ortama arkasında halk desteği olduğunu göstermeye çalışmış ancak vatandaşlarımıza yönelik vahşi terör saldırılarına rağmen bunu başaramamıştı. 90'lı yıllarla birlikte PKK güdümünde kurulan ve TBMM'ye de giren siyasi partiler olmasına rağmen bu partiler en azından alenen (bugün devamı olan partilerin ve temsilcilerinin yaptıklarıyla mukayese edersek) terör örgütünü ve terörü destekleyen, hoş gören, haklı gösteren söylemlerde ve eylemlerde bulunamamıştır. Bu durum 1999 yılına kadar böyle devam etmiş ve terörün siyasallaşması engellenmiştir. Ancak Türkiye'nin terörle mücadelesinin ikinci safhasında (2003 sonrası)[iii] özellikle 2005'den sonraki dönem içerisinde başlayan açılım politikaları terör örgütünü öven ve destekleyen söylem ve eylemler demokratik  toplumların vazgeçilmez unsurları olan ifade ve düşünce özgürlüğünün kötüye kullanımıyla topluma kanıksatılır hale getirilmiştir. 2009'daki ilk açılım sürecinde artış gösteren bu durum Habur faciasıyla bir duraksama yaşamış ancak bu alanda terör örgütü açısından altın vuruş ise 2012 yılı sonlarında aslında terör örgütünün operasyonel anlamda çok zor durumda olduğu, darbeler aldığı bir dönemdeki açlık grevlerinin bitirilmesi sürecinde teröristbaşının tek yetkili ve terör örgütüne söz geçirebilecek yegane şahıs olarak hükümetin tek muhatabı olarak ortaya çıkarıldığı bir psikolojik operasyonla hükümetin teröristbaşıyla müzakere ve pazarlık masasına oturması olmuştur. Bu süreçte PKK'nın TBMM'deki uzantısı olan partinin teröristbaşıyla aracı rolüyle PKK'nın bir parçası olduğu topluma gösterilmiş ve anılan partiye oy vermiş seçmenler PKK'nın hayal bile edemeyeceği bir şekilde otomatikman PKK'nın arkasına koyulmuş, teröristbaşı sanki bütün Kürtleri temsil ediyormuş algısı oluşturulmuş, PKK'ya yönelik halk desteği neredeyse devletin göz yummasıyla hem remileştirilmiş hem de gerçekte yansıtıldığı gibi büyük olmayan bir desteğin olduğu algısı kuvvetlendirilmiştir. Aynı dönemde Paris'te öldürülen üç PKK'lı kadın teröristin Türkiye'deki cenaze töreninde meydanlardan yansıyan görüntüler bu resmileşmeyi daha da kemikleştirmiş, PKK, uzantısı parti ve destekçilerine inanılmaz bir psikolojik üstünlük kazandırmıştır.

Geçen otuz sene boyunca teröristle halkın/vatandaşın ayrılması ve ona göre muamele ve mücadele edilmesi devletimizin en çok çaba sarf ettiği konu olmuş ve 2012 yılı sonlarına kadar da bu ayrımın korunmasında önemli ölçüde de başarılı olunmuştu. Ancak terör örgütüyle yaratılan pazarlık/müzakere ortamı teröristle Kürt asıllı Türk vatandaşlarımız arasındaki ayrımı PKK lehinde olacak şekilde ve maalesef devletin kendi elleriyle ortadan kaldırmış, artık teröristle normal vatandaş ayırımı yapılamaz duruma, TBMM'deki bir partiye oy veren seçmenler PKK terör örgütünün seçmenleri/destekleyenleri haline getirilmiştir. Bu nedenledir ki PKK'nın uzantısı olan partinin temsilcileri devletin teröristbaşıyla aynı masaya oturduğunu, normalde teröristle aynı masaya oturulamayacağına göre PKK'lılara terörist denilmemesi gerektiğini, çünkü onların terörist olmadığını, haklı bir özgürlük mücadelesi yaptıklarını, PKK'nın terör örgütü listesinden çıkarılması gerektiğini de söyler, talep eder konuma gelmişlerdir.  

Mit 4.  Kürtlerin Türkiye Cumhuriyeti, Türk bayrağıyla sorunu yok, ayrı bir devlet istemiyoruz.

Bu mit PKK terör örgütü ve yandaşlarınca Türkiye'ye pazarlanmaya çalışılan en büyük yalanlardan biridir.

PKK terör örgütünün kuruluş amacı bağımsız bir Kürt devletine ulaşmaktır. 
   Her ne kadar terörist başının bundan vazgeçtiği iddia edilse de kullanılan ifadeler (demokratik cumhuriyet, federalizm, bölge yönetimi vs) pratikteki eylem ve söylemlerle mukayese edildiğinde bu amacın gizlenmeye çalışıldığını göstermektedir.

Açılım politikalarıyla başlayan süreçte ve son olarak yapılan müzakere / pazarlıklarda terörist başının devletten bu konuda hiçbir talepte bulunmadığı ifade edilse de gerek sızan görüşme zabıtlarından gerekse teröristbaşıyla görüşenlerin ve mektupla haberleşenlerin açıklamaları (ki bunların teröristbaşına rağmen yapılmış olması mümkün değil) bağımsızlıktan, özerklikten, özel statüden, dört ayrı bölgedeki Kürtlerin birleşmesinden, Kürtlerin kendini yönetmesinden, kendi polis ve savunma gücünün bulunmasından vs. bahseden taleplerle doludur. Diğer taraftan terörist başının isteğiyle yapılan konferanslar ve bu yıl sonlarına doğru yapılması planlanan Ulusal Kürt Kongresinin hedefi Kürtlerin birlikte hareket etmesi yani birleşmesidir. Kürtlerin birleşmesi demek Türkiye, Suriye, Irak ve İran'dan toprak parçalarının koparılması demektir. Bu girişim bile başlı başına yukarıdaki söylemi bir mit hatta tamamen yalan haline getirmektedir.  Barzani'nin Kürt ulusal kongresi toplanmasına yönelik girişimleri 2008 yılında başlamıştır ancak o zamanlar Türkiye'nin karşı çıkmasıyla bunu gerçekleştirememiştir. Fakat 2009'da başlayan açılım politikaları ve son müzakere/pazarlık süreci Barzani'nin önündeki bütün engelleri ortadan kaldırmıştır. Barzani'nin kontrolünde yapılacak bu kongre Barzani'nin tüm Kürtlerin lideri olma (Büyük Kürdistan) arzusunun gerçekleşmesinde önemli bir kilometre taşı olacaktır. Böyle bir kongrede alınacak kararlar (hemen bir birleşme ya da bağımsızlık olmasa da) Türkiye'nin içişleriyle ilgili olacaktır ki bunu normal şartlarda kabullenmek de mümkün değildir. Dolayısıyla Türkiye bu kongrenin yapılmaması için her türlü girişimde bulunmalı ve elindeki yaptırım imkanlarını özellikle Barzani'ye karşı kullanmalıdır. Aksi durumda Türkiye'nin bütünlüğü ve güvenliği açısından ortaya çıkabilecek emrivaki gelişmelerden mevcut hükümet sorumlu olacaktır.  

Yukarıdaki söylemle ilgili diğer bir husus da Türk bayrağıdır. Yaptıkları toplantılarda, mitinglerde Türk bayrağını kullanmayan, Türk bayrağı asılmasını ve gösterilmesini bir tahrik unsuru gören zihniyetteki insanların kullandığı bu söylemin gerçek olmadığı aşikardır. Türk kelimesini kullanım dışı bırakmayı hedefleyen söylem ve eylemler göstermektedir ki Türk bayrağının adı Türkiye bayrağı olarak değiştirilse de kabul görmesi mümkün değildir, çünkü bu sefer de "Türklerin yaşadığı yer" anlamındaki Türkiye adı karşılarına çıkacaktır ve bunu benimsemeye de yakın gözükmemektedirler.          

Mit 5.       Askeri tedbirlerle, şiddetle bu sorun çözülmez. Yıllardır süren askeri operasyonların sorunu çözemediği ortadadır.

Yanlış. Çünkü 1999 yılına gelindiğinde askerin icra ettiği operasyonlar neticesinde defalarca terör örgütünü dağılma  noktasına getirildiğini, ancak siyasi, ekonomik, sosyal alanlarda teröre bahane olarak kullanılan noktaların çözümüne yönelik olarak adım atılmaması nedeniyle askeri tedbirlerle sağlanan uygun ortamların sürekliliğinin sağlanmadığını ve tekrar tekrar istismar edildiğini görmekteyiz.

Bu söylemi kullananlar teröristin elindeki silahı, terör örgütünün vahşetini, katliamını görmezden gelmekteler ve elinde silah olanlara karşı askeri tedbirler alınmadan yapılan dünyanın herhangi bir bölgesinden tek bir mücadelenin bile örneğini verememektedirler. Bu söylemin 2005 ve ağırlıkla 2009 sonrası dönemde hem PKK hem de Irak'ın kuzeyindeki yerel yönetim, Avrupa ülkeleri ve ABD tarafından sıklıkla kullanıldığını görmekteyiz. Buradaki doğru söylem "terörle mücadelede sadece askeri tedbirle sonuca ulaşılamaz" şeklinde olmalıdır ki zaten bizzat Türkiye 1999 öncesinde alınan dersler kapsamında bu sonuca ulaşmış, birçok askeri yetkili bile askeri alan dışındaki tedbirlerin de hayata geçirilmesi gerektiğini söylemiştir.

Burada dikkat çekilmesi gereken önemli konu "eğer askeri tedbirler alınmasa ve operasyonlar yapılmasaydı ne olurdu" sorusudur. Onun cevabını da 2012 yılı sonundan itibaren terör örgütünün sözde eylemsizlik uygulamasına cevaben devletin tüm güvenlik güçlerinin de hareketsiz konuma getirilmesinin (asker ve polisin kışla ve karargahların dışına çıkarılmaması) yarattığı ve bölgede yaşanan bugünkü durumdur.

Bugünkü durumu şöyle özetleyebiliriz. Askerin polisin dışarıda devriye dolaşması, varlık göstermesi devletin buraya ben egemenim algısını yaratmak içindir. Bu yapılmazsa, ki bölgeden gelen haberler bu yöndedir, boşluk PKK'lı teröristlerce doldurulmuştur. Terörstbaşının sızan görüşme zabıtlarında çekilecek teröristlerin yerini başka güçlerin (koruyucular, Hizbullah vs) doldurmasının önlenmesini istediği bilinmektedir. Şimdi ortaya çıkan durum ise PKK'nın çekilmediği aksine kışla ve karargahtan çıkması engellenen asker ve polisin yerlerini teröristler doldurduğudur. Hatta bu işi o kadar ileri götürmüşlerdir ki TSK'nın her yıl kış başında boşalttığı bahar-yaz aylarında tekrar kullandığı geçici üslere bile PKK'lı teröristlerin yerleştiği haberleri basına yansımıştır. Bugünkü ortamda PKK'nın adeta paralel bir devlet yapılanmasını hayata geçirdiği, teröristlerin hiç bir kaygı duymadan özellikle doğu ve güneydoğu bölgelerinde rahatça gece ve gündüz hareket edebildiği, taciz ateşi/adam kaçırma/iş makinelerini yakma/asayiş güçleri oluşturma ve egemen güç olduğunu gösteren yasadışı faaliyetleri gibi terör eylemleri yapmasına rağmen hiçbir karşı operasyona maruz kalmadığı gibi gelişmeler ortaya çıkmış, PKK buralarda devlet benim algısını yaratmış ve bunu beyinlere kazımıştır. Askere ve polis silah kullanmasın, askeri tedbirler uygulanmasın, operasyon yapılmasın denilerek yukarıda belirtilen terör örgütü lehindeki ortamın yaratılmış olmasına rağmen, PKK silah bırakmayı en son yapılacak faaliyet olarak görmekte (gerçekte ise silah bırakmadan silahlı unsurlarını asayiş yada özsavunma gücüne dönüştürmeyi hedeflemektedir) ve elinde tuttuğu silahla devlete şantaj yaparak demokratik bir anayasaya ve yönetim kurulacağını iddia etmekte ve bu iddiası taraftar bulabildiği gibi bunu makul karşılayarak aynı masaya oturan muhatap da bulabilmektedir.

Gelişmeler PKK'nın kendinde bu kadar güç ve hareket serbestisi bulabilmesinin ana sebebinin ise kendisine karşı askeri tedbirlerin alınmayacağı, herhangi bir askeri operasyonun yapılmayacağı güvencesini almış olmasından kaynaklandığını göstermektedir. Basına yansıyan haberler göstermektedir ki askerin operasyon istekleri bu dönemde operasyon olmaz sürece zarar verir denilerek Valiler tarafından geri çevrilmektedir. Bunun son örneği Lice'de PKK'nın anıtmezar girişimlerinin önlenmesi talebidir ki TSK'nın bu talebine Diyarbakır Valiliğinin izin vermediği ortaya çıkmıştır.[iv] Böylece asker operasyon yapmadığı için herhangi zayiat yaşamamakta, hükümet bu durumu şehit haberleri gelmiyor diyerek gerçek, süreklilik kazanmış olumlu bir gelişmeymiş gibi topluma sunmakta, PKK da askerle karşılaşmayacağı güvencesiyle hükümeti adım atmaya zorlayacak terör eylemlerini ve baskılarını rahatça ve açıkça sürdürebilmektedir.      

Mit 6.       Terörle Mücadelede "yeni konsept, yeni doktrin, yeni strateji hayata" geçirildi.

Yanlış. Çünkü olmayan bir şeyin yenisinin üretilmesi mümkün değildir.  Böyle bir söylemi kullananların uzun süreli araştırma, inceleme, değerlendirmeler gerektiren konsept, doktrin veya stratejinin anlamını, kapsamını bu kavramlar arasındaki farkı ve ilişkiyi, nasıl hazırlanacağını bilmediklerinden olacaktır ki gerçek olması mümkün olamayacak şekilde Türkiye'nin terörle mücadelesinde anlık konsept ve strateji değiştirdiği söylemlerini kamuoyuna sunmaktadırlar.

2005 ve özellikle 2009'da başlayan açılım politikaları paralelinde basına yansıyan ve manşet olan münferit bir faaliyetin olumlu tepki alması üzerine hükümete yakın kaynaklar ve yorumcular hemen terörle mücadelede yeni konsept, doktrin veya stratejinin uygulamaya geçirildiğinden bahseder oldu. Fakat bu durum o kadar sık tekrar edilir oldu ki, söz konusu kavramların felsefesine ve içeriğine ters biçimde, Türkiye'de neredeyse akşamdan sabaha konseptler, stratejiler değiştiği söylemleri sıklıkla kullanıldı.

Aslında böyle değişikliklerin olmadığını söylemek yanlış olmayacaktır. Çünkü hiçbir zaman  değişen konsept veya stratejiye ilişkin somut bir doküman veya belge hükümet tarafından kamuoyuna gösterilip açıklanmamıştır.[v] Bu tür söylemler hükümete yakın gazetecilerin de aralarında olduğu üçüncü şahıslarca kamuoyunda işlenmiştir. Ayrıca zaman zaman meydana gelen olaylara yönelik devletin değişik makamlarından gelen farklı tepkiler de ortada bir konsept ve strateji dokümanın olmadığını desteklemektedir. Fakat bahsedilen şekilde bir doküman ya da belge olmamasına rağmen konsept veya strateji kavramlarıyla yakından uzaktan ilgisi olmayan içi doldurulmamış, altı boş açılım söylemi, birlik beraberlik projeleri ve sloganlar (öldürerek değil yaşatarak mücadele edeceğiz, siyasetle müzakere terörle mücadele gibi) ise yeni konsept ve stratejilermiş gibi kamuoyuna yansıtıldı. Ancak söz konusu "mış gibi" yaklaşımlardan sonuç alınamamış olması da bunların konsept veya strateji değil birer popüler ve konjonktürel  söylemler/sloganlar olduğunu göstermektedir.

Mit 7.        Bölgeye artık terörle mücadelede tecrübeli komutanlar, özel eğitimli birlikler gönderiliyor. Sonuçlarını yakında alacağız.

Özellikle 2011 seçimleri sonrasında yeniden tırmanan terör saldırıları karşısında  Ağustos 2011 Yüksek Askeri Şüra kararları sonrasında TSK komuta kademesinde meydana gelen değişiklikler ve general/subay atamaları "terörle mücadelede yeni bir dönem, artık bölgeye tecrübeli, bölgeyi tanıyan komutanlar atandı, özel eğitimli birlikler bölgede görevlendirildi, sonuçlarını yakında alacağız" şeklinde kamuoyuna sunuldu.

En başta şunu söylemek gerekir ki böyle bir söylem hem önceki TSK komuta kademeleri hem de aslında bizzat hükümeti suçlamaktır. Çünkü madem elinizde terörle mücadele daha iyi komutanlar/subaylar/özel eğitimli birlikler vardı daha önceleri bu kararları niye vermediniz sorularının cevaplanması gerekecektir. Bu söylemin hedefinin özellikle eski komuta kademelerini kötüleyerek yeni oluşan komuta kademesine bir destek oluşturmayı hedeflediğini söylemek yanlış olmayacaktır. İşte bu tür haberlerin yapıldığı, söylemlerin kullanıldığı ortamda TSK'dan bu yaklaşımın doğru en azından şık olmadığını açığa kavuşturması beklenirdi. Çünkü gerçek şudur ki TSK'nın bir kariyer planlaması, rotasyon, atama prensipleri vardır ve personel bu çerçevede görevlendirilir, nitekim Ağustos 2011 sonrası atamalar/görevlendirmeler de bu çerçevede yapılmıştır. Özel eğitimli birlikler de benzer şekilde bölgede görevlendirilmektedir. Dolayısıyla tecrübeli komutanlar ve özel eğitimli birlikler varmış da kasten bölgeye gönderilmemişler, ama yeni komuta kademesi bunu düzeltti gibi bir algı oluşturulması, sorumlu makamdaki askerlerin de buna sessiz kalması en azından daha önce bölgede görev yapmış olanların hizmetleri adına doğru ve şık olmamıştır.  

Mit 8.       Terör örgütüyle müzakere / pazarlık yapılmaz.

Yanlış. Bugün aleni olarak gerçekleşen faaliyetler bu söylemin artık mitlikten de çıktığını göstermektedir. Yapılan pazarlık/müzakere o kadar aleni olmasına rağmen bu söylem bir mit olarak kullanılmakta, gerçekmiş gibi sunulmaya devam edilmekte (çünkü doğru olan teröristle pazarlık/müzakere yapmamaktadır, hükümet bunu yapmadığını söyleyerek oy almıştır, yandaşlarından destek bulabilmiştir) ve bütün açığa çıkanlara rağmen halen pazarlık/müzakere yapılmadığı söylenmektedir.

Bunun bir müzakere ya da pazarlık olmadığını söyleyenler  teröristbaşı yakalanmadan önce de, sonra da dönemin hükümetlerinin teröristbaşıyla görüştüğünü belirtmektedir. Açığa çıkan bazı belge ve yayınlanan anılar o dönemlerde teröristbaşıyla irtibat kurulduğu veya cezaevinde teröristbaşından bilgi alınmaya çalışıldığı veya terör örgütüne  mesajlar vermeye zorlandığı, ancak bu süreçlerde inisiyatifin devlette olduğu anlaşılmaktadır. Fakat mevcut T.C. hükümetinin artık kamuoyuna da yansıdığı şekilde 2006'dan buyana başlattığı gizili görüşmeler 2013 yılı başı itibariyle müzakere / pazarlık şekline dönüşmüş ve inisiyatif (hem de 2012 sonunda terör örgütünün en zor anlarını yaşadığı bir ortamda ) teröristbaşına  geçmiştir. Ayrıca nasıl olduğu belli olmayan şekilde sızan gizli/özel görüşme zabıtlarıyla hem terör örgütü ve yandaşlarına hem de görüşmelerde doğrudan devlete söylemediği konularda devlete mesaj vermektedir. Çünkü devam eden süreçte zamanlamayı, yapılacakları, aşamaları belirleyen terör örgütüdür ve teröristbaşı açıklamaları, mektupları, aracıları vasıtasıyla verdiği mesajlar ile süreci tek adam olarak yönetmektedir.

Bu söylemi bir mit olmaktan kurtarmaya çalışanlar terör örgütüyle devletin istihbarat kurumunun en doğal görevi olarak yaptığı söylemini pazarlamaya çalışmaktadır ki bu da  başka bir mit olarak aşağıda ele alınacaktır.

Mit 9.  Siyasetle müzakere, terörle mücadele ederiz.

Eylül 2011'de Başbakan tarafından ifade edilen "terörle mücadele ederiz, siyasetle müzakere"[vi] cümlesi o dönemde hemen yeni strateji (bakınız 6 nolu mit) olarak yorumlandı. Tek cümleydi, doğru bir cümleydi ama bir strateji değildi altı ve içi boştu, neyi, kiminle, ne zaman, nasıl yapacağını açıklayan bir belge veya doküman haline gelmemişti.

Aslında siyasetle müzakere kapsamında yapılması gereken TBMM'deki bütün partilerin bu işe dahil edilmesiydi. Ancak bu cümlenin otoriteler(!) tarafından yorumlanmasında "siyasetle müzakere ederiz"den kasıtın PKK'nın Meclis'teki uzantısı olan parti olduğu vurgulandı ama o partinin böyle bir iradesi, yeteneği ve gücü yoktu, çünkü teröristbaşına bağlı olduklarını, onun emrinde olduklarını söyleyerek esas olanın onun söyledikleri olur diyerek bu durumu tescil ediyorlardı. Malum "kucaklaşmalar" bütün bu yorumlar ve beklentileri boşa çıkardı.  2012'nin sonunda İmralı'da teröristbaşıyla  MİT'in başlattığı müzakereler ortaya çıkınca siyasetle müzakerenin PKK'nın uzantısı olan parti üzerinden siyasetle müzakere ediliyormuş gibi yapılarak teröristbaşıyla görüşülmesi bu söylemin bir mit, gerçeğin ise "teröristle müzakere" olduğunu ortaya çıkarmıştır.

Bu mitle ilgili diğer tehlikeli durumda siyasetle müzakere ederiz ifadesinde muhatabın kim olduğunun tartışılmasıdır ki müzakere edilecek ister PKK'nın uzantısı parti olsun ister teröristbaşı olsun müzakere edilen terör değil, Kürt sorunu değil teröristbaşının hapisten çıkmasını sağlayacak PKK'nın talepleri oldu. Bu gelişmeyle birlikte Türkiye iki taraf olarak resmen ayrılmış oldu, birlik ve kardeşlik yaratalım derken toplum taraflara bölündü, devletin müzakere ettiği parti veya kişi de otomatikman tüm Kürtleri temsil eden taraf oldu, TBMM'deki diğer partilere oy veren Kürt kökenli vatandaşlarımızı düşündüğümüzde toplumun gerçekte böyle bir bölünme yaşamadığını ama sorunun kendisi gibi bölünmenin de yapay olduğunu ve gerçekleri yansıtmadığını göstermektedir.

Mit 10.  Bütün dünyada olduğu gibi bizim gizli servisin (MİT) de terör örgütüyle görüşmesi/müzakeresi doğrudur. Bu gizli servislerin görevidir.

Yanlış. İstihbarat teşkilatının tek ve ana görevi devletin kurumlarının ihtiyacı olan istihbarat isteklerini karşılamaktır. MİT kanunu olarak da bilinen Devlet İstihbarat Hizmetleri ve Milli İstihbarat Teşkilatı Kanunu'nda bunun haricinde MİT'e verilmiş bir görev yoktur.  Çünkü söz konusu kanun  "bu teşkilat Devletin güvenliği ile ilgili istihbarat hizmetlerinden başka hizmet istikametlerine yöneltilemez" hükmünü içermektedir.

Bu mit oluşturulurken kullanılan destekleyici argüman ise terör örgütleriyle mücadele eden diğer ülkelerin gizli servislerinin de görüşme/müzakere yaptıkları yönündeki hiçbir gerçek belge ve bilgiye dayanmayan ifadelerdir ki kamuoyumuzda en çok bilinen ETA ve İRA örneklerinde bunu gösteren bilgi ve belgeler mevcut olmadığı gibi tersine esas olarak terör örgütlerinin yapacağı faaliyetleri / saldırıları önceden haber almaya (ki gizli servisin esas görev de budur, istihbarat toplamak) yönelik  olarak gizli servisin polis ve askeri istihbaratın önüne geçmesi söz konusudur. Bugün yine ABD terörle mücadelede tek gerçek terör tehdidi gördüğü El Kaide örgütüyle bir görüşme ve pazarlık içinde olduğunu gösteren hiçbir bilgi belge, haber yoktur. Aksine terörle mücadele stratejilerinde bunu kesinlikle ret etmektedir. Nitekim El Kaide lideri Ladin'in sağ olarak yakalanma fırsatı varken öldürülmesi ve halen El Kaide'nin lider kadrosuna yönelik özellikle insansız uçaklarla yaptığı operasyonlar ABD'nin bu terör örgütüyle  müzakereyi aklından bile geçirmediğini ve keskin hiyerarşik yapıda olan terör örgütlerinin lider kadrosunun imha edilmesi o terör örgütünün dağılmasını sağlayacak en önemli etken olarak gördüğünü göstermektedir.

2012 yılı sonlarında ABD Büyükelçisinin kendilerinin El Kaide lider kadrosuna yönelik kullandıkları teknik, taktik ve prosedürleri Türk hükümetiyle paylaşabileceklerini açıklamış ancak Türk yetkililer konuyu bile incelemeden Kandil'in özel şartları olduğu gerekçesiyle lider kadroya yönelik bir stratejilerinin olmadığını ortaya koymuşlardır. Tabii bunun arkasında o dönemlerde MİT müsteşarıyla teröristbaşı arasında başlamış olan müzakerelerin de rolü olmuş olabilir.  Bununla birlikte 30 yıldır terör yaparak yaşayan, demagoji ve pazarlık/müzakere konusunda çok tecrübe kazanmış teröristbaşının karşısına müzakere eğitimi / tecrübesi olmayan kişiler oturtulmuş ve yapılan müzakerelerden doğal olarak teröristbaşı galip çıkmış, müzakere edilerek bir sonuca ulaşılmasından ziyade teröristbaşının kuralları, zamanlamayı, uygulamanın nasıl olacağını dikte ettiği bir sürece dönüşmüştür.

Bu bağlamda şunu söylemek mümkündür. Türkiye'nin PKK terör örgütüyle mücadelesi özellikle 2005'den sonra mitlerle yürütülmüştür ve terör örgütüyle yapılan müzakere/pazarlıklar ise bu konudaki son mitin bizim MİT olduğunu göstermektedir.

Sonuç olarak; 

   Terörle Mücadele mitlerle idare edilemeyecek kadar ciddi bir konudur, çünkü Türkiye'de 40.000 insanın hayatına mal olmuştur. Terör yaparak sorun yaratanlar ellerinde silahla tehdit ve şantajla sorunu çözeceklerini, kendilerine güvenilmesini, onlar ne isterse yerine getirilmesini istiyorlar. Mazisi yalan, vahşet, tehdit, şantajlarla dolu teröristlerin beyanlarına dayanarak sorunun çözümü mümkün olmadığı gibi akla, mantığa, vicdana da uygun değildir ama şu anda Türkiye'de yapılmak istenen budur. Bu aşamada yapılması gereken sorunun doğru tanımlanması, sorunun her veçhesine çözüm getiren ayağı yere basan gerçekçi politika ve stratejilerin belirlenmesi ve bunların toplumu taraflara ayırmadan toplumsal mutabakatla hayata geçirilmesidir.

[i] Mitoloji, Vikipedi, http://tr.wikipedia.org/wiki/Mitoloji, Erişim tarihi 28 Nisan 2013.

[ii] Yazarın notu: Konuyu güncel bir gündem maddesiyle de şöyle açıklayabiliriz: TBMM'de bir anayasa değişikliği çalışması var, önemli başlıklardan birisi de yönetim şekli yani mevcut parlamenter yapı ve değişik şekillerdeki başkanlık sistemleri tartışılıyor. Bu tartışmaya nasıl gelindi? En başta nasıl bir detaylı çalışma yapıldı da mevcut sistemin Türkiye'yi taşımadığına karar verildi? Mevcut sistemin tıkandığı noktalar neler, bu tıkanıklık nereden kaynaklanıyor? Çözüm seçenekleri nelerdir? Bu ve benzeri sorulara objektif cevapları ortaya koyamadan şimdi burada adı ne olursa olsun ama biz şunu istiyoruz yani adına siz kuvvetler ayrılığına dayalı parlamenter sistem deyin ama biz başkanlık sistemine benzer kanunların, yetkilerin uygulanmasını istiyoruz diyebilir misiniz? Derseniz bu sorunu çözer mi? Tabii ki hayır, çünkü daha üzerinde mutabık kalınacak şekilde sorun tanımlanamamıştır.

[iii] "Çapulcudan Özgürlük Savaşçısına, Terörden Direnişe, Direnişten Bağımsızlığa: PKK Terör Örgütünün Dönüştürülmesi", http://www.21yyte.org/arastirma/terorizm-ve-terorizmle-mucadele/2013/05/27/7012/ capulcudan-ozgurluk-savascisina-terorden-direnise-direnisten-bagimsizliga-pkk-teror-orgutunun-donusturulmesi, 27 Mayıs 2013.

[iv]  "TSK'nın Mezarlık Taleplerine Ret", Milliyet, 23 Temmuz 2013.

[v]Bu konuda örnek olarak ABD'ye bakarsak bu tür önemli strateji dokümanları bizzat ABD Başkanı ve ilgili bakanların konuşmalarıyla kamuoyuyla paylaşılmakta, içeriği açıklanmaktadır. Türkiye'de bunun örneğini görmek mümkün değildir.

[vi] "Terörle mücadele ederiz siyasetle müzakere", http://www.haberturk.com/gundem/haber/672922-terorle-mucadele-ederiz-siyasetle-muzakere, Erişim Tarihi 19 Temmuz 2013.


https://21yyte.org/tr/merkezler/islevsel-arastirma-merkezleri/terorizm-ve-terorizmle-mucadele/pkk-teror-orgutuyle-mucadelenin-mitleri


***

17 Nisan 2020 Cuma

AKP Devlete Karşı,

AKP Devlete Karşı, 


Yekta Güngör Özden, 


Yekta Güngör Özden’den yeni açıklama.,
...Yekta Güngör Özden Bölücü ve yıkıcılara ulusal dayanışmayla karşı koyacağız! 

Yekta Güngör Özden, Cemaat Yöneticilerinin ve Cemaat Okullarında okuyan öğrencilerin 1995 yılında Genelkurmay Karargahı’na gerçekleştirdiği ziyarete 
dair bir açıklama yaptı.

10.09.2016 09:39 

Yekta Güngör Özden, Cemaat yöneticilerinin ve Cemaat okullarında okuyan öğrencilerin 1995 yılında Genelkurmay Karargahı’na gerçekleştirdiği ziyarete dair bir açıklama yaptı. Eski Anayasa Mahkemesi Başkanı Özden, Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı ile yapılan o görüşmede aracı olmuştu.

Odatv 2 Eylül tarihli haberinde; aralarında Nurettin Veren’in de olduğu dönemin Cemaat yöneticilerinin ve Cemaat okullarında okuyan öğrencilerin 1995 yılında Genelkurmay’a gerçekleştirdiği ziyaretin perde arkasını yazmıştı. “O gün karargaha gelen Cemaatçileri karşılayan isim Hulusi Akar mıydı” başlıklı haberde; Cemaat ekibinin dönemin AYM Başkanı Yekta Güngör Özden’i ziyaretinden hemen sonra Genelkurmay’a gittiğini yazmış ve bu görüşmenin organize edilmesinde Özden’in rolü olduğu iddialarını sayfaya taşımıştı. Yekta Güngör Özden Odatv’ye yaptığı açıklamada; Genelkurmay Başkanlığı ziyaretinin kendisinin telefonuyla gerçekleştiğini doğrulamış ancak kendisine ziyarete gelenlerin Cemaatçi olduğunu bilmediğini, kendilerini böyle tanıtmadıklarını belirtmişti. 

“ATATÜRK'TEN BAŞKA KİMSENİN YOLUNDA VE İZİNDE DEĞİLİZ”

Yekta Güngör Özden yandaş medyanın bu olaya dair iddialarına, Sözcü gazetesindeki köşesinden de yanıt verdi. Özden “Açıklama” başlıklı yazısında “Fetullahçılara her istediklerini verenleri, onlarla birlikte olanları, fotoğraf çektirip toplantılara katılanları, onları devletin her organına ve birimine yerleştirenleri bırakıp bana ve Sayın Karadayı'ya anıştırma (ima) yoluyla sataşmalarının çirkinliği, terbiyesizliği ortadadır” dedi.  

Yekta Güngör Özden’in ilgili açıklaması şöyle:

“Son günlerde iktidar yandaşı medyada olur olmaz anlatım ve yakıştırmalarla SÖZCÜ Gazetesi'yle yazarlarına yönelik gerçekdışı savlar ileri sürülmektedir. Kötülük ve kıskançlık belirtisi yayınların hepsine yanıt vermek gereksiz olduğu gibi onları ciddiye almak izlenimi de uyandırır. Ancak, okurlarımıza saygı gereği gerçekleri özetleyip yalakaların yalanlarına üzülmemeleri amacıyla bu kısa açıklamayı yapıyorum.

Aradan 20 yıldan fazla zaman geçti. Anayasa Mahkemesi Başkanlığım sırasında bir kurum, kişi ve yapılanmadan söz edilmeden başarılı öğrencilerin ziyaret isteğini ileten ricâda bulunulunca anlayış göstererek çocukları kabul ettim. Kendilerini kutlayarak çalışmanın, öğrenmenin önemini anlatarak gelecek için iyi dileklerde bulundum. Hiçbir kişinin adı geçmedi. Zaten bana mektuplar gönderen, görüşme isteğinde bulunan, değişik yollar deneyen Fetullah Gülen'e olanak tanımadığım için Samanyolu TV'de “Anayasa Mahkemesi Başkanı da kendini bir şey sanıyor” diyerek olumsuz tepkisini açıklamıştı. Kendisiyle görüşmüş, tanışmış, konuşmuş değilim. 

  Çocuklar ziyaret sonrasında Genelkurmay Başkanıyla görüşme isteklerini açıklayıp aramamı ricâ ettiklerinde kendilerini kırmadım. Sayın İsmail Hakkı Karadayı da incelik gösterip kabul etti. Oraya gittiler.

Fetullahçılara her istediklerini verenleri, onlarla birlikte olanları, fotoğraf çektirip toplantılara katılanları, onları devletin her organına ve birimine yerleştirenleri bırakıp bana ve Sayın Karadayı'ya anıştırma (ima) yoluyla sataşmalarının çirkinliği, terbiyesizliği ortadadır.

28 Şubat, irticaya karşı önlemler alınması kararlarıyla tanınıyor. 28 Şubatçılar gerici olamaz. Benim değişmeden, ödünsüz Atatürkçülüğümü beni tanıyan herkes bilir. Asker-sivil Atatürkçülere iftiralar, güneşin balçıkla sıvanmayacağı gibi asla tutmaz. Hiçbir namuslu, şerefli insan bizi karalayamaz, suçlayamaz, lekeleyemez. Bize toz konduramaz, çamur atamaz. Yaptıkları kendi alınlarına ve yüzlerine yapışır.

FETÖ'cülerle birlikteliklerinin “canciğer kuzu sarması” yapısının yol açtığı kötülükler ortadadır. Bunları unutturup silmeye çalışan döneklerin madrabazlıkları ahlâk bunalımını düşündürmektedir. ATATÜRK'ün adını anmayan, O'na saldıran paslı dillerden ve kirli kalemlerden başka şey beklenemez. Düzeysizliğin ölçüsüzlüğü yazılarında ve sözlerinde sırıtmaktadır. Toplumsal karışıklığın bağnaz yobazlarıyla kışkırtıcılarını sorup araştırmadan gelişigüzel yazanları nefretle kınıyorum.

Kişilikli, karakterli, onurlu, terbiyeli, ahlâklı, dürüst ve saygın hiçbir insan SÖZCÜ'yü ve bizi hedef gösteremez, aşağılayamaz. Kötülükler, yalanlar ve oyunlar sahiplerinin kişilik belgesidir. Ulusal varlıklarımızın ve değerlerimizin özeti ve simgesi olan, yaşamsal ilkelerine yürekten bağlı olduğumuz kurtarıcı ve kurucumuz ATATÜRK'ten başka kimsenin yolunda ve izinde değiliz, kimsenin adamı değiliz.

Kervan yürüyor.”

Odatv.com

http://www.turksolu.org/30/

***

Çankayanın Hâkimi , Ahmet Necdet Sezer

Çankaya’nın ‘ Hâkim’i  Ahmet Necdet Sezer ''


 Abdullah Muradoğlu, 

Çankaya'nın Hakimi.,

Son günlerde kamuoyunda yoğun olarak tartışılan "Köşkteki Hakim" kitabının yazarı Abdullah Muradoğlu, Ahmet Necdet Sezer'i henüz Anayasa Mahkemesi başkanı iken mercek altına almaya başladığını söylüyor. Muradoğlu, Anayasa Mahkemesi'nin kuruluş yıldönümlerinde Sezer'in demokratik hukuk devletine ve evrensel insan haklarına yaptığı vurgulardan dolayı birgün Türkiye'nin geleceğinde önemli bir rol oynayacağını düşünmüş. Sezer de, Cumhurbaşkanı seçildiği günden bu yana çizdiği farklı portresiyle Muradoğlu'nu haklı çıkarmış görülüyor. Muradoğlu'nun Yeni Şafak'ta yayınlanan, Sezer'in çocukluğu, okul ve meslek yılları ile cumhurbaşkanlığı dönemini anlatan "Köşkteki Hakim" adlı yazı dizisi şimdi aynı isimle kitaplaştı.Yazarla "Çankaya'nın hakimi"ni konuştuk.

Kitabın öyküsünden başlayalım? Nasıl oldu?

Ahmet Necdet Sezer, Anayasa Mahkemesi Başkanı seçildikten sonra başlayan bir çalışmaydı bu. Görev anlayışı nedeniyle medyatik bir kişi değil. Kurumda uyguladığı tasarruf tedbirleri ve sade bir yaşam tarzıyla dikkat çekti. Anayasa Mahkemesi'nin kuruluş yıldönümlerinde yaptığı konuşmalarla çok farklı bir kişilik olduğu ortaya çıktı. Demokratik hukuk devletine, evrensel insan haklarına ve yargının bağımsızlığına yaptığı vurgulardan Türkiye'nin geleceğinde önemli bir rol oynayacağını tahmin etmek zor değildi. Cumhurbaşkanı adayı olarak ilan edilmesiyle birlikte bu kanım daha da güçlendi. Çalışmama hız kazandıran gelişme Sezer'in Köşk'e çıkmasıyla daha da yoğunlaştı. Basından uzak duran bir insan olarak hayatı hakkında elimizde pek fazla bir veri yoktu. Gazetemizin yönetimi gerekli tüm imkanları kullanma imkanı sağlayınca çalışma kısa sürede bitti. Geçen Aralık ayında çalışmanın önemli bir bölümü on günlük bir dizi olarak yayımlandı ve çok olumlu tepkiler aldı.

Kitap nasıl bir çalışma oldu?

Öncelikli olarak Sayın Sezer'in çocukluk arkadaşları, okuduğu okullar, görev yaptığı yerlerdeki mesai arkadaşlarına ulaştım. Sezer'in kişiliği ve meslek ahlakı hakkında ilginç bilgilere ulaştım. Hem kendisinin hem eşi Semra Hanım'ın yakın akrabalarıyla da görüştüm. Ulaştığım ilk bilgi Semra Hanım'ın İkinci Cumhurbaşkanı İsmet İnönü ile akraba olduğuydu. Semra Hanım'ın ailesinin hem siyasete hem de bürokrasiye önemli isimler kazandıran köklü bir aile olduğunu öğrendim. Sezer hakkında çıkmış yazıları, bilgileri, anekdotları taradım. Elde ettiğim bilgiler Sayın Sezer'in Anayasa Mahkemesi Başkanlığı ve Çankaya'daki altı yedi aylık icraatlarıyla bir araya gelince derli toplu bir biyografi ortaya çıktı. Kitapta Sezer'in Cumhurbaşkanı seçilmesi sürecinde yaşanan tartışmalar ve gelişmelerle ilgili pek çok anekdot da bulunuyor. Bu açıdan zengin bir çalışma.

Kitaba gösterilen ilgi nasıl?

Beklediğimin üstünde bir ilgiyle karşılaştığını söyleyebilirim. Cumhurbaşkanı Sezer, kişiliği, görüşleri ve üslubuyla halkın güvenini kazanmış bir devlet adamı. Hükümetin Cumhurbaşkanının görev süresini kısaltma girişimi sonuçsuz kalırsa Sezer, yedi yıl Çankaya'da. Doğal olarak kamuoyu böyle bir isim hakkında bilgi sahibi olmak istiyor. Cumhurbaşkanı Sezer hakkında yapılmış ilk biyografi çalışması oldu. Geçtiğimiz günlerde Emekli Yargıtay Başsavcısı Vural Savaş'ın yaptığı açıklamalarla ortaya çıkan tartışmalar üstüste gelince kitap bir ilgi odağı oldu. Kitap piyasaya çıkalı bir hafta oldu. Aynı haftada ikinci baskısı yapıldı.

Vural Savaş'ın iddialarına ne diyorsunuz?

Son derece talihsiz, çirkin yakıştırmalar. Sezer'i yakından tanıyan herkes bu açıklamaların gerçeği yansıtmadığını biliyorlar. Çok küçük bir grup dışında toplumun bütün kesimleri ve aydınlar Sezer'i kısa sürede benimsedi. Sezer'in en bariz vasfı hukukçu kimliği. Hukukun özünü kavramış bir insan. Türkiye'de her kurumun hukuka uygun şekilde işlemesini istiyor. Bunu toplumun büyük bir kesimi istiyor. Türkiye'de olağanüstü bir rejim koşullarının devam etmesini isteyenler Cumhurbaşkanı Sezer'i eleştirmeye devam edecekler. Bilinen görüşleri nedeniyle Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin yapıldığı dönemde de hakkında pek çok şey söylendi. Çevik Bir ve Yekta Güngör Özden'in bile 28 Şubat karşıtı olduğunun iddia edildiği bir ülkede her türlü söylenti ve itham ortaya atılabilir. Cumhurbaşkanı Sezer mesleki yaşamı boyunca şaibelere bulaşmamış, temiz bir isim. Yargıçlık yaptığı sürede bir tek davası Yargıtay'dan dönmemiş. Belleklerde kalan en canlı izleri, dürüst, tarafsız, çalışkan, sade bir yargıç olması. Makamını ve ünvanını kişisel işlerinde kullanmamış nadir insanlardan. Sıradan bir yurttaş gibi sade, ayrıcalıksız bir yaşam sürmüş. Sezer'in kamuoyu yoklamalarında güvenilirlik sıralamasında ilk sırada yer almasının temel nedeni de bu sanırım.

Sezer'in kamuoyuna yansıyan portresi nasıl?

Cumhurbaşkanı Sezer, zannedildiğinin tam aksine esprili bir insan. Mesleki yaşamında son derece ciddi ve mesafeli olduğu doğru. Bu onun meslek anlayışının bir gereği. Uyguladığı tasarruf tedbirleri nedeniyle cimri, eli sıkı bir insan olarak sunuldu zaman zaman. Kamu harcamalarında bu doğru. Devletin beş kuruşunun bile gereksiz şekilde harcanmasına karşı. Ama özel yaşamında son derece cömert ve konuksever olduğuna yakın çalışma arkadaşları tanıklık ediyorlar. Lükse düşkün olmayan, şatafata iltifat etmeyen, şöhretten uzak duran bir kişilik. Yine Cumhurbaşkanı Sezer özel ilişkilerinde, esprili ve hazırcevap bir insan. Kendisini dalgaya alacak kadar eleştirel bir kişiliği var. Klasik değerlere bağlı, ama yeniliklere de açık. Her zaman mükemmeli arayan, emeğe büyük değer veren, çalışkan, dürüst, titiz bir insan. Doğru bildiği konularda direngen, hatta sabit fikirli olduğu söylenebilir. Mesleki yaşamının her safhasında bunu gözlemleyebiliyoruz. Başak burcunun özelliklerini taşıyor. Çankaya'daki yakın çalışma arkadaşlarını da kendisine benzeyen nitelikli insanlardan seçiyor. Kitabın bir bölümünde Köşk'teki en yakın çalışma arkadaşlarına ve danışmanlarına ilişkin bilinmeyen pek çok bilgiler de yer alıyor.

Siyasi eğilimleri konusunda neler söylersiniz?

Her insanın siyasal bir eğilimi olması doğal. Cumhurbaşkanı Sezer hakkında CHP'li olduğu konusunda iddialar dile getirildi. Sezer'in en yakın arkadaşlarının sosyal-demokrat ve CHP'li olmaları bu iddiaların dayanağı. Sezer Cumhuriyet kuşağından bir başöğretmen çocuğu. Hukuk Fakültesi'nde öğrencilerin büyük bir çoğunluğu gibi CHP'ye sempati duymuş olabilir. Ama o dönemde siyasal eylemlerden de uzak durabilmiş. Mezun olduktan hemen sonra hakimlik görevine başladığı için siyasal eğilimlerini mesleki yaşamının dışında tutmayı başarmış. Dicle ve Yerköy'de yanında çalışanlar, "Sezer'in siyasi görüşü nedir, hangi partiye oy verirdi bilmezdik" diyorlar. Bir dönemler CHP'ye olan sempatisinin Atatürk'ün kurduğu bir parti olmasından kaynaklandığını düşünüyorum. Sezer'in inançlara saygılı laiklik anlayışı sadece dinsel konulara has değil, hakimlik görevinde de baskın bir nitelik; siyasal eğilimlerini verdiği kararlara yansıtmamak konusunda son derece titiz davranmayı içeriyor. Aynı yaklaşımını Cumhurbaşkanı olarak sürdürdüğü kanısındayım. Bu nedenle Cumhurbaşkanı Sezer'i şu ya da bu partiyle ilişkili göstermek doğru olmaz kanısındayım.

Anka Yayınları, 
Tel: 0 212 513 30 30

ABDULLAH MURADOĞLU KİMDİR?

Abdullah Muradoğlu Tokat'ın Zile İlçesi'nde doğdu. İlk ve orta öğretimini Tokat'ta, lise öğrenimini Kayseri'de tamamladı. İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi, Kamu Yönetimi Bölümü'nden mezun oldu. Yaklaşık on yıldır gazetecilik yapan Muradoğlu, Yeni Şafak gazetesi Haber Merkezi'nde muhabirlik ve araştırmalar yapıyor. Evli, üç çocuk babası.

https://www.yenisafak.com/arsiv/2001/ocak/27/kultur.html


***

TÜRKSOLU'nun Değerini Anlamak,

TÜRKSOLU'nun Değerini Anlamak,




Yekta Güngör Özden



TÜRKSOLU DERGİSİ 100. SAYI  ÖZEL DEMEÇ,

06.02.2006

Atatürkçüler her zaman gençtir ama “Genç Atatürkçü” olmak ayrı bir niteliktir. Ülkemizin giderek artan olumsuzluklarına karşın yoğun bir uğraşa giren Genç Atatürkçülerin sorunların üstesinden geleceklerine ilişkin umudum başarılarına tanık oldukça güçlenmektedir.

Bu genel gönünüm yanında özelde TÜRKSOLU Gazetesini yayımlayan Atatürkçü gençleri hiçbir yılgınlık göstermeden çabalarını inançla sürdürdükleri için beğeniyle izliyor ve elimden geldiğince desteklemeye çalışıyorum.
Türk Devrimi’nin kaynağını oluşturan Atatürk ilkelerini ödünsüz koruma görevini yurttaşlık ve insanlık borcu sayarak özveriyle yayımını sürdürdükleri TÜRKSOLU gazetesinin 100. sayısına erişmesini mutlulukla karşılıyor, hepsini yürekten kutluyor, gelecek için en iyi dileklerimi yineliyorum.

Sorumluluk bilinciyle dokunan kişilik, ulusal konulardaki duyarlık ve özenle saygınlık kazanır. Lâik Türkiye Cumhuriyeti’yle kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’e yönelik kötülüklerle savaşırken gereksinim duyulan medya gücünün büyük ölçüde bağımsızlığı gözetilirse bağımsız, nitelikli, yürekli ve gerçekten Atatürkçü TÜRKSOLU’nun değeri daha iyi anlaşılır. Karşıtlarının değişik nedenli sömürüleriyle suçlamalarını ve karalamalarını büsbütün boşa çıkarmak için titizlik göstererek çalışmak geleceğin güvenceye alınması ve yarınlara daha güçlü çıkmak demektir. Sorumluluğu artan gazetenin önemli bir boşluğu doldurması Atatürkçüleri sevindirmektir.

“Nice yıllara daha güçlü, daha etkin, ve daha yaygın!” diyerek kutlamamı yineliyorum.

Sevgiyle.


 http://www.turksolu.com.tr/100/ozden100.htm


***

Karakış-Karagünler,

Karakış-Karagünler,


Yekta Güngör Özden,
06.02.2006


  Çok kimseyi acıyla kıvrandıran kara günlerin yıl dönümleri kara kışa rastladı. Muammer Aksoy (31 Ocak 1990), Uğur Mumcu (24 Ocak 1993), 

  Necip Hablemitoğlu (23 Aralık 2002) kışın sert günlerinde aramızdan ayrıldılar. Mustafa Fehmi Kubilây 23 Aralık 1930’da gericilerin kıyımına uğramıştı. Turan Dursun 4 Eylûl 1990’da, Bahriye Üçok 6 Ekim 1990’da, Ahmet Taner Kışlalı 21 Ekim 1999’da öldürülmüştü. Abdi İpekçi 1 Şubat 1979’da. Kışa yaklaşırken ve kış çıkmadan. Bu nedenle aydınların sonsuza uğurlandıkları günleri karagün olarak anıyoruz. Hepsi yakın tanıdığımdı. Muammer Aksoy’la aynı caddede oturuyorduk. Onların apartmanı 22, bizimki 23 no.lu idi. Bürosu bizim sıramızda, yakınımızdaydı. Atatürkçü Düşünce Derneği’nin kuruluş toplantılarından ikincisini orda yapmıştık. 

Hemen hemen her salı bize uğrardı. O, benden sonraki Ankara Barosu başkanlarındandı, ben ondan sonraki Türk Hukuk Kurumu başkanlarından dım. Ölümünden 33 gün önce “Geleceğin Anayasa Mahkemesi Başkanı’na...” diye bana kitabını imzalamıştı. Benim yerime öldürüldüğünü sanıklardan biri duruşmada söylemişti.

Uğur Mumcu bir dergide benim için “Devrimcilerin devrimci avukatı” diye yazmıştı. Yanımda staj yapmak istedi, baronun sınırladığı sayıda stajyer olduğu için yapamadı. Baro kararıyla yürütülen bir soruşturma nedeniyle aleyhime Yeni Ortam gazetesinde yazdığı yazıları düzeltmelerle karşıladım. Ölümünden bir hafta önce öğle yemeğinde konuğumdu.

Necip Hablemitoğlu ile 2000 yılında Samsun’da bir etkinlikte karşılaştık. Öğrenciliğinde avukatlığını yaptığımı anımsatıp yanıma oturdu.
Bahriye Üçok’la Devrek Baston Festivali etkinliğine birlikte katıldık. Otobüsle gidip döndük. Mahkemede öğle yemeğine gelmişti. 1952 yılından beri tanıyordum. Eşi dersimize gelmişti, kızını küçükken Fakülte bahçesinde dolaştırmıştık, meslektaşımız olmuştu.

Ahmet Taner Kışlalı, Tokat’ın Zile ilçesi doğumluydu, ben Niksar ilçesi doğumluydum. Atatürkçü Düşünce Derneği’nde Genel Başkan yardımcımdı. 20 Ekim 1999 akşamı yanlış atılan imzaları silmemek için daksille adlarını silip imzalarının üstüne kendi adlarını yazıp toplantıdan çıkmıştım. Ayrılarken asansöre binmeyi önerdim, spor olması için merdiveni yeğlediğini söyledi. Bina kapısında selâmlaşıp iyi dileklerde bulunup ayrıldık. Bakanlığı zamanında kendisinin ve eşinin avukatıydım. Kızının nikâh tanığıydım. Birkaç yazısında benden sözetmişti.

Abdi İpekçi ile 27 Mayıs Devrimi’nin hemen ertesi günlerinde Türk Ceza Yasası’nın 280. maddesi için oluşturulan Komisyonda birlikte üyeydik. Raportör ve sözcü görevlerindeydik. Ankara Radyosu’nda toplanan Komisyonun Başkanı da sonradan Tabii Senatör olan Ahmet Yıldız’dı.

Turan Dursun, öldürülmesinden 15 gün önce Ankara’da konuğum olmuştu. O zaman Başkanvekili idim. Arabayla kente giderken Atatürk Bulvarı’ndaki TRT Binası önünde indirmemi istedi, orda bir arkadaşını görecekmiş. İsteği üzerine İstanbul adresine gönderdiğim mektubu alıp almadığını saptayamadım.
Bu değerli aydınları ve öbürlerini aramızdan alan insanlık düşmanlarının, destekçilerinin, tetikçilerinin, yandaşlarının suçlarına bilip de bilgi vermeyenler, gereğini yapmayanlar, sözlerini tutmayanlar, inanç ve ırk sömürüsüyle, çıkar güdüsüyle katılanlar da ortak olmuşlardır. Kimilerinin içtenlikli olmasının yanında kimilerinin günah çıkarmak, kimilerinin kendilerini göstermek için katıldıkları anma etkinlikleri kimseyi doyurmuyor. Devlet adına davrananlar, kaynağına inmek için çaba göstermiyor. Gidenler gittiğiyle, yakınları ve sevenleri de acılarıyla baş başa kalıyor. Nedense değerbilir toplum ve kişiler değiliz. Böyle olsaydı, her şeyden ve herkesten önce Atatürk’ün değerini bilirdik. Duyurulara, iletilere, yazılara, konuşmalara bakmayınız. Öldüğü güne kadar konuşmadıkları, unuttukları, arkasından söylemediklerini bırakmadıkları kişileri övüyor, cenaze törenine, anma toplantısına koşuyorlar. Karşılaşıp çatıştıkları, tutumundan zarar gördükleri insanın yandaşlarını yanlarına çekmek için hiçbir şey olmamış gibi yakınlık gösteriyorlar. Gidenin aykırı ve çelişkili davranışlarını unutup unutturuyorlar. İkiyüzlülük, maskaralık ölçüsünde duygu sömürüsü. Değerler değersiz, değersizler değerli oluyor. Ölümlere bile siyaset karıştırılıyor. Oysa, bilenler kimin ne olduğunun ayırdın da. Gülerek, tiksinerek izliyorlar. Önemli ulusal ve toplumsal sorunlar kişisel gelgitler nedeniyle gözardı ediliyor, gündemi amaçlı biçimde değiştirenlerin atı Üsküdar’ı geçiyor.
Mahkemelerin geri çevirdiği salıvermeleri Savcı sağlıyor. Cezalıya devlet yardımı yapılıyor. Türkiye’de suçlular korunuyor, zarar görenler yoruluyor.

Dış Olaylar

Doğalgaz kısıntısı kapıdan döndü ama yarınlarda yine olabilir. Bağımlılık, sağlıksız ilişkiler umulmadık zamanda güçlük yaratabilir, ansızın bastırabilir.
Filistin’de Hamas’ın çoğunluk kazanması Ortadoğu barışını büsbütün tehlikeye sokmuştur.

İngiltere Dışişleri Bakanı’nın Kıbrıs ve Ankara ziyaretleri bilinen İngiliz diplomasisinin yeni oyunlarının başlangıcıdır. Türkiye’yi oyalayıp avutup rumların açılımına yeni kolaylıklar getireceklerdir. Türkiye adına yeni olduğu söylenip yinelenin öneriler Kıbrıs’ın tümüyle elden gitmesinin kamuoyuna sindirilmesi amaçlıdır.

Rusya Devlet Başkanı Putin 24.01.2006’da Moskova’yı ziyaret eden Güney Kıbrıs lideri Papadopulos’a destek sözü verdi. Türkiye limanları açmak için öneride bulunuyor.

Davos’ta “Beyin fırtınası toplantısı” yapılıyormuş. Uluslararası güçlerin yönlendirme, etkileme, kullanma görüşmeleri. Beyni dincilikle katılaşmış kimselerin beyin fırtınasındaki yeri ne olabilir? Irak’taki durumun beyinle, akılla ilgisi var mı? Beyni sarıklı, kavuklu ve değişik örtülüler ne olabilir, ne yapabilir? Gösteri, sükse o kadar. Almak yok, vermek var. Etkilenmekten öte esir olmak var. Çağdışı görünümlerde Davos’ta Türkiye’nin yanlış tanıtılması, öncekinden geriye gidildiği kanısının yayılması ayrı.

Belçika’nın, Danimarka’nın dostluğa, hukuka aykırı tutumları sürüyor. AB üyeliği için ayrıcalıklı ortaklık önerileri geliştiriliyor. İran’ın nükleer direnmesi de sürüyor. Daha nice olumsuzluklar birbirini izliyor, birbirine ekleniyor.
Değinmekle yetinelim

Yasalardan kaynaklanan salıverme olaylarının sorumluları daha çok siyasetçilerdir. Dosyalar iyi incelense suçluları yararlandıracak kararlar, işlemler, itiraz ve temyiz edilmeyerek kesinlik kazanmış olumsuzluklarla karşılaşılabilir. Milliyetçi geçinen ırkçıların gösterisi, dindar geçinen köktendincilerin tutumuyla örtüşüyor. Bayrağı yersiz ve gereksiz kullanmak da bayrağa saygısızlıktır.
Sıkmabaş-bohçabaşın köktendinci anlayışın simgesi olarak kullanıldığını bile bile “Kendini ifade özgürlüğü” diye savunan sözde aydınların tutumu da böyle. Çoğumuz Lozan Barış Antlaşması’yla tüm sorunların bittiğini sanarak aldandık. İçerdeki cumhuriyet düşmanları ile dışardaki Türkiye düşmanları boş durmadılar, durmuyorlar. Sapkınlar işgalde ezilseler, dikta altında sürünseler, savaşta kıyıma uğrasalar, şeriatta boğulsalar, yokluk çekseler, öbür müslüman çoğunluklu ülkeleri görseler Atatürk’ün değerini bilirlerdi.

Aydınlar doğru dürüst demokrasiyi savunamıyor, sağlayamıyor, gericiler şeriat düzenini yavaş yavaş oluşturuyor. Değişik konulu çirkin oluşumlardan insan, yurttaş, öğretmen, hukukçu olarak utanmamak olanaksız.

AB bizi askerimiz için istiyordu. Avuçlarına sığmayacak duruma gelince ondan da vazgeçtiler, istemediklerini açıklamaya başladılar.

Kendi işlerine geldiği için Avrupalıların kimi yazarların dâvalarına elatmalarını ibretle izledik. Bir yazarın dâvasının düşürülmesi danışıklı dövüş gibi. Bakanlığın oluruna bağlı ise olur verilmemiş oluyor, değilse dâvanın yürütülmesi gerekiyor. Yargıçlarına güvenmeyen hukuk devleti olamaz. İlke korunur, uygulama yargıçların yorumuna ve değerlendirmesine bırakılır. Yanlışlık varsa temyiz organları gereğini yapar. Ama kimilerini kurtarıp Avrupa’ya yaranmak için yarınlarda geniş ve önlenemez açılımları olacak değişik saldırılara olanak verecek biçimde kurallarla oynanamaz.

Siyasal iktidar her yeri ele geçirmek, kadrolaşmayı tüm kurum ve kuruluşlarda gerçekleştirmek için her şeyi yapıyor. Futbol Federasyonu seçimlerinden sonra karışanları lekeleyecek biçimde Türkiye Esnaf ve Sanatkârlar Konfederasyonu seçimlerine elattılar. Genel Kurulu engelleyip kayyuma teslim ederek kendi adamlarını yerleştirme kurnazlıkları yargı kararıyla geçersiz kaldı. Baro seçimlerinde akçalı destek görenlerin, ırkçı ve köktendincilerin, bölücü ve yıkıcıların nasıl birleşip neler yaptıklarını zamanı gelince göreceğiz. İktidarın politikayı futbola soktuğu yazıldı, çizildi. Siyaseti dine, dini siyasete, hatta herşeye sokanlar futbola sokmaz mı? Sanata sokmadılar mı?

Hukuk düzenlemeleri de bilim, düşün, sanat, spor adamlarından çok siyasetçiler ve suçlular yararına çıkarıldı, çıkarılıyor. Çoğu kof, cılız, yapay (ne derseniz deyiniz) siyasetçilerin kendileriyle yandaşlarının çıkarları için değerlere kıyma ve kıydırma eylemlerinin ürünüdür.

Prim affı, 
Vergi affı, 
Borç affı, 
Faiz affı, 
İmar affı, 
Orman affı, 
Öğrenci affı, 
Türban affı, 
Rahşan affı, 
Ecevit affı, 
Erbakan affı ve daha başkaları, şimdi de 
Unakıtan için villa affı.

Bir de parti değiştirme ödülü var. Muğla Dalyan Belediye Başkanı Doğru Yol Partisi’nden ayrılıp AKP’ye geçince plâj Belediyeye veriliyor. Bayanların başaçık ve erkeklerle namaz kılmaları gürültü kopardı. Yenileşme ve uygarlaşma karşıtları bağnazlıklarını açıklamalarıyla yansıttılar. Nelerle uğraşılıyor...
Partizanlık durmuyor. Kıbrıs’ı gözden çıkaranların, “Kazandık, başardık” yalanlarını partililer alkışlıyor. Hele belediyelerde çalışmasalar, vakıflar kullanılmasa idi kimi parti liderleri mal varlıklarının boyutunu nasıl sağlarlardı?
“Ne mutlu Türk’üm diyene” özdeyişini söylemeyi “hitlercilik”le suçlayan birini “Kürt aydını” diye öven yazı ilerici ve Atatürkçü sanılan gazetede yayımlanabiliyor. Yandaşlıkla gerçekler nasıl da örtülüp saptırılıyor. Tıpkı kimi ölümlerde kimi ölenler için olduğu gibi. Etkinliklerde Atatürkçülüğü, lâikliği, milliyetçiliği, solculuğu, insan haklarını, demokrasiyi, hukuksallığı araç olarak kullanan gösterişçi, etiketçi, rozetçi, sahteciler de bunlara benziyor.
Başaçık namaz kılma olayını kalemine dolayanlardan birisi hemen “Kemalist gelenek” sözleriyle irticayı övmeye, bilgisi, eğitimi, durumu ve tutumuyla çağdaşlıkla hiçbir ilgisi olmayan Fethullah’ı islâmın yenileşme örneği olarak gösterdi. Cumhuriyet, lâiklik karşıtı, her organa dincileri yerleştirip devleti ele geçirmeyi öneren adamı halife yapmaya uğraşıyorlar. Ne keskin ırkçı-şeriatçı medya militanları var.

Günümüzün kükreyen Başbakanı, AB Dönem Başkanı Avusturya Büyükelçisi Marius Calligaris’in konuşmasıyla başlayan yemekte “Yargıyı eğiteceğiz” demiş. Sormuyorlar “Yargı kim, sen kim?” Millî Güvenlik Kurulu Genel Sekreteri de patronunun bu sözüne dayanmış olacak ki, ABD’de aynı doğrultuda konuşmuş. Yargıyı eğitmek isteyen ya da öneren kimseler önce kendilerini eğitmelidir. Bu ölçüsüz ve saygıyla bağdaşmayan sözler sahiplerinin niteliklerinin ve düzeylerinin göstergesidir. Ne var ki yeterli karşılık verilememiştir. Önceleri kimlere ne tür raporlar hazırlattığı bilinen TÜSİAD’ın 36. Genel Kurulu’nda hiç değilse saygılı önerilerle yargıya destek verildi. Saygılı sözcükler ve anlatım biçimleri yeğlendi.

DTP Eşbaşkanları Ahmet Türk ile Aysel Tuğluk’un ortak basın toplantısındaki açıklamaları (18.1.2006) amaçlarının yeni bir kanıtıdır. 22.1.2006’da İstanbul Dolapdere ve Ümraniye’de PKK’lıların polise saldırıp belediye otobüsü yakma olayında gözaltına alınan olmaması, saldırganların kaçması ilginç bulunuyor. Kaçanları çeviremeyen, yakalayamayan polis ne anlatıyor?
Bir kez daha yineleyelim, Türkiye’de derininden geçtik, etkin, olağan bir devlet bile yok sayılır. Olsaydı başta bayrak yakmalar, polis kaçırıp aylarca tuttuktan sonra teslim etmeler, Belediye Başkanlarının ROJ TV desteği, Ağca Olayı, cezaevi karşılaması, AKP’nin iktidara gelmesi, askerin etkisizleştirilmesi olur muydu? 

Ve daha başkaları..

Yakınmalar artıyor. Ayrılıkçıların birleşme önerileri, içtenliksiz çağrıları duyuluyor. Toplantılar, kurtarma nutukları da. Umutsuzluk, bıkkınlık, yılgınlık, karamsarlık sözlerinin sevimsizliği açık. Çarpıklık ve suskunluk kötü. Atatürk’ün yolundan ayrılmanın sakıncaları tüm ağırlığıyla omuzlarımıza çöküyor.

http://www.turksolu.com.tr/100/ozgun100.htm


***

Kur'an'da Başörtüsü yok, Refah Partisi'nin Kapatılması doğruydu...

Kur'an'da Başörtüsü yok, Refah Partisi'nin Kapatılması doğruydu...



Yekta Güngör Özden: Kur'an'da başörtüsü yok, Refah Partisi'nin kapatılması doğruydu...



Anayasa Mahkemesi Onursal Başkanı Yekta Güngör Özden, “Özel yaşamımda olsun, devlet görevinde olsun yaptıklarımdan hiçbir pişmanlık 
duymuyorum. Başörtüsünün üniversitelerde kötü niyetli kullanılmasına karşıydık. Sokaktaki başörtüsüne karşı olduk mu? 
Kur’an-ı Kerim’de tesettür ve başörtüsü ile ilgili ayet yok.” şeklinde skandal sözler sarf etti.

Gündem 30 Ekim 2019 
Çarşamba 02:15 

28 Şubat sürecinde başkanlığını yaptığı Anayasa Mahkemesi’nde başörtüsü yasağının en ateşli savunuculuğunu yürüten Yekta Güngör Özden, yeniakit.com.tr ’ye dikkat çeken açıklamalarda bulundu. 28 Şubat’ın yasakçı zihniyetini bugün dahi savunan 88 yaşındaki Yekta Güngör Özden, yine başörtüsü yasağını savundu ve özgürlüklerin önünü açan AK Parti hükümetini suçladı. Mehmet Özmen sordu, Yekta Güngör Özden yanıtladı.

"Yanlış bir iş yaptım kanısında değilim"

- Geçmişle ilgili bir pişmanlığınız var mı?

Hayır. Hiçbir pişmanlığım yok. Özel yaşamımda olsun, devlet görevinde olsun yaptıklarımdan hiçbir pişmanlık duymuyorum. Yanlış bir iş yaptım kanısında değilim. Olsa öncelikle ulusumdan, ailemden, kamuoyundan özür dilerim.

"Bülent Ecevit’in 26 sene avukatlığını yaptım"

- Bizi görünce ilk akla gelen, herhalde Akit, neyi soracak bize….Refah Partisi’ni soracak, Milli Görüş’ü soracak….

Sorun...Şimdi tabii davanın yanları olanların duygusal nitelemelerden kurtulmaları olanaksız. Ama dava ile hiçbir kişisel bağı olmayanların, görevi nedeniyle o davada yer alanların kanıları daha objektif olur. O bakımdan ben söylüyorum, baktığımız davalarda yürürlükteki kurallara göre ve dosyadaki kanıtlara göre karar vermekten hiçbir zaman uzak kalmadık. Bugün beni beğenmeyen, benimle araları hiç olmayan iktidar mensupları bile dönüp de ‘Yekta Bey’in döneminde Anayasa Mahkemesi şu kararı verdi, şu yanlıştı’ diye kimse söyleyemiyor. Bu kolay bir şey değildir. Ben 1953’te tanıştığım 1956’da avukatlığını aldığım Bülent Ecevit’in 26 sene avukatlığını yaptım. Benim başkanlık dönemimde onun bize davası geldi, reddettik. O bile bana karşı tutum aldı ama tutup da ‘şöyle şöyle yaptılar’...O kadar objektif davrandık ki biz yıllarca avukatlığını yaptığım insanın bile Anayasa Mahkemesi’nde davasını reddettik. Hakim dediğin insan vicdanını yastık yapar, yatar.

"Refah Partisi için bir milyon para teklif ettiler"

- Vicdanıyla dediniz ama… Refah Partisi’nin kapatılmasıyla ilgili öteden beri ‘Refah Partisi dış güçlerin baskısıyla, talimatıyla kapatıldı’ şeklinde iddia dile getiriliyor. Ne dersiniz?

Hayır efendim. İnanır mısınız, bilmem bizler evimizde, özel yaşamımızda resmi işlerimizi konuşmayız, görüşmeyiz. Hiç kimsenin Refah Partisi ile ilgili bir önerisi, baskısı, etkisi olmadı. Bunu da inşallah yayınlarsınız… Ankara’nın en zengin adamlarından biri beni evimde ziyaretime geldi. ‘Sizi ziyaret etmek istiyorum’ dedi. ‘Buyurun’ dedim, eşiyle evime geldi. Benim rahmetli eşim çay yapmıştı… ‘Ağabey senin resim sergini görmek istiyorum’ dedi. İçeri geçtik. Dedi ki; ‘Ben buraya mahsus geldim. İsmini vermeyeceğim Refah Parti’li Yekta Bey ne isterse vermeye hazırız, bir milyon bile, bu davayı halletsin’ dedi bana. Kendisine ‘derhal eşini alıp evini terk edeceksin’ dedim. Karısına ‘telefon geldi acele gideceğiz’ dedi ve hemen çıktı dışarı. Masadaki pastaları, çayı yarım bırakıp ayrıldılar.

- Bunu ilk kez mi dile getiriyorsunuz?

Evet, ilk kez söylüyorum.

- Kim bu işadamı?

Söyleyemem onu…

- Tanınan bilinen bir iş adamı mı?

Evet, meşhur birisi… Ankara’nın meşhurlarından birisi… Ben emekli olduktan 7 gün sonra parti kapatıldı. Benim zamanımda kapatılmadı. Ben yönetim aşamasında, dinleme aşamasında vardım. Karar aşamasında yoktum. Rahmetli Erbakan’ı ben dinledim, o oturumda vardım. Ben emekli olduktan 7 veya 8 gün sonra Anayasa Mahkemesi yeni başkan Ahmet Necdet Sezer’in yönetiminde kararını verdi.

"Erbakan benim dostumdu"

- Rahmetli Erbakan’la ilgili ne düşünüyorsunuz?

Kendisi benim dostumdu.

- ‘Dostum’ dediniz adamın partisini kapattınız...

Ben kapatmadım. Benden 7 gün sonra parti kapatıldı.

"Söylemler, eylemler RP’nin kapatılmasını haklı gösteriyordu"

- Sizce RP’nin kapatılma kararı yanlış mıydı?

Yanlış da değildi... Bugünün koşullarında o günün anayasa kurallarına ve siyasi parti yasası kurallarına göre eylemler, söylemler ve ortaya gelen olaylar Refah Partisi’nin kapatılmasını haklı gösteriyordu. İddianameye göre konuşuyorum. Ama ben karar aşamasında olsaydım nasıl oy verirdim, onu bugünden söylemem mümkün değil.

- ‘Dostum’ dediniz merhum Erbakan’la ilgili...Nasıl bir dostluğunuz vardı?

Bir araya geldiğimiz olmadı. Şöyle dostumdu benim… Birkaç toplantıda yan yana oturduk: özel bir üniversitenin açılışında. Bir de başkentte açılan bir üniversite açılışının çıkışında ‘oğlum Fatih, gel Yekta Bey’in elini öp’ dedi. Sonra da Fatih’le birlikte bir nikahta karşılıklı şahitlik ettik.

"Bana göre bugünkü iktidarın suyu ısınmıştır"

- Bugünkü Türkiye ile ilgili biraz konuşalım. İçinde bulunduğumuz Türkiye fotoğrafını nasıl ortaya koyuyorsunuz?

Bugünkü Türkiye fotoğrafını bugünkü iktidarın yönetiminde olumlu bulmuyorum. Bana göre bugünkü iktidarın suyu ısınmıştır. Çünkü Türkiye’yi Türkiye olmakta yücelten, yükselten, değerlendiren ve güçlendiren ilkelere karşı bir anlayışın yavaş yavaş yürürlüğe konulmak istendiğini, Türkiye’nin tek adam yönetimine sokulmak istendiğini, bir din devleti özleminin bugünkü yönetimin içinde büyük bir dalga olarak bulunduğu kanısındayım.

"Bunlar din devleti özlemcileri gibi görünüyorlar"

- Yekta Bey, inanın şimdi gülüyorum...İzleyicilerimiz de lütfen bağışlasınlar. ‘Din devleti’ dediniz, 28 Şubat sürecinde ‘irtica’ dediniz... Müslümanlara yönelik şunları, bunları söylediniz… ‘ Din devleti’ hâlâ olmadı.

Olmadı… Bakın ne diyorum… Bunlar din devleti özlemcileri gibi görünüyorlar.

- Ne zararı var?

Dünyanın bu çağında bir devletin ‘din devleti’ olması yanlıştır. Değişik inançta bulunan insanların yaşadığı bir ülkede dinle değil, hukukla yönetilir devlet.

"Cumhuriyet sulandırılmış ve çizgisinde saptırılmış bir durumdadır"

- Yıllar geçti… AK Parti icraatlarıyla sizi bu konuda tatmin edici bir cevap vermedi mi?

Vermedi hayır. Ben AK Parti’nin hiçbir eylemini ve işlevini hiçbir şekilde geçerli ve değerli bulmuyorum. Siyasetçi olmadığım halde söylüyorum bunu, bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak söylüyorum bunu. Ben Türkiye Cumhuriyeti’ni Atatürk’ün kurduğu ve özleyerek nitelikleriyle çok üstün çok özel bir duruma gelmesini dilediği ve beklediği bir yapı olarak düşünüyorum. Dinle yoğrulan bir devleti asla gözetmiyorum. Devlet hukuk devleti olabilir, devlet cumhuriyet olabilir. Bugün bana göre cumhuriyet sulandırılmış ve çizgisinden saptırılmış bir durumdadır, açıkça söylüyorum.

" Müslümana ayrı ders, Hristiyana ayrı ders yoktur"

- Müslümanlara yönelik eylemlerden söz ettik. Yüzde 99’u Müslüman olan bir Türkiye Cumhuriyetinde yaşıyoruz ama, onların değerlerine yönelik, başörtüsüne yönelik, inançlarına yönelik birçok saldırı oldu. Bu saldırıların bazı noktalardaki bir parçası oldunuz. Örneğin başörtüsüne karşı çıktınız.

Anayasa mahkemesinin başörtüsüne ilişkin kararını okursanız, bilimsel değerlendirme yaparak gerçeklere yakın durursanız, başörtüsünün üniversitelerde kötü niyetli kullanılmasına karşıydık. Sokaktaki başörtüsüne karşı olduk mu? Üniversitede bilimsel bir alanda kimsenin ırkına, dinine bakmadan herkes dersini verir, dersini alır. Müslümana ayrı ders, Hristiyana ayrı ders yoktur.

" Bilimsel ortamlarda başörtülü gelip gitmenin sakıncasına değindik"

- 28 Şubat döneminde başörtülü öğrenciler üniversitelerde okuyamadı...

Onu söylüyorum, siz beni iyi dinleyin. Bakın Anayasa Mahkeme kararı var. Biz sokaktaki başörtüsüne karışmadık. Bilimsel ortamlarda başörtüsüyle gelip gitmenin sakıncasına değindik. Bilimsel gelişme ve toplumsal barış açısından.

- 2019 yılında da bunu mu düşünüyorsunuz?

Bugün de aynı şekilde düşünüyorum. Başörtüsünü ne amaçla takıyorlar çoğunluğu biliyor musunuz?

- İnancı gereği takıyorlar…

İnancı gereği takmıyorlar, siz öyle diyorsunuz. Çoğu da simge olarak takıyorlar, inandığından falan değil.

- Neyin simgesi?

Dincilik örgütü gibi çalışıyorlar. Din, inanç sömürüsü yapıyorlar. Hepsini demiyorum. Üniversitede ne gereği başörtüsünün? Çeşitli dinlerden öğrenciler yok mu? Herkes istediği gibi mi giyinsin? Olacak şey değil. Hukuk devletleri düzen devletleridir. Onların dinle yönetilmesi, dinle biçimlendirilmesi olanağı yoktur. Bunu iyice bilmek gerekiyor. Bunu bilmeyen de yoktur. Bilimsel yönden karşılanması, her yönden bir arada bulunması, her yönden ders verilmesi ve onlara hiçbir inancı gözetilmeden insanlığın ve bilimin gereklerinin anlatılması zorunludur.

- Bizi izleyenlerin bir kısmı ‘Yekta Güngör Özden Bey, hala bu yobaz düşüncesini sürdürüyor mu?’ diyor olabilir.

Ben yobaz değilim. Bana bunu yakıştıranların kendileri yobazdır.

"Burası at tarlası değil, üniversite"

- AK Parti iktidarı ile birlikte üniversitelerde ve kamu kuruluşlarında başörtüsü serbest hale geldi. Şimdi sizce ne zararı oldu?

Bu görüntü iktidarın inanç sömürüsüne dayanması, onunla beslenmesi, ondan medet ummasının sonucudur. Bu kadar açık söylüyorum. Bir hukuk devletinde, bir laik yönetimde insanları inançlarına göre değil, yaşamlarını o günün ortamına göre çağdaş bir biçimde sürdürmeleri gerekir. Bak dedim, sokağa karışmıyoruz. Delvet ayrı sokak ayrı, üniversite ayrı. Burası at tarlası değil, üniversite.

- Çok ilginç.. Gerçekten 2019 yılında da bu düşünceleri savunuyor olmanız çok ilginç….

Benim için de siz ilginçsiniz.

"Kur’an-ı Kerim’de tesettür ayeti yok"

- Kur’an’ı Kerim’deki başörtüsü / tesettür ayetleri hakkında birçok ayet var…

Yok yok, onlar da yalan. Kur’an-ı Kerim’de tesettür ve başörtüsü ile ilgili ayet yok.

- İlahiyatçı gibi konuşuyorsunuz...

Açıkça söylüyorum yok… ‘Göğsünüzü örtün’ dediği zaman ‘başınızı örtün, başınızı türbana sokun’ anlamı çıkmıyor.

- Diyanet İşleri Başkanı bile böyle demiyor!

Diyanet İşleri Başkanının söylediğine de katılmıyorum. Diyanet İşleri Başkanı siyasi etkilerle konuşuyor.

"Dinde yoktur’ demedi ama…"

- Sizin döneminizdeki Diyanet İşleri Başkanı ‘başörtüsü dinde yoktur’ dedi mi?

‘Dinde yoktur’ demedi ama ‘dinde vardır, mutlaka örteceksininiz’ de demedi. Aradaki farkı iyi düşünmemiz lazım. Başka var mı?

- Var… Son olarak Barış Pınarı Harekatı ile ilgili ne düşünüyorsunuz?

Siyasi askeri bir harekattır. Benim uzmanlık alanıma girmiyor. Türkiye Cumhuriyeti’nin kendi bağımsızlığını korumak , sınırlarını aydınlıklar içinde tutmak ve terörden arındırmak için yapacağı her girişimin ben de yanında olurum.

- Yaşınızı biraz önce söylemiştiniz, izleyenlerimiz ile paylaşmak ister misiniz?

Gelinlik kızlara sorulur bu… Bana soruyorsun. Ben 1932 doğumluyum. 88’in içindeyim.

-Peki, Allah hayırlı ömürler versin.

Yeniakit.com.tr-Mehmet Özmen


https://www.habervakti.com/gundem/yekta-gungor-ozden-kur-an-da-basortusu-yok-refah-h83555.html


***

Yaşar Nuri Öztürk, Yekta Güngör'ü Okuyorum!

Yaşar Nuri Öztürk: Yekta Güngör'ü Okuyorum!



Yaşar Nuri ÖZTÜRK
7 Nisan 2000

YEKTA Güngör Özden... Şu Ünlü Anayasa Mahkemesi Başkanı... Milletvekillerinin iradelerine kişisel kaprisler uğruna ambargo konmaya çalışıldığı bugünlerde onu okuyorum.

Önce uzaktan bakıyorum Yekta Güngör'e: Bir hukuk devletinde en yüksek hukuk kurumunun başkanı olma noktasına geldiğine göre çaplı, düzeyli ve etkin bir hukuk adamı Yekta Güngör...

Biraz daha yaklaşıyorum: Önümüzdeki altı kitabı'ndan üçü şiir... Diğer üçü, oldukça hacimli hukuk kitapları: ‘‘İnsan Hakları-Laiklik-Demokrasi’’, ‘‘Hukukun Üstünlüğüne Saygı’’ ve ‘‘Atatürk Sizsiniz’’

Şimdi iyice yakından, kitapların içinden bakıyorum: Çağdaş, insan ve yurt sevgisiyle dolu bir hukuk adamının gök gürültüsü gibi ürperten bir üslupla yazıya geçirdiği onlarca hukuksal, sosyal konu... Sarsıcı, alıp götürücü, coşkuyla doldurucu bir anlatım... Her konuda, omurga noktaya evrensel hukukun ‘‘olmazsa olmaz’’ ilkeleri oturtulmuş.

Tüm bunlardan daha başka bir şey var Yekta Güngör'de insanı saran: Yazdığı sayfalara oturmuş bulunan ve sizin kalp atışlarınızı kendi titreyişlerine uyarlayan bir güçlü ve sıcak yürek... Öz Anadolu hamurundan yoğrulmuş bu yürek Kuvayi Milliye ateşiyle alevli, insan gerçeğine sevdalı bir Atatürk Cumhuriyeti çocuğunun yüreği... Saf, ama gafil değil, dürüst ama katı değil, imanlı ama yobaz değil, sevecen ama şaklaban değil. Vakur, azimli, amaçlı, dirayetli, ileri bakan, hep yürüyen ve durmadan yürümeye çağıran bir yürek bu.

23 Nisan çocuklarının sonsuza uzanan avuçlarına ümit ve erdem akıtan bir yurtseverin yurtlaşmış yüreği bu... 23 Nisan çocukları onun kitaplarını, üstüne iyice abanarak okuduklarında içleri tatlı bir hevesle dolacak ve Yekta Güngör'ün serüvenini merak edecekler. Ve görecekler ki o serüven, Türk insanının ve Türk yurdunun yarınları için durmak ve ürkmek bilmeden yürüyen ve değer üreten bir büyük benliğin şiirsel bir duaya dönüştürülmüş yaşamıdır... Erdem, uğraş, savaşım, ışık ve sevgi dolu bir yaşam... İzbelere, karanlığa, ikiyüzlülüğe, dönekliğe, aymazlığa, gaflete ödün vermemiş bir yaşam...

Hukuk bilgi ve deneyimlerini bizimle paylaştığı üç kitabı, Türkiye'yi yarınlara taşıyacak genç kuşakların, bana göre temel ders kitapları arasına girecek önem ve değerdedir. Bıkmadan, usanmadan saatlerce okuyabiliyorsunuz. Çünkü Yekta Güngör'ün yazdıkları, kütüphane küfü, akademik kabızlık gibi bıktırıcılardan arınmış canlı gerçekler... Yekta Güngör, koluna girip birlikte yürüdüğü insanı anlatıyor. İnişleri ve çıkışlarıyla, toplum ve birey olarak...

O, bir aydın sıfatıyla açık ve tevilsiz konuşuyor; evirip çevirmiyor, kıvırtıp gevelemiyor. Aydın olmanın tüm sorumluluğuyla gerçeği olduğu gibi gösteriyor... Tatlı su aydınlığı, öyle sanıyorum, onun en tiksindiği şeylerin başında gelmektedir.

Yekta Güngör'ün şiirlerini sonra anlatacağım. Bugün üzerinde durduğum düz yazıları için bir şey daha söylemek istiyorum: Yazımın başında andığım üç kitabı, insan haklarını, hukuku, cumhuriyeti sevip sayanların, Türkiye'nin mutlu ve güzel yarınları için çaba gösterenlerin mutlaka ve dikkatle okumaları gereken bilgi, perspektif ve ışık sunan kitaplardır.

Selam, Sevgi ve saygı Yekta Güngör'e!

https://www.hurriyet.com.tr/yasar-nuri-ozturk-yekta-gungoru-okuyorum-39145879

***

Gerekli ve Yararlı.,

Gerekli ve Yararlı.,



Yekta Güngör Özden
22 Mart 2018

Yazarlar Toplumsal yaşam, insanların ikinci gökyüzü, ikinci dünyasıdır. İlişkilerin düzeyi ve kapsamı kişisel yaşamı temelden etkiler. 
Bu nedenle kişilik, saygınlık, çalışkanlık, üreticilik, yararlılık yönlerinden seçkin insanların iyi örnekler ve önderler olarak yaşamımızı etkilediği kuşkusuzdur. En başta ATATÜRK'ün yüceliği bize ışık tutmakta, yol göstermektedir. Sözle, gösteriyle, kabadayılık ya da dayatmayla, mevki-makam, sıfatla, yetki ve olanaklarla değil onurla, ahlâkla, başarıyla dokunan kişilik örnek alınacak niteliktir. Çocuklarımızı bu anlayış ve görüşle yetiştirmek hepimizin en başta gelen insanlık ve yurttaşlık görevidir. Kurumsallaşma en demokratik yapılanmadır.
Zamanı değerlendirmek, saygın bireylerin tutkusu olmalıdır. Çalışmalar, etkinlikler, araştırma ve incelemelerle ortaya ürünler koymak, toplumu 
ve kişileri bilgilendirmek, etkilemek, özendirmek ve yönlendirmek kurumların, yetkililerin ödünsüz amaçları olmalıdır. Eğitimin yaşamdaki yadsınmaz 
ve öncelikli yeri bu bağlamda hepimiz için özgün bir önem taşımaktadır. Üniversitelerle demokratik kuruluşlara büyük sorumluluk düşmektedir.

Ulusal sorunlar konusunda düşüncesi, görüşü beklenen kurum ve kişilerin suskunluğu, çekingenliği demokrasinin üzerindeki kara bulutlardır. 
Bilgisizlik, partizanlık ve değişik amaçlarla toplumsal yaşamı olumsuzluklara sürükleyen durumları önleyip gidermek, aydınlık, güvenli, esenlikli 
ortamı yaşatmak başta devletin sonra her bilinçli yurttaşın görevidir. Türk Hukuk Kurumu Başkanı Av. Yaşar ÇATAK, seçim yasası değişikliklerine 
ilişkin kamuoyuna bildiri yayımladı ama ne yazık ki medya ilgisiz kaldı.

ANKARA HAFTASI

Geçen hafta Çanakkale Savaşları'nın 103., İstiklâl Marşı'mızın 97. yıldönümüyle birlikte 14 Mart Tıp Bayramı da kutlandı. Etkinliklerin başında 
Ankara Üniversitesi Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Müdürü Prof. Dr. Temuçin Faik ERTAN'ın “Çanakkale Zaferi'nin Mimarları: Yarbay Mustafa Kemal 
ile Esat ve Cevat Paşalar” konulu konuşmasıyla başlayan “103. Yılında Çanakkale Zaferi ve Şehitleri Anma Günü” rektörlük 100. Yıl Salonu'nda yapıldı. 

Yoğun bir izleyicinin doldurduğu salonda daha sonra Rektör Prof. Dr. Erkan İBİŞ'in Çanakkale Zaferi ve Atatürk'le ilgili güzel açış konuşmasından 
sonra Ankara Üniversitesi Çınarları Ödül Töreni gerçekleştirilerek 80 yaşını tamamlamış emekli öğretim üyelerine o güne kadar 160 kişiye verilen, 
ödül belgeleri ve armağanları sunuldu. Atatürk'ümüzün 57.Alay'a “Size ölmeyi emrediyorum” sözüyle anımsatılan kahramanlıklar gözyaşlarıyla 
izlenerek dinlendi.

Sanat dalında övünç kaynaklarımızdan biri olan Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası'nın “18 Mart Çanakkale Şehitlerini Anma Konseri” de 
Antonio PİROLLİ'nin şefliğindeki başarılı sunumu alkışlarla izlendi. Özgün ÜNAL ve Murat CANGAL'ın başarılı piyano dinletileri geceye renk kattı.

Danıştay emekli üyesi Necati ARAS'ın koleksiyonundan Atatürkçü Düşünce Derneği'ne 250 halı yastık bağışlaması beğeni ve övgü toplamıştır.

Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi önceki dekanlarından Prof. Dr. Ruşen KELEŞ'in Ankara Üniversiteliler Derneği'nde verdiği şehircilik 
konferansı beğeniyle karşılandı.

Turhan DÖKMECİ İlköğretim Okulu'nda “Atatürk'ün Yolunda” konulu konferans da öğrencilerin ilginç sorularıyla ve içten ilgileriyle başlayıp bitti. 

Atatürk sevgi ve saygılarının coşkusu salonda yansıyordu. Çanakkale kahramanı Mustafa Kemal'i unutan ve unutturmaya çalışan değer bilmezlerin hiçbir değeri yoktur.

DEĞİNİLER

Kur'an'ı Kerim konusundaki yanlış sözlerini düzeltmeye çalışan AKP genel başkanının“Liseliler Destan Yazıyor” dedikleri şiir yarışmasının sarayındaki 
toplantısında dil devrimi konusundaki yanlış, önyargılı olumsuz, amaçlı “…milletimizin medeniyeti ile arasındaki bağ zayıflatılmaya, koparılmaya 
çalışılmıştır. Aslında damarlarımız kesilmiştir. Tarihle olan bağımız kesilmiştir..” sözleri Atatürk'ün önderi olduğu Türk devrimine yönelik kınanacak bir kötü yaklaşımdır. “Cinnet dönemi” dediği süreci başlatan Atatürk'tür. Türk diline verdiği önemi kendini bilen herkes bilmektedir. 

Yanlış anlamalara ve yönlendirmelere neden olacak sözlerden, değerlendirmeler den, siyasal ve partizan sömürülerden herkes uzak durmalıdır. 
Yeni yargıç ve savcı ad çekme toplantılarının sarayda yapılması da çok yanlıştır.

İstiklâl Marşı'mızın bestesinin değişmesi Anayasa'nın 3/3. ve 4. maddesine aykırı düşer. Şiir, bestesiyle bütünleşerek, marş olmuştur. 
Böylece Anayasa güvencesindedir. Bestesi değiştirilemez, tümlüğü bozulamaz.

Soyumuzla, kanımızla, toplumsal yapımızla, kişiliğimizle, yaşamsal ilkelerimiz ve ulusal amaçlarımızla ters düşen durumlar sakıncalıdır. 
Toplumsal barış, ulusal, dayanışma kişisel kalkışmalara kıydırılamaz. Bütçesini aşan çalışmalarıyla Diyanet İşleri Başkanlığı'nın yeni girişimleri üzerinde gerçekçi bir ilgiyle durulmalı, 2017 Çalışma Raporu iyice incelenmelidir. Gerekli ve yararlı çalışmalar desteklenmeli, gereksiz ve yararsız olanlar her alanda, her katta, her zaman önlenmelidir. Bir parti genel başkanının mesleğe yeni başlayacak yargıç ve savcıları kendi yerinde toplatıp onlara seslenmesi de yinelenmemelidir.

https://www.sozcu.com.tr/2018/yazarlar/yekta-gungor-ozden/gerekli-ve-yararli-2302884/

 ****

Çarpıklık

 Çarpıklık




Yekta Güngör Özden
22 Ağustos 2019


Siyasal alanda kimi terslikler birbirine eklenerek sürüyor. İktidar ve
muhalefetin birlikte istediği FETÖ'yü ABD Türkiye'ye vermiyor. Ama
ABD'nin istediği kimileri ceza evinden ABD'ye gönderiliyor. 

Suriye sınırında Türkiye'nin istediği yapı, ABD'nin Türkiye karşıtlarını
kanatları altında koruma çabasıyla oluşturulmaya çalışılıyor. Bay
RTE'nin arada sırada ABD karşı söylem çıkışlarının hiçbir olumlu etkisi
görülmüyor. Akdeniz'de petrol arama çalışmaları siyasal kamplaşma ile
yürütülme çabaları istiyor. Yunanistan'la birlikte olan kimi devletler
engel olma yolunu izliyor.

Yargıya güveni ve inanı sarsan tutumlardan kaçınma konusunda bir çaba
izlenmiyor. SÖZCÜ gazetesi dâvası nın yapaylığı iyice belirginleşti.
Ulusal Parti Genel Başkanı Gökçe Fırat ÇULHAOĞLU'nun cezalandırılıp
karanlıkta tutulması da hukuk konusundaki eleştirileri haklı çıkaran
ayrı bir durum.

Değişik nedenlerle yurt dışında iş bulmaya giden gençlerle, eğitim-öğrenim için yurt dışına gidip dönmeyenler, kimi iktidar yakınlarına tanınan olanaklar ve ayrıcalıklarla kurulan yeni üniversitelere kıydırılan tarihsel değerler. Tarım sorunları, kadınların öldürülmesi, üreticinin mazot, gübre, işçi, satım güçlükleri, düşük bedel, aracıların vurgunu, giderek ağırlaşan, özellikle emeklileri üzen
yaşam koşulları.

İktidar yol yaptıklarını savunuyor. Tüm yollar iktidara çıkıyor. Her şey
bozuldu. Eğitim, ekonomi, sağlık, kentleşme, yapılanma, siyaset, hukuk.
İyiye giden bir şey kalmadı gibi. Kimi belediyelerde yanan umut ışıkları
bakalım özlenen, hakkımız olarak beklediğimiz olumlulukları getirecek mi?

Ankara'da Medipol Üniversitesi'ne tanınan kolaylıklar, yapılan devirler,
Atatürk Orman Çiftliği'nden verilen arazi, Atatürk ve cumhuriyet karşıtlığına bağlanacak işlemler eleştirilirken Kazdağları'nda altın için girişilen ağaç kıyımı düşündürücü durumlar olarak sıcaklığını sürdürüyor. İktidarın neden olduğu çarpıklıklar, aykırılıklar, bozukluklar birbirine ekleniyor.

http://www.turksolu.org/84/index.htm

https://www.sozcu.com.tr/kategori/yazarlar/yekta-gungor-ozden

***


Günümüzden Görüntüler.,

Günümüzden Görüntüler.,


Yekta Güngör ÖZDEN
2.5.2013



İçimiz burkularak izlediğimiz olumsuzluklar bitmek bilmiyor. 

Siyasal kaynaklı kalkışmalar, girişimler, oluşumlar üzüntüleri artırıyor, kırgınlıkları büyütüyor. Yakınmalar ülke sınırını, insan gücünü aşıyor, 
aldıran yok. Devleti yönetenler devletin adına, kimliğine, kuruluş felsefesine karşı. Günümüz Cumhurbaşkanı bile “Yeni Türkiye”den söz ediyor. 
Açıkça inançla ve ekmekle oynayıp siyaset yapan iktidar, yenilenecek Anayasa önerileriyle diktaya yelken şişiriyor.

İlkokulu, ortaokulu, liseyi nasıl bitirdiğine şaşılan Dicle Üniversitesi öğrencisi Atatürk’ün resmini yırtıp pencereden atabiliyor. 

Polisin alıp cebine koyduğu resmi atan aymaz ve sapkının bulunması ve cezalandırılması için ne yapıldığı bilinmiyor, açıklanmıyor. 

Kendilerinden olmayanı düşman sayan iktidar anlayışı giderek yaygınlaşıyor. Sözde akıllı görevliler barış söylemiyle iktidarın terör karşısında diz çöküşünü olağan, hatta zorunlu gösterip başarı olarak tanıtma gezilerini sürdürüyor. Toplumsal muhalefetin zayıflığı; korku, sindirme ve susturma zorbalıkları, partilerin iç çekişmeleriyle kınama düzeyine geliyor. 

İktidar, kendini iktidar yapan Anayasa’yı tanımayarak sivil darbe yapıp kendini kurucu güç saydırmaya çalışıyor. Bu amaçla terör örgütü başıyla görüşmelere, mektuplaşma yöntemine olanak sağlamaya katlanıyor. Cezaevlerinde hastalık ve ölümle baş başa bırakma acımasızlığı birbirine ekleniyor.

Gidişat, İslam Cumhuriyeti

Kutlu Doğum Haftası adıyla 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı arkaya atılıyor, unutturuluyor. Egemenliği tek elde toplama tutkusu engel tanımıyor. Demokrasi yozlaştırılıyor. Seçim yasaları ve Siyasal Partiler Yasası olduğu gibi duruyor, değişmiyor. Savunma hakkı tanınmıyor, keyfi sınırlamalarla geçersiz kılınıyor. Yargı siyasallaşıyor, öç alma duygusuyla Anayasa değişikliğe soyunuluyor. Atatürk Cumhuriyeti, Apo’nun önerileri doğrultusunda İslam Cumhuriyeti’ne çevrilecek. PKK ve BDP’nin sonra neler isteyeceğini kestirmek güç değil. Silahla sonuç aldığını ve amacına ulaşacağını sanan terör örgütü nice dayatmalarla sahnede olmayı sürdürecek. Yakıcı, yıkıcı, bölücü, sömürücü ve yiyici birlikteliği Türkiye mizi Türkiye olmaktan çıkaracak.

Atatürkçüler kaldıkça bu sonucu almaları olanaksız. Oyunları ve çabaları pahalıya mal olur. Türkiye’yi bölemezler, ulusu parçalayamazlar; Türk, Türk Ulusu, Atatürk adını silemezler, unutturamazlar. Bilinçli, inançlı ve yurtsever her Türk’ün yüreği ve beyni Atatürk ve ilkeleriyle doludur. 
Bu ateşi asla söndüremez ler. Günümüz Başbakanının kendine özgü başkanlık sistemi için gözden çıkardığı izlenen değerler, verdiği ödünler, vereceği kimi haklar ve olanaklarla yaptıracağını sandığı Anayasa bu ülkede gerçekleşemez ve bağlılık sağlayamaz. Atatürk’süz ve Türk’süz Türkiye, bu öğelerden yoksun cumhuriyet olamaz.

Geçiştirme 

Yurt içindeki PKK’lıların yurt dışına çıkması bir oyun sayılacak geçiştirmedir. Sayıları, olaylara karışıp karışmadıkları, silahlarını alıp gittikleri ya da nereye bırakıp sakladıkları, geri dönüş olasılıkları, Kandil, Suriye ve İran sınırındakiler ile Avrupa’daki azgınların ne olacağı, onlara Batı’nın verdiği destekle silah, para ve uyuşturucu yollarının nasıl kesileceği, BDP’lilerin istem ve dayatmalarının sürüp sürmeyeceği nasıl güvence altınaalınabilir? Kanımızca sorunların hepsi ortadadır. ABD’nin, iktidarın geleceği için PKK’lılara baskısı seçimle bağlantılıdır. 
İnanmak güçtür. 

Olumsuzluk olasılıkları büyüktür.


https://gozlemgazetesi.com/HaberDetay/251/11132/gunumuzden-goruntuler.html

***

Hukuk ve Hukukçu

Hukuk ve Hukukçu


   Önceki Başkanlarımızdan Yekta Güngör Özden' in Yazıları

Siyasette ve yönetimde bir hukuk yapılanması olan demokraside hukukçulara büyük bir sorumluluk düşmektedir. Ulusal yaşamın erinç, güvenlik ve mutlulukla yürütülmesi nasıl devletin başlıca görevi ise, bu görevin yerine getirilmesine ilişkin güvencenin odağında da hukukçular vardır. Ülkemizde hukuk eğitim ve öğretiminin doyurucu olduğunu kimse savunamaz. Hukuk fakültelerinin durumu, uygulama eğitiminin yetersizliği, stajların biçimsel süre olmaktan öteye geçemediği bir ortamda “hukukçu” sıfatının belgeye dayanmasından başka bir özelliği yoktur.

Diplomayla, Ünvanla, Sıfatla, Makamla hukukçu olunmaz. Hukukçu, hukukun anlamını ve amacını kavramış, bilgiyi özümsemiş, bağımsızlığın, özgürlüğün, yansızlığın gereklerini ilke edinmiş ahlâk lı, onurlu, vicdanlı kişiliğiyle saygın bir meslek ustasıdır. Hukukçu, insan hak ve özgürlüklerinin önde gelen savunucusu, hattâ temsilcisidir. Çalışmayı, adaleti gerçekleştirerek toplumsal yaşama hizmet etmeyi amaç edinmiş kimsedir.

Hukukçu, devlet görevinde yargı bağımsızlığının simgesi olmak durumundadır. Bu nedenle yansızlığı sözde bırakmayıp yaşamının doğal açılımı sayarak görevini yürütmesi gerekmektedir. Günümüzde yargı bağımsızlığının, hukuk devleti niteliğinin yoğun biçimde tartışıldığı, partizanlığın her alanda yakınmalara neden olduğu gözetilirse işlevin sorumluluğu daha iyi değerlendirilir. Hukukçu, kimseye eğilmez, haksızlığa olanak tanımaz, “ Nabza göre Şerbet” vermez. Ülküsü, Adalettir.

Günümüzde devlet görevinde bulunan kimi hukukçuların siyasal içerikli, üstelik yandaşlık ve karşıtlık içeren konuşmaları mesleği gölgelediği gibi yargıya güven yitimine neden olmaktadır. Bu tür gereksiz ve sakıncalı konuşmaları kendilerine uygun bulan devlet temsilcilerinin savunmalarının tersine durumun üzüntüsü ağır olmaktadır. Katılmalar a, konuşmalara özen gösterilmemesi bağışlanamaz, hoşgörülemez.

NEDEN

Yazılarımızda zaman zaman yinelediğimiz konunun önemi yadsınamaz. 21 Eylül'de Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ni bitirenlerin diploma töreninde Üniversite Rektörü Prof. Dr. Erkan İBİŞ gençlere adaletin, hukukun, yurtseverliğin, ATATÜRK sevgi ve saygısının, Türk Devrimi'nin anlam ve değerleri konusunda güzel sözler söyledi. Hukuk Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Muharrem ÖZEN de sorumluluk, yükümlülük, yargı düzeni, yargıç, savcı, avukat eşitliği, hukuk eğitiminin önemi ve yargı hizmetiyle hukukçuların katkısı üzerinde uyarı ve önerileri de içeren anlamlı bir konuşma yaptı.

Ankara Üniversiteliler Derneği Başkan Yardımcısı olarak çağrıldığım konuşmamda gençlere ve izleyenlere özetle şöyle seslendim: Hukuk, çağdaşlığın ölçütü, yaşamın güvencesidir. Hukukçu yalnız kuralları öğrenip uygulayan görevli değil, hukuk devletinin ustalarından biri, toplumsal yaşamın mimarıdır. Adalet devletin temeli, hukuk da adaletin özüdür. Diploma, biçimsel süreci tamamlayan ön koşuldur. Diploma ile hukukçu olunmaz. İyi insan, iyi yurttaş olmadan iyi hukukçu olunmaz. Adalet konusunda baş sorumlu hukukçudur. Çalışacak, araştırıp inceleyecek, para ve ün için değil, insanlık ve düzen için, özellikle toplumsal barış için çaba gösterecektir. Kuralların yenilenmesi için öncülük edecek, hukuk yaratıcısı olacaktır. Asla ön yargılı ve direngin olmayacak, örnek olacak, topluma adaletin ışığını tutacaktır. Adaletin toplumsal aydınlığımız ın kaynağı ve güneşi olduğu inancını yerleştirecek, adalet olmazsa karanlıktan, yolsuzluktan, değişik kötülüklerden kurtulamayacağımızı duyuracaktır.

Beğenmediğiniz, yetersiz bulduğunuz kuralları değişinceye kadar uygulayacak ama değişmesi için elinizden gelen, çabayı göstereceksiniz. İnsanlığın onuru ve erdemi olan hakların ve özgürlüklerin bilinçli koruyucusu olacaksınız. İster yargıç, savcı, avukat, ister başka görevde olunuz, hukuk devletini siyasal oyunlara ve her tür saldırıya karşı koruyup hukukun üstünlüğünden asla ödün vermeyeceksiniz. Hukuksuz kalmak, ekmeksiz, susuz kalmaktan da kötüdür. Örnek insanlar olarak görev yapmak mutluluğu sizin gücünüz olacaktır. Kimsenin önünde eğilmeyiniz. Cübbenizi düğmelemeyiniz. Onun yansıttığı onura her zaman yaraşır olmayı ilke edininiz. ATATÜRK'ün emanetlerine her zaman özenle sahip çıkınız. Onu ve sözlerini asla unutmayınız. Sorunlarımız ortada. Günümüz ortamında sizlere büyük sorumluluk düşmektedir. Korkmayınız, çekinmeyiniz. Başarılar dilerim.

Tutuklanmalarını hukuka aykırı bulduğumuz çalışanlarımızdan Mediha Olgun'un salıverilmesini Gökmen Ulu'nun salıverilme umudunu arttırması olarak karşıladık. Aydınlığa kavuşmaları dileğimizi yineliyoruz.


Kaynak; http://www.sozcu.com.tr/2017/yazarlar/yekta-gungor-ozden/hukuk-ve-hukukcu-2023502/

https://www.turkhukukkurumu.org.tr/duyurular/158-onceki-baskanlarimizdan-yekta-gungor-ozden-in-yazilari-1.html

***