Ahmet Necdet Sezer etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Ahmet Necdet Sezer etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

30 Ocak 2021 Cumartesi

Mustafa Balbay'ın Savunmasının Tam Metni! BÖLÜM 4

Mustafa Balbay'ın Savunmasının Tam Metni! BÖLÜM 4


Mustafa Balbay,Savunmasının Tam Metni, Ergenekon davası, Ahmet Necdet Sezer, Anayasa,


Belge!

Mütalaanın 568. Sayfasında evimde ve gazetedeki bilgisayarlarımda çıktığı iddia edilen belgelere ilişkin suçlamalara yer verilmiştir.
Evimden çıktığı öne sürülen belgeler gazetem Cumhuriyet’te çıkan haberlere dayanak oluşturan belgelerdir.
Bunları açıklıyorum.
Bilgisayarımdan çıktığı iddia edilen belgelerin durumu da tıpkı notlar gibidir.
Bir gazeteciye, “sende niçin belge var ?” diye sormak, bir şoföre, “sende niçin ehliyet var ?” diye sormak gibidir.
Savcı Nihat Taşkın burada, 1 Temmuz 2008 gözaltısı sonrasında ifademi alırken bilgisayarınızda bazı belgeler çıktı dediğinde, ben de gazeteci olduğumu 
söyledim, kitaplarımı, haberlerimi anımsattım.
Ancak gelinen noktada, bana bu belgeler gösterilmedi, bilgisayarımın imajı verilmedi.
Bu durumda görmediğim belgeler ile ilgili ne söyleyebilirim? “
30 kitabımdan 8’i sadece belgelere dayalı. Bunlar iddia makamının benim için çizmeye çalıştığı portre gibi salt askeri belgeler de değildir.
Bu kitaplara sadece konuları itibariyle yer vermek istiyorum

*** 

Kişisel!

Suçlama:

Mütalaanın 635. Sayfasında diyor ki:
“Mütalaaya Balbay’ın Ankara ili Çankaya Ahmet Rasim Sokak No:14 sayılı adresinde bulunan Cumhuriyet Gazetesi Ankara Bürosunda yapılan aramada 
elde edilen doküman ve ajandaların incelenmesinde; Mustafa Balbay yazılı 2005 tarihli Siyah ajanda içerisinde; 4 Ağustos sayfasında; 4 kişinin dini 
görüşlerine göre kişisel verilerin kaydedildiği...”

Yanıt:

İddia makamı çok ender yaptığı bir şeyi gerçekleştirmiş ve hangi delile dayanarak hangi suçu işlediğimi açıkça yazmış.
O ajandamın 5 Ağustos tarihli sayfası işte burada.
Sayfanın tepesinde Hasan yazıyor.
Altında “Her şey için tamam” diye bir cümle.
“Cumhuriyet eğt. kurumlar”
Onun altında 4 isim yazılı devamında karışık bir şekilde “biri...” diyor. “t” ile başlayan bu sözcüğü öyle anlaşılıyor ki, iddia makamı “tarikatçı” diye okuyor.
Sonraki ismin karşısında “Konya selam” yazıyor.
Sayfamın en altında da “CHP’li belediyeler” diyor.

Bütün sayfa bu.

Hemen karşısındaki 5 Ağustos tarihli sayfada da, “radyo özgür”, “Gökçeada”, “Özelleştirme yanlış”, “Enerji eki 15” gibi birbiriyle ilgisiz, bir gazetecinin 
günlük işlerinin bir parçası olarak yazdığı aşikar, anlam bütünlüğü olmayan notlar var.
İddia makamı 4 Ağustos tarihli bu sayfada şu suçu işlediğimi öne sürüyor:
“Örgüt faaliyeti çerçevesinde birden fazla kişinin siyasi, felsefi veya dini görüşlerine, ırki kökenlerine, hukuka aykırı olarak ahlaki eğitimlerine, cinsel 
yaşamlarına, sağlık durumlarına veya sendikal bağlarına ilişkin bilgileri birden fazla kez kişisel veri olarak kaydetmek ve kişisel verileri vermek (?) ele 
geçirmek suçlarından ayrı ayrı TCK 135 – (2) (1), 137 – 1, TCK 43 (1), (2), TCK 136 – (1), 137 – (1), (43) – (1) (2) maddeleri uyarınca cezalandırılması 
mütalaa edilmiştir.”

Eğer bir gazetecinin ajandasından bu tür suçlar üretirseniz, dışarıda gazeteci kalmaz.

Üstelik bana yönelik böyle bir suçlama iddianamede yok.

*** 
Gizli!

Bu dava ile birlikte Türkiye yeni ve çok tehlikeli bir terör yöntemiyle tanıştı; gizli tanık terörü.
Hiç tanımadığımız kişiler, bilmediğimizi bir odaya kondu, salondaki yansıya buzlu cam görüntüsü yerleştirildi, sesleri bir kurşun vınlamasını andıracak şekilde metalikleştirilerek salona verildi Bizler o söz kurşunlarının hangimize isabet edeceğini endişe içinde bekleyerek, kımıldamadan onları dinledik.

Yanlış bir şey söylediğinde müdahale etmemiz yasaktı.
Böyle bir durumda yanlış söyleyen gizli tanık değil, doğruyu söylemek için çırpınan sanıklar uyarılıyordu.

Gizli tanıklar herkesi bir şeylere benzettiler. Ben kısmen ucuz atlatanlardanım. Gizli tanık Akdeniz 14 Mayıs 2012’deki 181. celsede beni meyveye benzetti.
Bir başka gizli tanık Kıskaç’ın gerçek adı bu salonda açıkça dile getirildi . Böylece anlaşıldı ki, bu tanık hem gerçek adıyla hem “Kıskaç” koduyla gizli 
tanık olarak ifade vermiş. Aleyhinde ifade verdiği, Ergenekon davasında sanık kişinin eski eşiyle evlenmiş. Aralarında husumet var. Böyle bir durumda 
tanıklığın kabul edilmemesi gerekirken bu kişi hem gizli hem açık tanık.
Ben bu durumu Zulümhane kitabımda işlediğim için hakkımda dava açıldı.
Bunlar bir yana esas hakkında mütalaanın 1167. sayfasında yer alan, Danıştay cinayetinin Ergenekon davasıyla ilişkilendirilmesinin tek kanıtı olan, gizli 
tanıkla açık tanığın aynı kişi olması, savcıların, “her iki tanığın ifadelerinin birbirini doğruladığını” yazması gelinen noktaların fotoğrafıdır.

Gizli tanıklık sadece terör değil, adalet mekanizmasının kanseri olmuştur. Sonunda 8. Cumhurbaşkanının eşi Semra Özal’ı da vurmuştur.
Ergenekon davasının Selçuk kod adlı gizli tanığı şu ifadeyi vermiştir:
“Turgut Özal, Semra Özal’a zorla zehirlettirildi.”
Semra Özal uzun zamandır eşinin ölmediğini, öldürüldüğünü, görev şehidi sayılması gerektiğini söylüyordu.
Semra Hanım bu ifadeyi okuyunca avukatı Ali Kemal Sinsoysal aracılığıyla şu açıklamayı yaptı :
“Görgüye müstenit bilgisi olmayan, sadece kulak dolgunluğu ile gerçekte olmayan vakaları sanki vuku bulmuşcasına hayalinde genişleten, uydurma 
senaryoları mekan ve zaman ile kuvvetlendirme çabasındaki, kendini gizleyen bu sözde tanık, insanların şeref, onur, haysiyet ve namus kavramlarını bir 
çırpıda yerle bir etmekten kaçınmayan, diline gelmiş gibi konuşan garip bir varlıktır.
Gizli tanık olarak ağzına gelen her şeyi, mesnedi ve delili bulunmayan vakıları insanları karalamak ve yermek için, hiç çekinmeden ortaya atan bu insanın 
tedaviye ihtiyacı bulunduğu izahtan varestedir. Özal’ın eşi tarafından zehirlendiği iddiası tarafından hayal mahsülü bir savdır.
Dilekçe sahibi gizli tanığın burada saymaktan imtina ettiğim diğer çirkin isnat ve iftiraları da tamamen gerçek dışıdır. Bu çirkin ve hayali iddianın gerçekle 
uzaktan yakından ilişkisi kesinlikle yoktur. Özal ailesini ve Özal ismini karalamak için, özellikle uydurulmuş akıllara ziyan bir isnat ve özel kasıtlı iftiralardır. 
Bu kabil hayali ve mesnetsiz iftiralar, Özal ailesini değil, iftira sahibini bağlar. 

Bu örnek olay gizli tanıklık müessesesinin kötüye kullanılmasının özel bir 
örneği olarak hafızalarda kalacaktır inancındayım.”

Semra Özal’ın avukatının değerlendirmelerinin, gizli tanık üzerine yaptığı yorumların tümüne katılıyorum.

Eşinin ölmediğini öldürüldüğünü, şehit sayılması gerektiğin kanıtlamak için adaletten yardım isteyen Semra Özal, gizli tanık gazisidir.
Buradan hükümete seslenmek isterim; gizli tanık arşivleri iktidar ve çevresini de içine alacak davaların açılmasını sağlayacak ifadelerle doludur.
Semra Özal'ın’ yukarıda özetlediğim dilekçesinin 13.Ağır Ceza Mahkemesi’ne sunulmuş olduğunu ayrıca hatırlatmak isterim.
Bir de dinlenmesi gereken dinlenmeyen açık tanıklar var.
Şenkal Atasagun ve Şamil Tayyar dava konusunda gerçekleri bildikleri aşikar olduğu halde dinlenmemiştir.

*** 
Öteki!

Sayın heyet,

Mütalaada bana yönelik bölümlere doğrudan bire bir yanıt verdim.
2271 sayfalık mütalaada bir de benimle ilgili olmayan bölümlerde hiçbir temeli olmayan suçlamalar yer alıyor. Aslında bunlar suç da değil ama , öyle bir hava oluşturulmak isteniş ki, davada yargılanmakta olan herkes birbiriyle ilgili, bir kişinin işlediği suçu herkes işlemiş.

Zamanım elverdiği ölçüde bunlara da değinmeyi zorunlu görüyorum 101. sayfada gazeteci Can Dündar’a tanık olarak huzurunuzda ifade verirken yönelttiğim soru iddia makamında yorumlanarak aktarılmış. 
Benim Ergenekon’u dava ile birlikte duyduğum vurgulanırken Can Dündar’ın “benim araştırdığım bu değildi” sözlerine itibar edilmediği sözlerime ise 
itibar edilmediği belirtiliyor?

Hukukta bir ifadeye itibar etmenin ya da etmemenin kuşku götürmeyecek gerekçelerinin olması gerekir.
Bu davada kimliği tartışmalı gizli tanıkların değil bilgi duyumlarına bile itibar edilirken Can Dündar’a itibar edilmemesini halkın sağduyusuna bırakıyorum
Mütalaanın 783. ve 784. sayfalarında benim 3 Mart 2003 ATO’da yapılan Hilafetin ilgasına ilişkin toplantı sonrasında yazdığım yazıya yer veriliyor, yazı notlarla birleştiriliyor ve bir sonuca varılmak isteniyor.
Bu konuya yeniden değinmek istiyorum.
Notta “Amasya tamimi” o sözcüğün yer almasına ayrı bir anlam verilmiş. Amasya tamiminin ne olduğu vikipedi’den yapılan alıntı ile anlatılmış.

Alıntı şöyle:

“Ulusal egemenliğe dayanan tam bağımsız Türkiye Cumhuriyeti’nin temellerini oluşturan ilk kurtuluş belgesi olarak Türk tarihinde ayrı bir yeri ve 
önemi olan belgedir. İlk kez ulusal egemenlikten bahsedilen bir ihtilal bildirisi niteliğindedir. Çünkü İstanbul hükümetini hiçe saymakta, hükümetin 
düşman devletlerin esiri olduğunu söylemekte, milleti yine milletin azim ve kararlılığının kurtaracağını söylemektedir.
Mütalaaya göre Amasya tamimi bir suç faaliyeti mi?
Kuvayı Milliyenin de yine mütalaanın her yerinde suç rumuzu olarak geçtiği dikkate alınırsa, bunu nasıl yorumlayacağız?
Bu kadarına pes diyorum. Ancak hangi ülkenin mahkemesinde yargılanıyorum diye düşünüyorum.
 
Mütalaanın 816. sayfasında benim miting düzenleyicisi olduğum yazılmış.
Miting düzenlemek iddia makamına göre suç olabilir ama, demokrasimizin aldığı her türlü yasaya karşın ülkemizde suç olduğunu düşünmüyorum.
Anlaşılan bir de miting ekleyelim diye düşünmüşler.
1037. sayfada ve 1526. sayfada benimle ilgili bölümlerde yer almadığı halde Genelkurmay Başkanı ile İlker Başbuğ’la örgütsel temasta olduğum gerekçeli olarak yazılmış.

Gerekçe şu:

Başbuğ, Kıbrıs’la ilgili bir yazım nedeniyle bana haber kaynağımı soruyor, ben de söylemiyorum. Başbuğ, beni iyi bir gazeteci olarak tanımlıyor, bundan da suç üretiliyor.

Bu arada vurgulamalıyım ki, Kıbrıs konusunda biz haklı çıktık.
Bugün Başbakan Kıbrıs’ta iki ayrı devletin çözüm olacağını söylüyor. Ben bunu 2003-2004’te yazdığımda hükümeti yıpratmaya çalıştığım iddia edilmişti.
1467. sayfada, bende çıktığı iddia edilen bir belgenin Perinçek, Özoğlu, avukat Buzoğlu da çıkması nedeniyle örgütsel bağ olduğu öne sürülüyor.
Görmediğimiz belgelerle suçlandığımız yetmiyormuş gibi, üzerimizden bağlantılar da kuruluyor.

*** 
Neden?
Bizlerin neden Silivri’nin beton ve demirden zindanlarında çürütülmek, kanıtlanmamış iddialarla sürdürülen yargılama işkenceleriyle itibarsızlaştırılmak 
istendiğimizi bir başka açıdan anlatmak istiyorum.
Türkiye geçmişte pek çok aydın kıyımı yaşadı. Bu kıyımlar, sadece aydınların bedenlerini ortadan kaldırmak için değildi. Asıl amaç onların toplum 
üzerindeki etkisini kırmak, ruhlarını, temsil ettikleri düşünceleri ortadan kaldırmaktı.
Bir kesit olarak paylaşmak gerekirse 1990’lı yıllarda art arda kamuoyunda Eşi Güldal Mumcu da mücadeleye pek çok boyutuyla katılarak Uğur Mumcu’yu 
çoğaltmaya devam ediyor. Ali Sirmen, Uğur Mumcu Araştırmacı Gazetecilik Vakfı’nın kuruluş aşamasında Güldal Mumcu’nun çabalarına bakıp , “teröristler, 
yoksa yanlış hedef mi seçtik diye kahroluyorlardır” demişti.
Bugün çok daha farklı bir aydın kıyımı ile karşı karşıyayız.
Bunun adı şu:
Aydınların, yurtseverlerin ruhunu kendi bedenlerinde boğmaya tam teşebbüs.
Bunun için kullanılan yöntem de hukuk.
Bedenleri tutsak edilen bu kişiler düşüncelerinden, temsil ettikleri değerlerden vazgeçecekler, yani yaşarken ruhlarını teslim edecekler. 

Böylece öldürülünce yapılamayan tutsak edilince gerçekleştirilmiş olacak.
Bu davanın hedeflerinden biri de buydu.
Ben bu plana hayır diyorum.
Bedenlerimiz hapiste, ama düşüncemiz, ruhumuz özgürdür.
Bizi ömür boyu hapiste tutsanız da devamında sırat köprüsüne çıkış yasağı koysanız da düşüncelerimiz, temsil ettiğimiz değerler bu ülkenin 
atmosferinde özgürce dolaşmaya devam edecek.
Tıpkı yurtseverlerin katledilmesi gibi hapsedilmesi de onları bitirmeye yetmeyecek.

***
Vekil!
Sayın Heyet,

Mütalaada hiç değinilmeyen önemli bir gerçek var.
Ben 12 Haziran 2011’de yapılan genel seçimlerde İzmir Milletvekili seçildim. Seçim bölgesindeki oyların yüzde 50’sini oluşturan 600 bin oyla seçildim. 
Şu anda CHP İzmir Milletvekiliyim.
Bu sizin için bir şey ifade etmiyor. Ama Türk halkı için çok şey ifade ediyor.
Demokrasi tarihimizde hapisteyken milletvekili seçilen kişilerin tümü demir parmaklıkların ardından çıkmışlar ve Meclis sıralarına gitmişlerdir.

1990’da Mümtaz Faik Fenik, 1957’de Osman Bölükbaşı, 2007’de Sabahat Tuncel hapiste aday oldular, seçildikten keza bir süre sonra tahliye edildiler.
Dünyada “hapiste milletvekili” diye bir kavram yok. Zaten anlatmakta da güçlük çekiyoruz.

Biz son savunmamızı yapıyoruz ama siz özel statü ile son yargılamamızı yapıyorsunuz.
Sadece bizimle ilgili değil, asıl kendiniz ile ilgili bir hüküm inşa etmektesiniz.
Bu hükmünüzün ileride boynunuzda gururla taşıyacağınız bir hüküm olmasını dilerim.

*** 
Son!
Sayın heyet,

Mütalaanın doğrudan benimle ilgili bütün bölümlerine, genelinde hukuksuzluklara kısıtlı zaman diliminde değindim.
Vicdanımda en ufak bir gölge, mücadele çizgimde en küçük bir kırık yok.
İster Meclisinde ister cezaevinde neresinde olursam olayım bu ülke için yaşamaya, bütün gücümü Türkiye’nin daha ileri gitmesi için kullanmaya devam edeceğim.
Bir milletvekili olarak kendimi sadece bu ülkenin herhangi bir yerinde bir insanın incinmesinde sorumlu hissetmiyorum, Dünyanın en uzak köşesinde Türkiye ile ilgili konuşulanlardan sorumlu hissediyorum.
Vücudunuzda herhangi bir yara olsa, elimiz oraya gider. Ben de bu ülkede olan her şeyi vücudumda hissediyorum.
Bedenim demir parmaklıkların arkasına konmadan önce de böyle yaşadım bugün de.
Bugün tek bayrak, tek vatan, tek millet inancıyla icraat yaptığını ilan eden iktidarın uygulamacılarına bakınca aman hiç bayrak, hiç vatan hiç millet 
olmasın diye hayıflanıyorum.
İktidara, topluma bu tehlikeleri söylemezsek sorumluluğumuzu yerine getirmemiş oluruz diye düşünüyorum. Mütalaaya göre söylemek suç ama, inanıyorum ki söylememek daha büyük suçtur.
Bu davalar başladığında, burada bir şey var geçmiş aydınlatılacak diyenlerin oranı yüzde 70, bu davalar bir kurgu, Türkiye’yi başkalaştırma aracı diyenlerin oranı yüzde 30’du.
Son araştırmalar gösteriyor ki, tablo tam tersine döndü.
Ben bu millete inanıyorum. Kalan yüzde 30’un içindeki tüm sağduyulu kesimler de zamanla gerçeği görecek.
Halkımız olaylar sıcakken dokunmayı sevmez. Menderes’in idam edildiği gün Türkiye’de kimsenin sesi çıkmadı.

Öyle ki, o gün Türkiye’de hakaret suçu bile işlenmedi. Ama halkın çok büyük bir bölümü idamları onaylamadığını gösterdi.

İçerden dışardan ne kadar Türk toplumunu başkalaştırma, dönüştürme girişimi olursa olsun halkın yönü hep uygarlığa, çağdaş değerlere dönüktür.
Mayıs ayı başında uluslararası bir araştırma yayımlandı. Halkın büyük çoğunluğu Müslüman olan 39 ülkede 38 bin kişi arasında yapılan araştırmaya göre Afganistan’ın yüzde 99’u, Irak’ın yüzde 91’i, Filistin’in yüzde 89’u, Pakistan’ın yüzde 84’ü,Mısır’ın yüzde 74’ü şeriat kurallarına göre yönetim istiyor. Bu oran Türkiye’de yüzde 12.
Araştırmaya göre yüzde 12 içinde de önemli bir dilim şeriat kurallarının katı uygulanmasını istemiyor.
Araştırmayı yapanlar Türkiye’de öteki ülkelerden farklı çıkan bu sonucu yorumlarken şunun altını çiziyorlar :

“1920’lerde yaşadığı büyük değişim.”

Atatürk’ün, Atatürk devrimlerinin yeri 21. yüzyılda yapılan uluslararası araştırmalarda bile gücünü koruyor.
Ben bu gerçeği dünya gezilerimde de gördüm.
Kendimi hep Atatürk’ün, Atatürk devrimleriyle oluşan kuşakların hizmetçisi saydım.

Bundan sonra da öyle sayacağım.

Sivas Kongresi’ni birinci kurultayı olarak kabul eden Cumhuriyet Halk Partisi’nin soylarında üreterek, yazarak, konuşarak hizmet etmeye devam edeceğim.

Beni ömür boyu demir parmaklıkların ardında tutacak kararlar çıksa da hatta devamında sırat köprüsüne çıkış yasağı konsa da ruhumun özgürlüğünü 
kimseye teslim etmeyeceğim.

Bizden sonraki kuşaklara da bu ruhu özgür devretmenin ölümsüzlük olduğuna, bunun en büyük hizmet olduğuna inanıyorum.

Varlığım, kendimi bir öğrencisi hissettiğim Türk varlığına armağan olsun diyorum.

Mustafa BALBAY

***

17 Nisan 2020 Cuma

Çankayanın Hâkimi , Ahmet Necdet Sezer

Çankaya’nın ‘ Hâkim’i  Ahmet Necdet Sezer ''


 Abdullah Muradoğlu, 

Çankaya'nın Hakimi.,

Son günlerde kamuoyunda yoğun olarak tartışılan "Köşkteki Hakim" kitabının yazarı Abdullah Muradoğlu, Ahmet Necdet Sezer'i henüz Anayasa Mahkemesi başkanı iken mercek altına almaya başladığını söylüyor. Muradoğlu, Anayasa Mahkemesi'nin kuruluş yıldönümlerinde Sezer'in demokratik hukuk devletine ve evrensel insan haklarına yaptığı vurgulardan dolayı birgün Türkiye'nin geleceğinde önemli bir rol oynayacağını düşünmüş. Sezer de, Cumhurbaşkanı seçildiği günden bu yana çizdiği farklı portresiyle Muradoğlu'nu haklı çıkarmış görülüyor. Muradoğlu'nun Yeni Şafak'ta yayınlanan, Sezer'in çocukluğu, okul ve meslek yılları ile cumhurbaşkanlığı dönemini anlatan "Köşkteki Hakim" adlı yazı dizisi şimdi aynı isimle kitaplaştı.Yazarla "Çankaya'nın hakimi"ni konuştuk.

Kitabın öyküsünden başlayalım? Nasıl oldu?

Ahmet Necdet Sezer, Anayasa Mahkemesi Başkanı seçildikten sonra başlayan bir çalışmaydı bu. Görev anlayışı nedeniyle medyatik bir kişi değil. Kurumda uyguladığı tasarruf tedbirleri ve sade bir yaşam tarzıyla dikkat çekti. Anayasa Mahkemesi'nin kuruluş yıldönümlerinde yaptığı konuşmalarla çok farklı bir kişilik olduğu ortaya çıktı. Demokratik hukuk devletine, evrensel insan haklarına ve yargının bağımsızlığına yaptığı vurgulardan Türkiye'nin geleceğinde önemli bir rol oynayacağını tahmin etmek zor değildi. Cumhurbaşkanı adayı olarak ilan edilmesiyle birlikte bu kanım daha da güçlendi. Çalışmama hız kazandıran gelişme Sezer'in Köşk'e çıkmasıyla daha da yoğunlaştı. Basından uzak duran bir insan olarak hayatı hakkında elimizde pek fazla bir veri yoktu. Gazetemizin yönetimi gerekli tüm imkanları kullanma imkanı sağlayınca çalışma kısa sürede bitti. Geçen Aralık ayında çalışmanın önemli bir bölümü on günlük bir dizi olarak yayımlandı ve çok olumlu tepkiler aldı.

Kitap nasıl bir çalışma oldu?

Öncelikli olarak Sayın Sezer'in çocukluk arkadaşları, okuduğu okullar, görev yaptığı yerlerdeki mesai arkadaşlarına ulaştım. Sezer'in kişiliği ve meslek ahlakı hakkında ilginç bilgilere ulaştım. Hem kendisinin hem eşi Semra Hanım'ın yakın akrabalarıyla da görüştüm. Ulaştığım ilk bilgi Semra Hanım'ın İkinci Cumhurbaşkanı İsmet İnönü ile akraba olduğuydu. Semra Hanım'ın ailesinin hem siyasete hem de bürokrasiye önemli isimler kazandıran köklü bir aile olduğunu öğrendim. Sezer hakkında çıkmış yazıları, bilgileri, anekdotları taradım. Elde ettiğim bilgiler Sayın Sezer'in Anayasa Mahkemesi Başkanlığı ve Çankaya'daki altı yedi aylık icraatlarıyla bir araya gelince derli toplu bir biyografi ortaya çıktı. Kitapta Sezer'in Cumhurbaşkanı seçilmesi sürecinde yaşanan tartışmalar ve gelişmelerle ilgili pek çok anekdot da bulunuyor. Bu açıdan zengin bir çalışma.

Kitaba gösterilen ilgi nasıl?

Beklediğimin üstünde bir ilgiyle karşılaştığını söyleyebilirim. Cumhurbaşkanı Sezer, kişiliği, görüşleri ve üslubuyla halkın güvenini kazanmış bir devlet adamı. Hükümetin Cumhurbaşkanının görev süresini kısaltma girişimi sonuçsuz kalırsa Sezer, yedi yıl Çankaya'da. Doğal olarak kamuoyu böyle bir isim hakkında bilgi sahibi olmak istiyor. Cumhurbaşkanı Sezer hakkında yapılmış ilk biyografi çalışması oldu. Geçtiğimiz günlerde Emekli Yargıtay Başsavcısı Vural Savaş'ın yaptığı açıklamalarla ortaya çıkan tartışmalar üstüste gelince kitap bir ilgi odağı oldu. Kitap piyasaya çıkalı bir hafta oldu. Aynı haftada ikinci baskısı yapıldı.

Vural Savaş'ın iddialarına ne diyorsunuz?

Son derece talihsiz, çirkin yakıştırmalar. Sezer'i yakından tanıyan herkes bu açıklamaların gerçeği yansıtmadığını biliyorlar. Çok küçük bir grup dışında toplumun bütün kesimleri ve aydınlar Sezer'i kısa sürede benimsedi. Sezer'in en bariz vasfı hukukçu kimliği. Hukukun özünü kavramış bir insan. Türkiye'de her kurumun hukuka uygun şekilde işlemesini istiyor. Bunu toplumun büyük bir kesimi istiyor. Türkiye'de olağanüstü bir rejim koşullarının devam etmesini isteyenler Cumhurbaşkanı Sezer'i eleştirmeye devam edecekler. Bilinen görüşleri nedeniyle Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin yapıldığı dönemde de hakkında pek çok şey söylendi. Çevik Bir ve Yekta Güngör Özden'in bile 28 Şubat karşıtı olduğunun iddia edildiği bir ülkede her türlü söylenti ve itham ortaya atılabilir. Cumhurbaşkanı Sezer mesleki yaşamı boyunca şaibelere bulaşmamış, temiz bir isim. Yargıçlık yaptığı sürede bir tek davası Yargıtay'dan dönmemiş. Belleklerde kalan en canlı izleri, dürüst, tarafsız, çalışkan, sade bir yargıç olması. Makamını ve ünvanını kişisel işlerinde kullanmamış nadir insanlardan. Sıradan bir yurttaş gibi sade, ayrıcalıksız bir yaşam sürmüş. Sezer'in kamuoyu yoklamalarında güvenilirlik sıralamasında ilk sırada yer almasının temel nedeni de bu sanırım.

Sezer'in kamuoyuna yansıyan portresi nasıl?

Cumhurbaşkanı Sezer, zannedildiğinin tam aksine esprili bir insan. Mesleki yaşamında son derece ciddi ve mesafeli olduğu doğru. Bu onun meslek anlayışının bir gereği. Uyguladığı tasarruf tedbirleri nedeniyle cimri, eli sıkı bir insan olarak sunuldu zaman zaman. Kamu harcamalarında bu doğru. Devletin beş kuruşunun bile gereksiz şekilde harcanmasına karşı. Ama özel yaşamında son derece cömert ve konuksever olduğuna yakın çalışma arkadaşları tanıklık ediyorlar. Lükse düşkün olmayan, şatafata iltifat etmeyen, şöhretten uzak duran bir kişilik. Yine Cumhurbaşkanı Sezer özel ilişkilerinde, esprili ve hazırcevap bir insan. Kendisini dalgaya alacak kadar eleştirel bir kişiliği var. Klasik değerlere bağlı, ama yeniliklere de açık. Her zaman mükemmeli arayan, emeğe büyük değer veren, çalışkan, dürüst, titiz bir insan. Doğru bildiği konularda direngen, hatta sabit fikirli olduğu söylenebilir. Mesleki yaşamının her safhasında bunu gözlemleyebiliyoruz. Başak burcunun özelliklerini taşıyor. Çankaya'daki yakın çalışma arkadaşlarını da kendisine benzeyen nitelikli insanlardan seçiyor. Kitabın bir bölümünde Köşk'teki en yakın çalışma arkadaşlarına ve danışmanlarına ilişkin bilinmeyen pek çok bilgiler de yer alıyor.

Siyasi eğilimleri konusunda neler söylersiniz?

Her insanın siyasal bir eğilimi olması doğal. Cumhurbaşkanı Sezer hakkında CHP'li olduğu konusunda iddialar dile getirildi. Sezer'in en yakın arkadaşlarının sosyal-demokrat ve CHP'li olmaları bu iddiaların dayanağı. Sezer Cumhuriyet kuşağından bir başöğretmen çocuğu. Hukuk Fakültesi'nde öğrencilerin büyük bir çoğunluğu gibi CHP'ye sempati duymuş olabilir. Ama o dönemde siyasal eylemlerden de uzak durabilmiş. Mezun olduktan hemen sonra hakimlik görevine başladığı için siyasal eğilimlerini mesleki yaşamının dışında tutmayı başarmış. Dicle ve Yerköy'de yanında çalışanlar, "Sezer'in siyasi görüşü nedir, hangi partiye oy verirdi bilmezdik" diyorlar. Bir dönemler CHP'ye olan sempatisinin Atatürk'ün kurduğu bir parti olmasından kaynaklandığını düşünüyorum. Sezer'in inançlara saygılı laiklik anlayışı sadece dinsel konulara has değil, hakimlik görevinde de baskın bir nitelik; siyasal eğilimlerini verdiği kararlara yansıtmamak konusunda son derece titiz davranmayı içeriyor. Aynı yaklaşımını Cumhurbaşkanı olarak sürdürdüğü kanısındayım. Bu nedenle Cumhurbaşkanı Sezer'i şu ya da bu partiyle ilişkili göstermek doğru olmaz kanısındayım.

Anka Yayınları, 
Tel: 0 212 513 30 30

ABDULLAH MURADOĞLU KİMDİR?

Abdullah Muradoğlu Tokat'ın Zile İlçesi'nde doğdu. İlk ve orta öğretimini Tokat'ta, lise öğrenimini Kayseri'de tamamladı. İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi, Kamu Yönetimi Bölümü'nden mezun oldu. Yaklaşık on yıldır gazetecilik yapan Muradoğlu, Yeni Şafak gazetesi Haber Merkezi'nde muhabirlik ve araştırmalar yapıyor. Evli, üç çocuk babası.

https://www.yenisafak.com/arsiv/2001/ocak/27/kultur.html


***

9 Şubat 2020 Pazar

Türkiye - Suriye İlişkileri : Türk Dış Politikasında Kırılma Noktası

Türkiye - Suriye İlişkileri : Türk Dış Politikasında Kırılma Noktası 




Demet ŞENBAŞ 

Özet 

Suriye'de Mart 2011'de başlayan ve kısa sürede iç savaş halini alan çatışmalar, Türk dış politikasının ve bölgede kurulan ittifakların kırılganlığını gözler önüne sermiştir. Türkiye Suriye ile 1998 yılında yapılan Adana Mutabakatıyla normalleştirdiği ilişkilerini 2000'de Hafız Esad'ın ölümü ve Ahmet Necdet Sezer'in cenaze törenine katılmasıyla bir adım öteye taşımıştır. AKP döneminde ortaya atılan yeni Türk Dış Politikası çerçevesinde Türkiye Balkanlar ve Kafkaslardan, Rusya ve Kuzey Afrika'ya kadar yakın çevresine açılmıştır. Ancak bu siyaset çevresinde tarih, medeniyet ve coğrafya siyasetine öncelik tanımış ve önceliği Arap dünyasına vermiştir. Bu noktada da Suriye ile ilişkilerini ittifak noktasına getirmiştir. İki ülke yöneticilerinin üst düzeydeki karşılıklı ziyaretleri ve vize uygulamasının kaldırılmasıyla, ticaret hacminde de hızlı artışa neden olan bu ittifaktan Türkiye Araplarla ilişkilerinde yararlanmak isterken Suriye ise ABD ve Avrupa’yla ilişkilerinde Türkiye'den faydalanmak istemiştir. Ancak Ortadoğu Bölgesi ittifakların kırılgan olduğu bir bölgedir. Bölge dinamikleri sürekli değişmektedir. 17 Aralık 2010’da Tunus’ta başlayan ve kısa sürede tüm 
Ortadoğu ülkelerine yayılan Arap Baharı Suriye'ye de sıçramış ve Suriye'yi iç savaşa sürüklerken, Türkiye-Suriye ilişkilerini de çıkmaza sokmuştur. Suriye ile gelinen yeni nokta Türk Dış politikasında önemli bir yeri olan komşularla sıfır sorun politikasından uzaklaşılmasına neden olmuştur. Çalışmada Türkiye-Suriye ilişkilerindeki genel sorunlara değinilecek, Suriye sorunun uluslararası boyutu incelenecek, Türkiye-Suriye ilişkilerinde gelinen noktanın Ortadoğu'ya yönelik dış politikası üzerindeki etkileri üzerinde durulacaktır. 

Giriş 

Türkiye ve Suriye arasında 2000’lere dek süren bir gerginliğin ardından Yüksek 
Düzeyli İşbirliği Antlaşmasına dek varan bir ilerleme söz konusudur. Ancak Arap Baharı olaylarının Suriye’ye yansıması ve Beşar Esad yönetiminin reformlara karşı tutumuyla beraber ilişkiler yeniden 2000 öncesi durumuna dönmüştür. Peki bir düşüşün, yükselişin ve yeniden düşüşün böyle keskin yaşandığı Türkiye’nin en uzun sınır komşusuyla ileriye dönük sorunlar ne olabilir? Çalışmada ikili ilişkilerin dününe ve bugününe değinecek, uluslararası ortamda Suriye sorununa karşı takınılan tutumlar değerlendirilecek ve günümüzde Suriye üzerinden yürütülen parçalanma senaryolarının Türkiye dış politikası üzerindeki etkisi 
üzerinde durulacaktır. 

Türkiye-Suriye İlişkilerindeki Genel Sorunlar ve İlişkilerin Yükselişi ve Düşüşü 

Suriye ve Türkiye ilişkilerinde Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasından itibaren bir takım sorunlar ortaya çıkmıştır. Bunlar, Suriye’nin Büyük Suriye Devleti’ni kurma politikası çerçevesinde önemli limanlara sahip Hatay üzerinde hak iddia etmesinden kaynaklanan Hatay sorunu, Fırat ve Dicle Nehirlerindeki suyun paylaşımından doğan su sorunu ve Suriye’nin bir Ermeni terör örtü olan ASALA 236 ve Kürt terör örgütü olan PKK 237ya destek vermesiyle ortaya çıkan terör sorunudur. Hatay eski bir Suriye toprağıdır Türkiye sınırları içine dahil 
olmuştur. Hatay’ı “benim şahsi meselem” olarak adlandıran Mustafa Kemal Atatürk’ün İkinci Dünya Savaşı sürecinde oluşan dış konjonktürü iyi kullanması sonucunda 23 Haziran 1939’ta Hatay Suriye’den kopmuş ve Türkiye’ye katılmıştır.238 Ancak Suriye’nin eski Suriye toprakları üzerinde kurmak istediği “Büyük Suriye İdeali” çerçevesinde oluşan Hatay iddiala rı Suriye ve Türkiye arasındaki problemlerin başında yer almaktadır.239 
Özellikle Büyük Suriye Devleti’ni oluşturma politikalarının aktifleştiği 1950 yılından sonra Hatay konusu tekrar gündeme taşınmaya çalışılmıştır.240 

Türkiye ve Suriye arasındaki su sorunu öncelikle Fırat ve Dicle Nehri’nin tanımıyla ilgili yaşanmaktadır. Suriye iki nehrin uluslararası su olduğunu eşit paylaşılması gerektiğini ve üzerinde kazanılmış hakları olduğunu savunmakta ,241 Türkiye ise sınıraşan su olduğunu ve nehrin sularının kendi bölgesinden geçen noktalarda egemenlik hakkına sahip olduğunu savunmaktadır.242 

Türkiye’nin 1983’te başlattığı GAP projesi iki ülkenin su sorununu zirve 
noktaya ulaştırmıştır. Suriye tarımsal sulamadan dönen suların kalitesinin bozulacağını iddia etmekte ve Türkiye’nin vermeyi yükümlendiği suyun miktarını azaltacağını savunmaktadır ve su ve teröre destek konusunu iç içe geçirmiştir. 

Suriye, ASALA’ya verdiği desteğin ASALA’nın dağılmasıyla kesilmesinin 
ardından 243 1980 sonrasında PKK’ya destek vermeye başlamıştır. PKK terör örgütünün merkezinin Şam’a yerleşmesi Türkiye ve Suriye arasında ciddi sorunlara neden olmuştur. 
PKK terör örgütü lideri Abdullah Öcalan’a uzun yıllar boyunca barınma imkanı sağlayan Suriye Türkiye ile 1998 yılında savaşın eşiğine dek gelmiştir.244 Suriye’nin Abdullah Öcalan’ı sınır dışı etmesiyle imzalanan Adana Mutabakatı ile birlikte Türkiye-Suriye ilişkileri gelişmeye başlamıştır. 245 

Irak Savaşı Türkiye ile Suriye’nin ortak tehdit ve ilgi alanlarının oluşmasına ve 
ABD’nin Suriye’ye karşı izlediği politika Suriye’nin Türkiye’ye yakınlaşmasına neden olmuştur. Türkiye Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu ile yeniden şekillenen Orta Doğu’ya yönelik Türk dış politikası, bazı kesimlerce yumuşak gücünün kaynağı olarak isimlendirilen Türkiye ile diğer Ortadoğu ülkelerinin siyasi, coğrafi ve kültürel benzerliklerini diplomasi anlayışıyla ortak çıkarlara ve işbirliğine dönüştürmek üzerine kurulmuştur. Amerika’nın Büyük Ortadoğu Projesi de Türkiye’nin Ortadoğu’ya yönelirken arkasını sağlama almasını ve daha rahat hareket etmesini sağlamıştır. 

Ancak Türkiye’nin bölgedeki siyasi ve ekonomik gücünün sınırlarını, bölgedeki 
devletlerle kurulan karşılıklı işbirliği ve dayanışmanın sürekliliği belirlemektedir. Bölgenin dinamik yapısı Ahmet Davutoğlu’nun diplomasi ve bölgesel işbirliğine dayalı teorisine hem olumlu hem olumsuz yönde etki etmektedir. Bu dinamik yapı iyi yönetildiği zaman Türkiye’nin dış siyasetinde önemli fırsat alanları ortaya çıkarabilir ve gücü yayılabilir. Diğer yandan dinamik yapı bölgesel çatışmayı ve ikili krizleri yükseltmektedir ve Türkiye’nin dış siyasetteki manevra alanını sınırlanmaktadır. Ahmet Davutoğlu’nun komşularla sıfır sorun teorisinin zayıf noktaları bunlardır. 

2000’lerin başından 2009’a kadar, Türkiye-Suriye ilişkileri Irak’ın işgali, ABD 
baskıları ve Lübnan kriziyle gelişmeye başlamış, diyalog süreci arttırılmış ve iki ülke arasındaki olumsuzluklar ve önyargılar azaltılmış, iki ülke işbirliği düzeyinden yüksek düzeyli stratejik işbirliği düzeyine gelmiştir. 2009’da imzalanan Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi Anlaşması Ortadoğu'nun geneli açısından oldukça önemli bir olaydır. 246 

Arap Baharı olayları 15 Mart 2011 tarihinden beri Suriye’ye de sıçramıştır. 
Türkiye’deki bazı sivil toplum kuruluşları yoluyla Suriyeli Müslüman Kardeşler üyelerinin İstanbul’da bir basın açıklaması yapması iki ülke ilişkilerinde kurulan güvenlik ilişkilerinin zarar görmesine yol açan süreci başlatmıştır. Cisr eş-Şugur kasabasında 120 Suriye güvenlik görevlisinin öldürülmüş ve ardından Suriye-Türkiye sınırında bir kitlesel göç hareketi başlamıştır. Çok kısa bir sürede 10 binden fazla Suriyeli Hatay sınırından Türkiye’ye geçmiştir. Böylece Türkiye, Suriye’deki gelişmelere doğrudan müdahil olmak zorunda kalmıştır.247 

9 Ağustos 2011’de Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun Şam ziyaretiyle beraber ikili 
ilişkiler yeni bir döneme girmiştir. Davutoğlu Esad’ı değişime çağırmış, Esad ise 
reddetmiştir.248 Ulusal Konsey Örgütlenmesi, Konseyin kurulması ve tüm muhalifleri bir çatı altında toplama girişimlerine Türkiye’nin vermiş olduğu destek ve Özgür Suriye Ordusu adı altındaki silahlı örgütlenmeye destek vermesi, Türkiye’nin Suriye’deki iktidar mücadelesinde aktif bir rol oynamaya çalıştığının göstergesidir.249 

Gelişmelere bakıldığında Suriye’nin parçalanması Ortadoğu açısından büyük sonuçlar doğurabilir. Suriye Ortadoğu bölgesinde ve Arap Dünyasında önemli bir stratejik konuma sahiptir. Türkiye, Irak, Lübnan, Ürdün ve İsrail ile komşudur. Parçalanmış Suriye’nin Orta doğu daki dengeleri ciddi anlamda değiştirecektir. Şam yönetimi, Orta doğu’daki birçok sorunun çözümü konusunda anahtar rol oynamaktadır. Suriye’nin Filistin-İsrail sorunu ve Filistin’in kendi içerisinde yaşadığı birçok meselede takındığı tutum diğer Ortadoğu ülkeleri açısından önemsenmektedir. Lübnan konusunda Suriye’nin Hizbullah Örgütü üzerindeki 
etkisi tartışılmazdır. Yeni Suriye hükümetinin bu konudaki tutumu Lübnan’ın geleceği açısından önem taşıyacaktır. 

Suriye Sorununun Uluslararası Boyutu 

2011 Mart’ında başlayan olaylar farklı ülkeler tarafından farklı algılanmıştır. Suudi Arabistan’ın desteklediği Al Arabia ve Katar’ın desteklediği Al-Jezeera olayları geniş ölçekli göstererek Suriye hükümetini suçlarken Hizbullah’a bağlı Al Manar ve İran’a bağlı Press TV muhalifleri suçlamıştır. ABD ve AB ülkeleri Esad rejimine karşı yaptırım kararı alırken Türkiye Kasım 2011’de Suriye’ye yaptırım uygulayan ülkeler arasına katılmıştır. Bu ülkeler baskılarını artırmak için Tunus, Fransa ve Türkiye’de Suriye’nin Dostları toplantıları düzenlemeye başlamıştır. Diğer taraftan İran doğrudan Esad yönetimini desteklemektedir. Rusya ve Çin de İran’la beraber Esad rejimini destekleyen ülkeler arasında yeralmıştır. Şubat 
2012’de BM Güvenlik Konseyi’nin Suriye ile ilgili almaya çalıştığı dış mücadeleye açık kapı bırakan karar yasasını reddetmiş, Nisan 2012’de Annan Misyonu kapsamında Suriye’ye gözlemci gönderilmesine dönük karar tasarısı oylamasında dış müdahale konusunda dikkatli davranmışlardır.250 

BM Genel Sekreterliği olayların başladığı andan itibaren Esad’ı kınamış ve reform çağrısı yapmıştır. ABD ve Fransa gibi ülkeler sert bir uyarı üzerinde dururken Rusya ve Çin karşı çıkmıştır. Bu nedenle Güvenlik Konseyi Genel Sekreteri Kofi Annan Mart 2012’de BM ve Arap Birliği Suriye Özel Temsilcisi olarak Şam’da Beşar Esad ile doğrudan görüşmede bulunmuş ve 21 Mart 2012 günü Tüm Konsey üyeleri tarafından kabul edilerek Annan Planı  açıklanmış tır. 251 Annan Planının kabulünden sonra 12 Nisan’da Esad yönetimi ateşkes ilan 
ettiğini belirtmiştir. Ancak çatışma ve müdahale haberleri tekrar gelmeye başlamıştır. Dolayısıyla Annan Planı başarıya ulaşamamıştır.252 

2011 yılının sonunda ABD Suriye’ye uyguladığı yaptırımları genişletmiş ve Esad’a çekilme çağrıları yapmıştır. 7 Mart 2012’de ise BM’den karar çıkartılamaması üzerine Suriye için askeri müdahale dahil tüm seçeneklerin masada olduğu ABD Savunma Bakanı Leon E. Panetta tarafından belirtilmiştir ayrıca muhaliflere maddi ve manevi tüm desteklerini arttıracaklarını da sözlerine eklemiştir. Ancak Obama Suriye’ye yapılacak bir müdahalenin hata olacağını açıklamıştır. Her ne kadar Savunma Bakanı tüm görüşlerin masada olduğunu 
söylese de kısa vadede böyle bir seçenek olmadığı görülmüştür. ABD yönetimi Suriye’de bir rejim değişikliğini kaçınılmaz görmekte ve doğrudan bir çatışmaya girmeden sorunu aşmaya çalışmaktadır.253 

Suriye Sorununun Türkiye’nin Ortadoğu’ya Yönelik Politikalarına Etkisi 

Türkiye’nin Orta Doğu’ya yönelik siyasetinin anahtarı olan Suriye parçalanması veya kısa bir süre sonra başka siyasi aktörlerin Türkiye’nin Suriye’deki nüfuzunu ele geçirecek olması Türkiye’yi Suriye’deki kaostan en çok etkilenen ülkelerden biri haline getirecektir. Türkiye Suriye ile geniş bir sınıra sahiptir ve parçalan ması durumunda ülkenin kimlerin yönetimine gireceği ve dış politika açısından takınacağı tutum Türkiye’nin güvenliğini etkileyebilir. Türkiye’nin kendi içinde dış politikasını ve güvenliğini etkileyen önemli bir zaafı vardır: 

Kürt sorunu. Suriye’de yeni kurulacak yapının Kürt sorununa bakışı ve bağımsız Kürdistan konusundaki fikirleri önem taşımaktadır. Esad yönetimi Kürdistan’a karşıdır ve bu duruş iki ülkenin bu derece yakınlaşmasında önemli bir alt yapıyı oluşturmuştur. Yeni yönetimin bağımsız bir Kürdistan’a olumlu bakışı Türkiye’nin Suriye ile ilişkilerini sınırlandırabilir. Bunun yanı sıra Türkiye’nin Suriye üzerindeki etkinliğini kaybetmesi riski Ahmet Davutoğlu’nun komşularla sıfır sorun siyasetinin etkisizleştiğini ve Türkiye’nin sıfır sorundan etrafı sorunlarla çevrili bir ortama sürüklendiğini göstermektedir. 

Sonuç 

Suriye Arap Cumhuriyeti homojenliği yüksek yapıda bir ülke olmasına rağmen ülkede Hafız Esad ile başlayan ve oğlu Beşar Esad ile devam eden Nusayri egemenliği söz konusudur. Bir azınlık grup tarafından yönetilen Suriye’de bu durum daima kanamaya hazır bir yara halini almıştır. Günümüzde Arap Baharı olaylarının bu bölgeye de sıçramış olması ülkenin bu homojen yapısının dış güçler tarafından daima canlı tutulmuş olmasının bir sonucudur. 

Suriye bulunduğu jeopolitik konum ve Hizbullah’a verdiği lojistik destek ve İran’la sürdürülen müttefiklik düzeyinde ilişkiler, İsrail düşmanlığının ortak paydasında buluşma gibi nedenlerle Ortadoğu politikalarında daima söz sahibi olmuştur. Bu durum Suriye’nin önemini Batı nezdinde de arttırmaktadır. ABD tarafından haydut devlet ilan edilen Suriye, İran’la olan dostluğu, Hizbullah desteği ve önemli jeopolitik konumu nedeniyle daima kontrol altında tutulması gerektiği fikri Batı ülkelerinde mevcuttur. Bu çerçevede Batı tarafından 2000’li 
yıllarda Suriye’yle sorunların çoğunlukla ortadan kalkmış olduğu Türkiye’ye Suriye’nin reform sürecini hızlandırarak uluslararası ortama entegre olmasını sağlama görevi verilmiştir. 

Ancak Esad rejimi bu süreci gerekli hız ve istekle gerçekleştirmemiş ve iç fraksiyonların kullanılmasıyla birlikte Suriye bugünkü iç savaş durumunu almıştır. 

Suriye’de parçalanmaya yönelik bir eğilim olduğu herkes tarafından bilinmektedir. Bölgede son günlerde ortaya çıkan Işid faktörü ve bölgede kurulabilecek Suriye’den de toprak alarak oluşturulması planlanan bir Kürt Devleti ihtimali, Türkiye’nin politika alanını sınırlandırmaktadır. Bu tip, sorunlarla dolu bir geçmişe sahip olan ülkelerle ilişkilerde güven kurulması zordur. 

Dolayısıyla doğru yaklaşım devletlerin sadece liderleriyle değil, halkıyla ilişkiye geçmektir. Bunu da günümüzde en iyi sağlayan faktör ticarettir. Yeni oluşacak 
bölgesel ve nispeten küçük fraksiyonlarla kurulacak yatırım ve ticaret ilişkileri ve etnik ve dini kimliklere yönelik olmayan politika geliştirmek, bu devletlerle oluşacak ilişkileri iyi yönde sürdürmekte faydalı olabilir. 

Tabi ki bunu yaparken, karşılıklı güven sağlanması için ikili ilişkilerdeki temel sorunlara da çözüm getirilmeye çalışılmalıdır. 

Kaynaklar 

Anadol, Cemal, Tarih Boyunca Türk-Ermeni Meselesi, Bilge Karınca Yayınları, İstanbul, 2007 

Arı, Tayyar, “Geçmişten Günümüze Ortadoğu Siyaset, Savaş ve Diplomasi”; Alfa Yayınları, İstanbul, 2007. 

Atlıoğlu, Yasin, Türkiye’nin Suriye Siyasetindeki Çıkmazları, Bilgesam, 23 Haziran 2011 

Ayhan, Veysel, “Türkiye-Suriye İlişkilerinde Yeni Bir Dönem: Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi”, Ortadoğu Analiz, Kasım 2009, cilt:1, sayı:11. 

Ayhan, Veysel, “Arap Baharı”, MKM Yayınları, Bursa, 2012. 

Çavdar, Cengiz, “Dağdan İniş, PKK nasıl silah bırakır? Kürt Sorununun Şiddetten Arındırılması” TESEV Analiz, Haziran, 2011. 

Dursun, Abdülkadir, “Sınıraşan Sular Fırat ve Dicle Nehirlerinin Türkiye, Suriye ve Irak İlişkileri Üzerine Etkileri, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Isparta, 2006. 

Erciyes, Erdem, “Ortadoğu Denkleminde Türkiye-Suriye İlişkileri”, IQ Kültür Sanat Yayıncılık, İstanbul, Şubat 2004. 

Fırat, Melek, Kürkçüoğlu, Ömer, “Batı Avrupa’yla İlişkiler”, Türk Dış Politikası: Kurtuluş Savaşı’ndan Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar Cilt:1, 15. baskı, İstanbul, 2009. 

İbas, Selahattin, “ Türkiye-Suriye İlişkilerinin Tarihi”, Ortadoğu Siyasetinde Suriye, Editör: Türel Yılmaz, Mehmet Şahin, Ankara, Ekim 2004. 

Olson, Robert, “Türkiye’nin Suriye, İsrail ve Rusya ile İlişkileri: 1979-2001”, çev. Süleyman Elik, Orient Yayınları, Ankara, 2005. 

Şalvarcı, Yakup, “Pax Aqualis, Türkiye-Suriye-İsrail İlişkileri, Su Sorunu ve Ortadoğu”, Zaman Kitap, Şubat, 2003. 

Umar, Ömer Osman “Türkiye-Suriye İlişkileri (1918-1940)”, TC. Fırat Üniversitesi Ortadoğu Araştırmaları Merkezi Yayınları, Tarih Şubesi Yayınları, no:3, Elazığ, 2003. 

Euronews, 
http://tr.euronews.com/2011/11/30/turkiye-den-suriye-ye-9-maddelik-yaptirim/, (Erişim: 04.09.2014) 


 BU BÖLÜM DİPNOTLARI;

236 ASALA İngilizce Armenian Secret Army for the Liberation of Armenia tamlamasının kısaltmasıdır; Ermenistan'ın Kurtuluşu için Ermeni Gizli Ordusu anlamına gelen, 1973 ve 1985 yılları arasında, Türkiye dahil 16 farklı ülkede Türk ve diğer mülki ve diplomatik hedeflere karşı terör eylemlerinde bulunmuş solcu ve aşırı milliyetçi Ermeni terör örgütüdür. Daha geniş bilgi için bknz. Anadol, Cemal, Tarih Boyunca Türk-Ermeni Meselesi, Bilge Karınca Yayınları, İstanbul, 2007 
237 Kürtçe Partiya Karkerên Kurdistan anlamına gelen ve Türkçe’de Kürdistan İşçi Partisi olarak bilinen PKK, Türkiye'nin doğu ve güneydoğusu, Irak'ın kuzeyi, Suriye'nin kuzeydoğusu ve İran'ın kuzeybatısını kapsayan bölgede bir devlet kurmayı amaçlayan ve bu amaçla söz konusu toprakların Türkiye sınırları dahilinde kalan kısmına sahip olabilmek için eylem yapan yasadışı silahlı örgüt. 1974 yılında Abdullah Öcalan tarafından kurulan PKK'nın ideolojisi, Marksizm-Leninizm üzerine kuruludur. PKK'nın başlangıçtaki amacı; Kürdistan diye tanımlanan, Kürtlerin de yaşadığı, Türkiye'nin doğu ve güneydoğusu, Irak'ın 
kuzeyi, Suriye'nin kuzeydoğusu ve İran’ın kuzeybatısındaki bölgede, 
bağımsız sosyalist bir Kürt devleti kurmaktır. Ayrıntılı bilgi için bknz. Çavdar, Cengiz, “Dağdan İniş, PKK nasıl silah bırakır? Kürt Sorununun Şiddetten Arındırılması” TESEV Analiz, Haziran, 2011. 
238 Fırat, Melek, Kürkçüoğlu, Ömer, a.g.e., s. 291 
239 İbas, Selahattin, “ Türkiye-Suriye İlişkilerinin Tarihi”, Ortadoğu Siyasetinde Suriye, Editör: Türel Yılmaz, Mehmet Şahin, Ankara, Ekim 2004, s. 59 
240 Umar, Ömer Osman, a.g.e., s. 250 
241 Dursun, Abdülkadir, “Sınıraşan Sular Fırat ve Dicle Nehirleri’nin Türkiye, Suriye ve Irak İlişkileri Üzerine Etkileri, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Isparta, 2006, s. 25 
242 Şalvarcı, Yakup, “Pax Aqualis, Türkiye-Suriye-İsrail İlişkileri, Su Sorunu ve Ortadoğu”, Zaman Kitap, Şubat, 2003, s. 35 
243 Erciyes, Erdem, “Ortadoğu Denkleminde Türkiye-Suriye İlişkileri”, IQ Kültür Sanat Yayıncılık, Şubat 2004, İstanbul, s. 103 
244 Arı, Tayyar, “Geçmişten Günümüze Ortadoğu Siyaset, Savaş ve Diplomasi”; Alfa Yayınları, İstanbul, 2007, s. 648 
245 Olson, Robert, “Türkiye’nin Suriye, İsrail ve Rusya ile İlişkileri: 1979-2001”, çev. Süleyman Elik, Orient Yayınları, Ankara, 2005, s.12 
246 Ayhan, Veysel, “Türkiye-Suriye İlişkilerinde Yeni Bir Dönem: Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi”, Ortadoğu Analiz, Kasım 2009, cilt:1, sayı:11, s. 31 
247 Atlıoğlu, Yasin, a.g.e., s.3 
248 Ayhan, Veysel, a.g.e., s. 425-35 
249 Ayhan, Veysel, a.g.e. , s. 438-42 
250 Ayhan, Veysel, a.g.e., s. 398-99 
251 Ayhan, Veysel, a.g.e., s. 398-403 
252 Ayhan, Veysel, a.g.e., s. 404-6 
253 Ayhan, Veysel, a.g.e., s. 406-10 


***

6 Kasım 2017 Pazartesi

28 ŞUBAT'IN SAVCISI BENİM, BİR TEK BENİM İFADEME BAŞVURULMADI BÖLÜM 3

28 ŞUBAT'IN SAVCISI BENİM, BİR TEK BENİM İFADEME BAŞVURULMADI BÖLÜM 3



“ATATÜRK ZAMANINDA VATAN HAİNLİĞİNİN CEZASI KOMÜNİZM PROPAGANDASINDAN DAHA AĞIRDI”

“ECEVİT YASAYI DEĞİŞTİRMESEYDİ AKP KAPATILMIŞTI”

“28 ŞUBAT ÖNCESİ, SONRASI YAPILANLAR AKP'NİN İŞİNE YARAMIŞTIR”

“AKP KAPATILSAYDI, YARGIYI ELE GEÇİREMEYECEKLERDİ”

Türkiye Cumhuriyetinin temelleri çok sağlam atılmıştır. Meclisin ilk çıkarttığı yasalardan biri, “İhanet-i Vataniye yasasıdır. Birkaç değişiklik yaptırmıştır ve Atatürk, yasa gereği dini siyaset alet edenleri vatan haini olarak kabul etmiştir. 163.madde çok önemlidir. 163. Madde bizim Anayasamızın 24 son maddesiyle kelime kelime aynıdır. “Hiç kimse dini istismar edemez” Ve çok ağır cezası vardı. Atatürk zamanında bu 163. Madde vardı ve komünizm propagandasından bile cezası ağırdı. Demokrat parti bunun cezasını daha da ağırlaştırdı. Ve 11 sayılı yasa ile de hem 163.madde vatana ihanet, bölücülük kapsamında kabul edildi. Özal zamanında hem ihanet-i vataniye yasası hem de 163. Madde yürürlükten kaldırıldı. Dolayısıyla dini siyasete alet eden kişiler vatan haini olmaktan çıktı ve bu kişilere karşı bir cezai müeyyide uygulamaya imkan kalmadı. Halkı kışkırtma gibi esasları kapsayan bir 312. Madde kaldı. Onu da Tayyip Erdoğan’ın mahkumiyeti var diye, o suçtan mahkum olanlar partiye üye bile olamıyor diye Deniz Baykal öncülük yaptı, o da kuşa çevrildi…kala kala bir parti kapatma müeyyidesi vardı. Ecevit, kapatılma oylamasını 6’ya 5’ten, 7’ye ‘e çıkarttı. 7’ye 5’e çıkartmasaydı şimdi AKP kapatılmıştı. 6’ya 5 kapatılsın diye oy kullandı. Kapatılsaydı, Tayyip Erdoğan’ın milletvekilliği, dolayısıyla Başbakanlığı düşecekti. Hakkında bekleyen dosyalar açılacaktı, yargıya hesap veren kişi o olacaktı, pek çok kişinin milletvekilliği düşeceği için Anayasa değişikliği meclisten geçemeyecek, yargıyı ele geçiremeyeceklerdi. 28 Şubat öncesi, sonrası yapılanlar hep AKP'nin işine yaramıştır. 

“ERDOĞAN’IN SİİRT’TEKİ SEÇİME KATILMASINA İMKAN YOKTU”

Deniz Baykal’ın da onayıyla Erdoğan’ın yasakları kaldırıldı. Fakat milletvekili olmasına yine de imkan yoktu, Siirt’te bir milletvekili istifa ettirildi, fakat yasa diyor ki:” Bir yerde yenileme yapılırsa, eskiden seçime katılanlar yeniden katılabilir” Recep Tayip Erdoğan’ın yasalarımız gereği Siirt’teki seçime katılmasına imkan yoktu. Yüksek Seçim Kurulu yasayı ihlal ederek seçime girmesine izin verdi, hatta YSK Başkanı: “Hukuki değil siyasi bir karar verdik” dedi. Ve çok ilginç, onun YSK’da görüşüleceği zaman tarihte ilk defa Amerikan Büyükelçisi Edelman YSK’yı ziyaret etti. “Gereğini yapın, Erdoğan seçimlere girsin vs” diye. Anayasa Mahkemesi “1’e karşı 11 oyla bu partinin laikliğe aykırı eylemlerin odağı haline gelmiştir, dedi ama çoğunluk: “Laikliğe aykırı eylemlerin odağı haline gelmiştir ama devlet yardımını az alsın, ülkeyi yönetmeye devam etsin” Çünkü meclis çoğunluğu da elinde, yasayı değiştirmeye gücü var….Tamam deliller yeterli değil, dersin, partiyi kapatmazsın bunu saygıyla karşılarız ama bir yandan laikliğe aykırı eylemlerin odağı haline gelmiş bir partidir diyeceksin ama Türkiye’yi yönetmeye devam etsin dediğin zaman yaşadığımız ve bundan sonra yaşayacağımız her şeyin önünü açmış olursun. Tüm bunlar 28 Şubat sürecinde yapılıyor, bu yargıdan niye bu kadar şikayet ediyorlar, sanki askeri vesayet varmış gibi…her şey hepimizin gözü önünde.

“ŞİMDİ BAŞSAVCI OLSAM, HİÇBİR PARTİNİN KAPATILMASI İÇİN DAVA AÇMAM”

Vatana hainliği dedik de…“Öcalan’ın yargılanacağı sırada, “Apo için vatana ihanet dosyası yeter” demiştiniz. Bugün Vatana İhanetin yerini alan başlıkları nasıl görüyorsunuz? Öcalan’a verilecek tavizler vatanı ihanet döngüsünden kurtarır mı?

Gerek ihanet-i vataniye kaldırılarak, gerek vatana ihanet kabul edilen 163.madde kaldırılınca Vatan’a İhanet kavram olarak suç olmaktan çıktı. Hukukumuzda “Vatana ihanet” diye bir suç yok. Ancak Cumhurbaşkanı vatana ihanetten yargılanabilir deniyor. Ne yaparsa vatana ihanet sayılacağı hususunda Erdoğan Teziç dahil pek çok bilim adamı çok ciddi makaleler yazdı. Eski uygulamalardan faydalanabileceğini söylüyorlar. Neler vatana ihanet kabul edilmiş: Dini siyasete alet etmek, Türkiye’yi bölmeye çalışmayı kabul etmiş…ama yine de bunu taktir edecek TBMM’dir çünkü savcı dava açmayacak. Son Anayasa deşikliğinden sonra parti kapatma davası açmanın hiçbir anlamı kalmadı. Şimdi Başsavcı olsam, hiçbir partinin kapatılması için dava açmam. Çünkü yasaya göre, bir parti kapatılsa dahi hiç kimseye siyasi yasak gelmeyecek, milletvekillikleri düşmeyecek. AKP kapatılsa, Recep Tayyip Erdoğan’ın milletvekilliği düşmeyecek, Başbakan olarak kalacak, partinin ismi değişecek vs. 163 kalkınca neye dayanarak dava açacaksın? 


“ 5 YIL İÇİNDE TÜRKİYE FİİLEN BÖLÜNÜR ”

“ TAVİZLER, TÜRKİYE’NİN PARÇALANMASINI HIZLANDIRIR ”

Müzakere yürütülen kişilerin ne yapmak istedikleri ortada. Bunlara verilecek tavizlerle Türkiye’nin parçalanması hızlanır. Gidiş gidiş değil. Cüneyt Özdemir ile iddiaya girdik. Yapılan uygulamalar, dış güdümlü politikalar, buna destek veren güçlerin etkinliğini göz önünde bulundurarak söylüyorum: 5 yıl içinde Türkiye fiilen bölünür. Cüneyt Özdemir, “Vural Bey bu kaseti saklayacağım, 5 sene sonra yayınlayacağım” dedi. Türkiye bölünmezse en çok ben sevinirim. Şimdiye kadar söylediğim hiçbir şeyden mahcup olmadım. Mahcup olmayı temenni ediyorum. Kağıt üzerinde bölünmese dahi, Türkiye’nin toprak bütünlüğünü 5 yıl içinde bozulacağına inanıyorum. Kademe kademe yapılan uygulamalarla laikliğin de elden gittiğini düşünüyorum. Her şey arzu etmediğimiz bir düzenin kurulması için yapılıyor. Fakat Türk vatandaşlarımızın, özellikle kadınlarımızın şunu hiç unutmaması lazım. Şu anda kadınlarımız için en katı kurallar Afganistan’da uygulanıyor. Yanında erkek olmadan dışarı çıkmak yasak, okuması yasak…Taliban el koymadan Afganistan’daki durum şuydu: Doktorların %50’si, öğretmenlerin %70’i kadındı. Şu anda liberal pek çok aydın yetmez ama evet oyu kullanıp, Türkiye’yi bu hale getirdikleri için sızlanmalara başladılar. Bunları destekleyenlerin %90’ı 5 sene sonra –zaten ağızlarını açıp bir şey söylemeyezler de- hepsi(özellikle kadınlarımız) pişman olacaklardır. 

“ERDOĞAN, MECLİSİ FESİH ETME YETKİSİ İSTİYOR”

1932 Mis Turkey güzeli Keriman Halis, M. Kemal’e çektiği telgrafta Atatürk’ün dini siyasete alet eden siyasetçiler için, “Vatan Haini” ifadesini kullanmış. Din, siyasetin tekelinden çıkartıldığında, askeri vesayetten kurtulmanın verdiği rahatlığın aynısını yaşayacak mıyız?

Türkiye’de gerçek bir demokrasi olsaydı, askerlerin bizim de tasvip etmediğimiz girişimlerde bulunmasının ortamı olmayacaktı. Ama ne doğru dürüst bir seçim sistemi olur, o sisteme rağmen ne ön seçim doğru dürüst yapılır… bunu daha da pekiştirecek adımlar atılıyor. O çok eleştirilen Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt, Taslağa göre, Anayasa’da değişiklik yapılacak, Atatürk’e Recep Tayyip Erdoğan’ın istediği gibi meclisi fesih etme yetkisi verilecek. Mahmut Esat Bozkurt: “Bu hiçbir zaman parlamenter sistemle bağdaşmaz” diyor ve onun karşı çıkışıyla bu taslaktan çıkartılıyor. Ve Erdoğan’ın istediği değişiklikler, meclisi fesih etme yetkisi hangi Başkanlık sisteminde var? Yargıtay üyesini veya Anayasa Mahkemesi üyesini Başkan seçecek, diyor. Almanya’da bütün Anayasa Mahkemesi üyelerini meclis seçiyor. Ama 2/3 çoğunlukla seçiliyor. Bizde ombudsman dahil hepsi oy çokluğu ile yani AKP kimi isterse? Getirilen bir takım yasa çıkarma yetkileri dünyanın hiçbir yerinde yok. Belki hitler hariç Anayasa ile hiç kimseye böyle yetki verilmemiştir. O yetki verilen kişilerin de ülkelerini ne hale getirdiğini de tarih kaydediyor. Taslağı hazırlamak dahi niyetin açık göstergesi değilse biz hiçbir şeyden anlamıyoruz. Şu anda Anayasa değişikliği ile herkesin uygulamalarından şikayet ettiği yepyeni bir yargı düzeni kurulmadı mı? Siz Anayasa Mahkemesinin, AKP'nin önem verdiği bir yasayı iptal edeceğine inanıyor musunuz? Ona rağmen her şeyi ben tayin edeceğim durumu var. Bunun için en son meclisteki bölücü partiyle anlaşması konuşuluyor. Onların ne isteyeceği belli. Bu tarafın ne isteyeceği belli. Allah sonumuzu hayır etsin. 


“AKP, CUMHURBAŞKANININ HERŞEYİ YAPABİLECEĞİ BİR SİSTEM İSTİYOR”

Başkanlık sistemi için ne tür kaygılar besliyorsunuz?

Başkanlık sistemi zaten bize özgü. Başkanlık sisteminin başarıyla uygulandığı görülen tek ülke ABD. ABD’de de Başkan’ın meclisi fesih etme yetkisi var mı? Atadığı senatonun onayı olmadan Yüksek Mahkeme üyesi seçilebilir mi? Almanya’da meclis seçiyor ama 2/3 çoğunluk dediğiniz zaman mecliste bulunan her partinin oyu gerekiyor. Orada barajlar düşük. Bizde öyle bir sistem kurulmaya çalışıyor ki, AKP, onun seçtiği veya halkın seçtiği Cumhurbaşkanı her türlü icraatı(kanun hükmünde kararnameler çıkartmak dahil) her şeyi yapabilecek. 


“HUKUKÇULARIN ÇAĞDAŞ HUKUKU YAKINDAN TAKİP ETMEME SORUNU VAR”

Peki Ergenekon ve Balyoz tutuklularına gelelim…Uzun tutukluluk süreleri için nasıl bir yasal düzenleme yapmak lazım?

Hukukçuların çağdaş hukuku yakından takip etmeme sorunu var. Ceza Mahkemeleri usulü kanununda bizden önce en önemli değişikliği 1989’da İtalya yaptı. Aynen kabul etsek hiçbir meselenin kalmayacağı 275.maddesinde şu hüküm var: “Olağanüstü büyük önleme zaruriyetinin varlığı dışında şu hallerde tutuklamaya başvurulamaz. Sanığın hamile olması, emzikli anne olması, ağır hasta olması veya 65 yaşından büyük olması. Fakat Amerika daha ileri gidiyor, diyor ki: “Tutuklama kararı bir kişi hakkında verildikten sonra 30 gün içinde mutlaka iddianame düzenlenecek, bundan sonra en geç 70 gün içinde dava bitirilecek” 


“TÜRKİYE, HUKUK DEVLETİ OLMAKTAN ÇIKMIŞTIR.”

Parti kapatılamıyor ama bir gün Ergenekon olayı, ‘Keser döner sap döner gün gelir hesap döner” atasözünde olduğu gibi bir gün tersine dönebilir mi?

Fehmi Koru’nun yazdığı şey şuydu: “Ergenekon soruşturmaları, Bush-Erdoğan görüşmesinde kararlaştırıldı.” Ondan sonra yapılanlar: Kim tahliye kararı vermişse uzaklaştırıldı veya sürüldü. Dün ilk defa şikayet üzerine bunca hukuksuzluk yapan Savcılardan biri hakkında soruşturma başlatıldı. Türkiye hakikaten şu andaki kadar hukuka aykırı pozisyon içine girmemişti. Avukatlardan öğrendiğimiz kadarıyla, mahkeme en sonunda değerlendireceğiz, diyormuş. Halbuki bunlar duruşma sırasında da gündeme getirilemez. Türkiye Cumhuriyeti hukuk devleti olmaktan çıkmıştır. Çünkü ne anayasa uygulanıyor, ne yasalar doğru dürüst uygulanıyor…Benim ilk görev yaptığım Kars’ta Kaymakam şoförü bir şey söylerdi: “Benim bozduğum arabayı hiç kimse tamir edemez” diye. Ne olacak Allah aşkına? Farzet Vural Savaş’ı Adalet Bakanı yaptılar. Ben ne yapabilirim? Bir tek bu hukuksuzluğu yapan Savcılardan birini yerinden alabilir miyim? HSYK’yı kim oluşturmuş? Anayasa Mahkemesine sevk etseniz, hangisi bakar? Bunları yargılayacak kurumları düzeltmenin imkanı yok. 

“Yasadışı şekille bir Oramiralin 14 yaşındaki evladının odasına kamera koyanları bulmayıp görüntüleri iddianameye yazan kişi HUKUKÇU olamaz.” şeklinde bir tweet okumuştum. İyi hukukçuların da mı sonu geldi?

Bir ülkede “Parasız eğitim istiyoruz” diye pankart açan gencecik çocuklar, yıllarca hapse atılıyorsa Allah aşkına bu ülkede hukuk devletinden, demokrasiden bahsedemezsiniz. İktidarın besleme basının etkisinde kişilerden olmak lazım.

Arınç, “Saygın insanları farklı yargılamalıyız” dedi. Saygınlığın ölçütü nedir?

Taslağı başındaki heyete hazırlattığı Ergun Özbudun bile Yüce Divanda yargılanması lazım, diyor. “Ben yaptım oldu” deniyor. Bunu Başbakan dahi söylüyor. Demek ki hukukçu çevresi uyarıyor. Ona rağmen dinleyen yok. Öyle bir hukuk düzenine girdik ki, kimin başına ne geleceği belli değil. 

Erdoğan da dinleniyor, uzun tutukluğa o da karşı…Kimin nasıl bu durumu düzelteceği belli mi?

“Hukuka aykırı şekilde elde edilen deliller kullanılamaz” hükmü Anayasamıza girdi mi, AKP zamanında ceza muhakemesi usulü kanunlardaki değişiklikten sonra: Bir Savcı, hukuka aykırı şekilde elde edilen delile dayanarak dava açamaz: açıyor. Mahkeme bu çeşit delillere dair iddianameyi reddeder: mahkeme hep kabul ediyor. Mahkemede hukuka aykırı şekilde elde edilen delil iddiası derhal karara bağlanması lazım: temyiz aşamasını mutlak bozma nedeni. 

“28 ŞUBAT SÜRECİNDE ASKERLER EN ÇOK BENİ ELEŞTİRDİ”

“POMPALI TÜFEĞİN SUÇ KABUL EDİLMESİNİ ENGELLEDİM”

Tekrar 28 Şubat’a dönecek olursak…Talat Şalk, hükümet yetkililerinin imzalarıyla gerçekleşen hükümet feshinin bir darbe olmadığı görüşündeydi. Sizce 28 Şubat bir darbe mi, direniş mi?

28 Şubat kararları verildi. Başsavcı da benim. Askerlerden en çok eleştiriyi de ben aldım. O ana kadar hiçbir temasımız yoktu. Davayı açtım, Genel Kurmaydan bir Paşa bana telefon etti: “Vural Bey, bizim elimizde de deliller vardı” “Valla, ben parti kapatma davası açacağım, elinde delil var getirsin diye gazetelere ilan mı verecektim?” dedim. Genel Kurmay’dan bir takım deliller geldi, Anayasa Mahkemesine gönderdim. 28 Şubat kararlarının ekinde “pompalı tüfekler” mevzuu vardır. Pompalı tüfekler, o ana kadar Yargıtay’ca suç kabul edilmiyordu. 28 Şubat kararlarından sonra 8.ceza dairesi pompalı tüfekleri suç kabul eden bir karar verdi. Derhal itiraz ettim. “28 Şubat kararları kanun değildir, siz şimdiye kadar suç kabul etmediğiniz şeyi niye suç haline getirdiniz?” Ceza Genel Kurulu da benim itirazımı kabul etti. Bir kokteylde bir paşa yanıma geldi: “Vural Bey, pompalı tüfekleri ceza dairesi ne güzel suç kabul etti, siz niye itiraz ettiniz?””Biz hukukçuyuz, kanun ne derse onu yaparız vs” 

“ERDOĞAN BANA TEŞEKKÜR ETTİ”

Recep Tayip Erdoğan İstanbul’da bir toplantı yapıyor, halk: “Vur de vuralım, öl de ölelim” diyor, Erdoğan diyor ki: “Sizin isminiz Vural mı ki vurayım, soy isminiz Savaş mı ki savaşayım?” İstanbul Başsavcılığı hakkımda öldürmeye teşvikten dava açıyor. O suçtan mahkum olsa, siyasi hayatı ebediyen biterdi. Fakat dava devam ederken bir yasa değişikliği yapılıyor, “Büyükşehir Belediye Başkanları hakkında Başsavcı Vural Savaş dava açacak” Dosyayı bana gönderdiler. 1 yıl geçmiş kişisel bir mesele, kendi imzamla takipsizlik kararı verdim. Ergun Poyraz hala eleştiriyor: “Vural Savaş’tır Recep Tayyip Erdoğan’ı kurtaran” diye. Erdoğan da bana televizyondan teşekkür etmiştir. Hatta Erbakan’a daha yakın kişiler, “Vural Savaş ile Erdoğan anlaştı” gibi uygunsuz laflar da etmişlerdir. 


“ASKERLERDEN TEK KİŞİ BİLE BENİM DAVA AÇACAĞIMI BİLMİYORDU”

Askerlerle ilişkiniz nasıldı?

Askerlerden bir tek kişi Vural Savaş’ın dava açacağını biliyorduk veya tahmin ediyorduk desin, yalan bile olsa ben dünyanın en aşağılık insanıyım diyeceğim. Refah partisi kapatılma davasına kadar Vural Savaş’tan iyisi yok. Şevket Kazan da gidiyor, Tansu Çiller de gidiyor, Alparslan Türkeş de gidiyor bütün parti liderleri gidiyor beni Demirel’e öneriyor, referans oluyorlar. Bu davayı açıyorum, ertesi gün: “Yargıya brifing” diyorlar. Ben 22 Mayıs’ta dava açmışım, yargıya brifing 10 Haziran günü verilmiş. Hepsi yalan. 22’sinde dava açıyorum. 23’ünde Türkiye Gazetesinin baş yazısı: “Zaten Vural Savaş, Deniz Baykal’ın akrabası altlı üstlü bir yerde oturuyorlar” Hasan Celal Güzel, 28 Şubat komisyonuna ifade veriyor: “Bir emekli general tanıdığım var, Vural savaş başsavcı iken bana dedi ki, Vural Savaş ne namussuz adam, Genel Kurmay’dan çıkmıyor” Yemin ediyorum, 30 Ağustos törenleri hariç hayatımda bir defa Genel Kurmaya gittim, Hüseyin Kıvrıkoğlu’na, o da 6 kişi ile birlikte protokol gereği. 


“BANA YAN BAKAN VATANDAŞA RASTLAMADIM”

“TOPLUMUN YARISI ERDOĞAN’I BEĞENMİYOR”

“BÖLÜCÜLÜĞE VE İRTİCAİ FAALİYETLERE KARŞI EN CİDDİ MÜCADELEYİ YAPMIŞ KİŞİ OLARAK ANILMAK BANA YETER”

Wolfgang Koydl sizin için “Taraflı olmaktan hoşlanmıyor, askeriyeden bağımsız, ödevi Atatürk Cumhuriyetini korumak” demiş. Bu ödevi kime teslim ettiniz, notunuzu Türk Halkı verseydi ne verirdi?

HADEP’i de ben Kapattırdım, Kayıp Trilyonu da ben ortaya çıkarttım. Ve kayıp Trilyon dolayısıyla her ildeki Refah Partisi il başkanı mahkum oldu. 
Bana koruma ve araç tahsis ettiler, hepsini iade ettim. Şuraya dahi ben otobüsle geldim. Hap halkın içinde dolaşıyorum. Bir tek yan bakan vatandaşa rastlamadım. 
Verilemeyecek hiçbir hesabım yok. “Çok olsa bizi öldürürler, bin tane Vural Savaş bu memlekete feda olsun” demişimdir. Hiçbir şeyden de korkum yok. Şu anda Erdoğan’ı vatandaşların %50’si çok beğeniyorsa, %50’si de ne oy veriyor, ne beğeniyor. Biz politikacı değiliz…Demek ki kendimi iyi-kötü anlatabilmişim ki, şimdiye kadar herhangi bir ne yuhalayan, ne acayip bir soru soran olmadı. Gayette demokrat bir insanım, herkes beni istediği gibi eleştirebilir. Bir eleştiriye dahi muhatap olmadım. 
Bir gün hatırlanacaksam ben, “Bölücülüğe ve irticai faaliyetlere karşı en ciddi mücadeleyi yapmış kişi olarak anılmak bana yeter.” Lehime konuşmak politikacıların hoşuna gitmiyor. 


“ ŞEVKET KAZAN BENDEN HELALLİK İSTEDİ ”

“ ASKERİ MÜDAHALENİN ÖNLENMESİNDE ÇOK BÜYÜK PAYIM VARDI ”

Az önce de bahsettik Şevket Kazan, Yargıtay C. Savcılığı için köşke çıkıp, Demirel’e sizin seçilmenizin uygun olacağını söylemiş. Kazan’ın bu girişimi sizde bir vicdan hesabı yarattı mı? Ahde vefa dururken ben biye böyle bir şeye kalkıştım, dediniz mi?

Esasında benim ne kadar hüsn-ü niyetli olduğumu en çok o cephe bilir. Mustafa Kamalak, dava sürecinde benden ne zaman randevu istese vermişimdir, en az bir saat her mevzuyu konuşmuşuzdur. En son Antalya’da bir sempozyumda (Yabancılara mülk satışı ile ilgiliydi) Şevket Kazan ile konuşmacıydık, Şevket Kazan: “Gel helalleşelim” dedi, öpüştük. Onlar benim ne yaptığımı, niçin yaptığımı çok iyi biliyorlar. Benim üzüldüğüm şey şu: Bir yandan mütemadiyen Türkiye’de askeri güçlerin Amerikan kışkırtmasıyla sivil güçleri ve medyayı arkasına alarak askeri müdahalenin zeminin hazırlandığı herkes tarafından biliniyor. Demirel, “Bir askeri darbe olabilirdi” demiştir. Dava sonuçlanıncaya kadar Demirel ile parti kapatma mevzusunu hiç konuşmadık. Beni çağırdı: “Askeri müdahalenin önlenmesinde %50’den fazla payın var, seni kutluyorum, yasalarız doğru dürüst uygulanırsa rejim ayakta kalır, teşekkür ediyorum” dedi.


“ TEK ÜRKTÜĞÜM ŞEY, GİZLİ TANIK ”

“ MİLLİ GÖRÜŞ BENİM HÜSNÜ NİYETİMDEN ŞÜPHE ETMEZ ”

“ Milli Görüş benim ne yaptığımı bilir, beni en çok da onlar anlar” diyorsunuz… Erbakan Baykal ile akraba olduğunuz iddiasında bulunan kişiymiş. Aynı Erbakan, aleyhinize açtığı tazminat davasını da yanlış yerde açmış, kaybetmiş hatta bu espri konusu olmuştu. Erbakan, karşılaştığı durumun acısını neden sizden çıkartmadı? Size hak vermiş olabilir mi?

Mili Görüşün beni neyi niçin yaptığımı biliyor ve onların hüsn-ü niyetimden şüphe ettiklerini zannetmiyorum. Bunların lideri durumundaki Abdullah Gül hariç kimseyle sorunum olmadı. O da davayı asker eliyle açtığımı söylemişti. Bunu ispat edemedi. Erbakan’ın birebir mücadeleye girişmemesinin nedenini bilemem. Elini vicdanına mı koydu, başka nedenlerle mi? Benim tek ürktüğüm şey, gizli tanık hikayeleri. Biri dese ki: “3 parti kapatmış…Vural Savaş şunu söyledi, bunu söyledi” 

“ GİZLİ TANIK KİMBİLİR NELER SÖYLEYECEK? ”

Gizli tanıktan neden korkarsınız ki?

Gizli tanık ya PKK’lı Çıkıyor, ya Şemdin Sakıklar.. Gizli tanıkların; ya bilmem kaç kişinin ırzına geçmiş… Adam öldürmüş…kız kardeşini satmış kişiler olduğu anlaşılıyor. 
Bu şekilde temin edilen kişilerin söylemeyeceği yalan yok. Kendi hakkımda açıktan, Abdullah Gül dahil, Erbakan dahil, en son Hasan Celal Güzel dahil bunca yalan söylenirken gizli tanık kim bilir ne söyleyecek? Ama ben o açık tanık gibi konuşanların yalanlarını matematik katiyetle ispat ettim, meydan okudum, “Bir kişi şundan duyduk desin ben istifa ediyorum” dedim, başsavcıdan kurtulurlardı. Tazminat davalarının(Nazlı Ilıcak vs) hepsini de kazandım.

“ FETHULLAH GÜLEN BENİMLE HELALLEŞMEK İSTEDİ ” 

Mili Gazete bana: “Sizin için Erdoğan mı, Erbakan mı daha makbul?” gibilerinden bir sual sordu.”Aydın Menderes bir demeç verdi, her ikisinin de kusurları vardı fakat ikisi arasında tercih yapmam gerekirse daha milliyetçi, daha anti emperyalist olduğu için ben Erbakan’ı tercih ederim diyor, ben bu görüşe aynen katılıyorum, dedim. Bir baktım Fatih Altaylı makalesinde, “Vural Savaş da Erbakancı” diye. Doğrusunu söylerim. Kocaeli Kitap Fuarında kitaplarımı imzalıyorum, kelli felli bir adam geldi, “Vural Bey, uçak biletlerinizi hazırlayacağız, Fethullah Gülen sizinle helalleşmek istiyor” dedi. Şaştım kaldım, adam 5’e doğru bir daha geldi, bizi kırmayın dedi. Ben böyle bir şeyin mümkün olmayacağını ve helalleşmek için neden de yok, dedim. Üstelik davalı-davacı durumlarımız oldu, kabul etmedim. Hala merak ediyorum, gitsem ne olacaktı, niye çağırdı? Bütün bu olanlara rağmen hiç kimseye bir kırgınlığım yok. 

“ FETHULLAH GÜLEN, KÜRESEL GÜÇLERE HİZMET EDİYOR ”

Fethullah Gülen için kişisel olarak nasıl bir öngörüye sahipsiniz? Sarozla işbirliği yapıp yapmadığı konusu dışında pek bir şeyine karışmadınız. Gülen’in devrimci bir tarafı var mı? 

Benim tasvip etmediğim siyasiler, tarikat liderlerini Amerika destekliyor. I.Körfez harekatından önce Amerika: “Biz haçlı seferi yapıyoruz” dedi, Amerikan Dışişleri Bakanı: “Bu coğrafyada bir çok ülkenin sınırları değişecek” dedi. Ben ABD’nin himaye ettiğini düşünüyorum. Ben bile ABD’ye gitmek istesem, vize alabilecek miyim acaba? Söyledikleriyle vs Fethullah Gülen’in belli küresel güçlere hizmet eden kişi olduğunu(kendi beyanlarından da) biliyorum. Bunlar tamamen Fethullah Gülen’in beyanlarıdır: “Anglo-Sakson ve Galler ittifakı biçiminde bir ittihada ihtiyaç, hem de çok şiddetli ihtiyaç vardır…Aslında buna mecburuz. Amerika, şu andaki konum ve gücüyle bütün dünyayı kumanda edebilir. Bütün dünyada yapılacak işler buradan idare edilebilir. Amerika, bu dünya gemisinin dümeninde oturan bir milletin adıdır. Amerika, daha uzun zaman dünyanın kaderinde rol oynayacaktır, bu realite kabul edilmeli. Amerikalılar istemezlerse kimseye dünyanın değişik yerlerinde hiçbir iş yaptırmazlar. Şimdi bazı gönüllü kuruluşlar, dünya ile entegrasyon adına gidip, dünyanın değişik yerlerinde okullar açıyorsa, Amerika ile çatıştığınız sürece bu projelerin gerçekleşmesi mümkün olmaz. Amerika ile iyi geçinmezseniz işinizi bozarlar. Şurada bulunmanıza izin veriyorlarsa bu bizim için avantajsa, bu avantajı ABD sağlıyor demektir” Papa’ya bir mektup sunuyor: “Dinler arası diyalog için papalık konseyi misyonunun bir parçası olmak üzere Roma’da bulunuyoruz, bu misyonun tahakkuk edişini görmeyi arzu ediyoruz, en mütevazı yardımlarımızı sunmaya geldik” kendi beyanlarıyla dahi nasıl bir insan olduğu, hangi güçlere hizmet ettiği ortada.

“ SİYASİLER YASA DEĞİŞİKLİĞİ KONUSUNDA YAPTIĞIM BÜTÜN UYARILARI DİKKATE ALDILAR ”

Peki gelelim size…Siz, cumhuriyeti koruma misyonunun yanında askeri darbenin önüne geçtiniz ama bir başka kargaşayı körüklediğinizi düşündünüz mü? Zira Recai Kutan sizi ‘ülkeyi gerip, tahrik etmekle’ suçlamıştı. “ Perinçek'i ihraç edin, yoksa partiyi kapatırım” sözlerinizin yankılandığı bir dönem de olmuştu. Kaos ortamlarını tetiklediğinizi düşünüyor musunuz?


Benim ilk yaptığım şey, DSP’yi partinizi kapatırım diye uyarmak olmuştur. Dava açıncaya kadar siyasilerin fikirlerine en değer verdiği insanlardan biri olmuşumdur. Baykal’ın birlikte avukatlık yapma teklifi olmuştur vs…Genellikle mecliste ceza usulünü ilgilendiren şeyler komisyonda görüşülürken, Yargıtay hep Yargıtay temsilcisi olarak beni görevlendirmiştir. Siyasilerce yasa değişikliği konusunda yaptığım bütün uyarılar dikkate alınmıştır. Ve hayatım boyunca o kadar kişilikli davranmışımdır ki. Düşünün HSYK’ya büyük oylarla seçiliyorsunuz, araba veriyorlar, şoför veriliyorlar, gazeteler bedava, maaşınızdan ayrı tazminat alıyorsunuz, imparator gibisiniz, kim yargı mensubu olarak cezalandırılacak, kim Yargıtay üyesi olacak, kim Danıştay üyesi olacak…İkinci seçildiğimde, daha 3 sene 8 ay görev sürem var, Adalet Bakanı da Seyfi Oktay. Bir seçim ortasında istifa dilekçemi koydum. “Böyle doğru dürüst Yargıtay üyesi seçmeyen heyetle çalışmam” Hanımım bile “Bu kadar forslu bir görev bırakılır mı?” dedi. Ondan sonra bir yığın teklif aldım(Ömer İzgi’den…Bakancılık Denetleme Kurumu Engin Akçakoca’dan vs) ekonomik sıkıntılarıma rağmen hiçbirini kabul etmedim. 


“ DAİMA GERÇEKLERİ ANLATTIM ”

“ MESUT YILMAZ’I AHMET NECDET SEZER, 5 DARBEDE EKONOMİYİ MAHVEDER DİYE UYARDIM ”

Ama Fatih Altaylı sizi şu açıdan eleştirdi: “ Evet görev süresince insanların hem nefretini hem sevgisini kazandı, Cumhurbaşkanı atamayınca kendisine veda ziyareti yapmadı, gerçekleri anlatmak atanamayınca mı aklına geldi?”

Daima gerçekleri anlatmışımdır. Ahmet Necdet Sezer’in seçtiği bütün kişiler, Haşim Kılıç, Anayasa Mahkemesi Başkanı olsun diye oy kullanmıştır. Seçtiği kişilerden bir tanesi, Refah Partisi kapatılsın diye oy kullansaydı şimdi bambaşka bir Türkiye’de yaşıyorduk. Biz 40 kişiyiz. Yargıyı da benim kadar kimse tanımaz. Niye sonra konuştuğuma dair bir anımı paylaşmak istiyorum. Ne diyecektim yani Anayasa Mahkemesi Başkanının, Cumhurbaşkanlığı için ismi geçiyor. Mesut Yılmaz bana telefon etti: “Ahmet Necdet Sezer’in Cumhurbaşkanı olması için bir mutabakata vardık, ne diyorsunuz?” Tek bir cümlede özetleyeyim: “5 darbede ekonominizi mahveder” dedim. Bir açılışa gitmek üzereydim, Başbakan Mesut Yılmaz sizi arıyor, dediler. Anayasa kitabını atma olayı olmuş. Daha basına intikal etmemiş, ilk beni arıyor: “Daha kaç darbe kaldı Vural Bey?” diye…Ben sonradan veya arkadan konuşacak biri değilim. Kara Kuvvetlerinde devir teslim töreni vardı, ben de eşimle gittim. Mesut Bey ile selamlaştık. “Vural Beyi dinlemedik, başımıza neler geldi” dedi. 


“ REFAH PARTİSİ İLE İLK MÜCADELE EDEN KİŞİ: NECİP FAZIL’DIR ”

“ NECİP FAZIL’I, ORTAOKUL ÖĞRENCİSİYKEN “ KADIN BACAKLARI ” ŞİİRLERİ İLE TANIDIM ”

Geleceğin Emanetçileri kimler? Atatürk’ün bu Ülkeyi mollaların duasının değil, Türk Askerinin dökülen kanının kurtardığını başka vesileler ile dile getirdiğini yazıyorsunuz. 

Benim kitaplarımda Atatürk’ün bir çok demeci var. Herhangi bir konuda( Milli Mücadele, tesettür vs) Atatürk’ün ne dediğini araştırıyorum. En beğendikleri kişilerden biri Necip Fazıl Kısakürek’tir…Halbuki Refah Partisi, ondan öncekiler ve son gününe kadar bunlarla en ciddi mücadeleyi yapan, Necip Fazıl Kısakürek’tir. Ki Abdullah Gül daha 19 yaşında iken: “Minnettarız, her şartta emrindeyiz” dediği adam. “Yafta Müslümanları, iman banknotunuzun sahtesi dedikten sonra Müslümanlığı partilerinin temsil ettiğinden ve Müslümanları kütüklerine kayıtlı olanlardan ibaret sayanlar bilmezler ve bir türlü anlamaya yanaşmazlar ki, kendilerinden davacı küfür değil bizzat Müslümanlık ve gerçek Müslümanlardır. Yaptıkları yolsuzlukları, başkalarına haram olan partimize helal anlayışını dile getirdikten sonra tablo korkunç” diyen adam Necip Fazıl. Ve ölmeden bir yıl önce 1982’de yazdığı şiirde diyor ki: “Aşksız yobaz, İsi gücü, Namazla Cennet takasında. Tam dört asırdır Müslümanlık, Cansız etiket markasında. Kuran kalbi kör ezbercide, Din, üfürükçü muskasında.” Ben ilk defa Necip Fazıl’ı, ortaokul öğrencisiyken “Kadın bacakları” şiirleri ile tanıdım. “Boynuma doladığım güzel putu görseler, insanlar öğrenirdi neye tapacağını, kör olsam açılır gözüm ona sürseler, İsa’nın eli diye bir kadın bacağını” 

“BÜYÜK İNSANLARIN SÖYLEDİKLERİNİ BİZ SÖYLESEK, ‘KÂFİR’ İLAN EDİLİRİZ”

Siz bizim söylediğimiz bir takım cümleleri haklı olarak dile getiriyorsunuz da…Acaba şunları ben söyleseydim ne olurdu, Mehmet Akif diyor ki: "Hani Müslümanlık bir kardeşlik husule getirecekti. Nerede? Her tarafta Müslümanlık cehalet, sefalet içinde mahvolup gidiyor, Müslümanlık bize temiz, yüksek yaşam düzeyi vaat ediyordu, niye veremedi? Hepsi bizim cehaletimiz yüzünden. Müslümanların hepsi cahil; Arap’ı cahil, Kürt’ü cahil, Türk’ü cahil, hepsi cahil. Hepimiz kışkırtmaya kapılıyoruz. Hani müminler kardeş idi, o halde nedir Müslümanların bu hali? Cihanda 350 milyon Müslüman var, hepsi hurman içinde yaşıyorlar. Cehaletimiz yüzünden dini bu hale getirdik, İslam dini bir miskinlik dini oldu.” 

Mehmet Akif bile Müslümanlık nerede, diyor. “Kaç Müslüman gördüysem hepsi de makberdedir. Sanıyorum ki artık Müslümanlık sadece göklerdedir” Bizler o büyük insanların sahip çıkmaya çalıştıkları şeylerin onda birini söylesek, “Kafir” ilan ediliriz. 

“ERDOĞAN’A OKUDUĞU ŞİİR NEDENİYLE İLK TEPKİ GÖSTEREN ERBAKAN’DIR”

Edebi yönünüze hiç değinmedik ama Ahmet Hakan sizin için “Şiirlerini seven adamdan kimseye zarar gelmez diye düşünüyorum” diye yazmıştı. Erdoğan’ın okuduğu bir şiirle mahkum olması sizde hiç mi empati duygusu yaratmadı?

O şiir nedeniyle Erdoğan’a ilk tepki gösteren Erbakan ve arkadaşlarıdır. “Bu adam bizim partimizi kapatmak için orada bu sözleri söylüyor” dedi. Vural Savaş-Tayyip Erdoğan çekişmesini okuyun.

http://www.hukukihaber.net/roportajlar/28-subatin-savcisi-benim-bir-tek-benim-ifademe-basvurulmadi-h31077.html


***

28 ŞUBAT'IN SAVCISI BENİM, BİR TEK BENİM İFADEME BAŞVURULMADI BÖLÜM 2

28 ŞUBAT'IN SAVCISI BENİM, BİR TEK BENİM İFADEME BAŞVURULMADI BÖLÜM 2




“ ÖRTÜNMENİN KURAN’DA YERİ YOK ”

Atatürk’ün ne söylediğine ışık tuttuk ama genç kızların ne söylediğinin bir önemi yok mu?

Bu türban denilen kıyafeti kitaplarımda açıklığa kavuşturdum. Pakistan Anayasasına göre, devletin dini İslam’dır maddesi de var…Pakistan Cumhurbaşkanı Pervez Müşerref İstanbul’a geliyor, “Niye başınız açık?” diye sorulunca, “Valla babamın bana bir tek nasihati olmuştur, kadınların başını örtmesi gericilik işaretidir, bu Kuran’ın yanlış yorumlanmasından kaynaklanmaktadır, hiçbir şekilde başını örtmeyeceksin dedi, ben de baskılara rağmen örtmüyorum, örtmeyeceğim” dedi. Şu an en tutucu üniversitelerden biri olan El- Ezher Üniversitesinin rektörü ile yapılan bir söyleşi var. Bir gün iyice örtünmüş bir kıza: “Niye böyle?” diye soruyor, kız: “İnancım gereği” diyor, “Kızım ben Kuran’ı senden iyi bilirim” diyor. Bu şekilde örtünmenin Kuran’da yeri yok. Fethullah Gülen dahi Nevval Sevindi ile yaptığı bir söyleşide demiştir ki: “Uyulması gereken bu şekilde örtünme değil, namaz kılma şu tarihte geldi vs…İslamiyet’in 15. Yılında kadınlar yarı çıplak dolaşıyordu” dedi. Nazlı Ilıcak, Anayasa Mahkemesi kararından sonra “Türban denilen kıyafet, Belkçikalılar, Fransızları bile ürkütüyor, siyasi bir akımın simgesi haline gelmişse elbet yasaklanır, her Cumhuriyet kendini korur” dedi. Daha pek çok misal verebilirim. Fakat şunun bunun şöyle demesi önemli değil, AİHM, bir öğretmenin bu şekilde derse girmesi laikliğe aykırıdır diyorsa, her hukukçunun AİHM kararlarını göz önünde tutması gerekir. 

“TÜRBAN, ERBAKAN PARTİ KURUNCAYA KADAR ORTADA YOKTU”

Bir de ben 60’lı yıllarda, 6 ay Urfa’da, 6 ay Siirt’te kaldım, Ağrı dağından güneş batıran bir ilçede 2,5 sene yaşadım. Türkiye’nin her yerinde yaşadım. Çarşaf gördüm, peçe gördüm ama türban denilen kıyafeti, Erbakan’ın kurduğu partilerden önce bir tek kişi gördüğünü söylesin, ben bütün söylediklerimi geri alıyorum. Şule Yüksel’in pardösüsünü uzatalım diye bir toplantı yapıyorlar. Fakat en önemlisi kadınlarımız örtünmeyi gerçekten isteyerek mi, dini inançları gereği mi yapıyorlar. Emine Erdoğan bir röportajında diyor ki, “Bana örtün dediklerinde ölümü düşündüm ama sonradan geldiler ikna ettiler” Bu çevrelere yakın bir yazar kitabında, Erbakan’ın kızının ODTÜ’de başı açık okuduğunu yazdı. Bir heyet gidiyor, “İslamcı partinin liderinin kızı böyle okuyamaz” diyor. Erbakan baskı ile kızını örttürüyor ama gözlerinden “Kızıma çok baskı yaptım” diye yaş boşalmış. Şu anda Bülent Arınç’ın eşinden, Gül’ün eşine kadar kabilede görev yapan kişilerin hepsinin eşleri evlendikleri güne kadar örtülü değiller. 

“MEHMET METİNER TEZİNİ GÜZEL SAVUNUYOR”

“METİNER: 28 ŞUBAT DEMOKRASİYİ KEŞFETMEMİZİ SAĞLADI”

“28 ŞUBAT’IN İSLAMCILARI HİZAYA GETİRDİĞİNİ KABUL ETMEMİZ LAZIM”

Yani Erbakan’a kadar örtünme geleneği olmadığını da söylemeye çalışıyorsunuz.

Bu kadar yoktu. Rejimimizle çekişmek için mutlaka bir sebep yaratacaklardı. Mehmet Metiner televizyonda konuşuyordu, hakikaten de (Sezar’ın hakkını Sezar’a vermek lazım) kendine göre tezini çok güzel savunuyor. 23-24 Şubat 2005 tarihli Radikal Gazetesinde Mehmet Metiner, Neşe Düzel ile söyleşi yapıyor. “Biz, 1980 öncesinde kadın eli sıkmanın günah olduğuna inanırdık, tıpkı Taliban gibi düşünürdük, Türkiye İslam devleti haline gelecekti, toplu bu devlet eliyle gerekirse zorla Müslümanlaştırılacaktı ,biz böylece toplumu devlet üzerinden fetih edecektik, demokrasi küfür rejimiydi bizim için..”Neşe Düzel: “Ne zaman siyasi İslam’dan vazgeçmeye başladı bu çevreler?” diye soruyor. 28 Şubat’tan sonra, diyor. “Siyasal İslam’ın geçerli olamayacağı 28 Şubat sürecinde görüldü, hiçbir demokrat kişi askeri müdahaleyi tasvip etmez ama 28 Şubat süreci siyasal İslamcılarımızın demokrasiyi keşfetme sürecini de beraberinde getirdi. İslamcıların demokrasiyi keşfi ne yazık ki böyle olabildi. 28 Şubat’ın bu olumlu neticesini kimse göz ardı etmemeli” Metiner’in söylediklerini de kabul edersek, 28 Şubat’ın, zorla bir İslami düzen kurma hevesindeki kişileri hizaya getiren bir hareket olduğunu Mehmet Metiner söylüyor. 

“İSLAMCI ÇEVRELERİN EN İYİ BİLDİĞİ ŞEY, İTİBARSIZLAŞTIRMA OPERASYONLARI”

“TÜRKİYE’DE KİTAPLARIMI ELEŞTİRECEK BİLGİ BİRİKİMİ YOK”

Daha 28 Şubat kararları açıklanmadan yapacağınız uygulamalarla nasıl bir örgütün hedef tahtası olacağınızı bildiğinizi yazdınız. 28 Şubat’ın geleceği nereden kendini belli ediyordu?

Bu çevrelerin en iyi bildiği şey, itibarsızlaştırma operasyonları. Çeşitli kitapları yazmama bu sebep olmuştur. Bir baktım, hiç kimse ağzını açmıyor. AİHM, Refah Partisinin kapatılmasını haklı görüyor, haksız görseydi Allah muhafaza! Bir tek siyasetçi, aydın, “Bu karar yerindedir” demedi. Ağızlar kapalı. Ben “Militan Demokrasi” kitabını onun için yazdım. Kitap iyice ilgi çeksin diye o ismi koydum. Arkadaşlarım “Çok saldırıya uğrarsın, ismi bile bazı çevrelerin istismarına müsait” dediler, “Hiç merak etmeyin, bu kitabı eleştirecek bilgi birikimi Türkiye’de yok” dedim. Ben her kitabımı bütün gerici yazarlara da gönderiyorum. Bir tek eleştiri yazamamışlardır. 


“REFAH PARTİSİNİN KAPATILMASI İÇİN BİR DEĞİL BEŞ NEDEN VARDI”

“İDDİANAMEYİ HAFTA SONU EVDE YAZDIM”

Bir tek Refah Partisinin kapatılması için eleştiriliyorsunuz zaten.

Refah partisinin kapatılması için bir değil beş neden vardı. 1-AİHM’in de haklı gördüğü, Anayasa Mahkemesi kararına rağmen üniversitelerde rektörlerde selam duracak vs demeleri…Onun dışında Türkiye’de iç savaşı kışkırtmaya çalışıyorlardı. Herkes, “Kanlı mı olacak, kansız mı olacak? “ diye soruyordu. Milletvekili de değil, bir gazeteci: “Türkiye Cumhuriyeti 5000 PKK lı ile baş edemedi bizimle mi baş edecek?” diyor. Ve bu milletvekili hakkında hiçbir işlem yapılmıyor. Kırıkkale mitinginde Hasan Hüseyin Ceylan laikler için : “ Kırıkkalelerin elinde gebereceksiniz” diyor. Ben baktım o kadar çok delil vardı ki…Hala 28 Şubat’ın gazete kupürlerinden ibaret olduğunu söylüyorlar. Benim iddianamem 8 sayfadır. Refah Partisini kapatmak istesem, şimdiki Savcıların yaptığı gibi 1000 sayfa da yazardım. Ama benim için milletvekillerinin, belediyelerin, parti başkanının söyledikleri kafiydi. 2’ncisi şiddete teşvik eden konuşmalar ve bunun partinin milletvekili ve Büyükşehir seviyesine gelmiş insanlarının yapması ve deniyor ki: “Suç varsa gereğini yapın” Onların partinin ihracı bile söz konusu olmuyor. Hüsamettin Cindoruk Meclis Başkanı iken yapılan Anayasa değişikliği sırasında Erbakan diyor ki: “Herkes kendi inancına göre yargılanmalı” Türkiye Cumhuriyetinde suniler için ayrı hukuk, aleviler için ayrı hukuk…Taha Akyol bile demiştir ki: “Erbakan’ın bunu Anayasa değişikliği olarak önermesi kadar bir ülkeyi parçalayacak bir şey yok” Bir yandan kışkırtma, bir yandan türban vs bu noktaya getirdi. Bütün bunların bir teki dahi parti kapatma nedeni iken benden önceki Savcılarda başlamış soruşturmalar vardı, Refah Partisinin dış yardım aldığına dair bir makbuz elime geçti ama ya sahteyse? Ben hiçbir zaman tartışılabilecek delillerle sonuca gitmeyi düşünmem. Bir de Erbakan Mısır gazetesine demeç vermiş, dosyamıza gelen gazete tercümesi sahte mi diye bu iki hususu soruşturduktan sonra dava açacaktım. Ve soruşturuyoruz. Şevket Kazan da Adalet Bakanı. Bu tip yazışmalar Adalet Bakanlığı kanalı ile gider. Gönderdim geri gönderdi, bu sefer de dış işleri kanalı ile gönderdim, dış işleri de bana ders verdi, bu tip yazışmaları Adalet Bakanlığı ile yapınız, diye. Sert bir yazı yazdım. “Sizin benim soruşturmalarımı engellemeye hakkınız yok” dedim, gönderdim. Adalet Bakanının iki soruşturmayı da engellediği haberi geldi. Cuma günüydü, ikisi de ayrı kapatma nedeni olan dosyaları getirdim, 8 klasörlük dosyanın iddianamesini Cumartesi, Pazar, Pazartesi(resmi tatildi) yazdım. Eşim de kitap yazıyorum zannetmiş. Eşime dedim ki: “Öyle bir çirkefe taş atıyorum ki siz seyredin” 

“ATANMALARIM İLGİNÇLİKLERLE DOLUDUR”

Çok ilginçtir Başsavcı oluncaya kadar hep Hakimdim. Tarafsız bir Bakan zamanında seçiliyorum, iki defa Hakimler Savcılar yüksek kuruluna seçiliyorum ikisinde de Özal’ın imzası var, beni Başsavcılığa seçen Demirel, en çok oyu almama rağmen göreve devam etmeme izin vermeyen Ahmet Necdet Sezer. 

“LAİKLİK BİR DEFA GİTTİ Mİ BİR DAHA GERİ DÖNMEZ”

“LAİKLİK KOLAY GELMEMİŞTİR, HAZMEDİLMEMİŞTİR”

“TÜRKİYE’YE BİR DAHA LAİKLİK GELMEZ”

Peki Türk siyasetini bu kadar kuşatma altında sokmayı nasıl başardınız. Her kesimden insan önünüzü açmış.

Halide Edip’in Atatürk’e yazdığı bir mektup var, diyor ki: “Sınırlarında bu kadar evladı ölen bu memleketin kültür, medeniyet, insanlık tarihinde kaç şehit var?” Muammer Aksoy’un öngörüsüne tamamen katılıyorum. “Askeri rejimler gelir, gider tekrar demokrasiye dönülür ama laiklik bir defa gitti mi bir daha geri gelmez” Laiklik kolay gelmemiştir, hazmedilmemiştir de…Adım adım nereye gittiğimiz belli. Türkiye’ye bir daha laiklik gelmez. Bunun her türlü tedbiri ona göre alınıyor. 

“DİNİ REFERANS ALAN PARTİLERE OY VERMEMEK GÜNAH KABUL EDİLİYOR”

“TÜRBAN DIŞINDAKİ BAŞ ÖRTÜSÜNE KİMSENİN İTİRAZI YOK”

“KAVGA, LAİK ÖĞRENİM OLMASIN NOKTASINDAN ÇIKIYOR”

Referansını İslam’dan aldığını söylediğiniz Erdoğan’ın“Ya Müslüman olacaksın, ya da laik. İkisi bir arada olunca ters mıknatıslanma yapar.” sözlerini sarf ettiğini leri sürmüştünüz. Sizce ikisi bir arada olamaz mı?

Türkiye’nin ebediyen laik kalmasını sağlayacak yasa, öğrenim birliği yasasıdır. Laiklik ile Müslümanlığın bir arada olabileceği bu dinci partiler kuruluncaya kadar ispatlanmıştır. Kavga, laik öğrenim olmasın noktasından çıkıyor. Ciddi anket yapılsın. 2 milyona yakın imam hatip mezunu var. Bunların dinci partiler dışında yüzde kaçı başka bir partiye oy vermiştir? Veya kaçının eşinin örtülü değildir? Dini referans alan partilere oy vermemek dahi günah kabul ediliyor. Erbakan da: “Bize oy vermeyenler patates dinindedir” sözler söylemiştir. Türkiye’de türban dışındaki baş örtüsü hiç kimse tarafından mesele yapılmamıştır. Özel bir siyasi akımın simgesi haline getirildiği için karşı çıkanlar olmuştur. 

“ÖRTÜNMEYEN TÜRK KADINI KAMUDAN DIŞLANACAK”

Ertuğrul Günay da gitti…Acaba Türkiye’de vatandaşlarımızın yüzde kaçı örtülü? Peki neden kabinedeki Cumhurbaşkanından, Başbakandan, Bakanlarımızın karılarının hepsinin eşleri örtülü? Bu partiler çoğunluğun oyunu aldığı sürece eşi veya kendisi örtülü olmayan kişilerin Bakan olmasına imkan yok. Bundan sonra değil milletvekili olmak, örtünmeyen insanlar herhangi önemli göreve getirilmeyecek. Cezaevlerini ilgilendiren bir filmin galasaydı, ben de eşimle gittim, koşarak yanıma hukukçu bir arkadaş geldi, ben Adalet Bakanlığında müsteşar muavini oldum, dedi. Eşime takip etmesini söyledim, eşi de buradaysa mutlaka örtülüdür, örtülü olmasa kolay kolay bu göreve gelemez. Örtünmeyen Türk kadını kamudan da dışlanacak. 10 binlerce ilk öğretim okulumuz var. Acaba Alevi olduğu bilinen kaç öğretmen bir ilköğretim okuluna müdür yapıldı? Bana göre birkaç istisna dışında örnek verilemez. Yargıda da bu böyle. Yargıtaya160 Yargıtay üyesi seçildi. Acaba bunlardan kaçının eşlerinin başı örtülü? 


“ÜÇ BÜYÜK TEHLİKE ARTMA ÖTESİ BİR HAL ALDI”

Türkiye'deki 3 büyük tehlikeyi, 
‘‘Bölücülük’’, 
‘‘Şeriat’’ ve 
‘‘Çeteler’’ 

olarak sıralamıştınız. Bugün bu sıralamada değişen bir şey var mı?

Tehlike şu bakımdan devam ediyor. 3 büyük tehlike artma ötesi bir hal aldı. Bir takım müzakereler yapılıyor, Oslo’da görüşmeler vs…Zübeyir Aydar ile yapılıyor. Sosyal Demokrat Halkçı Parti ile HEP işbirliği yapıyor, Zübeyir Aydar hemen Sedat Edipbucak ile randevulaşıyor. “Siverek ve Hilvan’da PKK’nın faaliyet göstermesine karşı gelmeyin, biz Bucak ailesine hiçbir zarar vermeyeceğiz, Siverek ve Hilvan’da kamu kurum ve kuruluşları, askeri ve polis tesisleri bizim hedefimiz olacak” diyen adam. Bunlar çok ilginçtir, herkes zannediyor ki, sırf Kürtçe konuştuğu için Zanaları götürdüler…Leyla Zanaların mahkum olması yaptıkları faaliyetler nedeniyledir. Öcalan bizzat şunları söyledi: “HEP kökenli milletvekili adaylarının seçiminde etkili olduk. Seçimlerden evvel Zübeyir Aydar, Leyla Zana, Ahmet Türk, Hatip Dicle, Sırrı Sakık ile görüştüm, 91 yılında HEP’e oy vermeyen herkesin tavuğunu bile öldürün talimatı verdim, Leyla Zana’nın yemin töreninde Kürt kimliğini öne çıkartmasını ben söyledim ve Kürtçe konuşması konusunda önerim oldu. DGM’ye yansıyan Leyla Zana da Sedat Edip Bucak’a gidiyor. Diyor ki: “Benim Genel Sekreterim Sayın Öcalan, senin hemşerin, telefon numarasını verelim Öcalan ile görüş, PKK’nın Hilvan ve Siverek’e girip girmemesi konusunda daha rahat anlaşırsınız. HEP kapatılıyor, DEP’in Başkanı Hatip Dicle oluyor. Tuzla’da tren istasyonunda bomba patlatılıyor, 5 askeri öğrenci ölüyor. DEP’in Başkanı Hatip Dicle diyor ki: “Tuzla istasyonunu bombalama eylemini savaş operasyonunun gereği olarak görüyoruz, bunlar askeri üniformalıydılar, savaşta böyle masum insanlar da ölür, Cenevre Anlaşmasına göre savaşta askeri hedefler vurulur” 


“ELLERİ EN TEMİZ ÜLKE, TÜRKİYE’DİR”

“YENİ YAPILACAK ANAYASADA, “TÜRKİYE’NİN MİLLETİYLE BÖLÜNMEZ” HÜKMÜ RAFA KALDIRILACAK”

Bütün bunların meşrulaştırılması çabaları var. Bir de yeni yapılacak Anayasada, “Türkiye’nin milletiyle bölünmez” hükmünü rafa kaldıracak, demokratik özerklik mi diyecekler, federasyon mu diyecekler vs…bunlar tartışılıyor. Ama kimlerle tartışılıyor, bunları söyleyen, yapan, Öcalan’ın talimatından başka hiçbir şeye önem vermeyen insanlarca yapılıyor. Devrimci Hukuk kitabımda en önemli bölüm, “Elleri en temiz ülke, Türkiye’dir” 1950’de çok partili hayata geçtik. Ekseriyet sistemi de var, CHP, Hatay, Gaziantep, Urfa, Hakkari, Edirne vs gibi yerlerden oy almıştır. 54, 57 seçimlerinde de böyledir. Tunceli’de yapılanlarla ilgili kıyametler koparılıyor ama CHP’nin en çok oy aldığı il hala da Tunceli’dir. 27 yıllık tek parti iktidarında iddia edilen şeylere rağmen, halkımız 3 seçimde de CHP’ye oy vermiştir çünkü Cumhuriyetimiz oraya nizam, düzen getirmiştir. Ama sonradan öyle hatalar yapılmıştır ki, orada toplumun lideri durumunda olan kim varsa, “Bunlar Demokrat Partiyi destekliyor” diye mecburi iskana tabi tutulmuşlardır, sürülmüşlerdir(Ahmet Türk’ün ailesi de dahil), hepsi devlete düşman edilmiştir. Diyarbakır Hapishanesinde yapılanları tasvip etmeye olanak var mı? o kadar büyük hatalar yapılmıştır ki. 

“TERÖR ÖRGÜTÜNÜ KINAMAMAK DAHİ PARTİ KAPATMA NEDENİ OLABİLİR”

HADEP’in seçimlere katılmaması için talepte bulundunuz. Sizce Kürt siyasetinin, Türk siyasetinde bir yeri olmalı mı?

Ne münasebet? Siz terörü teşvik ediyorsanız. PKK’nın lideri dahi kimlerin milletvekili olacağını kararlaştırıyorsa, “Sizin partinize oy vermeyen kişinin köyünü yakın” diyorsa, Hatip Dicle’nin Tuzla bombalanmasını meşru göstererek savaş halinde olduklarını haykırıyorsa, Leyla Zanaların Silvan ve Siverek’in kendilerine lazım olduklarını söyleyip, askeri tesislere saldırmaları bu kadar ortadaysa hala da bütün bu insanlar bu politikaların oluşturulmasında rol alıyorlarsa ve yüzlerce eylem destekleniyorsa…En son Batasuna Partisinin kapatılması davasında, bırakın diğer eylemleri terör örgütünü kınamamak dahi parti kapatma nedeni olabilir dendi. Şunları söyleyen, yapan, eyleme geçiren, öğretmenlerimizi bile dağa kaldıran insanları demokrasi adına anayasayı uygulamaktan başka yol olmamalı. Ama şöyle bir durum da var, AİHM’e başvurmak. Bizim Anayasa Mahkememiz; 2’ye karşı 9 oyla Refah partisi kapatılsın, diyor. AİHM büyük heyet olarak toplanıyor, bir tek muhalife karşı daha büyük oyla haklı buluyor. 


“TERÖRİST ÖRGÜTLERİN YAPTIKLARI ÇOK SAPIK BİR İNSAN HAKKI İHLALİDİR”

Siz zaten insan hakları ihlallerinin devlet görevlilerinden çok terörist örgütler tarafından yapıldığını söylüyorsunuz.

Tabi ama yalnız ben söylemiyorum, birleşmiş Milletlerin kararını tebliğ ediyorum. Avrupa’ya, Amerika’ya göre ancak devletler insan hakkı ihlali yapar, terörist örgütlerin yaptıkları insan hakkı ihlali sayılmaz. Bu çok sapık bir insan hakkı ihlalidir. Bir devlet görevlisi birine iki tokat atsa, insan hakkı ihlali ama bir terörist örgüt atom bombasıyla bir şehri ortadan kaldırsa insan hakkı ihlali değil, çünkü devlet yapmadı örgüt yapmadı. Birleşmiş Milletlerde, “Terörist örgütlerde insan hakkı ihlali yapabilir” diye karar çıktı ama bütün Avrupa ülkeleri ve ABD çekimser oy kullandı. 

“ ECEVİT, ULUSAL BİR ÇAĞRI YAPINCA DSP’YE KATILDIM ”

“ CHP, KEMALİST ÇİZGİSİNİ KORUSAYDI TÜRKİYE BAMBAŞKA OLURDU ”

“ CHP’NİN TANINMAZ HALE GELMESİNDE İNÖNÜ’NÜN DE SORUMLULUĞU VAR ”

“ HİTLER İLE KEMAL DERVİŞ’İN BAĞLANTISI…”

Sizin siyasi girişimlerinize gelelim…Bülent Ecevit'in lideri olduğu dönemde DSP'ye katılarak ''Atatürk'ün partisi dahi tanınmaz hale geldi. Türkiye'nin gerçekten ulusal bir çağrıya ihtiyacı olduğunu hep düşünüyordum.” diyerek , milletvekili aday adayı oldunuz. Sizce CHP’nin tanınmaz hale gelmesinde Baykal’ın ve Kılıçdaroğlu’nun payı ne?

CHP’nin tanınmaz hale gelmesinde İnönü’nün de sorumluğu vardır. CHP, Kemalist çizgisini koruyabilseydi, bugün bambaşka bir Türkiye’de yaşıyor olurduk.

Ben hiçbir zaman siyaset düşünmüyordum, DSP dahil hiçbir partide siyaset düşünmüyordum. Antalya’da Eyilik Tv vardı, haftada bir defa, “Vural Savaş ile uzun uzun” diye bir program yapıyordum, biterken benimle söyleşi yapan arkadaş, “Mutlaka sizin gibi adamlar siyasete girmeli” diyordu, en sonunda rest çektim, bir daha bu soruyu sorması halinde programa çıkmayacağımı söyledim. Ecevit ulusal bir çağrı yapmıştı, o gün de yine sormaz mı…”Valla dedim düşünmüyordum ama bir Başbakan ulusal çağrı yapıyor, bize de bir görev düşüyorsa ben hazırım” dedim, bir saat sonra bir telefon. “Vural bey, sabah bekliyoruz”…Ecevit’e şunu söyledim: “Yüzde 4’ten fazla oy alamazsınız” Atatürk’ün kemiklerini sızlatan CHP kitabımda ayrıntılarıyla hepsini anlattım. Bana o zaman Kemal Derviş’i en çok eleştiren kişi olduğum hatırlatılarak, Ecevit’in kendisini getirdiğinden bahsedildi. Kemal Derviş bu partide olsaydı ben bu partiye girmezdim, dedim. II.Cihan Harbinde Türkiye’ye çok önem veriliyor, 3 tane namlı anılarını yazdı, üçünde de müşterek husus, kendi tarafına çekmek için en çok casus Ankara, İstanbul’daydı. Hitler, eski Başbakan Von Papen’i Ankara büyükelçisi yapıyor, Von Papen yanında tek kişiyle gelmiştir. Bu kadın Kemal Derviş'in annesi Gerti Jeathke'den başkası değildi. 

“ GAP PROJESİ DAİMA ENGELLENDİ ”

AKP'nin Enerji Bakanı Hilmi Güler, enerji için yaptıklarını anlatmak için bir konferans vermişti, ben de gittim, güzel anlattı. Dedim: “Siz hiç büyük barajlardan bahsetmediniz” “Ya Vural bey, Kemal derviş 15 günde 15 yasa çıkartmış, bir tanesi büyük barajları devlet su işleri yapmayacak, özel sektör yapacak, özel sektör de yapmıyor. Biz ne yapalım” dedi. Güneydoğu’da terörü bitirmenin en büyük projesi GAP projesiydi. Birinci 5 yıllık kalkınma planı diyor ki, “Bu projeyle Türkiye’nin 1/3 geliri, 3 katına çıkacak, 12 milyon kişiye de iş sahası açılacak. Fakat bu proje daima engellenmiştir. Hala da tamamlanacağı şüpheli. 

“İLK PARTİ KAPATMA DAVASINI DSP İÇİN AÇACAKTIM”

“MHP’NİN PARTİ KAPATMAYA NEDEN OLACAK HİÇBİR FAALİYETİNİ TESPİT EDEBİLMİŞ DEĞİLİM”

Atatürkçü çizgisini koruyamayan partilerle ilgili bir probleminiz oldu mu? Kaos ortamı demişken ülkücü camia da bir zamanlar ülkeyi karıştıranlar arasında gösteriliyordu. Yapılan bazı yanlışlıklara dikkat kesilmenize rağmen, “MHP'ye inceleme yok” şeklinde beyanatlarınız oldu. MHP’nin ülkenin bütünlüğüne ters düşen eylemlerini saptadınız mı?

Parti kapatma nedenleri bellidir. SHP’den misal vereyim. Kongresini yapmıyordu. “Kongreyi zamanında yapmama parti kapatma nedeni” Benden önceki başsavcı müracaat etmiş, süre de verilmiş, ona da uymuyor… Başsavcı olur olmaz ilk karşılaştığım sorun bu oldu. Fakat 3-4 sene geçmiş, Başsavcı gereğini yapmamış. Ben derhal Rahşan Ecevit’i aradım. “Makul bir sürede kongrenizi yapmazsanız partiniz hakkında kapatma davası açarım” demişimdir. İlk parti kapatma davasını DSP için açacaktım. Ama CHP’nin bir bölücü faaliyeti yok, laikliğe aykırı faaliyeti yok. Neye dayanarak o partiler hakkında bir şey yapacaksınız? MHP’nin parti kapatmaya neden olacak hiçbir faaliyetini tespit edebilmiş değilim. Bizim partilere bir düşmanlığımız yok ama yapsaydı da onun hakkında da en azından delil toplar, gereğini yapardık. MHP, ülke bütünlüğünü ihlal edeceğine inandığı kişi veya davranışlara karşı bir takım söylemlerde bulunuyor. 

Irkçılık, milliyetçilik suç sayılmıyor mu?

Irkçılık bambaşka bir şey. Şu ırkçılığa delalet eder diye bir şey bizim ne dinimizde, ne de Osmanlıdan gelen geleneklerimizde ne de tarihimizde var.

“28 ŞUBAT’IN SAVCISI BENİM. ŞİMDİYE KADAR BİR TEK BENİM İFADEME BAŞVURULMADI”

“Eğer başka bir partide Refah Partisi devam ettirilmek istendiğini saptarsam, o parti için de kapatma davası açarım” demiştiniz. “AKP çoktan kapatılmalıydı” kitabınıza rağmen, bugünkü konjonktürde Ak Partinin kapattığı dönemler konuşuluyor. Yani kapatılmıyor, kapatıyor…?

Karşı devrim denilen husus budur. Yargı vesayet altındaydı. Son zamanlara gelinceye kadar Yargı kadar temiz kuruluş yoktur. Yassıada Mahkemeleri misal verilir, o da özel kurulmuş. Ne karar vereceği önceden belli. 27 Mayıs ihtilalı olmuştur, Yassıada bir takım kararlar vermiştir, o kararların tasvip edilecek tarafı yok. Ama 17 dava Anayasa Mahkemesine intikal etmiştir. İçinde en büyük yolsuzluk diye nitelendirilen kromit davası var, Demokrat partiye yardım edenlerle ilgili davalar var vs..Ben de o zaman Anayasa Mahkemesinde stenograf olarak çalışıyordum, zabıtları da ben tutuyordum, 17 davada da Başsavcı berat istemiştir, Anayasa Mahkemesi de oy birliği ile hepsini berat ettirmiştir. 12 Eylül zamanında Demirel, Ecevit, Baykal hepsi hakkında davalar vardı, bir tek mahkumiyet kararı çıkmamıştır. Refah partisi kapatma davasını AİHM bile haklı bulmuş. Hem de ben 3 ayrı nedenden dava açtım, Anayasa Mahkemesinde “Başsavcı açtığı davada haklıdır” diye karar çıkmış. Zaten herkes şaşıyor. 28 Şubat’ın Savcısı benim. Şimdiye kadar bir tek benim ifademe başvurulmadı. Benden sonra görev yapan Sabih Kanadoğlu dinlendi vs…Çünkü katiyetle yaptığımız her işin Anayasaya, hukuka uygun olduğunu onlar da biliyor. 

“BİR İNSAN KENDİ DİNİNİ BİLMEDEN TOPLUMU ANLAYAMAZ”

İsveç Ankara Büyükelçi Michael Sahlin’i RP’nin kapatılmasına yönelik ikna ettiğiniz konuşmada: 7-8 yaşlarındaki çocuklara kuran ezberletilmesinin ve din adamı yetiştiren bu okulların çoğalması endişenizi paylaşmışsınız. İkna edemediğiniz kimse kaldı mı?

6-7 yaşındaki çocukların hiç bilmedikleri bir dilde(Arapça) o dev kitabın, kelime kelime ezberlettirilmesi, o çocuğun psikolojisini nasıl bozacağı, ondan sonraki tüm davranışlarını nasıl etkileyeceği konusunda kurslara katılan insanlardan, bu konudaki en değerli bilim adamlarına kadar görüşlerini naklettim. Bir insanın Kuran’ı öğrenmesi kadar tabi bir şey yok. Ben de çeşitli tefsirleri Arapça bilmememe rağmen okumuşumdur. Kendi dinini bilmeden bir insan toplumu anlayamaz ama denetimsiz Kuran kurslarında küçük yaştaki çocuklara, Kuran-ı Kerim’i tek kelimesini anlamadan baştan sona ezberlettirilmesini ne pedagojik bakımdan ne dinimizi öğrenme bakımından doğru bulmuyorum. İsveç Ankara Büyükelçi’ne dedim ki, “Sizin din kitabınızın da aslı Latince, 6-7 yaşındaki çocuklara bunu baştan sonra ezberletseler bunu onaylar mısınız? “Ben papaz çocuğuyum, hiçbir dinde böyle bir şey olamaz” diye cevap vermiştir bana. 

“ İMAM HATİPLİLER DİNCİ PARTİLERE OY VERİYOR ”

Siz bir din eğitimi alsaydınız, ilahiyatçı olsaydınız, din eğitiminin insan üzerindeki olumlu etkilerini konuşuyor olurduk. Öyle değil mi?

Bir anket yapılsın, 2 milyona yakın imam hatiplilerin kaçı İslamcı referansları olmayan bir partiye oy vermiş? Bu şekilde eğitim gören insanlarda ne laiklik olur, ne çağdaş Türkiye olur…

Şeriat büyük bir tehlikedir, hatta bunlarla uğraşmak büyük sevap demiştiniz. Ve sırf dini referans alıyor diye bir parti için kapatma davası açmanızı, cehenneme gitmekten korkmuyorsunuz diye karşılayanlara “Dini siyasete alet edenler hakkında gereğini yaptığım için cennete gidebileceğime inanıyorum” yanıtı verdiniz.

Değil, şeriat büyük tehlike, demedim. Cennete gidersem bir tek sebepten giderim, dini siyasete alet edenlerle bir mücadele yaptığım için. Buna samimiyetle inanmaya devam ediyorum. 

“KURAN’IN ÖĞRENİLMESİNİ EN ÇOK ATATÜRK VE ATATÜRKÇÜLER İSTEMİŞTİR”

“HİÇBİR İSLAM ÜLKESİNDE DEMOKRASİ GERÇEKLEŞEMİYOR”

Dini siyasete alet etmeyenleri nasıl ayıracağız peki? Dini devlet yöntemine karışmasının hiç makul bir yolu yok mu? asıl korkulan şey burada İslam mı, İslam’ın kullanılma biçimi mi?

Dinimizi asıl anlamının hata Kuran’ı Kerim’in tam öğrenilmesini en çok Atatürk ve Atatürkçüler istemiştir. Hutbeler Arapçaydı, Türkçe okunmasını ve anlaşılmasını istedi. Ahmet Hamdi Yazar’a Kuran-ı Kerim’in Türkçesini yazdırmıştır ve binlerce adet bedava dağıtmıştır. Sorun dinimizden değil, dini siyasete alet ederek sömürenlerden. Bütün İslam ülkelerinde dine en büyük zarar verenlerin kendileri olduğunu görüyoruz zaten. Kuran-ı Kerim çok daha ileri bir dünya görüşünü insanlara anlatmaya çalışan çok önemli bir kitap. Fakat dini eğitim alan din adamlarının politikaya etkili olduğu hiçbir ülkede çağdaşlık olmaz. Niye ortaçağ diyoruz? Avrupa, 1000 yıl İslamiyet’ten daha geri bir durumdaydı cadı kazanları, engizisyonlar vs. Dinimiz esasları bakımından diğer dinlerden üstün olduğu halde neden hiçbir İslam ülkesinde demokrasi gerçekleşemiyor? Veya hangi yerde laik eğitim yok da orada demokrasi olmuş? Ben Türkiye’de artık olabileceğine inanmıyorum.

Yahudi asıllı Naumark, Avrupalının Türkleri neden sevmediğini Hıristiyanlık açısından ele almış. Türklerin Müslüman olduğu için sevilmediğini aktarmış. O zaman Avrupa’ya karşı gücümüzü ortaya koyabilmemizin yolu, İslam’dan geçmiyor mu?

Orada diyor ki: “Batı, her zaman İslamiyet’i sapık inançlara kanalize etmiştir. Vehhabiliği kuranlar, İngiliz Dominyon Bakanlığının adamlarıdır. Ahmet Emin Yalman anılarında yazıyor. Fransızlar geliyorlar, o zaman Milli Eğitim Bakanı olan Maarif Nazırı “Aman bu modern okulları bırakın, eski mahalle okullarına dönün, halkı daha kolay idare edersiniz” diyorlar. Yalman bile O gerici sistemi ülkemizde yaşatmak istediklerini yazdı. Avrupa hangi ülkenin kalkınmasını, ilerlemesini ister? Ülkeleri geri bırakacak tarikatları Batı daima desteklemiştir. Dış İşleri Bakanı olarak önemli iki isim var biri Genel Kurman Başkanlığı da yapmış, Colin Powel. Berlin’de bir televizyon programında soruyorlar, “Irak’ta kaybettiniz mi?” diye. “Yok Irak’ta kaybetmedik, bundan sonra bütün İslam ülkeleri tamamen dini rejimlerle yönetilecek, Anayasaları da Kuran olacak” En son 3 ay önce Henry Alfred Kissinger (Nobel barış ödülü almış, küresel yeni dünyanın mimarlarından kabul ediliyor) ile bir söyleşi yapılıyor, “ABD niye etkili diye soruyorlar?” “Biz ABD’de vatan hainlerini öldürüyoruz, diğer ülkelerde de vatan hainlerini kahraman haline getirip iktidara taşıyoruz” Ben her zaman söylüyorum, emperyalist güçler bir partiyi, tarikatı destekliyorsa, bilin ki bu coğrafyadaki ülkeleri paramparça etmeyi planlıyorlar. Demirel ile yapılan bir söyleşi var, “En çok askeri müdahaleler size karşı yapıldı, niye?” “Ne zaman komşularımla münasebetleri düzeltmeye kalksam başıma bir felaket geldi” 

Kitapta Rıza Şah ile Atatürk arasındaki sohbete yer vermişsiniz. Orada Atatürk, ”Toplumda köklü değişiklikler yapmak isteyen her lider yobazlarla muharebe etmeye mecburdur” sözleri paylaşılmış. Atatürk’ün bugünkü AK Partiye bakışı ne olurdu sizce? AK Parti ile mücadele etmeye muktedir bir güç var mı?

3 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR



***