Muzaffer Özdağ’ın adını ilk defa 27 Mayıs 1960 İhtilâlinin gerçekleşmesinden sonra Türkiye radyolarından işittim. İhtilâli yapan Milli Birlik Komitesi’nin 38 kişilik kadrosunun en genç üyesiydi. Henüz 27 yaşındaydı. “Cumhuriyet döneminin üsteğmen rütbesiyle kurmay sınıfına katılan en genç subayı” olarak askeri literatürümüze geçmişti.
14’ler, 1963 yılı Şubatından sonra peyderpey yurda döndüler. 14’ler içinde Türk milliyetçiliği fikrini benimsemiş Alparslan Türkeş liderliğinde toplanan 10 kişi birlikte hareket ettiler. Bunlardan biri de Muzaffer Özdağ’dı. Bu kadro, fikirlerini ancak siyaset alanına taşıyarak devlet hayatında etkili olacaklarını düşünüyorlardı. Bu düşünceyle Alparslan Türkeş ve arkadaşları 31 Mart 1964’te terazi amblemli CKMP (Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi)’ne üye oldular. Türkeş 1 Ağustos 1965’teki kongrede CKMP Genel Başkanı oldu. 10 Ekim 1965 tarihinde yapılan genel seçimlerde CKMP, 11 Milletvekili çıkardı. Bu 11 Milletvekilinden biri de Afyon Milletvekili Muzaffer Özdağ’dı.
Muzaffer Özdağ’la ilk tanışmamız 1966 yılında Cağaloğlu- Klodfarer Caddesindeki CKMP İl Merkezinde gerçekleşti. O zaman Özdağ 33, ben de 19 yaşında bir üniversite öğrencisi ve aynı zamanda Babıalide Sabah gazetesi muhabiriydim. Sonra İstanbul’a her gelişinde il merkezinde karşılaşıyorduk. Devamlı güler yüzlü ve mütevazıydı. Gençlere değer verir, onlarla sohbet etmekten zevk alırdı. Türkeş ve arkadaşları her fırsatta gençleri eğitme misyonunu yüklenmişlerdi. Özdağ da bunların başında geliyordu.
Muzaffer Özdağ, gerçek bir kültür adamı ve entellektüeldi. Çok zekiydi. İfadesi çok düzgündü. 1966 yılında hareketin ilk yayın organı olarak İstanbul’da aylık Milli Hareket dergisi yayımlandı. Derginin sahibi 7. Sayıya kadar Ali Muammer Işın’dı. Dergiyi 7. Sayıdan sonra, Işın’la birlikte yola çıkan değerli dava adamı Ahmet Büyükkarabacak çıkardı. İlk üç-dört sayısından sonra kapandığı 50. Sayısına kadar ben de derginin çıkarılmasında teknik sekreter ve yazı işleri müdürü olarak kısa adıyla “Karabacak” Ağabeyimle birlikte yer aldım. Partinin yöneticilerinin dergimizde sürekli yazılarının bulunmasını arzu ediyorduk. Özellikle Muzaffer Özdağ ve Dündar Taşer’den yazı istiyorduk. Fakat ikisi de yoğun çalıştıklarından vakit bulup yazamıyorlar dı.
1967 yılında soğuk bir kış günü CKMP’nin Ankara Kızılay’daki genel merkez binasına gittiğimde Muzaffer Ağabey’le karşılaştığımda “Ağabey, bu defa derginin önümüzdeki sayısına mutlaka bir yazınızı istiyoruz” dedim. Partinin parası olmadığından genel merkezin kaloriferleri yanmıyordu. Rahmetli Türkeş, Genel Başkanlık odasında uzun siyah paltosuyla oturuyordu. Herkes gibi Muzaffer Ağabeyin üzerinde de paltosu vardı. “Madem çok istiyorsun, otur şu masanın yanına, kalemi kâğıdı çıkar, yaz bakalım” dedi. Ben oturuyordum, kendisi ayaktaydı. Kırk beş dakika içinde irticalen bir makaleyi hiçbir kelimesini tekrar etmeden, düzeltmeden baştan sona yazdırdı. Yazı Atatürk, Cumhuriyet’in erdemleri ve milliyetçilik üzerindeydi. Milli Hareket dergisi koleksiyonunda bulunabilir. Ben hayretler ve hayranlık içindeydim. Çünkü bir makaleyi böyle irticalen bir defada kesintisiz yazdırabilecek çok az insan vardır. İşte Özdağ bunlardan biriydi. İnsanın bu eylemi yapabilmesi için, engin bir entelektüel birikime, kuvvetli bir mantığa, zengin bir kelime dağarcığına, güçlü bir ifade kudretine, insicamlı bir mantık ve düşünce yapısına sahip olması gerekir.
1967 yılında Ankara’da yapılan ve İstanbul delegesi olarak katıldığım CKMP Genel Kongresinde bir konuşma yapmıştım. Çok heyecanlı ve hareketliydim. Özdağ, Dündar Taşer’le birlikte beni yanlarına çağırdı. Genel İdare Kurulu üyeleri Koç Otobüs firması sahibi Kamil Koç ve İsmail Hakkı Yılanlıoğlu’na “Bilin bakalım bu delikanlının adı ne?” diye sordular. Tabii ikisi de “Sakin” olduğunu tahmin edemediler. Sonra “Sakin” olduğunu söyleyip, hep birlikte güldüler. Rahmetli Türkeş, 1969 seçimlerinde Rahmetli Galip Erdem(Burdur adayı idi) ile birlikte propoganda için Denizli’ye geldiğinde beni de aracına aldı. Gittiğimiz yerlerde önce ben, sonra Galip Erdem ve sonunda Türkeş konuşuyordu. Kale ilçesine giderken yolda bana “Sakin, bu isim seni tam anlatmıyor, senin adın eski Türklerde –şimşek- anlamına gelen – Çakın - olsun” dedi. Rahmetli Türkeş beni Denizli’den Adana’daki kendi seçim kampanyasına gönderdi. Orada Ankara’dan gelen Şevket Bülent Yahnici ve merhum Mehmet Nedim Budak’la birlikte propaganda çalışmalarında görev aldık.
Muzaffer Özdağ, aynı zamanda başarılı bir hatipti. Kendisinin partinin İstanbul’daki ve Ankara’daki toplantılarındaki konuşmalarını dinlemiştim. İrticalen sakin ve akıcı konuşuyordu. Ama onun gerektiğinde muhalif dinleyicilerini bile bir anda ardından sürükleyecek kadar etkileyici bir hatip olduğunu, meşhur 1969 Adana Kongresinde gördüm. Hareket için bu kongre, bir dönüm kongresiydi. Artık terazi amblemli CKMP, adıyla ve amblemiyle genç ve dinamik bir kadroya sahip olan Hareket’i tatmin etmiyordu. Kongreden altı ay kadar önce Milli Hareket dergisinin kapağında dönen üç hilal amblemini tanıtmaya başladık. Bu amblemi bu şekliyle Dündar Taşer düşünmüştü. Hareketin dinamizmini ifade etmesi bakımından hilaller döner biçimde düşünülmüştü. Bir müddet sonra hilaller bu şekliyle karşıt partililerce Hitler’in, Nasyonal Sosyalistlerin gamalı haçına benzetilmeye başlandı.
Partinin genç ve yaşlı bütün taraftarları isim konusunda hemfikirdi. Herkes “Milliyetçi Hareket” isminde birleşmişlerdi. Yalnız amblemi “Üç hilâl” veya “Bozkurt” olması konusunda ciddi bir ikilik oluşmuştu. Gençliğin bir bölümü ile partinin halk tabanı, partinin Türk milliyetçiliğinin yanısıra İslami hassasiyetini de vurgulayacağı ve muhafazakar kitlelere daha rahat ulaşabileceği için amblemin “Üç hilâl” olmasını istiyorlardı. İstanbul delegesi olan ben de, bu nedenle üç hilâl amblemini destekleyen gençlerin içindeydim. Aslında biz de, Bozkurt’a karşı değildik. Nihal Atsız ve Türkçüler Derneği çizgisinden gelen gençler ile bazı 21 Mayısçı arkadaşlar ise amblemin, mutlaka “bozkurt” olmasını arzu ediyorlardı. Başbuğ Türkeş bu amblem konusunda tarafsız görünüyordu. Fakat her iki taraf da kulislerde Başbuğ’un kendilerini desteklediğini iddia ediyordu. Üç hilâli savunan kitlenin önünde Dündar Taşer, Ahmet Er, Mehmet Altınsoy, İsmail Hakkı Yılanlıoğlu, Osman Yüksel Serdengeçti ve Faruk Akkülah gibi büyüklerimiz vardı. Bozkurt’u savunan kitlenin önünde ise 14’lerden Muzaffer Özdağ, Rıfat Baykal, Numan Esin ve Şefik Soyuyüce ile siyaset arenasında pek görünmeyen Türkçü kanaat önderleri vardı. Halk ve delege planında “Üç hilâlciler”, ülkücü gençlik planında ise “Bozkurtçular” güçlü idi.
Efsane Adana İl Başkanı merhum Faruk Akkülâh’ın liderliğinde hazırlanan tarihi Adana Kongresi, 8 Şubat 1969 sabahı mehter takımı eşliğinde yapılan muhteşem bir yürüyüşle başladı. Bu yürüyüş Adana halkından da büyük ilgi gördü. Adana Kapalı Spor Salonu’nda başlayan kongrenin birinci günü, divan teşekkülü ve protokol konuşmaları ile geçti. Divanı, “Üç hilâlciler”in adayları kazandı. Bu seçimi kaybeden “Bozkurtçu” gruba mensup, çoğu da delege olmayan gençlerle delegeler arasında yer yer kavga boyutuna ulaşan amblem tartışmaları yaşanıyordu. Gün boyu süren bu tartışmalar, gece de tarafların kaldığı otellerde kulis biçiminde sabaha kadar devam etti.
İkinci gün (9 Şubat 1969), dananın kuyruğunun kopacağı gündü. Atmosfer, partinin bir yol ayrımına geldiğini gösteriyordu. Benim gibi bir çok arkadaş, düne kadar birlikte olduğumuz ve aynı idealleri paylaştığımız dava arkadaşlarımızla bir amblem meselesinden dolayı karşı karşıya gelmemizden dolayı çok üzülüyordu. Bir ara salonda bağırma, sürtüşme ve kavga oldukça yoğunlaştı. Adalet Partisi Milletvekilliğinden kısa süre önce CKMP’ye katılan ve herkesin sevdiği Osman Yüksel Serdengeçti ağabeyimiz sinirlenerek kalpağını havaya fırlattı. Altınsoy ve Yılanlıoğlu kızarak protokoldan kalkıp delegelerin arasında oturdular. Çoğu delege olmayan ve çoğunluğu gençlerden oluşan Bozkurtçular ise salonun ortasına doğru toplu halde yürüdüler. Önlerinde de Özdağ, Baykal ve Esin vardı, fakat aslında bu gençleri sakinleştirmek istiyorlardı. Karşılıklı protestolardan kongre yapılamaz duruma gelmiş, tıkanmıştı. Bu duruma üzülen birçok insan benim gibi hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Çünkü göz göre göre bölünüyorduk ve partinin dinamik unsuru gençliğin önemli bir bölümü kopuyordu.
İşte o anda sahneye Muzaffer Özdağ çıktı. Muhalif grubun liderlerinden olduğu için delegeler kendisini pek alkışlamadı. Özdağ mikrofon kablosunun oldukça uzun olmasından da istifade ederek salonun ortasına kadar ilerledi. Salonun içinde dolaşarak, jest ve mimiklerle, konuya göre değişen ses ritmiyle yaptığı akıcı konuşmada; Türk ve İslam tarihinden, Peygamberimizin hayatından iftihar tabloları sundu. Müslüman Türk’ün faziletlerinden, zaferlerimizden, Alparslan’dan, Fatih’ten, Kanuni’den Barbaros’tan, üç hilâlli bayrağın gölgesinde gerçekleştirilen üç kıtadaki Türk hâkimiyetinden bahsetti. Son olarak Türk milletinin Atatürk’ün önderliğinde gerçekleştirdiği Samsun’dan başlayıp İzmir’de sona eren şanlı Kurtuluş Savaşımızdan ve Cumhuriyet’in kuruluşu ile modern Türkiye’nin oluşumu yönünde atılan adımlardan söz etti. Konuşmasını Türk milliyetçiliğinin ve “Ülkücü Hareket”in millet hayatımızdaki önemini vurgulayarak bitirdi.
Bütün delegeleri kapsayacak bir şov görünümündeki bu tarihi konuşma, kısa sürede salonu etkisi altına aldı. Konuşma ilerledikçe salonda büyük bir heyecan dalgası oluştu. Özdağ, başlangıçta kendisini soğuk ve tepkisiz karşılayan muhalif delegelerin tamamının kısa sürede beğenisini kazandı ve konuşmasının her bölümü büyük alkış aldı. Kavga unutulmuştu. İşte Muzaffer Özdağ, üstün hitabet kudreti ve engin kültürü ile ortamı hem yumuşattı ve hem de kendine kızanlara kendini alkışlatmayı başardı. O gün örnek bir davranış daha sergiledi, arkadaşları ile birlikte partinin daha fazla zarar görmemesi için, konuşmasıyla biraz sakinleştirdiği Bozkurtçu gençleri salonun dışına çıkardı. Tabii gençler kızarak, marşlar söyleyerek ve delege olanlar kartlarını atarak salonu terkettiler.
Burada bir konuya açıklık getirmek istiyorum. Partinin adı ve amblemi bu kongrede değişmedi. Çünkü o kavga ortamında bu değişikliğin yapılması uygun değildi. Kongrede delegeler, bu değişikliği yapma yetkisini Genel İdare Kurulu’na bıraktılar. Bir ay kadar sonra Genel İdare Kurulu, partinin adını “Milliyetçi Hareket” ve amblemini “Üç hilâl” olarak değiştirdi. “Üç hilâl” ambleminin öncülüğünü yapan Dündar Taşer, gençlerin de isteklerini karşılamak için Gençlik Kollarının ambleminin de, İslâmiyet ve Türklüğü birlikte temsil eden “Hilâl içinde bozkurt” olmasını önerdi ve kabul edildi. Bu formül, Adana Kongresi sonucu kırgın olan birçok gencin de yeniden Hareket’e ısınmasını sağladı.
MHP’sinde Alparslan Türkeş’le birlikte partiye katılan 14’lerden konuşmaları, düşünceleri ve yazıları ile en etkili olanlar; Türkeş dışında Dündar Taşer, Muzaffer Özdağ ve Ahmet Er olmuştur. Bu arada şunu da ifade edeyim, o zamanlar partinin temeli, 1948 yılında Mareşal Fevzi Çakmak tarafından kurulan Millet Partisi’ne dayandırılıyordu. Partide o tarihlerde çok sayıda o partiden kalan büyüklerimiz vardı. O yüzden, geçmişte o partide genel başkanlık yapmış olan Osman Bölükbaşı da partinin toplantılarına katılıyor ve büyük ilgi görüyordu. Bizzat Alparslan Türkeş, her ölüm yıldönümünde partide Mareşal Fevzi Çakmak anısına anma toplantısı düzenletiyordu.
Muzaffer Özdağ 1971’den sonra partide aktif bir görev almadı, fakat Hareket’le, Türkeş’le ve ülkücü camia ile ilişkilerini kesmedi. Milliyetçi teşekküller içinde yer aldı, faaliyetlerine katıldı. Kendisiyle son görüşmemiz, vefatından bir müddet önce, Ankara’da Türk Dil Kurumu’nun Konferans Salonu’nda yapılan İLESAM (İlim Edebiyat Eseri Sahipleri Meslek Birliği)’ın Genel Kongresinde oldu. Uzun yıllar görüşmemiştik. Fakat beni görünce hemen tanıdı. Sanki hiç ayrılmamış gibiydik. Orada kendisine söz verildi. Yine irticalen güzel bir konuşma yaptı. O günlerde Nazım Hikmet’in mezarının Türkiye’ye getirilmesi ve itibarının iadesi tartışılıyordu. İyi bir antikomünistti. Nazım Hikmet’in büyük vatan şairi gösterilmesine kızıyordu. Onun bir şiirinin sonundaki meşhur: “Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür/ve bir orman gibi kardeşçesine,/ bu hasret bizim…” mısralarını ele alarak, ağacın toprağa bağlı olduğu için hür olmadığını, bu yüzden şiirde bir mantık zafiyeti olduğunu, ayrıca Nazım’ın Türkiye’den kaçtıktan sonra yurt dışında yaptığı konuşmalardan ve faaliyetlerden örnekler vererek bir milli şair olamıyacağını, bir vatan haini olduğunu ifade etti.
1965-1970 yılları arasında yetişen gençler olarak biz Alparslan Türkeş, Muzaffer Özdağ ve arkadaşlarından çok şeyler öğrendik. Türk milliyetçiliğini, Türk töresini, Türk tarihinin büyüklüğünü, Türkiye’nin meselelerinin çözüm yollarını, “Milliyetçi Türkiye” idealini, kültürlü olmanın kazanımlarını, erdemli olmayı, dürüstlüğü, cesareti, vakur duruşu, idealistliği, vefayı, dâva adamı olmayı onlardan öğrendik. Mesela “liderin fikir, yani dâvanın kendisi olduğunu” Muzaffer Özdağ’dan öğrendim. Gençliğimde anlamını kavrayamadığım bu düşünce, ileriki yıllarda parti hakkında düştüğüm tereddütlerde cankurtaran simidim oldu. Onlar bizi kardeşleri ve evlatları gibi sevdiler ve özenle yetiştirdiler. Biat ettirmediler, şahsiyet verdiler, lider kimlikli yetiştirdiler. Türk milliyetçiliği dâvasının bugünlere gelmesinde onların çok büyük emekleri vardır. Hepsini ayrı ayrı rahmetle, minnetle ve şükranla anıyorum ve mekânları cennet olsun diyorum.