Yaşar Nuri Öztürk etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Yaşar Nuri Öztürk etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

17 Nisan 2020 Cuma

Yaşar Nuri Öztürk, Yekta Güngör'ü Okuyorum!

Yaşar Nuri Öztürk: Yekta Güngör'ü Okuyorum!



Yaşar Nuri ÖZTÜRK
7 Nisan 2000

YEKTA Güngör Özden... Şu Ünlü Anayasa Mahkemesi Başkanı... Milletvekillerinin iradelerine kişisel kaprisler uğruna ambargo konmaya çalışıldığı bugünlerde onu okuyorum.

Önce uzaktan bakıyorum Yekta Güngör'e: Bir hukuk devletinde en yüksek hukuk kurumunun başkanı olma noktasına geldiğine göre çaplı, düzeyli ve etkin bir hukuk adamı Yekta Güngör...

Biraz daha yaklaşıyorum: Önümüzdeki altı kitabı'ndan üçü şiir... Diğer üçü, oldukça hacimli hukuk kitapları: ‘‘İnsan Hakları-Laiklik-Demokrasi’’, ‘‘Hukukun Üstünlüğüne Saygı’’ ve ‘‘Atatürk Sizsiniz’’

Şimdi iyice yakından, kitapların içinden bakıyorum: Çağdaş, insan ve yurt sevgisiyle dolu bir hukuk adamının gök gürültüsü gibi ürperten bir üslupla yazıya geçirdiği onlarca hukuksal, sosyal konu... Sarsıcı, alıp götürücü, coşkuyla doldurucu bir anlatım... Her konuda, omurga noktaya evrensel hukukun ‘‘olmazsa olmaz’’ ilkeleri oturtulmuş.

Tüm bunlardan daha başka bir şey var Yekta Güngör'de insanı saran: Yazdığı sayfalara oturmuş bulunan ve sizin kalp atışlarınızı kendi titreyişlerine uyarlayan bir güçlü ve sıcak yürek... Öz Anadolu hamurundan yoğrulmuş bu yürek Kuvayi Milliye ateşiyle alevli, insan gerçeğine sevdalı bir Atatürk Cumhuriyeti çocuğunun yüreği... Saf, ama gafil değil, dürüst ama katı değil, imanlı ama yobaz değil, sevecen ama şaklaban değil. Vakur, azimli, amaçlı, dirayetli, ileri bakan, hep yürüyen ve durmadan yürümeye çağıran bir yürek bu.

23 Nisan çocuklarının sonsuza uzanan avuçlarına ümit ve erdem akıtan bir yurtseverin yurtlaşmış yüreği bu... 23 Nisan çocukları onun kitaplarını, üstüne iyice abanarak okuduklarında içleri tatlı bir hevesle dolacak ve Yekta Güngör'ün serüvenini merak edecekler. Ve görecekler ki o serüven, Türk insanının ve Türk yurdunun yarınları için durmak ve ürkmek bilmeden yürüyen ve değer üreten bir büyük benliğin şiirsel bir duaya dönüştürülmüş yaşamıdır... Erdem, uğraş, savaşım, ışık ve sevgi dolu bir yaşam... İzbelere, karanlığa, ikiyüzlülüğe, dönekliğe, aymazlığa, gaflete ödün vermemiş bir yaşam...

Hukuk bilgi ve deneyimlerini bizimle paylaştığı üç kitabı, Türkiye'yi yarınlara taşıyacak genç kuşakların, bana göre temel ders kitapları arasına girecek önem ve değerdedir. Bıkmadan, usanmadan saatlerce okuyabiliyorsunuz. Çünkü Yekta Güngör'ün yazdıkları, kütüphane küfü, akademik kabızlık gibi bıktırıcılardan arınmış canlı gerçekler... Yekta Güngör, koluna girip birlikte yürüdüğü insanı anlatıyor. İnişleri ve çıkışlarıyla, toplum ve birey olarak...

O, bir aydın sıfatıyla açık ve tevilsiz konuşuyor; evirip çevirmiyor, kıvırtıp gevelemiyor. Aydın olmanın tüm sorumluluğuyla gerçeği olduğu gibi gösteriyor... Tatlı su aydınlığı, öyle sanıyorum, onun en tiksindiği şeylerin başında gelmektedir.

Yekta Güngör'ün şiirlerini sonra anlatacağım. Bugün üzerinde durduğum düz yazıları için bir şey daha söylemek istiyorum: Yazımın başında andığım üç kitabı, insan haklarını, hukuku, cumhuriyeti sevip sayanların, Türkiye'nin mutlu ve güzel yarınları için çaba gösterenlerin mutlaka ve dikkatle okumaları gereken bilgi, perspektif ve ışık sunan kitaplardır.

Selam, Sevgi ve saygı Yekta Güngör'e!

https://www.hurriyet.com.tr/yasar-nuri-ozturk-yekta-gungoru-okuyorum-39145879

***

12 Şubat 2019 Salı

Atatürk olmasa bugün Hazreti Muhammed’in mezarı da olmayacaktı,

Atatürk olmasa bugün Hazreti Muhammed’in mezarı da olmayacaktı,


Can Ataklı   

09.08.2008
ErtuÄŸrul Osman Efendi
Pazartesi akşamı Avrasya Televizyonu’nda Lale Şıvgın’ın sunduğu “Beyin Fırtınası” programına katılmıştım biliyorsunuz. Programın diğer konukları Nevzat Yalçıntaş ile Erol Manisalı idi.
Nevzat Yalçıntaş program sırasında Atatürk’le ilgili küçük bir anekdota yer vererek “Suudiler 1926 yılında sınırları içinde tüm mezarlıkları yıkıyorlardı. Atatürk sıranın Hazreti Muhammed’in kabrine geldiğini öğrenince bir telgraf çekerek, ‘Eğer bir tek taşına bile dokunursanız ordumu aşağı gönderirim’ demişti. Bunun üzerine Suudiler Hazreti Muhammed’in kabrine dokunamamıştı. Ama bu telgraf yok edildi” dedi.
Programın ana konusu kapatma davası olduğu için bu konu fazla uzun sürmedi. Programdan sonra Lale Şıvgın, yayının yapıldığı Doğatepe tesislerinde bizlere birer çorba ikram etti. Bundan yararlanarak Yalçıntaş’a “Hocam programda anlattığınız olayın ayrıntılarını söyleyebilir misiniz?” diye sordum.
1981 yılında 12 Eylül askeri yönetimi Atatürk’ün 100. doğum yılı nedeniyle kapsamlı bir program hazırlamış. Prof. Yalçıntaş o dönemde İlim Kurulu’nun başına getirilmiş. Amaç Atatürk’le ilgili çeşitli kaynaklardan arşiv araştırması yapmak ve “bilinmeyen Atatürk’ü” ortaya çıkarmakmış.
Yalçıntaş, “Dışişlerinde Münir Bey vardı. (Soyadını hatırlayamadı) İyi bir araştırmacı ve arşivciydi. Ona Dışişleri Bakanlığı arşivlerinin araştırılması görevi verilmişti” diyerek anlatmaya başladı.
Sonra da sürdürdü: “Bir gün Münir Bey aradı. Çok ilginç bir belge bulduğunu, bunu getirip göstermesi gerektiğini söyledi. O sırada benim çalıştığım başbakanlık binası ile dışişleri binası aynı yerde. Hemen atlayıp geldi. Çok heyecanlıydı.”
Prof. Yalçıntaş, Münir Bey’in gösterdiği belgeye baktığında çok şaşırdığını belirterek şöyle devam etti: “Belge bir telgraf metniydi. Henüz yeni kurulan Suudi devletinin kralına gönderilmişti. Telgrafta ‘Hazreti Muhammed’in mezarının yıkılacağını derin üzüntü içinde öğrendim. Bu kutsal emanete asla dokunamazsınız. Bir tek taşının bile zarar gördüğünü duyarsam orduyu aşağıya gönderirim’ anlamına gelen cümleler vardı.”
Yalçıntaş, burada Hazreti Muhammed’in mezarı ile ilgili kısa bir detay anlattı. İngiliz işgali sırasında komutan olan Fahrettin Paşa’nın kabri terk etmemek için uzun süre direndiğini, aç kaldıklarını bu nedenle çekirge yiyerek beslendiklerini, sonunda İngilizler’in hiçbir şekilde dokunmamaları kaydıyla Hazreti Muhammed’in mezarını terk ettiklerini ancak kutsal emanetleri de yanlarına aldıklarını söyledi.
Şimdi gelelim belgenin bulunmasından sonraki gelişmelere, çünkü vahim ve ilginç olan bu: Nevzat Yalçıntaş’ın anlattığına göre Münir Bey belgeyi önce bir üst amirine götürüyor. Belge oradan daha yukarı taşınıyor. Sonunda müsteşara oradan da Bakan İlter Türkmen’e geliyor. Tabii Evren Başkanlığı’ndaki Milli Güvenlik Konseyi’nin de haberi oluyor.
Sorun şu: Bu belge ne yapılacak? Dönemin Atatürkçü komutanları ve onların emrindeki bürokrasi bu belgenin açıklanmasını istemiyor. Ancak belge de ortaya çıkmış bir kere. Sonunda o dönemde yazılan ve şimdi kitapçılarda tek nüshası bile kalmayan bir Atatürk kitabının içine, hiçbir anons yapılmadan konuyor.
Kısacası konu adeta kapatılıyor, sadece o tuğla gibi kalın kitabı sonuna kadar okuyanların dikkatini çekecek biçimde “zevahiri kurtarmak” adına konuyor.
Peki bu belge şimdi nerede? Kimin koruması altında? Bu da bilinmiyor. Bilinen tek şey, Atatürk’ün İslam aleminin peygamberi Hazreti Muhammed’in mezarının ortadan kaldırılmasını önlemesi herkesten saklanıyor.
*****

Hazreti Muhammed Mescidi Nebevi’de yatıyor
Hazreti Muhammed 571 yılında doğdu 632 yılında vefat etti. Peygamberimiz Medine’de oturduğu evde toprağa verildi. Bu mezar bugün dünyanın en büyük camisi olan Mescidi Nebevi’nin içinde.
Mescidi Nebevi, Hazreti Muhammed’in Mekke’den Medine’ye göç etmesinden sonra ilk namaz kıldığı yer. Hazreti Muhammed, Medine’de oturduğu evin hemen yanına kentin ilk mescidini inşa ettirmişti. Bu mescit geçen yıllar içinde defalarca yenilendi. Bugün 600 bin kişinin aynı anda namaz kılabildiği Mescidi Nebevi’nin korumasını çok uzun yıllar Osmanlı askeri yapmıştı.
Arabistan’da mezar adeti yoktur. Ölüler herhangi bir yerde toprağa verilir, üzerine belirleyici bir şey konmaz. Bu nedenle sadece Hazreti Muhammed’in mezar yeri ile ilgili bilgi vardır. O’nun dışındaki İslam büyüklerinin mezarlarının yeri bilinmez. Bir süre önce Hazreti Muhammed’in annesine ait olduğu ileri sürülen bir mezar ortaya çıkarılmıştı. Ancak Suudi yönetimi bu mezarı da ortadan kaldırmış ve yerine otopark yapmıştı.
Atatürk’ün müdahalesi olmasa Suudiler, Mescidi Nebevi’nin hemen dibindeki Hazreti Muhammed’in mezarını da tamamen ortadan kaldıracaktı. Nitekim Hazreti Muhammed’le aynı yere defnedildikleri bilinen Sahabe’nin önde gelen isimlerinin mezar yerleri bugün dümdüzdür.
*****
Yaşar Nuri Öztürk: Ali Babacan araştırma izini vermedi
Nevzat Yalçıntaş’la sohbetimiz sırasında “Bir gün Yaşar Nuri Öztürk Bey aradı. Benim bu anlattığımı duymuş, belgeye nasıl ulaşabileceğini sordu” dedi. Ben de “Belgeyi bulmuş mu?” diye sorunca “Onu bilemiyorum, ama galiba bir kitabına koymuş ben okuyamadım” dedi.
Bunun üzerine önceki gün Yaşar Nuri Öztürk’ü aradım. Öztürk, Yalçıntaş’ın anlattıklarını doğrulayarak, “Ancak bunu henüz bir kitabıma koymadım. Araştırmayı aşağı yukarı tamamladım, Gazi Mustafa Kemal ve İslam isimli çok kapsamlı bir kitap hazırlıyorum, bunun bitmesi üç yılı alır. Konu bu kitapta yer alacak” dedi.
Milletvekili olduğu sırada bu belgeye ulaşmak için çok çalıştığını söyleyen Öztürk, “Belge Dışişleri Bakanlığı arşivlerinde. Milletvekili sıfatımla bu arşivlerde çalışmak için bakan Ali Babacan’a başvurdum, ama bana izin vermedi” diye konuştu.
Öztürk’e “Peki hocam, böyle bir belgenin açıklanmasını neden istemiyorlar?” diye sordum. Öztürk’ün cevabı çok ilginç oldu.
Şöyle dedi: “Atatürk’ü din ve İslam dışı göstermek isteyenler elbette bu belgeden rahatsız olacaklardır. Bu nedenle dini siyasete alet edenler emperyalistlerle iş birliği bile yapabiliyor. Dincilerle İslamı reddedenler bu noktada birleşebiliyor.”
***

29 Kasım 2018 Perşembe

Türban bir Rahibe kıyafetidir İslamiyet ve Giyim-Kuşam

Türban bir Rahibe kıyafetidir  İslamiyet ve Giyim-Kuşam



YAŞAR NURİ ÖZTÜRK



Yaşar Nuri Öztürk
25/09/2007

Türban rahibe kıyafeti

Türkiye’nin dinsizliğe doğru gittiğini ileri süren Prof. Dr.Yaşar Nuri Öztürk, türbanın Müslümanlıkla ilgisinin olmadığını söyledi.
‘Türban rahibe kıyafetidir’
Gündeme ilişkin soruları cevaplayan Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk, “Kuran’ın anladığı manada bir dinden söz ediyorsak, Türkiye dinsizliğe doğru gidiyor” dedi. HYP Genel Başkanı ve eski İstanbul Milletvekili Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk, siyasi gelişmelerle ilgili soruları cevapladı.
“Kuran’ın anladığı manada bir dinden söz ediyorsak, Türkiye dinsizliğe doğru gidiyor” diyen Öztürk, “Türkiye’yi taşıdıkları yer şirktir, din değil. Şimdi Türkiye doğrudan doğruya müşrik zihniyete, şirk zihniyetine doğru gidiyor. Yelken açmış gidiyor hem de. Zaten Kuran’dan ve Hz Muhammed’den onay almayacak sahte bir dini, morfin gibi kullanıp Türkiye üzerinde her istediklerini yapıyorlar, hurafe dinini anestezi gibi kullanıyorlar” şeklinde konuştu.
İncil’e St Paul soktu
Prof. Dr. Öztürk, son yıllarda “türban” adı verilen ve değişik tarzda bağlanan örtünün ise Müslümanlıkla ilgisinin olmadığını söyledi. Öztürk, bunun St Paul’ün İncil’e soktuğu rahibe kıyafeti olduğunu belirterek, şu değerlendirmeyi yaptı:
“Türkiye’de iki büyük operasyon yapılıyor. Kuran dininin birinci vasfı anti emperyalizmdir. Atatürk de tarih önünde bu konuda en başarılı adamdır. Ama onun anti emperyalist yanını kınıyorlar. Türkiye kullanılarak İslam’ın, anti emperyalist ruhunu yok etmek istiyorlar. Her 50 metreye kurulan camilerde bu ruhu katlediyorlar. Bize, ’İslam’ın diğer taraflarını bırakın, size bol cami yapmak, hanımların başını örtmek kafidir’ diyorlar. Hanımların başındaki örtü, rahibe kıyafetidir. Saint Paul’un İncil’e soktuğu kıyafettir. O bizim Müslüman insanın örtüsü değildir. ’Cami ve bu örtü size din olarak yeter’ deniyor. Müslümanlara din diye başka bir şey bırakmadılar.” *1*
30 Temmuz 1999, Cuma
Yaşar Nuri Öztürk:

‘İslam ve giyim-kuşam’ (4)

Sosyolog-ilahiyatçı Prof. Dr. Zekeriya Beyaz’ın İslam’da örtünme ile ilgili olay kitabının son sayfaları, örtünme ile ilgili Kuran ayetlerinin yorumlarındaki saptırmaların eleştirisine ayrılmıştır. Özellikle Nur Suresi 31. Ayet üzerinde durulmaktadır
Nur Suresi 31. Ayetteki emirde zinet yerinden söz edilmiyor. Doğrudan doğruya ve açık bir biçimde ‘‘zinetlerini’’ yani süslerini apaçık yapmasınlar (la yübdine zinetehunne) deniyor.
Nur Suresi 31. Ayetteki emir, başın örtülmesi değil, göğse takılan süs eşyalarının ulu – orta teşhirinin engellenmesidir. Bunun başa takılan bir örtüyle veya başka bir örtüyle yapılması kişinin tercihine bağlıdır. Gerçek olan şu ki, ayette başlarınızı örtüp kapatın diye bir emir yoktur.
Nur 31’in dediği, ‘‘Başörtülerini göğüslerinin üzerine salsınlar’’ değil, ‘‘örtülerini veya başörtülerini gerdanlık zinetlerinin üzerine örtsünler’’ şeklindedir. Yani amaç, gerdanlıkların teşhirine engel olmaktır. Ayette örtülmesi emredilen yer de göğüs değil, yaka yırtmacıdır ki o yırtmaç bölgesi gerdanlığın takılma alanıdır.
‘‘Ayette başörtüsü kelimesinin geçmesi başın örtülmesinin farz olduğunu söylemek için yetmez. Çünkü farzıyetten bahsetmek için delinin sübutunun (varlığının) kesin, manaya delaletinin de zandan uzak olması gerekir… Nur 31 başların örtülmesi için böyle bir kesinlik taşımıyor. (s.278-279). *2*
Sefer Çetinkaya
sefercetinkaya@hotmail.com
13 Ekim 2010

Türban bir Rahibe Kıyafetidir

Önce Türkiye’yi istikrarsızlaştırmak, sonra da iç çatışma çıkararak bölüp parçalamak isteyen emperyalizm, işbirlikçileri aracılığıyla Türkiye’nin başına türbanı dolamıştır. Türkiye, yıllardır bu bela ile uğraşarak yıpratılmakta, enerjisi tüketilmekte, dikkati buraya odaklanarak gerçek sorunları ile uğraşması ve sorunlarına çözüm üretmesi engellenmektedir.
Türban, Atatürk karşıtlarının, laik rejimi yıkmak isteyenlerin kullandıkları bir simgedir ve ilk basamaktır. Şimdilik üniversitelerde serbest bırakılacak, sonra tüm kamu alanlarını kapsayacak şekilde genişletilecek, daha sonra türban örtünme zorunluluğu getirilecek, hatta türban örtünmeyenler üniversitelere giremeyecek, devletten hizmet alamayacak.
AKP Konya Milletvekili Müslüm Tuna, 24 Ocak 2008 günü yaptığı açıklamada, “Bizim hedefimiz, kamu hizmeti veren personel üstündeki türban yasağını da kaldırmaktır” derken, Diyarbakır’da toplanan PKK destekli Toplum-Der’e üye kadınlar da, türbanın sadece üniversitelerde değil bütün kamu alanlarında serbest bırakılmasını talep etmekte ve grup adına konuşan Şahbanu Hocaoğlu, “Bu anlamsız ve ahlaksız yasak sadece üniversitelerde değil, bütün kamu alanlarında kaldırılmalıdır. Bilinmelidir ki, başörtüsünün eğitim kurumlarında ve diğer kamu alanlarında serbest bırakılması bir lütuf değil, çiğnenmiş, gasp edilmiş ve çok geciktirilmiş bir insani hakkın iade edilmesinden başka bir şey değildir” demektedir.
AKP ve MHP gibi inaçları siyasi amaçlarına alet eden partiler dinsel ve mezhepsel, PKK de etnik farklılıklar üzerinden Türkiye’yi bir iç çatışmanın içine çekmek istemektedirler. İşte bu amaçla üniversitelerdeki türban sorununu çözeceklerini söyleyen AKP ve MHP, Anayasa’nın laikliğin güvencesi olan bazı maddelerini değiştirmeye kalkışmışlardı. Bu ihaneti mazur görelim ve haydi diyelim ki anayasada yapılacak 1-2 değişiklikle üniversiteye giden kızların türban takmasının önünü açtınız. Kanunların en temel önceliği ‘eşitlik’tir.
Üniversite öğrencilerine türban takma serbestliği getirdiğinizde yarın birisi çıkacak, “kanunlar herkese eşit uygulanır. Türbanı sadece üniversitelerde serbest bırakmak kanunların eşitlik ilkesine aykırıdır” diyerek tıpkı Rahşan Affı’nda olduğu gibi bir dava açacak, mahkemeler de bu savın doğru olduğunu kabul edecek –ki en doğalı budur-, türban tamamen serbest bırakılacak, duruşma salonlarında türbanlı yargıçlarla da karşılaşacağız. Sonra sıraya çarşaf, daha sonra burka girecek, en sonunda kadının sokağa çıkması yasaklanacaktır. Şimdi hiç kimse “acaba?” demesin. Türkiye’yi bekleyen sonuç budur. Çünkü radikalizm hiçbir zaman elde ettiği ile yetinmez ve hep daha fazlasını ister.
Türbanın İslamla uzaktan yakından bir ilgisi yoktur. Museviliğin kutsal kitabı Tevrat’ın “Tekfin Seferi” bölümünde, “Rebeka gözlerini kaldırıp İshak’ı görünce deveden indi ve köleye, ‘bizi karşılamak için tarlada yürüyen adam kimdir?’ diye sordu ve köle de, ‘efendimizdir! dedi ve Rebeka peçesini alıp örtündü” denilmektedir.
Tevrat’ın şeriatı Talmut’un “Sayılar Seferi” bölümünde, “Ben kadını Adem’in bedeninden, sürekli örtülü ve gizli olan bir parçasından yarattım ki, her zaman iffetli ve örtülü kalsın” denilmektedir.
Türban ve onun altındaki bone, Hıristiyanlıkta rahibe kıyafetidir. Hıristiyanlığa da Manastır Cilbabı olarak St. Paul İncili ile girmiştir. Örnek mi istiyorsunuz? İşte size kanıtı:
St. Paul İncili’nde örtünme ile ilgili bölüme hep birlikte bakalım:
“Başı örtüsüz olarak dua eden her kadın başını küçük düşürür. Kadın örtünmüyorsa saçı da kesilsin. Kadına saç kesmek veyahut tıraş olmak ayıp ise örtünsün.” (Korintoslulara 1. Mektup)
Türban, günümüzden 4 bin 500 yıl önce mabet fahişelerinin özel simgesi olarak kullanılmış olup üç semavi dinden ikisi olan Museviliğe ve Hıristiyanlığa yukarıda belirttiğim hükümlerle girmişti.
İslamda ve onun kutsal kitabı Kuran’da da örtünme ile ilgili bölümler bulunmaktadır. Araf suresinin 26. Ayeti İslamda örtünme ile ilgili en belirleyici hükümdür. Bu ayette, “Ey Ademoğulları, size çirkin yerlerinizi örtecek ve süs olarak giyeceğiniz elbiseler indirdik. Fakat takva (günahtan sakınma) elbisesi hepsinden hayırlıdır. İşte bu Allah’ın ayetlerindendir. Gerek ki düşünüp ibret alasınız” denilmektedir.
Görüldüğü gibi Musevilikte ve Hıristiyanlıkta var olan kadınların başlarını örtmeleri ile ilgili ifadeler Kuran’da bulunmamakta, çirkin yerlerin örtülmesinden ve giyinip süslenmek gerektiğinden söz edilmektedir.
20’nci yüzyılda bu tür giysileri ve simgeleri faşist rejimler kullanmıştır. Hitler Almanyası’nda pazubant olarak kullanılan gamalı haç ve siyah renkli gömlekler, Mussolini İtalyası’nda giyilen dik yakalı ve kahverengi gömlekler ne idiyse Erdoğan döneminde Türkiye’deki türban da odur. Faşist rejimlerin bir alışkanlığı olan bu tür giysi ve simgelere benzeyen türbanı çözme aşkı ile yola çıkan Kılıçdaroğlu Mussolini’ye, Hitler’e veya Tayyip Erdoğan’a mı özeniyor yoksa?
***



5 Kasım 2017 Pazar

Koparak Kurulan Partiler ve Siyasi Kültür ,

Koparak Kurulan Partiler ve Siyasi Kültür ,



Nebi Miş  
26 Ekim 2017



Bu tip partiler daha çok, mevcut içinde yer aldıkları partinin lider kadrosu ile girilen mücadelenin kaybedilmesi ya da ideolojik olarak farklılaşmanın sonucunda ana partiden ayrılanlar tarafından kurulur. 

Yargıtay 15 Şubat 2017 itibari ile Türkiye’de faaliyette olan siyasi parti sayısını 92 olarak açıklamıştı. 19 Ekim 2017 itibari ile güncellenen listede 86 partinin adı bulunmakta. Mesela açıklanan güncel listede en son 3 Ekim 2017 tarihinde kurulan partinin adı “Güven Adalet ve Aydınlık Partisi”. Kurucuları hariç böyle bir partinin faaliyette olduğunu büyük ihtimal kimse bilmiyor.

Dün itibarıyla 86 partinin bulunduğu bu listeye Meral Akşener’in öncülüğünde kurulan ”İyi Parti” adında yeni birisi daha eklendi.

Siyasi partiler literatüründe yeni partilerin ortaya çıkışları ile ilgili farklı yaklaşımlar bulunmakta. Bunlardan biri de batıda “splinter party” olarak adlandırılan “ana partiden ayrılarak kurulan” partilerdir. Akşener tarafından kurulan parti de MHP’den ayrılanlar tarafından kurulduğu için bu tipolojiye uygun bir özellik göstermekte.

Bu tip partiler daha çok, mevcut içinde yer aldıkları partinin lider kadrosu ile girilen mücadelenin kaybedilmesi ya da ideolojik olarak farklılaşmanın sonucunda ana partiden ayrılanlar tarafından kurulur.

Türk demokrasi tarihine bakıldığında birçok parti bir ana partiden ayrılanlar tarafından kurulmuştur. Ama bunların içinde sadece ikisi başarılı olmuştur. Bunlar, CHP’den kopanlar tarafından kurulan Demokrat Parti (DP) ve Fazilet Partisi’nin kapatılmasının ardından bu partiden ayrılanların kurduğu AK Parti’dir. 1946’da yapılan hileli seçimleri saymazsak (ki o seçimde bile DP 61 milletvekili çıkarmıştır) 1950 seçimlerinde DP yüzde 53,5 oy oranı ile 416; CHP ise yüzde 39,9 oy oranı ile 69 milletvekili çıkarmıştır. AK Parti ise girdiği ilk seçimde 34,3 oy oranı ve 363 milletvekili ile seçimi kazanmıştır.

Bu iki partinin dışında ana partiden ayrılarak kurulan partilerin girdikleri ilk seçimlerde aldıkları oy oranları çok düşüktür. Ve tümü başarısız olmuştur.

Örneğin, Doğru Yol Partisi’nden ayrılanlar tarafından kurulan Hüsamettin Cindoruk’un başkanlığındaki Demokrat Türkiye Partisi, 1999’da girdiği ilk seçimde yüzde 0,6 oy almıştır. DSP’ten ayrılan ve büyük bir medya desteğini arkasına alan İsmail Cem’in kurduğu Yeni Türkiye Partisi ise 2002 seçimlerinde sadece yüzde 0,1 oy alabilmiştir.

Bu tip partilerin büyük çoğunluğu ilk seçimin ardından bir sonraki seçimlere bile giremeden siyaset sahnesinden çekilmişlerdir.

Ana partiden ayrılan ve sert bir ideolojik konumlanmaya sahip olan partiler ise girdikleri her seçimde yüzde birlik oranlara ancak ulaşabilse bile parlamento dışı muhalefet olarak varlığını sürdürebilmektedir. Buna en iyi örnek MHP’den ayrılan ve hiç seçim başarısı olmayan Büyük Birlik Partisi’dir.

Son 15 yıllık AK Parti iktidarı döneminde kurulan partiler ise seçimlerde dikkate değer bir oy almanın ötesinde gündemin ön sıralarına bile gelememişlerdir. Örneğin CHP’den ayrılarak ANA Parti’yi kuran Emine Ülker Tarhan girdiği ilk seçimde yüzde 0,06 oy alabildiği için seçimin hemen ardından partisini feshetmiştir. Yine CHP’den ayrılan ve Yaşar Nuri Öztürk tarafından kurulan Halkın Yükselişi Partisi de aynı kaderi yaşamıştır.

AK Parti’den ayrılan Abdüllatif Şener’in Türkiye Partisi ise 2011 seçimlerine girmeye hak kazanacak örgütlenmeyi bile gerçekleştirememiştir. Böyle olunca da Abdüllatif Şener 2011 seçimlerinde Sivas’tan bağımsız aday olarak sadece yüzde 4 oy alabilmiştir.

Bugün Türkiye siyaseti açısından meseleye bakıldığında merkezde güçlü bir parti bulunmaktadır. Ekonomik ve siyasal açıdan ülke kriz içinde değildir. Yeni kurulan partinin benzeri zaten siyasette varlığını sürdürmektedir. Bu açılardan bakıldığında yeni kurulan partinin hangi siyasi boşluğu dolduracağı, siyasi söylem ve programının yeni ve farklı olarak ne söylediği önemli bir sorudur. Bir sonraki yazı da bu açılardan konuyu tartışacağım.


[Türkiye Gazetesi, 26 Ekim 2017]

http://www.setav.org/koparak-kurulan-partiler-ve-siyasi-kultur/