20 Eylül 2019 Cuma

27 Mayıs Darağacı., Fotoğrafları. BÖLÜM 1

27 Mayıs Darağacı, Fotoğrafları, BÖLÜM 1



26.05.2010 15:36



1

27 Mayıs Darağacı

Halkın büyük bir bölümünün desteğini alarak 1950'de iktidara gelen Adnan Menderes ve ekibi iktidarın 10. yılında kendilerini dar ağacına giden yolda buldu. Türk siyasi tarihine kara leke olarak geçen ve tazeliğini yitirmeyen bu acı olaya giden süreci sizin için derledik...


2

27 Mayıs Darağacı

Demokrat Parti'nin kurucuları Celal Bayar ve Adnan Menderes, 14 Mayıs 1950 seçimlerinden önce İstanbul'da seçim gezisinde. 14 Mayıs'ta oyların yüzde 53'ünü alarak iktidara geldiler.

3

27 Mayıs Darağacı

1950'li yılların sonlarına doğru ordunun DP iktidarından memnun olmadığını duyan Adnan Menderes'in bazı söylemleri askere saptırılarak yansıtılınca asker-DP ilişkileri gerildi.

4

27 Mayıs Darağacı

1959'un Nisan ayında CHP Genel Başkanı İsmet İnönü Batı Anadolu illerini kapsayan bir geziye çıktı. CHP'liler geziye "Büyük Taarruz" adını taktı. Artık birçok kentte CHP-DP yanlıları arasında çatışma çıkıyordu.

5

27 Mayıs Darağacı
27-28 Nisan 1960'ta İstanbul Beyazıt'ta iktidara karşı başlayan öğrenci olaylarına polis müdahale etti. Orman Fakültesi öğrencisi Turan Emeksiz vurularak öldürüldü. Bundan sonra ordu içindeki bir grup darbe yapma kararı aldı.

6

27 Mayıs Darağacı

Demokrat Parti'nin ülkeyi gitgide bir baskı rejimine ve kardeş kavgasına götürdüğü gerekçelerini ileri sürerek Türk Silahlı Kuvvetleri içerisinde bir grup subay, 27 Mayıs 1960 sabahı ülke yönetimine bütünüyle el koydu. 37 subaydan oluşan Milli Birlik Komitesi bu harekat ile anayasa ve TBMM'yi feshetti, siyasi faaliyetleri askıya aldı,

7

27 Mayıs Darağacı

23 Mayıs Pazartesi, harekât tarihi 25 Mayıs 1960 olarak kararlaştırılmış ve parolalar belirlenmiştir: zamanında gerçekleşirse "Dündar Seyhan'ın oğlu sınıfını geçti.", ertelendiği takdirde "Dündar Seyhan'ın oğlu bütünlemeye kaldı."

8

27 Mayıs Darağacı

27 Mayıs 1960 sabah saat 3.15'te piyade birlikleri ve süvari grubu, 3.30'da tanklar hareket etti. Saat 4.36'da Albay Alparslan Türkeş tarafından radyoda okunan ilk bildiri ile harekat bütün Türkiye ve dünyaya ilan edildi:

9

27 Mayıs Darağacı

Celal Bayar Adnan Menderes Eskişehir'den Konya'ya gitmek üzere Kütahya'ya geçtiğinde Keşif Tabur komutanı Agasi Şen ve Binbaşı Muhsin Batur tafafından gözaltına alınmış ve Ankara'ya getirilmiştir. Darbenin ilk günü, Bayar, Menderes, Refik Koraltan, Fatin Rüştü Zorlu ve Başbakanlık Müsteşarı Ahmet Salih Korur ve diğer hükûmet üyeleri Harp Okulunda, aralarında Şener Eruygur'un da bulunduğu öğrenciler tarafından darp edilmişlerdi.

10

27 Mayıs Darağacı


Demokrat Parti iktidarının, tüm hükümet üyeleri , milletvekilleri ve önemli bürokratlarıyla birlikte yargılandığı Yassıada mahkemeleri 14 Ekim 1960'ta başladı. Kararlar 15 Eylül 1961'de verildi. Duruşmalarda Cumhurbaşkanı Celal Bayar ve hükümet üyeleri ön sırada oturuyorlardı.


11
27 Mayıs Darağacı
Adnan Menderes'in Yassıada'daki savunmasını Avukat Talat Asal, üstlenmişti. Yassıada duruşmalarının yapıldığı spor salonunda 49 yıl önce Menderes ve arkadaşları idamla yargılanıyordu. Mahkeme dava sonunda Menderes ve yakın çevresi için idam kararı aldı.

12
27 Mayıs Darağacı

17 Eylül 1961'de İdam sehpasına doğru ilerleyen Menderes'e son arzusu sorulduğu zaman bir sigara istedi. Verilen Yenice sigarasını içerken şunları söyledi: - Dünyadan ayrıldığım şu anda, ailemi ve çocuklarımı şefkatle andığımı kendilerine bildirin. Vatanı ve milleti Allah refah içinde bıraksın.

13
27 Mayıs Darağacı

Menderes, sabaha karşı saat 02.31'de Zorlu'nun ipe çekildiği darağacında asılmak suretiyle idam edildi. Menderes'in de, Zorlu ve Polatkan gibi darağacına götürülürken bilekleri arkasına bağlanmıştı.

14
27 Mayıs Darağacı


15

27 Mayıs Darağacı

16

27 Mayıs Darağacı

17

27 Mayıs Darağacı

18

27 Mayıs Darağacı

19

27 Mayıs Darağacı

20

27 Mayıs Darağacı

Şair Faruk Nafiz Çamlıbel, DP milletvekili olarak Yassıada tutuklularından biriydi. Eşine Yassıada'dan yazdığı bir mektupta, her mahkumdan ikamet ve iaşe masrafları için 500'er lira istendiğini belirtiyordu.


Darağacı: Demokrasi Kahramanı Menderes

Darağacı: Demokrasi Kahramanı Menderes






Darağacı: Demokrasi Kahramanı Menderes.,

daragaci.jpg


İstiklal Madalyası sahibi olan Başbakan Adnan Menderes, 27 Mayıs Darbesi'nin ardından 17 Eylül 1961 tarihinde darağacında asılarak idam edildi.
Türkiye Cumhuriyeti tarihine kara bir leke olarak geçen Başbakan Adnan Menderes'in idam edilmesinin üzerinden 58 yıl geçti. 1950-1960 yılları arasında Başbakanlık yapan Adnan Menderes, 27 Mayıs darbesi sonrasında kurulan düzmece mahkemeler ve sahte delillerle 17 Eylül 1961 tarihinde idam edilmişti.
“Darağacı/ Demokrasi Kahramanı Menderes” isimli kitabımda Menderes’in hayatını ve yaşananları son arşiv bilgileri, belgeleri ve aktüel gelişmeler ışığında uzun bir kütüphane çalışması sonunda yazmaya çalıştım. Olayı hatırlayarak ders alınması dileğiyle.  Çünkü, hafızayı beşer, nisyan ile maluldür!.. Yani "insan unutur!.." İstiklal ve istikbalimiz açısından mazlum, şehit başbakanımızı unutmamamız ve unutturmamamız gerekiyor.
Yaşanan bazı hayatlar, dramla başlar ve yine dramla biter; ama sadece dramdır. Bazı hayatlar da vardır ki yine dramdır, ama sonu zaferdir. En azından, sonu itibariyle dram gibi gözükse de sonuçları itibariyle başka hayatlara zafer müjdeleyen bir dram…
Adnan Menderes’in hayatı ve dönemi işte aynen böyle...
Çarıktan medeniyete geçişin adıydı Menderes dönemi. Kimi “beyaz devrim” dedi ismine, kimi “altın yıllar”... Asırlardır hizmete susamış Anadolu insanı; baraja, yola, fabrikaya, okula, suya, elektriğe onunla kavuşmuştu. Anadolu insanı  Ezanına, Kur’an-ı Kerimine de onunla kavuşmuştu. Sevinç gözyaşları içinde duygularını yaşamıştı… Bunun için ona Bediüzzaman Said Nursi “İslam Kahramanı” denmişti. Artık millet huzurluydu, mutluydu. Mahsul para ediyor, elleri nasır tutan köylünün yüzü gülüyordu. Sefaletin, Anadolu’nun kaderi olmadığını anlıyordu artık insanlar. Halk horlanıp itilip kalkılmaz olmuştu. Devlet dairelerinin kapıları milletin girebilmesi için sonuna kadar açılmıştı. Sadece halkın değil, ülkenin itibarı da zirveye yükseliyordu. Türkiye için yeni dünya düzeninde öylesine bir ülke öngörenlerin hesaplarını şaşırtıyordu Menderes. Kendi halinde bir ülke gömleği dar gelmeye başlıyor, adeta geçmişteki şanlı yerine doğru başını yeniden doğrultuyordu Türkiye…
Türk siyasi hayatının on yılına Başvekil olarak damgasını vuran Adnan Menderes... Türk demokrasisinin geleceğini, "fikir, inanç ve teşebbüs hürriyetleri”nde görmüştür. Türkiye’nin ekonomik kalkınmasının ancak geniş bir hürriyetler ortamında mümkün olabileceğini vurgulamıştır.
13 Nisan 1949'da yapılan DP Aydın İl Kongresi'nde "Üyelerden biri, 'Sefaletin bulunduğu yerde hürriyet olamaz' dedi. Ben, aksini söyleyeceğim. Hürriyetin olduğu yerde sefalet olamaz." diyen Menderes, CHP iktidarlarında temel hak ve özgürlüklere getirilen kısıtlamalara da karşı çıkmıştır:
"Vatandaşın, Söz, Fikir ve Vicdan Hürriyeti, Demokrasinin temelini teşkil eder. Bir memlekette demokrasi vardır diyebilmek için de bu hürriyetin her türlü tehditten masun olması şarttır. Bu hürriyetlerin tehdit altında bulunması veya bulunabileceği korkusunun kalplerde hakim olması, kanunlarda yazılı olanlar ne olursa olsun o memlekette demokrasinin yer bulmamış olmasının şaşmaz delilidir…” (Demokrasinin temelleri, Adnan Menderes, Vatan Gazetesi, 22 Haziran 1946.)
1923-1950 döneminde söz, fikir ve vicdan hürriyetinden bahsetmek, özel teşebbüste bulunmak mümkün değildi. Bunlardan bahsetmek ve yapmak yasaklar listesindeydi. Bırakınız üretim yapmayı, hele ihracat yapmayı, bir şehirden diğerine mal götürmek bile zordu. Jandarma her şeydi. Geliri olmayandan vergi toplanır, vermeyenlere ceza yağardı. İslâmiyet zümrüdü anka kuşuna dönmüştü, adı var kendisi yoktu. Kur’ân bile toplatılan kitaplar arasındaydı. Müslüman’ın dinini öğrenmesi, anlaması, yaşaması yasaktı…
1950’ye kadar, köylere fazla bir şeyler götürülmediği için, köylüler, çiftçiler kentlere gelmeye başladılar. Onların çocukları da okumaya, meslek sahibi olmaya ve siyasete girmeye başladılar. ”Öküz Anadolulular” çiftçilik ve askerlik dışında da iş yapmaya başladılar. Milleti sürü sayan zihniyet bundan rahatsız olmaya başladı. Demokrat Parti iktidarı, ayrıcalıklı zümreye ve çocuklarına rezerve edilmiş mevki ve makamları ‘Hasolar’, ‘Memolar’ veya ‘ağzı çorba kokanlar’la paylaştırmaya başladı. 1950’lerde halkın; CHP’lilerin DP’lileri kast ederek;” Ne yani ülkeyi Hasolar, Memolar mı yönetecek” sözünü affetmeyip DP’yi büyük bir güçle iktidara getirmeleri buna bir misaldir. Halk kendine değer verenlere her zaman destek olmuş onları baş tacı yapmış ve yapmaya da devam etmektedir.
Cumhuriyet geçmişimize baktığımızda elit zümre her zaman kendini hissettirmiş, halkına hep tepeden bakan bu zümrenin, kendi dünya görüşü ve hayat biçimine uymayan, demokratik yollarla iktidar olmuş hükümetleri darbelerle yıkmışlardır.
14 Mayıs 1950’de ‘Yeter söz milletindir’ diyerek, milleti ile  bütünleşen, Adnan Menderes’in Demokrat Partisi 69’a karşı 408 milletvekili çıkararak, CHP’ye tarihi bir ders verdi. Bu öyle bir dersti ki, milleti hor gören, ona “Öküz Anadolulular” gözüyle bakan CHP zihniyeti  bir daha tek başına iktidar yüzü görmedi.
Artık millet söz sahibiydi. Millet söz sahibi olduğu için de, yıllar yılı onun rağmına yapılan icraatlara son veriliyor, milletin istediği işler yapılmaya başlıyordu.
Yıllardan beri millete karşı yürütülen dinî baskılar, dine yönelik yasak ve engellemeler DP gelince son buluyordu. Menderes hükümeti daha ilk ayında 18 yıllık aslına uygun olarak okutulması yasaklanan ezana hürriyetini veriyor, ezan serbest bırakılıyordu. İktidarın iki ayı dolmadan da radyoda dinî program yasağı kaldırılmış ve haftada iki gün Kur’ân okunmasına başlanmıştı.
Başbakan Adnan Menderes’in dine ve dindarlara tavrı ise açık ve kesin idi. Daha 1951’de “irtica” iddiasıyla dindarlara baskı yapılmasının hesabını kuranlara karşı, “DP, vicdan hürriyetine riayet edeceğini beş yıl evvel programıyla millete vaad etmiştir” cevabını veriyordu. “Türk Milleti Müslümandır ve Müslüman olarak kalacaktır. Evvela kendine ve gelecek nesillere dinini telkin, onun esasını ve kaidelerini öğrenmesi, ebediyen Müslüman kalmasının münakaşa götürmez bir şartıdır” diyen Menderes’ti. Bunun için, ezanın aslına çevrilmesine sebep olduğu için Menderes, Bediüzzaman’ın ifadesiyle “İslâm kahramanıdır.” Çünkü, ezanın hikmeti sadece Müslümanları namaza çağırmak değildir. Onun yanında bütün insanlık namına, insanlığın ve kâinatın yaradılışının büyük neticesi olan tevhid ve rububiyete karşı, ubudiyetin izahına vesiledir. Bunun yerini de ezandaki mübarek ifadelerden başka hiçbir şey tutamaz.
Menderes devri, demokrasi, hürriyet ve dini inkişaf devri olduğu kadar, fakirlikten kurtuluşun diğer bir adıydı…
Anadolu köylüsünün şartlarını, tarım ekonomisine dayanan Türkiye’de toprağın, toprakta çalışan insanın durumunu çok iyi bilen Menderes, bu ülkenin fakir tabakalarının, köylüsünün, şehirlisinin, kasketli, çarıklı, poturlu, ve şalvarlıların hayat şartlarını çok iyi bildiği için, çok kısa zamanda Türkiye gerçeğini, tepeden görüldüğü gibi değil, tabanda yaşandığı gibi çok iyi kavrayabilmiştir. Türkiye’de hürriyet içinde refah, demokrasi içinde medeniyet mücadelesini yapmanın imkân dahilinde olduğunu göstermiş bir iktidarın parlak başbakanıdır.
Anadolu köylüsünün şartlarını, tarım ekonomisine dayanan Türkiye’de toprağın, toprakta çalışan insanın durumunu çok iyi bilen Menderes, bu ülkenin fakir tabakalarının, köylüsünün, şehirlisinin, kasketli, çarıklı, poturlu ve şalvarlıların hayat şartlarını çok iyi bildiği için, çok kısa zamanda Türkiye gerçeğini, tepeden görüldüğü gibi değil, tabanda yaşandığı gibi çok iyi kavrayabilmiştir. Türkiye’de hürriyet içinde refah, demokrasi içinde medeniyet mücadelesini yapmanın imkân dahilinde olduğunu göstermiş bir iktidarın parlak başbakanıdır.
Menderes dönemi gerçeğinin rakamlardaki ifadesi ise gözler kamaştırıyordu. Cumhuriyetin ilk 27 yılında en fazla yüzde 3’lerde ve genel ortalama yüzde 2’lerde kalan büyüme hızı, DP ile birlikte yüzde 12’lere fırlamıştı. Ülke, CHP’nin 20 senede getirdiği yere, DP’nin dört senesinde gelmişti. Bu devirde ülke çapında bir imar ihtilâli yaşanıyordu. Tarım ve sanayide, eğitimde, sağlıkta büyük yatırımlar, temel altyapı yatırımları yapılıyordu. Büyük hidroelektrik santralleri, liman inşaatları, sulama tesisleri, şehir içinde, şehirler arasında, köylerde karayolu yapımına bu dönemde büyük önem verilmiştir. Köylü cebine para girince, yapılan yollarla şehre, kasabaya giderek sosyal ve ekonomik hayatında olumlu değişiklikler yaşamıştır.
Tek parti devrinin bir iki göstermelik barajına karşılık, Menderes Türkiye’ye 42 yeni baraj hediye etmiştir. (Geniş bilgi: Demokrat Partinin İktisat Politikası [1950-1954] Mehmet Abidin Kartal, İstanbul Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Master Tezi, İstanbul-2000)
Adnan Menderes’in, DP’si Türk tarihinde, köylerdeki fakirlik ve cehalet fasit dairesini kırmayı başarmış ilk siyasî partidir. Uyguladığı ekonomi politikası sonucu kalkınma hamlesini köylere kadar götürebilmiş en başarılı ilk Türk hükümetidir.
Bu başarılı hükümet bazı çevrelerce hazmedilemedi. 27 Mayıs 1960’da Başkanlığını Orgeneral Cemal Gürsel’in yaptığı Millî Birlik Komitesi, Demokrat Parti iktidarını devirip yönetime el koydu.
İhtilâlden sonra ABD Cumhurbaşkanı Dwight Eisenhower’in, MBK başkanı, Devlet başkanı, Başbakan ve Millî Savunma Bakanı Cemal Gürsel’e hareketten duyduğu memnuniyeti bildiren bir dostluk ve kutlama mesajı göndermesi düşündürücüydü… Yine ABD’nin ihtilâlden kısa bir süre sonra, Türkiye’ye 400 milyon dolarlık yardımda bulunması da, ihtilâldeki CIA parmağı ise 21 Ocak 1972 tarihli The Daily Telegraph’ta açıklanacaktı. O günkü Türk hükümetinin bu iddiayı yalanlayacağı yerde, ilgili gazete nüshasının yurda girişini yasaklaması ise, bu açıklama karşısında tereddüde mahal bırakmıyordu…
Diğer taraftan, Sovyetler Birliği de Menderes yönetiminden memnun değildi. Sovyetlerin Türkiye üzerindeki emelleri 1940’ların ortalarında dile getirilmişti ve Türkiye’nin 1952’ de NATO’ya dahil olması bu emelleri suya düşürmüştü. Yurttaki komünist faaliyetlere set çekilmesi, Moskova’nın hoşuna gitmiyordu. 1957 seçimleri sırasında Moskova Radyosu Türk halkını CHP’ye oy vermeye çağırmıştı. Komünist Bizim Radyo da, ihtilâli “27 Mayıs hareketi Bayar-Menderes faşist diktatörlüğünü devirdi” diye haber veriyordu.
1946 devalüasyonu ve ikinci dünya savaşı bunalımında “yön arayışı” ile iyice bunalan Türkiye, dışarıdaki yerleşik yapının içeride türetmeye başladığı “burjuva sınıfına” ve onların uzantısı olan siyaset adamlarına teslim oluyordu... 1950-1960 arasında “kendini bu yapıdan” kurtarmayı deneyen Menderes ve ekibi, Türkiye’yi bu kalıptan çıkarmayı denese de “içerideki taşeronların tahrikleri” ve dış odakların “tezgahı” ile başarılı on altın yıl sonunda askeri darbe ile darağacında  linç edildiler... Aynı durum 1960’tan 1977’lere kadar devam etti. Ekonominin kanını emen imtiyazlı yapı palazlandı, halkın varlıkları transfer edildi. 1977-1980 arasında “Türkiye’de başlayan fikri ve maddi” kıpırdanmaya izin verilemezdi, 1980’de yine aynı çark çalıştı ve 1960’da Türkiye’yi “asker süngüsüyle” tuzağa yeniden çeken düzen , bu sefer yine aynı yola başvurdu. 1980-2003 arası yöntemin “sadeleştiğini” fakat 28 Şubat ve elektronik darbe denemeleri dahil yapının aynen çalıştığını gördük. Sistemin özü hep aynıydı; “dışarıdaki düzen-içerideki taşeronlar-medya ile meydana getirilen sanal kamuoyu” gibi unsurlar el ele vererek, askeri de kullanarak, bu devletin asıl sahiplerinin önünü kesmek, Türkiye’ye diz çökertmek…
2003 bu yapının yıkılmaya başladığı, Türkiye’nin bu tuzaktan çıkmaya başladığı sürecin başlangıcı. Çıkış bir günde olmadı hatta 2008’de IMF ile bağ kopana kadar eski ağırlık ve “askeri darbe dahil birçok deneme hayata geçmese de, yaşandı”! eski model  ve uzantıları kanımızı emmeye devam etti!
Bütün bu süreçte özellikle 1946-2003 arasında Türkiye ekonomisi asla Yiğit Bulut’un ifadesiyle “üretim-bilgi-vizyon temelli” olmadı. Montaj endüstrisine dayanan sanal üretim ve arkasında “dağ gibi faiz ile” halkın varlıklarını emen bir yapı sürekli çalıştı.
Ülkemizde  zaman zaman meydana gelen müdahalelerin, kanlı terör olaylarının, her türlü vesayetin arka plandaki amacı “dağ gibi faiz ile” halkın varlıklarını emmeye  devam eden yapının devamlılığını sağlamaktır.
1950-1960 arasında ekonomide neler yapıldığın ‘Darağacı – Demokrasi Kahramanı Menderes’ kitabımda  geniş bir şekilde yazdım... Menderes “ekonomiyi” ayağa kaldırmış, milletin cebine para girmesine, refahtan pay almasına, insanca yaşamasına sebep olmuştur. 1946 sonrası “teslim alınan” dinamikleri “özgürleştirme-millileştirme” yolunu seçmiş bundan dolayı küresel güçler ve onların içerdeki taşeronları tarafından “istenmeyen adam” ilan edilmişti! 1958’de ilk küresel darbeyi yedi ve Menderes hükümeti, IMF ve Dünya Bankası’nın dayatmasını kabul ederek 4 Ağustos tarihinde istikrar önlemlerini açıklayarak doları 2.80 TL’den 9 TL’ye çıkardı... 4 sene boyunca Dünya Bankası dayatmalarına direnen Menderes 1958’de teslim olmak zorunda kaldı ve 1960’ın da yolu açılmış oldu. Ülkeyi sömüren küresel güçler ve içerdeki taşeronlar milletin zenginleşmesini, ülkenin kalkınmasını istemiyorlardı. Fikir, inanç ve teşebbüs özgürlükleri ortamında, milletinin zenginleşmesi  ve kalkınma yolunda aldığı kararlarda ısrarı, 27 Mayıs 1960 ihtilali ile milletin iradesini hançerleyenler hainler tarafından,  Menderes’in  hayatının Darağacında sona ermesine sebep oluyordu.
‘Darağacı – Demokrasi Kahramanı Menderes’ kitabımda Adnan Menderes’in hayatını ve yaşananları son arşiv bilgileri, belgeleri  ve aktüel gelişmeler ışığında yazmaya çalıştım. Başbakanlık Yassıada belgelerini tek tek tasnif edilerek kamunun hizmetine 2006 yılında sundu. Bu belgeler bilhassa 27 Mayıs darbesinin öncesi ve sonrasını aydınlatıyor. Bu belgeler dikkate alınmadan yazılan Adnan Menderes hakkındaki araştırmalar geçerliliğini kaybetmektedir. Çalışmamız bu belgeler ışığında yapılmıştır.
2000 yılında İstanbul Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Türkiye Cumhuriyeti Ana Bilim Dalında ‘Demokrat Partinin İktisat Politikası (1950-1954) ‘ konulu tezi hazırlayarak Yüksek lisans yaptım. Bu tezi hazırlarken Adnan Menderes ve Demokrat Parti hakkında geniş bir arşiv, kitap, gazete araştırması çalışması içinde bulundum. Kitabın şekillenmesinde bu çalışmaların çok faydası oldu.
27 Mayıs 1960 darbesi, tarihe kara bir leke olarak geçti. Dönemin Başbakanı Merhum Adnan Menderes, Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ve Maliye Bakanı Hasan Polatkan, bu darbenin ardından idam edildiler. Onların darbeye giden süreçte ve darbenin ardından kaleme aldıkları sözler, ailelerine ve siyasetçi arkadaşlarına gönderdikleri mektup ve telgraflara yansıdı. Merhum Adnan Menderes'in idam edilmeden önce cuntacılara yazdığı mektup yıllarca çok konuşuldu. Peki Adnan Menderes idamından önce cuntacılara yazdığı mektupta hangi ifadeleri kullandı?
Merhum Adnan Menderes, idam edilmeden önce cuntacılara hitaben yazdığı mektupta onlara dargın olmadığını belirtiyor. Menderes, mektubunda şu ifadelere yer veriyordu:
"Kellemi onlara götürdüğünüzde deyiniz ki 'Adnan Menderes hürriyet uğruna koyduğu başını 17 sene evvel almadığınız için sizlere müteşekkirdir.' İdam edilmek için ortada hiçbir sebep yok. Ölüme kadar metanetle gittiğimi, silahların gölgesinde yaşayan kahraman efendilerinize acaba söyleyebilecek misiniz?Şunu da söyleyeyim ki milletçe kazanılacak hürriyet mücadelesinde sizi ve efendinizi yine de 1950'de olduğu gibi kurtarabilirdim. Dirimden korkmayacaktınız ama şimdi milletle el ele vererek Adnan Menderes'in ölüsü ebediyete kadar sizi takip edecek ve bir gün sizi silip süpürecektir. Buna rağmen duam sizlerle beraberdir."
Menderes’in infazının öğleden sonra saat 14:26’da tamamlanmasından sonra, bir fırtına koptu, gelen gök gürültüsünün ardından yağan şiddetli yağmur, herkese kendisini ülkesine adamış bir büyük devlet adamının tertemiz ruhunun rahmeti olduğunu düşündürdü.
1960’dan bu yana bu milletin değerlerini yok sayanları, onları sürü sayanları, onları sömürenleri, Menderes’in yolunda olanlar takip etmektedirler. Takip edenlerin zaman zaman yolları kesildi ve kesilmeye çalışılıyor. Bugün de yaşadığımız olaylar bunu bütün açıklığıyla gösteriyor.  Menderes ne demişti, “Yeter! Söz milletin!” dedi. Ezanı aslına çevirdi. Milleti sürü olmaktan kurtardı. Milletle devleti barıştırdı. Sen misin millete gücünü ve asaletini hatırlatan! Sen misin sözün millette olduğunu söyleyen! Sen misin ezanı aslına çeviren! Haydi darağacına! Senin asıl suçun, bu ülkede millete millet olduğunu hatırlatmak ve ona özgüven aşılamaktır. Onun sevgisini kazanmaktır. 
Aslında asılan Adnan Menderes değildi. 
Asılan milletin gücüydü. 
Asılan milletin değerleriydi. 
Asılan milletin ta kendisiydi. 
Ülkemizde zaman zaman perde arkasında aynı senaryo uygulanmaya çalışılıyor.
Cumhurbaşkanımız Tayyip Erdoğan, 17-25 Aralık 2013’te yargı içindeki bir çetenin Emniyet’teki bir grupla birlikte, hükümete ve şahsına yönelik darbe hazırlığı içinde olduğunu ifade ederek, bu çeteyi ‘Tabanı ibadet, ortası ticaret, tavanı ihanet’ olarak tanımlıyordu.
15 Temmuz 2016 tavanın ihanetini bu milletin hepsi gördü. Bütün millet, bütün medya, bütün partiler, bütün sivil örgütler, Erdoğan’ın söylediği gerçekleri gözleri ile görmüşlerdir ve tepkilerini göstermişlerdir. Bu ülkemizde birlik ve kardeşliğin tesisi açısından, demokrasinin değerinin anlaşılması açısından çok önemlidir.
15 Temmuz gecesinde bu aziz milletin ortaya koyduğu mücadeleyi ve verilen şehitleri Çanakkale ve Kurtuluş Savaşı ruhu ile birlikte yan yana yazacaktır. 15 Temmuz  darbesi durdurulmasaydı Türkiye emperyalizme teslim edilecek, bir Irak, bir Suriye olacaktık. 15 Temmuz 2016 gecesinde millî irade ayağa kalktı. Küresel taşeron FTÖ çetesinin darbe girişimini millet dik durarak, eğilmeyerek önledi. 15 Temmuz 2016 da millet ‘Menderes’i astınız, Özal’ı zehirlediniz, Erdoğan’ı yedirmeyiz diyordu.’
Darbelerin hedefi, Milletin iradesinin önünü kesmek. Milli iradenin tecelli etmesini engellemek. Millet olarak bu oyunları bozmamız gerekiyor. 15 Temmuzda bu millet  canını vererek bu son oyunu bozmuştur. Biz milletiz, Türkiye’yi darbeye, teröre yedirmeyiz demiştir. Bu oyunları bozmak için Darağacında bir Başbakanı şehit verdiğimizi unutmamalıyız… Millet Menderes’te, Özal’da yaptığı hatayı 15 Temmuz darbe girişiminde yapmadı. Başkomutanının etrafından tek yürek, tek bilek oldu. Darbeye karşı sonuç, dik duran milletin başarısıdır ve çok değerlidir. Milletimiz demokrasiye, millî iradeye ölümüne sahip çıkmıştır. Bu başarı hikâyesinin kahramanı milletimizin her bir ferdidir.
15 Temmuz hain Fetö örgütü darbe girişiminden sonra, kripto Fetö’cülerin masum insanlara çamur atması sonucu mağduriyetlerin yaşanmaya başlanması da olayın diğer bir yönü,  Cumhurbaşkanımızın ifadesiyle, ‘at izi, it izine karıştırıldı.’ Bu duruma hükümetin kalıcı çözüm getirmesi  sosyal barışın tesisi açısından elzemdir. Hainler ülkemizde emellerine ulaşmak için kaos ortamının devam etmesini istiyorlar. Devletle millet arasında sosyal barışı baltalamak için mağduriyetlerin devam etmesini istiyorlar. Mağduriyetlerin devam etmesi hainlerin, ekmelerine yağ sürüyor.
Siyasi tarihimizdeki acı olayların yaşanmaması için, yeni Mendereslerin önünün kesilmemesi için, halkın demokrasiyi kararlı ve şuurlu bir şekilde savunması, müdahalelere, darbelere, teröre, her türlü vesayete de teslim olmaması gerekiyor. Demokrasinin temeli, sözde, kararda milletindir. Millet seçtiklerine sahip çıkmalıdır. İdareciler milletin hizmetkarıdır. Devlet millete hizmet için vardır.
Gönüllerde, omuzlarda, milletin bağrındaki Menderes kimdir?  Onu yoğurup yetiştiren nedenleri bilmeden,  Adnan Menderesi tanımak mümkün değildir. Milletle devleti barıştıran, milleti sürü olmaktan kurtararak devletin kapılarını onlara sonuna kadar açan, ona gerçek değeri veren ve  onun ayağına  maddi manevi her türlü hizmeti götüren, milletini ezanı buluşturan, bunun için Asrın Müceddidi tarafından, ‘İslam Kahramanı’  diye tesmiye edilen Adnan Menderes’i ‘Darağacı – Demokrasi Kahramanı Menderes’ adlı kitabımda,  sizleri baş başa bırakıyorum… Adım adım Menderesi tanıyalım… Çocuklarımıza, gençlerimize tanıtalım.
Kitaptan bazı başlıklar…
Yetim Adnan, Milli Mücadeleye Katkısı, Atatürk’le Tanışma, Başvekil Adnan Menderes, Adnan Menderes’in Kişiliği, Ezanın Aslına Çevrilmesi, Bağdat Paktı, Menderes İmamı Azamın Türbesinde Neler Düşündü, 6-7 Eylül olayları kimin işi?, Menderes dönemi ekonomi politikaları,  İstanbul’un imarı, Menderes’in Acısına dayanamayan imam, Dokuz subay olayı, Ankara’ya mabetsiz  şehir denirdi, Adnan Menderes’in Kahraman Milletvekili, Gıyaseddin Emre, Londra’da Yaşanan Uçak Kazası, Menderes’in üç aşkı, Adnan Menderes ve Bediüzzaman,  Menderes Neden  Demokrasi ve İslam kahramanı, Prof. Dr. Cevat Akşit Hocanın Menderes’i Ziyareti, 27 Mayıs’ta  C.H.P Öğrencileri Kullandı, Cemal Gürsel’in Sansürlenen Mektubu, Yassı ada Gerçeği….

DARAĞACI: DEMOKRASİ KAHRAMANI MENDERES, MEHMET ABİDİN KARTAL 

KİTABIN ARKA KAPAK YAZISI
Anadolu köylüsünün şartlarını, tarım ekonomisine dayanan Türkiye’de toprağın, toprakta çalışan insanın durumunu çok iyi bilen Menderes, bu ülkenin fakir tabakalarının, köylüsünün, şehirlisinin, kasketli, çarıklı, poturlu ve şalvarlıların hayat şartlarını çok iyi bildiği için, çok kısa zamanda Türkiye gerçeğini, tepeden görüldüğü gibi değil, tabanda yaşandığı gibi çok iyi kavrayabilmiştir. Türkiye’de hürriyet içinde refah, demokrasi içinde medeniyet mücadelesini yapmanın imkân dahilinde olduğunu göstermiş bir iktidarın parlak başbakanıdır.
27 Mayıs 1960’ta kalkınmaya, özgürlüklere, millete dur denilmişti. 
27 Mayıs, istikrarlı ve sağlıklı bir siyasi bünyenin gelişmesine, güçlü, rasyonel ve çevik bir devlet cihazının kurumlaşmasına engel olmuştur. Demokrasiyi tahrip etmiş, siyasî kimlikleri yok etmiş ve sivil siyasi aktörlere duyulan güveni mesnetsiz bırakmıştır. Sürekli düşmanlardan bahsetmek, topluma korku salmak geleneği de 27 Mayıs’ın bakiyesidir.
Neydi Menderes’in suçu? Menderes geldi, “Yeter! Söz milletin!” dedi. Sen misin millete gücünü ve asaletini hatırlatan?!. Sen misin sözün millette olduğunu söyleyen?!. Haydi darağacına! Senin asıl suçun, bu ülkede millete millet olduğunu hatırlatmak ve ona özgüven aşılamaktır. Onun sevgisini kazanmaktır. Bebek-Köpek davası mı? Bunlar prosedür gereği. Hani, “Siz asın, gerekçesi arkadan gelir” misali. Aslında asılan Adnan Menderes değildi. Asılan milletin gücüydü. Asılan milletin değerleriydi. Asılan milletin ta kendisiydi.


18 Eylül 2019 Çarşamba

Komşularla Sıfır sorun Politikası Perspektifinde Suriye - Türkiye İlişkileri

Komşularla Sıfır sorun Politikası Perspektifinde Suriye - Türkiye İlişkileri 



Okan ÇELİK      
Uluslararası İlişkiler                               

Komşularla Sıfır Sorun politikası perspektifinden: Suriye- Türkiye ilişkileri 

Özet 

Türkiye; 910 kilometrekare ile en uzun kara sınırını Suriye ile paylaşmaktadır. Suriye’de Temmuz 2000’de başlayan Beşar Esad dönemi ve Türkiye’de 2002 yılında başlayan AK parti dönemi ile birlikte karşılıklı üst düzey ziyaretler hız kazanmıştır. 

Komşularla sıfır sorun politikasını ilke haline getirmiş olan AK Parti, Ortadoğu’da meydana gelen gelişmelerde önemli ölçüde rol almaya çalışmakta ve bu durum ilişkilerin seyri değişmeye başlamıştır. Suriye ile olan ilişkilerimiz “ Arap Baharı” sürecinde, günden güne kötüye gitmiştir. 

Yaşanan bu gelişmelerin ışığında Türkiye’nin yakın çevresinde iyi komşuluk ilişkileri içerisinde olacağı ülkelerin sayısının giderek azalacağı ön görülmektedir. Yapılan çalışma Türkiye’nin Suriye Politikaları perspektifinden Türk dış politikasının değişmesi gereken yönleri tespit edilecektir. 


Giriş 

     Türkiye ve Suriye ilişkilerin 1946 yılında Suriye’nin bağımsızlığını ilan etmesinden 2000’li yıllara kadar ikili düşmanlıkla gelişme göstermiştir. 2002 de AK Partinin İktidara gelmesiyle ilişkiler daha da gelişmiştir. 
     Karşılıklı ilişkiler ilk olarak karşılıklı ziyaretlerin olması ardından ekonomik işbirliğinin olmasıyla ilişkiler daha gelişmiştir. Ardından siyasi ilişkilerin gelişmesi, ekonomik işbirliğinin siyasi işbirliğine dönüşmesi iki ülkenin sıkı ilişkiler geliştirerek karşılıklı işbirliğinde yürütmüşlerdir. Suriye Türkiye ilişkileri günümüze kadar problemlerle, meselelerle gelmiştir ve problemler birçok alanda bugün de artarak devam etmektedir. Gelinen son noktada da ilişkiler 2000 – 2010 dönemin iyi ilişkiler görünüyor olsa da Arap Baharı sonrası dönemde ilişkilere kötüleşmeye başlamış, savaş ortamına bırakmıştır.  
     AK Parti 2010 sonrasın da izlemiş olduğu dış politika ile başta Suriye olmak üzere birçok Ortadoğu ülkesi ile ilişkileri gerilemeye başlamıştır. Bu çalışmada Türk dış politikasının dönüşümünü, AK Partinin komşularla sıfır sorun politikasından sıfır komşuya dönüşmesi, Suriye sorununda izlemiş olduğu politika sonucunda güven duyulamayan ülke konumuna gelmesi ve uluslararası arena da kaybetmiş olduğu prestiji yeniden kazanmasının yolunu incelenecektir.  

1.Tarihi Arka Planı 

 Türkiye ve Suriye ilişkilerinin 1946 yılında Suriye’nin bağımsızlığını deklare ettiği tarihten bu yana karşılıklı tehdit algılamasına dayandığını söylemek mümkündür. Türkiye- Suriye arasındaki gerginliğin sebeplerini; iki kutuplu dünya düzeni, Hatay sorunu, Su sorunu, Suriye’nin PKK’ya desteği şeklinde sıralayabiliriz. 
 Sorunun temel sebeplerinde olan Hatay sorunu iki ülke için ciddi gerilimlere yol açmıştır. Siyasal konjonktüre bakıldığında Hatay 2 Eylül 1938 de bağımsızlığını kazanmış fakat O günden itibaren Türkiye ile ilişkilerini sıkı tutmuş ve Hatay’ın Türkiye’ye katılma arzusunda olduğunu birçok vesilelerle belirtmiştir (Dayı, 2002, ss:31). Bir diğer sorun ise Soğuk savaş döneminin başlamasının ardından Türkiye’nin 1952 de NATO’ya üye olmasıyla Batı yanlı politikalar izlemesi, Suriye’nin ise özellikle Hafız Esad döneminde Doğu blokuna yakın politikalar izlemesi iki ülke arasında gerilimlere yol açmaktadır.  

Türkiye ile Suriye arasında yaşanan bir diğer ehemmiyetli konu ise su sorunudur. Su sorununun başlaması Türkiye’nin Fırat nehri üzerine Keban barajını inşa etmesiyle başladı. Suriye tarafına akan nehir sularının azalacağından dolayı gerilim artmıştır. Ardında GAP projesinin hayata geçmesi ve Karakaya barajının inşaatına başlanması iki ülke arasındaki gerilimi hat safhaya ulaştırmıştır. 1980’lerden günümüze kadar devam eden PKK sorunu, Türkiye’nin en büyük sorunları arasında yer almaktadır. Suriye’nin PKK’ya destek vermesi, terör örgütü elebaşı olan Abdullah Öcalan’a Suriye’de barınma olanağı tanıması ve yapmış olduğu bir takım yardımlar sonucunda, Türkiye’den sert eleştiriler almıştır. Suriye’nin bu desteğini, Türkiye’nin uygulamış olduğu su politikalarından dolayı olduğu şeklinde yorumlarda yapılmıştır. (www.icpolitikadispolitikayıetkiler.com, 2016) 
İki ülke arasındaki ilişkilerin dönüm noktası 1998 yılında Türkiye’nin Suriye’ye uyguladığı, PKK’ya desteği kesmesi ve terör örgütü elebaşı Abdullah Öcalan’nın ülkesinden çıkarması için baskı politikaları izlemesi sonucunda Suriye tutumundan vazgeçerek Öcalan’ın ülkeden çıkması için baskı uygulamış ve PKK ya desteğini çekmeye başlamıştır. Türkiye ile Suriye arasında, güvenlik kaygılarını gidermek ve PKK terör örgütüne karşı işbirliği yapma amacıyla Adana Mutabakatı imzalanmıştır. İyi ilişkilerin gelişmesiyle, Cumhurbaşkanı Sezer’in Hafız Esad cenazesine katılması, ilişkilerin daha da normalleşmesi sağlamıştır. Bunun paralelinde ekonomik ve askeri alanda da işbirliği 
yönelik atılan adımlar, karşılıklı üst düzey ziyaretler, o dönemde iki ülke arasındaki ilişkiler gelişim göstermesine yol açmıştır. 
Ak Partinin iktidara gelmesiyle birlikte ilişkilerin olumlu seyri artış göstermeye devam ederek hat safhaya ulaşmıştır. Ak Partinin siyasal İslam’a yakın pir politika izlemesi ilişkilerin ilerlemesinde önemli rol oynamıştır. Dönemin dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun da izlemiş olduğu “komşularla sıfır sorun politikası “ iyi ilişkileri daha da artırmıştır. 2004 yılında Beşar Esad’ın Türkiye ziyareti sonrası Hatay sorununda aşılması ilişkileri daha da iyileştirmiştir. 2009 yılına gelindiğinde ise Türkiye ve Suriye arasında imzalanan Stratejik İşbirliği Konseyi Anlaşması’nın imzalanmasıyla birlikte ilişkiler zirveye ulaşmıştır. 
Ancak 2011 yılında Arap Baharı’nın Suriye’yi de etkisi altına almasıyla Esad ile olan bütün iyi ilişkilerin askıya alınmasıyla sonuçlanmıştır. 

2.Ekonomik, Demografik, Kültürel ve Sosyal İlişkileri  

 Türkiye – Suriye ekonomik ilişkileri siyasi gelişmelere paralel olarak Adana Mutabakatı’nın imzalanmasının hemen ardından iki ülke arasındaki ticareti artırmak için adımların atılacağı vurgusuyla gelişmeye başlamıştır ( Tür, 2012, ss:34). 1988’den beri çalışmayan Ortak Ekonomik Komite’nin tekrar faaliyete geçmesi için bir anlaşma metni imzalanmış, ticari ilişkilerde hareketlilik yaşanmaya başlamasıyla sınır bölgesinde ticari bir hareketlilik baş göstermiştir. Hafız Esad’ın ölmesi ve ülke yönetimine oğlu Beşar Esad’ın gelmesi Suriye için bir dışa açılımın ekonomide liberalleşmenin, babasına nazaran Beşar Esad’ın daha özgürlükçü bir yapıda olacağını söylemesi vb. söylemler Suriye’nin iç pazarının değerlenmesine sebep olmuştur. Nitekim komşusu olan Türkiye de Suriye’nin bu iç pazarına girmeye çalışmıştır. Buna örnek olarak Gaziantep de ki firmalar örnek verilebilir.


 “Türkiye’nin 500 Büyük Sanayi Kuruluşu”sıralamasında 1997 yılında Gaziantep deki firmaların sadece 9 u bu sıralamaya girebilirken 2011 yılında bu sayı 19 çıkmıştır (Alpaslan, 2012, ss:2). Yapılan bu antlaşmayla hem ticarette hem de yatırım konusunda önemli bir yol kat edilmiştir. 

 Eylül 2009’da vizelerin kaldırılmasıyla oluşan ekonomik bütünlükle ilişkiler de yeni bir döneme girilmiştir. Dışişleri Bakanı Davutoğlu, vizelerin kaldırılması üzerine sınırda yapılan törende: “Suriyelilere seslenmek istiyorum. Türkiye sizin ikinci ülkeniz ve Türk halkı kucak açmış sizi vizesiz olarak beklemektedir” demiştir. Vize uygulamasının kalkması yapay bir şekilde ayrılmış olan iki ülke halklarının yeniden birleşmesi olarak nitelendirilebilir. Vizelerin kaldırılması aynı zamanda ekonomik işbirliğinin ekonomik bütünleşmeye dönüşmüştür. Vize uygulamasının kalkmasıyla birlikte Demografik bir takım değişimlerde görülmektedir. Hatay’ın Anavatana katılmasıyla birlikte akrabaların bir kısmının Suriye’de kalması aynı şekilde Suriyelilerin akrabalarının Türkiye’de kalmasından dolayı ayrılık yaşayan akrabaların tekrardan bir araya gelmesi demografik birleşme açısından göze çarpan bir durum olarak ortaya çıkmaktadır. Vize uygulamasının kalkmasıyla birlikte Suriyelilerle Türkler arasında kültür alışverişi yaşanmıştır. Suriyeli halklar Türk kültürünü, Türk halkı ise Arap kültürünü biraz daha yakından tanıma fırsatı bulmuştur. 

1989 dan Arap Baharının baş gösterdiği 2011’e kadar olan süreçte Türkiye ile Suriye arasında artan bir ticaret hacmi görülmektedir. 
2007-2009 serbest ticaret anlaşmasıyla gelişen ticari ilişkiler  



Şekil1: Türkiye’nin Suriye ile  olan İhracatı ve ithalatı  

Kaynak: TUİK 

 Şekil 1 e bakıldığında da Suriye, Türkiye için önemli bir Pazar niteliğindedir. Geçmiş dönemlerde yapılan anlaşmalarla gerek ticaret, gerek turizm, gerekse emlak alanında hızla gelişme göstermiştir Arap Baharı sürecine kadar.  


4.Siyasi ve Askeri İlişkiler 

 2002 yılında AK Partinin Türkiye’de tek parti olarak iktidara gelmesinden sonra Suriye ile olan ilişkiler hız kazanmıştır. Dönemin Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu AKP’nin izleyeceği dış politikada her zaman söz hakkına sahip olmuştur. Ayrıca Ak Parti’nin muhafazakâr bir parti olması Türkiye’nin Ortadoğu’ya yönelmesini sağlamıştır. 

 Türkiye Ortadoğu’da söz sahibi olmak istiyorsa bunun anahtarının Suriye’de olduğu gerçeğini biliyordu. Bundan dolayı terör örgütü elebaşı Abdullah Öcalan’ın yakalanmasından sonra Suriye ile ilişkilerde sorun teşkil edecek bir konunun kalmamıştır. Ayrıca Suriye Batı ile arasını iyi tutmak istiyorsa Türkiye şansını kullanması gerektiğini biliyor, aynı şekilde Türkiye de Ortadoğu’da aktif olmak istiyorsa Suriye ile işbirliği yapması gerekmekteydi ( Kınalıtopuk, 2014, ss:19). İki ülke arasında ki ortak düşman sayılabilecek olan İsrail ile olan gerilimli süreç (Davos), Suriye’nin yakından takip etmesiyle devam etmiştir. O dönemde Suriye’nin Türkiye politikası “düşmanımın düşmanı benim dostumdur” şeklinde izlediğini söylemek mümkündür.   

    Türkiye – Suriye ilişkileri 2003 sonrası dönemde bölgesel koşullarda ve güç dengelerinde meydana gelen değişikliklerin etkisiyle işbirliği düzeyinden kısa sürede yüksek düzeyli işbirliği sürecine dönüşmüştür. Irak işgali, Amerikan baskıları ve Lübnan kriziyle gelişmeye başlayan işbirliği ve diyalog süreci her iki ülke arasında var olan olumsuz ön yargıların yerini ortak çıkarlara bırakmasını sağlamıştır. Her iki ülke arasında işbirliği alanlarının başında ekonomi, enerji ve su kaynaklarının yönetimi gelmekle birlikte dış politikada da Irak sorunundan kaynaklanan ortak güvenlik sorunlarıyla birlikte mücadele etme, Lübnan sorununun barışçıl yöntemlerle sonlandırılmasında işbirliği yapma, Suriye’nin İran ekseninden Arap eksenine katılımını sağlama ile Suriye’nin AB ve ABD ile ilişkilerini restore etme gelmektedir. 16 Eylül 2009 da Esad’ın Türkiye’yi ziyaretinin ardından her iki tarafın aralarındaki diyalog sürecini ve işbirliğini stratejik bir aşamaya taşımak istedikleri ve buna yönelik olarak gerekli mekanizmaları içeren bir Stratejik İşbirliği Konseyi kuracaklarını açıklamamıştı. Bu açıklamanın ardından her iki ülkenin Dışişleri Bakanlığı süreci başlatmış oldu ( Ayhan, Kasım’9 Cilt1 Sayı11, ss:31) 

       Stratejik İşbirliği Konseyi öncelikli olarak TR - Suriye arasındaki ilişkilerin her alanda gelişmesine yardımcı olacak mekanizmalar ve somut adımlar içermesinden dolayı oldukça önemlidir. Her iki ülkenin başbakanları düzeyinde Eş Başkanlık sistemini ön gören İşbirliği Konseyi’nin Bakanlar Kurulu’nun içinde dışişleri, enerji, ticaret, bayındırlık, savunma, içişleri, ulaştırma ve tarım bakanlarının bulunduğu toplam on altı (Türkiye ve Suriyeli) bakandan oluşması ön görülmüştür. Bununla birlikte gerek görüldüğünde toplantılara kurul üyesi olmayan diğer bakanlarında katılması sağlanarak bakanlar kurulunun yapısı daha da genişletilebilir bir duruma getirilmiştir. Türkiye ile Suriye arasında gerçekleşen bu işbirliği gerek ekonomi alanında olsun gerek siyasi alanda olsun pek çok gelişme göstermiştir. Tarihten gelen sorunlar bir bir aşılarak dostluk bağları gelişmeye başlamıştır.  

Diplomatik ilişkilerle başlayan sıcak ilişkiler her alanda gelişirken, bu ziyaretlerin yansıması olan birliktelik askeri alanda da kendisini gösterecektir. Bu süreçte İsrail ile Türkiye arasında yükselen tansiyondan Suriye yararlanmıştır. Bunun sonucunda İsrail’in gerçekleşmesinden hoşnut kalmadığı, Türkiye ve Suriye sınırında Türk ordusuyla Suriye ordusu bir araya gelmişlerdir. Kara kuvvetleri karşılıklı dostluk, işbirliği ve güveni pekiştirmek için 26 Nisan 2009 da Kilis’te ve Şam da gerçekleştirilmiştir. Siyasal konjonktüre bakıldığında iki ülke arasında ki gerilimin savaş noktasında olması, bugüne gelindiğinde ise barışçıl bir şekilde çözülmesi iki ülke açısından da başarıdır.

Komşularla sıfır sorun politikasının en iyi örneklerinden birisi olan Suriye ile olan ilişkiler 2011 yılına gelindiğinde tam bir fiyaskoyla sonuçlanarak ilişkiler kopma sürecine gelmiştir. 

Sonuç ve Öneriler 

2000 sonrası izlenen ekonomi politikalarında doğru adımlar atılmıştır. Gerek yapılan işbirliği gerek serbest ticaret anlaşmaları iki ülke ekonomisine katıda bulunarak gelişim göstermelerini sağlamıştır. Ardında vizelerin kalkması iki ülkenin turizm gelirlerine önemli katkılar getirmiştir. Özellikle demografik açıdan fayda sağlayan bu politika Suriyeli akrabalarla kolay bir şekilde buluşma ortama sağlamıştır. Fakat burada eleştirilmesi gereken bir nokta vardır. Getirilen vize muafiyeti sonrasında Suriye’de barınan PKK militanlarının Türkiye’ye rahatlıkla girmesi faaliyet göstermesi bu bölgelerde eleştirilecek konu arasındadır. 
   
Türkiye’nin Suriye ile kurmuş olduğu siyasal ilişkilere bakıldığı zaman 2009 dan sonra hat safhaya ulaşmış ve dostane ilişkilerin seyri iyi ilerlemektedir. Komşularla sıfır sorun politikasının en iyi örneği olan Suriye ile ilişkiler Arap baharına kadar iyi bir görünümdedir. Yapılan askeri tatbikatlar, vizenin kalkması, Stratejik İşbirliği Konseyi bu politikanın işler bir politika olduğunu söylemek yanlış olmaz fakat Türkiye’nin Arap baharı sürecinden sonraki izlediği politikalar eleştirilmelidir.  

Türkiye- Suriye ilişkilerinin siyasal boyutunu analiz ettiğimizde; komşularla sıfır sorun yaklaşımı etrafında şekillenen Türk dış politikası son senelerde bir tıkanmışlık görüntüsü vermektedir. Bunun sebeplerini incelediğimizde ilk olarak Ortadoğu’nun hamiliğini üstlenen (Osmanlı’nın mirasını üstlenmesi) bir politika izlemesi ve Esad rejiminin tavsiyelerini dikkate alacağı şeklindeki beklentilerinin boşa çıkması ikinci bir sebep Bölgesel liderlik arzu içinde olan Türkiye buna rağmen inisiyatif alma konusunda oldukça çekingen davranmak ve küresel aktörlerin, başta ABD olmak üzere, politikalarının takipçisi görüntüsü vermek Türkiye’nin Suriye ile olan siyasi ilişkilerinde eleştirelen bir noktadır ( Oğuzlu,2012, ss:48). Ama bu demek değil ki Türkiye’nin askeri müdahale yapması gerekiyor. Burada söylemek istediğim dengesizlik durumu, Türkiye’nin aşırı söylemlerinin yanı sıra ihtiyatlı ve dengeli yaklaşımı Türkiye’nin bölge inandırıcılığı azalmakta ve uluslararası arenada Türkiye’nin kafasının karışık bir aktör görüntüsü vermesine sebep olmaktadır. Üçüncüsü Sıfır sorun politikasının en önemli ayaklarından bir tanesi olan, diplomatik araçlara daha fazla öncelik vermesi ve Ortadoğu’da ortak bir bölgesel bilinç kurulmasına çalışarak bölge dışı güçlerin bölgeye olan müdahalelerinin sınırlandırılmasıydı ( Oğuzlu, 2012, ss:49). 

Türkiye’nin bu politikası gereği batılı aktörleri bölgeden uzak tutması temel faktörken, Türkiye’nin bunun aksine batılı aktörleri bölgeye sokmaya çalışması hatta NATO’yu bölgeye müdahale konusunda sürekli baskıda bulunması Türkiye’yi bölgeden uzaklaştıran bir etmen olarak ortaya çıkmaktadır.  

Ortadoğu’da olan anti- emperyalist bir yaklaşım ve Türkiye’nin sergilemiş olduğu batılı politikalar Türkiye’nin bu bölgeden tasfiye olmasına sebep olmaktadır. Batılı ve bölgesel aktörlerin olabildiğince gerçekçi bir dış politika izledikleri bir ortamda Türkiye’nin bazı idealler ve misyonlar etrafında hareket etmesi hem hayal kırıklığı yaratmakta hem de Arap Baharı öncesinde iyi ilişkiler geliştirmiş olduğu Suriye ile şuan savaş konumunda olması, Türkiye’nin uluslararası arena da güven kaybına sebep olmasına, Türkiye ile işbirliği yapacak ülkelerin Türkiye’nin güvenilir bir ülke olmadığı için ve emperyalist politikaları için her an işbirliği içinde olduğu devlete ihanet edecek pozisyonda olması çok ciddi sıkıntılar getirecektir. 

Türkiye’nin izlemiş olduğu dış politikayı değiştirmesi gerekmektedir. Türkiye Arap Baharı öncesinde izlemiş olduğu dış politikaya dönerek komşularıyla ilişkisini düzeltmesi gerekmektedir. Türkiye Ortadoğu’da zedelenen imajını yeniden düzeltmesi gerekmektedir. Ayrıca Türkiye Atatürk dönemi politikasına geri dönerek “hiçbir devletin iç işlerine karışmaması ve kendi iç işlerine karıştırmaması” ve “yurtta sulh cihanda sulh” politikalarını izlemesiyle kaybetmiş olduğu prestijini yeniden kazanacaktır. 

Kaynakça 

 Dayı, Esin (2002) Hatay Devleti ve Hatay’ın Anavatana Katılması, A.Ü Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi Sayı 19 Erzurum 
 Alpaslan, İdil (2012) Suriye Krizi Türkiye Ekonomisini Nasıl Etkiler, Türkiye Ekonomi Politikaları Araştırma Vakfı  
 Tür, Özlem (2011) 2000’lerde Türkiye – Suriye ilişkilerinin Siyasi- Ekonomisi Ortadoğu Analiz Temmuz- Ağustos 2011- Cilt:3 Sayı: 31-32 
 KınalıTopuk, Ömer Tugay Türkiye – Suriye İlişkileri 2002 – 2014 Dönemi Trakya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Uluslararası İlişkiler Anabilim Dalı Yüksek Lisans Projesi  
 icpolitikadispolitikayietkiler.wordpress.com E.T 05.06.2016  
 Ayhan, Veysel Kasım’09 Cilt1 Sayı 11 Türkiye- Suriye İlişkilerinde Yeni Bir Dönem: Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi, Ortadoğu Analiz 
 Oğuzlu, Tarık (2012) Komşularla Sıfır Sorun Politikası ve Arap Baharı: Tıkanmışlık durumunun Bir analizi, Ortadoğu Analiz 

Komşularla sıfır sorun politikası perspektifinde Suriye- Türkiye İlişkileri                             
Okan ÇELİK.,

***         

14 Eylül 2019 Cumartesi

Türkiye - AB İlişkilerinde Yeni Gündem- Suriyeli Mülteciler

Türkiye - AB İlişkilerinde Yeni Gündem- Suriyeli Mülteciler



Türkiye-Avrupa Birliği (AB) ilişkileri son 2 yıldır farklı bir gündem konusuyla ön plana çıkıyor. 2015 yazına kadar Brüksel ve Ankara arasında müzakere fasıllarının açılıp-kapatılması yoğun bir şekilde tartışılırken bugün iki taraf arasında Suriyeli vatandaşlar gündemin ilk sırasında yer alıyor. Suriye’deki iç savaşın 2011 yılında başlamasıyla birlikte Türkiye’ye ilk kafile 29 Nisan 2011 tarihinde giriş yaptı. Bugün Türkiye’de bulunan Suriyelilerin sayısı 3 milyona yakındır. Bu çerçevede bir konuya açıklık getirmekte fayda var. Cenevre’de 28 Temmuz 1951 tarihinde imzalanan “Mültecilerin Hukuki Durumuna İlişkin Sözleşme”  gereği Türkiye, Suriye’deki iç savaştan kaçan Suriyeli vatandaşlara “mülteci” statüsü değil “geçici koruma” statüsü vermiştir. AB üye ülkeleri ne yazık ki 2015 yazına kadar Suriye konusunu gündemlerine almadılar. Suriye’den kaçan vatandaşlar yalnızca Türkiye’nin sorumluluğuna bırakıldı. Bir anlamda AB, Türkiye’yi yalnız bıraktı. Ne zamanki Suriyeli vatandaşlar Balkanlar üzerinden AB ülkelerine göç etmeye başladılar AB işin ciddiyetini geç de olsa kavramaya başladı.

Milyonlara yakın Suriyeli vatandaş Güneydoğu Avrupa ülkelerini geçerek başta Almanya, Fransa ve İsveç olmak üzere Batı Avrupa ülkelerine yöneldiler ve burayı kendilerine hedef seçtiler. AB ülkeleri bu kontrolsüz ve düzensiz göç sürecinden rahatsız olunca çözüm önerileri aramaya başladı. Bu çerçevede Almanya Başbakanı Angela Merkel son 7 ayda 5 kez Türkiye’ye geldi. Eski Almanya Başbakanlarının Türkiye’yi ziyaret sayıları ile karşılaştırdığımızda Almanya ve AB açısından Suriye konusunun önemi daha da anlaşılıyor. Örneğin 1982-1998 yılları arasında görev yapan Almanya Başbakanı Helmut Kohl bu 16 yıllık süreçte Türkiye’ye sadece 2 kez gelmişti. Yine 1998-2005 yılları arasında Almanya Başbakanlığı yapmış olan Gerhard Schröder 7 yıllık görev süresi boyunca Türkiye’yi 3 kez ziyaret etmişti. Angela Merkel 2005-2015 yılları arasında 3 kez Türkiye’yi ziyaret etti. 2015-2016 yılları arasındaki ziyaret sayısına bakıldığında Merkel’in Suriye konusundaki hassasiyeti gözler önüne seriliyor. Almanya’nın AB’nin kurucu üyesi olması itibariyle, Birlik içerisindeki ağırlığı ve lider ülke pozisyonu Suriye konusunda da kendisini belli ediyor. Merkel Almanya için olduğu kadar AB için de Suriye konusunda kalıcı bir çözüm için uğraş veriyor. Zira Suriyelilerin büyük bir kısmı Macaristan Başbakanı Viktor Orban’ın da dediği gibi Macaristan, Polonya ya da Çek Cumhuriyeti’nde kalma niyetinde değiller, onların tek hedefi Almanya. Bu bağlamda AB’nin Birlik ruhuna aykırı olsa da birlik üyesi bir ülke -Macaristan- ortaya çıkarak bu sorunun ne Macaristan’ın ne AB’nin sorunu değil, doğrudan Almanya’nın sorunu olduğunu ifade edebiliyor. Almanya’nın Suriye konusunda lokomotif rolü sonucu AB ile Türkiye arasında 18 Mart 2016 tarihinde imzalana mutabakat çerçevesinde anlaşmaya varılan en önemli konular şunlardır:

20 Mart 2016 tarihinden başlayarak, Türkiye’den Yunanistan’a geçen tüm yeni düzensiz göçmenlerin Türkiye’ye iade edilmesi, Türkiye’ye Yunan adalarından iade edilen her Suriyeli için, Türkiye’den bir Suriyelinin AB’de yerleştirilmesi,
Türkiye-AB arasında katılım sürecinin yenide canlandırılması konusunda taahhütlerin yinelenmesi, AB’nin mülteciler için 2018 yılı sonuna kadar toplamda 6 milyar avro fon sağlaması, Türk vatandaşları için vize zorunluluğunun en geç Haziran 2016 sonuna kadar kaldırılması hedefine yönelik çalışmaların hızlandırılması.

Türkiye, AB ile varılan anlaşma kapsamında, Türkiye üzerinden Yunanistan’a düzensiz yollarla geçen ve Yunanistan’da iltica talebinde bulunmamış 202 kişilik ilk göçmen kafilesini 4 Nisan 2016 tarihinde kabul etti. Yani Türkiye anlaşma çerçevesinde üzerine düşeni yapıyor ancak bu anlaşma özellikle Suriyelilerin düzensiz göçünü engellemek için yapılmış olmasına rağmen Türkiye’ye gönderilen ilk kafilede hiç Suriyelinin olmaması da oldukça dikkat çekici. Peki Suriyeliler gönderilen bu kafilelerde neden yer almıyor? Çünkü yasadışı yollarla Yunan adalarına geçen Suriyeliler iltica talebinde bulunuyorlar ve 10 binin üzerinde iltica talebi Yunan makamlarınca halen incelenme aşamasında. Anlaşma gereği Türkiye gelen her Suriyeli vatandaş için bir Suriyeli vatandaşı kamplardan AB ülkelerine gönderecekti ancak hiç Suriyeli gelmediği takdirde Türkiye sadece Bangladeş, Pakistan, Hindistan, Sri Lanka gibi ülkelerden gelen kişileri kabul etmesine rağmen Avrupa’ya Suriyeli gönderemiyor. AB’nin toplamda 6 milyar avro tutarındaki fonun yarısı olan 3 milyar avroluk fondan bu zamana kadar cüzi bir miktarı Türkiye’ye göndermiş olması da anlaşmaya olan bağlılığı ve inandırıcılığı açısından soru işaretleri taşıyor. Kocaman bir soru işaretinin bulunduğu diğer bir konu da vize serbestisi konusu. Anlaşma uyarınca Haziran 2016 itibariyle Türk vatandaşlarına yönelik vize serbestisi uygulanacaktı. Ancak halen bu konuda somut bir gelişme yaşanmamıştır. Türkiye, vize serbestinin sağlanması için yerine getirmesi gereken 72 kriterden 65’ini tamamlamış olmasına rağmen Türk vatandaşları için AB yolundaki vize engeli halen devam ediyor.

Görünen o ki başta Almanya olmak üzere AB, Suriyeli mülteciler konusunda Türkiye’ye ihtiyacı olmasına rağmen verdiği sözleri tutmuyor, bu da kafalardaki soru işaretlerini her geçen gün artırıyor. Yani AB’nin Türkiye’nin üyelik müzakerelerinde izlediği karmaşık yöntem Suriye konusunda da kendisini göstermeye devam ediyor. Hal böyle olunca Türkiye’nin anlaşmayı askıya alması ya da feshetmesi gibi seçenekler ortaya çıkıyor.  Özellikle Türk vatandaşlarına vize muafiyeti sağlanması konusunda Haziran ayından beri bir gelişme yaşanmamış olması Türkiye’nin sabrını zorluyor. Türkiye anlaşma çerçevesinde üzerine düşenleri yerine getirirken aynı şeyi AB’den de bekliyor. Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu Kasım ayı başında İsviçre’ye yapmış olduğu ziyarette bu konuda Türkiye’nin tavrını net bir şekilde ortaya koymuştur. Ekim ayı sonunda başlatılması kararlaştırılan vize muafiyeti konusunda AB’den olumlu bir yanıt gelmezse Türkiye yılsonunu beklemeden mülteciler konusunda AB ile varılan anlaşmayı feshedecek. Bu durumda AB mülteciler konusunda kendisine yeni bir yol haritası çizmek zorunda kalacak. Tabi bu yol haritasını Türkiye’nin desteği olmadan çizmesi ve uygulamaya geçirmesi oldukça zor. AB mülteciler konusunda özellikle Yunanistan’daki durumun daha da kötüye gitmesinden endişe duyuyor. Bu gerçekler ışığında AB’nin Türkiye’yi yanında tutmak isteyeceği açık. Peki bu nasıl olacak? Süreci bu noktaya getiren unsurlara baktığımızda AB’nin vize muafiyeti konusunda oldukça çekingen davrandığını görüyoruz. Bunun yerine AB son dönemde kayda değer bir gelişme yaşanmayan Türkiye’nin üyelik müzakere sürecini hızlandırmak için yeni fasıl başlıklarının açılmasına yeşil ışık yakabilir. Türkiye’nin yılsonunu beklemeden anlaşmayı feshetmeyi dile getirmesi nedeniyle AB’nin elini çabuk tutması gerekiyor. Türkiye için vize muafiyeti öncelikli şart ancak fasıl başlıklarının açılması da müzakere sürecini canlandıracak bir unsur. Belki de AB vize muafiyeti konusunda biraz daha zaman kazanmak için müzakere başlıklarının açılmasını ileri sürecek ancak Türkiye’nin bunu kabul etmesi düşük bir ihtimal olarak gözükmekte. Şimdi tüm gözler AB’nin atacağı adım üzerinde. AB’nin tavrının önümüzdeki sene için Türkiye-AB ilişkilerinin nasıl bir seyir izleyeceği konusunda bizlere ipucu vereceği kesin.

https://ankasam.org/turkiye-ab-iliskilerinde-yeni-gundem-suriyeli-multeciler/


***

AB Yayında-II Hibe Programı (YENİ DUYURU)

AB Yayında-II Hibe Programı (YENİ DUYURU)
  
AB Hibe  Programı NİSAN 2008,
AB Yayında-II Hibe Programı.,

Avrupa Birliği (AB) ile ilgili konuların kamuoyuna aktarılması ve kamuoyunun bilgilendirilmesi katılım sürecinin önemli öncelikleri arasındadır. Bu çerçevede, Avrupa Komisyonu Türkiye Delegasyonu tarafından 2006 yılı sonunda uygulanmasına geçilen "AB Yayında Hibe Programı" kamuoyunun bilgilendirilmesi amacıyla televizyon kanalları ile prodüksiyon şirketleri tarafından sunulacak projelere finansman sağlamayı hedeflemiştir. Bu kapsamında beş farklı projeye finansman sağlanmıştır. 

Kamuoyunun AB ile ilgili konular bilgilendirilmesi konusunun önemi çerçevesinde Avrupa Komisyonu Türkiye Delegasyonu tarafından AB Yayında Hibe Programının ikinci aşaması ile ilgili duyuru 17 Nisan 2008 tarihinde yapılmıştır. 

Avrupa Komisyonu Türkiye Delegasyonu'nun iletişim stratejisi kapsamında geliştirilen AB Yayında-II Hibe Programının temel amaçları şunlardır:  

•  Kamuoyunun Avrupa Birliği konusundaki bilgi ve birikimin arttırılması; 

•  Katılım süreci ile etkilerinin anlatılması ve AB üyeliğine yönelik desteğin arttırılması; 

•  AB-Türkiye ilişkileri ile katılım süreci konusundaki mitlerin ve yanlış anlamaların ortadan kaldırılması. 

AB Yayında-II Hibe Programının toplam bütçesi 560.000 Avro olarak belirlenmiştir. Program kapsamında başvuru yapacak kuruluşların projeleri için sağlanacak en yüksek hibe miktarı 100.000 Avro, en düşük hibe miktarı ise 70.000 Avro olacaktır.   

Hibe Programına başvuru yapabilecek kuruluşlarda aşağıdaki belirtilen şartları taşıması gerekmektedir:  

•  Tüzel kişiliğe sahip olmak, 

•  Devlete ait veya özel televizyon kanalı olmak ya da görsel-işitsel yapım şirketi olmak 

•  Projenin hazırlığından ve yönetiminden ortaklarıyla birlikte doğrudan sorumlu olması, aracı olarak hareket etmemesi, 


Başvuru formu dahil hibe programı ile ilgili tüm dokümanlara Avrupa Komisyonu Türkiye Delegasyonunun web sitesinden ulaşılabilir 
(http://www.avrupa.info.tr/

AB Yayında-II Hibe Programı ile ilgili olarak 16 Mayıs 2008 tarihinde Avrupa Birliği İstanbul Bilgi Merkezinde (Mete Cad. Park Apt. No: 30-32 Taksim, İstanbul) saat 10:00'da genel katılıma açık bilgilendirme toplantısı yapılacaktır. 

AB Yayında-II Hibe Programı kapsamında sunulacak projeler için son başvuru tarihi 14 Temmuz 2008 saat 16:00'dır. Başvurular Avrupa komisyonu Türkiye Delegasyonuna yapılacaktır. 


https://www.ab.gov.tr/_41665.html

***

AB-Türkiye Mülteci Anlaşması: AB Fonları Nereye ve nasıl Harcanıyor?

AB-Türkiye Mülteci Anlaşması: AB Fonları Nereye ve nasıl Harcanıyor?



AB-Türkiye Mülteci Anlaşması.,
Zehra Yildiz   
03/09/2018


AB-Türkiye Mülteci Anlaşması: AB fonları nereye ve nasıl harcanıyor?

Türkiye ve Avrupa Birliği (AB), 18 Mart 2016’da imzalanan ‘Mülteci Mutabakatı’ ikinci yılını doldururken liderler anlaşmanın devamı için Bulgaristan’ın başkenti Sofya'da buluşuyor.

İki taraf arasında yapılan anlaşma, Avrupa Birliği ülkelerine kaçak yollarla varan göçmenlerin Türkiye’ye geri gönderilmesini ve bunun karşılığında da Türkiye’de yasal olarak kalan Suriyelilerin Avrupa’da mülteci olarak kabul edilmesini içeriyor.

Mülteci anlaşmasının karşılığında ise Türkiye’ye 6 milyar euroluk finansal yardım, Türkiye vatandaşlarına AB ülkeleri için vize kolaylığı ve Türkiye’nin AB’ye girme sürecinin hızlandırılması yer alıyor.

AB-Türkiye arasındaki ilişkiler, fonların ilk yarısının yeterince hızlı aktarılmadığı ve AB’nin verdiği sözleri tutmadığı gerekçesiyle gergin durumda. Bu sebeple, 26 Mart Varna zirvesinde görüşmelerin nasıl geçeceği en çok merak edilen konulardan birisi.

AB, 6 milyar euroluk maddi yardımı iki aşamada vermeyi karara bağlayarak fonların ilk kısmı olan 3 milyar euroyu Türkiye’ye aktarmıştı. Fakat Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan anlaşmanın imzalanmasından 6 ay sonra yaptığı açıklamada hayal kırıklığını şu şekilde dile getirmişti; “Bize ödenen 179 milyon euro, bize söz verilense 3 milyar euro.”

Ayrıca yakın zamanda Avrupa Birliği Bakanlığı, “Suriyelilerin ihtiyaçları dikkate alındığında, AB'nin taahhütlerini yerine getirmede daha hızlı olması gerektiği çok açıktır” açıklamasında bulundu.

Anlaşmanın ikinci yılında, 14 Mart 2018’de, AB Komisyonu göç ve vatandaşlık delegesi Dimitris Avramopoulos Türkiye’ye ikinci paket olarak diğer 3 milyar euronun ödenmesi konusunda da hem fikir olduklarını ifade etti.

TWİTTER
Dimitris Avramopoulos
@Avramopoulos
I am pleased to report that the €3 billion Facility for Refugees in Turkey was fully contracted by the end of 2017. EU lived up to its promise in full.
Now, EU and MS need to fund the second tranche of €3 billion.  ???? ???? 103
1:24 PM - Mar 14, 2018
Twitter Ads info and privacy95 people are talking about this


Avrupa Komşuluk Politikası ve Genişleme Müzakereleri delegesi Johannes Hahn Mülteci Mutabakatıyla ilgili Euronews’a şu sözleri aktardı: “Anlaşma her iki taraf için de iyi gidiyor, mutabakatın imzalanmasından itibaren Avrupa’ya gelen kaçak göçmen sayısı hızlı bir şekilde düştü.”

Türkiye’deki Göç Araştırmaları Vakfı (GAV), AB fonlarının ilk paketinin oldukça yavaş aktarıldığını, bu sebeple ikinci pakette daha hızlı ve etkin olunması gerektiğini belirtti.

Varna görüşmeleri gündemdeyken, AB fonlarının nasıl kullanıldığı, yeterli fon sağlanıp sağlanmadığını ve mültecileri kabul eden ülkelerin söz konusu fonları nasıl paylaştığını görmek için bazı grafikler hazırladık.

Grafiğe ilk baktığımızda kontratlı fonlar ve ödenmiş fonlar arasında ciddi bir farkın olduğu görülüyor. Avrupa Komisyonu delegesi Hahn, ilk paket esnasında Türk yetkilerle yeterince iyi iletişim kuramadıklarını bu sebeple fonların ödenmesinde gecikmeler olduğunu belirtiyor.

İnteraktif grafik versiyonu için tıklayın

Grafik: Ioannis Antypas
AB fonlarının detaylı analizi
AB fonlarının ilk paketinde hangi projelere ne kadar fon ayrıldığını görmek ve Türkiye’nin bu fonlardan ne kadar faydalandığını anlayabilmek için aşağıdaki grafiği hazırladık.

İnteraktif grafik versiyonu için tıklayın

Grafik: Ioannis Antypas
Fonlar yeterli mi?
Grafiğe baktığımızda toplam 75 projeyi kapsayan toplamda 3 milyar kontratlı fonun yer aldığı görülüyor. En önemli aktörlerden Birleşmiş Milletler Dünya Gıda Programı (WFP), Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği (UNHCR), SGDD Asam, Türk Kızılayı gibi aktörleri görüyoruz. Ayrılan AB fonlarına göre, Türkiye’de durumu öncelik gerektiren kadın, çocuk sığınmacılara kişi başına aylık 30 euro veriliyor.

İsmini vermek istemeyen bir mülteci uzmanı, Türkiye’deki sığınmacılar için verilen fonların çok az kısmının bu kişilere ulaştığını söylüyor. AB fonlarının öncelikle büyük hükümet-dışı örgütlere, onun ardından yerel sivil toplum kuruluşlarına ve en sonunda sahada bulunan küçük derneklere ulaştığını belirtiyor. Bu sebeple, aşama aşama ulaştırılan fonların en sonunda sığınmacılara çok az oranlarda ulaştığını söylüyor.

Bu iddiaların üzerine AB yetkilisine sorduğumuzda, bunun kesinlikle ‘imkansız olduğunu’ ve projelerin gözetmenler eşliğinde yürütüldüğü için bu tarz iddiaların yersiz olduğunu ifade ediyor.

Diğer taraftan uluslararası örgütlere nazaran, Türkiye’ye çok az fon verilmesiyse dikkatleri çeken bir diğer nokta. Göç Araştırmaları Vakfı’na göre Türkiye en büyük Suriyeli mülteci nüfusuna ev sahipliği yapmasına rağmen verilen fonlar ihtiyaçları karşılamıyor: “AB, Suriyelilerin nitelik eksikliklerini gidermek amacıyla yetişkinler için dil kursları ve mesleki programları finanse etse de bunlar yukarıda belirtilen rakamlar göz önünde bulundurulduğunda yetersiz kalıyor.”

İnsani yardım harcamaları ve insani yardım dışındaki harcamalar AB fonlarının insani yardım ve insani yardım dışındaki harcamaları hemen hemen eşit durumda. İnsani yardım harcamaları genellikle Suriye sınırını geçişte ihtiyaç duyulan acil yardımlar, durumu hassas olan göçmenlere koruma ve taşımacılık gibi yardımları kapsıyor. İnsani yardım dışındaki harcamalarsa göçmenlerin topluma entegrasyonunu , sağlık, eğitim ve iş imkanlarını kapsıyor.

AB ve Türkiye, göçmenlerin eğitimi için, özellikle Türkçe eğitimi için, daha fazla fon ayrılmasında hem fikirler. AB delegesi Hahn’ın ifade ettiği şekilde, 300 binden fazla sığınmacı Türkiye’de eğitim hizmetinden faydalanabilmekte.

Euronews’ün araştırmasına göre, Türkiye’ye aktarılan 1.3 milyar euronun yaklaşık 550 milyon eurosu eğitime harcanmış durumda. Fakat GAV’a göre, “Türkiye’de 3.5 milyon göçmenin yaklaşık %50’sini 0-18 yaş aralığındakiler oluşturuyor. Bu veriler Türkiye’nin dinamik bir genç nüfusla karşı karşıya olduğunu gösteriyor.”

Mülteci Mutabakatının insan hakları boyutu AB-Türkiye Mülteci Mutabakatının insan hakları boyutunda ise Af Örgütü Mülteci Hakları Koordinatörü Volkan Görendağ, hazırlık müzakerelerinin ve sonuçlarının insan hakları açısından oldukça problemli unsurlar içerdiğini belirtiyor. Görendağ: “Avrupalı politikacıların bu anlaşmanın kabul edilemeyecek sonuçlarına göz yumup, AB-Türkiye mülteci anlaşmasını başarı gibi göstermesi ve bu anlaşmayı model alarak başka ülkelerle müzakere etmesi kabul edilemez.” ifadelerine yer veriyor.

Af örgütü Mülteci hakları koordinatörü ayrıca, sunulacak mali desteğin insan hakları ilkelerine aykırı başka konuların bir koşulu olarak sunulmaması gerektiğini savunuyor ve şu ifadeleri ekliyor: “Türkiye ve Yunanistan’ın düzensiz olarak Avrupa’ya geçmeye çalışırken yakalanan mülteci ve sığınmacılara gösterdiği hukuka aykırı muamele ve kötü koşulların AB-Türkiye mutabakatının etkisiyle arttığı sonucunu çıkarmamak elde değil.”

Diğer taraftan, Mülteci Destek Derneği (MUDEM), Türkiye’nin Suriyeli sığınmacılara yönelik cömert ve insani yaklaşımının birçok insana hayata yeniden tutunma için destek sağladığını dile getirdi. MUDEM sözcüsü Euronews’a şu sözleri aktardı: “Ekonomik kaygılardan öte insani yaklaşımı öne alan ve kapılarını açan Türkiye'ye destek hususunda ise uluslararası kamuoyunun tarihi bir sorumluluğu vardır. Bu hususta Avrupa Birliği'nin destekleri başta olmak üzere uluslararası aktörlerin destekleri artarak devam etmelidir.”

MUDEM’e göre Varna görüşmeleri sırasında mülteci kabul eden ülkelerin kotaları da gözden geçirilmeli; “Türkiye'nin dört milyon civarında mülteciye ev sahipliği yaptığı günümüzde bazı ülkelerin kotaları yüz kişi gibi karşılaştırılamayacak sayılarla sınırlıdır. Bu da kişileri, düzensiz yollardan göç etmeye ve çok tehlikeli yolculuklara çıkmaya sevk etmektedir. Bu nedenle, görüşmelerin önemli bir kısmının da söz konusu kotaların artırılması hususunda ayrılması görüşündeyiz.”

Varna görüşmelerinin nasıl geçeceği ve sonuçlarının nasıl olacağı henüz bilinmezken, anlaşma öncesinde Türkiye’ye vaat edilen Türk vatandaşlarına vize kolaylığı ve AB üyeliğinin bir süreliğine rafa kaldırıldığı da göz ardı edilemeyecek bir gerçek.

https://tr.euronews.com/2018/03/26/ab-turkiye-multeci-anlasmasi-ab-fonlari-nereye-ve-nasil-harcaniyor-

***