15 Nisan 2020 Çarşamba

MURSİ GİTTİ, SIRA ERDOĞAN VE GÜL’DE

MURSİ GİTTİ, SIRA ERDOĞAN VE GÜL’DE


Ali Serdar Bolat
4 Temmuz 2013

Diktatör Mursi devrildi, sıra Tayyip ve Gül'de
İşçi Partisi Genel Başkanvekili Hasan Basri Özbey, ayağa kalkarak Mursi'yi deviren Mısır halkına bir kutlama mesajı gönderdi:

MISIR HALK DEVRİMİNİ, TÜRK MİLLETİNİN HAZİRAN ATEŞİYLE SELAMLIYORUZ!

Mursi gitti, sıra BOP Eşbaşkanlığı görevlileri Tayyip Erdoğan ve Gül’de! 

Ayağa kalkan Mısır halkı, diktatör Mursi’yi devirdi.
Mısır Halk Devrimi’ni, Türk Milleti’nin “Haziran Ayaklanması”nın ateşiyle selamlıyoruz!
Mısır Halk Devrimi, başta Batı Asya olmak üzere emperyalizmle boğuşan dünyanın mazlum milletlerine güç ve moral vermiştir.

KAYBEDENLER VE KAZANANLAR

• Mısır’da Amerikan emperyalizmi kaybetti; Mısır halkı kazandı!• Mısır’da Ortaçağ kaybetti; laiklik ve çağdaşlık kazandı!
• Mısır’da dinsel, mezhepsel ve etnik bölücülük kaybetti;
   milli birlik ve milli bayrak kazandı!
• Mısır’da Emperyalizm işbirlikçiliği ve gericilik kaybetti;
   Arap halklarının milli demokratik devrimlerinin simgesi olan Nasır kazandı!
• ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi kaybetti;
   Ortadoğu halklarının bağımsızlık ve birlik arzusu kazandı!
• Mısır’da yalnızca Mısır değil, Suriye, Türkiye, Irak, İran ve tüm bölge ülkeleri ve halkları tarihi bir zafer kazandı!


MURSİ GİTTİ, SIRA ERDOĞAN VE GÜL’DE


Mısır halkı, Mursi’den muhteşem bir halk ayaklanmasıyla kurtuldu.
Şimdi sırada BOP Eşbaşkanlığı görevlileri Erdoğan ve Gül var!

Türk Milleti, kardeş Mısır halkını kesinlikle yalnız bırakmayacaktır.

Ayağa Kalkan Türk Milleti, Çok yakında BOP Eşbaşkanlığını yıkıp, Milli Hükümetini kuracak, 150 yıllık devrim tarihini yeni zaferlerle taçlandıracaktır.

https://aliserdarbolat.blogspot.com/2013/07/diktator-mursi-devrildi-sra-tayyip-ve.html

***

FETÖCÜLERİN HEDEFİ TÜRK SİLAHLI KUVVETLERİYDİ.,

FETÖCÜLERİN  HEDEFİ  TÜRK  SİLAHLI  KUVVETLERİYDİ.,





Orgeneral Hurşit Tolon.,
FETÖCÜLERİN  HEDEFİ  TÜRK  SİLAHLI  KUVVETLERİYDİ.,

Orgeneral Hurşit Tolon.,


Emekli Orgeneral Tolon: ABD'nin 'çuval olayı'na tepkimden dolayı hedef oldum
TÜRKİYE
13:09 01.07.2019 (Güncellendi 13:11 01.07.2019)


Ergenekon soruşturması kapsamında 2008'de tutuklanan emekli Orgeneral Hurşit Tolon, 11 yıldır süren dava sürecinde yaşadıklarını anlattı. 

Tolon, 'Neden hedef alındınız?' sorusuna, 2003 yılında Erbil'de Türk askerinin başına çuval geçirilmesi üzerine Amerika'da gösterdiği tepkinin nedenlerden biri 
olduğunu söyledi.

Emekli Orgeneral Hurşit Tolon, Ergenekon soruşturması ve yargılamaları sırasında yaşadıklarını ve FETÖ/PDY tarafından kurulan kumpasın amacının neler olduğunu Habertürk'ten Serdar Kulaksız'a anlattı.



 https://www.haberturk.com/hursit-tolon-ilk-kez-haberturke-konustu-yasadiklarini-anlatti-2500203

Zirve Yayınevi davasında 1.5 yıl tutuklu kalan Tolon: 

Alçak FETÖ’cüler hesap verecek
"Maalesef bu süreç çok acı olaylarla doludur. Bu süreçte hayatını kaybedenlere öncelikle Allah’tan rahmet diliyorum. Pek çok insan sağlık yönünden de sıkıntıya 
düşmüşlerdir. Bunlardan biri de benim. Bir kronik hastalığa düçar oldum" diyen Tolon, şöyle devam etti:

"Yüzlerce kişi bu dava sebebiyle bu hukuk dışı bu Türkiye Cumhuriyeti’nin hukuk ilkeleriyle asla bağdaşmayacak bir uygulama sonucu maatteessüf 
(üzülerek söylüyorum) bu süreç bütün olumsuzluğu ile devam etti. Canlar aldı. Sağlıklara sebebiyet verdi. Büyük mağduriyetlere neden oldu."

'TÜRKİYE CUMHURİYETİ MAĞDUR OLDU'



https://tr.sputniknews.com/turkiye/201806091033795258-bulent-arinc-ergenekon-erdogan/

Ergekeon davasıyla Türkiye Cumhuriyeti'nin mağdur edildiğini söyleyen Torun, şu ifadeleri kullandı:

© AA / HALİL SAĞIRKAYA




https://tr.sputniknews.com/turkiye/201609291025055706-zirve-yayinevi-feto/

Arınç: Ergenekon'da tutuklama kararı verilince Erdoğan, 'Utanmıyorlar mı bunlar' dedi
"Mağdur olan kim? Mağdur olan yalnız bu davada sanık sandalyesine oturtulan insanlar değil takdir edersiniz. Toplumun sağduyu sahibi çok büyük bir kesimi ile biz askerler için Türk Silahlı Kuvvetleri mağdur oldu. Sonuçta Türkiye Cumhuriyeti bu Ergenekon davası ile mağdur edildi. Bunu bir başka türlü düşünmem mümkün değil.

Askerler için şöyle bir süreç takip etti. Önce üç tane isim seçtiler. Bir astsubay arkadaşımızı, yıllar önce emekli olmuş şimdi rahmetli olan bir emekli yüzbaşıyı ve Emekli bir Generali seçtiler. Bunu ilk etapta Ergenekon davası içine katmak suretiyle askerlere yönelik hareketlerinin ilk basamakları olarak bunlar üzerinden tırmanmaya başladılar. Baktılar ki bu  konuya tepki göstermesi  gereken yerler bunun yanlış olduğunu haksız olduğunu, hukuksuz olduğunu ve silahlı kuvvetlere yönelik bir hareketin başlangıcı olduğunu anlamayan merciler ses çıkarmadı. Bu sefer bir hamle daha yapalım dediler. O hamleye de bizleri kattılar. 

Sayın Şener Eruygur ve Hurşit Tolon’u kattılar. İki tane emekli orgeneral. Silahlı kuvvetlerin bir küçük rütbelilerinden birden bire büyük rütbelilerine atladılar. 
Daha sonra Genel Kurmay Başkanı’na kadar tırmandıracaklar bunu" ifadelerini kullandı.
' EN BAŞTA ASKERLERİMİZİN BAŞLARINA ÇUVAL GEÇİRİLMESİ OLAYINA TEPKİ GÖSTERDİM '

Başbuğ: Ergenekon komplosunda Bush yönetimi FETÖ'ye destek verdi



https://tr.sputniknews.com/turkiye/201902151037678595-basbug-ergenekon-komplo-bush-feto-destek/

Tolon, "Şimdi şu soru akıllara gelebilir. Siz niye hedeftiniz? İki orduya komutanlık yapmış bir insanım. Hem Ege Ordusu Komutanlığım sırasında hem birinci ordu komutanlığım sırasında emperyalizmin Türkiye üzerindeki pek çok olumsuz tutumuna direkt karşı çıkan insanım. En başta neye karşı çıktınız diyeceksiniz? 

En başta 4 Temmuz 2003 tarihinde Erbil’de kahraman silahlı kuvvetler mensuplarımıza kurulan bir tuzakla başlarına çuval geçirilmesi olayına Amerika’daki bir törene katılmak üzere gitmiş olmama rağmen törene katılmayarak geri dönmekle tepki gösterdim. Ve bunu da kamuoyuna açıkladım. 
Diğer bir konu emekliliğimden sonra, ki onu emekli olurken de kamuoyuna deklare ettim. Türk gençliğine Türkiye’nin başına örülmek istenen çorabı konferanslardaki ifadesiyle de kuşatılan Türkiye başlığı altında davet edildiğim üniversitelere giderek konferans salonunu dolduranlara bugüne nasıl taşınabileceğimize dair görüşlerimi, değerlendirmelerimi sundum" diye konuştu.

' FETÖCÜLERİN HEDEFİ TÜRK SİLAHLI KUVVETLERİYDİ '

Tolon, Şöyle devam etti:

© REUTERS / OSMAN ORSAL

Savcı mütalaasını açıkladı: Ergenekon Silahlı Terör Örgütü'nün varlığı kanıtlanamadı.,

https://tr.sputniknews.com/turkiye/201811301036408088-ergenekon-davasi-teror-orgutu-ispat-edilemedi/

"Neydi amaçları, neden yapıyorlar bunu? Bana sorarsanız bizler üzerinden giderek tabii ki silahlı kuvvetlerin eski birer mensubu olarak ve kamuoyu tarafından tanınan isimler olarak hem aktif görevimiz sırasında hem sonrasında kamuoyunun bildiği tanıdığı isimlerdik biz. Bunların aydınlatması, karşı çıktığı pek çok olay, gençlerin uyandırılması konusunda FETÖ ve üyeleri bir araya gelerek ‘bunlar ve bunlar gibi olanları derhal susturmamız lazım bu sebeple onları itibarsızlaştıralım. 

Kamuoyu nezdinde ki saygınlıklarını yok edelim, karalayalım’ amacıyla yola çıktılar. Aslında hedef büyük güçlü Türk Silahlı Kuvvetleri'ydi.
Sadece Silahlı Kuvvetler bünyesinde yapmadılar. Yargıda yaptılar. Emniyet teşkilatında yaptılar. Üniversitelerde yaptılar. Kamu kuruluşlarında yaptılar. 

Henüz de bu konuda yapılan mücadelenin sona erdiğine inanmıyorum."

' FETÖ KUMPASIYLA SİLİVRİ’DE ESİR KALDIM '


Ergenekon davasının daha önce yayınlanmamış görüntüleri ortaya çıktı



https://tr.sputniknews.com/turkiye/201804101032980179-ergenekon-davasinin-daha-once-yayinlanmamis-goruntuleri-ortaya-cikti/

"Silivri’de esir olduğumu kabul ettim" diyen Tolon, "Ne yazık ki 47 yıl şerefli üniformamla Türk Silahlı Kuvvetleri, ülkeme milletime hizmet etmiş bir insan olarak alçak FETÖ’cülerin kurmuş olduğu kumpasın bir mağduru olarak esir kaldım. 4 seneye yakın. Eğer yürürlükte olsaydı bu mahkeme bizi çoktan ipe çekmiş olurdu. 

Neden yapardı bunu, çünkü Atatürkçü değerlere sımsıkı sarılmış ülkesinin bölünmez bütünlüğü, ulusal birlik ve beraberliği için ve emperyalizme karşı şiddetle karşı çıkan insanlar olarak bizi tasfiye etmek istiyorlardı. 

Bunu gerçekleştirmek istiyorlardı" ifadesini kullandı.Tolon, "Ergenekon adı altında kurgulanmış, tasarlanmış ona göre planlanıp, bu işi yürütecek elemanları seçilmiş. 
Bir savcı bulunmuş. 
Getirilmiş. 

Neredeki savcı firarda. 

Savcının paralelinde tutuklamaları gerçekleştirmek için iki tane de hakim bulunmuş. Biri yoksa öbürü önüne getirilen herkesi tutukluyor. Siz ne kadar temiz olursanız olun onlar öyle bir çuval hazırlamışlar ki öyle bir kumpas hazırlamışlar ki o kumpasın içersinde sizi de dahil etmek suretiyle kirlenmenizi amaçlıyorlar. 

Ama öyle olmadı. Kamuoyu sonra sizin kirlenmeyeceğinizi anladı" dedi.

' ÖZÜRLE ÖLMÜŞLERİ GERİ GETİREMEZSİNİZ '

Tolon, "Bu süreç içersinde hukuk devletinde hukuk dışı yapılabilecek ne varsa hepsine maruz kaldık. Bunu hiçbir şekilde telafi etme, giderme, zihnimizden çıkarma şansları yoktur. Bunu neyle telefi edeceksiniz özür mü dileyeceksiniz? Özürle bunları telefi edemezsiniz. Özürle ölmüşleri geri getiremezsiniz. Eğer mutlu edilmesi düşünülen bir kitle varsa o bizim için söylüyorum. Önce silahlı kuvvetler sonra tüm Türkiye’nin sağ duyu sahibi insanlarının vicdanıdır" diye konuştu.

https://tr.sputniknews.com/bidebunudinle/201712151031436644-ergenekon-hakimi-koksak-sengun/

' 81 CD EMNİYETTE 86 CD OLDU '

Eski Ergenekon hakimi Şengün: Geçmişte yapılan hataların başka versiyonu şimdi de yapılıyor Yasaya aykırı pek çok şey olduğunu söyleyen Tolon, şunları söyledi:
"Nasıl bu kumpas yürüyor. Yüzlerce, binlerce örneği var. Mesela bu ev aranırken aynı zamanda bir başka ekip oğlumun evinden çıkmasını bekliyor. Kapıcıyı alarak oğlumun evine çıkıyorlar. Kapıyı kırıp içeri giriyorlar. Güya evi arıyorlar. Evden CD’ler alıyorlar. Tanrı’nın verdiği adalet vardır. Oradan aldıkları CD’lerle ilgili tutanak tutuyorlar. Toplam aldıkları CD sayısı 81. 81 tane CD aldık diye bir tutanak düzenliyorlar. Torbaya koyuyorlar güya ama torbayı mühürlemiyor lar. 

Ertesi sabah emniyette bu torba benim yanımda bir polis memuru tarafından açılıyor. Ona mühür kırma diyecekler, mühürü falan yok. Torbayı açıyorlar. 
İçinden 86 tane CD çıkıyor. Tutanakta 81 yazıyor, sayarsanız burada 86 var. 5 tane bilmediğiniz, tanımadığınız CD çıkıyor. Sonraki aşamalarda bu CD’lerin 
sonradan konulduğu, bu CD’lerin içinde sizi suçlayacak her şey var. Hep bunlarla suçluyorlar. Ama ilahi adalet bu ya. Unuttukları bir şey var, o da tuttukları 
tutanakla sonra emniyette sayılanların arasındaki fark. Bunu bugüne geldik daha açıklayabilmiş değiller."

' ZİRVE VE DİNK CİNAYETİNİ BU DAVAYA BAĞLAMAK İSTEDİLER '

Gizli Tanık: Zekeriya Öz, 'Gönderin isimsiz bir dilekçe, Ergenekon'a dahil edelim' diyordu



https://tr.sputniknews.com/turkiye/201612261026490975-zekeriya-oz-ihbar-ergenkon/

Tolon, "Danıştay cinayeti var. Cumhuriyet gazetesinin bombalanması meselesi var. O kadar kalsa iyi aslında daha büyüğü vardı bu olayında bağlayamadılar. 
Malatya’daki Zirve cinayetini de bununla bir araya getirip bağlamak istediler. Niye silahlı terör örgütü kisvesi kazandırmak için yapmak istediler. 
İşte bu Danıştay cinayetini hatta Hrant Dink cinayetini de bunun kapısına kadar getirdiler de kapıdan döndü. O bombalama olaylarını bu çuvalın içerisine bu 
kumpasın içerisine koydular. Bunların hepsi kumpas davaları. FETÖ kumpasları. Altı böyle kalın kalın çizilmeli" diye konuştu.
"Bize soru sorma hakkı tanımadılar" diyen Tolon, "Pek çok olayla hukukun temel ilkeleri dışına çıktılar. 

Yasaları da Çiğnediler. 

Mesela adil savunma hakkımızı son derece kısıtladılar. Tanık dinlediler. Bize soru sorma hakkı tanımadılar. Son derece kutsal olan ve vazgeçilmez olan savunma 
hakkı bu Silivri olaylarında bütünüyle göz ardı edilmiştir. Şimdi onlar hesap veriyor" ifadelerini kullandı.

' DARBE TEŞEBBÜSÜNDE BULUNDULAR '

Tolon, "Geçen bu sürecin içersinde FETÖ ve şürekası (ortakları) maatteessüf (üzülerek söylüyorum) 15 Temmuz iğrenç kalkışmasını, kanlı kalkışmasını Türkiye’nin başına getirdi. Bir darbe teşebbüsünde bulundular. 

Ne kadar lanetlenseler ne kadar suçlansalar bana göre azdır. 
Olmayan bir suç, olmayan bir örgüt. 

Sanığı çok. 

Tanığı yok. Kanıtı yok. Örgüt yok ama davası var. Bu da kısmet olursa bu da önümüzdeki günlerde bitecektir" diye konuştu.


https://tr.sputniknews.com/turkiye/201907011039525025-emekli-orgeneral-tolon-abdnin-cuval-olayina-tepkimden-dolayi-hedef-oldum/


***

BÜYÜK TÜRKİYE VE KÜRDİSTAN

BÜYÜK TÜRKİYE VE KÜRDİSTAN 




Veysel Gökberk MANGA 

Tarihin hiç değişmez kaideleri vardır. 

Bunlardan şu ân bizi ilgilendireni şu: Bir devlet, siyasî kudretini yitirdiği ânda, 
onunla etnik veya siyasî rabıtası olsun olmasın, başka müstakbel kudret veya 
devletler, güçten düşmüş devletin mirasçıları olarak ortaya çıkarlar. Bu çeşit 
hâllerde eski düzenin yerini bir anarşi ortamı alır. İnsanlar ilk önce ekonomik 
olarak kendilerini rahatsız hissederler, bunu muhtelif güvenlik kaygıları izler. 
Sonunda siyasî düzensizlik, karmaşa ve kargaşa, ufukları öyle bir sarar ki, 
gerçekten muktedir olsun veya olmasın, kurtarıcı olduğu iddiasıyla ortaya çıkan 
herkes kendisine ciddî miktarda taraftar toplar. 

Fakat eski ve köklü medeniyet ve devletlerin yerine, yeni, tarihî karşılığı 
olmayan, türedi devletlerin geçmesi de tarih boyunca rastlanmaz bir şey değildir. 
Bazen anarşi ortamı o kadar büyür, o kadar büyür ki, insanlar sadece eski 
düzenin yıkılması için Tanrı’ya duacıdırlar. Yerine neyi getireceğiyle hiç ilgilenmeden başlarındaki belâyı almasını isterler. Hattâ Ortadoğu gibi, asırlar boyu köklü kavimler tarafından yönetilmiş coğrafyalarda bile, tarihin ve talihin cilvesi olarak, böyle köksüz, yeni yetme horozlar, kendi iddialarına toplumsal bir taban bulabilir veya en azından kendilerini, zor yoluyla da 
olsa, kabul ettirebilirler. 

Aklımızdan çıkarmamamız gereken gerçeklerden birisi de, tarihin en başından 
beri devlet ve milletlerin nüfûz alanlarının genişlediği, daraldığı; hâsılı sınırların 
değiştiğidir. Dünyada ilk kurulduğu ândan bu yana hiç sınırı değişmemiş bir tane bile “kadîm” devlet gösteremezsiniz. Bugünün henüz çocuk yaştaki devletleri de, gençlikleriyle hadsiz hudutsuz övünen genç kızlar gibi kasılarak kendilerini 
dünya kazanına atmaya çalışmasınlar. 

Tarihin bu en büyük hakikati, en gerçek yüzünü bir gün o sonradan olma 
devletlere de gösterecektir. 

İşin, bizim için pek de hoş olmayan tarafına geliyorum: Bir topluluğun tarih 
boyunca hiçbir devlet kurmamış olması, milliyetçilik denen olgunun Batı’da yalnız Batı için birleştirici, geri kalan herkes için ayrıştırıcı bir faktör olarak algılandığı ve anlaşıldığı bu çağlarda, o toplulukların devlet kuramayacakları mânâsına gelmez. 
Çünkü artık eskisi gibi, ortaya çıkan bir adamın devletinin devletten sayılabilmesi, meşrûluğunu ispât edebilmesi, çeşitli ve delinmez kurallara bağlanmıyor. Bir masa başında, bazen düz, bazen kavisli cetvellerle sınır çizmeye memur edilmiş adamlar, keyiflerince ve kendilerine gösterilecek mukavemetleri de hesaplayarak, daha çok da petrol şirketlerinin uzmanlarının yardımıyla, dünyanın bütün maddî zenginliklerinin üzerine kendi ülkelerini oturtuyorlar. 

RESİM EKLE 1

Koca Roma İmparatorluğu “hasta adam” konumuna düştüğü vakit, kılıç ustalıklarını mensubu oldukları yeni dini yaymak için kullanan Türklerin Anadolu’ya girmesini ve Anadolu’yu Türkleştirmesini engelleyemedi. 
Bu, eskisinin yerine rabıtasız gelen devlet örneği. 

Türk Devleti’ni Ötüken’den daha batıya kaydıran kavim, daha önce devlet 
kurmamış Moğollardı. Gerçi Moğolların devletleşmeleri, Türkleşmeleri ve devleti 
Türklerden öğrenmeleri ile doğrudan alâkalıdır. Ama yine de bu, ikinci ve köksüz devlet örneğini karşılar. 

Düvel-i Muazzama Türklerin, ta 11. asırda ellerine geçirdikleri Ortadoğu hâkimiyetini Birinci Harp’ten sonra ellerinden aldı. Koskoca bir coğrafyayı, halefi olduğu devletin yönetim sistemini hiç araştırmadan, yerel beklentilere de kulak 
asmayarak, kendi bildiği ve uzmanı olduğu şekilde, yani sömürerek yönetti. İnsanların hürriyetlerini elinden aldı, hürriyetlerine karşılık onlara demokrasiyi öğrettiği yalanını ortaya attı. Bu sırada, elinde cetvellerle masa başlarında bekleyen adamlar sahneye çıktılar ve Osmanlı’nın enkâzını, kendi çıkarlarına göre pay ettiler. 

Bir hocamızın, “Türkiye’nin Suriye sınırı da cetvelle çizilmiştir.” lâfını ömrüm 
boyunca unutmayacağım. Hakîkaten bu sınırlar, petrol kuyularının yerleri tespit 
edilerek ve başka hiçbir şey dikkate alınmayarak çizilmişti. Yeni oluşturulan 
devletlerde yaşayacak insanların etnik kökenleri, kültürel farklılıkları büyük 
devletler için hiçbir şey ifâde etmiyordu. 

Türk Milleti bu paylaştırmadan en fazla nasibini alan millettir. Bir kere, tarihte çok millete nasip olmayacak bir şeyini, imparatorluğunu kaybetmiştir. 

İmparatorluğunu, hem de çok kötü bir şekilde kaybetmiş, savunmaya çekilmiş, 
millî sınırları içerisinde gelebilecek her tür tehdide karşı algıları açık, fakat kendisini ciddî mânâda tehdit etmediğine inandığı şeyleri de meskût geçmeye hazır bir siyasî pozisyon almıştır. Cumhuriyetin ilk yılları, yayılmacı bir siyaset gütmediğimizi bütün dünyaya anlatmakla geçmiştir. Ancak her şeye rağmen, ülkemizin sınırları içerisinde yer almayan, ama bizim için hayatî önem 
taşıyan bazı bölgelerle de yakından ilgilenilmiştir. Misâk-ı Millî’den söz 
ediyorum. 

Cumhuriyetin ilk yıllarının bu doğru ve en az doğru olduğu kadar gerekli siyaseti, Mustafa Kemal’den sonra onun gibi bir dehânın daha maalesef gelmemesi dolayısıyla, bir miskinlik, tembellik, çekingenlik ve hattâ korkaklık politikası hâline dönüşmüştür. 

   Kıbrıs gibi bir yeri, Akdeniz’in en büyük uçak gemisini ve güney kıyılarımızın savunulması için olmazsa olmazımızı alırken bile binlerce tereddüte düştük. Fakat bizim için bu geriye çekiliş, temkin siyaseti, “siyaset-i ebed müddet” olmamalıydı. Atatürk’ten sonraki politikacılarımız bunu kestiremediler. 

Mustafa Kemal’in isâbetle işâret ettiği Sovyetlerin yıkılacağı gerçeğine hazırlıksız 
yakalandık. İnönü’nün 19 Mayıs Nutku ile meşrûluğuna darbe vurduğu Türk 
Milliyetçiliği fikrinin hakiki fikir adamları ve romantik mensupları hariç hiç kimse, 
Sovyetlerin yıkılacağı gerçeğini göremedi. 

En büyük Uykuya ise Dış işlerimizin daldığı âşikârdır. 





Bu devirde Ermenilerin Karabağ’ı işgâline sessiz kalan Türkiye, bütün dünya ülkeleri nezdinde büyük bir itibâr kaybına uğradı. Dış işlerimiz Sovyetlerin yalnızca doğusundaki yıkılışına değil, batısındaki nüfuz alanının  parçalanmasın dan sonra oraların başsız kalacağı gerçeğine de hazırlıksız yakalandı ve Avrupa’nın göbeğinde Boşnaklara yapılanlara karşı da sesini çıkaramadı. 

Yirmi yıl önceki bu tedbirsizliklerimizden ders aldık mı? Maalesef! Almış gibi 
görünmüyoruz. Batı’nın Osmanlı’nın elinden aldığı, petrolünü ele geçirdikten 
sonra bir iki diktatörün insâfına bıraktığı Ortadoğu kaynıyor. Ortadoğu’da rejimler yıkılıyor, diktatörler yıkılıyor, sınırlar değişti değişecek. 

Ve ben sanmıyorum ki bizim miskinliği hayat felsefesi edinmiş dış işlerimizin bu konuda bir ön hazırlığı olsun. 



Suriye’den Bahsediyorum, anladınız. 

Esad Suriye’de, muhaliflere karşı pekaka’nın Suriye kolu olan peyede’nin 
desteğini aldı, biliyoruz. Buna karşılık Esad, Suriyeli Kürtlere özerklik sözü 
vermiş olmalı. Zirâ şu günlerde verdiği sözü tutuyor veya Kürtler ona sözünü 
zorla tutturuyor. Türkiye’nin güneydoğusunda ikinci bir sınırdaş Kürt 
bölgesi kuruluyor. 

İki bölgenin tarih boyu Türkmen deposu ve yurdu olduğunu anlatmama bilmem gerek var mı? 

Kuzey Suriye’de, Kuzey Irak’ta olduğu gibi, özerk bir Kürt bölgesi kuruldu. İşin en ilgi çekici yanı, ezelî düşmanların Kürdistan kurma konusunda hemfikirmiş gibi görünmeleri. Kuzey Irak’taki Kürt bölgesini kurup Barzani’nin emrine veren 
ABD’nin, Suriye’de Türkiye’ye komşu bir Kürt bölgesi kurulacağını öngörmemiş 
olması düşünülemez. Hattâ, kendisinin uzun vadede ulaşmak istediği Kürdistan 
hedefine varmasını kolaylaştıracak bu hamlenin yapılmasına, o bölgedeki 
muhalifleri biraz da güçsüz düşürerek fırsat vermiş bile olabilir. Tahtının derdine 
düşmüş Baasçı(Sosyalist Arap Irkçısı) Esad’ın da kuzeydeki bu Kürt bölgesine 
karşı çıkacağını düşünmek hayâlperestlik olur. 

Türkiye’nin ABD’nin “emriyle” Suriye’ye askerî harekât düzenlemesi ihtimal 
dâhilindedir. Böyle bir harekât bir de büyük çaplı olursa, kuzeydeki peyede’yi 
bastırmaya muktedir olacaktır. Ve aynı harekât, Amerika’nın baş belâsı ve 
Rusya’nın dostu olan Esad’ın düşmesini de sağlayabilir. Harekât, Kuzey Suriye’nin Türkiye’ye ilhâkıyla neticelenebilir. Böyle bir sonuç, Amerika’nın hazır vaziyetteki Kürdistan’ı kurmayı reddetmesi değil, ertelemesi ve Esad belâsından kurtulması olarak okunmalıdır. 

Türkiye ABD’nin “emriyle” Suriye’ye askerî harekât düzenlemeyebilir. Bu hâlde 
Suriyeli Kürtler, AKP’nin gurur duyduğunu haykırdığı Barzani’nin de belirttiği gibi, “dört parçalı Kürdistan”ı kurmak için düzenlenen faaliyetlere katılacaklardır. 

Bazı arkadaşların kendilerini rahatlatmak için söyledikleri “Değil dört, iki bölgenin Kürtleri bile birleşemez, iktidar mücadelesine girişir, kavga ederler. 
Arkalarındaki güçlerin-ABD ve Rusya kastediliyor-mücadeleleri bu bölgesel 
yönetimlerin de birbirine düşmesine neden olur.” lâflarına katılmıyorum. 

Bu  adamlar öyle hızlı vaziyette siyasî ve kültürel bağlar kurarlar ki, nutkumuz 
tutulur, dumûra uğrarız. ABD ve Rusya da, en kötü ihtimalle “statüko”yu korumak formülüyle anlaşmakta acele ederler. 

İsrail’in de bu bölgede, İlber Ortaylı’nın tâbiriyle “anti Arap ve non Arap” bir 
devleti hasretle beklediğini takdir edersiniz. 

Eskiden olsa, “Böyle bir Kürdistan’ın kurulmasına Suriye, Irak, İran ve Türkiye 
izin vermez. Dördü de kendi topraklarından pay almaya çalışan bir Kürt Devleti’ne karşı gelirler, o devleti kurdurmazlar.” diyebilirdik. Fakat şimdi, 
Irak ve Suriye’nin öldüğünü, ölmediyse bile yerinden kalkmaya takatinin 
kalmadığını biliyoruz. Bir vekil bir özel toplantıda, bize güzel bir lâf etmişti. 
“Geminin yelkenleri Arap Yarımadası’nda şişirildi, istikâmet İran.” demişti. 
Eğer bölgesel Kürt devletçikleri siyasî bir birlikteliğe giderler de bölgedeki 
varlıkları  nı karşı koyulmaz hâle getirirler, pekiştirirlerse, İran’a karşı Kürt ve Âzerî Türk kartları oynanacaktır. Bunun da İran’ın bölünmesine yol açacağı bizce malum. Gerçi biz, Turancılar olarak, en azından İran’ın bölünmesi ve 
soydaşlarımızın hürriyetlerine kavuşması isteğindeyiz; fakat bu bölünmeyi 
Türkiye’nin yönlendirmemesi, Türkiye için bir felâket olur ve üç parçası birleştirilmiş Kürdistan gerçeğine Türkiye dayanamaz. Parçalanmış bir Türkiye de Güney Âzerbaycanlıların da, bütün Türklerin de hiçbir işine yaramaz. 



Bu siyasî ortam Türkiye için müthiş genişleme fırsatları da barındırıyor. Eğer 
insanlar, bu ortamın üzerine millî bir hükûmetle gidebilecek Türkiye’nin 
kazanabileceklerini hayâl edebilselerdi, dudakları uçuklardı. Ölü sevicilik 
yapmıyorum, bir fâniye de tapmıyorum; fakat Mustafa Kemal yaşasa, bu ortamdan güçlü ve büyük Türkiye’yi çıkarmakta hiçbir zorluk çekmezdi. Ancak bu hükûmetin ABD’nin dümen suyundan çıkmayacağı açıktır. ABD’nin politikaları 
ise orta vadede Türkiye’ye sadece bölünme getirir. 

Hava puslu, göz gözü görmüyor. Yolun sonunda hapsolmak da, hükümdar olmak da var. Pusun içinden, doğru zamanda çıkacak ve bize aydınlığa giden yolda yol başçılık edecek bir kurda muhtacız

KAYNAK;
www.millidusunce.org 
Adres: GMK Bulvarı, Özveren Sokağı Nu: 2/2 Demirtepe Metro Durağı 
Kızılay/ANKARA 
Telefon: 0 (312) 231 31 94 
Belgeç: 0 (312) 231 31 22 
GENCAY 
Aylık Fikir - Kültür ve Gençlik Dergisi 
Yıl 2 Sayı 18 - Temmuz 2013 
Ücretsiz e-dergi 
www.gencaydergisi.com 

bilgi@gencaydergisi.com 
GENCAY DERGİSİ.

***

9 Nisan 2020 Perşembe

Şu anda yaşanmakta olan, NATO’nun beyin ölümüdür

Şu anda yaşanmakta olan, NATO’nun beyin ölümüdür 



 Prof. Dr. Mustafa Kibaroğlu

İstanbul

Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, 6 Kasım 2019’da İngiltere’de yayımlanan The Economist dergisine verdiği demeçte, Avrupa ülkelerini 
uyararak, “ NATO Müttefiklerinin savunmasında artık Amerika Birleşik Devletleri’ne güvenemeyeceklerini ” vurguladıktan sonra dile getirdiği 
Şu anda yaşanmakta olan, NATO’nun beyin ölümüdür ” ifadesi uluslar arası arenada büyük bir sarsıntı meydana getirdi.

Başta Almanya Şansölyesi Angela Merkel ve Kanada Başbakanı Justin Trudeau olmak üzere, Kuzey Atlantik İttifakı Örgütü’ne üye ülkelerin Liderleri 
ve NATO Genel Sekreteri Jens Stoltenberg art arda açıklamalar yaparak, Macron’un sözlerinin, özellikle eski Varşova Paktı üyesi olan ve  Rusya’dan algıladıkları tehdidi halen iliklerine kadar hisseden, Orta ve Doğu Avrupalı müttefik ülkelerde doğurduğu endişeleri gidermeye çalıştılar.


Emmanuel Macron,

Macron, The Economist dergisinde yayınlanan ve meşhur Elysée Sarayı’nda gerçekleştirilen söyleşisinde, 4 Nisan 1949’da Washington’da  imzalanan Kuzey Atlantik Antlaşması’nın 5. Maddesi kapsamında vurgulanan İttifak dayanışması nın, son yıllarda ABD’nin başına buyruk  davranışları sebebiyle, gelecekte geçerliliği olup olmayacağından emin olmadığını dile getirdi.



Fransa Cumhurbaşkanı bu görüşünü desteleyen bir gelişme olarak da, ABD Başkanı Donald Trump’ın Suriye’den asker çekme kararı alması sürecinde, 
NATO’lu müttefiklerine danışmadığının altını çizerek, Trump’ın bu kararıyla Türkiye’nin Barış Pınarı harekâtını başlatmasına zemin hazırladığını  ve bu gelişmeden duyduğu rahatsızlığı ifade etti.

Macron’un bu ifadeleri ve Suriye’de yaşanan süreçle alakalı olarak Türkiye’yi de içine alan sözlerinin amacının, esas olarak, NATO’nun geleceği  hakkında ABD’nin tutumundan kaynaklanan kaygılarını dile getirmekten çok, en önemli müttefiklerinden olan Türkiye’yi hedefe koymak olduğu  anlaşılıyor.

Macron, ayrıca, üstü kapalı olarak, aynen Soğuk Savaş döneminde olduğu gibi, Türkiye’nin Suriye ile bir sorun yaşaması durumunda, İttifak  dayanışmasının sergilenmeyebileceği, bir başka deyişle, 5. Madde kapsamında NATO’lu müttefikleri nin Türkiye’nin yardımına gelmeyebileceği konusunda bir imada da bulunmakta. [1]

9 Ekim günü başlayan Barış Pınarı harekâtı, birçok kişinin yansıtmaya çalıştığı gibi, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile ABD Başkanı  Donald Trump arasında yapılan bir telefon görüşmesinden sonra ve “Trump’ın izni ile” apar topar başlamış bir askeri harekat değildir.

    Barış Pınarı harakâtının Batı dünyasında oluşturduğu rahatsızlığın sözcülüğünü Macron’un üstlenmiş olduğu anlaşılıyor. 
Görünen o ki, Fransa Cumhurbaşkanı, bu tutumunu Aralık ayında Londra’da toplanacak NATO Devlet ve Hükümet Başkanları Zirvesi’ne de taşıyacak.

Türk yetkililer, devletin en üst seviyesinden itibaren, her kademede, başta Amerikalı muhatapları olmak üzere, NATO müttefiki ülkelerde,  en azından son beş yıldır, Suriye’nin kuzeyinde YPG/PYD terör örgütünün varlığı ile oldu bittiye getirilmeye çalışılan fiili bir durumun ve  kurulmaya çalışılan siyasi bir yapının Türkiye’nin güvenliği bakımından arz ettiği tehditleri defalarca dile getirmişler ve aslında yapılması  gerekenin, söz konusu coğrafyada, Türkiye-Suriye sınırı boyunca, belli bir derinliğe kadar inecek şekilde bir “Güvenli Bölge ” oluşturulması nın  gerekliliğini anlatmışlardır.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, önceki ABD Başkanı Obama ile yapmış olduğu hemen her yüz yüze görüşmede ve telefon konuşmalarında bu konuyu 
ısrarla ve kararlılıkla gündeme getirmesine karşılık, Obama’nın tutumunun tam anlamıyla “ipe un sermek” ve zaman kazanmak için ilerideki belirsiz tarihleri işaret etmek olduğu zaman içinde anlaşılmıştır.

Türkiye Cumhuriyeti devletinin asker ve sivil ilgili tüm unsurları, müttefik ülkelerin kayıtsız ve hatta karşıt tutumlarına rağmen, hazırlıklarını her 
alanda eksiksiz olarak yerine getirmişler ve bir gün nasıl olsa kaçınılmaz olarak başlatılacak olan harekâtın planlarını defalarca gözden geçirmişlerdir. 
Bu sebepledir ki, Barış Pınarı harekâtı hem sahada hem diplomasi alanında hedeflerine varmak yolunda hızla ilerliyor.

Bu durumun Batı dünyası içinde meydana getirdiği rahatsızlığın sözcülüğünü Fransa Cumhurbaşkanı Macron’un üstlenmiş olduğu anlaşılıyor. 

Görünen o ki, Macron, bu tutumunu Aralık ayı başında İngiltere’nin başkenti Londra’da toplanacak olan NATO Devlet ve Hükümet Başkanları Zirvesi’ne de taşıyarak, Türkiye’ye yönelik ağır eleştirilerin hız kesmeden devamını sağlamakta kararlı.

Benzer şekilde, Kasım 2010’da Portekiz’in başkenti Lizbon’da toplanan NATO Zirvesi öncesinde, dönemin Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy, 
İttifak’ın “Füze Kalkanı” projesi kapsamında Malatya yakınlarında bulunan Kürecik’teki radar üssünün kullanımıyla ilgili olarak başlatılan tartışmalar da, Türkiye’nin NATO’nun bu önemli projesine karşı olduğu görüşünü yaymış ve müttefiklerin haksız yere Türkiye’yi eleştirmelerine  yol açmıştı.

Türk yetkililer, o dönemde de, Sarkozy kaynaklı yanlış bilgiler üzerinden yapılan yersiz ve haksız eleştiriler karşısında soğukkanlı tutumlarını  koruyarak, her seviyeden muhataplarına Türkiye’nin NATO’nun Füze Kalkanı projesine verdiği önemi, Kürecik’teki radarın bu proje içindeki hayati  önemini sabırlı ve detaylı bir şekilde anlatmışlardır. Nihayetinde, 2010’da Lizbon’da alınan karar gereği projenin 2012 Chicago Zirvesi itibarıyla  Avrupalı müttefik topraklarını koruyabilecek şekilde operasyonel hale getirilmesi hedefi üzerinde fikir birliğine varılmıştır.

Aralık 2019’da Londra’da yapılacak NATO Zirvesi, Türkiye’nin Barış Pınarı harekâtının yalnızca siyasi ve askeri yönlerinin değil, daha önemlisi, insani açıdan kaçınılmaz gerekliliğinin bütün yönleriyle gözler önüne serilmesi ve Suriye’de yaşanan iç karışıklıktan her bakımdan en mağdur olan ülkelerin başında gelen Türkiye’nin müttefiklerine yönelik beklentilerini de anlatması için çok önemli bir zemin olacaktır.

Londra’daki Zirve toplantısına kadar geçecek kısa süre zarfında, her kademedeki Türk yetkililerin, müttefik ülkelerdeki muhataplarına, NATO dayanışmasının gücünü ve hazırlık seviyesini, yalnızca devletlerden kaynaklanan tehditler karşısında değil, “devlet-dışı aktörler” olarak tanımlanan ve küresel boyutta eylemler gerçekleştirebilecek yapıya ulaşan bütün terör örgütleri karşısında da göstermek için önlerinde çok önemli bir fırsat olduğunu ve bunun kısa vadede ortaya konulabilecek örneğinin de, Suriye’de yaşanan trajedinin ve güvenlik sorunlarının sona erdirilmesinde  İttifak’ın ruhuna ve 1949 Washington Antlaşması’nın lafzına uyacak şekilde Türkiye ile güçlü bir dayanışma içinde olmaktan geçtiğini vurgulamalarında yarar vardır.

[ Prof. Dr. Mustafa Kibaroğlu MEF Üniversitesi İktisadi İdari ve Sosyal Bilimler Fakültesi dekanıdır ]

[1] Soğuk Savaş döneminde NATO’nun Avrupalı müttefikleri tarafından Orta Doğu’nun “alan dışı bölge” olarak görülmesinin Türkiye’nin  güvenliğine ve İttifak dayanışmasına olan olumsuz etkileri hakkındaki analizler için bkz:

    Türkiye NATO İlişkileri
    "Turkey and NATO in Retrospect: Hard to Classify as a "Win-Win" Relationship - Part I"

    "Turkey and NATO in Retrospect: Hard to Classify as a "Win-Win" Relationship - Part II"

https://www.aa.com.tr/tr/analiz/macron-un-nato-cikisinda-asil-hedef-turkiye/1643927


***

6 Nisan 2020 Pazartesi

ATATÜRK'TEN SONRA BUGÜNLERE NASIL GELDİK?

ATATÜRK'TEN SONRA BUGÜNLERE NASIL GELDİK? 


Cüneyt Arcayürek Detay Yayımcılık-Şubat 2008 
Derleyen: Halit YILDIRIM 
22 Ağustos 2008 
www.altinicizdiklerim.com 


Mustafa Kemal Paşa, çağdaş bir cumhuriyete yönelen bütün devrimlerini 1922 ile 1932 yılları arasında, on yıla sığdırdı. Devrimleri bu kadar kısa süre içinde gerçekleştirmesi, kimi yazarlar tarafından, yaşama veda ettikten sonra eleştirildi. 
Dediklerine göre, devrimler zamana yayılarak gerçekleşseydi, ulus tarafından sindirilecek, daha az saldırıya uğrayacak, daha az eleştiri konusu olacaktı. Fakat Mustafa Kemal Paşa'nın bildiği bir gerçek vardı: kafasında yılardır kurguladığı çağdaş cumhuriyeti oluşturacak devrimleri ancak kendi zamanında, sarsılmaz iradesiyle gerçekleştirip uygulamaya koyabilirdi. 
Öngördüğü devrimler kendisinden sonra acaba gerçekleşebilir miydi? 
Evet, Gâzi gerçekçi idi. Nitekim bir ara CHP ile ilgili bir konuyu önüne getiren Recep Peker, 
“Paşam neden Cumhuriyet Halk Partisi yazıyorsunuz. Benim partim yazsanıza!” demiş, Mustafa Kemal'den şu kısa yanıtı almıştı: “Cumhuriyet Halk Partisi'nin (veya fırkasının) benden sonra benim partim olarak kalacağını nereden bilebilirim?” 

Dün Söylediklerinden Bugüne Bakarsak... 

2 Temmuz 1932'de toplanan Birinci Türk Tarih Kongresi'nin son günlerinde Atatürk, tarih öğretmenlerini ve öğretim üyelerini Gâzi Orman Çiftliği'nde çaylı bir toplantıya çağırdı. İki saat konuştu. Bu arada öğretmenlerden biri Atatürk'e sordu: 
· “Paşam, din lüzumlu bir şey midir? 
· Halifeliğin kaldırılması iyi mi olmuştur?” 
Atatürk, bu sorulara şu yanıtı verdi: 
“Evet, din lüzumlu bir müessesedir. Dinsiz bir milletin devamına imkân yoktur. Din, Tanrı ile kul arasındaki kutsal bir bağlılıktır. Dinden maddi çıkar sağlayanlar (bugünküler gibi) alçak 
kişilerdir. İşte biz bu duruma karşıyız... 
... (Bugün de AKP gibi) bütün hükümdarlar hep dinî alet edindiler... 
... Fakat bunca asırlarda olduğu gibi, bugün dahi, (bu sözü sanki bugünleri görüyormuş gibi 1932'de söylüyor) halkın cehaletinden ve taassubundan istifade ederek, bin bir türlü siyasî ve kişisel amaç ve yarar için dinî alet ve vasıta olarak kullanmak girişiminde bulunanların... varlığı... bizi bu zeminde söz söylemekten henüz alıkoyamıyor... 
... Masum halka... beş vakit namaz dışında... vaaz ve nasihat etmek... belki ömründe hiç namaz kılmamış olan bir politikacı tarafından vaki olursa, bu hareketin hedefi anlaşılmaz olur mu?...”
Sonuç olarak: Atatürk, dinin özüne ve aslına bağlıydı. Bid'atlere, hurafelere, dinin yarar ve siyaset çıkarlarına alet edilmesine karşıydı. 
Atatürk dinin değil, din istismarcılarının karşısındaydı. 
“...Duraklamaksızın diyebilirim ki, bugünkü İslam dinî başka, Peygamber'in zamanındaki İslam dinî başkadır. Gerçek İslamiyet, yaratılıştan gelen mantıklı bir dindir. Hayalleri, yanlış düşünceleri, boş inançları hiç sevmez, özellikle nefret eder...” 
Prof. Fahri Kayadibi, Atatürk'ün dinî, gerçek dindarı ve din adamını öven... Müslümanlıktan dolayı iftihar ettiğini dile getiren çok sayıda sözü ve konuşması olduğunu yazıyor. “O, dinin özüne ve aslına bağlıydı. Din istismarcılarının karşısındaydı. Atatürk'ü din düşmanıymış şeklinde göstermek ya kasıtlıdır ya da bilgisizlikten kaynaklanmaktadır” diyor. 
Yaşamı boyunca, Türk halkına gerçek dindarlığın, “bugünkü İslam dininin başka, 
Peygamber'in zamanındaki İslam dininin başka olduğunu, mantıklı bir din olan gerçek İslamiyet'in düşleri, yanlış düşünceleri, boş inançları hiç sevmediğini, özellikle nefret ettiğini” anlatmaya çalıştı. 

Atatürk'ün yanından ayrılmayan, yanından ayırmadığı Ali Kılıç (Kılıç Ali) anlattı: 
“İlk Meclis'te bir gün lâiklik konuşuluyordu. Gâzi Mustafa Kemal Paşa o gün Meclis'e başkanlık ediyordu. Meclis'in tanınmış din alimlerinden bir üye kürsüye geldi. Alaylı bir tavırla:

'Arkadaşlar, bir lâikliktir gidiyor. Affedersiniz ben bu lâikliğin anlamını anlayamıyorum' diye söze başlarken oturuma başkanlık yapan Mustafa Kemal Paşa, dayanamadı, oturduğu yerden elini kürsüye vurarak:'Adam olmak demektir Hocam, adam olmak!’ Soru yanıtlanmıştı”.  Uzun İnce Bir Yol 

Lâiklik resmiyet kazanacağı tarihe kadar ince uzun bir yolda çeşitli aşamalardan geçti. 
1920'de kurulan TBMM'de kabul edilen anayasada egemenliğin kayıtsız şartsız millete verilmesiyle lâikleşme sürecinde ilk adım atıldı. 
Dinci devletin dayanağı olan saltanatın 1922'de ortadan kaldırılmasından ve yerine ulusal egemenlik temeline dayanan Cumhuriyet'in 1923'de ilan edilmesinden sonra, 1924'de halifelik de kaldırıldı. 
Böylece, dinin devlet üzerindeki etkisi kırıldı, 1928'de Anayasa'dan “Devletin dinî İslamdır” maddesi kaldırılarak anayasa, bu süreçte devlet, hukuk, eğitim ve kültür lâikleştirildi. 

Hukukun lâikleştirilmesi Şeriye Vekâleti'nin (bakanlığının) kaldırılması ile başladı. Bunu yasalar izledi. 

1924'de dinî içerikli hukuk kitabı olan mecelle kaldırıldı. Şeriye Mahkemeleri kapatıldı. 1926 yılında kabul edilen Medeni Kanun'la kadın haklarında yasal düzenlemeler gerçekleştirildi. Bunu borçlar, ticaret ve ceza yasaları izledi. 
1931 ve 1934'de kadınlara seçme-seçilme hakları verilerek hukuk alanında lâikleşme tamamlandı. 

Bu gelişmenin önderliğini yapan Atatürk, eğitim sistemindeki lâikleşmeyi, din etkisinden arındırılmış okullar ve eğitim programlarına çağdaş öğeleri ve kuralları yerleştirerek sağladı. 

Bir dizi devrim sırasıyla yasalaştı. 

Örneğin bin yıllık Arapça yazısına son verilerek kültür alanında lâikleşmeye ilk adım atıldı. 
Ve... 
Atatürk'ün ölümü üzerinden yarım yüzyıl geçtikten sonra dinci gelişmelerin odak noktasında duran Erdoğan; meydanlarda, resmî demeçlerinde “Elhamdülillah şeriatçıyım...Millet isterse lâiklik elbette gidecek” diyebilme özgürlüğüne kavuştu. 
Anadolu insanının başörtüsünü siyasal simge türbanla özdeşleştirdi. 
Bugün Atatürk'ün bin bir emekle kurduğu “modern Türkiye”nin cumhurbaşkanı ile başbakanın eşleri çağdaş Türk kadınını türbanlı başlarıyla yurt dışında da temsil ediyor. AKP'li bakanların ve milletvekillerinin eşlerinin çoğunluğu halka Kuran emri diye yutturdukları türban takıyor.
Atatürk'ü sâdece yakından tanımak mutluluğu dışında Atatürkçülüğü, devrimlerini ve lâik Cumhuriyet'in kazanımlarını ve nimetlerini sindiren usta bir yazarın, F.R. Atay'ın, O'nun ölümünün 20'nci yılındaki yazısından – izninizle – kimi alıntılar yapmak istiyorum. 

“Keşke 1938'den On Yıl Sonra Ölseydi...Kurtuluşumuzu tamamlardık...” 
“Keşke 1919'dan on yıl önce Türklüğün başına geçseydi... Ne Baykan Savaşı'na fırsat verirdik, ne de Birinci Dünya Savaşı'na girerdik. Ve keşke 1938'den sonra ölseydi... Kurtuluşumuzu tamamlardık. 
Söyleyiniz bana, sağdan yazı devam etseydi Latin alfabesini alabilir miydik? Medeni Kanun'u alabilir miydik? Eğitim birliğini yapabilir miydik? Medreselerin yeniden hortlamasına engel olabilir miydik?.. 
... Atatürk, 1965 Türkiyesi ilim ve teknik kadrosunun dörtte birini bulsaydı, çoktan bütün işlerimizi bitirmiş olurduk. Meclislerimizde kürsü arkasına eskiden Arapça 'Danışınız!' sözünü asardık. Sonra onu 'Hakimiyet milletindir' sözü ile değiştirdik... 

Gerçekte Atatürk partisi millet içinde değil, Atatürkçülük dediğimiz her şey kendi partisi içinde azınlıkta idi. Ölümünden sonra parti güdümü bu inançsızların eline geçti. Ne yazık ki Atatürk'ün başladıklarını severek, bilerek, benimseyerek tamamlayacak olanlar, o öldükten sonra yetişmişler ve Onsuzluk yüzünden eski şekilci ve statükocu Tanzimat bürokratları engelini sökememişler, sonunda da henüz ne devrimlere ısınan, ne eğitimden geçen halk yığınları çoğunluğunun seli içine atılmışlardır...

... Bugün kendilerine reformcu diyen korkak ikbalcilere bakınız: Türk çocukları nın on binlercesine medrese ilkokullarında medeniyet düşmanlığı ve Türkiye halkının milyonlarcasına cami kürsülerinde Atatürk devrimleri düşmanlığı telkinleri yapıldığı bilinirken susmakta değil midirler?...” 

Karşı Devrimin Başlangıcı 

Kimi bilim adamlarına göre; karşı devrim hareketleri, Atatürk'ün ölümünden sonra başladı (1938) ve çok partili yaşamla birlikte, 1945-46'da ilk meyvelerini verdi. 1950, 14 Mayıs seçimlerinde 27 yıldır süregelen CHP iktidarını deviren Demokrat Parti iktidarında ivme kazandı. 
DP iktidarını izleyen iktidar dönemlerinde de gelişti... 
Karşı Devrim Uygulamaları Karşı Devrim Kronolojisi” listelerinde şu tarihler dikkati çekiyor: 

· 4 Şubat 1949: İki “meczup” Meclis'te ezan okuyor. 
· 15 Şubat 1949: İlkokullarda isteğe bağlı olarak din derslerine başlanması önerildi. 
· 1 Mart 1950: (27 Mayıs seçimlerine iki ay 27 gün kala) Millî Şef İnönü'nün 
    Cumhurbaşkanı, CHP'nin tek başına iktidarda olduğu tarihte, hükümet, Atatürk'ün çıkarttığı Tekke ve Türbelerin Kapatılmasına Dair 677 Sayılı Yasa'yı yürürlükten kaldırdı. Türk büyüklerine ait olanlar ve sanatsal değer taşıyanlar Millî Eğitim Bakanlığı'nca halka açıldı. İlk aşamada açılan türbe sayısı 19. 
· 12 Nisan 1950: Mareşal Fevzi Çakmak için düzenlenen cenaze töreninde gericiler dinî siyasete alet ederek gövde gösterisi yaptı. 
· 1948 – 1949: İlkokullara, ailelerin isteğine bağlı olmak koşuluyla, okul içinde ve ders saatleri dışında din dersleri konuldu. 
· MEB'e bağlı “İmam-Hatip Yetiştirme Kursları” açıldı. Hacca gideceklere döviz 
verilmesi için izin çıktı. 
· Ankara Üniversitesi'ne bağlı İlahiyat Fakültesi açıldı. 
· İmam Hatip Kursları okula dönüştürüldü. 
· 1950: Tekke ve Zaviyelerle Türbelerin Kapatılmasına İlişkin Kanun'da değişiklik yapıldı. Türk büyüklerine ait olanlar ve sanatsal değer taşıyanlar MEB'ce halka açıldı. 

Ve... Gerçeği Yansıtan Sonuç 

Prof. Dr. Çetin Yetkin bir dönemin ayrıntılarını açıklayan değerli Karşı Devrim – 1945–1950 kitabının hemen baş sayfalarında, “araştırmanın İsmet İnönü'yü eleştirmek amacıyla yapılmadığının” altını çiziyor ve şunları yazıyor: 
“İnönü, Atatürk değildir. Öyle olmadığı gibi, bu kitabın sayfalarını çevirdikçe göreceksiniz ki, Atatürk'ün birçok eserini ters yüz eden, yıkan da İnönü'nün ta kendisidir. Hemen söyleyelim: 

İmam hatip okullarının ve ilahiyat fakültelerinin, tekke ve zaviyelerin açılması, okullara din dersi konulması ve birçok geriye dönüşler, İnönü zamanında gerçekleştirilmiştir... 

Karşı devrim, 

Atatürk'ün ölümü ile eş zamanlı olarak gündeme gelmiştir...” 
Yargıtay Başkanı İmran Öktem, 1 Mayıs 1969 günü öldü. 3 Mayıs 1969'da Ankara Maltepe Camisi'nde yapılan cenaze töreninde büyük olaylar çıktı. Bir “kalabalık” cenaze namazının kılınmasını engellemeye çalıştı. Cami görevlileri görevlerini yerine getirmekten kaçındı. Olaylar sırasında camide bulunan ve saldırganlar arasında kalan CHP Genel Başkanı İsmet İnönü'yü korumak amacıyla Kara Kuvvetleri Komutanlığı Topçu Dairesi Başkan Vekili Tuğgeneral Nabi Alpartun tabancasını çekti. İnönü – yakınında bulunanların söylediğine göre – CHP Ankara İl Başkanı Rauf Kandemir'e “Namazı kılınacak, namaz kılınmadan gitmem” dedi. 
Gericiler grubunun baskısından etkilenen veya onlara uyan imamlar da direnişe katılınca, namazı 27 Mayıs Millî Birlik Komitesi Hükümeti'nin bakanlarından Abdullah Polat Gözübüyük'ün ağabeyi İzzet Gözübüyük kıldırdı.

Olay, tam anlamıyla bir irtica olayı idi. İsmet İnönü, olayları değerlendirirken “Her manasıyla kesin ölçüde bir 31 Mart Vakası'dır” dedi. 
1965'teki genel seçimde tek başına iktidara gelen Adalet Partisi'nin genel başkanı Süleyman Demirel, başbakandı. Olay hakkında “Hadise gayet üzücüdür” demekle yetindi. 
7 Mayıs 1969'da Yargıtay Başkanı'nın cenaze töreninde, camide yaşanan irtica olayını ve olaylarını yaratanları protesto etmek için hukuk adamlarının geniş ölçüde katıldığı ve Anıtkabir'de sonuçlanan görkemli bir yürüyüş yapıldı. 

Cenaze töreninde alışılmışın dışında bir eylem gerçekleştiren gericilerin bu hareketindeki nedeni açıklamak gerekiyor. 

Olaydan bir yıl önce Yargıtay Başkanı İmran Öktem; lâikliği yorumlarken ünlü Fransız düşünürü Voltaire'in bir sözünü tekrarlayarak “Tanrı'yı da insan yaratmıştır” demiş, bu sözü “malum” çevrelerin tepkisine yol açmıştı... 
İmran Öktem, ölümünden bir yıl önceki konuşmasında şunları söylemişti: 
“...Cumhuriyet rejimini yıkmak ve hilâfet rejimi kurmak, Türk Milleti'ni dinî esaslara dayanan bir hukuk düzenine sokmak isteyen ve bunun için gizli ve açık çalışan mistik hezeyan halindeki bir avuç meczup, ruh hastası veya dinî, kazanç meta haline getirmiş kimseler, saf ve cahil yurttaşın en temiz varlığını, itikadını, imanını geçim vasıtası yapmış olan bezirgânlar – o bezirgânlar ki, dinin emrettiğini yerine getirmezler, yasak ettiklerini gizli gizli yaparlar ve fakat 
dindar görünürler - evet bunlar ve bir takım hurafeleri dinî esaslar gibi göstermeye kalkan ve bu suretle halkı uyuşturan kökü dışarıdaki yurt düşmanları daima hüsrana uğrayacaklardır...” 

Yüreğimde, kafamda ve anılarımdaki İsmet İnönü'yü... 

Ölümünün 34. yılında (2007), İsmet İnönü ve başarıları, hizmetleri üzerine pek çok şey söylendi. Anıtkabir'deki mezarında yapılan törene, Cumhurbaşkanlığı dâhil devletin sivil asker önde gelenleri, tabii Ömer ve Erdal'ın ölümünden sonra hayattaki son evladı Özden Toker ve çocukları katıldı. 

Buraya ölümünün 34'üncü yılında bir belediye başkanının, İsmail Ünal'ın sözlerini almayı yeğliyorum...İnönü'yü kısa fakat özlü biçimde anlatıyor: 

“...İsmet İnönü, önce asker, sonra Cumhuriyet'in iki numaralı kurucusu, siyaset adamı, Mustafa Kemal'in başbakanı, daha sonra iktidarını çok partili rejime geçişte devreden lâik bir devlet adamı, muhalefet lideri ve partisinin genel başkanlığını devrederken de yeni genel başkanını ceketini ilikleyerek karşılayan dev bir liderdi. İşte bugün böyle bir dev lideri anıyoruz. CHP'nin önderini 
anıyoruz...” 

...Ve Liste 

İmam Hatip Açan hükumetler: 

1951-1959: Adnan Menderes 19 adet 
1962-1963: İsmet İnönü 7 adet 
1965-1971: Süleyman Demirel 46 adet 
1974-1975: Bülent Ecevit 29 adet 
1975-1978: Süleyman Demirel 233 adet 
1978-1979: Bülent Ecevit 4 adet 
1979-1980: Süleyman Demirel 36 adet 
1984-1989: Turgut Özal 90 adet 
1990-1992: Mesut Yılmaz 23 adet 
1992-1993: Süleyman Demirel 12 adet 
1994-1995: Tansu Çiller 13 adet 
1995-1997: Diğer hükumetler 97 adet 

Rekor Süleyman Demirel'de: 327! 
Kenan Evren: “Cennetlik” 

1982 Anayasası'na okullarda zorunlu din derslerini koyduran asker; Kenan Evren' dir.

Danışma Meclisi anayasa üzerindeki çalışmalarını bitirmiş ve metin son şekli verilmek üzere beş orgeneralden kurulu Millî Güvenlik Konseyi'ne sunulmuştur. 
Tutanaklara göre, din dersleri konusuna gelindiğinde Kenan Evren; - diğer generallerin karşı çıkmasına karşın – din derslerinin zorunlu olmasında ısrar etmiştir. Söylediği özetle şudur: 

Babalardan annelerden mektuplar alıyorum. Öldüğümüzde çocuğumuz başımız da dua edemeyecek mi? 

Bu gerekçe ile millî eğitimde zorunlu din dersleri anayasaya konuldu. 
Milliyet'in İnternet sitesinde yayımlanan bir röportajda; Fethullah Gülen, Kenan Evren için şöyle konuşuyor: 

“...Evren Paşa demokrasinin kesintiye uğraması ve daha pek çok açıdan tenkit edildi. Ancak din derslerini mecburi yapmakla yararlı bir iş yapmıştı. Gençlerin çoğu onun bu icraatı vesilesiyle din eğitiminden nasip almışlardır. Yaptığı iş o kadar büyüktür ki, doğrusunu Allah bilir, hiçbir sevabı olmasa bile bu icraatı ona yeter. Cennete gidebilir...” 

...Bay Fethullah Gülen geliyor! 

Amerika'da ABD'nin himayesinde bir çiftlikte yaşıyor; ancak Gülen cemaati, TV 
istasyonları, dergileri, gazeteleri ve kaynağı asla anlaşılamayan maddi olanaklarıyla hemen her yerde, devlet içinde, medyada, hâttâ futbol kulüplerinde söz ve etki sahibi. 
“Laik devlet yapısını değiştirerek dinî kurallara dayalı bir devlet kurmak amacıyla yasa dışı örgüt kurup bu amaç doğrultusunda faaliyette bulunmaktan” sanık olarak Devlet Güvenlik Mahkemesi'nde muhakeme edilen Fethullah Gülen; 10 yıl kadar hapis cezası ile yargılandı. Ancak karar kesin hükme bağlanmadan Rahşan Affı ile ve beş yıl içinde aynı suçu işlememek kaydıyla cezası ertelendi. 

İddianamede yazıldığına göre, günümüzde Nurcular; “Gazeteciler, Şuracılar, Fethullah Gülen' ciler, Yazıcılar” olarak faaliyet göstermektedir. 
Yine iddianamede yazıldığına göre; Nurculuğun lâik cumhuriyete ve Atatürk'e karşı bir hareket olduğunu görebilmek için Nur Risalelerine bakmak gerekmektedir. 

Barla Mektupları sayfa 53: 

Atatürk'ü kastederek “Tek gözlü Deccal, ya iman et, ya dünyanın maskarası olacaksın” denilmiştir. 

“Sönmez” adlı risalede (sayfa 21-22) Atatürk kastedilerek “Ayasofya Camisi'ni put haneye, meşiat makamını kızlar lisesine çeviren bu adamı sevmemenin bir suç olması imkânı var mıdır” denilmiştir. 

İddianamede “Fethullah Gülen Grubu” çeşitli yönleriyle anlatılıyor: 

“Amaç: Devletin tüm sistemlerinde İslam hükümlerini egemen kılarak teokratik bir İslam diktatörlüğü kurmaktır” denildikten sonra ayrıntılara geçiliyor: “Fethullah Gülen, demokratik usuller ile ılımlı İslam görüntüsü ile kamufle edilmiş yöntemi... Toplumun önemli bir kısmı tarafından kabul görmesine neden olan yurt içi ve yurt dışındaki okulları vasıta olarak kullanması... 

Papa ile görüşerek sâdece Türkiye'de değil, dünyadaki Müslümanları yönetmeyi amaçlayan ruhani liderliğe olan ilgisi...  Siyasî parti, kişi ve bâzı devlet kadroları tarafından kabul görmesi nedeniyle hedefine ulaşmada devlet rejimini istismar etmesi... dinî ve siyasî yapısını sürekli canlı tutan kaynağı 
belirsiz finans kaynağı ile... Ülkemizdeki en güçlü ve etkin irticai yapılanma olarak değerlendirilmiştir”. 
Stratejisine gelince: Fethullah Gülen, İslamcı ideolojik bir yaklaşımla, bulunduğu legal yolu muhafaza ederek sahibi olduğu etken mali gücü ile: 

A) Bünyesinde bulunan vakıf, okul ve dershaneleri kullanarak eğitilmiş gençlerden oluşan bir taban oluşturmak, 

B) Devletin bütün kadrolarında, bütün bürokraside, Millî Eğitim Bakanlığı ve Emniyet teşkilatında kadrolaşmak, 

C) Yurt dışında, Türkiye'de kurulacak siyasal İslam'a sempati ile bakacak bir gençlik oluşturmak istemektedir. 

Çizilen hoşgörü ve barış tabloları ile bâzı devlet çevrelerini etkileyen Fethullah Gülen, hedefine ulaşıncaya kadar kamuoyu faaliyetlerine destek verdiği imajını yaratarak, toplumun gerçeği görmesinin önünü, ılımlı görünüşü ve demokrasi şemsiyesine sığınarak kesmektedir.

Cumhuriyet düzenine 'kefere düzeni' diyen bu şahıs, bugün bu düzeni ister görünerek bâzı kesimleri bu davranışına inandırabilmekte dir. 

Fethullah Gülen oluşturduğu öğrenci seçme ekipleri ile köy ve semtleri dolaşarak zeki ve becerikli öğrencileri seçmekte, sağladığı imkânlar ile kendisine bağlamaktadır. Gülen'in düşünceleri öğrencilere evlerde, okullarda, kamplarda beyin yıkama metotları ile öğretilmektedir. Bu toplantılarda Atatürk devrimleri ile toplumun İslam'dan ve inançtan uzaklaştırıldığı için Deccal (Ahir zamanda ortaya çıkacak fitnenin başı) olarak tanıtılmaktadır. 
Gülen Grubu planlı, programlı, sinsi çalışmalarının önünde tek engel olarak Türk Silahlı Kuvvetleri 'ni görmektedir. 

...Türk Silahlı Kuvvetlerini ele geçirme amacıyla sızma politikasını sessiz ve derinden devam ettirmektedir... 
...Türk Silahlı Kuvvetleri mensupları arasına sızma çalışmalarının yanı sıra subay ve astsubay çocuklarını kendi okullarına ve dershanelerine kaydettirmeye, yetiştirilen bu çocukları askeri okullara sokmaya çalışmaktadır... 
...Silahlı Kuvvetler içinde yapılanabilmek ve ileride etkinliğe kavuşabilmek amacıyla yeni projeler üretilmeye başlanmış, bu çerçevede askeri okullarda okuyan öğrenciler önce fiili hedef olarak belirlenmiş kültür düzeyi yüksek, kendine bağlı, türban takmayan bayanların askeri öğrenciler ile tanışmaları ve evlenmelerinin sağlanabilmesi için gerekli vasatı hazırlayacak bir yapılanmaya 
gitmiştir. 

Fethullah Gülen bu yöntemle 10 yıl içinde (demek ki yaklaşık 2010'larda) Türk Silahları Kuvvetleri içinde söz sahibi olacağı bir konuma gelmeyi planlamaktadır... 
Yurt dışı faaliyetleri: “...Gülen Grubu 1992 yılında başlattığı yurt dışına açılım sonucu 35 ülkede 6 üniversite ve yüksek okul, 236 lise, 2 ilkokul, 8 yabancı dil ve bilgisayar merkezi, 6 üniversiteye hazırlık kursu, 21 öğrenci yurdu olmak üzere toplam 279 eğitim kurumunu faaliyete geçirmiştir...” 

“Fethullah Gülen'in oluşturduğu örgüt... devletin lâik yapısını yıkmak amacıyla kurulmuş olup, istişare kurulu, bölge imamları, semt imamları, ev imamları gibi illegal yapılanmayla bütün ülkeyi bir ağ gibi sarmıştır...” Ve lâkin: 
İstediği zaman yurda dönmesine yeşil ışık değil, ışıklar yakılmasına karşın... orada yaşamını sürdürüyor ve bir rivayete göre, Molla Humeyni'nin Tahran'a dönüşüne benzer görkemli bir karşılamayla Türkiye'yi onurlandırmayı düşünüyormuş!... 

Bu Memleketi 1960'lar dan bu yana yönetenler: 

Süleyman Demirel, Bülent Ecevit'ten sonra Recep Tayyip Erdoğan da Fethullah Gülen'e şapka çıkardı. Yalanlanmayan haberlere göre ABD gezilerinden birinde Hoca Efendi'yi ziyareti bile programlamıştı. 

Yıllardır Türkiye'yi Nakşi-Süleymancı-Milli Görüş desteği ve dayanışması altında AKP'nin de, özellikle Güneydoğu kökenli milletvekillerinin çok büyük bölümünün Fethullahçı olduğu biliniyor. 

Eski Dış işleri Bakanı Cumhurbaşkanı Sn. Abdullah Gül'ün dış işleri bakanlığı döneminde 2003 yılında dış işleri görevlilerine gönderilen bir kripto ile, diplomatlardan bir cemaati desteklemelerini istediği bilinmekte. 

Türkiye Cumhuriyeti'nin 10'uncu, lâik, demokratik, sosyal ve hukuk devletinin Çankaya'daki son savunucusu ve koruyucusu Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer; görev süresinin sona ermesine yakın bir tarihte...13 Nisan 2007'de İstanbul Harp Akademileri'nde ulusal ve uluslararası konulara ilişkin görüşlerini açıklayan önemli bir konuşma yaptı. 

Sayın Sezer; “...Türkiye'yi çağ dışı rejime sürüklemek isteyenlerin demokrasiden söz 
etmelerinin bir oyun olduğu görülmektedir...” diyor ve şunları söylüyordu: 
“... Türkiye'de siyasal rejim, Cumhuriyet kurulduğundan beri, hiçbir dönemde günümüzde olduğu kadar tehlikeyle karşı karşıya kalmamıştır. Lâik Cumhuriyet 'in temel değerleri ilk kez açıkça tartışma konusu yapılmaktadır. İç ve dış güçler bu konuda aynı amaç doğrultusunda çıkar birliği içinde hareket etmektedir”.

“...Dış güçler, Türkiye'nin İslam ülkelerine model olabilmesi için öncelikle siyasal rejiminin 'lâik Cumhuriyet'ten 'demokratik Cumhuriyet' adı altında, 'Ilımlı İslam Cumhuriyeti'ne dönüştürülmesini öngörmektedirler. 
Ilımlı İslam, devletin sosyal, ekonomik, siyasal ve hukuksal düzeninin din kurallarından belli ölçüde etkilenmesi anlamına gelmektedir. 
Bu niteliğiyle Ilımlı İslam modeli, İslam'ı kabul eden diğer ülkeler için bir ilerleme sayılsa da , Türkiye Cumhuriyeti yönünden büyük bir geriye gidiş, daha açık söylemiyle 'irticai' bir modeldir.” 

“Üç Önemli Gerçek” 

“...İşin dikkat çekici yanı, Türkiye Cumhuriyeti rejimini Ilımlı İslam'a dönüştürmek için dış ve kimi iç odakların çıkar birliği yapmaları ve bunu demokratikleştirme adı altında gerçekleştirmeye çalışmalarıdır. 
Oysa bu odakların bilmesi gereken üç önemli gerçek vardır: 

1. Birincisi, ister 'ılımlı', ister 'köktenci' olsun, din devleti ile demokrasinin yan yana getirilmesi, tarihe ve bilime ters düşen bir yaklaşımdır. 

2. İkincisi, Ilımlı İslam'ın çok kısa sürede radikal İslam'a dönüşmesi kaçınılmaz dır. 

3. Üçüncüsü de, Türkiye devleti, rejim seçimini, Cumhuriyet'in kuruluşuyla birlikte 84 yıl önce yapmıştır. 

Bu rejim, Atatürk ilke ve devrimleriyle Atatürk ulusçuluğuna bağlı, demokratik, lâik, sosyal bir hukuk devleti temelinde biçimlenen aydınlanmacı ve çağdaş bir rejimdir. 

Türk devriminin genel amacı, aydınlanma çağını yakalamak ve Türk toplumunu 
çağdaşlaştırmaktır...” 

İŞTE: RECEP TAYYİP ERDOĞAN'IN SÖYLEMLERİYLE ATATÜRK'TEN SONRA GELDİĞİMİZ “ BUGÜNLERİ ” SERGİLEYEN KANITLAR 

“...Kendi yaptıkları Anayasa'ya sâhip çıkmıyorlar. Demek ki ayık kafayla değil sarhoş kafayla hazırlamışlar. Dört senede delik deşik olmasının nedeni bu...” 
“...Atatürk'ün önünde sap gibi duruyorlar...” 
“...Yahu bu millet istedikten sonra lâiklik tabii elden gidecek yahu... Sen bunun önüne geçemezsin ki... yâni zorla bu milleti elinde tutmaya gücün yetmez. Millete rağmen bu iş yürümez zâten...”
“...Ben diyorum ki Türkiye'de laisizm şeriatı var, var mı var...” 
“...Hem lâik hem Müslüman olunmaz. Ya Müslüman olacaksın ya lâik. İkisi bir arada ters mıknatıslanma yapar...” 
“...Türkiye'de yaşayanların yüzde 99'u Elhamdülillah Müslüman olduğunu söylüyor. O zaman yüzde 99'un 'Elhamdülillah şeriatçıyım' demesi de lâzım. Ben elhamdülillah şeriatçıyım...” 
“...Benim referansım İslam'dır...” 
Millî egemenlik, millî devlet, lâiklik gibi kavramların “kimsenin tekelinde” olmadığını söyleyen Erdoğan: “Bu kavramların demokratik gelişmeye paralel şekilde yeni anlamlar kazandıkları, hayatın ve dünyanın bütün ile değişime açık oldukları unutulmamalıdır...” diyor. 

AKP hükümetinin sessiz kaldığı Kemalizme karşı AB'den sesler: 

Türkiye-AB Ortak Parlamento Komitesi Başkan Yardımcısı Andrew Duf
“...Kemalist Milliyetçi sorunuyla yüzleşmeli... Atatürk'ün Devlet binalarındaki fotoğrafları artık indirilmeli...”


***