26 Nisan 2020 Pazar

Sözde Aydınlar

Sözde Aydınlar 




Yekta Güngör Özden: 
Sözcü Gazetesi 
yektagozden@sozcum.com
3 Kasım 2012 


Gazetelerde zaman zaman düzenledikleri etkinlikleri, basın toplantılarını, duyurularını, “Aydınlar” tanıtımıyla haberlerini okuyup duyduğumuz 
kimselerin anımsattığı “Aydın sorunu” toplumumuzun irdelenmesi gereken bir yanıdır, hatta yarasıdır. 
Bilim adamlarının, yazar ve düşünürlerin bu konuya değinen konuşma ve yazılarında, kişilikten eğitime uzanan çizgide, rastlanan durumlar ele 
alınmakta, eleştiriler ve öneriler sıralanmaktadır. Biz bu yazımızda daha çok güncel görünümleri belirtmek istiyoruz.

Son yıllarda toplumsal dokudaki olumsuzlukların ortaya koyduğu gerçek, birçok yapının değiştiği, bozulduğu, yapaylarının arttığıdır. 
Sözde demokrat, sözde ilerici, sözde liberal, sözde Atatürkçü, sözde dindar, sözde dost, giderek yaşamın acı gerçekleri olmuştur. 
Sözde aydın da bunların hepsinin içinde bulunan gelgitli kişidir. Tutum ve davranışlarıyla güven sarstığı gibi düşünceleri ve görüşleriyle de “ne olduğuna, kim olduğuna ” bir türlü karar verilemeyen, kişiliği bir türlü anlaşılamayan okur yazar ya da görevli biridir.

Gerçek Aydın.,

Gerçek aydın, ahlaklı, adaletli, anlayışlı, çalışkan, özverili ve yürekli bireydir. Toplumuna karşı ödevlerini yüksünmeden ve bir beklentisi olmadan 
yerine getirir. Kültür, sanat, spor, iş dünyasında ya da yasal bir görevde olsun, kendinden başkasını düşünen, bilinçli ve çalışkan halk önderidir. 
Bilgisiyle ışık saçar, nitelikleriyle örnek olur. Yaşamda değer taşıyan, saygın insandır. Kiralanmaz, kullanılmaz, kışkırtılmaz, dönmez ve aldatmaz.

Okuma yazma bilen, diplomalı, iş, makam sahibi, görev ve yetki ile donatılmış, yöneten, öğreten herkes aydın olamaz. Günümüzde düş kırıcı, yanıltıcı, üzüntü ve tiksinti verici yansımaları yaşam biçimi ve ilişkileriyle karşılaştığımız kendini aydın sananlarla aydın sanılanların sesi çok çıkmaktadır. Ne yazık ki gerçek aydınlar daha çok suskunluk içindedir. Kırgın oldukları da gözlenmektedir.

Görünen İzlenen., 

Aydınlarımız alanı boş bırakınca sözde aydınlar ortaya çıkıyor. Aydınlarımızın kopukluğu, dağınıklığı, birleşme ve dayanışmadan uzak kalışları 
sorunun temelidir. Güç oluşturmayı, etkin duruma gelmeyi beceremiyorlar. Yalnız birbirlerine değil, kendi kendilerine de karşılar. 
Küçük nedenlerle tartışmaları kavgaya, ayrılığa dönüşüyor. Bencil davranışları toplumsal yapımızı karartıyor, yıkıyor. 
Seçimlerde anlaşma sağlayamıyor, bölünüp istenmeyenlerin kazanmasına neden oluyorlar. Çekingen davranmaları, aralarında korkak, tembel, 
ikiyüzlü kimselerin girmesi “pısırık, gösterişçi, rozetçi, palavracı” gibi suçlamalara yol açıyor.

    Sözde, sahte aydınlar yasal toplantılara gelmezler, sonuç, istenmeyenlerin olur. Gelir, Çizelgeye imza atar, giderler. 
Katılıp olumlu sonuç alınmasına yardımcı olmazlar. Görüş açıklamaktan kaçınır, açıklayanları da eleştirirler.
Meslek kuruluşlarına, derneklerine, vakıflarına ödentilerini düzgün ödemezler. Biriken i istenilince de ayrılırlar. 
    Oysa eğlenceye, içkiye, oyuna, başka giderlere para ayırırlar. Görevden kaçarlar, yükselme, para, gezi olanağı varsa hemen katılırlar.

Üstelik “Yavuz hırsız ev sahibini bastırır” sözünü anımsatırcasına kendi kusurunun özrünü dileyecek yerde karşısındakini suçlayarak sıyrılmaya bakar. 
Alıngandır, hırçındır, öfkelidir. Kendini beğenir, çabuk küser. Uzlaşmacı, uyumlu değildir. Her şeyi daha çok başkalarından bekler. 

Dinlemez, söylenir, sürekli konuşur. Halkı aldatır, çevresini usandırır, yorar, daraltır.

   Cemaat, tarikat, aşiret ilişkileri içinde olanlar hiç sormadan varlıklarını Okyanus ötesine aktarır, ne istenirse verirler. 
Onlar ekonomik, siyasal alanda ağlarını örerken sözde aydınlar kaçış sayılacak tutarsızlıklar içinde zararlarını yoğunlaştırırlar. 
Bu nedenle, hiçbir yeterliği olmayanlar dinlenir, sayılır, güçlenir, siyaseti bile yönlendirir. 
Niteliklerin değeri bilinmez. Yayılan ve yakınılan, aydınların karanlığıdır. Atatürkçülükte birleşemeyen aydınlar bu durumun kanıtıdır. 

   Sözde aydınların yalanlar, yakıştırmalar ve iktidara yaranma çabasıyla Atatürk' e saldırıları aymazlık ve nankörlüğün ibretlik örnekleridir. 

Tarihçi geçinen kimi kadın ve erkek sözde aydın, güncel siyasetin içinde bu çirkinliklerle ad yapma çabasındaki zavallılardır.


https://www.sozcu.com.tr/2012/yazarlar/yekta-gungor-ozden/sozde-aydinlar-102009/


***

FETÖ., Büyük Ortadoğu Projesi’nin hareketidir,

FETÖ., Büyük Ortadoğu Projesi’nin hareketidir,  


Tarihçi Sinan Meydan : 
BÜYÜK ORTADOĞU PROJESİ DOSYASI
FETÖ, Büyük Ortadoğu Projesi’nin hareketidir



     FETÖ’cü darbenin Büyük Ortadoğu Projesi’ nin bir hareketi olduğunu söyleyen Meydan, “AKP-FETÖ ortaklığı sürseydi cumhuriyet tasfiye edilecekti” iddiasında

   Tarihçi-yazar Sinan Meydan ile Türkiye’nin son günlerine damgasını vuran ana gündem konularını konuştuk. Meydan, yumuşak ve sıcak görünümüne rağmen cesur, ezber bozan ve zaman zaman sert olarak nitelenebilecek söylemlere imza attı. 
   Çay bahçesinde gerçekleştirdiğimiz söyleşimiz bazen halkın katılımı ve soruları ile bölünse de, biz bu söyleşi ile günümüz tarihine dair önemli notlar aldık ve kendi tarihimize notlar ekledik.

* “Resmi tarih yok, belgelere dayalı ideolojik tarih var” diyorsunuz. Siz ezber bozan bir tarihçi misiniz?

Tarihçinin işi zordur; yazılı belgeleri, resmi kayıtları, anıları ince eleyip sık dokuyarak ortaya koyar, tek tek analiz eder ve sonuçta gerçeğe ulaşmaya çalışır. 
Olayların olduğu dönemdeki koşulları dikkate almak çok önemlidir. Resmi tarih ve gayrı resmi tarih ifadesi ise sadece bizim uydurduğumuz kavramlar. 

Örneğin 12 Eylül’de Kenan Evren’in oluşturmaya çalıştığı bir resmi tarih vardır. 

O dönemin algısına bakarak hakikaten Atatürk’ün öyle olduğunu zannederseniz yanılırsınız. Tarihin resmisi yoktur, belgelere dayalısı ya da belgelere dayalı olmayanı yani ideolojilere göre çarpıtılanı vardır.

Tarih ve Din Emperyalizmin en güçlü silahlarıdır.

* Tarih bir Araç olarak kitleleri yönlendirmede ve Şekillendirmede kullanılır mı?

Bu çok önemli bir soru. Tarih emperyalizmin elindeki en güçlü silahlardan 
biridir. Sizin sorduğunuz bu soruya 18. yüzyılda İngiltere, Fransa daha sonra 
Amerika cevap vermiş. Tarihin çok güçlü bir silah olduğunu fark etmişler ve 
tarihi kullanmışlar. Aynı şeyi Türkiye’de de yapıyorlar. Bugün de emperyalist 
çevreler ve onların içerideki yerli iş birlikçileri tarihi kullanarak cumhuriyete, Atatürk’e ve CHP’ye saldırıyorlar. En çok din prim yaptığı için, Türkiye’de din üzerinden çarpık bir tarih okuması yaparak cumhuriyetin kuruluş felsefesine saldırıyorlar.

* Emperyalizm bu durumda dini de kullanmış olmaz mı?

Emperyalizm dini, tarihi, bilimi, her şeyi kullanır. Onların iş birlikçileri de aynı yöntemi uygularlar.

* Bu sistemli bir uygulama ise Türkiye üzerinde ne zaman başladı?

Türkiye üzerindeki emperyalist planların tarihi 1800’lerin öncesine kadar gider.
Batılılar buna ‘Doğu Sorunu’ diyorlar. Osmanlı İmparatorluğu’nu 1683 Viyana
Bozgunu ile birlikte Avrupa’dan, 1913 Balkan Savaşı ile Rumeli’den attılar.
Sonra Anadolu işgal edildi ve eğer Kurtuluş Savaşı’nı kaybetseydik Anadolu’dan
da atılacaktık. Atatürk, Lozan Anlaşması imzalandıktan sonra “Lozan Anlaşması 
ile 200 yıldır bizleri bu topraklardan atmak isteyen emperyalizme karşı çok
büyük bir zafer kazandık” diyor.

Lozan Anlaşması 2023’te bitmeyecek

* Lozan’ın tarihinin dolacağı, anlaşmanın 100 yıl süreli olduğu söyleniyor.

Lozan Anlaşması Türk tarihinin en onurlu, en başarılı anlaşmasıdır ve bu 
tartışmaya açık değildir. Lozan Anlaşması süreli değil, hiçbir maddesinde böyle 
bir ifade yok. Ben bu anlaşmanın eklerini, maddelerini, protokollerini satır 
satır okuyan bir tarihçi olarak söylüyorum ki Lozan Anlaşması 2023’te 
bitmeyecek.

Türkiye’de Diktatörlük Sistemi kurulmak isteniyor

* Bu noktada Büyük Ortadoğu Projesi’ne gelmek istiyorum.

“ Lozan 100 yılda bitecek ” Masalının nedeni de Büyük Ortadoğu Projesi, tam üstüne bastınız. Lozan iki şey kazandırdı; biri tam bağımsız bir ülke, ‘İstiklal-i tam’ diyor Atatürk, diğeri de ‘bilakaydüşart egemenlik’in olduğu bir ülke. Şimdi 
Lozan’ı yırtmak isteyenlerin amacı bu iki temel ayağı devirmektir. Türkiye tam
bağımsızlığını kaybederse bölünür, parçalanır. Eğer ulus egemenliği etkisiz
hale gelirse Türkiye’nin başına yeni sultanlar, padişahlar, halifeler gelir.

Türkiye’de milletin egemenliğinin ortadan kalktığı ve tamamen kişilerin egemen
oldukları bir diktatörlük sistemi kurulması isteniyor.

Başkanlık Sistemi Sevr’in bir Ayağıdır

* Başkanlık sistemi buna hizmet eden bir olgu mudur?

Evet, benim gördüğüm kadarıyla başkanlık sistemi Sevr projesini yeniden hayata geçirme planının bir parçasıdır. Emperyalizm sömürdüğü ülkelerde, milletin egemen olduğu bir rejim istemez; sömürebileceği, kendine biat ettirebileceği liderler ister. Bakın bir kişiyi kontrol etmek çok kolaydır, mesela Kurtuluş Savaşı’nda Vahdettin’i kontrol ettiler ama bir milleti kontrol edemezsiniz, çok daha zordur.

FETÖ’cü Darbe BOP’un bir Hareketidir

*Erdoğan’ın “Büyük Ortadoğu Projesi’nin eş başkanıyım” sözlerini hatırlıyoruz. 
Daha sonra “Bu proje ölü doğdu” dedi. BOP devam ediyor mu, yoksa ölü mü doğdu?

BOP devam ediyor. Türkiye’deki FETÖ’cü darbenin de bu projeye dönük bir hareket olduğunu düşünüyorum. ABD için projenin aktörünün kim olduğu önemli değil, önemli olan projenin hayata geçmesi. Emperyalizm çıkarlarından, planlarından ve projelerinden kolay kolay vazgeçmez. FETÖ’cü darbe siyasilere, hükümete ya da muhalefete yönelik bir darbe değil; Türkiye Cumhuriyeti’nin yapısına, kurumlarına yönelik bir darbe. Hedef Türkiye’yi büyük bir kaosa sokmak ve dış müdahaleyi gerektirecek siyasi otorite boşluğu yaratmaktı. ABD zamanı gelince Erdoğan’ı süpüreceğini ifade etmişti, eğer Erdoğan’dan vazgeçtilerse onun yerine başka birini hazırladıklarından emin olabilirsiniz. Aktörlere çok takılmamak lazım; kişilere odaklı konuşuyoruz, konuşmamak lazım.

AKP-FETÖ Ortaklığıyla Cumhuriyet tasfiye edilecekti

* 17-25 Aralık yaşanmasaydı ne olacaktı?

Allah’tan 17-25 Aralık’ın hayırlı bir yönü oldu; AKP ile FETÖ evliliği boşanma 
ile sonuçlandı ve büyük bir kavga başladı. Taraflar bir türlü mal paylaşımında
 anlaşamadılar, burada mal Türkiye oluyor. Erdoğan’a yönelik bir kumpas olabilir
 ama 17-25 Aralık’a kadar FETÖ ve AKP kol kolaydı, bunu biliyoruz. Tarih ve
 arşivler unutmaz, gazeteler elimizin altında. Eğer bu ortaklık devam etseydi,
 darbeye ihtiyaç olmadan Türkiye Cumhuriyeti’nin tasfiye edileceğini, BOP’un 
hayata geçirileceğini çok rahat bir şekilde söyleyebilirim.

 Yeni Osmanlıcılık aslında Büyük İsrail Projesi’dir

* Yeni Osmanlıcılık kavramı son günlerde çok kullanılıyor. Nedir bu kavram?

AKP, Türkiye Cumhuriyeti’ni dönüştürmek istiyor, bunu saklamamak ve bu gerçeği  ifade etmekten de korkmamak lazım. Bizimkilerin Yeni Osmanlı diye hayal ettiği şey aslında ABD’nin ve İsrail’in Büyük İsrail Projesi ve bilerek ya da 
bilmeyerek bu projeye destek oldular. Türkiye Cumhuriyeti tasfiye edilmeden Yeni Osmanlı’nın hayata geçirilmesi imkânsızdır. AKP Yeni Osmanlı’yı kurmak isterken sadece Türkiye’nin bağımsızlığıyla, egemenliğin millete ait olmasıyla kavga etmiyor. Aynı zamanda laiklikle kavgalı, çünkü laik bir cumhuriyet varken yeni Osmanlı olmaz. Şurada yanılıyoruz, 15 Temmuz darbe girişimi ile Atatürk’ün, laikliğin önemini anladılar sanıyoruz; bunu sadece biz anladık. Bakın hiç yarım ağız söylemeyelim, AKP’nin 15 Temmuz’dan önceki amacıyla, sonraki amacı  değişmedi. Yani Laik ve bağımsız Türkiye’yi bir din devletine dönüştürme projesi… Yani Yeniden Osmanlılaşma projesi hızlanarak devam ediyor.

 Atatürk’e elit demek ahmakça

* Bir de elitler meselesi var; Atatürk elitist bir lider miydi?

Elit dedikleri adam harfleri değiştirdikten sonra köy köy, şehir şehir 
Anadolu’yu geziyor. Böyle elit olur mu? Cumhuriyeti kuran adamlara elit demek 
son derece ahmakça ve gerçek dışı. Mustafa Kemal, Erzurum Kongresi’ni açarken sivil elbisesi yok, Erzurum Valisi Münir Bey’in ceketini getiriyorlar, ceket 
dökülüyor aşağılara. Erzurum Kongresi resimlerine bakın, Atatürk’ün ceketi 
pardösü gibi duruyor. Şimdi bu Mustafa elit oluyor, bugün sarayda oturanlar ve 
onları plazalar da destekleyenler de halk oluyor, biz de salak oluyoruz bu 
durumda.

 Türkiye’de Tarihçi olmak delilik gibi bir şey

* Size gelen yorumları inceledim de herkes bir tarihçi gibi sizin karşınızda. 

Türkiye’de Tarihçi olmak nasıl?

Türkiye’de tarihçi olmak çok zor, çünkü bir bilim dalı olarak görülmüyor. Tarih, 
herkesin hakkında söz söyleyebileceği amatör bir iş olarak görülüyor. Ben 
Cumhuriyet Tarihi ve Atatürk uzmanıyım. Kimse bir tıp doktoruna yol ve yöntem göstermeye kalmaz ama herkes tarihçiye yol göstermeye ve aşık atmaya kalkıyor. 

Maalesef Türkiye’de tarih bir bilim olarak kuramsallaşamadı ve burada tarihçi 
olmak delilik gibi bir şey.

* Peki, Tarihin Tekerrürden ibaret olmaması için ne yapmak lazım?

Geçmişten ders alırsak geçmiş geçer ama geçmişten ders almazsak geçmiş geçmeyen olur. Biz geçmişten ders alamıyoruz. 

Gelmişiz 2016’ya hala Yeni Osmanlı diyoruz.


Benzer İçerikler
   
BOP DOSYASI /// HALUK DURAL : Büyük Ortadoğu Projesi Haritaları
   
BOP DOSYASI /// DR. ERGİN YILDIZOĞLU : KÜRESELLEŞME VE GENİŞLETİLMİŞ ORTADOĞU PROJESİ
   
BİP DOSYASI /// VİDEO : ABD'li gazateci BÜYÜK İSRAİL PROJESİ'ni anlatıyor !!!!
   
BÜYÜK İSRAİL PROJESİ DOSYASI /// VİDEO : Esad Büyük İsrail Devleti’nin 
Kurulmasına Engel (Prof. Dr. Haydar Baş)
   
BÜYÜK ORTADOĞU PROJESİ DOSYASI : BOP'ta tüm renk'ler beyaz'a boyandı !
   
BÜYÜK ORTADOĞU PROJESİ DOSYASI /// ESKİ MİT DAİRE BAŞKANI MAHİR KAYNAK : BOP 
PROJESİ NEDİR NE DEĞİLDİR ???
   
BÜYÜK ORTADOĞU PROJESİ DOSYASI /// Süleyman Çelik /// BOP : SIRA TÜRKİYE’DE Mİ ?..
   
BÜYÜK ORTADOĞU PROJESİ DOSYASI /// Kenan AKIN : Atatürk'ün "Büyük Orta Doğu Projesi"
   
BOP DOSYASI /// BATUHAN ÇOLAK : BOP, Komplo Teorisi mi ?
   
BOP DOSYASI /// Alperhan Baysan : BOP'a karşı SOP (Türkiye’nin Sınırsız Ortadoğu Projesi)
   


Özel Büro İstihbarat

Bizi Tanıyın
ÖZEL BÜRO GRUBU KİMDİR ??? FAALİYETLERİ NELERDİR ?? 
İletişim Bilgileri
Ankara 
E-Posta : ozel-buro@mit.ist
Fax : +1 305 203-1302 
2020 Özel Büro İstihbarat.   
    

***   

GÖRÜNEN KÖY,

GÖRÜNEN KÖY,



Yekta Güngör Özden: 
– Sözcü Gazetesi 
yektagozden@sozcum.com
12 Şubat 2015 



     Sözde kalan demokrasimiz, yeni cumhurbaşkanı ile yeni başbakanın başını çektikleri adalete, hukuka, yargıya aykırı tutum ve davranışlarla amaçlanan 
dinsel ağırlıklı bozuk düzene sürükleniyor. Yıldız Teknik Üniversitesi “İkinci Abdülhamit Uygulama ve Araştırma Merkezi'' kuruyor, İstanbul AKP Gençlik Kolları kızıl sultanı ölümünün 97. yılında anma etkinliği düzenliyor. 

    İktidar yetkilileri, PKK ile görüşmeleri Kandil ve İmralı üzerinden yürütürken Oslo toplantısının baş aktörü AKP'den milletvekilliği adaylığına soyunuyor. 
Cumhurbaşkanı da “Uluslararası ortamda cemaatin yaptığını PKK bile yapmadı'' diyor. “Çözüm süreci mutlaka başarıya ulaşacak'' diye haykıran şimdiki başbakan, konumuyla bağdaşmayan konuşma içeriğindeki sertlik ve çirkinlikle seçim okşamalarını sürdürüyor. Devlet kadrosunun parti militanlarıyla dolduğunun yeni bir göstergesi, iktidar partisinden adaylığını koyan bürokrat kafilesi… Siyasi Donkişotların at koşturduğu ortamda gerçek demokrasi için umut ışıkları bir türlü yanmıyor.

İnat

İktidar, dayatmalarını yaşama geçirmek için inadında direniyor. İç Güvenlik Paketi bir bomba tasarıdır. Tehlikelerini, demokrasiye, Anayasa'ya, hukuka 
aykırı, polise ve yönetime öngördüğü yetkilerle yargıyı dışlayan, etkisizleştiren, diktaya olanak içeriğiyle özetleyen Türkiye Barolar Birliği ve İstanbul, Ankara, İzmir Baroları toplumu uyarmak için ayaktalar. Yalnız büyük barolar değil, Türkiye Mimar Mühendis Odaları Birliği, ilerici, bağımsız sendikalar, bağımsız medya kesimi de iç karartan, kötü olasılıklarla çekindiren yeşil-kara paketten yakınıyor. Orantısız cezalar, iktidar buyruğunda yargı, yönetime açılan yetkilerle hukuk devletinin gömütü hazırlanmaktadır. Siyasette hukuksuzluk inadı, bir tür intihardır.

Gezgin cumhurbaşkanının “Yeni Anayasa ve başkanlık sistemi'' öneri ve çağrılarıyla başbakanın demokrasi açılımı, 2015 genel seçimlerinde nitelikli 
çoğunluğu sağlarlarsa Anayasa'dan “Türk, Atatürk, devrim, Atatürk ilkeleri, laiklik, bağımsız yargı'' kavramlarının çıkarılacağı kuşkusuna neden olmaktadır. 
Önceki cumhurbaşkanlarını TBMM seçiyordu. Meclis'i halk seçmemiş gibi şimdiki cumhurbaşkanı için “Halkın seçtiği'' nitelemesi yapılıyor. “Doğrudan seçim'' o 
kadar. Öncekiler de halkın seçtiği cumhurbaşkanları idi. Kenan EVREN de 1982 Anayasası'nın halkoylamasıyla cumhurbaşkanı oldu.

Kabadayılık

Bay Recep Tayyip‘in başbakanı, elindeki yetki gücü, siyasal konumu, yasama çoğunluğu desteği, olanakları ve koruma ordusuna dayanarak gürlüyor. Devlet 
kuran CHP'ye yakışıksız suçlamalar yönelterek yüklenirken Atatürk ve İnönü‘yü karalayarak haddini aşıyor. Oysa döneminde artan sakıncalı olayları unutuyor. 
Silahlı kuvvetler ile kolluk güçlerinin özellikle Güneydoğu'da nasıl tutuk-tutuklu durumunda olduğuna değinemiyor. Bakanlığı zamanında bozulan dış 
ilişkilerin günümüzdeki sıkıntılı boyutuna hiç yaklaşamıyor. 

27 Mayıs mağdurunun çocuğu duygusallığıyla değerini anlamadığı, bilmediği  27 Mayıs'a saldırdı.

Son belirtiler

Anayasa ve yasa değişiklikleriyle kan yitiren hukuk devletiyle yargı bağımsızlığına iktidarın indirdiği darbeler ürünlerini vermektedir. Hakimler ve 
Savcılar Yüksek Kurulu'nun önceki 800'ü aşan atama kararnamesinden sonra önceki Kurul üyelerine ilişkin son cezalandırma sayılan atamalarını Anayasa Mahkemesi ve Yargıtay Başkanlığı seçimleri izledi. Adalette, hukukta ve yargıda AKP döneminde olanlar, hiçbir dönemde izlenmedi. Son seçimlerde şimdiye kadar görülmemiş yandaşlık, grup oluşumu ve siyasal etki tartışmaları yaşandı. 

Önceleri tümüyle kişisel nitelikler bağlamında geçen seçimler siyasal, partisel, örgütsel, değişik ilişkiler gölgesi altında geçiyor. Yargı için yaşamsal koşul, 
olmazsa olmaz meslek gerekleri, yansızlık gözardı ediliyor. Yargının kuşkuyla güven vermesi olanaksızdır. Siyasete dayanan ve siyaset yapan ne yargıç olur ne de yargı. Ele geçirilen yargıda “kriz'' giderek büyüyeceğe benziyor.

Cumhurbaşkanı'nın Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası'na yönelik baskıları ortada. İktidarın hukuku yasayla çiğneme alışkanlığının yeni çıkışı, 23 değişik yasada değişikliği getiren 132 maddelik İç Güvenlik Yasa Tasarısı ortada. Ülkenin ve halkımızın durumu ortada. Gerekenlerin ve yaraşanların tersi yapılarak karanlığa çağrılar seslendiriliyor. Olanlar yine Türkiye'mize oluyor.

http://www.turksolu.org/58/

https://www.sozcu.com.tr/2015/yazarlar/yekta-gungor-ozden/gorunen-koy-2-740649/

***

Demokrasi Kahramanlığı, Demokrasi Masalı, Gerçek Demokrasi,

Demokrasi Kahramanlığı, Demokrasi Masalı, Gerçek Demokrasi,




Demokrasi Masalı
Yekta Güngör Özden
Arka Kapak Yazisi:



Demokrasi siyasal bir oyun ya da siyasal bir müsamere değildir. Odağında insanın bulunduğu, insan haklarını en yüksek düzeyde yaşama geçiren bir yönetim biçimidir. İnsanın değeri bilinmiyor ki hakkına saygı olsun. Herkese göre, partilere göre bir demokrasi var. Öyle ki ayrımcılık ve bölücülük terörle dayatmalarını sürdürebiliyor. Etnik milliyetçilik demokrasiye dayanarak terör örgütünü destekleyip onun desteğiyle azgınlıklarını sergileyebiliyor. Bir "sürü" anlayışıyla insanları yönetenlerin siyasal çobanlığındaki düzen asla demokrasi olamaz.
Kimse kimseyi kandırmasın. İnanç sömürücülerinin elinde, liboşların kaleminde, döneklerin dilindeki demokrasi gerçekten yapaydır. Halk parayla, değişik sunumlarla avutulup dinle uyutulmaktadır. Yıllardır aradığımız, kavuşmaya çalıştığımız demokrasi ufukta görülmemektedir. Yurdun kurtarılması, ümmetten ulus oluşturulması, yurttaşın devletin sahibi kılınması, namusunun ve onurunun korunması bağlamında temelini Atatürkçü düşüncenin oluşturduğu cumhuriyeti bırakıp "İdeolojisiz Anayasa" ve Türk ulusu ile Türklüğü dışlayan bir yapı demokrasi olamaz. Nerelerden nasıl bugüne geldiğimizi, korumak zorunda olduğumuz değerleri atarak demokrasi kuramayız. Yıllardır demokrasi masalıyla oyalanıyoruz. Umut çiçekleri bakalım nasıl açacak?.. (416 Sayfa)

Gerçek demokrat, insan haklarından üretilen hukukun üstünlüğünü içtenlikle benimseyen, hak ve özgürlükleri bu çerçevede kullanıp geliştirerek güçlendiren, yaşamın her alanını her zaman...


www.turkkitap.de , 
Türk Kitabevi / Araştirma Serisi.
Yazar: Yekta Güngör Özden
Yayın evi: Ileri Yayinlari


http://www.turksolu.org/65/


***

Gerçek Demokrasi,

İnsan hak ve özgürlüklerinin hukuksal güvencelere bağlı olarak en görkemli yaşama alanı olan demokrasiyi sözde ve biçimsel kılan tutum ve davranışlar, siyasal bozukluklardan kaynaklanmaktadır. Bireylerin ulusal dayanışma, toplumsal barış ve geleceğe açılım yönünden başlıca dayanağı olan demokrasi, anlayıştan uygulamaya uzanan geniş bir alanda içtenlikli, ilkeli, çağdaş, ahlâklı ve gerçekçi çabalar ister. Toplumcu anlayışın siyasal bağlamda yaşama geçme yöntemi sayılan demokrasinin haklar ve özgürlükler için siyasal açılımların en hoşgörülüsü olduğu gerçeğini herkes paylaşmakla birlikte uygulamada tersini yansıtan durumlar değişik oluşumlarla izlenmektedir.
Bencillikten ve ilkellikten kurtulamamış kimi yöneticilerle çıkarcı ve partizan kimilerinin doğasını bozduğu demokrasi, bir aldatmaca olarak toplumların üzerinde baskı kurmakta, hukuksal yapının gerçeğiyle hiçbir ilgisi olmayan tutum ve davranışlar, adı söylenmekten çekinilen diktatörlük (despotizm) olarak ağırlığını artırmaktadır. Adında “Cumhuriyet-Demokrasi” bulunan kimi yönetimlerin kişisel egemenlik kurumu biçiminde sürdüğü dünya gerçekleriyle ortadadır.
Her yönden tam eşitlik, ulusal egemenlik, ödünsüz hukuksallık, bağımsız yargı, yönetimin hesap vermesi, üniversite özerkliği, ana damarlar olarak demokrasinin varlık nedenidir. Açıklık, yaşamsal güvencelerle kişisel ve toplumsal açılımlar, hak ve özgürlükler. Hepsinin disiplin ve düzenle değişik renkli varlığı sömürüye, kötüye kullanmalara ve her tür diktaya karşı toplumsal istenç (irade).
“Orta demokrasi, yarım demokrasi, gölgeli demokrasi, Batı demokrasisi” gibi değişik nitelemelerle demokrasi ayrımlarının yapıldığı, demokrasiye kıyılan yerlerde demokratlık savunmasının yapıldığı gözetilirse kavramda birleşmenin güçlüğü daha iyi anlaşılır. Önemli olan yaşanan durumdur.

DUYARLILIK,

Açıklık, saydamlık, gerçeklik demokrasinin niteliğinin olmazsa olmaz öğeleridir. Bu bağlamda özellikle yönetime gelmek isteyenlerle yönetimde olanların halka, seçmene kendilerine ilişkin bilgileri çekinmeden vermeleri gerekir. Seçmen, oy isteyenlerle ilgili bilgi edinmeli bu yolla oy vereceği kimseleri uygunlukla belirlemelidir. Adayların kimlik ve kişiliklerine ilişkin doyurucu bilgi edinmek her seçmenin en doğal hakkıdır. Yurttaş, yöneticileriyle övünmese bile onların durumundan yakınmamalı, sıkılmamalıdır. Türklüğün ve kürtlüğün kimilerince bir tutulduğu ortamda gerekli bilgilerin alınması ulusal yaşam yönünden yararlı olur. Yanlış bilgilerle yanlış kanı taşınacağına gerçek durumu bilmek en doğrusudur.
Demokrasinin beşiği sayılan Atina'da AKP genel başkanının Yunanlı yöneticilerle tartışmasında Ege adaları acaba konuşuldu mu? RTE'ın “Lozan'ın güncelleşmesi” sözünün “tam uygulanması” olarak algılanması gerekir. Trakya'daki soydaşlarımıza ilişkin haklı eleştirisi Yunanlı yöneticileri güç duruma düşürdü.
İktidarıyla muhalefetiyle Türkiye'nin, Kudüs'le ilgili ABD kararına karşı çıkması da siyasal yönden olduğundan fazla insan hakları yönünden de örnek bir uyum ve birlikteliktir. Atatürk'ün 1937'de “ Burada yabancı bir oluşuma olur verilemez. Her şeyi altüst eder” sözü anımsanmalıdır.

Bu arada Diyanet İşleri'nden yansıyan boşanmaya ilişkin açıklama, çağdışı bir görüşü içermektedir. Okullarda din dersi önerisiyle yaygınlaşan akıl-inanç çelişkisi yeni olumsuzlukların, yeni sorunların habercisidir.

BİR KEZ DAHA

And, en bağlayıcı, en onursal, en düzeyli, en güçlü ve en sorumlu kılıcı sözveridir. ATATÜRK 1919'da “And, kutsal bir söz vermek demektir. Namus sahibi olan bir kimse verdiği sözden dönemez” demiştir. Yürürlükteki Anayasa'nın 103. maddesi gereğince cumhurbaşkanının göreve başlarken içtiği and da ayrıntılı içeriğiyle bu anlamdadır. Cumhurbaşkanı bu açık gerçeği asla yadsıyamaz, gözardı edemez. Bu tartışmasız ve kesin bağlayıcılıkla parti genel başkanlığının bağdaşması, ağır bir aykırılıktır. Anayasa'daki tarafsızlığın tersine konum, grup toplantılarına katılma, karşı partilere saldırı, toplumda ayrışma ve karşıtlıkları kışkırtan tutum ve davranışlarla konuşmalar, demokrasiyi sözde bırakan siyasal olumsuzlukların yoğunlaşmasıdır. Böylece Anayasa çiğnenmektedir. Gerçek demokrasi, gerçek hukuk devletidir. Gerisi, sözden öteye gitmez, geçmez.

https://www.koseyazisioku.com/sozcu/yekta-gungor-ozden/11-12-2017/gercek-demokrasi


***

Güleriz Ağlanacak halimize.,

Güleriz Ağlanacak halimize.,


Yekta Güngör Özden, 

05 Ekim 2009

Osmanlı dönemine ilişkin, vergiden bunalan ve yakınan halkın ağlayıp sızlandığını ileterek çözüm buyruğu bekleyen yöneticilere Padişahın “Gülünceye kadar zamları sürdürün” dediği fıkra olarak anlatılır. Çelişkilere, aykırılıklara, haksızlık, adaletsizlik, yolsuzluk ve değişik yöntemsizliklere karşın halkın suskunluğu, tepkisizliği ve ilgisizliği yakınmaları giderek artmaktadır. Halkın direnme hakkı bilincinin bu konuda bilgisi olmasına bağlıdır. Çektiklerine, yaşadıklarına karşın suskunluk bir yana, tam tersine iktidara oy verme gerçeği somut biçimde ortadadır. Aldatma, avutma, armağan ve yeşil kart dağıtma, atama, yer değiştirme, değişik sömürüler, partizanlık ile siyasal oyunlar demokrasiyle bağdaşmayan durumlara neden olmaktadır.

Bıkkınlık, suskunluk, donukluk, yılgınlık, tembellik, umursamazlık, korkaklık sayılacak tutum ve davranışlarla sarmalanıp gidiyor. Eğlence yerleri dolup boşalıyor, eğlence izlenceleri ekranlardan dolup taşıyor, gazete ve dergilerin sayfaları magazin haber ve fotoğraflarıyla süsleniyor, sorunlar, çözüm önerileri, bilim, eğitim, hukuk, güvenlik, sağlık, iş sorunlarına ilgi geride kalıyor.

Yaşanan olaylar karşısında dudak büküp geçmekten, omuz silkip uzaklaşmaktan başka bir şey yapılmıyor. Sesini çıkaranlar, çıkaracağı sanılanlar karakollara itilip kakılarak götürülüyor, sesini çıkarması beklenenler ne yapacağı şaşkınlığıyla düşünceli, tasalı dolaşıyor. Ergenekon olayları için “Acıklı komedi” eleştirisini yazabilen, karşı çıkan kişi ve kuruluşların sayısı yanında medya tetikçisi destekçilerinin tutumu insanlıktan tiksindiriyor. DTP’liler Anayasa kuralına, mahkeme kararına karşı çıkıp ifade vermeye gitmiyor. Diyarbakır sokaklarında yabancı yıkıcıları da alan kürtçü kadınlar PKK ve Apo taşkınlıkları yapıyor. DTP’liler anayasa değişikliğiyle ayrıcalık istiyor. Sonra daha çok bölücülük ve karıştırıcılık yapacaklar.

Daha önce çağrı yazısı gerçek dışı bir nedenle geri çevrilerek Anayasa çiğnendi.

Kürtçülerden başkasına böyle yapılıyor mu?

Anayasal güvenceye bağlı Türk dili için ödünler isteniyor. Türk abc’sine bağdaşması olanaksız harflerin eklenmesi için baskı yapılıyor. Huzur Partisi’nin programındaki bu kalkışması nedeniyle Anayasa Mahkemesi’nce kapatıldığı unutuluyor. Çocuklar yitiyor, bulunamıyor. Konumları ve görevleri nedeniyle inanılmaz suçlar işledikleri savlanan kimselerin tutuklanmaları izleniyor. Dere yataklarına konut yapılmasına olur veren yöneticilerin neden oldukları sorumluluklar iktidarda olmaları nedeniyle soruşturulamıyor. Açılım adıyla tasarladığı ve anayasa değişikliği gerektirdiği anlaşılan girişimlerin karşılaşılacak tepkilerle muhalefet desteği alınamaması nedeniyle yasa düzeyinde düzenlemelerle sınırlanacağı sanılıyor.

Üniversitelerin açılışında siyasal yandaşlıklar seziliyor. Açılış konuşmaları ve dersleri için çağrılanlar bu izlenimi uyandırıyor. Üniversite öğrencilerine “üniversite kavramı ve özerkliği” konularında yeterli bilgi verilmemesi onların üniversiteyi bir yüksek okul, nitelikli lise türü eğitim kurumu algılamalarına neden oluyor. Gereksiz fahri doktoralar, sunumlar ve yandaş rektör atamalarıyla niteliği bozulan üniversitelerin demokratik yaşam için öncülük ve yükümlülükleri yadırganıyor. Olağan tutumları Cumhurbaşkanı bile sakıncalı bularak eleştiriyor. PKK’lılara ve yandaşlarına gösterilen ilgi, yararlanmaları düşünülen kolaylıklar başka şüphelilerden ve sanıklardan esirgeniyor. Hukuk dışı dinleme ve izlemeler, ilgisizliklere ilişkin bilgi ve kâğıtların iddianamelere eklenmesi, yandaş medyaya gizli anlatımların sızdırılması sürüyor.

Dinsel bayramlardaki parasız taşımaların Cumhuriyet Bayramı için de uygulanıp uygulanmayacağı merak ediliyor. Ankara Büyükşehir Belediyesi’nin anlamsız Bahçelievler 7. Cadde Sormacası ile Ankara yollarını çirkinleştiren metro istasyon yerlerinin yıllar süren yapımı bir türlü tamamlanıp yollar yürüyüşü güçleştiren durumdan kurtarılmıyor. Ayrıcalıklı, yanlı işlemler ceza niteliğinde uygulanmaktan çekinilmiyor. Gereksiz soruşturmalar, uzayan dâvalar, aklanması büyük olasılık taşıyan kimselerin cezalandırılması biçiminde gereksiz tutuklamalar kaldırılmıyor. Ücretler ve tüketim nesneleri için tersine uygulanan zamlarla milletvekili ödenek ve yolluklarına eklenen olanaklara siyasetçiler aldırmıyor. Hastane kapılarıyla adliye koridorları, karakol bahçeleri ve üniversite çevreleri ilgili kalabalıklarla taşıyor. Daha neler neler… Ağlamalar kahkahalara dönüşüyor.

ODTÜ Rektörü Prof. Dr. Ahmet Acar’ın üniversitesinin açılış konuşmasında nedenlerini belirttiği endişesine çok kimse katılıyor.

Nasıl dönüşmesin? Cumhurbaşkanlığı Devlet Denetleme Kurulu’nun özürlülerin iyileştirilmesinde ilâhi, ibadet, dua, estetik, sanat türü öğeleri içeren manevî bakımı önerdiği yazıldı. Orta vâdeli programı açıklayan Devlet Bakanlarından Babacan ekonominin önünü açmak için yargı sisteminde zorunlu reform istendiğini açıkladı. Yargının önlediği aykırılıklardan vazgeçecekleri yerde bildiklerini okumak için yargı engelini hukuku bozarak aşmaya çalışıyorlar.

Siyasetin dar ve geniş anlamlarını, görev nedeniyle değinilmesi zorunlu olan konulara ilişkin açıklamaların, öneri ve dileklerin siyaset yapmak olmadığını bilmeyenlerle bilmek istemeyenler, tutumları ve yandaşlıkları belirgin olan kimileri Genelkurmay Başkanı’nın son güneydoğu gezisinde ağalık düzeni, siyasal sömürüler konusundaki sözlerini aykırı görüp suç duyurusunda bulunmuşlar. Güler misiniz, ağlar mısınız? Demokratlık maskesiyle asker düşmanlığı.

Parklarda, deniz kıyısında, bahçede, yolda kız-erkek arkadaşlığını aykırı görüp sataşanlar, kavga çıkaranlar arttı. “Mahallenin namusu”nu yanlış ve sakıncalı biçimde algılayan bağnazlar Türkiye’nin onurunu gölgeliyor.

Kültür ve Turizm Bakanı, iktidarlarının yaptıklarını “Atatürk ilkelerinin söz olmaktan çıkarılıp gerçek olması süreci” diye savunmuş, ilkeleri yıkarak gerçekleştirme yeni bir siyasal yöntem(!) olsa gerek. Atatürk, Atatürkçülük ve cumhuriyet karşıtlığına ilişkin kalkışmaları görmeyen Bakanın kültüre ve turizme ilişkin görüşlerine nasıl güvenilir? Nasıl Atatürk’le AKP’yi bir tutar?

İstanbul’a yapılması düşünülen 3. Köprü nedeniyle Başbakan projeleri inkâr ederken Belediye Başkanı itiraf etti. Başbakan bir konuşmasında 1. ve 2. köprüye karşı çıkanların “utanmadan ve sıkılmadan bu köprülerden geçtiklerini” söyledi. Konuşma düzeyi ayrı, bir de yurttaşlara köprüya yasak sayan anlayışa bakınız. Karşı da çıksanız yapılan köprüden niye geçmeyeceksiniz? Herkese açık değil mi?

Papa’nın lâikliğini “pasif lâiklik” diye övüp savunanlar türedi. Türkiye lâikliğinin değerini bilmeyenlere ne denilse yararı olmaz. Yanaştıkları yerlere yaransınlar, kına yaksınlar.

Hukuksuz düzenlemeler, Ergenekon ağına takılanları tanıyıp onlarla konuşmuş olmanın gözaltına alınıp tutuklanma nedeni sayılması ürperticidir. Bir emniyet müdürünün bu yolda açıklaması ve ana muhalefet liderinin doğrulayıcı eleştirisi hukuksuzluğun boyutlarını göstermektedir. Hukuksuz kalmak hukukçuların suçudur.
Kitap

Gazeteci Özdemir Kalpakçıoğlu’nun “Galatasaray’da Bilinmeyenler” adlı kitabı Galatasaray Spor Kulubü’nü sevenlerin okuması gerekli önemli ayrıntılar içermektedir. Gerçek bir Galatasaraylı’nın değerlendirmelerinin Kulübün geleceği için yararı açıktır. Öneririz.

Yekta Göngör Özden



http://www.turksolu.org/67/


***

İşbirlikçilerin kimlik parçalanması ve sonuçları.,

 İşbirlikçilerin kimlik parçalanması ve sonuçları., 





Sabahattin İsmail
27 Kasım 2018, 11:00
İşbirlikçilerin kimlikleri nasıl parçalanıyor, zihinleri nasıl işgal ediliyor 27 Kasım 2018, 11:00 Sabahattin İsmail Sabahattin İsmail ABD tarafından organize edilen conflict resolution eğitimlerinde büyük bir ustalıkla yapılan iş; katılımcıları kimlik bunalımına sokmak, kimlik parçalanmasını gerçekleştirmek ve yaratılan o çatlaktan katılımcıların beynine girerek yeni bir kimlik enjekte etmekti... Enjekte edilen bu yeni kimlik, Rum ve Türklerin ortaklaşa sahip olduğu iddia edilen “KIBRISLI” kimliği idi... Oysa Rumlar da kendilerini KIBRISLI (Cypriot) olarak tanımlıyordu ve dış dünyada “Cypriot” dendiği zaman ilk anda akla Rum gelmekteydi.. Tabii KIBRISLI kimliği enjekte etmenin Rum milli hedeflerine hızmet amacı taşıyan yayılmacı-hegemonyacı bir amacı vardı.. 

    Rum Milli tezine göre, Kıbrıs’ta Rum çoğunluk ve azınlık Türk, Latin, Ermeni, Maronitler den oluşan tek bir KIBRISLI MİLLETİ-KIBRISLI HALK vardır…  

Bu Kıbrıslı milletinin %82’si Rumlardan oluşmaktadır..  Bu tek KIBRISLI Halkın tek self-determinasyon hakkı vardır…Bu hak doğrultusunda 1950’de yapılan plebisitte “KIBRISLI HALKI ENOSİS istediğini ortaya koymuştur…Ya ENOSİS gerçekleşmeli, ya da KIBRISLI HALKIN % 82’sini oluşturan Rum çoğunluk azınlık Türk, Ermeni, Latin ve Maronitleri yönetmelidir.. Görüldüğü gibi KIBRISLI kimliği enjekte etmenin ve ben Türk değil, KIBRISLI’yım demenin objektif olarak ENOSİS’i savunmaktan veya Rum çoğunluğun hakimiyetine girmeyi kabul etmekten başka bir anlamı yoktur… Dış güçlerin düzenlediği “iki toplumlu eğitimlere, guruplara ve “conflict resolution” çalışmalarına girenler günün sonunda kendilerini KIBRISLI olarak tanımlamaya başlıyorlar… Bu eğitimlere uyuşmazlıkların çözümü yöntemlerini öğrenmek için Türk kimliği ile girenler, eğitimler sürerken kendilerini kimlik bunalımı içinde buluyorlar ve eğitimler bittiği zaman kendilerini artık Türk değil, “KIBRISLI” olarak tanımlamaya başlıyorlardı.... Bunlar artık yabancılar milliyetlerini sorduğu zaman, “we are not Turkish Cypriot, just Cypriot” ( Kıbrıs Türk’ü değiliz, sadece Kıbrıslıyız) diyorlardı.... Bunun anlamı ise melez bir kimliğe sahip olduklarıydı. Yani, “biraz Türk, biraz Rum, biraz Ermeni, biraz Latin, biraz İngiliz” olduklarıydı... Bu yöndeki ilk söylem ABD tarafından eğitilip conflict resolution eğitmeni yapılan ve “ABD, bizi 30 kişi olarak eğitti, biz de 3 bin kişiyi eğittik, 10 bin kişiyi harekete geçirdik, 100 bin kişiyi etkiledik” diye övünen Yenidüzen yazarı CTP’li Sevgül Uludağ tarafından ortaya konmuştu... Sevgül Uludağ, 21 Ağustos 2001 tarihinde Yenidüzen’de yayınladığı yazıda “ kendisini biraz Rum, biraz Ermeni, biraz Lüzinyan, biraz İtalyan ve biraz da Türk olarak hissettiğini” açıklamıştı... O günlerde işbirlikçi-mandacı cepheye savaş açan rahmetli Doğan Harman sahibi olduğu Kıbrıslı gazetesinin 21 ve 22 Ağustos 2001 tarihli sayılarında Mehmetali Talat, Şener Levent ve İzzet İzcan’ın fotoğraflarını koyarak “yüzde kaç Türk olduklarını” açıklamaları çağrısında bulunuyor ve “mandacıların halk, özgürlük ve insan hakları kavramları arkasına saklanarak ulusal ve insani değerleri ayaklar altına aldıklarını ve bu mandacıların artık gerçek kimliklerini açıklamaları gerektiğini” yazıyordu Nereden nereye? 2004’de Annan Planı referandumu öncesinde HAYIR kampanyası yürütürken ve ABD’nin sürdürdüğü beyin yıkama operasyonları ile ilgili yayınlar yaparken, gazetemizi ziyaret ederek yayınlarımızdan duydukları rahatsızlığı dile getiren ABD Büyükelçiliğinin bir diplomatı da çok sert geçen tartışma sırasında “Türk ve Rumların DNA’sının aynı olduğunu, dolayısı ile önemli olanın Türklük-Rumluk değil KIBRISLILIK olduğunu” söyleyecek kadar ileri gidebilmişti.. Bu ise, ABD’nin Türk kimliğini parçalayacak diye, insanların kafataslarına takan Hitler faşizmi gibi, insanların DNA’ları ile uğraşan ırkçı bir konuma düştüğünü ortaya koyan çarpıcı bir örnekti... Belli ki conflict resolution eğitimlerinde de barış adına insanların beynine bu türden ırkçı safsatalar enjekte ediliyor ve bu eğitimlerden çıkan insanlar “kendilerini Rumlara, Türklerden daha yakın hissettiklerini” canlı radyo programlarında açıklayabiliyor ve “biraz Rum, biraz Ermeni, biraz Latin olduklarını” yazabiliyorlardı...Nitekim ben bunu CTP’nin radyosunun programına katılan bir gencin ağzından bizzat duydum…Söz konusu programda konuşan genç “Güneyde iki toplumlu bir kampa katıldığını burada eğitimler verildiğini ve şimdi kendisini Türk değil KIBRISLI olarak hissettiğini” söylemekteydi... Bu ise söz konusu eğitimlerde nasıl bir kimlik parçalanmasına uğradıklarını kanıtlıyordu... Böylece farklı bir kimlik yüklenen insanlar, daha sonra kendi toplumları içinde doğal Türk kimliğini taşıyan büyük çoğunlukla barış adına çatışma içine giriyordu.... 

Türk halkı içinde son yıllarda iç barışın bozulmasında en büyük etken budur...

Bir başka deyişle, sözde barış adına Rumla ortak KIBRISLILIK kimliği yaratılacak diye, Türk kimliği ile çatışma yaratılarak toplumların kendi içinde yeni bir çatışma alanı yaratılıyordu... Ne ilginçtir ki, bugün Rumlarla oluşturulan tüm iki toplumlu gruplarda görev alanlar, Annan Planı referandumu öncesinde destek için grev ve mitingler örgütleyenler, Anavatan Büyükelçiliği ve Meclis önünde Türkiye ve KKTC karşıtı eylemler yapanlar, gazete köşelerinde Türk kimliğine, Türkiye’ye, ordumuza, KKTC’ye saldıranlar ezici çoğunlukla AB ve ABD’deki yaz kamplarına katılanlar, gri rüşvetlerle ülke ülke gezdirilip beş yıldızlı otellerde ağırlanan ve beslenenler ve beyinleri yıkanıp kendilerini KIBRISLI olarak tanımlayanlardır… Devlete, Anavatana, ordumuza saldıranlar hep conflict resolution eğitimlerinden geçirilmişlerdir, iki toplumlu guruplar içinde yer almışlardır, almaktadırlar ve kendilerini hep KIBRISLI veya “biraz Rum, biraz Ermeni, biraz Latin, azıcık da Türk” hissetmektedirler... 

  Ve yine ne ilginçtir ki, böylesine bir kimlik parçalanması içine girip Türk kimliği ni inkar edenlerin bazıları, ilk okullarımızda, orta eğitimde, üniversitelerde gençlerimize sözde Atatürkçü milli eğitim veriyorlar... Laf... Türk kimliğini inkar edip kendilerini “biraz Rum, biraz Ermeni, biraz Latin, azıcık da Türk” görenlerin, kendilerini KIBRISLI olarak tanımlayanların, Atatürkçü milli bir gençlik yetiştirmesi olası mı? Ve, böylesine bir kimlik parçalanması içinde olan kişilerin hala okullarımızda gençliğimizi Türk kimliğinden koparmakla uğraşmaları milli hükümetler açısından ayıp değil mi? Bunların yaptırdığı eğitimden “milli eğitim” diye söz etmek olası mı? Eğitimimizin Atatürkçü milli eğitim çizgisinden koparıldığı, bugün önemli sayıda gencimizde gözlenen kendilerini “KIBRISLI” olarak tanımlama saplantısından, Türk bayrağına karşı çıkmalarından, yerine AB ve Rum bayrağını kendi bayrakları olarak görmelerinden belli değil mi? Dolayısı ile Hükümetlerin, Eğitim Bakanlığının ilgili devlet kurumlarının artık, dış güçler tarafından milyonlarca Euro akıtılarak beslenen iki toplumlu gurupları ve dernekleri kontrol altına almaları, gençlerimizi bu beyin yıkama operasyonlarından, kimlik parçalanmasına uğramaktan ve Türk kimliğine karşı çıkma faaliyetlerinden kurtarmaları gerekiyor…Bunda çok geç kalındığı bugün gençliğimizin bir kısmının geldiği durumdan bellidir..


http://www.haberalkibrisli.net/isbirlikcilerin-kimlikleri-nasil-parcalaniyor-zihinleri-nasil-isgal-ediliyor-makale,110.html


***

KIBRIS TÜRKTÜR VE TÜRK KALACAKTIR.

KIBRIS TÜRKTÜR VE TÜRK KALACAKTIR.



Dr. Tahir Tamer Kumkale
20 Temmuz 2018 Cuma

Efendiler ! Kıbrıs düşman elinde bulunduğu sürece bu bölgenin (Akdeniz Bölgesi’nin) ikmal yolları tıkanmıştır. Kıbrıs’a dikkat ediniz. Bu ada bizim için çok önemlidir. (Kemal Atatürk)

 20 Temmuz 2018 Cuma 

Bugün 20 Temmuz 2018, Türkiye’nin 20 Temmuz 1974’de Kıbrıs Adasına Barış getirmek için gerçekleştirdiği Kıbrıs Barış Harekatının 44 nci zafer yılını kutluyoruz.

1960 Londra ve Zürih Antlaşmaları ile kurulan ve Türkiye’nin garantör ülke olarak vazgeçilemez hukuki hakları bulunan Kıbrıs Cumhuriyeti üzerinde bugün hiçbir yaptırım gücümüz yoktur. Çünkü bugün sadece Kıbrıs Rum kesimini temsil eden Kıbrıs Cumhuriyeti, 1 Mayıs 2004’den itibaren Avrupa Birliği üyesidir..

Türkiye, uluslararası anlaşmaların kendisine verdiği hukuki kazanımlarını hiç dikkate almadan, alınmayacağımız kesin olan AB üyeliği uğruna Kıbrıs’taki milli hak ve menfaatlerinden feragat etmiştir.

44 yıldır hür ve bağımsız olarak yaşayan Kıbrıs Türk toplumunun 13 Kasım 1983’te kurduğu Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetini Türkiye dışında hiçbir ülke tanımamıştır. Çünkü tanınması için Türkiye ve KKTC yönetimi 44 yıldır ciddi hiçbir girişimde bulunmamıştır.

Dünyada Kıbrıs Türk ve Rum halkları kadar içişlerine karışılan ve üzerinde çıkar hesaplarının odaklandığı başka bir ülke yoktur. Dünyayı küresel çıkarları istikametinde yapılandırmak için çalışan küreselleşme mimarları, dünyanın jeopolitik merkezinde bulunan bu stratejik toprak parçası üzerinde yoğun çaba harcamaktadır.

Bugün Kıbrıs Adasını AB adına Helenizm’e teslim ederek Enosis’i gerçekleştirmek için Türk askerinin adadan çıkartılmasından başka çözüm olmadığını gören küresel güçler bunun için çeşitli senaryolar yazıyorlar ve figüran olarak KKTC ve Anadolu Türk toplumunu birlikte oynatabiliyorlar.

Küresel güçler hedeflerinden asla taviz vermek niyetinde değiller. Ne kadar haklı olursak olalım. Ne kadar hukuk üstünlüğümüz olursa olsun. Adamlar burayı ele geçirerek Türkleri Anadolu’ya hapsetmeyi kafalarına koymuşlar. Bunun fiziki olarak mümkün olmadığını gördüklerinden siyasi entrikalarla bunu bize yaptırma yoluna gidiyorlar.

Kıbrıs ile ilgili tam teslimiyetçi ve ilgisiz tutumumuz devam ettiği takdirde Kıbrıs Türk toplumunun geçmişte Girit, Rodos ve diğer Ege adalarında kaderlerine terk ettiğimiz Türk toplumlarından farkı olmayacaktır. KKTC topraklarının kaybı Anadolu Türk toplumunun bundan sonraki yaşantısında da önemli bir dönüm noktası olacaktır. Kıbrıs’ta kazanılan hakların her ne pahasına olursa olsun korunması kaçınılmaz bir zorunluluktur..

Kıbrıs’ta TSK’nin barış harekâtı ile 44 yıldır gerçek çözümün bulunduğunu, geçen süre içinde tek kişinin dahi burnunun kanamadığını, adada demokrasinin hâkim olduğu bir Türk devletinin yaşadığını, Türkiye’nin bu devletin ilelebet yaşatılması gibi bir tarihi misyonunun olduğu gerçeğini unutmamalıyız.

400 yıllık Türk yurdu yavruvatan Kıbrıs’ta ay yıldızlı bayrağın gönderden inmemesi, ezan seslerinin asla susmaması için Türk milletinin tüm varlığı ile mücadele edeceğine inanıyorum. Bu küçük adada kanla oluşturulan kutsal vatan topraklarının kâğıt üzerindeki sanal birlikteliklerle elimizden alınacağına ihtimal vermiyorum.

Kıbrıs’ın daima Türk kalacağını vurgularken, Kıbrıs topraklarını vatanlaştıran kahraman şehit ve gazilerimizin aziz hatıraları önünde saygıyla eğiliyorum. Ruhları şad olsun..

Dr. Tahir Tamer Kumkale

20 Temmuz 2018 Cuma

http://kumkale.net/yazi.asp?id=3187

2000’ LERİN TARIM POLİTİKALARI VE BİRLİKLERİN KRİZİ

2000’ LERİN TARIM POLİTİKALARI VE BİRLİKLERİN KRİZİ





2000’ LERİN TARIM POLİTİKALARI VE BİRLİKLERİN KRİZİ


Prof. Dr. OĞUZ OYAN
CHP İzmir Milletvekili
Tariş Eski Genel Müdürü.,

    Türkiye’de, 9 Aralık 1999’da IMF’ye verilen kapsamlı Niyet Mektubuyla 1 Ocak 2000’den itibaren bir stand-by düzenlemesi başlatılmıştır.

    Böylece dış açık sorunu olmadığı halde IMF ile bu türden bir anlaşma yapılmasının ilk örneği de verilmiştir. Ama dış açık sorununun ‘yaratılması’ da gecikmemiştir. Döviz çıpasına dayalı “kademeli sabit kur” modelinden büyük bir cari açık sorunu ve devalüasyonu içeren bir mali krizle çıkılacağı, dünya pratiğinden bilinmekteydi ve bu, IMF açısından da bir sır değildi (IMF birinci başkan yardımcısının, bu yöndeki makalesi, Ocak 2001’de yayınlandığında Türkiye’de, Kasım 2000 krizi oluşmuş, Şubat 2001 krizi ise kuluçka halindeydi!).


    IMF’ye verilen ilk Niyet Mektubunu, alışılmadık bir biçimde 10 Mart 2000’de Dünya Bankası’na verilen Niyet Mektubu izlemiştir. 
    Dünya Bankası, ‘yapısal dönüşüm’ programından sorumlu olurken en fazla da tarımda, büyük bir altüst oluşun mimarlığına soyunmuştur. 
Daha sonra IMF’ye verilen birçok Niyet Mektubunda ve kriz sonrasında iman tazelemek için düzenlenen 3 Mayıs 2001 tarihli Mektupta, tarımdaki  dönüşüm, hep birinci sıradaki yerini korumuştur. Öngörülen ‘Tarım Reformu Uygulama Projesi’nin, (TRUP veya İngilizcesiyle ARIP) tamamen DB gözetimine bırakılması, bu dönemin ilgi çekici bir özelliğidir.

Niyet mektuplarında, tarıma ilişkin yeniden yapılandırmanın özüne bakılırsa önerilen model, mevcut tüm dolaylı destekleme araçlarının kademeli olarak tasfiye edilerek 2002 sonuna kadar tek bir destekleme aracının, ‘Doğrudan Gelir Desteği’ (DGD)’nin yürürlüğe sokulması anlayışına dayalıdır. 10 Mart 2000’de, DB’na verilen niyet mektubunda açıkça ifade edildiği gibi, “Orta vadeli hedef, hükümetin sübvanse ettiği girdi, kredi ve temel mahsullerdeki fiyat desteklerine dayanan mevcut sistemin, zaman içerisinde küçük çiftçileri giderek daha fazla hedefleyecek doğrudan gelir desteği programı ile değiştirilmesidir” (Hazine, 2000/ II: 52).


   Bir diğer hedef, “Tarım Satış Kooperatif Birlikleri’nin, (TSKB’lerin) bağımsız kurumlar haline dönüştürülmesi”, “TSKB’lere tam özerklik sağlayacak yasanın çıkarılması” (…) ve “bu yasayla TSKB’lerin işletilmesinde bütün öncelik haklarının ve hükümetin rolünün ortadan kaldırılması”dır. Nitekim TSKB’leri, mali desteklerin dışına itecek olan yasal düzenleme, DB uzmanlarının hazırladığı yasa taslağı üzerinden  geliştirilecek ve henüz programın altıncı ayında, 16 Haziran 2000’de, 4572 sayılı yasayla yürürlüğe sokulacaktır.  

Doğrudan Gelir Desteği Dönemi

Önerilen DGD modelinin, Türkiye’de yıllarca denenmiş ve giderek olgunlaşmış destekleme kurumlarının ve politika araçlarının yerini alması isteniyordu. Karmaşık bir düzeneğin yerine önerilen bu tek parça politika aracı, başlangıçta her türlü üretim ve verimlilik referanslarından yalıtılmış son derece basit bir modeldi. Türkiye tarımı dönüştürülürken ayrıca bir deneme laboratuarı olarak da işlev görmesi isteniyordu.

   Dünyada bu tür cüretkâr bir politika kopuşunu uygulamış ülke örneği bulunmuyordu. Bir başka açıdan da DGD modeliyle, tarımsal desteklerde
köklü olduğu kadar hızlı bir gerilemenin yaratacağı toplumsal tepkileri yatıştıracak bir geçiş dönemi sosyal politika aracının devreye sokulması
amaçlanıyordu.

   DGD Programı 2001’de başlatılıp 2007 yılı sonu itibariyle tamamlanmıştır. (Ödemeler en az bir yıl gecikmeli olduğundan son ödemeler 2008 yılında yapılmıştır). Niyet Mektuplarında ortaya konulan gerekçelerden biri, 2000 öncesinin fiyat, girdi ve kredi desteklerinin daha çok zengin çiftçilere yaradığı ve tarım içindeki eşitsizlerin büyümesine katkıda bulunduğuydu.

   Yedi yıllık DGD uygulamasının gösterdiği ise bu dönemde, tarım ile tarım dışı sektörler arasındaki mesafenin tarım aleyhine açıldığı ama özellikle de tarım içindeki eşitsizliklerin büyümüş olduğuydu.

    DGD sistemi, mülkiyet esaslı ve dönüme göre sabit oranlı uygulandığından, iddianın aksine, en yoksul köylülere daha az ulaşmış veya daha az yarar sağlamıştır. DB raporu (2004: xi) bile, DGD’nin eşitsizlikleri arttıran niteliğini belirlemek durumunda kalmıştır.

    DGD uygulamasının destekleme sistemi içinde ağırlığının arttığı ilk yıllardan sonra hızla bir reel aşınma sürecine sokulduğu görülmektedir.
Bunun nedeni, esas olarak bu modelin başarısızlığının yaşayarak görülmesidir. DGD’nin destekleme sistemi içindeki payının azaltılması, diğer desteklerin arttırılması yoluyla değil; çiftçiye dönük DGD ödemelerinin eritilmesiyle sağlanmıştır. Üretici gözünde destekler çeşitlendirilerek bir illüzyon yaratılmış, ancak DGD ödemeleri toplamda azaltılmış, bu arada toplam tarım desteklerinin bütçe ve milli gelir payı düşük düzeylerde sabit tutulmuştur.

Sonuçta, 2000 öncesinin destekleme sistemini ‘adaletsiz’ olduğu gerekçesiyle ortadan kaldıranlar, uygulamaya koydukları destekleme sistemini de aynı gerekçeyle aşındırmaya ve giderek sistemden çıkarmanın gerekçelerini üretmeye çalışmışlardır.

Uğruna tüm dolaylı desteklerin ve destekleme araçlarının tasfiye edildiği -veya edilmeye çalışıldığı-DGD, işlevini tamamladıktan sonra sessizce  sistem dışına atılmıştır.
Yedi yıllık uygulama döneminin toplamı olarak üreticiye 13,1 milyar TL’lik DGD ödemesi yapılmıştır.
Yedi yılın toplamı olan bu tutar, tek bir yılın, 2008 yılının GSMH’sının yüzde 1,4’ü oranındadır; oysa 2006 yılının Tarım Kanunu’na göre tarıma desteklerin yıllık düzeyi, GSMH’nın yüzde 1’inden az olmamalıdır!

Uygulamanın Genel Sonuçları

    2000–2008 arasında uygulanan TRUP Projesi, bazı bakımlardan 2007 sonunda, bazı bakımlardan IMF programının sona erdiği Mayıs 2008’de ama her bakımdan, 31 Aralık 2008 tarihi itibariyle sona ermiş durumdadır. Ancak bu programın yerine tutarlı bir model koyamayan siyasal yönetim, söz konusu politikaların bozulmuş izleklerinde yürümekten başka bir çözüm üretememiş, 2006 yılında çıkardığı Tarım Kanunu’nu bile uygulamaktan aciz kalmıştır.

    2000 yılından itibaren uygulanan programın bazı sonuçlarının muhasebesini yaparsak, nereden bakıldığına bağlı olarak, TRUP’un “başarı” veya “başarısızlık” hanesine şunlar yazılabilir:

XX Tarımsal KİT’ler başta olmak üzere özelleştirme/ tasfiye/ küçültme/ işlevsizleştirme mekanizmaları önemli ölçüde sonuca ulaştırılmıştır;
(TÜGSAŞ, İGSAŞ, TEKEL, Tİ- GEM, TZDK, TMO, Şeker Fabrikaları gibi)
XX Tarıma yönelik destekler 2003- 2008 döneminin yıllık ortalaması olarak GSMH’nın yüzde 0,6’sına geriletilmiştir;
XX Tarımsal örgütlenme özellikle de TSKB’ler zayıflatılmıştır;
XX Üreticiler önce DGD’ye bağımlı duruma getirilmiş yani ‘üreten çiftçi’den ‘muhtaç çiftçi’ konumuna geçirilmiş, ardından da yüzüstü bırakılarak yeni bir ‘yoksul çiftçi’ kategorisi oluşturulmuştur;
XX 2000-2009 arasındaki 10 yılın birikimli tarım dış ticareti bilançosunun net bakiyesi negatiftir;
XX Özellikle girdi üretimi/ girdi fiyatları ile tarımsal ürün fiyatlarının oluşumu tamamen piyasaya bırakıldığı için dönem boyunca iç ticaret hadleri tarım aleyhine gelişmiştir (Boratav, 2009:11);
XX Tarım kredilerinin nominal faiz hadleri düşmekle birlikte düşüş, enflasyondan daha yavaş olmuş ve tarımın reel faiz oranları, negatiften pozitife dönmüştür; böylece tarımsal kredilerin toplam kredi hacmindeki payı, 1999-2000’deki ortalama yüzde 9,5 düzeyinden 2002-2008 arasında ortalama yüzde 4’e kadar gerilemiştir (Günaydın, 2009:187- 189). 



   Gerçi bu payın 2005’te yüzde 3,5’e kadar gerileyip 2008’de yüzde 4,6’ya çıkması, hacmen iki katı aşkın bir kredi genişlemesi anlamına da gelmiştir; bunun ardında hem yeni bir kredi genişlemesi konjonktürü hem de geri dönmeyen kredilerin yeni faiz yükleriyle canlı tutulmaya çalışılması vardır. Tarımsal krediler salt Ziraat Bankası üzerinden değil (bu Banka’nın tarımsal kredilerde 2004’te yüzde 98 olan payı, 2007’de yüzde 47’ye gerilemiştir); birçok özel bankanın ödeme vadelerini, hasat dönemine denk getiren tarımsal kredilerle sisteme girerek üreticileri çekebilmeleriyle de büyümüştür.

   Bu banka çeşitlenmesi, bir banka borcunu başka banka borcuyla kapatan üretici açısından da geçici bir sığınak oluşturmuştur; ancak çiftçilerin
önemli bir kesimi 10 yıllık TRUP dönemi sonunda icralık durumdadır ve bu nedenle üretimi terk etme aşamasındadır;

XX Tarımsal istihdamda hızlı bir çözülme yaşanmış; Ağustos 2000’de 8,9 milyondan Ağustos 2008’de 6,3 milyona gerilemiş yani 2,6 milyon işgücü açığa çıkmıştır; Kısacası 2000’lerdeki ‘yapısal dönüşüm’, öngörüldüğü ve istendiği gibi tarımsal katma değerin GSYH içindeki payını 
hızla geriletmiştir.

TÜİK’e göre 1998 fiyatlarıyla 2002’de yüzde 12,2 olan bu pay, 2007’de yüzde 8,9’a, 2008’de yüzde 9,2’ye gerilemiştir. (Maliye Bk., 2009:17-20) 

    Dolayısıyla 2000’lerde uygulanan Tarım Reformu Uygulama Projesi, tarım açısından son derece olumsuz etkileri ve geriye kalan tortularıyla anılacaktır.
IMF/DB ikizlerinin kendi adlarına herhalde en önemli başarıları, tüm desteklerin bütçede yer almasını ve bunların MG’in binde altısı civarında bir payı, pek aşmamasını sağlamalarıdır.

Bu, en fazla değer verilen, en kritik çıpadır ve faiz dışı fazla ve bütçe kontrolleri üzerinden sıkı denetime alınmıştır. Öyle ki IMF programı sonlandıktan sonra dahi bu yönde müdahalelerden geri durulmamıştır.
Bu çıpanın sınırları içinde kaldığınız sürece tarımsal politikalarla istediğiniz gibi oynamanıza, gerekirse DGD’den çıkmanıza, üretime dayalı destekler bile vermenize, bu bağlamda ‘havza modelleri’ oluşturmanıza göz yumulabilecektir.

Tarımda Dışa Bağımlılık..

    Nitekim 1998-2008 arasında, 10 yıllık IMF güdümünden sonra Türkiye’nin kendi yolunu çizebilecek politika esnekliğini tümüyle yitirdiği görülmektedir. Mayıs 2008’de, IMF programı sözde sona ermiş olmasına karşın, 2009 bütçesi görüşmelerinin son günlerinde IMF’nin görünmez eliyle kamu yatırımlarının ve tarımsal destek ödeneklerinin yüzde 10 düşürülebilmesi, görüntüyle gerçekliğin çakışmadığının yeni bir kanıtını oluşturmuştur. (Aslında 2008’e göre 2009 tarım destekleme bütçesi tam olarak yüzde 21 oranında azalmıştır). 

Kriz yılı olan 2009’da tarımsal desteklerin daha da düşürülerek GSMH’nın binde 5’ine geriletilmesi, Türkiye’nin ne ölçüde bağımlı kılındığının da bir başka göstergesi olmuştur.

   2010 yılı tarımsal destekleme öngörüsünün dahi 2007-2008 yıllarının ortalama düzeyini aşamaması, hatta 2010 bütçesine ilk kez konulan ve üç yıllık geçici bir ödeme olan fındık alan desteği hariç tutulursa, geriye 5 milyar TL düzeyinde bir destek tutarı kalacaktır ki 2007-2008 düzeylerinin ve 2009 için teklif edilen ama uygulanamayan ödeneğin dahi hayli altında kaldığı görülecektir.

    Tarımda Tasfiyenin Diğer

Adı: Birlikler Şimdiye kadar 16 TSKB’den ikisi (Kayısı Birlik ve Taskobirlik) fiilen kapanmış, bazıları neredeyse tarımsal faaliyetlerini durdurma  noktasına gelmiş (ÇUKOBİRLİK, Antbirlik gibi), diğerlerinin bir bölümü (Tariş Pamuk Birliği gibi) ürün alım dönemlerinde kaynak sağlayabilmek için –bankaların kredi hatları kapandığı veya aşırı risk primleri talep edildiği için- varlık satışına yönelmeye başlamıştır.

    Bankalara borç geri ödemeleri çerçevesinde, atıl taşınmazları yanında sınaî üretim tesislerinin bile bir bölümünü satan veya bunlarda üretimi durduran Birlik yöneticilerinin, “biz, asıl işimiz olan tarıma ve tarımsal ticarete dönüyoruz, sanayiden çekiliyoruz” türünden avunmalarla (veya ortaklarını avutmalarla) nereye kadar gidebilecekleri, kaç yılı daha kurtarabilecekleri, sınaî katma değere uzanmadan salt tarımsal katma değerle bir yaşama şanslarının olmadığını tekrar tekrar öğrenmeleri için daha ne kadar zaman ve varlık kaybedileceğini bilmek, kuşkusuz bilinçli kooperatif ortaklarının hakkıdır.

    Peki, bu duruma nasıl gelindi ve çözüm nerede?

Birincisi, Dünya Bankası’na taahhüt edildiği gibi, 16 Haziran 2000 tarihinde 4572 sayılı TSKB Yasası çıkarılarak, “Kooperatif ve Birliklere (…) devlet veya diğer kamu tüzel kişilerinden herhangi bir mali destek sağlanamaz” hükmü getirildi ve böylece TSKB’ler için idam fermanı da yazılmış oldu. Aynı yasayla Birliklerin tepesinde kurulan Yeniden Yapılandırma Kurulu (YYK), bu tasfiye sürecine nezaret etme birimi olarak ortaya çıkarıldı.

    Yedi kişilik kurulun sadece bir üyesi Birlikler temsilcisiydi. Bir özendirme ve havuç politikası olarak Birliklerin (Fiskobirlik gibi bazı birlikler hariç), 2000 öncesinin borçları silindi ve böylece YYK kararlarına uymaları sağlandı.

     İkincisi, yeterli ve uygun koşullu kredi desteği sağlayamayan Birlikler, 2000-2010 döneminde yeniden ağır bir borç yükü biriktirdiler.

2000 sonrasında, 250 milyon TL’lik Destekleme ve Fiyat İstikrar Fonu (DFİF) kredisiyle Birliklere sağlanan kaynaklar (her yıl yapılan geri ödemelere
rağmen) Şubat 2010 itibariyle 920 milyon TL’lik bir DFİF borcuna dönüştü. Buna, Birliklerin kamu ve özel bankalara olan borçları dahil değildi.

Üçüncüsü, TSKB yönetimlerinin birçoğu, işleyen sürecin niteliğini zamanında kavrayamadılar; 4572 sayılı yasanın kendilerine tanıdığı özerkliğin aslında bir tasfiye programının havucunu oluşturduğunu göremediler; bunu ortaklarına zamanında anlatıp tepkilerini örgütlenemedi ler; zaman kazanmaya ve günü kurtarmaya çalıştılar.

   Birlik yönetimlerinin daha önemli stratejik hatası, ürün alımında Birliğin yeterince kaynak sağlayamadığı dönemlerde yöneticilerin, günü kurtarmak için ipotekli banka kredilerine başvurmaları oldu. Oysa asıl yapılması gereken, DFİF kaynağı sağlanamayan yıllarda ürün alımını yapmayarak üretici ile tarımdaki tasfiyenin asıl sorumluları olan siyasi iktidarı karşı karşıya getirmekti.

   Böylece hem üretici ortaklar gerçek sorumluları daha iyi görebilir hem de şimdi ipotekli taşınmazlarını değerinin altında pazarlayarak borç ödemek
noktasında olmazlardı. Kuşkusuz bunun için Birlik içi iktidar kavgaları yerine tam bir dayanışma gerekiyordu ki bu, hiçbir zaman sağlanamadı.
Gene de süreci kötü yönetmekten kaynaklanan bütün bu hataların, Birliklerin bugünkü duruma düşmelerindeki payı yüzde 20’yi aşmaz.
Asıl sorumluluk, bir ulusal tarım politikası olmayan ve bu nedenle de TSKB’leri gözden çıkarabilen teslimiyetçi yönetim anlayışlarındadır.

TARİŞ ve Birlikler İçin Çıkış Yolu

    Tarım Satış Kooperatifleri Birlikleri, tarımda var olan en önemli örgütlenmiş kesimi temsil etmektedir.

    Dolayısıyla Birliklerin elindeki en önemli güç, 14 Birliğin 700 bini aşkın ortağının haklı taleplerinin -siyasi görüş farkı tanımadan- harekete geçirilebilmesinden başkası değildir.
Ancak bu durumda seslerini Ankara’ya hatta Washington’a duyurabileceklerdir. O zaman siyasi iktidarın şimdi yapmaya çalıştığı gibi tüm sorumluğu, Birlik yönetimlerine atarak sorumluluktan kurtulma çabası sonuçsuz olacak ve çözüm üretmek zorunda kalacaktır.

Peki, hangi ortak talepler?

Birincisi, 4572 sayılı yasanın yerine geçecek yeni bir düzenlemenin yapılmasıdır. Yeni düzenleme, 4572’dekinin tam tersine, TSKB’lere finansman desteği sağlamayı bir devlet görevi olarak benimsenmeli ve yasal zorunluluğa bağlamalıdır. Dolayısıyla Hükümetçe yıllardır hazırlığı yapıldığı halde Meclise sunulamayan ama gerçekte tasfiye sürecini devam ettirmekten başka bir önerisi de olmayan taslağın yaklaşımı, tümden değiştirilmelidir. (Bu konuları düzenleyen bir yasa teklimiz, üç yıldır TBMM’de görüşme sırasını beklemektedir).

İkincisi, Birliklerin birikmiş DFİF borçlarının hemen tahkime tabi tutulmasıdır. (250 milyon TL olarak başlatılan bu krediler eğer faizsiz verilmiş ve döndürülmüş olsaydı, Birliklerin bugün geri dönmemiş 920 milyon TL DFİF borcu olmayacaktı).

Üçüncüsü, Birliklerin banka borçlarının bir kerelik Hazine hibesiyle (bir doğrudan gelir desteği mantığıyla) temizlenmesidir.


İkinci ve üçüncü sıradaki desteklerin finansmanını sağlamak için 2006 tarihli Tarım Kanunu’nda yazılı hükmün, yani bütçeye konulan tarımsal destek ödeneklerinin, milli gelirin yüzde 1’inden az olamayacağı hükmünü harekete geçirmek fazlasıyla yeterli olacaktır. Tarıma yüzde 1 destek sağlanıyor olsaydı, 2010’da bugünkü 5,7 milyar TL yerine 10 milyar TL’lik bir destek düzeyine ulaşılırdı. Bu, yaklaşık 4,3 milyar TL’lik ek finansmanın sadece üçte biri bile Birliklerin birikmiş mali sorunlarını hemen çözmeye yeterli olacaktır.

   Dördüncüsü, bundan böyle Birliklere fiyat enflasyonunun en fazla yarısı düzeyindeki faizlerle DFİF kaynaklı kredi kullandırılmasıdır.
(Bu kredi kolaylığının istismar edilmesi riskine karşı, geçmiş deneyimlerden edinilmiş denetim düzenekleri getirilebilir). Yılın iki ayında yoğun ürün alımı yapan, sonra bu ürünleri aynen veya ilk dönüştürmelerini (çırçırlama, zeytin sıkma, üzüm temizleme gibi) yaparak 10 ay boyunca borsada satan bir Birliğin stok maliyetlerini başka türlü karşılayamazsınız.


Eğer Kooperatif birlikleri olacaksa–ki mutlaka olmalıdır- onlara bir kamu finansmanı desteği şarttır.
Beşincisi, arz açığı olan ürünlerde (yağlı tohumlar ve bitkiler…) fark ödemesi sistemi devreye sokulurken, arz fazlası olan ürünlerde (fındık, çekirdeksiz kuru üzüm gibi) ise -alternatif ürün geliştirme etkin bir biçimde desteklenirken-, devlet adına destekleme alımı yapılmasıdır.
(Fark ödemesi için bugünkü iktidarın, 2006 tarihli kendi Tarım Yasası’nın ilgili hükmünü uygulamaya sokması yeterlidir).

    Altıncı olarak, ülkenin tarım ve dış ticaret politikalarının ülke çıkarları ekseninde yeniden tanımlanmasıdır.
Gümrük Birliği’nin makul bir sürede tam üyeliğe götürmediği görüldüğüne göre Türkiye’ye, üçüncü ülkeler karşısında avantajdan ziyade yükümlülük getiren Gümrük Birliği düzenlemesi mutlaka değiştirilmeli ve hiç olmazsa Türkiye’nin üçüncü ülkelerle ayrı ayrı ikili anlaşma yapması şartına bağlanmalıdır. 

     Unutulmamalıdır ki düşük fiyatlı veya dampingli/düşük gümrüklü Çin-Hindistan-Pakistan-Bangladeş ipliği ithalatı nedeniyle, Türkiye’deki 350
iplik fabrikasının yarısından fazlası kapalıdır, geri kalanın da bir bölümü düşük kapasiteyle çalışmaktadır.

    Sonuç olarak iktidar, uyguladığı politikaların da bir sonucu olan krizin sonuçlarıyla daha iyi mücadele edebilmek, tarımda yol açtığı sorunlara
çözüm getirebilmek, kendi tarım yasasını tüm hükümleriyle uygulamak ve 4572 sayılı yasayı doğru yönde değiştirmek üzere tarımın tüm örgütlü kesimleriyle derhal diyaloğa girmeli ve tarım politikalarını yeniden şekillendirmelidir.


Kaynakça


BKK (15 Temmuz 2009), “Fındık Üreticilerine Alan Bazlı Gelir Desteği ve Alternatif Ürüne Geçen Üreticilere Telafi Edici Ödeme Yapılmasına
Dair Karar”, Resmi Gazete, 15.7.2009.

Boratav, Korkut (2009), “Tarımsal Fiyatlar, İstihdam ve Köylülüğün Kaderi”, Mülkiye, Bahar sayısı, Cilt XXXIII, ss. 9-23, Ankara.

Dünya Bankası, 9 Mart 2004, TURKEY: A Rewiev of the Impact of the Reform of Agriculture Sector Subsidization. (Katkıda
bulunanlar: Mark Lundell, Julian Lampietti, Rashid Pertev, Lorenz Pohlmeier (DB’nın Türkiye TRUP/ ARIP proje sorumlusu), Halis Akder,
Ebru Ocak, Shreyni Jha).

Günaydın, Gökhan (2009), “Türkiye Tarım Politikalarında ‘Yapısal Uyum’:2000’li Yıllar”, Mülkiye, Bahar sayısı, Cilt XXXIII, ss. 175-221, Ankara.

Hazine Müsteşarlığı (2000/I), Enflasyonla Mücadele Programı Politika Metinleri, (Cilt I: Niyet Mektubu, Para Politikası, 
Ekonomik Kararlara İlişkin Mevzuat), Ocak, Ankara.

Hazine Müsteşarlığı (2000/II), Enflasyonla Mücadele Programı Politika Metinleri, (Cilt II: Niyet Mektupları ve Ekonomik Kararlara
İlişkin Mevzuat), Temmuz, Ankara.

Maliye Bakanlığı (2009), Yıllık Ekonomik Rapor, Ankara

Oyan, Oğuz (2004), “Tarımsal Politikalardan Politikasız Bir Tarıma Doğru”, Neşecan Balkan, Sungur Savran (hazırlayanlar), Neoliberalizmin
Tahribatı 2, 2000’li Yıllarda Türkiye içinde, ss. 44-67, Metis Yayınları, İstanbul.


Oyan, Oğuz (2009), “IMF ve Dünya Bankası’nın Tarım Reformu Uygulama Projesi’nin Bilançosu”, Mülkiye, Cilt XXXIII, sayı 262,
Bahar 2009, ss.237-253, Ankara.


Oyan, Oğuz (2010) “Tarımda IMF-DB Gözetiminde 2000’li Yıllar”, Prof. İzzettin Önder için 2010’da yayınlanacak Armağan’da yer alacak.


EGİAD YARIN, DERGİSİ - İZMİR
YönetimYeri: 
Punta İş Merkezi 1456 Sokak 
No:10Kat:8 
Alsancak/İZMİR 
Tel-Fax:(232)4223000pbx 
egiad@egiad.org.tr 
www.egiad.org.tr 

***

TC Demokrasisinin Devamı için: HAYIR..,,

TC Demokrasisinin Devamı için: HAYIR..,,






ÖZDEMİR SÖKMEN..,

    HSYK ve Anayasa Mahkemesi üyelerinin seçimi konusunda hükümetin; demokrasiye, hukukun üstünlüğüne ve yargı bağımsızlığına çok önemli
darbe vurduğunu kaydeden İzmir Baro Başkanı Özdemir Sökmen, “Anayasa Mahkemesi, yapmış olduğu bu cüzi değişiklikle bana göre kendi ipini, 
kendi kesmiştir. Bu değişikliklerle demokrasi, bir zevale uğruyor çünkü Yürütme, bundan sonra Yargıya hükmetmeye başlayacaktır. 

   Zaten Yasama, kendi ellerinde” diye konuştu. EGİAD YARIN’a özel yaptığı açıklamalarının devamında halkın, referanduma dair bilinçlendirilmesi çalışmalarındaki ‘evet-hayır’ oylarının ne anlama geleceği anlatılırken neticenin, AKP iktidarı ile  bağlanmaması gerektiğine vurgu yapan Sayın Sökmen, referandum sonucunun Türkiye Cumhuriyetinin devamını  etkileyeceğini önemle ifade etti. Hükümetlerin, gelip-gideceğini belirterek, “AKP de geldiği gibi gider ama Türkiye Cumhuriyeti, Türkiye  Demokrasisi elden giderse işte onu yeniden kurmak çok zor olur” dedi.

   Uzlaşılmış bir anayasa değişikliği değerlendirilmeliydi İktidarın referanduma sunduğu Anayasa değişiklik paketinin hukuk alt yapısı bakımından  yeterince donanımlı bir ekip tarafından hazırlandığını düşünüyor musunuz?

   Anayasa konusunda gerçek bir değişiklik yapılacaksa başta TBMM’de grubu bulunan bütün siyasi partilerin ve bu konuda yetkin bütün STK’ların ve hukukla ilgili bütün kesimin katılımcılarının da bulunduğu heyet tarafından gündeme getirilip, kabul edeceği bir değişiklik yapılması gerekirdi.
İktidar partisi de başlangıçta bu tür uzlaşma sözleriyle yola çıkmasına rağmen maalesef bu yöntemi tercih etmedi. Önce Anayasa profesörü Ergun Özbudun’a müracaat ettiler;

Sayın Özbudun’un hazırladığı taslak, kötü bir çalışma olmamakla beraber bize göre o da çok yetersizdi.
İktidar, Özbudun’un bu taslağını da beğenmeyince başta Burhan Kuzu olmak üzere tamamen kendi ekip üyelerinden oluşan bir heyete anayasa değişikliğini hazırlattılar. AKP, Mecliste her ne kadar çoğunluğu sağlamış ise de Türkiye genelinde yüzde 33 ortalamasında bir parti olup yüzde 67’si de bu Melis’in dışındadır dolayısıyla bu yüzde ortalamasına sahip bir partinin hazırladığı anayasa değişiklik paketi, kesinlikle tüm Türkiye’yi kucaklayan bir anlayışta olamazdı ki böyle olmadığı da yavaş yavaş ortaya çıkıyor. Şahsi görüşüme göre bu anayasa değişiklik paketi, tamamen ucube bir şekilde doğmuştur.

  Sunulan bu değişiklik paketinin iptali konusunda Anayasa Mahkemesi’ne çok güveniyordum.
Siz de takdir edersiniz ki özellikle Anayasa Mahkemesi ve HSYK konusundaki düzenlemeler, hukukun tamamen yok edilmesine yönelik programlardır. İlk sorunuzun karşılığı olarak size şunu söyleyebilirim; bu anayasa, sağlıklı bir alt yapıya oturmadan, bu işin erbabı ve ustası olan, hukuku gerçekten benimsemiş, evrensel hukuku, hukukun üstünlüğünü kendisine ilke edinmiş hukukçulara hiç danışılmadan hazırlanmış bir değişiklik tasarısıdır.

   Kanunlaşırsa neticelenin de kötüye gideceğini zamanla hep birlikte göreceğiz.

    “Darbe Anayasasını değiştireceğiz” diye yola çıkanların, yola çıkış nedenleri yanlış Darbe anayasalarını eleştirerek daha fazla demokrasi, 
temel hak ve özgürlükler iddiası ile yapılan bu çalışmanın, gerçek bir sivil anayasa olacağını ve Türkiye’nin ihtiyaçlarına cevap verebileceğini 
düşünüyor musunuz? Hazırlanış ve sunuş itibariyle ne kadar demokratik bir anayasa değişim çalışması oldu?

   1924’e gitmeden 1961 Anayasasından başlayalım: 1961 Anayasası da ‘ihtilal anayasası’ idi ama son derece güzel bir anayasaydı; “keşke 1961 Anayasası halen Türkiye’de geçerli olsa” diye zaman zaman düşünürüm. Ardından 1980 ihtilali oldu ve o malum diktanın hazırlattığı 1982 Anayasası oluştu. 
82 Anayasası, ‘Darbe Anayasası’ diye tarihimize geçmiş olmakla birlikte bu anayasa da o zaman halkoyuna sunulmuştu ve hatırlarsanız, yüzde 93 gibi çok büyük bir kabul oyu ile geçmişti. Şimdiki iktidar, sivil bir anayasanın çok daha iyi olacağı iddiasıyla yola çıktı ve bu ucube anayasa değişikliğini hazırladılar. Kaldı ki halen yürürlükte bulunan 82 anayasası, bana göre o darbe anayasası niteliğini
çoktan kaybetti çünkü yanlış olan ve beğenilmeyen yönleri, iktidara gelen partilerce zaman içinde değiştirilerek, 83 maddesi yenilenmiştir.

    Neticede, “Biz ille de darbe anayasasını değiştireceğiz” diye yola çıkanların, bir kere yola çıkış nedenleri yanlış. Her şeye rağmen 82 Anayasası Türkiye’de, 1982’den 2010’a kadar 28 sene ayakta kalan ve bugüne kadar da herhangi bir şekilde kavgaya uğramamış bir anayasadır.

12 Eylül’deki referanduma sunulan ve şiddetle eleştirdiğimiz HSYK yapısının 82 Anayasasından hiçbir farkı yok. Bütün gerçek hukukçular ile demokrasiye inanan gerçek düşünce sahibi ne kadar insan varsa hepsi ve de STK’ları olarak HSYK’nın içinde hükümetin bir organı olan Adalet Bakanı ve Müsteşarının olmaması gerektiğini en başından beri sürekli ifade ediyoruz. Hatta AB komisyonlarında da bu yönde uyarılar alınmasına karşılık güya, “mevcut darbe anayasasını değiştireceğim” diye yola çıkan iktidar, bu konuya hiç değinmediği gibi HSYK
bünyesinden Adalet Bakanının çıkarılması konusundaki bütün önerileri ve tepkileri de dikkate hiç almamıştır.

    1982 Anayasasında buna benzer değiştirilmesi gereken çok önemli maddeler de varken hepsi göz ardı edilmiştir.

Kabul edilebilir maddeler, balığı avlamak için kullanılan yemler Referanduma sunulan taslaktaki 24 maddenin ilk 12-13 maddesi, herkesin kabul edebileceği değişiklikler gibi görülüyor. Bu maddeleri, “ Balığı avlamak için kullanılan yemler” olarak değerlendirmekteyim. HSYK ve Anayasa Mahkemesi üyelerinin seçimini Meclise ve Cumhurbaşkanlığına bırakan bu hükümet; demokrasiye, hukukun üstünlüğüne ve yargı bağımsızlığına çok önemli darbe vurmuştur. Peki, bu durum zamanla bize, neyi getirecektir? Biliyorsunuz; biz, demokrasiyle yönetiliyoruz.
Bugüne kadar yapılan araştırmalara göre dünyadaki en iyi rejim şekli, cumhuriyettir. Anayasamızın 2. Maddesinde; “Türkiye Cumhuriyeti Laik, Demokratik bir hukuk devletidir” şeklinde hüküm bulunmaktadır.

   Yani Anayasamıza göre demokrasi ile yönetilmek şarttır ve demokrasi ile yönetilmenin esasında 3 önemli unsur olan Yürütme, Yasama ve Yargı organları birbirinden ayrı olarak mutlaka olmalıdır. Hiçbiri, diğerinden üstün olmayacak ama hepsi, birbirini kontrol mekanizma olarak bağımsız yaşayacak. Oysa yapılan bu anayasa değişikliği ile Yargı, ortadan kaldırılmaya çalışılıyor. Yargının şimdiye kadar Yüksek Mahkemece ve hâkimler tarafından seçilen üyeleri, bundan böyle Meclis ve Cumhurbaşkanı tarafından seçilecek.

    Hatta sunulan ilk haliyle; “Bir tek aday gösterilmesi” şeklinde geçiyordu ama çok şükür ki Anayasa Mahkemesi, bu maddeyi iptal etti; en az 3 aday arasından seçilmesi sağlandı.

    Tek aday olsa hepten kendilerine bağlı bir yargı kurulu oluşturacaklardı.
     Anayasa Mahkemesi, yapmış olduğu bu cüzi değişiklikle bana göre kendi ipini, kendi kesmiştir. Bu değişikliklerle demokrasi, bir zevale uğruyor çünkü Yürütme, bundan sonra Yargıya hükmetmeye başlayacaktır.


Zaten Yasama, kendi ellerinde…

   Ülke yönetiminde medyanın hatalı yönlendirmeleri Anayasa Mahkemesi; “bu kararlara uymayın” diyen raportörler barındıran bir kurum haline  gelmiştir.

   Anayasa, özü itibariyle bütün hukuk kurallarının üzerindedir. Anayasa Mahkemesi, en yüksek mahkeme olup bütün insanların güvenmesi gereken
bir mahkemedir. Kararlarına saygısızlığımız olamaz ama TC tarihinde daha önce hiç görülmemiş bir şekilde, kısa bir süre önce bir raportör çıktı ve “Anayasa Mahkemesinin kararlarını dikkate almayın” diye konuşabildi.

Üstelik bu kişi ile ilgili, hiçbir yetkili mercii tarafından hiçbir yasal işlem yapılmadı. Artık bu tür kişileri içinde barındıran Anayasa Mahkemesi, bir hukuk kurumunun başında olan bir kişi olarak beni gerçekten çok üzen bir karar vermiştir.
Aslında Anayasa Mahkemesi, ‘güçler ayrılığı’ ilkesini hassasiyetle göz önünde bulundurmalıydı.

   Yapılan bu değişikliklerde Yargının, Yürütmenin himayesi altına gireceği çok açık ve net olduğu halde, ‘güçler ayrılığı’ ilkesinin yok olacağını göre göre, bile bile iptal etmeyerek Anayasa Mahkemesi, bence kendi bindiği dalı kesmiştir.
Türkiye Cumhuriyeti’ne de çok büyük kötülük etmiştir. Anayasa Mahkemesi’nin almış olduğu kararlara karşı gelmek gibi bir niyetimiz elbette yok ama bizler, bu yönde çok daha etkili bir karar çıkmasını bekliyorduk. Belki bunu böyle yapmasının bir sebebi, biliyorsunuz; artık ülkeyi basın yönetmeye başladı.

“Anayasa Mahkemesinden böyle bir karar çıkarsa iktidar partisi, mağduriyeti oynayacak ve belki erken seçim isteyecek. Zaten karışık bir ülke ama netice itibariyle Türkiye, daha da karışacak” diye dayatıldı. Belki bu sebeple Anayasa Mahkemesi, böyle bir risk altına girmek istememiş olabilir.

    Referandum 12 Eylül’de gerçekleşecek.
Türk milletine güvenimiz sonsuz. İnanıyorum ki gerek STK’ları gerekse siyasi partilerce halka, bu anayasa değişikliği ile nereden nereye gelindiği ve nereye gidileceği çok iyi anlatılabilirse, referandumdan ‘Hayır’ oyu çıkacaktır.

   Bu olayda da basının çok önemli rolü olacak. Medya, maalesef bu gerçeklerin önemli bir kısmına yer vermiyor.
- Basının önemli bir bölümü, iktidardan nemalandığı için ‘Evet’ yönünde kampanyalar yürütmesi normaldir.
Doğru söylüyorsunuz. Referandumdan sonra insanların hâkimlere ve yargıya olan güvenci sarsılacaktır.
Nasıl ki ‘yandaş basın’ deniyor, artık ‘yandaş mahkemeler’ de olacaktır.
Bir süre önce Anayasa Mahkemesi bu iktidarı, “laiklik aykırı eylemlerin odağı bir parti” olarak ilan etti.
Birçok kişi gibi ben de “Yargı kurumlarını da kendi hâkimiyetlerinde tutmak suretiyle sonrasında başka iktidarlar geldiğinde bile açılacak davalarda, kendilerini kolayca aklayabilecekler”
diye düşünüyorum. Ancak önünde sonunda yargıdan kaçılmaz ve hukuk, herkesi layık olduğu şekilde yargılar.
Çıkan bu anayasa değişiklik paketi bir süre sonra sivil anayasa değil de ‘AKP Anayasası’ olarak anılır da iktidar değişimi ile birlikte yeniden bir anayasa değişikliğine gidilir mi? Elbette yeni bir anayasa yapılır. AB eğer dürüstse AKP’nin antidemokratik girişimlerine karşı çıkmalıydı Değişiklikler, AB hukuk yapısıyla ne kadar uyumlu? Bugün için bu değişikliklere sesini çıkarmayan AB, sonrasında “sizin anayasanız bizimle uyumlu olmadığı için sizi, AB’ye alamayız” der mi?

   Bu duruma inanın çok şaşırıyorum; AKP’nin iktidara geldiği 2002 yıllarında birileri, düğmeye bastı ve “AB’ne giriyoruz” diye kutlamalar yapıldı ama aradan 8 yıl geçmesine rağmen halen öyle bir niyet olmadığı gibi yakın zaman içinde de bizi AB’ne almayı düşünmedikleri ortada. Yapılan bu yanlış uygulamalardan sonra AB’ne girme şansımızın daha da azaldığını görüyorum.
Hiçbir AB ülkesinde, bırakın Avrupa ülkesini, hiçbir demokratik cumhuriyetle yönetilen ülkede; bir cumhurbaşkanına, HSYK’na 17 üyenin 7’sini atama yetkisi veren başka bir anayasa olduğunu sanmıyorum. Zaten Cumhurbaşkanını da kimin seçtiği belli… 17 üyenin 10’unu seçme yetkisini de Meclise verirsen neticede HSYK, tarafsız mı olur? Netice itibariyle AB, bu değişiklikleri kesinlikle
içine sindiremez. Asıl düşüncem şu ki biliyorsunuz, AB ve ABD, iktidara gelmesi için AKP’ne destek verdi. İktidara taşıdığı AKP’nin yaptığı bütün yanlışlara karşılık AB, görevini yapmıyor. AB’nin anlayışı bu şekildeyse biz, AB’ne girsek ne olur, girmesek ne olur!

      - Ama ABD, biliyorsunuz ki “Irak ve Afganistan’a demokrasi götüreceğiz” derken demokrasi ile yönetilen Türkiye’ye uygun gördüğü model,’ Ilımlı İslam’ diye adlandırıp, şekillendirdikleri modeldi dolayısıyla


     AKP, aslında onların istedikleri doğrultuda hareket etmiş oluyor. AB de sonuçta halen ABD’nin yörüngesinde olduğu için Türkiye’deki olası bir rejim değişikliği, onları şaşırtmayacaktır.

     Olabilir tabii, doğru söylüyorsunuz;

‘Büyük Ortadoğu Projesi’ diye bir proje attılar ortaya, Sayın Başbakan da “BOP’nin eşbaşkanıyım” diye belirtti ama sonrasında bu sözlerini inkâr etti. Yaptıklarından görülüyor ki hakikaten BOP’nin mimarlarından biri gibi duruyor. Mevcut iktidar, son zamanlarda İsrail’e karşı büyük bir hareket başlattı. Ortadoğu ve Arap ülkeleriyle daha samimi ilişkiler yürütmeye çalışıyor. Amerika da bu gelişmelere destek verir gibi görülüyor.



O zaman hiç inkâr etmesinler; ‘Ilımlı İslam Cumhuriyeti’ tabiri ortaya atıldığında inkâr edenler, yaptıkları son uygulamalarla, bu ‘Ilımlı İslam Cumhuriyeti’ni oluşturma çabalarını ortaya koymuş oluyorlar.

  Her tür olumsuz gelişmeye karşılık umudumu hiçbir zaman yitirmem.
Türkiye, tarihi boyunca ne badireler atlatmıştır dolayısıyla tahmin ediyorum ki bu zorlu günlerin de üstesinden milletimiz, gelecektir.
STK’larının başındaki insanlar olarak bizlerin, topluma doğruları korkusuzca söylemek gibi ciddi bir görevimiz var. Bizler, uyarılarımızı yapalım.
Toplumumuz son derece duyarlıdır.
AKP de aslında bu ülkenin bir partisidir; benim bu partiye şiddetle karşı çıkışım olamaz. Fakat ben bir hukukçuyum ve İzmir Barosu kuruluşundan günümüze, hukukun üstünlüğünü savunan çok sağlam bir barodur dolayısıyla bu baronun, ‘Baro Başkanı’ sıfatımla da bu mücadeleyi sonuna kadar sürdüreceğimi her yerde ifade ediyorum. Bu memleket kolay kazanılmadı. 7 düvele karşı yüz binlerce şehit verilerek memleketimizin sınırları çizildi. Şimdi bizi bölmeye, bu sınırları küçültmeye çalışan zihniyetlere kesinlikle Türkiye’yi teslim etmeyeceğiz.

Bu anayasa değişikliği ve referandum, Türkiye’nin önünde duran çok önemli bir konudur.
  
‘Evet’ derseniz, Türkiye Cumhuriyetinin geleceği tehlikeye girer Referandum tarihinin 12 Eylül olarak belirlenmesinin stratejik içeriği  konusunda neler söylersiniz?

12 Eylül’e getirilmiş olması da çok enteresandır. Zamanlaması da çok taktiksel bir olaydır. Milletimizi; her şeyi kabul eden, baş eğen, çok saf bir millet olarak görmesinler. Sayın Başbakan, “ Biz, Anayasa değişikliğini hap haline getirdik ve onu, Millete yutturacağız” diye konuştu. 

   Bence de bu millet, bu hapı kolay kolay yutmaz…

   - 12 Eylül’de canı yanan öyle geniş bir kitle var ki sadece bu sebeple, ‘Evet’ diyebilirler ama.

Ana muhalefet partisi olan CHP’nin bu konuda gerçekçi ve çok isabetli hareket etmesini istiyor ve bekliyorum.

   - CHP, bence hatalı bir yaklaşımla biraz siyasi girdi olaya…

Evet, bu durumu, iktidar partisinin geleceğine endekslememeleri lazım. 

“Referandumdan ‘Hayır’ çıkarsa bu hükümetin işi bitti, ‘Evet’ çıkarsa hükümet, devam edecektir” şeklinde düşünmek, tamamen yanlıştır. 
     Referandumun hükümetle filan ilgisi yok; Türkiye Cumhuriyetinin,  Türkiye Demokrasisinin geleceği ile ilgili olan son derece önemli bir konu bu… Hükümetler, Gelir-Gider; AKP de geldiği gibi gider ama Türkiye Cumhuriyeti, Türkiye Demokrasisi elden giderse işte onu yeniden kurmak çok zor olur. Bu sebeple topluma, bunu anlatmak lazım.

“ ‘Evet’ derseniz AKP, bir dönem daha başınızda” deyip de AKP’yi bir umacı gibi göstermekten ziyade “ ‘Evet’ derseniz, Türkiye Cumhuriyetinin geleceği artık tehlikeye giriyor” diye anlatmak gerekir.
Bu konuda İzmir Barosu, İzmir Tabip Odası, İzmir Serbest Muhasebeci ve Mali Müşavirler Odası olarak birlikte hareket etme kararı aldık. 

Yaz dönemi olduğu için öncelikle sayfiye yerlerinden Çeşme, Ayvalık, Dikili, Foça gibi başlamak üzere, bu işi gerçekten
bilen insanları da oralara götürmek suretiyle halkımıza, değişikliklerin ne anlama geldiğini, referandumun Türkiye’ye ne getireceğini, ne
götüreceğini bizzat anlatmaya çalışacağız.

  AKP en başından beri sistematik ve stratejik uygulamalarla yol alıyor.,

    Sayın Sökmen, Evet/Hayır oy renkleri konusundaki tartışmaları nasıl değerlendiriyorsunuz? Mesela beyaz rengin temiz vurgusuna karşılık özellikle iş dünyasında kahverengi tercih edilen bir renk değildir.

   Haklısınız, kahverengi itici bir renktir. Yönetimdeki mevcut iktidar partisi, en başından beri her uygulamalarını stratejik plan-program  çerçevesinde ve de ısrarla yapmaya çalışıyor.

Bilinçli olan insanlar için bu renk tercihlerinin bir önemi olmayacaktır. Fakat toplumumuzun içerisinde eğitim seviyesi düşük ve bilinçsiz pek çok insan var ki çoğunluk da bu yöndedir dolayısıyla bu kesimi etkilemek için bu renklerin tercihinde bile taktik uygulamış olmaları doğaldır.

- Koyu bir renk olduğu için kullanılan oyun belli olacağı sıkıntısından da bahsediliyor.

Olabilir zaten seçim sandıklarında bile bir takım hileler olduğu ifade edilmişti. Buradan sizin aracılığınızla okurlarınıza seslenmek istiyorum;
referandum sandığınıza sahip çıkın. AKP, ciddiyetle uygulamalarını takip ediyor ama aynı şekilde ana muhalefet ve diğer partilerin de sandıklarda etkin olması gerekir. Üstelik önümüzde çok az bir zaman var.

                  Demokrasi Gittikçe DİKTA  Rejimine Döner.,



Evet/Hayır kabulünün getireceği sonuca göre Türkiye’nin demokrasi ve yargı bağımsızlığına yönelik gelecek öngörüsü konusunda neler söyleyebilirsiniz?

Anayasa değişikliği paketi, bu şekilde referandumdan geçerse, bugüne kadar hiç olmadık şeyler olacak.

Bunu söylemek istemiyorum ama bunun başka türlü bir anlatımı da yok; demokrasi gittikçe dikta rejimine dönecek yani tek elden yönetilecek bir ülke haline geleceğiz. Padişahları, başımızdan boşuna mı kaldırdık!

   Ülkemiz kurulurken cumhuriyetin ve demokrasinin en iyi rejim şekli olduğu herkes tarafından kabul edildi ve Türkiye, 1923’ten beri cumhuriyetle yönetilmektedir. Yürütme-Yasama-Yargı kuvvetler ayrılığı ayaklar altına alınıp çiğnenirse iş, bir tek yürütmenin elinde toplanmasına kalır. Yürütmenin tek elde toplanması neticesinde, denetim mekanizması  ortadan kalkar ve Mecliste sahip oldukları çoğunlukla da hareket edilirse, yetki gaspının olması kaçınılmaz olur. 

Bunun şu an için bile örnekleri mevcuttur; mesela YÖK, RTÜK gibi kurumlardaki atamalarda yaşananlar ortadadır ve bu kurumlardaki uygulamalar, hiç de demokratik değildir. HSYK ve Anayasa Mahkemesi üyelerinin atanması, Cumhurbaşkanı ve Hükümete bırakılırsa, aynı şekilde anti-demokratik atamalar olacaktır zaten aksini düşünmek, eşyanın tabiatına aykırıdır. Bu sadece AKP için değil, yarın başka bir parti geldiğinde de aynı şeyi yapacaktır. Referandumda halkımız ‘Hayır’ oyu kullanmalıdır ki bir daha hiç kimse böylesi bir değişikliğe 
cesaret edemesin.

Bu tür sıkıntıların bir daha yaşanmaması için de ihtiyaç duyulan her tür anayasal değişim, bu işin uzmanları nezdinde ve tüm yetkin kurumların katılımıyla, toplumumuzun tümünü kucaklayan şekilde gerçekleşmelidir.


EGİAD YARIN, DERGİSİ - İZMİR
YönetimYeri: 
Punta İş Merkezi 1456 Sokak 
No:10Kat:8 
Alsancak/İZMİR 
Tel-Fax:(232)4223000pbx 
egiad@egiad.org.tr 
www.egiad.org.tr 


***